Yükselen kitle mücadelesi ve parti çalışmasının önemi

RP-DYP Hükümeti, bazı sermaye çevrelerinin doğrudan desteği, bazılarının da bunu kabul eder hale gelmesi sonucunda kurulmuştu. Acil ekonomik ve politik önlemleri “kararlılıkla alabileceğine; DYP kanadı “Gümrük Birliği” ilişkilerini “düzenler”ken, RP’nin bir süre de olsa alt sınıfları “beklenti”ye sokacağına “inanılıyor”du. Hükümet, bazı önlemleri almış ve bazı adımları atmış olsa bile; ekonomide, iç politikada ve dış ilişkilerdeki sorunların daha ağırlaştığı ve “umulan”ın hemen hiçbirinin elde edilemediği görülüyor.

Dışa bağımlı ekonominin, ana sorunlarının daha da ağırlaşması; dış politikanın, dış ilişkileri işlemez kılacak bir biçimde iflas etmesi; iç politika ve ilişkilerin, üst sınıflar arasındaki çatışmanın büyümesine yol açan özellikler kazanması yedi sekiz aylık RP-DYP Hükümetinin, Türkiye’nin ekonomik ve politik gidişatındaki rolü böyle oldu. Halkın yaşamının daha da kötüleşmesi ve emekçiler arasında yayılan sermaye karşıtı duygular ise hükümetin beklenenden önce iflasının bir göstergesi olarak orta yerde duruyor.

Sermayenin, RP-DYP Hükümeti’nden umduğunu bulamadığı açık. Zira ülkede yaşanan toplumsal çözülme sürecinin yön değiştirmesi bir yana, sürecin yeni unsurlar kazanarak, olanakları tüketerek ve yeni alanlara yayılarak derinleştiği bir olgudur.

İŞÇİ-EMEKÇİ HAREKETİNİN 1995–96 YILLARINDAKİ DURUMU

İşçi ve emekçi hareketi, 1991 yılı ilk yarısından itibaren düşüşe geçmiş; 1992 yılıyla birlikte de, “tatmin” ve “rahatlama” beklentisinden güç alan bir durgunluğa sürüklenmişti. Yaşam koşullarının hızla ağırlaştığı 1994 ve ’95 yılının son yarısında görülen kısmi belirtiler sendika bürokrasisinin;  “hükümetsizlik” ve  “hükümetin yeniliği” gerekçelerini, ortamın terörize edilmiş olmasından ve ileri işçilerin zayıflıklarından da yararlanarak kullanmayı başarması gibi nedenlerle bir canlanmaya yol açmadı ve emekçi hareketindeki durgunluk kınlamadı. Bu yıllardaki büyük Meclis ve Ankara yürüyüşlerinin, hükümetlerin bozulması ve kurulmasında rol oynayan kitlesel eylemler olmalarına karşın, gerçekleşen satış nedeniyle aslında mevzi de olsa dağıtıcı yenilgiler anlamına da geldikleri biliniyor.

1996 1 Mayıs eylemi, ileri işçi ve emekçi kitlesinde artan hoşnutsuzluğa dikkat çeken bir belirti oldu. Bu 1 Mayıs eylemi, “yasal” 1 Mayıs eylemlerinin en kitleseli olarak ortaya çıkmıştı. Ne var ki, marjinal grupların çanak tuttuğu provokatif saldırı, ileri işçi ve emekçi kitlesini hayal kırıklığı içine iterken, daha geriden gelen emekçi kesimlerinin bıkkınlık ve güvensizlikle geriye çekilmelerine yol açtı. Hükümet ise, sunulan fırsatı değerlendirmeyi, basını ve terör aygıtlarını ustalık ve pervasızlıkla kullanmayı başardı.

1 Mayıs provokasyonu, sermaye ve polis örgülüne sunulmuş bir fırsat oldu. Bu fırsat sonuna kadar kullanıldı: İşçi ve emekçi hareketi, son yedi-sekiz yılın en geri mevzilerine sürüldü; demokrasi mücadelesi, tam da gericiliğin istediği gibi; “devlet düşmanı” olarak ilan edilmesi başarılan birkaç yüz kişiyle devlet arasındaki “söz” düellosuna indirgendi. Öte yandan, toplumun yeniden terörize edilmesi başarıldı; kitle eylem ve gösterileri ile ilgili kazanılmış hakların kısıtlandığı ilan edildi. Ayrıca, yasal kitle çalışma ve eylemlerine saldırı genişletilirken; Kürt halkına yönelik operasyon, “işlerini bitirdik” diyebilecekleri pervasız bir imha seferi düzeyine yükseltildi ve bir engelle karşılaşmaksızın uygulandı: Cezaevlerindeki vahşetin, hiçbir zaman başvurulamayan düzeyde, imha yöntemiyle ve provokatif koşullara yaslanılarak gerçekleştirilmiş bir saldırı olduğu ise, bir sır değil.

Kitle hareketinin, provokasyon yoluyla geri itilmesinin; yanı sıra, demokrasi mücadelesini devletle “devrimciler” arasındaki “mücadele”ye indirgeyen tutumun, halk hareketine çıkardığı fatura, kuşkusuz sadece bunlardan ibaret kalmadı. Ücretler gerçek anlamda düşürülür, yaşam koşulları daha da ağırlaştırılırken; temel tüketim mallarına peş peşe gelen zamlara, sigorta ve zorunlu tasarruf soygununa “razı olma” noktasında kalınması işçi ve memur sendikalarının, yetki ve geniş ölçekli üye kaybına boyun eğecekleri bir pozisyona düşmekten kaçınamamaları. Kürt hareketinin ve öğrenci gençliğin ileri kesimlerinin, terör ve zorbalık yoluyla yeniden ezilmesi ve emekçi Kürtler (köy boşaltmaları vb.) ve genç kitlelerin (paralanan eğitim) daha geri bir platforma mahkûm olması. Cılız belirtilerle de olsa kımıldamakta olan kitle hareketinin; 1 Mayıs ve sonrasındaki provokatif saldırı ve girişimlerle geriye atılması ve bu geriye atılışın bir fırsat olarak kullanılmasının, emekçi sınıfların yaşamında meydana getirdiği ağırlıklardan bazıları da bunlar oldu.

Gericilik, hükümet ve sendika bürokrasisi, hareketteki geri çekilişten ve bunun yarattığı ortamdan olabildiğince yararlanmayı; kullanılabilir hale gelen araç ve aygıtlarını işçi ve emekçileri daha geri mevzilere sürmekte kullanmayı başardı. İşçi-emekçi hareketi gündemden düşürüldü; yerine, bir yanını “laik” devlet kurumlarının, öte tarafını RP’nin oluşturduğu “laik/anti-laik çatışması” olarak pazarlanan sahte bir gündem geçirildi. Demokratik ve ulusal “muhalefetsin sözcülüğünü TÜSİAD’cı sermaye “üstlendi”! Hareketteki geri çekiliş ve ortamdaki terörizasyon, sermaye için bulunmaz bir fırsat olmuştu.

Geçerken belirtelim: Sermaye cephesindeki çatışmanın genişlediği: o zamana kadarki en sert biçimine büründüğü bir dönem, aksi olanaklı olduğu halde, emekçi hareketi bakımından son yedi yılın en kötü dönemi olarak yaşanmıştır. .Bunun sorumluluğu kuşkusuz, halka karşı sorumsuzluğu ve provokasyona çanak tutmayı çizgi haline getirmiş “solcu” liberal ve terörist gruplara ve. işçi ve emekçileri hazırlama, örgütleme ve provokasyon girişimlerini püskürtme yeteneği gösteremeyen ileri emek güçlerine aittir.

Bu kesin: Örneğin, emekçi hareketindeki bu son düşüşün nedenlerinin, 1992–94 arasında yaşanan ve “tatmin ve rahatlama beklentisi”nden güç alan nedenlerle fazlaca ilgisi yoktur. Mücadeledeki durgunluğun, bu dönemde de devam etmesinin en önemli nedenlerinin “sol” grupların demagoji ve terörün güç kazanmasına yol açan “çatışması”nda ve ileri işçiler ve emek güçlerinin terörize edilmiş ortamın beslediği sorunları aşma, hareketin zayıflıklarını giderme yeteneği göstermemelerinde yattığı açıktır.

