Nufüs sorunu ve Kapitalizm

Eylül ayı başlarında Kahire’de toplanan Birleşmiş Milletler Nüfus Konferansı, birçok ülke açısından, neredeyse iç çekişme ve tartışmaların ötesinde bir ilgi odağı haline geldi. Gerçi, popüler ilginin yönlendirici etkeni, Konferans’ta tartışılan konular olmaktan çok fanatik İslamcı örgütlerin katılımcılara yönelik tehditleri ve önce Bangladeş ve ardından da Türkiye’nin kadın başbakanlarının toplantıyı şereflendirmeyeceklerini açıklamaları olmuştu. Ancak tehditlerin nedenini oluşturan ve konferansın da başlıca tartışma ve uzlaşmazlık konusu olarak beliren kürtaj sorunu çevresinde koparılan fırtınalar dolayısıyla konferans, ilgi odağı olmaya devam etti ve Türkiye gündeminde de yerini aldı.
Toplantıya uluslararası işçi sınıfını temsilen katılan kimse yoktu. Dolayısıyla nüfus sorunu, toplumsal ilişkiler ve sistem (kapitalist sistem) bağıntısı olmaksızın, doğal bir sorun olarak, kendi başına ya da en çok dünya besin kaynakları ve çevre sorunu ile bağlantısı içinde, modernize edilerek bazı yönleriyle yumuşatılmış Malthusçulukla ortaya kondu ve başından sonuna kürtaj sorunu etrafında dönülüp duruldu.
Çarpıtılmış tartışmanın tarafları ve tezleri tahmin edilebileceği gibiydi ve bir ilginçlik taşımıyordu. Ama verilmek istenen görünüm ilginçti. Başını İran’ın çektiği bazı İslam ülkeleri ve dünya Hıristiyanlığının kaymağını yiyen Vatikan, tamamen insana dair olan üreme ya da çoğalma hakkını, insanla ilişkisiz dinsel ahlâki nedenlerle, kutsallığı çerçevesinde, kürtaja karşı takındıkları sert tavırlarıyla savunma pozisyonunda görünürlerken; “uygar dünya”nın temsilcileri, kadın sağlığının gerektirdiği durumların ötesinde savunulacak bir yanı olmayan kürtajı, bir insan hakları, özellikle de -tam bir tersyüz edişle kadına saldırıyı, onun savunulması ya da hakkı olarak sunarak- kadın hakları sorunu olarak ortaya koyuşlarıyla, insana saldırılarının ne denli insancıl olduğunu açıklamaya çalışır görünüyorlardı. Kutsal, ilahi ya da dünyevi nedenlerle kapitalist pisliğin bütün savunucu ve uygulayıcıları insancıl kesilmişler, insanlığın kurtuluşunun kürtajlı mı kürtajsız mı olacağını kararlaştırma peşindeydiler. Kimse insanlığın kurtuluşunun gerçek içeriği ile emeğin sömürü konusu olmaktan çıkarılışı ile ilgilenmediği gibi, nüfusun doğal olmayan, tersine tarihsel gelişme içinde değişikliklere uğramış toplumsal yasalara, kapitalist toplumda bu yasanın sermayenin emekle ilişkileri çerçevesinde şekillenişine emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü ekseni oluşturan bir nispi fazla nüfusun kapitalizm koşullarındaki kaçınılmazlığına değinmedi.
“Kaynakların yetersizliği” ve “bu gidişle tükenecek olması”, sonuçta “dünyanın artan nüfusa dar geleceği”, konuşmacıların temel hareket noktalarını teşkil ediyordu. Nüfus sorunu ve ortaya koyduğu “tehlike”nin giderilmesini, kimi ahlâk, kimi eğitim sorununa, kimiyse aile planlamasının gerekliliğine indirgedi; kürtaj tartışması sorunun aslını gözlerden saklamak için elverişli bir sığınak görevi gördü. Ama toplantı boyunca, yetişkin ve bebek ölümlerinin yoksulluk ve sefaletin, açlık ve kıtlıkların nedeni ve zemini olarak, “bolluk içinde yokluk” demek olan kapitalist sistem ve mevcut sömürü ilişkileri tek kelime ile olsun eleştirilmedi. New York’un göbeğinde Harlem’de açlık sınırında insanlar sefalet içinde ölüme terk edilir, daha birkaç yıl önce San Francisco’da kitlesel yağmaya girişecek kadar yokluk içinde yaşarlarken, Somali ve Ruanda’da makineli tüfek ve diğer ağır silahlara hedef olmalarının ötesinde binlerce ve binlerce insan açlıktan ölürken, kimsenin aklına kapitalizmi suçlamak gelmedi! O kapitalizm ki, yalnızca emekçi yığınların yokluk, yoksulluk ve sefaleti ve sadece savaşlar ve kitlesel kırımlar (jenosid) nedeniyle değil, ama yokluk, açlık ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk nedeniyle de milyonlarcasının ölümü koşullarında, nüfus içinde çok küçük bir paya sahip egemen burjuvazinin akıl almaz lüksü ve kuş sütünü beğenmeyişleriyle değil, her zaman istihdam dışı nispi bir fazla nüfusu var etmesi ve gereksinmesiyle, bu fazla nüfusu, özellikle “alım gücü düşüklüğü ve yokluğu” dolayısıyla yeterince pahalı satılamayan, temel tüketim maddeleri de içinde olmak üzere malların (hem de bunlar, çoğunluğu kısa bir süre öncesine kadar istihdam edilen ama bir süredir işten çıkarılıp sefalete atılmış emekçilerin doğrudan emek ürünleriyken) depo ve silolarda stoklandığı durumda şişirip biriktirişiyle bolluk içinde yokluk sistemidir. O kapitalizm ki, bunalım ve stokların birikip birikmemesi önemli olmaksızın, emekçiler ihtiyaç duyarken, yalnızca fiyatların düşmemesi için, görece geri gelişme düzeyinde olduğu Türkiye’de bile, tahılın silolarda binlerce ton çürüyüp telef olmasına; domates, patlıcan gibi sebzelerin; fındığın, çayın yığınlarla denizlere ya da başka yerlere dökülmesine yol açmaktadır.
Hemen her nüfus sorunu üzerinde konuşan, kaynakların yetersizliği ve hatta kıtlığından, doğal kaynakların giderek tükenecek oluşundan, nüfus artışı -kimi de nüfus patlaması diyor- karşısında beslenme sorununun çözümünün olanaksızlaşmakta oluşundan ya da geçim araçları üretiminin tıkanma noktasına gelme eğilimi taşımasından söz ediyor. Bunlar, çözümsüzlük üreten zemini -kapitalizmi- bir yana bırakarak ve onu aklamak, emekçileri onu suçlamak ve ona karşı mücadele etmekten alıkoymak üzere, sorunu doğallık ve doğal yasalar alanına taşıyarak; toplumsal bir sorun olmaktan çıkarılmış nüfus sorununa, çözümsüzlüğün çözümleri olarak, aile planlaması ve kürtaj aracılığıyla ya da fanatik İslam ve Hıristiyanlık gibi, aynı doğallık zemininde bulunarak ama kürtajın reddiyle çözüm getirmeye soyunmuş bütün konferans katılımcılarının hareket noktasını oluşturmuşken; nüfus sorunu hakkında konuşup yazan tüm burjuva ve küçük burjuva iktisatçı ve bilim adamlarının ana fikri ve temel tezi durumundadır. Cumhuriyet Gazetesi’nin, konferans günlerine denk düşürülmüş “3. Binyıl’a Doğru” başlıklı yazı dizisinde yer verdiği bir dizi burjuva bilim adamının yazılarında bunu görmek mümkündür. Bu yazılarda, nüfus sorunu, önümüzdeki bin yılın temel bir sorunu olarak konmakta, Malthus’a hak verilerek tehlikesine dikkat çekilmekte ve çözüm olarak, -kuşkusuz ki kapitalizme karşı mücadele ve onun devrilmesi değil- ama kısıtlanmasının zorunluluğu gösterilmektedir: Aile planlaması, kürtaj vb!
