Kutsal Aile

Gerek Bruno Bauer ve gerekse kardeşi Edgar Bauer adı bugün bizler için pek bir anlam ifade etmiyor. Ama 1840’ların Almanyası’nda Bauer kardeşler popüler iki simadır ve aydın kesim içinde, en çok ilgi görenlerin başında gelirler. Onların kendi çağlarında popüler oluşlarından dolayı değil ama Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları ilk eser olan “Kutsal Aile”nin doğrudan muhatabı olmaları nedeniyle Bauer kardeşlerin büyüğü olan Bruno Bauer’in yaşamından kısaca bahsetmekte yarar var.
6 Eylül 1809’da doğan Bruno Bauer, din öğretimi görmüş ve Berlin Üniversitesi’nde öğrenim üyeliği yapmış filozof, teolog ve gazetecidir. Hegelciler’in sağ kanadında yer aldığı yıllarda Bruno Bauer adı pek duyulmaz. Berlin Üniversitesi’nden Bonn Üniversitesi’ne geçtiği 1839 yılında Bauer genç Hegelciler’e katılmıştır ve kısa sürede onların önderlerinden birisi olarak adından sıkça bahsettirir olmuştur.
Bauer, geniş yankı uyandıran “Sinoptiklerin Havariler Tarihinin Eleştirisi” adlı yapıtını yayınladığında yıl 1841’dir. Bu kitabıyla Bauer, Hıristiyanlığa saldırarak muhafazakârların tepkisini üzerine çeker, genç Hegelciler’in ise övgüsünü kazanır. Bauer’in bu kitapta ortaya koyduğu görüşler oldukça önemlidir. Bauer, özetle Hıristiyanlığın gökten inen ilahi bir din değil, ilk Hıristiyan cemaatinin bilinçli bir ürünü olduğunu savunur ve Hegel felsefesindeki Tanrı kavramının yerine bilinçli insanı koyarak Hegel felsefesini tanrıtanımazlaştırır.
Bauer, 1840 yılında tahta oturan ve sağ Hegelciler tarafından özgürlükleri sağlayacağı umuduyla selamlanan kralın hışmına ilk uğrayanlardandır. 1842’de üniversiteden uzaklaştırılır. Bauer, bu tarihten sonra genç Hegelciler’in yayın organı durumunda olan Genel Edebiyat Gazetesindeki yazılarıyla adını duyurmayı sürdürür.
Bauer ile Marx’ın tanışması, 1841 yılına rastlar. Bauer’in yardımıyla Bonn Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmayı tasarlayan Marx, Bonn’a yerleşmiş ve Bauer kardeşlerin yakın dostu olmuştur. Bruno Bauer’in üniversiteden uzaklaşması ile üniversitede kalma umudunu yitiren Marx, bu günlerde Bauer’e “Hüküm Günündeki Borazan Sesi” adlı sağ Hegelcileri eleştiren broşürü hazırlamada yardımcı olur.
Kral IV. Wilhelm’in sağ Hegelcileri düş kırıklığına uğratan baskıcı yönetimi Bauer, Arnold Ruge ve Karl Marx’ın siyasal mücadeleye ilgilerinin artmasına ve bu mücadelede kullanacakları aramalarına neden olur. Marx’ın da kısa süre editörlüğünü yaptığı Ren Gazetesi, bu araçlardan biridir. Ki bu gazete Marx’ın genç Hegelciler’den kopuşuna doğru gidişte önemli bir adımdır da. Genç Hegelciler’in komünizm ve tanrıtanımazlık üzerine radikal ama bir o kadar da içi boş ve amaçsız yazıları, “çevresindeki halkın yoksulluğunun amansız çığlıklarını duyan herkes” gibi Marx’ı da çileden çıkarmaya yetiyordu.
Gazete üzerinde artan sansür baskısı nedeniyle editörlük görevinden istifa etmek zorunda kalan Marx, 1844 yılında Paris’e yerleşti. Daha Ren Gazetesi günlerinden beri Marx ve Engels isimlerinin aynı gazete ve dergilerde yer aldığı görülüyordu. Engels ile Marx, 1842’de Marx, Ren Gazetesi editörüyken tanışmışlar, ama Marx’ın soğuk davranışı nedeniyle pek sohbet etme şansları olmamıştı. Alman-Fransız Yıllıkları, hem Marx ve Engels’in görüşlerini daha iyi ifade edebildiği ve hem de birbirleri arasındaki ortak paydaları görebildikleri bir dergi oldu.