YENİ OLGULAR VE KİTLE HAREKETİNDE YENİ BELİRTİLER

Açık kitle mücadelesinin 1994 yılı son yarısındaki nispi kımıldanmanın ardından bugüne kadar gelen döneminin, içinde bir canlanma (1995 sonbahar) belirtisine de yer veren kötü bir durgunluk tarafından şekillendirildiği başta belirtilmişti. Fakat belirtilmelidir ki, bu dönemi karakterize eden şey, sadece mücadeledeki durgunluk olmadı. Sınıfların birbirlerinden uzaklaşma sürecinin ilerlemesi; üst sınıflar ve güçleri arasındaki çatışmanın sertleşerek genişlemesi: alt sınıf ve tabakalar arasındaki çözülmenin çürüme belirtileriyle dışa vurması vb. olgular, dönemi, açık hareketteki durgunlukla iç içe geçerek karakterize ettiler. Alt sınıflarda yaşanan çözülme ve çürümenin, açık mücadeledeki durgunlukla bağlantılı olarak ortaya çıktığı; kentli alt tabakalardaki lümpenleşme artışının, “sol” gruplardaki yozlaşmanın katlanmasının ve sınıfın ileri güçlerindeki yabancılaşma belirtilerinin zemini genişleten bir faktör olarak dışa vurduğu ise; görülemez değildir.

Geride kalan dönem, esas olarak bu özellikleriyle şekillendi. Buna karşın, hareketin yaşadığı en kötü dönem olan 1 Mayıs ’96 sonrası dönem söz konusu edilse bile bu, işçi ve emekçi mücadelesinin sıfır noktasına düştüğü, anlamına elbette ki gelmemektedir.

Mevzi işyeri direnişi hemen hemen hiç kesilmedi; Ambarlar, Tuzla ve benzer yerlerdeki iş bırakma eylemleri ve mücadeleler bu dönemdeki işçi hareketini temsil ettiler. Sağı ve soluyla bütün politik mihrakların gündem dışı tutmaya çalıştıkları Antep-Ünaldı direnişi, derslerle dolu özgünlükleriyle gene bu dönemde ortaya çıktı. AŞTİ grevi, işçi hareketinin bugününe çetin mücadelelerle gelen bir grev olarak sürdü. Denilebilir ki; bu dönemdeki işçi hareketi, nispeten ileri talepleri, alan ve sokakları terk etmiş, çapını da küçülterek daha geri taleplere ve işyerlerine çekilmiş bir hareket olarak şekillenmişti.

Halkın öteki tabakalarının mücadelesi, işçilerin mücadelesine göre kuşkusuz daha geriden gelen bir seyir izledi. Buna karşılık, eylemlerin bazılarını üst orta sınıflar yedeklemiş (Antep sınır ticareti ve Bursa çiftçi eylemi vb.) olsa da varlığını korudu. Ne var ki gene de, mevzi memur ve küçük çaplı gençlik protestoları, bazı köyler, taşra kasabaları, büyük kent semtlerinde yerel sorunlardan çıkan eylemler olarak kalmaktan kurtulamadı.

Sonuç olarak söylenirse; gerek işçi sınıfı, gerekse öteki emekçi tabakalar açısından, 1 Mayıs 1996 sonrasındaki açık mücadele, son sekiz yılın en geri düzeyine işaret eden bir mücadele olarak kalmıştır. Oysa olgu ve olaylar, halkın yaşamındaki kötüleşmenin; halk arasında bu temelde yayılan güvensizlik, çaresizlik ve hoşnutsuzluğun eylem olarak açığa çıkandan çok daha derin ve kapsamlı olduğunu göstermektedir. 1996 yılı son çeyreğinde görülmeye başlayan olgu ve olaylar bu gerçeği kanıtlıyor.

Belirtiler ortada: Büyük kentlerde orta tabakaları da tartışma içine çeken Ucuz ekmek ve on binlik, yüz binlik topluluklar halinde ortaya çıkan işsiz kuyrukları. Artan hastalıklara, sağlıkla ilgili perişanlığa ve eğitim ve okul sistemindeki iflas ve yağmaya dikkat çeken olguların görülmedik derecede çoğalması. İşçi ve emekçiler arasında perişanlık, hoşnutsuzluk ve öfke yayılırken, sermayenin çeşitli fraksiyonları arasında karışıklık yaratan boyutlarıyla da patlak veren kontrgerilla skandalı. Bunların, emekçilerin yaşamının 1994 ortasından bu yana ne ölçüde zorlaştığına; nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi ailelerin ve onların genç üyelerinin yakın geleceğini ürkütücü tehditlerle örülmüş olduğuna, bu tehditlerin ve ülkedeki siyasi cinayetlerin gerisinde devlet organlarının bulunduğuna dikkat çeken olgular olarak ortaya çıktıkları yadsınamaz.

Denilebilir ki; iş, ekmek ve özgürlük sorunları ve bu sorunlar arasındaki karşılıklı ilişki, kendini pek çok kötülükten “azade” sayan sade emekçinin önüne, hiçbir zaman bu oranda ürkütücü, aynı zamanda uyarıcı bir biçimde gelmemişti. Nitekim “hükümetin yeniliği” karşısındaki bekleyiş eğilimi kırıldı; zorlaşan yaşam koşullarına ve cinayet örgütlerini örtbas etme girişimlerine karşı tepkiler yeni bir yaygınlaşma eğilimine girdi.

Kitlesel üye kaybı telaşındaki memur sendikalarında uç veren yeni canlanma belirtileri ve otuz ve yüz binlik Ankara öğretmen ve memur gösterileri: gelmekte olan toplusözleşmeleri teker teker satma “çalışması” yapmakta olan sendikaların gündeme getirmek zorunda kaldıkları yirmi beş binlik Kocaeli ve iki yüz binlik Ankara mitingleri, sonbaharın ilk aylarından bu yana emekçi kitleler arasında yeni bir yaygınlaşma eğilimi gösteren hoşnutsuzluk ve tedirginliğin nispi dışavurumu olarak ortaya çıkan eylemler oldular.

Şu açık: Bu miting ve gösteriler salt, % 30’luk memur zammına tepki ve yaklaşan toplusözleşmelere hazırlıktan ibaret bir şey olarak görülemez ve küçümsenemezler. İlkin % 30’luk zamlar ve toplusözleşmelerle ilgili eylem, herhalde kötü bir şey değil. İkincisi, eylemleri tahrik eden neden ve taleplerin sadece ücretlerle sınırlı olmadığı, politik karakterli neden ve isteklerin bugüne kadar olduğundan daha etkili rol oynadığı bir olgu. Ağırlaşan yaşam koşulları ve yaşanan olayların, işçi ve emekçi kitlelerin politik ilgilerini genişlettiği, politik isteklerini artırdığı yadsınamaz bir gerçek durumunda. Toplumdaki çözülmeyi durgunluk döneminde de hızlandıran olgusal dinamiklere de dayanan kitle mücadelesinin yeni bir yükseliş dönemine girmekte olduğunu görmemek olanaksızdır.

YENİ BİR YÜKSELİŞ VE MÜCADELE DÖNEMİ

Alt sınıfların ekonomik taleplerinin şiddetlenmesi, politik ilgi ve isteklerinin dünden bugüne gelen genişlemesi ve güncelleşmesiyle ilgili pek çok somut kanıl gösterilebilir. Fakat şu soruya yanıt aramak herhalde daha açıklayıcı ve anlamlı bir şey olacaktır: İşçi ve emekçi hareketi, önümüzdeki yakın dönemde nereye gidiyor; eğer gelişiyorsa açık mücadele hangi biçimler içinde ve hangi hedeflere yönelerek gelişiyor?