Birleşmiş Milletler Nüfus Konferansı konuşmacıları gibi Cumhuriyet’e yazan burjuva küçük burjuvalar ve birbirleriyle ve tümü birden Malthus’la hemfikirdirler. Tümü, kaynakların sınırlı ve yetersiz olduğu dünyada hızla artan nüfusun insanların geçimini imkânsızlaştırmakta olduğunu, geçim araçları üretiminin nüfus artışını karşılamasının olanaksızlığına vurgu yaparak nüfus artışının önlenmesi üzerinde durmaktadır.
Bunlardan, Cumhuriyet’in “Nüfus Konferansı’nın mimarı” olarak lanse ettiği BM Nüfus Fonu yöneticisi Dr. Nafiz Sadık: “Günümüzde dünya nüfusu, bu yılda, bugüne kadar yaşanan en üst düzeyde artış olan 95 milyonluk bir büyüme ile 5.7 milyara ulaşmıştır… İnsan nüfusunun büyümesi, dağılımı, yapısı ve göçü ile ilgili eğilimler özel bir ilgi konusu olmalıdır.” diyerek başladığı yazısının hemen giriş cümlelerinin birinde, nedenleri ve gerekliliğini tartışılmaz kesinlikte görerek ve bunlar üzerine tek laf etmeden, derhal aile planlaması önermektedir.
Ailelerin geçinemez halde oluşunun gerçek nedeni üzerine tek kelime yoktur ve tersine bu son derece doğal kabul edilmekte; sanki insan bitki ve hayvanlardan farksızmış ve toplumsal yaratıklar olarak belirli toplumsal sistemler koşullarında yaşamazlarmış gibi; doğal bir yasa uyarınca fazlalaştığı kabul edilen nüfusun artışına, bu doğallığı bir kez daha vurgulamak üzere, doğallığın kısıtlayıcısı bir çözüm -aile planlaması- gösterilmekle, kapitalizm, yarattığı ve ihtiyaç duyduğu ama yokluk, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaya; bebekliği ve çocukluğunda ölümden kurtulmuş yetişkinlerini erken ölüme mahkûm ettiği fazla nüfusun yarattığı ve giderek daha çok yaratacağı baskıdan korunmaya çalışmaktadır.
BM Nüfus Fonu yöneticisi bayan yazarın da işaret ettiği, nüfus fazlalığı ve artışı ile yoksulluk arasında bir bağ kuşkusuz kurulmalıdır. Ama bu, kapitalizmle bağlantısızlığı içinde çalışma, üretme, giderek daha verimli üretme, sattığı işgücü karşılığı belirli bir ücret alma ve dolayısıyla belirli bir satın alma gücüne sahip olarak yokluk, yoksulluk ve ölüme savrulmadan geçim araçlarını yeterince elde edebilme olanağı bulamayan ya da bu olanağı zaman zaman ve az çok bulabilen fazla nüfusun, tamamıyla doğal fazlalaşmasına bağlı olarak; yine kapitalizmle bağlantısızlığı içinde, daha fazlası üretilip ekilemeyecek denli son sınırına varmış ya da varmakta olan ve hızla artan nüfus karşısında tüm doğallığıyla bu nüfusu beslemekte yetersiz kalan geçim araçları ve kıt kaynakların üstesinden gelinemez bir kaçınılmazlık ve doğallıkla yol açtığı yoksulluk (ve sefalet ve ölüm) ile bağı biçiminde kurulamaz. Geçim araçları yetersizliği ve kaynak kıtlığının doğallığına dayandırılan bir fazla nüfus ve yoksulluk ilişkisi, yalnızca toplumsal nedenselliğine bağlı olarak oluşan fazla nüfus sorununu açıklamakta yetersiz kalmaz, ama hem nispi fazla nüfusu hem de yoksulluğu kapitalizmin zorunlu sonuçları olmaktan çıkararak, kapitalizmin dertlerine mazeret gösterir: “Doğallık”, toplumsal değil “doğal yasalar”! Nüfusun nispi fazlalığı olduğu kadar yoksulluk ve beslenme yetersizliği ile bebek ve yetişkin erken ölümleri doğaldır. Pozitivist laik burjuva bilimciler doğallığa ve doğa yasalarına vurgu yaparken, dinciler “kader”e bağlarlar; ama emekçilerin gözünde, mazereti bulunmuş yoksulluğun kaynağı olarak kapitalizm temize çıkarılmaya, yoksulluk ve sefalet gibi tüm kötülükleriyle kapitalizme karşı mücadele yatıştırılmaya çalışılır.
Nüfus fazlalığı ve yokluk, yoksulluk, sefalet ve fazlalığı dengeleyici ölümlerin doğallığını ileri süren Malthusçu teori ve Malthus, evlenmekten kaçınmak, geç evlenmek ve “cinselliğe karşı kesinlikle ahlaki bir tavır almak” gibi cinsel perhizi öngören çözümler önerirken yeni Malthusçuların aile planlaması ve kürtaj gibi, yine doğal ama daha insani ve modern görünen çözümlerde karar kılmalarının en olumsuz yönü, emekçiler arasında insanın ve toplumun geleceğine inançsızlık, korku ve kapitalizme karşı mücadelenin gereksizliğine ilişkin duygu ve fikirler yaymasındadır.
Bir ayağıyla özel mülkiyete dayanan ama aynı zamanda özel mülkiyet sistemi tarafından yıkıma itilmekte ve yok edilmekte olan köylüsü, esnafı, sanatçısı ve aydını ile küçük burjuvazi de, bu Malthusçu teorinin etkilerini güçlendirmektedir. Küçük burjuvazi, kuşkusuz daha çok aydınları aracılığıyla bir yandan Malthusçu teori ve onun tezlerinden etkilenmekte ve olup biteni doğal görmekte; öte yandan da, yaşamının giderek daha zorlaştığını, varlığını sürdürme mücadelesinin acımasızlaştığını, kendisi ve ailesinin durumunun gittikçe daha da umutsuzlaştığını yaşayarak görüp etinde hissetmekte ve kapitalizme olmasa bile, onun yok edici sonuçlarına karşı çıkmaktadır. Daha çok geleneksel ve oturmuş, daha kendine yeter olan kırsaldan kent sanayisi ve ticareti ile daha içli dışlı olan, kapitalizmin yıkıcı sonuçları ile daha yakından ilişkili, onların etkisine daha çok açık, oturmamış, dengesiz ve kendine yeter olmaktan çıkarak piyasa ilişkilerinin çok yönlü girdabına kapılmış kente doğru küçük burjuvazi, yaşamının doğallık düzeyiyle bir paradoks teşkil etmek ve bu, bir kez daha “fazla nüfus” ve yoksulluğun, doğallıkla ilişkisizliğini kanıtlamak üzere, Malthusçu teoriden daha çok etkilenme içinde olmaktadır. Yıkıma itilmekte olan küçük burjuvazi içinde, modernize “özgürlükçü” bir yaşam felsefesine bağlanma nedeniyle değil ama yoksulluk ve aşağılanmaya daha “kolay” katlanabilmek, bebekliğinde ve gençliğinde onu bekleyen “kötü kaderi” baştan önleyebilmek üzere daha az çocuk yapma ve geç evlenmeye doğru görülen eğilim, kapitalizm koşullarında yaşamın fiili zorlayıcılığı yanında, bu katmanın Malthusçu etkilenmeye açıklığının da verisini sağlamaktadır.