1844’de Marxlar’ın Paris’teki evinin kapısını çalan Engels, karşısında 1842’dekinden çok daha sıcak davranan birini buldu. Engels, sadece on gün kaldı Paris’te. Bu kısacık zaman içinde Marx ile Engels, hem sıkı bir dostluk bağı kurdular, hem de geleceğe yönelik planlarını ortaklaştırma kararını aldılar. İşte “Kutsal Aile” bu ortak mücadele kararının ürünü olarak çıktı ortaya. Her ikisinin de bir dönem içinde yer aldıkları genç Hegelciler’e yönelik eleştiriler, geçmişleri ile hesaplaşmalarıydı bir anlamda. Onlara göre, Bauer kardeşlerin Genel Edebiyat Gazetesi’ndeki “saldırılarını kesin bir şekilde geri püskürtmenin ve sayıklamalarını yüzlerine vurmanın zamanı gelmiş”ti. Bu amaçla bir broşür hazırlamaya karar verdiler.
Bugünlerde pek çok sosyalist de Marx ve Engels gibi düşünüyordu. Genel Edebiyat Gazetesini Marx’a gönderen Jung, bir mektubunda şunları yazıyordu:
“Bruno Bauer üzerindeki görüşleriniz çok doğru, ama Bauer’i gizemli sakıncalılığından çıkmak zorunda bırakmak ereğiyle, bu gözlemleri bir Alman gazetesi için bir eleştiri biçimine getirmeniz iyi olurdu (…) Bay Bauer’e karşı ne yapmayı düşündüğünüzü bana yazın; eğer bu eleştiriye zaman ayırmak istemiyorsanız, biz, Hess ve ben, mektuplarınızdan bir makale çıkarmak için yararlanmak istiyoruz.”
Marx ve Engels’in ortak bir çalışma ile Bauer kardeşleri eleştiriye yönelmesinin başında şüphesiz ki “Eleştirel Eleştiri”nin tutarsızlıklarını gözler önüne sermek geliyordu. Yani yapmak istedikleri Jung’un istediğinin daha fazlasıydı. Marx ve Engels, konu paylaşımı yaptılar ve Engels, Paris’te kaldığı on gün içinde üzerine düşen bölümleri kaleme aldı. Marx, hem kendi üzerine düşen bölümleri tamamlayacak ve hem de broşürün yayınlanmasıyla ilgilenecekti. Ama Marx, broşür olarak tasarlanan çalışmayı geliştirdi ve böylece ortaya, 20 formayı aşan bir yapıt çıktı (ki bu, yapıtın Prusya sansür kuruluna takılmasını da engelliyordu). Ortaya çıkan eser, salt “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” olmaktan çıkıp daha farklı bir önem kazanmış oldu böylece. Bauer kardeşlerin Eleştirel Eleştiri’sinin en küçük ayrıntıları bile didiklenerek alaycı bir dille yerden yere vuruluyordu. Ama bu eserin asıl önemi Marx’ın kendi görüşlerini açıklamak için Bauer kardeşlerin “Eleştirel Eleştiri”sine yönelttiği eleştirileri kullanması oldu.
Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, Marx ve Engels için geçmiş ile bir hesaplaşma, geçmişte içinde yer aldıkları genç Hegelciler’den kesin kopuşlarını ilan etmeleri anlamına geliyordu. Onlar bu hesaplaşmayı, kendi diyalektik ve tarihsel materyalizm görüşlerini formüle edecekleri “Feuerbach Üzerine Tezler” (Marx), “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” (Engels) ve ortak eserleri olan “Alman İdeolojisi”nde de sürdürdüler.
Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, iki ay gibi kısa bir sürede tamamlandı ve Şubat 1845’te Yazınsal Yayınlar Yayınevi tarafından Almanya’da yayımlandı. Yayınevinin sahibi Löwenthal’in önerisi ile kitabın adı “Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi Bruno Bauer ve Hempalarına Karşı” olarak değiştirildi.