İşçilerin, sendikalarda örgütlenmiş olan kesiminin büyük kitlesini oluşturan yedi yüz bin civarında işçinin yeni toplusözleşme görüşmeleri başlıyor. Silahlı bürokrasiden (memurlardan) bizzat hükümet tarafından ayrılarak % 30 “zamma”, mahkûm edilen memur kitlesinin ek zam talebi ise, bugünden gündeme girmiş bulunuyor. İşçi ve memurların sendikal örgütlenmesinin önündeki “yasal” ve fiili engellerin, emekçi kitleleri bugün hiç olmadığı kadar tedirgin ettiğini ayrıca söylemeye sanırız gerek bile yok.

Özelleştirmenin, zihinlerde işi kaybetme ve işsiz kalına olarak somutlaşması; taşeronlaştırmanın, sendikaların yetki kaybı, toplusözleşmenin hayal olması, asgari ücrete mahkûmiyet veya işten atılma olarak algılanması; kamu sendikalarının ve grev hakkının tanınmamasındaki ısrarın memurun sürünmesiyle aynı anlamda görülmesi vb… son aylardaki deneyimlerin, işçi ve memur kitlesindeki bilinci geliştirdiği ve saflarında bu sorunlar üzerine mücadele duygularının yaygınlaşmasına yol açtığı bir olgu. Ekmek ve iş kuyrukları, ağırlaşan koşullar karşısındaki çaresizlik ve tekrarlanan vaatlerdeki samimiyetsizlik, sade emekçiyi umutsuzluğa, güvensizliğe itiyor ve hareketlendiriyor. Sendikalarda egemen olanlar başka hesaplar içindeyken. Ankara ve Kocaeli mitinglerinin gündeme girmesinin nedenlerinden birinin burada yattığı görülmek zorundadır.

Öğrenci gençliğin hareketi, geride kalan dönemde geri bir hareket olarak seyretmişti. Bir yandan “sol” grupların sorumsuz ve dağıtıcı “çalışması”ndan yararlanan, öte yandan polis terörünün yıldırıcı etkisine dayanan gericilik, zaman zaman görülen küçük çaplı hareketlenmeleri geriye atmayı hep başarmış ve öğrenci gençlik mücadelesi kitlesel bir özelliği nispeten de olsa kazanamamıştı. Okuma koşullarının gitgide ağırlaşması, okullarda bir kural olan bunaltıcı polis baskısı ve adam yerine konmama gibi sorunların, öğrenciler arasındaki umut kırıklığı, güvensizlik ve hoşnutsuzluk duygularının gelişme ve yaygınlaşmasına dikkat çeken olay ve olguları çoğalttığı görülüyor, işçi ve emekçi hareketi, demokrasi taleplerine az çok da olsa yer veren bir hareket olarak geliştiği takdirde, öğrenci kitlelerinin ona daha yakın olacağı ve eğilim göstereceği rahatça söylenebilir.

Dönemi karakterize eden; halk hareketini etkileyen ve gidişatında rol oynayacağı bugünden belli olan bir olgu, gözlerden kaçmamalıdır. Kötüleşen ekonomik koşulların; zamların, işten atma ve sürgün vb. tehditlerin; işçi ve memurları bunalttığı ve saflarında yeni tedirginlik duygularına yol açtığı sıralarda patlak veren kontrgerilla çeteleri skandalı ve bunun yarattığı tartışma ve çatışmalardan söz ediyoruz. RP ile başını örten ve “namus tazeleyen” devletin, Susurluk’ta arkası açıldı; örtbas edilemeyecek bir şekilde ortaya çıkan gerçekler, emekçiler arasında yankı buldu. Zira halkın politik ilgisinde bir sıçrama meydana gelmişti. Önce toplumun daha eğitimli kesimlerini oluşturan kamu emekçilerinden, ardından işçilerden gelen politik ağırlıklı protestolar ortada. İleri gençlerin de katıldığı büyük Ankara ve Kocaeli mitinglerinin gündem oluşturması ve kitlelerin politik ağırlıklı sloganlara yönelmesinin nedenlerinden biri de burada yatalaktadır.

Bütün bunların üzerinde ısrarla durmamızı gereksiz görenler olabilir; fakat bunun nedeninin, hareketin içindeki bir kimse için anlaşılamaz olmadığını da bilmek gerekir. Neden ortada: Toplumsal hareket, güncel ilişkilerden doğar; bir önceki dönemin birikimlerine yaslanır ve kendini çevreleyen öteki faktörlerin etkisi altında şekillenir. Bu bir yasadır; bunun gereklerini anlamayan örgütlerin, hareketin dinamik ve olanaklarını, yanı sıra zayıflıklarını gerçekten anlaması ve kendilerine doğru bir rota çizmeleri olanaksızdır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, son on yıldaki hareket içinde sınıfın en hareketli kesimini oluşturmuş yedi yüz bin işçinin toplusözleşme görüşmeleri dönemi başlamaktadır. Bu toplusözleşmelerin önemi şuradadır ki; önümüzdeki yakın dönemde, kitle hareketinin nereye varacağını, işçi sınıfının bu kesimlerinin tutumu tayin edecektir. Toplusözleşmelerin hangi koşullar altında başladığının öneminin burada yattığı anlaşılamaz değildir.

İşçiler, yeni toplusözleşme dönemine hangi koşullar altında giriyorlar? Yukarıda yapılan açıklamalardan, bu sürecin hangi etkenlerle çevrelendiği anlaşılıyor olmasına karşın, derli toplu olması bakımından gene de bazı olguların altını çizmemiz gerekiyor.

İlkin: 1994 ortalarından bu yana kesintisiz devam eden ücret kayıpları önemli boyutlara varmış ve işçi aileleri ucuz ekmek kuyruklarına adeta mahkûm olmuş bulunuyorlar. İşçilerin bilinçlerinde, işsiz ve evsiz kalma anlamı kazanmış özelleştirme, kamu kesimini kucaklaması nedeniyle bu toplusözleşme döneminin önemli sorunlarından biridir. Hükümet ve işçiler, özelleştirme ile ilgili kararlarını şimdiden almışlardır; bu durumda, bu kararların toplusözleşmelerin kazanacağı özellikleri etkilemesi herhalde kaçınılamazdır. Öte yandan, sendikaları ve toplusözleşme şartlarını geçersiz hale getiren taşeronlaştırma ve sözleşmeli personel sorunu bütün sektörleri ilgilendiren bir sorun; olgular, bu sorunun da yakın dönemde ve toplusözleşme sürecinde rol oynayacağını göstermektedir.

İkincisi: Kamu çalışanları kitlesi yeni bir hareketlenme içindedir. Ücret ve ek zam talebi bu kitleyi harekete geçmeye zorlayan bir özellik kazanmış bulunuyor. Ayrıca, sendikaların tanınması ve grev hakkının kabul edilip edilmemesini, bu yıl içinde verilecek olan mücadelelerin tayin edeceğini hissetmeyen kimse adeta kalmamıştır. Daha da önemlisi şudur ki; son eylemler, kamu çalışanları arasında, işçilerle ve işçi örgütlerinin eylemi ile birleşme duygusunun hiç olmadığı kadar yaygınlaştığını gösteriyor. İşçi hareketinin ilerlediği koşullarda, kamu çalışanlarının eyleminin gelişmesi, kitleselleşmesi ve işçilerin eylemiyle birleşmesinin önünde bir engelin fazlaca duramayacağı görülmelidir.

Üçüncüsü: İşçi ve memur kitlesinin artan politik ilgisi ve politik taleplerinin; bu kesimlerin eyleminin birleşmesi için alanı genişlettiği, kitle hareketindeki istikrar unsurlarını güçlendirdiği, öteki tabakaların canlanması için olanakları çoğalttığı bir gerçek. İşçiler bir adım ileri gittiklerinde, memurların onlarla birleşmesi; işçi ve memur eylemi sokağa döküldüğünde, gençliğin talepleriyle kitlesel olarak onlara katılması: halkın ezici çoğunluğunu oluşturan bu sınıf ve tabakaların eyleminin, başta işsizler olmak üzere öteki emekçi kesimleri peşine takması! Canlanmakta olan işçi ve emekçi hareketinin, bu mücadeleleri gündem yapacak özellikler kazanabileceğini dikkate almak gerekiyor.