Küçük burjuvazi, burjuvazi karşısında aristokrasiyi savunan ve aristokrasinin çıkarları ile çatışması noktasında kapitalizmin çelişki ve kötülüklerini eleştiren Malthus’un tutumundan farklı olarak, ezilmekte oluşundan gelen tepkisinin kadercilik içinde erimesi ve boyun eğicilik ve katlanmacılığa götürmesi olarak, kapitalizmi eleştirmekte; ama yalnızca yakınmakta, kapitalizmin dikte ettiğinin gereğini yapmaktadır. Bu tutumda, kapitalizmin küçük burjuvaziyi yok oluşa sürüklemekte oluşu, dağılan ve yok olan, geleceği olmayan bir kategori oluşturması tayin edici olmaktadır. Kapitalizme ve onun dayattığı yoksulluğa karşı çıkışı, umutsuz bir biçimde yok olan, gelecek umudu olmayan, moralsiz ve ürkek bir sınıfın tutumu olarak şekillenmektedir. Umutsuzluğu, onu, ani parlamalara -ve sonra doruktan dibe vurmalara- götürse de, bu parlama ve düşüşlerin de deney birikimiyle, bu umutsuzluk, moralsizlik ve ürkeklik, onun genel tutumunu damgalamaktadır. Kapitalizme karşı çıkış, onun yoksulluk gibi olumsuz sonuçlarını doğal ve kaçınılmaz bulmayla birliktedir ve buradan, “Yapacak şey yok. Doğaldır. Sefalete, yoksulluğa, aşağılanmaya yol açan çocuklarımızın sayısı daha az olsun. Onları da kötü bir geleceğe mahkûm etmeyelim” sonucuna varmak ve yakınmayla yetinmek kolay olmaktadır. Bu sınıf tutumu, kuşkusuz sınıfsal konumdan çıkmakta, ama hem Malthusçu teorinin etkilerine açık bir ortam ve yayılması için olanak sağlamakta, hem de Malthusçuluğu güçlendirmektedir.
Sosyalist işçiye düşen ise, şüphe yok ki, bugünkü mücadelesini ve kendi geleceği -çocukları- ile birlikte, onlar tarafından daha ileri bir noktaya vardırılacak mücadelesinin gelecekteki zaferini öne sürerek, kötülüklerin kaynağı kapitalizme karşı savaşmaktır.
Kapitalizm karşısında bugünü kurtarmak (daha az çocukla bugünkü yoksulluğu daha katlanılır kılmak), geleceğin güvensizliğine bugünden boyun eğip gerektirdiği duruma uyum sağlamak üzere tedbir almak (az sayıda çocuğun çok sayıda çocuk karşısında yoksulluk, sakatlık, ölüm vb. açısından daha risksiz kapitalizm koşullarındaki geleceği), sosyalist işçinin yaklaşımı olamaz. İşçi sınıfı, küçük burjuvaziden farklı olarak, kapitalist gelişmenin dağıtıp yok oluşa sürüklediği değil, bir araya toplayıp nitelik ve nicelik olarak çoğalttığı, örgütlenmeye ve kapitalizme karşı mücadele ve onu devirmeye, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemeye ve üretici güçlerin gelişmesinin önündeki bütün engelleri kaldırarak üretimi alabildiğine özgürce hızla geliştirme yeteneğinde olan geleceğin temsilcisi sınıftır.
İşçi sınıfının bugün zorluk içinde yaşadığı, tek tek işçilerin kendilerinin ve ailelerinin yaşamlarını güçlükle ve çökertici yaşam koşullarıyla mücadele içinde sürdürebildikleri kesindir. Ama şu da kesindir ki, işçi sınıfı, bugün bilinç, mücadele ve örgüt birikimi bakımından bir önceki nesle göre daha ileridedir. Geçici zigzaglar ve mücadelenin kendiliğinden ilerleyişinin gösterdiği ileri gidiş ve geri çekilişler kuşkusuz mümkündür ve buna değinilmiyor. Önemli olan, konjonktürel durum ve gelişmelerin ötesinde sınıfın sahip olduğu yetenekler ve onun genel düzeyinin yükselişidir ki bu gerçekleşmektedir. Bugünkü neslin çocuklarının daha ileri bir düzeye sahip olacaklarından, daha bilinçli ve örgütlü ve daha kararlı bir mücadele ile kapitalizme ve onun dayattığı sefil yaşam koşullarına karşı saldırılar düzenleyeceklerinden kuşku duymaya neden gerek olsun?
“Bizim kuşağın karşı karşıya bulunduğu güçlükler, babalarımızın çektiklerinden daha da zordur” diyor Lenin, “Ama bir yönden, biz, babalarımızdan daha şanslı sayılırız. Biz dövüşmeyi öğrenmeye başladık ve hızla öğreniyoruz ve en iyisini babalarımızın yaptığı gibi, birey olarak dövüşmek değil, bizim kafamıza yabancı gelen burjuva lafebelerinin sloganları için değil, kendi sloganlarımız için, sınıfımızın sloganları için dövüşmeyi öğrendik. Babalarımızdan daha iyi dövüşüyoruz. Çocuklarımız bizden daha iyi dövüşecekler ve zafer onların olacaktır.” (İşçi Sınıfı ve Yeni-Malthusçuluk, Nüfus Sorunu ve Malthus s. 239)
İşçi sınıfının geleceği güvensizlik, moralsizlik ve ürküntü üretmeyen, sağlam ve gittikçe gelişip güçlenen bir sınıfsal konuma sahip olduğu kesindir. O, küçük burjuvaziden farklı olarak yok olmuyor, tersine, büyüyor ve güçleniyor. Zaferler kazanarak, uğradığı yenilgilerden dersler çıkarıp tecrübeler biriktirerek, bu birikimleri ileri unsurlarından daha geri unsurlarına doğru sürekli yayılarak mücadele içinde kendini eğiterek sağlamlaşıyor, cesaret kazanıyor, daha bilinçli ve örgütlü mücadeleci bir yapı kazanıyor. Proletarya, geleceği kucaklamaya hazırlanan bugünkü sınıf konumuyla, Malthusçuluğun etkisine açık ve onu güçlendiren küçük burjuva ürkekliği ve yatışkınlığından kesinlikle uzaktır. Malthusçu yatıştırıcılık, onun için bir anlam ifade edememektedir, somut sınıfsal durumu, onu her geçen gün daha çok kapitalizme karşı hınçla doldurmaktadır ve devrimci komünistlerin güvenle Malthusçuluğun mutlak düşmanı olmalarının nedeni budur.