Engels, kitabın yayınından kısa bir süre sonra Marx’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: ‘”Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi’ benzersiz bir kitap, senin Yahudi sorunu, materyalizm ve gizemleri konusundaki eleştirilerin çok güzel ve çok etki yapacak. Bununla birlikte kitabı çok büyük buluyorum. Genel Edebiyat Gazetesi karşısında gösterdiğimiz egemen küçümseme, onun eleştirisine ayırdığımız sayfaların büyük sayısı ile çok karşıt düşüyor. Üstelik kurgu ve soyut varlık üzerine söylediklerimiz geniş okur yığını için az anlaşılır ve onu pek ilgilendirmez nitelikte. Bu sakıncalar bir yana, kitap parlak bir biçimde yazılmış ve insan gülmekten katılıyor.” (17 Mart 1845)
“Kutsal Aile”nin geniş okuyucu yığınlarına ulaşamayacağına yönelik Engels’in kaygıları, yayınevi sahibi Löwenthal tarafından da dile getirilmişti daha önce: “Kitabınızın Genel Edebiyat Gazetesi’ne çokça bağlanması ve durmadan onu anıştırmada bulunması nedeniyle, büyük okur yığınına yeterince özgün görünmeyeceğini ve onun için çok çekici olmayacağını kendimizden gizlemeyelim.” (15 Ocak 1845)
Engels ve Löwenthal, kaygılarında haklı çıktılar. Kitap, geniş bir okuyucu kitlesine ulaşamadı ama etkisi umulandan da fazla oldu. Basında çıkan eleştiriler bunun en güzel göstergesiydi. Kölnische Zeitung, Mannheimer Abendzeitung, Rehinischer Beobachter’de çıkan eleştirilerin hepsinde eserin gücüne vurgu yapılıyordu. Allgemeine Zeitung’ta ise muhafazakarların öfkesini apaçık görmek mümkündü:
“Bunun her satırı devlete, kiliseye, hukuka, dine ve mülkiyete karşı ayaklanmaya çağırıyor. Kısaca bu en radikal, en kestirme sosyalizmin belirtilerini ihtiva ediyor ve Herr Marx’ın hem çok geniş bir bilgiye sahip olması ve hem de Hegel’in genellikle ‘demir mantık’ olarak bilinen mantığının polemik cephaneliğinden yararlanmakta çok usta oluşu nedeniyle daha da tehlikeli bir hal alıyor.”
Bauer’in yanıtı ise Wigand Üç Aylık Dergisi’nde yer alan ve yanlış anlaşıldığını açıklamaya çalışan bir yazı oldu. Marx, Toplum Aynası adlı dergide yer alan makalesiyle bir kez daha yüklendi: “Gerçeklerle en gülünç bir şekilde hokkabazlık ederek ve onları en acıklı bir şekilde çarpıtarak, Bruno Bauer, Kutsal Aile’de Marx ve Engels tarafından kendisine verilen ölüm cezasını onaylamış bulunmaktadırlar.”

***
1895’te henüz 25 yaşında olan Lenin, Berlin Kraliyet Kitaplığı’nda bulunan Marx ve Engels’in yapıtlarını titizlikle incelemeye koyulur. Bugünlerden geriye kalan notlar arasında Lenin’in Kutsal Aile’ye ilişkin değerlendirmelerinin bulunduğu 23 sayfalık bir elyazması defter de vardır.
Lenin, bu defterde Marx ve Engels’in ideolojik gelişimini izler ve “Hegelci felsefeden gelen Marx, burada sosyalizme varır; geçiş kendini açıkça gösterir. Marx’ın neleri kazanmış bulunduğu ve yeni bir fikirler alanına nasıl geçtiği görülür” sözleriyle Kutsal Aile’nin önemine vurgu yapar.
Lenin’in elyazmalarında şu satırlara da rastlıyoruz: “Daha sonraki bölümde (VII), gene usanç verici, kılı kırk yarıcı bir eleştiriye başlar”, “Bütün VII. bölüm aktarılan parçaların dışında, en akla hayale sığmaz alay ve parodilerden başka bir şey içermez, en önemsiz çelişkileri didik didik eder ve Genel Edebiyat Gazetesi’nin tüm budalalıklarını gırgıra alır.”