Son büyük protesto ve uyarı gösterilerinin dikkat çektiği ve belirtilerini sunduğu durum, esas olarak burada üç noktada vurgulanan olguların tahrik ve aynı zamanda sınırlamasıyla karakterize oluyor. Söz konusu olguların; emekçi kitle hareketinin nereye varabileceği ile ilgili olarak büyük önem taşıdıklarına kuşku yoktur. Ne var ki gene de, hareketin nereye varacağını, yedi yüz bin civarındaki işçinin toplusözleşmesinin satışla son bulmaması ve greve sürüklenmesinin tayin edeceği görmezden gelinemez. Mücadelenin gündemdeki biçimlerini ve dayattıkları görevler sonraya bırakılarak belirtelim. Toplusözleşmeler uzlaşmazlığa ve greve vardığı ve bu süreç, halkın acil taleplerini işçiler arasında yayan ve hareketi politik taleplere doğru genişleten bir süreç olarak yaşandığı takdirde gündemi oluşturacak olan şey, genel grev ve genel direniştir.

İşçi ve emekçilerin yaşamlarında ve eylemlerinde görülen belirtilerin açıkça dikkat çektiği alternatif budur. Ve kuşku yoktur ki, örgütlerimizin güncel görevleri de burada düğümleniyor: İleri işçilerin, sendika bürokrasisinin önünü kesecek hattı çizmeleri; onun satış olanaklarını sınırlayacak bir örgütlenme ve girişim içinde olmaları; parti örgütlerimizin, işçilerin bu görevleri başarmaları, grevlere yönelmeleri ve örgütlenmeleri için gerekli çalışmayı enerji ve yeteneklerle yapmaları; acil olan görev bugün budur. Bu çalışma, gereği gibi yapıldığında, satış tehdidini saf dışı bırakacak gücü bulmak kuşkusuz olanaklıdır.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİ VE SERMAYENİN ÖNLEMLERİ

Sermaye ve hükümetin, yaşamları her geçen gün daha da kötüleşmekte olan işçi ve emekçi kitleleri yatıştırma “olanakları” üzerine pek çok şey söylenebilir. Ayrıca, işçi ve emekçi sınıfların aldatılması ve hareketin geriye atılmasının, sermaye ve hükümetler açısından, belli koşullar altında en zor dönemlerde bile olanaklı olduğu da bir gerçektir.

Buna karşın, sermaye ve hükümetin işçi ve emekçi sınıflar karşısındaki pozisyonunun hiç de kolay olmadığı, bakan herkesin görebileceği bir olgu. Ekonominin durumu ve artan ihtiyaçları; ağırlaşan iç ve dış politik sorunlar, sermaye ve hükümetin, işçi ve emekçileri az çok “rahatlatacak” manevra alanının dar olduğunu gösteriyor. Daha da ötesi; nüfusun neredeyse yarısının işsizleşmesi ve açlık tehlikesinin gündeme girmesine yol açacak “ekonomik programının gevşetilmeden uygulanması da adeta zorunludur.

Ekonominin acilleşmiş ihtiyaçları ortada: İhtiyaç iki noktada düğümleniyor. İlki; fiyatlar alabildiğine artarken, ücretlerin düşürülmesi ve “asgari ücret”e en yakın noktada dondurulması. İkincisi; bir yanı ücretlerin düşürülmesi anlamına gelmek üzere, özelleştirmenin ve tarımsal stabilizasyonun önündeki engellerin topyekûn ve acilen kaldırılması.

Nitekim ekonominin ihtiyacı olduğu söylenen ve ücretlerle doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen öteki “önlemler” de, ücretlerin düşürülmesi ve ülkenin yağmalanmasının öteki araçlarına denk düşen özellikler gösteriyorlar. Taşeronlaştırmadan, esnek çalışma ve sosyal kısıtlamalara; para ve maliye politikalarından, gümrük düzenlemelerine; “istikrar programı”nın içerdiği öteki bütün “önlemler”, toplumsal servete doğrudan el konmasının yanı sıra, ücretlerin düşük kalmasının biçimleri olarak formüle edilmişlerdir.

Sırtındaki iç ve dış borç yükü ve ağır faiz ve rant sömürüsü, ekonomiyi ezmiş, onun “olağan dinamikleri”ni büyük ölçüde tahrip etmiştir; bu öyle bir noktadır ki, ekonomik “program” içinde emekçileri nispeten de olsa “rahatlatacak” kırıntıların, görünür dönem için “umut” sayılabilecek “vaatlerin” yer bulması son derece zordur. Bilindiği gibi, Türkiye ekonomisi, bağımlı bir ekonomidir; IMF’nin ve uluslararası sermayenin direktiflerine göre yönetilmek zorundadır. Aksi takdirde, ekonominin çarklarının “dönmesi” için gerekli dış borçlanma ve dış sermaye akışının büsbütün kesilmesi kaçınılmazdır.

Ekonominin az çok rahatlaması ve emekçi sınıfların hiç olmazsa bugünkü yaşam düzeyinin güvenceye alınması için belli bir dış destek ve tolerans olanağı görünmüyor. Böyle bir “olanağın” bulunmaması bir yana; bugünkü Türkiye, uluslararası alanda politik, aynı zamanda ekonomik olan yeni faturalarla da karşı karşıya kalmış bir ülke. Zira Doğu Bloğu’nun çöküşü ve Ortadoğu’daki krizden “yararlanma” ve bölgede “muteber” taşeron olma üzerine oturtulmuş uluslararası politikası iflas etmiştir. Dış ilişkileri felç olmuş hale gelen; uluslararası sermayenin, “ilişkileri tazelemek ve düzeltmek” üzere dayatacağı yeni ekonomik ve politik faturalara da boyun eğmek zorunda olan Türkiye’nin, devletlerarasındaki her şeyin baştan aşağı “yenilenmekte” olduğu bugünkü dünyadan “rahatlatıcı” destekler bulmasının aşağı yukarı olanaksız olduğunun anlaşılamayacak bir yanı yok.

Hükümetin alternatifleri sınırlı; uluslararası tekellerin ve işbirlikçi sermayenin ucuz işgücü, özelleştirme ve benzeri öteki istek ve dayatmalarını uygulamak; yanı sıra, ülkenin uluslararası “itibarının tazelenmesi” için kesilecek faturayı ödemek zorunda. Bunun anlamı ise belli: Ücretleri düşürme, sosyal hakları budama, özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, esnek çalışma politikasını; vergileri artırma ve temel tüketim malları fiyatlarını yükseltme tutumunu gevşetmek hiçbir şekilde düşünülemez! Uluslararası “entegrasyon”un ve sermayenin isteklerini; asalak, çürümüş ekonominin acil azami kâr “ihtiyacı”nı karşılayacak olanlar, başta işçi sınıfı olmak üzere öteki emekçi sınıflardır!

Nitekim sermaye ve hükümetin girişimleri ve yürürlükteki ekonomik plan da bu yöndedir. Buna karşılık, 1994 ortalarından beri ücretlerinin yarısından fazlasını kaybetmiş olan işçi ve emekçiler, yaşamlarının; en azından kayıplarının bir bölümünü karşılayacak şekilde “düzeltilmesi”ni ve özelleştirme, taşeronlaştırma vb. girişimlerin durdurulmasını, iş güvencesi verilmesini ve öteki haklarının tanınmasını talep ediyorlar. İşçilerin ve kent emekçilerinin bir bölümünün, bu talepler doğrultusunda bugünden hareketlendikleri ve mücadele hazırlıklarına bugünden başladıklarından söz etmeye gerek bile yoktur.

Bir yanda, emperyalizmin ve tekellerin dayattığı ekonomik “önlemler”i uygulamak üzere “kararlılıkla” harekete geçen sermaye örgütleri ve hükümet; öte yanda, bu “kararlılık gösterisi”ne karşı hareketlenme eğilimine girmiş ve sendikaları zorlayan işçiler ve kamu emekçileri. Ülkedeki alt-üst sınıflar arasındaki bugünkü cepheleşme böyledir. Öte yandan, bu cepheleşmenin sınıfın öteki bölüklerinin yerel girişimcilerin, gençliğin vb. katılımıyla genişlemesi ile ilgili verilerin çoğalmakta olduğu ise, bugünden görülüyor.