Devrimci komünistler; başlıca işlevi, göreceğimiz gibi, saçma bir teori aracılığıyla, doğal yasaların işleyişine atfettiği yoksulluk, sefalet ve bebek ve yetişkin erken ölümleri suçundan arındırdığı kapitalizmi, kötülükleri dolayısıyla masum ve mazur göstermek ve en çok doğallığa ya da kadere beddua yağdırmaya yönelterek emekçileri kapitalizme karşı mücadeleden alıkoymak olan Malthusçuluğun uzlaşmaz karşıtıdırlar. Ama bundan, komünistlerin; doğum kontrolü, aile planlaması ya da kürtajın da mutlak ve uzlaşmaz karşıtı oldukları sonucu çıkmaz. Komünistler, başlıca, Malthusçu nüfus yasası uyarınca ve doğrudan kapitalizmin kötülüklerini gizlemek ve ona karşı mücadeleyi yatıştırma hedeflerine yönelik olarak doğum kontrolü, aile planlaması ve kürtaja yüklenen işleve, bunların fazla nüfus sorununun çözümleri olarak ortaya atılmalarına karşıdırlar. Kuşkusuz papaz ya da molla ve şeyhlerden, dinci ahlakçılardan farklı olarak komünistler, doğum kontrolü ya da kürtaj üzerinde yasakların savunucusu olamaz ve bütün bu yasaklamaların kaldırılmasını talep ederler. Erkek ve kadınlar, kendi bugünleri ve geleceklerine, nüfusları içinde olmak üzere, her yönüyle karar verme hakkına sahip olmalıdırlar. Bu bir demokratik hak olarak sahiplenilmelidir. Ancak her demokratik hak gibi, kendine yeterli, son ve nihai çözümler olarak ileri sürülmeleri durumunda anlamsızlaşırlar. Örneğin bir burjuva ile bir emekçinin bu haklarını kullanma bakımından koşulları ve olanakları tümüyle farklıdır. Bir burjuva, hiçbir kaygıya kapılmadan isteğince çocuk yapıp büyütme olanağına sahipken ve bu olanak, yalnızca biyolojik engellerle sınırlanırken; emekçi, çocuk büyütme koşul ve olanaklarını inceden inceye hesaplayıp çocuk sayısını sınırlama yönünde yaşam koşullarından kaynaklanan bir baskıyla karşılaşacak ve hakkını kısıtlama yönünde kullanma eğilimi oldukça fazla olacaktır. Bu nedenle, doğum kontrolü ve kürtajın bir demokratik hak olarak savunulması ile yetinme, ama bu hakkın savunulmasını kapitalizmin devrilmesi mücadelesine bağlamama, Malthusçuluğa kaymanın başladığı noktayı oluşturur.
Eklenmesi gereken son şey, doğum kontrolü önlemlerinin ve kürtajın kadın sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin hesaba katılmasıdır. Bugünkü düzeyiyle tıp, bir dizi doğum kontrol yöntemlerinin kadın sağlığı üzerindeki olumsuz etkisini minimuma indirmiş bulunmasına karşın, kürtaj, hâlâ, olumsuz etkilerinin büyüklüğü nedeniyle kadına yöneltilmiş bir saldırı durumundadır. Komünistler, doğum kontrolü ve kürtaj üzerindeki yasaklayıcılığa karşı çıkmak ve demokratik haklar olarak bunları savunmakla birlikte, özellikle kürtajı teşvik etmez ve önermezler.
Ve kimse, sözü edilen demokratik hakların savunulmasıyla Malthusçuluğun toplumsal, ama sözde doğal olanı formüle ettiği ileri sürülen teorisinin zehirli etkilerini birbirine karıştırmamalıdır.

MALTHUSÇULUĞUN TEMEL TEZİ OLARAK HIZLI NÜFUS ARTIŞI VE KAYNAKLAR YA DA GEÇİM ARAÇLARININ YETERSİZLİĞİ
Önce, Cumhuriyet Gazetesi’nin -onun adı solcuya çıkmasına karşın, seçtiği yazarlar ve yaydığı fikirlerle emperyalist propagandanın yürütücüsü sıradan bir alet olarak gerçek içeriğini de göstermek üzere- başka zehirli gerici teori ve tezler yanı sıra Malthusçuluğu yayan “3. Binyıl’a Doğru” yazı dizisinden alıntılar:
“…Sürekli artan nüfus, gezegenimizin sahip olduğu kısıtlı sayıdaki kaynakları hızla yok etmektedir.” (K. Subrahmanyan, savunma uzmanı, BM Nükleer Silahlardan Caydırma Grubu Basanı, Cumhuriyet, 14 Eylül, s. 12)
“…Son iki yüzyıldır, insan topluluğunun var oluşundan beri süregelen nüfus artışı bir patlamaya dönüşmüştür. Gerçekten de gitgide daha kısa sürede yeryüzündeki insan sayısı ikiye katlandı ve bugün bulunduğumuz aşamada insan nüfusundaki gelişmeyi gösteren grafik, yükselerek dikey bir çizgiyi andırıyor. Herhangi bir değişim olmazsa dünya yüzeyi, artan nüfusa dar gelecek demektir. Kutsal kitabın öngördüğü gibi dünya dolacaktır. Ama fiziksel olarak bu olanaksız olup, insanlar ve diğer canlılar genelde doğada büyümeyi sürdürebilirler. Yalnızca olayı peri masalı gibi düşlememelidirler. Çünkü grafikte görülecek değişim kaçınılmazdır. Ama bu değişimin yalnız iki biçimi vardır. Birincisi: Önemli nüfus felaketlerinin yaratacağı bir bozulmadır. İnsanlık şimdiki sayısının yüz ya da bin katı gerileyecektir. İkincisi: Nüfus artışının azar azar yavaşlamasını gösteren grafik çizgisinin yön değiştirmesidir.” (Henri Atlan, Nükleer tıp profesörü, NASA eski araştırmacısı, 13 Eylül, s. 10)
“…tarım alanları verimsizleşiyor, toprak erozyonu artıyor ve ürün verimi azalıyor. Bu nedenle bazı bilim adamları dünyamızın tarım sisteminin artan dünya nüfusunu besleyebileceğinden kaygılıdırlar. Besin üretimi artışı son on yılda azaldı ve şimdi nüfus artışının sadece üçte ikisi oranında. Bugünkü eğilim sürerse bu oran önümüzdeki on yılda daha da düşebilir.” (Prof. Henry W. Kendall, 1990 Nobel Fizik Ödülü sahibi, 8 Eylül, s. 10)
“Fazla nüfus artışı, çevremizin kirlenmesine, doğal kaynakların tükenmesine ve var olan yaşam alanları için yapılan çatışmalara yol açmaktadır.” (Prof. Torvard C. Laurent, İsveç Kraliyet Bilim Akademisi Başkanı, 4 Eylül, s. 6)
“Daha iyi eğitim görmüş annelerin daha çok doğurmak yerine kısıtlı zamanlarıyla ve olanaklarıyla daha iyi eğitim görmüş, daha sağlıklı çocuklar yetiştirmeye özen gösterdikleri gözlenmektedir. Eğitimin, kişi başına düşen ortalama geliri etkilediğini gösteren bu kanıt, yaşam standardının potansiyel gücünü yiyip bitiren, Malthus’un karabasanını, hızlı nüfus artışını bir ölçüde giderdiği de görülmektedir. Malthus’un teorisine uygun olarak anne ve babalar, eğitim ve gelir düzeyleri arttığı zaman, çocukları için daha çok harcama yapıyorlar, ama daha az sayıda çocuğa daha iyi bakmak ve onları daha iyi eğitmek için harcıyorlar.” (G. Stanley Becker, Prof. Amerikan Ekonomi Derneği Başkanı, Business Week’de köşe yazarı, 1992 Nobel ekonomi ödülü sahibi, 6 Eylül, s. 10)
“Daha büyük bir sıkıntı kaynağı da örneği olmayan nüfus artışıdır. 1950’den önce doğanlar dünya nüfusunun iki katına çıktığını bugün görmektedirler… Sınırları belli olan dünyamızda böyle bir artışın toplumsal patlamalara neden olacağı görülmektedir. Tahıl üretimi insan ırkının en önemli ekonomik ölçüsü olup, 1950’den 1984’e kadar 2,6 kat artmıştır. Yılbaşına yaklaşık olarak yüzde 3’lük bir artışla nüfus artış hızını geçmiştir. Nüfus başına düşen tahıl tüketiminin 34 yıllık dönemde yüzde 40’lık artışla sonuç vermiş olması; et, süt, yumurta ve peynir gibi yaşamsal ürünlerin tüm dünyada beslenmeyi geliştirmesini ve yiyecek tüketiminin artmasını sağlamıştır. 1984’ten beri geçen 8 yıl boyunca dünya tahıl üretimi yıl başına belki yüzde 1 oranında artmıştır ki bu da nüfus başına yüzde 1’lik bir azalmayı gösterir. Bu özellikle rahatsız edici bir gelişmedir: Nüfus artışı yaşam standartlarını düşürerek günümüzde çok önemli ve gittikçe derinleşen toplumsal bir yara durumunu almıştır.” (Lester
B. Brown, Rockefeller Vakfı’nın desteği ile Worldwatch Enstitüsü’nü kurdu, 7 Eylül, s. 10)
Ve son olarak, L. R. Brown, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi ile Londra Asiller Cemiyeti’nin ortaklaşa hazırladıkları bir “uyarıcı rapor”dan aktardıklarını görelim:
“Eğer nüfus artışı hakkında şimdiden öne sürülen kehanetler doğru çıkarsa ve insanların gezegenimizdeki etkinlikleri değişmeden kalırsa, bilim ve teknoloji, ne çevrenin geri dönüşümü olmayan bozulmasını ne de dünyadaki süre gelen yoksulluğu önleyebilecektir.” (Agy)
Seçkin emperyalist ideolog ve propagandistlerin nüfus sorununun farklı yönlerine değinen görüşlerinden bir demet sunmaya çalıştık. Ancak yine de hemen tümünün nüfus artış hızı ile kaynakların kıtlığı ya da geçim (ya da beslenme) araçlarının yetersizliği arasında olumsuz bir orandan söz etmeleri, ortak yanlarını ya da hareket noktalarını oluşturuyor.
Yine de bu orantısızlıktan söz ederken oldukça yumuşak bir dil kullandıklarını söyleyebiliriz. Malthusçuluk, çünkü, bir zamanlar bizzat Malthus’un yaptığı gibi gözü karalıkla bugün savunulamamaktadır. Gelişen bilim, kâr kaygısının sınırlamasına karşın bilimin teknolojik gelişmelere yol açması ve yine kâr kaygısının sınırlandırıcılığına karşın teknolojinin üretime uygulanması, bunun emek üretkenliğini ve verimliliğini artırırken, yine ancak kâr kaygısının sınırlandırıcılığına karşın teknolojinin üretime uygulanması, bunun emek üretkenliğini ve verimliliğini artırırken, yine ancak kâr kaygısının sınırlandırıcı etkisi altında toprağa yatırılan sermaye ve tarımın makineleşmesi, sulama, gübre kullanımı vb. yoluyla toprak verimliliğinde artışa neden olması, dünyada tarıma açılmamış milyonlarca hektarlık toprak bulunması ve bunlar tarıma açıldıkça ciddi üretim artışları elde edilmesi ve en önemlilerinden biri olarak, kapitalizmin karşısında sosyalist bir ülkeye, SSCB’ne yaklaşık 40 yıl tahammül etmek zorunda kalması ve sosyalizm koşullarında sağlanan üretim ve toprağın verimliliğinde artışların, bunların toplumsal sistem sorunu olduğunu ortaya koyması gibi nedenlerle, Malthusçuluk yumuşatılmak zorunda kalınmıştır.
Şimdi artık, örneğin Malthus’un, nüfusun geometrik dizi olarak geçim araçlarının ise ancak aritmetik dizi olarak arttığı şeklinde formüle ettiği temel tezi bu haliyle savunulamamaktadır. Çünkü L. R. Brown’ın da ortaya koymaktan kaçınamadığı gibi, 1950–84 arası 34 yıllık dönemde, Malthus’un temel bir ölçüt olarak ileri sürdüğü tahıl üretimi nüfus artışından bırakalım çok az olmayı daha hızlı artmış ve nüfus başına düşen tahıl yüzde 40 fazlalaşmıştır. Hem de kapitalizm koşullarında sağlanan bu gelişme, ashnda temel teziyle birlikte Malthus’un bütün nüfus teorisinin saçmalıklar yığını haline dönüşüp çökmesi anlamına gelmiştir. Bugün Malthusçuluk, ancak bu haliyle, yumuşatılarak savunulabilmektedir. Ama burjuvazi için öylesine çekicidir, kapitalizmi, yol açtığı kötülükler karşısında o denli mazur göstermekte ve kapitalizmi hedeflemek üzere gerilecek yaylardan atılacak okları öylesine doğallık ya da kader karşısında yakınmalara dönüştürme işlevindedir ki, olanca bilim dışılığına ve gerçeklerin ve yılların istatistiklerinin tümüyle tersini -hem de kapitalizm koşullarında- kanıtlamasına rağmen, burjuva “bilim adamı” ideologlar tarafından hala işçi sınıfı ve genel olarak emekçilere karşı paslı bir silah olarak kullanılmamazlık edilememektedir.
Oysa bugünkü noktaya, Malthus’un cehaletin verdiği cesaretle ortaya attığı (aslında Marx’ın dediği gibi, “De Foe’dan, Sir James Steuart’tan (Mill), Townsend’dan, Franklin’den, Wallace’dan vb. yapılmış çocukça ve üstünkörü bir aşırma”dan /Nüfus Sorunu ve Malthus, sf.95/ başka bir şey değildir) iddialarından gelinmiştir. Malthus, 1798’de ilk olarak yayınladığı “Toplumun Gelecekteki Gelişimine Etkileri Açısından Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme” adlı broşüründe, “Nüfus, kısıtlanmadığında, geometrik oranla çoğalır. Geçim araçları ise, ancak aritmetik oranla artar… İnsan yaşamı için gıdayı zorunlu kılan doğa yasası uyarınca, eşit olmayan bu iki gücün etkileri eşit tutulmalıdır. Geçim araçlarının sağlanmasındaki güçlük, nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı gerektirir. Bu güçlüğün etkisini bir yerde ortaya koyması ve insanlığın geniş bir ölümüne kendisini zorunlu olarak, şiddetli bir biçimde duyurması gerekir. Nüfusun ve yeryüzündeki üretimin iki gücü arasındaki bu doğal eşitsizlik ve onların etkilerini sürekli olarak eşitlemek zorunda olan büyük doğa yasası, toplumun yetkinleşmesini olanaksız kılan büyük bir engeldir.” (…Deneme, Aktaran, Nüfus Sorunu ve Malthus, sf.11-12) diye yazmıştır.
Başlangıçta öylesine bir deneme olarak, aşırmayla ve çalakalem yazılan broşür öyle büyük ilgi görür, egemenler tarafından sahiplenilirken öyle tartışmalara da yol açar ki, Malthus kendisi bile şaşırır ve hemen derlenip toparlanmak zorunda kalır. İkinci ve sonraki baskılarda “oranlar” sorununa vurgu yapmaktan vazgeçip bu konuda yumuşar, ama temel tezini oluşturan bu oran uyuşmazlığını geri çekmez tümüyle. Sonraları, hayranlarının geliştirdiği ve “geçim araçlarının aritmetik oranla artması” tezi yerine ikame ettikleri toprağın “azalan getirt yasası”nı, kendisi de kullanmaya başlar.
Ancak hem uyuşmaz iki orana ilişkin geçerli kanıtı yoktur hem de azalan getirt yasası olarak formüle edilen şey tamamıyla bilim dışıdır. Nüfusun geometrik oranlı artışının kanıtı olarak eldeki tek istatistikî bilgi olan Amerikan beyazlarının nüfus sayımları kullanılmıştır. Ama ABD’ye göçün en hızlı olduğu zamanlardır ve doğru dürüst dikkate alınmamıştır. Geçim kaynaklarının aritmetik oranlı artışının geçerli olmadığı ise kısa sürede, hem de dünyanın ekilebilir alanlarının devasa bir kısmının tarıma açılmadığı koşullarda ortaya çıkmıştır.