Buradan ne çıkar; işçi ve emekçileri “tatmin” ederek yatıştırması açıkça zor olan hükümet, bu gelişme karşısında ne yapacaktır? Alışılmış olan “önce kaşıkla verip sonra kepçeyle alma”: yani “önlemleri” zamana yayarak genel saldırıyı erteleme ve “yılı idare etme” yoluna gidebilir mi? Bu, zor olmakla birlikte kuşkusuz olanaklıdır. Fakat bu, sermaye ve hükümet için, bugün hemen hiç istenmeyen bir “alternatiftir. Onun elinde, esas olarak iki “koz” bulunuyor. Bu “koz”lardan biri, 1991 Körfez savaşı sırasındaki gibi “ulusal birlik” demagojilerine ve gündemi değiştirip geri yığınları ürkütecek provokatif nitelikli terörist girişimlere yaslanma: ikincisi ise, her türden demagoji ve provokasyonla desteklenen çıplak zorbalığı bir yolla dayatma. Zaten, taze “iller yasası”yla yetinilmemesi ve kaşla göz arasında “kriz yönetim masası” oluşturulmasının başka bir açıklaması yoktur.

Sermaye ve gericilik, işçi ve emekçi hareketinin nereye gittiğini ve mevcut partiler ve hükümetin kitleler nezdindeki itibarsızlığının farkında. Ne Kıbrıs sorunundaki “savaş kışkırtıcılığı” bir rastlantı; ne de MGK sekreterliği yönetiminde olan ve grevleri de kapsamına alan “kriz yönetimi masası”nın alelacele resmileştirilmesi. Hükümetin, işçi ve emekçilere karşı savaş ilanına ve halkla çatışmaya hazırlandığı ortada; eğer böyle olmasaydı, düzen partileri; geleneksel devlet politikasının “kollayıcıları”yla, “liberal” veya “İslami” görünümlü “değişimciler” ve her biriyle bir diğeri arasındaki dalaşmanın ilerlediği dönemde, general-polis kliğine yeni mevziler verilmesi için “işbirliği” olanaksız olurdu.

İşçi sınıfı ve emekçi kitleler süngüyle ve zorbalıkla tehdit ediliyorlar. Bu tehdit, işçi ve emekçi hareketini gittiği yerden geriye atabilir mi? Henüz ortada kuvvetli belirtiler olmamasına karşın en azından bugün böyle olmadığı söylenebilir; bu, işçi ve emekçilerin almaya devam ettikleri mücadele kararlarında ve kimi yeni eylemlerde görülüyor.

Olup bitenler, emekçi yığınları giderek olgunlaştırıyor. Silahla ve zorbalıkla tehdit karşısındaki yeni dönemdeki tutumda; ekonomik isteklerdeki şiddetlenmenin yanı sıra, kontrgerilla skandalından sonraki süreçle polise karşı artan güvensizliğin ve halkın demokrasi isteklerindeki ilerlemenin belli bir rol oynayacağı önceden, varsayılabilir. Fakat kitlelerdeki bu ilerleme, gelişmiş ve henüz temelini bulmuş bir ilerleme değildir; hiçbir şekilde halkın aldanmayacağı ve aldatılamayacağı anlamına gelmemektedir.

Altı çizilmek istenen şey; gericilik ve hükümetin, bugünkü araçlarla ve cepheden girişimler yoluyla hareketi geriye atma “olanağının oldukça daralmış olmasıdır. Buradan çıkan şudur: Hükümetin, yukarıda söz edilen “koz”larının geçerlilik kazanması; yani hareketin daha başından geriye atılması, sendika bürokrasisinin sermaye adına göstereceği yeteneğe; tersinden söylenirse, sınıfın ileri örgütlü güçlerinin ve örgütlerimizin hiç de mahkûm olmadıkları yeteneksizlik ve başarısızlıklarına bağlanmıştır. Emekçilerin yaşam ve eylemine sendika bürokratları mı, ileri ve örgütlü işçi ve emekçi kümeleri mi hâkim olacak ve yön verecek? Hareketin nereye gideceğinin; daha da özeti, toplusözleşme görüşmelerinin grevlere varıp varmayacağının gelip düğümlendiği yer burasıdır.

Başta da vurgulandığı gibi, Türkiye’deki gidişat, işçi sınıfı ile sermayenin yedekleyecekleri güçleri de yedekleyerek karşılıklı cepheleşmeleri; birbirlerini şu veya bu oranda dışlayan taleplere doğru eğilimlerini genişletecek bir çatışmaya girmeleri yönündedir. Öte yandan, mevzilenmekte olan bu güçlerin kuşkusuz, karşılıklı avantaj ve dezavantajları da vardır. Sermaye ve hükümetin, yukarıda söz edilen “kozları”nı işin başında kullanılabilir hale getirecek olanaklar da sunan en önemli avantajı, sendikaların yönetimini elinde tutan sendika bürokrasisidir. İşçilerin buna karşı bir avantajı ise, mevcut hükümete alternatif ve emekçi yığınlara “umut” olacak, böylece de hareketi yedekleyerek yatıştıracak yetenekte bir sermaye partisinin ortada bulunmamasıdır. Bu durumun: hareketin gidişini tayin edecek olan şeyin, sendika bürokrasisiyle ileri ve örgütlü sınıf, güçleri arasındaki mücadele olacağına dik kat çektiğini sanırız söylemeye bile gerek yoktur.

GÜNCEL HAREKET VE GÖREVLER

Hükümet, ne laflar ederse etsin; ister IMF ile resmi bir anlaşma yapsın isterse yapmasın attığı adımlar, saldırı politikasını ısrarla uygulamaya çalışacağını gösteriyor. Ayrıca belirlenmiş bir taktik tulumla hareket ettiği görülüyor. Hükümet, özelleştirme girişimlerini hızlandırmıştı. Bu hızlandırmadan, taktik bir amaçla yararlanmaya çalıştığı görülüyor. Özelleştirme kapsamındaki işletmeler, toplusözleşme yapacak işletmelerdir ve hükümetin, çatışmanın ilk raundunu özelleştirme alanında başlatma politikası izlediği bir gerçek. Gericilik, özelleştirme adımlarında nispi de olsa basarı kazandığında, işçileri parçalama olanaklarını genişleteceğini ve toplusözleşme ve ücret sorununda güçlü bir dirençle, örgütlü bir cepheyle uğraşmak zorunda kalmayacağının hesabını yapıyor.

Saldırıyı bugünlük de olsa özelleştirmede merkezleştirerek hareket ettiğinde, sermaye ve hükümetin önemli avantajlar elde edeceğini göz ardı etmemek gerekir. Sendika üst yönetimlerinin, toplusözleşmeleri ağırdan almaları ve son olarak aldıkları bir kararla “tek tek sözleşme yapımı” politikasına dönmeleri bir rastlantı olarak görülmemelidir.

İlkin, ücret ve toplusözleşme ile ilgili alan daha somut; işçiler bu alanda daha deneyimli, hazırlıklı ve çok geniş kitleler halinde birleşiyorlar. Oysa özelleştirme, doğrudan yüz yüze gelmeyen işçi kesimleri için daha uzak bir tehdit durumunda. Öte yandan, işçiler hazırlıklı değiller ve yalıtık, dağınık mücadeleleri birleştirmeleri sendikaların bugünkü pozisyonunda onlar için daha zor. Tek tek direnişleri, bugün olduğu gibi birbirinden yalıtık pozisyonunda tutmak, parça parça “halletmek” daha kolay olur.

İkincisi, özelleştirmelerde atılacak adımlar, işçiler arasında moral gerileme yaratır ve sendikacılar üzerindeki alttan gelen baskı hafiflemiş olur. Öte yandan, özelleştirilen yerlerin toplusözleşmelerinin düşmüş olacağı, ya da yeni bir durumun doğacağı bellidir. Hu durumda, hâlâ tutumlarını ilan etmemiş bulunan sendika yönetimlerinin uzlaşma ve satış olanakları genişler ve böylece de uygun koşullarda anlaşmanın yolu açılmış olur.