Daha dünyanın bizzat doğa tarafından verimlileştirilmiş Güney-Doğu Avrupa ve Batı Amerika’daki uçsuz bucaksız alanlarının tarıma açılmadığı koşullarda başta tahıl olmak üzere geçim araçlarının nüfus karşısındaki yetersizliğini temel tez edinmiş bir teorinin dayanıksızlığı ve saçmalığı tartışma götürmezken, bu durum, aynı zamanda bu teorinin salt siyasal amaçlı olarak ortaya atılmış olduğunun kanıtını sağlamaktadır.
Üstelik bu teori, hareket noktası edindiği “doğal” oranlarıyla “insan toplumun yetkinleşebilirliği”ne açık bir itiraz olmanın yanında, “…tüm bireyleri rahat, mutlu ve daha serbest koşullar içinde yaşayan, kendilerinin ve ailelerinin geçimine ilişkin kaygıları olmayan kişilerden oluşan bir topluluğun varolabileceğine” inançsızlığın teorisi olarak, ne bilimin ilerleyişi ve bilimsel bilginin teknolojik ilerlemeye yol açacak birikimine, başlangıçta kâr kaygısının izin verdiği ölçüde ve sonra toplumsal dönüşüme bağlı olarak tamamen insanlığın hizmetinde, bunun hem sanayi ve hem de tarıma uygulanacak oluşuna, bilimin tarıma uygulanışının emek üretkenliği ve toprağın verimliliğini kat be kat artıracağı olmasına, bunun sonucu tarımda çalışan bir kişinin on, yüz, bin ve belki daha çok kişinin tüketimine yetecek bir üretim artışının öznesi olabileceğine ne önem ne de değer vermekteydi. Ama gelişme, SSCB’de çok daha ileri basanlar elde edilerek, kapitalist ülkelerde de bu yönde oldu. Ve ne nüfus artışıyla geçim araçları artışının uyumsuzluk oranları kaldı ne de toprağın “azalan getiri yasası”.
İlginç olan, kapitalizmin üretici güçlerin gelişmesine temel engeller çıkaran çürüme halindeki kapitalizm olarak gelişmesinin, burjuvazinin onca sahiplendiği Malthus’un teorisini ayakları altına alarak çiğnemesiydi. Yalnız SSCB’nin değil dünyanın nüfus ve üretim artışına ilişkin global rakamları, ne “oranları” ne de “azalan getiri yasasını” doğrulamıştı. Malthus teorisinin kapitalizmi pek geri bir noktadan savunmakta olduğu anlaşılıyordu. Ama yine de kapitalistler ona sahip çıkmamazlık etmediler. Çünkü Malthus, özel mülkiyet sistemini olumluyor ve ona yöneltilecek saldırılan ve doğa ya da kadere havale ederek yatıştırmaya yarıyordu. Her ne kadar Malthus’un görüşleri, bizzat kapitalizmin gelişmesi tarafından bile haksız çıkarılmış olsa da, kapitalizmin kötülükleri ve tıkanıklığına karşı ve herkes için yüksek bir yaşam düzeyi ve alabildiğine artan, bunalım momentlerine uğramayan bir üretim ve üretici güçler gelişmesinin, üretim ve değişim ilişkilerini kökten değiştirerek bütünüyle güvence altına alacak biricik ekonomik ve toplumsal koşulları, sosyalizmi gerçekleştirmek için mücadele edenlere karşı hala yararlı bir silah sayılabilirdi.
’30’larda, Malthus’a büyük övgüler düzen ve onun fiyat, kâr ve özellikle “etkin talep yetersizliği”ne ilişkin kavram ve kavrayışını “Genel Teori”sinin temel taşları yapan Keynes, önerdiği uygulama Malthus’unki ile çelişir görünse de, Malthusçuluğu sürdürdü. O, değer, artı-değer ve kâr sorunlarına aynı Malthus yüzeyselliği içinde ve kaynaklarını yalnızca basitçe değişim alanında arayarak yaklaşıyor ve “merkezi kontrol”ler aracılığıyla sağlanacağını söylediği tam istihdam ile “fazla nüfus” sorununun üstesinden gelmeyi ve Malthus’un “etkin talep yetersizliği”, yani işsizlik sorununu bu yoldan çözmeyi kuruyordu. Malthus, “etkin talep”i hareketli kılmak üzere işçi sınıfından çok aristokrasiyi ve onlara akan toprak rantını korumayı hesap ediyordu, ancak genel yaklaşımı açısından Keynes de farklı konumda değildi: Kapitalizmin başlıca kötülükleri, sistem içinde “etkin talep” kamçılanarak giderilebilirdi, bunun için kapitalizmi hedef almaya gerek yoktu. Aristokrasinin kalmadığı Amerikan toplumunda, burjuvaların lüksünün yanında emekçilerin talebini kamçılamaktan başka yol kalmamıştı! Keynes, ayrıca, “etkin talebi” kamçılamak için öngördüğü iş yaratmaları -taşları önce bir yerden ötekine taşıyıp sonra tekrar eski yerine getirmek gibi- ile de Malthus’un izini sürmekteydi. Yoksullar Yasası’na karşı çıkarak işsiz emekçilere yardımın yasaklanmasını savunan, eli iş tutan ama işsiz herkesi karınlarını doyurabilmek üzere zorla “iş-evleri”ne doluşturmayı öneren ve bunu İngiltere’de uygulatmayı başaran Malthus’un Keynes’e önemli bir birikim sağladığı anlaşılıyordu.
Ardından soğuk savaş döneminin Malthusçuluğu geldi. Dünya için başlıca tehlikeyi kalabalık nüfuslu ülkeler oluşturuyorlardı ve “aşırı nüfuslu” ülkelere, başta Çin ve Hindistan’a gıda yardımı yapmak cinayetti! Ama artık Malthus’u temel tezleriyle ve yumuşatmadan savunmak olanaksızlaşmıştı. Salt nüfus ilkesine vurgu yapmak yeterince inandırıcı olmaktan çıkınca, savunma mevzileri geriye çekildi. Köklü politik ve ekonomik dönüşümlerin gereksizliği ve komünistlerin nüfusa, coğrafyaya, psikolojiye vb. ilişkin tüm sorunlara politik ve ekonomik çözümler öngörerek halkı aldatmakta oldukları tezleri işlenmeye başladı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, yıkıntıya uğramış dünyada kapitalizmin hızlı bir gelişme göstermesi ve sosyalizmden gelen baskı ve oluşturduğu örneğin emekçilerin aklını çelmemesi için, sömürge kârlarının bir kısmından vazgeçilerek bunların topluma aktarılması yoluna gidildi. Böylelikle Malthusçuluğun açıktan inkârı anlamına gelen sosyal yardım fonları oluşturuldu; sosyal devlet ilkesi, nüfus ilkesinin yerini aldı. İşsizlik sigortaları vb. bu dönemin ürünleridir. Bunlar zorunluydu, çünkü kapitalizm, kendisini emekçilerin desteğini yitirme tehdidiyle yüz yüze hissediyordu. Bu dönemde, işsizlik ve sefalet gibi kapitalizmin kötülüklerinin yıkıcı sonuçlarının önüne geçilmeye çalışıldığı gibi Keynes’çi uygulamalarla, bir dizi bunalım çerçevesinde olsa da üretim geliştirilmeye çalışıldı. Bunda devlet yatırımlarının, özellikle silahlanma harcamalarının rolü oldu.
Bu nedenler ve kapitalizmin restorasyonuna yönelip bunu gerçekleştirse de, daha bir süre, sosyalizmden kalma üstünlükleri (gelişkin üretici güçleriyle dev bir üretim gücü, bunun hâlâ merkezi devlet aygıtınca yönlendirilmesi vb.) kullanarak hızı düşme trendi göstermemesine rağmen eski sosyalist ülkelerin belirli bir gelişme göstermeye devam etmeleri, L. R. Brown’un üzerinde durduğu ’50-84 arası olumlu tabloya yol açtı. Nüfus artışının hızına rağmen geçim maddelerinin üretimi bu hızı aştı ve Malthusçuluğa söyleyecek pek söz kalmadı. Yumuşaması iyice ilerlemişti ki, revizyonist sistemin gerileme içine girmesi ve Batı kapitalizminde, sıhhatsiz yönelimlerin (silahlanma harcamaları, uzay projeleri gibi) yol açtığı tıkanmalar gündeme girmeye başladı. Üretken olmayan yatırımlar ve tüketim ancak geçici bir refah sağlayabiliyordu. Genişleyen yeniden üretimin gelişmesinin karşılaştığı sorunlar -başlıca üretken olmayan tüketimin yol açtıkları- yeniden istihdam sorunlarını bütün hıncıyla can alıcı kılarken, sosyal devlet ilkesi, kapitalizmin, sosyalizmin soluk ve tehdidini ensesinde hissetmekten kurtuldukça, vazgeçme eğilimine girdiği bir ilke olarak, yerini yeniden kapitalist “fazla nüfus” ilkesine olanca ağırlığı ile bırakmaya başladı. Bugün, kapitalizmin bunalımı ve karşısında Keynes’çilikten vazgeçilmesi ile ağırlaşan koşullarda, fazla nüfus, yani işsizlik, yoksulluk ve sefalet ile birlikte, yine dev sorunlar haline gelmişlerdir. Üretimde gerileme ise, diğerlerinin de kaynağını oluşturan sermaye birikimi sürecindeki tıkanmadan kaynaklanarak geçim araçlarında yetersizlik sorununu yeniden yakıcı kılmaktadır. Ve yeniden tam da Malthus ve Mathusçuluk için elverişli koşullar oluşmuş bulunmaktadır. “Nüfus ilkesi”ne ilişkin tartışmalar ve bu sorunun yeniden ağırlıklı olarak gündeme sokulmuş olmasının nedeni buradadır. Artık, aritmetik ve geometrik dizileriyle “oranlar”, tartışma gündemini işgal etmeyecek olsa bile -etmeyecektir büyük olasılıkla, çünkü, hem bilimsel birikim hem de yaşanmış deney bunu zorlaştıracaktır- gittikçe yumuşama ruh halinden kurtulacak Malthusçuların, kendilerini yenileyerek başımızı ağrıtmaya başlamalarını beklemeliyiz. Bunun ilk belirtilerinden biri, ABD’nin Malthusçu bir tutumla, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Uluslararası Aile Planlaması Federasyonu’ndan finansal yardımını geri çekmesidir. ‘Yeni” tezler, belki de Nüfus Konferansı ve “3. Binyıl’a Doğru” dizi yazısında olduğu gibi, görece “demokratik” kılıflar altında sunulacaktır. Belki de sertleşecek mücadele koşulları içinde daha gözü kara olanlarla karşılaşacağız. Ancak şurası kesin ki, Yeni-Malthusçu tezler yine emekçilerin dikkatini kapitalizmden uzaklaştırmaya ve kabahati doğada ve kendi yoksulluklarında aramaya sevk edici içerikte olacak ve yine komünistler, bu tezlerle mutlak ve uzlaşmaz mücadele içinde olacaklardır.

KAPİTALİZME ÖZGÜ NÜFUS YASASI YA DA NİSPİ FAZLA NÜFUS
Her şeyden önce Malthus ve Malthusçuların doğal yasalar öngörerek ve doğallık açıklamalarıyla toplumsal sistemi, kapitalizmi nüfus sorununun gelişip hareket ettiği zemin olmaktan çıkardıkları gibi, kapitalizmde nüfus hareketlerini kapitalizmin hareket yasalarından koparıp doğallaştırarak anlaşılmaz kıldıklarını, böylelikle kapitalizmin işleyişini görmezden gelerek onu kapitalizm olmaktan çıkardıklarını söylemek gerekir.
Malthus ve Malthusçular geçim araçları ya da kaynaklar ile istihdam araçlarını özenle birbirlerine karıştırırlar. Oysa kapitalizmde geçim araçlarının üretimi, değer, artı-değer ve sermaye birikimi yasaları uyarınca gerçekleşir. Geçim araçları doğal bir yasaya göre üretilmedikleri gibi, emekçi nüfus geçim araçları üzerinde herhangi bir baskı oluşturma durumunda değildirler. Yalnızca istihdam araçları üzerinde bir baskı oluşturabilirler, iş bulma ve çalışma olanaklarını zorlarlar.
Sanayide ya da tarımda olsun, herhangi bir kapitalist sektöre bir göz atış, bütün sektörlerde her yetişkin işçinin tüketebilecek olduğundan çok fazlasını ürettiğini göstermeye yetecektir. İşçi çocukları açısından da, çocuğa yapılacak her yatırımın, bire on ya da yüz geri verecek pek kârlı bir yatırım olduğu çünkü yetişkin haline gelecek her emekçi çocuğunun tükettiğinden misliyle fazlasını üretmeye koşullandırılmış olacağı kolayca anlaşılacaktır. Doğallıktan söz edilecekse, yetişkin işçiler ve çocuklarının kendi gereksinmelerinden çoğunu üretebilecekleri ve bu nedenle de toplumdan tüketebilecekleri miktarları doğallıkla alabilmeleri gerekeceği açık olmalıdır. Ama kapitalizm koşullarında ne işçilerin ve çocuklarının karınlarını doyurma talebi “gerçek” taleptir ne de onlar çoğunlukla karınlarını doyurmak üzere tüketebilecek “gerçek tüketiciler”dir. Kapitalizmin bildiği tek eşdeğer paradır, gerçek tüketiciler, satın alacakları tüketim maddeleri karşısında eşdeğer bir mal (üretim aracı, tüketim maddesi ya da işgücü) sunabileceklerdir, işçi, işgücünden başka satacak şeyi olmayan olduğuna göre, tüketim maddelerinden tüketebilmek için ancak işgücünü satmak zorundadır ve bununla geçim araçları ile tüketici olarak dolaylı bir bağ kurabilir. Bağ kurma aracı işgücü ve karşısında elde edebileceği ücrettir, işgücüyle ise ancak istihdam araçları üzerinde bir baskı yapabilir. İş bulup ücret elde etmeden tüketim maddeleri ya da geçim araçlarına ulaşamayacaktır. Ve tek bir işçi ya da işçi sınıfı ancak elde ettiği ücret oranında tüketebilecektir. Depolar malla dolu olsa da, elde edebilmişse, elde ettiği kadarıyla ücretinin eşdeğeri kadar tüketebilecek, genellikle sefalete ve zaman zaman erken ölüme mahkûm olacaktır. Bolluk içinde yokluk, kapitalizmin tanımıdır. Engels şöyle yazıyor:
“Çok az üretiliyor, hepsinin nedeni bu. Ama neden çok az üretiliyor? Üretim sınırlarının -bugünkü araçlarla bile- sonuna varılmış olmasından değil. Hayır. Üretimin sınırları, aç karın sayısına göre değil, satın alıp para ödeyebilecek kese sayısına göre saptanıyor da ondan. Burjuva toplumu daha fazla üretmek istemiyor ve isteyemez. Parasız karınlar, kâr için kullanılmayan ve bu yüzden kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir. Her zaman olduğu gibi, tutalım ki, ani bir sınai canlılık bu emeğin kârlı bir biçimde istihdamını olanaklı kılsın, o zaman emek, harcayacak parayı ve o güne dek hiçbir zaman yokluğu hissedilmemiş olan geçim araçlarını yok edecektir. Bütün bu ekonomik sistemin içinde dönüp durduğu sonsuz kısır döngü budur. Kişi burjuva koşullarını bir bütün olarak kabullenince, o zaman onun her bir parçasınıın zorunlu bir parça olduğunu tanıtlar -ve bu nedenle de ‘sonsuz yasa’ olduğunu.” (Nüfus Sorunu Ve Malthus, s. 94)
Kapitalizmde, nüfusu, artış hızını kapitalizmin temel gelişme yasaları, emekle sermaye arasındaki toplumsal ilişki belirlemektedir. Marx, çerçeveye aldığımız pasajlarda bunu açıklıkla ortaya koyuyor.