Üçüncüsü, ücret sorununda eri azından hükümete karşı oldukları için işçi ve emekçilerden yana tutum alabilecek “liberal” çevreler ve basın vb. özelleştirmede hükümetin yanında olurlar. Bu, emeğin tarafını daraltırken hükümetin cephesini genişletmiş olur.

Hükümetin, bu benzer tespitler üzerine oturmuş bir taktik tutumla hareket ettiği son derece açıktır. Toplusözleşmelerle ilgili bir gelişme olmamış ve sendikacılar ve hükümet suskunluk içindeyken, orada burada özelleştirme adımları atılması anlamlıdır.

Açıktır, hükümet, saldırısını genişletmiş ve hızlandırmıştır. Buna karşılık, sendika yöneticilerinin tutumu nedir? Bu soruya olumlu yanıt vermek olanaksız. Zira henüz ortada toplusözleşmelerle ilgili bile bir hareketlenme belirtisi ve bir çağrı yoktur. Egemen tutum, özelleştirmeye karşı tepki ve direnişleri görmezden gelir bir tutumdur. Daha da önemlisi: tutumları ve açıklamalarıyla, özelleştirmeye karşı olmadıklarını; üstü “örtülü” de olsa, özelleştirme karşıtı direnişler istemediklerini ortaya koymuş bulunmaktadırlar.

Sendika yönetimlerinden ileri bir adım beklemek bir yana; hareketin gelişmesi ve ilerlemesinde gönüllü olmadıklarını; zorda kaldıklarında, kurusıkı tehditlerle, olmadı bir Ankara yürüyüşüyle işi geçiştirme ve hareketi düşürme yoluna gideceklerini de görmek gerekir. Görünen o ki, ileri işçilerin “kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri” gerekecek. Sendika bürokrasisinin, sendikaların etkisiz ve küçük sendikalara dönüşmesine, bugünden razı bir pozisyonda bulunduklarını hiç hayale kapılmadan kabul etmek gerekiyor.

İşçi hareketinin ve işçilerin durumunun kolay olmadığı söylenebilir. Fakat önemli avantajların ve elverişli bir ortamın bulunduğu da bir gerçek. Yaşam koşullarındaki aşırı ağırlaşmadan; saldırının getireceği olağanüstü zorlukların sezilmesinden ve yağmacı sistemin patlak vermiş pisliklerinin yarattığı tepki vb. olgulardan güç alan hareketin dinamikleri belki de on yıllardır görülmemiş oranda güçlüdür. Buna ek olarak ve daha önce de belirtildiği gibi; bu mücadele döneminin, hükümet karşıtı tepkilerin orta sınıflar arasında bile yayıldığı ve özellikle de kamu emekçilerinin, hükümete ve düzenin açığa çıkmış kötülüklerine karşı yaygın bir hareketlenme içinde oldukları bir dönemle çakışıyor olması, mücadeleye hazırlanan işçiler için kuşkusuz önemli bir avantaj oluşturmaktadır.

Öte yandan, bugün saldırıyla doğrudan karşı karşıya gelen işçi kitlesi; sınıfın, son on yıldaki en mücadeleci, en fazla deneyim kazanmış; 1989 Bahar eylemlerini, Zonguldak’ı ve 1991 büyük grevlerini vb. gerçekleştirmiş, bu mücadeleleriyle de nispi de olsa kazanımlar elde etmiş kitlesidir. 1989 ve ’90–‘91 mücadelelerini sürüklemiş eski ileri işçilerin bir bölümünün bugün sendika şube yönetimlerinde bulunmalarının ve yanı sıra bugüne kadarki mücadelelerde dayanak oluşturmuş şube platformlarının varlığının, gelişen güncel harekete sunacağı olanakların küçümsenemeyeceği ise ortadadır. İşçi sınıfının bu kitlesi ve temsilci ve sendikacıların bu kesimi, sendika merkezlerine rağmen de olsa mücadelesiz boyun eğecek bir kitle ve kesim olarak önceden düşünülmemelidir.

Görüldüğü gibi; saldırı halinde ve taktik bakımından üstün pozisyonda bulunmasına rağmen, hükümetin ve sessiz kalmayı bugüne kadar başarmış olan sendika bürokrasisinin durumu o kadar da kolay değil. İşçilerin bugünkü durumlarının zor olduğu bir gerçek. Ne var ki olgular, durumlarının “umutsuz” olmadığını da göstermektedir. Nitekim ana kitlesi henüz harekete geçmemiş olmasına karşın; işçilerin, ülkenin birçok yerinde özelleştirme karşıtı direniş kararları aldıkları, dayanışma ve direniş komiteleri oluşturdukları ve bölge emekçilerine de çağrılarda bulunarak gösterilere giriştikleri görülüyor. Sendika merkezleri sessizlik içindeyken baş gösteren bu gelişme: henüz sadece hareketin bir yönüyle ilgili olmakla birlikte, gidişatın yönüyle ilgili bir veri olarak kuşkusuz önem taşıyor.

Olanaklarını değerlendirdiği koşullarda, işçilerin bu dönemdeki mücadelelerinin, önceki dönemlere göre ileri biçimler içinde gelişen bir mücadele olabileceği görülüyor.

Yaygın protesto gösterileri; ailelerin de katıldığı fabrika direnişleri ve işletme işgalleri; uyarı ve destek eylemleri olarak iş bırakma ve iş bırakmayla birleşen öteki eylemler; büyük çaplı grevler, dayanışma grevleri ve onlarla birleşen yürüyüş ve gösterileri kamu emekçilerinin, devlet işletmelerinin yoğunlaştığı taşra kentleri halkının ve buralarda ve büyük kentlerde yoğunlaşmış işsiz kitlesinin, durumu dikkate alındığında; işçi ve emekçilerin mücadelesinin genel grev ve direnişlere varan bir seyir almasının olanaklılığı açıktır. Ayrıca, hareketin şu anda bulunduğu yerden ileri bir adım atmasının; işçileri, çaresizlik içindeki Kürt halkının ve karanlık tehditleri hisseden ve tedirginleşen gençliğin gözünde yeni bir umut ışığı haline getireceği ile ilgili verilerin var olduğu ise, bir gerçektir.

Açıktır ki, hareketin bu ilerlemesi kolayca olmayacaktır. Hükümetin saldırıları ve kozları ve sendika bürokrasisinin gücü küçümsenemez. Fakat işçi hareketinin asıl sorunu, hükümetin ve bürokrasinin gücünde değil; işçilerin kendi saflarındaki zayıflıklardadır. Hükümet ve bürokrasinin avantajlarını saf dışı etmede ve işçiler arasındaki birliği sağlamada asıl işlevi yüklenecek olan ileri işçi ve temsilcilerin, sınıfa yakın sendikacıların ve örgütlerimizin, güncel hareket karşısındaki görev ve rollerini anlamada ve gereklerini enerjik bir tutumla yerine getirmedeki yetenek eksikliklerinden söz ediyoruz. Sınıfın ileri ve örgütlü güçleri arasında etkili olan atalet, moral ve örgütsel hazırlıksızlık, sektörel darlık ve iktidar yeteneği ile hareket etmedeki cesaretsizlik vb. şu andaki hareketin en hayati yıkıcı zayıflıkları bu sorunlarda düğümlenmektedir. Bu sorunlar sorun olmaktan çıkma yoluna girmeden, mevcut mücadelenin ileri gitmesi olanaksızdır.

Sınıflar arasındaki mücadelenin kuralıdır; bir kez karşı karşıya gelindiğinde, öteki koşullar ne olursa olsun, üstünlüğün öteki koşullar ne olursa olsun, üstünlüğün örgütlü olan güçlerin eline geçmesi önlenemezdir. Hükümet ve sendika bürokrasisi örgütlüdür, çizgisini belirlemiş, saldırıya geçmiştir. Sınıfın ileri güçlerinin, mücadele ve direnişin örgütlenmesini bizzat ele almasının yol açacağı gelişmeyi gören hükümetin arka cephedeki hazırlıkları tamamladığı ise biliniyor.