Kasım 1994

EK:
KAPİTALİZM VE ARTI NÜFUS – KARL MARX
Sermaye birikimi, başlangıçta sadece “bir miktar büyümesi olarak görünmekle birlikte, … değişmeyen kısmında değişen kısmın aleyhine devamlı, bir artış göstererek, bileşiminde gitgide artan bir nitel değişme ile gerçekleşir.
Emeğe olan talep, toplam sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına gittikçe küçülen şekilde düşer. Emeğe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen emek de büyür, ama bu daima küçülen bir oranda olur. Birikimin belli bir teknik temel üzerinde, üretimi basit bir şekilde genişletme görevini yerine getirdiği duraklama dönemleri kısalır. Belli sayıda ek işçi emebilmek, ya da hatta eski sermayenin başkalaşımı nedeniyle, zaten iş başında olanların çalışmaya devam etmelerini sağlamak için, toplam sermaye birikiminin sadece hızlı olması yetmez, bu hızın daima artan oranda olması gerekir. Öte yandan bu artan birikim ve merkezileşme, sermayenin bileşiminde yeni bir değişmenin, yani sermayenin değişmeyen kısmına oranla değişen kısmında daha hızlı bir küçülmenin kaynağı olur. Toplam sermayenin artış hızıyla birlikte giden ve bu artıştan daha hızlı Hareket eden, değişen kısmındaki bu hızlı nispi küçülme, öteki kutupta ters bir şekil alır; işçi nüfusunda mutlak bir artış olduğu görüntüsünü verir ve bu artış daima, değişen sermayeden ya da iş sağlayan araçların kitlesindeki yükselmeden daha hızlı hareket ediyor gibidir. Ama aslında, bu nispi aşırı işçi nüfusunu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir İşçi nüfusunu, bu yüzden de bir fazla nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir.
Toplumsal sermaye bütünlüğü içerisinde ele alındığında, birikim hareketinin, onun bütününü az ya da çok etkileyen devresel değişmelere yol açtığı, bazen de geçirdiği çeşitli evreleri aynı anda farklı üretim alanlarına dağıttığı görülür. Bazı alanlarda, basit merkezileşmenin sonucu olarak, sermayenin mutlak büyüklüğünde bir artış olmaksızın, bileşiminde bir değişiklik olur; diğer bazı alanlarda İse, sermayedeki mutlak büyüme, değişen kısmındaki, yani bu kısmın emdiği iş gücündeki mutlak azalma ile birlikte olur; gene bazı üretim alanlarında, sermaye kendi teknik temeli üzerinde bir süre büyümeye devam eder ve bu büyümeyle orantılı olarak ek iş güçlerini kendisine çeker; oysa bir başka zaman, organik bir değişiklik geçirir ve değişen kısmı azalıp bütün bu alanlarda, sermayenin değişen kısmındaki artış ve dolayısıyla çalıştırdığı işçi sayısı, daima, şiddetli dalgalanmalar ve geçici fazla nüfus üretimine bağlanmış durumdadır: Bu fazla nüfus üretimi, çalışmakta olan işçilerin işten atılması biçiminde açık bir şekilde olabileceği gibi, ek işçi nüfusunun her zamanki kanallardan daha güç emilmesi şeklinde, daha az gerçek olmakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir. Halen işlemekte olan toplumsal sermayenin büyüklüğü ve artış derecesi, üretimin boyutlarıyla çalıştırılan işçi kitlesindeki artış, bunların üretkenliklerinden gelişme, bütün zenginlik kaynaklarındaki çoğalma ve yoğunlaşma ile birlikte, işçilerin sermaye tarafından çekilmesi hareketinin boyutlarında bir büyüme olduğu gibi, gene sermaye tarafından itilmelerinin boyutlarında da bir büyüme görülür; sermayenin organik bileşimindeki ve teknik şeklindeki değişmenin hızı artar, gittikçe artan sayıda üretim alanı bazen aynı anda bazen de başka zamanlarda bu değişmenin etkisi altında kalır. Bu nedenle, emekçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren, nispi fazla nüfus haline çeviren araçları üretmiş olur ve o, bunu daima artan boyutlarda yapar.
Bu, kapitalist üretim biçimine özgü bir nüfus yasasıdır ve aslında her özel tarihi üretim biçiminin, yalnızca kendi sınırları içerisinde tarihi bakımdan geçerli kendi özel nüfus yasaları vardır. Soyut bir nüfus yasası, ancak ve o da insanoğlu kendilerine müdahale etmediği sürece, bitkiler ve hayvanlar için vardır.
Fazla işçi nüfusu, birikimin ve de kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu fazla nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu fazla nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu fazla nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan malzemesi kitlesi yaratır. Birikim ve onunla birlikte ortaya çıkan emeğin üretme gücündeki gelişmeyle birlikte, sermayenin ani genişleme gücü de büyür; bu büyümenin nedeni, sırf işlemekte bulunan sermayenin esnekliğindeki artı olmadığı gibi, sermayenin sadece esnek bir kısmını teşkil ettiği mutlak toplumsal servetin büyümesi, ya da bu servetin büyük bir kısmı her türlü özel dürtü altında ve derhal ek sermaye şeklinde üretimin emrine veren kredi sistemi de değildir; şimdi artık, artı-ürün kitlesinin büyük bir hızla ek üretim araçlarına dönüşmesini sağlayan, üretim sürecinin -makine, ulaştırma araçları vs. gibi- teknik koşulları da bu büyümenin bir nedenidir. Birikimdeki ilerleme ile kabına sığmayacak hale gelen ve ek sermayeye dönüştürülebilen toplumsal servet kitlesi, pazarı birdenbire genişleyen eski üretim kollarıyla, eski üretim kollarının gelişmesiyle gereksinme duyulan demiryolları vs. gibi yeni açılmış üretim kollarına büyük hızla akar. Bütün bu gibi durumlarda, büyük insan kitlelerinin diğer alanlardaki üretimin hacmine zarar vermeksizin, birdenbire önemli noktalara kaydırılması olanağı elde bulundurulmalıdır. Aşırı nüfus böyle bir kitleyi sağlar. Modern sanayinin izlediği kendine özgü yol, yani (daha küçük dalgalanmalarla kesilen) on yıllık devresel dalgalanma, ortalama canlılık dönemleri, yüksek sanayi ordusunun ya da fazla nüfusun durmadan meydana gelmesine. Ayrıca sınaî devresel dalgalanmaların çeşitli evreleri fazla nüfusu sağlar ve bunun yeniden-üretiminin en canlı unsurlarından birisi halini alır.
… Kapitalist üretim, doğal nüfus artışının sağladığı kullanıma hazır işgücü miktarıyla asla yetinemez. O rahatça at oynatabilmesi için doğal sınırların dışında yedek bir sınai ordusunun bulunmasını ister.
Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsüyle hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve emeğin üretkenliği ne kadar büyük olursa yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki iş gücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bunun için, yedek sanayi ordusunun nispi büyüklüğü, servetin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya göre oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ızdırapla ters orantılı olan toplam fazla nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının, düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.
(Marx, Kapital’den, Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 98-117)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