Grevler ve yürüyüşler, gösteriler ve direnişler kendiliğinden gelmeyecek ve birleşmeyecektir. Öte yandan, on binlerin slogan, atması, genel grevin “örgütlenmesi” değildir. Hareketin eğilimlerini geliştirmesi ve bu rotaya girmeyi başarması için; hükümetin hiç olmazsa ilk taktik saldırılarının püskürtülmesi ve işçilerin örgütlenme olanağı bulması zorunludur. Bu olanağın bugünkü koşullarda hangi yoldan bulunacağı ortada. Her şeyin, ileri işçiler ve örgütlerimizin ön cephe rolünü üstlenmelerine bağlı olduğu açıktır.

Şunu tespit etmek gerekiyor: Sınıfın güçleri ve örgütlerimiz, kuşkusuz rol ve görev alamayacak oranda ve büsbütün atıl ve örgütsüz değiller. Fakat bu potansiyel ve güce sahip olmalarına karşın rollerini oynayacak, görevlerini yerine getirecek, hareketin önünü açacak ve aynı zamanda kendilerini de yenileyecek bir hareketlerime içinde bulunmadıkları da bir gerçek. Kuşku yok ki, önce bu durum değişmelidir ve değişimin; bürokrasinin yaydığı havadan, bürokratik oyalanmalardan ve kısımcı içe kapanıklıktan kurtulmaları ve örgütleme çalışmasına baş aşağı dalmalarına bağlı olduğu yadsınamazdır.

İŞÇİLER ARASINDA DURUM VE GÖREVLERİN KAPSAMI

Görüldüğü kadarıyla, toplusözleşme görüşmeleri belki bir iki istisna dışında, sendika bürokrasisinin gizli diplomasisi ile ve onun inisiyatifi altında yürütülüyor. Kimi yerlerde işçiler, tümden örgütsüz, bürokratların “açıklamaları”nı bekler durumda; kimi yerlerde ise, sorunları tartışmış ve nispi örgütlenmeler yapmış olsalar da, hareketsiz ve kendi fabrikalarına kapanmış pozisyondalar. Aynı saldırı altındaki işletmelerin ve sektörlerin işçileri, kendi işyerlerinin dışında neler olup bittiğinin bilgisinden bile yoksun. Öte yandan, özelleştirme saldırısının yokladığı işletmeler, bu saldırıları tek babına göğüslemeye adeta terk edilmişlerdir. Bunlara desteğin, devrimci işçi gruplarının gelip bunlara katılmasının ötesine geçmediği bir olgu. Taşrada olaylar, nispeten daha farklı seyretse bile; büyük kentlerdeki bugünkü durumun üç aşağı beş yukarı böyle olduğu kesin.

Olgular, işçilerin sorunlarla gerçekte son derece ilgili olduklarına işaret ediyor. Ne var ki, sendika bürokrasisinin kurusıkı “çağrıları”; öte yandan ileri güçlerin ve örgütlerimizin bu çağrılara alternatif bir planla etkili yanıtlar vermemesi, işçileri yanlış sanı ve beklentiler içine itmiş ve en azından “bu işi hallederiz” havasına sokmuş durumdadır. “Gerekirse yeni bir Ankara; daha olmadı, nasıl olsa yukarıdaki genel grev diyor!” İşçi hareketindeki şimdiki durumun aşağı yukarı böyle olduğu yadsınamaz bir olgudur.

İleri sınıf güçleri ve örgütlerimizin, bir iki istisna dışında kendiliğinden bu hava ve yönelime girdiği; yürütülen çalışmanın bu eğilimi güçlendiren bir çalışma olduğu açık. Yeni “Ankara” ve bürokrasiden “genel grev” beklentisinin; kendiliğinden işçinin “iktidarla hesaplaşma” güdüsünün sendika bürokrasisince istismarından doğan bir beklenti olduğu nasıl görülemez? Bu, hareketlenmekte olan işçinin etkisizleştirilmesine hizmet olur: eğer işçilere yardım edilecekse, öncü ve örgütleyici pozisyonu tutmak zorunludur. Sendikacıların “yaldızlayarak” kışkırttığı, inisiyatifsizlik ve hareketsizlik eğilimine kapılmamak, geliştirmek ve örgütlemek gerekir.

Nasıl başlanmalı, ne yapılmalı ve ne gibi bir yol izlenmelidir? Açıktır ki, hareketin ortaya koyduğu veriler ve oluşturduğu araç ve dayanaklar üzerinden gidilmelidir. Sorunu böyle ele aldığımızda, bunların çoğu “kendiliğinden oluyor” diyenler olacaktır; buna rağmen gene de, çalışmanın ana yönlerini topluca koymakta yarar olduğu açıktır.

İşçiler, toplu iş sözleşmelerden ne bekliyor ve ne istiyorlar; ’94’ten bu yana ki kayıplarını mı ya da yıllık enflasyonun karşılığını mı; işletmeleri devralmak istiyorlar mı, özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmaya karşı nasıl bir tutum ve mücadele talep ediyorlar; iş güvencesi ve sigortaya yapılan saldırılar karşısındaki hassasiyetleri nelerdir; zamlar ve ücretler dengesi konusunda ve sendika yöneticileri hakkında ne düşünüyorlar ve mücadele olarak ne türden mücadele biçimlerini tercih ediyorlar vb.?

Bu ve benzer sorunların, fabrikalar ve işyerlerine geniş ölçekli mal olması; bu mal oluş üzerinden kararlar alınması; bu sürede, işçilerin eylem ve mücadele vb. komiteleri halinde örgütlenmeleri; bu karar ve örgütlenmelerin, şubelerde ve şube platformlarında merkezileştirilerek ortak tutum ve örgütlenme olarak ilan edilmesi… Çalışmanın bu temel üzerine oturması zorunlu. Zira işçilerin birleşmeleri ve ortak bir direniş hattı oluşturmaları; sözleşmelerin, bürokrasinin kapalı pazarlığından kurtulması, sermayeye karşı baskı unsuruna dönüşmesi ve eylem platformu haline gelmesi ancak bu yoldan olanaklıdır.

Toplusözleşme görüşmeleri sürecinin, işçilerin bilgisine; işyerlerindeki işçi örgütlerinin denetimi, inisiyatifi ve yönetimine girmesi için mücadele zorunludur. İşçilerin iradelerinin yaşama geçmesi; eylemlerinin yönetimini kendi ellerine almaları ve hareketi kendi usullerince yönetmelerinin güvencesi buradadır. Bu aynı zamanda, sözleşme sürecinin grevlere doğru gelişmesinin; sınıf hareketinin birleşmesinin de güvencesi olacaktır. Ayrıca, sözleşmelerin uzlaşmazlığa ve greve varmasında özel yer tutan özelleştirmeye karşı direnişlerin tek tek ezilmesini önlemenin tek olanağı da açık ki buradadır.

Ortaya konulanlardan da görüldüğü gibi, sorun; tartışmak, karar almak, komiteler kurmak ve grev ve direniş anını beklemek değildir. Toplusözleşme süreci, her işyeri ve başlıca her kent için bir mücadele süreci olmalıdır. Hükümete baskı, sendika yöneticilerini geriye atma ve etkisizleştirme ve saldırıya uğrayan işyerlerini destekleme eylemleri… İşçiler örgütlenme yoluna girmeden, bunlar olmayacağı gibi; ileri işçiler bunları gündemine almadan kitlelerin kendi usullerince örgütlenmeleri de olanaksız olacaktır. Çalışmanın hedefi, işçilerin örgütlenmeleri ve eylemlerini bizzat yönetmeleri olmalıdır.

Öte yandan, işçilerin öteki toplum katlarıyla birleşme ihtiyacı göz ardı edilmemelidir. Hareketlenmekte olan öteki emekçi tabakaların eylemleri, işçilere büyük ölçüde bağlı olduğu gibi işçiler de müttefiklere ihtiyaç duyar durumdadırlar. Önceki dönemlerde örnekleri görülmüş olması bir yana, bu yöndeki ilk belirtiler son mitinglerde ve taşradaki eylemlerde ortaya çıkmış durumda. Halkın (başta işçiler ve kent emekçileri) ve gençliğin en acil (ekonomik ve politik) taleplerini formüle etmek; bunu, başta işçi ve kamu sendikaları olmak üzere kitle örgütlerinin ortak (demokrasi) eylem platformu haline getirmek: İşçilerdeki politik eğilimlerin güçlenmesinin ve sınıfın ve halkın güçlerinin ortak hedefler üzerinde “sermayeye karşı” birleşmesinin önü, ancak buradan açılabilir. Aksi takdirde, işçi hareketinin toplu iş sözleşmelerine hapsolmuş bir hareket olarak

kalması önlenemez olduğu gibi, öteki emekçi tabakaların işçilerin çevresinde toplanması da olanaksızdır.

Kitle hareketinin, toplusözleşme ve mesleksel sorunların dışındaki dinamikleri, bugün önceki dönemlere göre daha belirgindir ve bu durum görmezden gelinmemelidir. Halkın isteklerinin işçi ve emekçiler arasında yaygınlaştırılması; bu temeldeki eylem çağrılarının ve bazı eylemlerin, parti örgütlerince doğrudan girişimlerle örgütlenmesi ve öteki örgütleri bu yoldan sürüklemenin görevleri hayati görevler olarak görülmelidir. Bu, kuşkusuz, parti örgütlerinin işyeri vb. eylemlerinde geride durması anlamına gelmiyor; ayrıca, bu türden eylemlerde öteki örgütlerin çağrıda bulunmaması demek de değildir.

Grevlere gidişin halkın desteği ile güçlenmesi; özelleştirme karşıtı hareketin cephesinin genişlemesi; grevler patlak verdiğinde, hareketin isteklerinin politik alana doğru ilerlemesi; grev ve işyeri direnişlerinin halk ve gençlik hareketini teşvik etmesi ve genel grev ve direnişin gerçek bir akım haline gelmesi: Olanaklar buradadır. Genel grev ve direnişin, dayanakları olmayan bir slogan olmaktan çıkmasının yolu da buradadır.

Şu, hareketin bugünkü en önemli zayıflıklarından biridir: İşyeri örgütlenmeleri, sendika şubeleri, şubeler platformları ve politik gruplar; bu ve benzer örgütlerden hiçbiri, harekette bir canlanma belirtisinin görüldüğü hiçbir dönemde, bildiri, broşür, gazete vb. yazılı ajitasyon ve propaganda araçlarını kullanmaktan bugünkü kadar uzak durmamıştı. Oysa bu, bugünkü harekete ve çözüm arayan işçiye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bir sanayi kentinde, bugün her işletmede olup bitenin basına canlı bir şekilde yansıması; basının yaygın olarak girmediği tek bir önemli işletmenin kalmaması gerekir. Bildiri ve çağrılarla, her gün her olaya müdahale etmek; fabrikaları, işyerlerini, semtleri vb. yerleri adeta bildiri ve çağrı bombardımanına tutmak bugünlerde değil de hangi zamanlarda yapılabilir olacaktır? Bu araçlar etkili bir şekilde kullanılmadan; sermaye basını ve bürokrasinin kitleler üzerindeki yön şaşırtıcı etkisini kırmak, işçi ve emekçiler arasındaki ileriye giden eğilimleri genelleştirmek ve egemen kılmak olanaksızdır. Yazılı ajitasyon ve propaganda olmadan, parti çalışması ve herhangi bir örgütlenme çalışması düşünülemez.

Öte yandan hareketin gelişme seyri ve harekete biçim veren eylemlerin ele alınışında hâlâ ciddi geleneksel yanılgıların bulunduğu da bir gerçektir. Örgütlenmesi olmayan sloganların cazibesine kapılmaktan kaçınmak gerekiyor. Genel grev sloganının geniş kitleler tarafından atılması, çok özgün olan haller (bu dayanakların çok hızlı oluştuğu) dışında, genel grevin hazır olduğunu göstermez; ancak, işçilerdeki eğilime ve neyi göze alma potansiyelinde olduklarına işaret eder. Dolayısıyla da, sınıfın ileri güçleri ve partisi, henüz olgunlaşmamış sloganlara (atılması elbette iyidir, yönü gösterir) bel bağlayarak kendiliğinden genel grevin gelmesini beklemez. Bilinçli işçinin örgütü, genel grevin hazırlanması, örgütlenmesinin hangi koşullarda, ne yoldan başarılabileceğini bilir.

Hareketi ileriye götürecek bir genel grev ve direniş, Türkiye’deki şimdiki koşullarda ancak, sözleşmelerin grevlere sürüklenmesi ve özelleştirme karşıtı hareketin gelişmesinin üzerinden gündeme gelebilir ve ancak, eylemleri sürüklemiş olan işçi örgütlerinin mücadelesi yolundan örgütlenebilir. Dolayısıyla da eylemlerin rotası, yoğun ve sistematik gelişen ajitasyon ve teşhir faaliyetinden güç alan; öncelikle işyerleri ve fabrikalarda, sendikalar ve kitle örgütlerine ve buralarda oluşan işçi, emekçi (ve parti) örgütlerine dayanan;   toplumsal halk hareketine genişlemesi, özelleştirme karşıtı direnişlere; dayanışma ve teşhir maksatlı iş bırakmalardan semtler, ilçeler ve kentlerdeki ortak birleşik miting ve gösterilere ve buralardan direnişler ve grevlerin örgütlenmesine yönelebilir. Grevlerden kuşkusuz, Zonguldak benzeri halk direnişlerine… Genel grev ve direniş ancak, bu mücadeleye ve bu örgütlenmenin yarattığı enerjiye dayanarak gelişebilir ve örgütlenebilir.

Bugün acil ve hayati olan; özelleştirme karşıtı hareketi geliştirecek, destekleyecek; öte yandan toplusözleşme sürecini, grev ve direnişlerin hızlanması, genişlemesi ve örgütlenmesi; işçilerin eyleminin, ortak talepler üzerinde ilerleyen birleşik halk hareketine genişlemesi sürecine dönüştürecek enerjik ‘bir çalışma ve eylem içinde olmaktır. Bu olmadığında ve ilk mevziler tutulmadığında yenilgi, daha baştan önlenemez olur.

Israrla vurguladığımız gibi; mevcut işçi ve emekçi hareketinin, nereye gideceği; sermayenin saldırılarını püskürtüp ileri mi, yoksa saldırılar altında geri mi gideceği sorunu; bu hayati sorun büyük ölçüde, sınıfın ve halkın ileri güçlerinin ve örgütlerimizin göstereceği girişkenliğe, mücadele ve örgütleme yeteneğine bağlanmış bulunmaktadır. Görev, çok yönlü ve zorluklarla doludur; buna karşın korku duymamak, tereddüt etmemek ve umutsuz olmamak gerekir. Hareketin dinamikleri, eldeki araçlar ve tutulmuş mevzilerin önemi anlaşılırsa, görevleri başarma olanağının var olduğu rahatlıkla görülebilir. Üzerimize düşen rolü kararlılıkla oynamalı ve görevlerimizi yetenekle yerine getirmeliyiz; aksi takdirde, yenilginin sorumluluk ve faturasını kabullenmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Parti örgütlerimiz, ek olarak şunları unutmamak zorundadırlar ki; grevlerin, direnişlerin, gösterilerin örgütlenmesi ve işçilerin bu mücadeleleri örgütleme ve yönetmesi vb. gibi görevler, parti olma görev ve sorumluluğunun sadece bir yönüdür. Görevin öteki yönü ise kuşkusuz, mücadele içinde uyanan, örgütlenen ve ileri çıkan işçi gruplarının politik olarak ilerletilmesi, kazanılması ve parti örgütleri olarak örgütlenmesi görevidir. Her şey bir yana; bu görev, çalışmanın merkezine oturmadan, işçilerin güncel mücadelesinin gerçekten ilerletilemeyeceği ve örgütlenemeyeceği bilinemez değildir. Öte yandan, görevin bu yönünün ihmal edilmemesi; hareket ileri gidip yeni bir dönem açtığında veya yenilgi alıp geriye düştüğünde gündeme gelecek yeni görevlerin karşılanabilmesi açısından da zorunludur. Görevimizi, geniş bir perspektif; ileriyi gören bir kavrayış ve enerjik bir, tutumla hareket ettiğimizde başarabileceğimizi asla unutmamamız gerekiyor.

 

Mart 1997

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