Kutsal Aile’nin yayınlanmasının üzerinden 150 yıldan fazla zaman geçti. Başta da belirttiğimiz gibi bugün ne Bauer kardeşlerin ne de Genel Edebiyat Gazetesi’nin bir önemi var. Yayınlandığı yıllarda bile sınırlı bir okuyucu kitlesine ulaşabilen yapıtın bugün için önemi ne olabilir? Bu sorunun yanıtını yukarıda belli yönleri ile verdik. Ek olarak Fransızca baskının sunuş yazısını yazan Gilbert Bedia’nın sözlerini aktaralım:
“Eguene Sue’nün kişilerinin çözümlenmesi ve bu yazarın sözde sosyalizminin eleştirisi ile uzmanlar ilgileneceklerdir. Ama ne Fransız materyalizminin kısa özeti ile ilgilenmek için meslekten felsefeci olmak zorunludur, ne de Yahudi sorunu ve Fransız Devrimi üzerindeki gözlemlerin tadına varmak için toplumbilimci ya da tarihçi olmak.”

Ekim 2000

ABD işçi ve sosyalist hareketinin kısa tarihçesi

ABD, emperyalist sistemin jandarması ve lideri olarak dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdüren ve dünya halkları üzerinde sistemin baskısını sürekli kılmak için legal-illegal baskı aygıtlarının hepsini kullanan bir ülke olarak sürekli gündemimizdedir. ABD’nin bu yanı çokça yazılmış, açıklanmıştır haklı olarak. Ama bir diğer yönü, yani bu büyük sanayi ve tarım ülkesinde işçi sınıfı hareketinin örgütlenme ve eylemleri üzerinde nerdeyse hiçbir bilgi yok gibidir. Bu yazı, ABD’nin sadece bu yönü, 1800’lü yılların sonundan 1950’lere kadar işçi hareketi ve eylemlilikleri ve ABD Komünist Partisi’nin kısa bir tarihçesini vermeyi amaçlamaktadır.

İLK ÖRGÜTLENMELER VE 8 SAATLİK İŞGÜNÜ MÜCADELESİ
Amerikan İç Savaşı (1861–1865) öncesindeki dağınık işçi örgütlenmeleri ve eylemleri çoğunlukla köle ayaklanmalarının gölgesinde kalmıştır. Kuzeyde gelişen sanayi ve Güneyde gelişen kölecilik, bu yılların iki esas gücünü, ortak bir hedefte mücadele etmek üzere bir araya getiriyordu. Marx ve Engels’in “Karaderililerin damgalandığı bir yerde beyaz emekçiler kendini kurtaramaz!”, saptamasını haklı çıkarırcasına fabrikalardan yükselen “Siyahlara Özgürlük” sloganı, ilk ulusal eylemliliklerle ve bizzat cephede yer alarak gücünü ve siyasi gelişmişliğini gösteriyordu.
Amerikan İç Savaşı, ABD’de modern bir sanayinin oluşmasında ve kapitalizmin kurumsallaşmasında önemli bir aşama olmuştur. İç savaş sonrasında ABD işçi hareketinin örgütlenme çabalarının yoğunlaşması doruğa ulaşır. 1863’te 20 işkolunda 79 sendika varken, Aralık 1864’de 52 işkolunda 207 sendika, Aralık 1865’de ise 61 işkolunda 300 sendika örgütlenmiş ve sendikalı işçi sayısı 200 binin üzerine çıkmıştı.
Sayıları giderek artan ve büyüyen sendikal örgütler 8 saatlik işgünü mücadelesi içinde birlikte hareket etmeye başladılar. 8 Saat Birlikleri’nin ilki 1864’de Boston’lu Ira Steward’ın önderliğinde kuruldu. İlerleyen günlerde hemen hemen her yerde işçilerin geniş desteğini alan 8 Saat Birlikleri oluşturuldu ve üretim merkezlerinin ve pazarlarının bütünleştiği ve sendikaların ulusal örgütlenmelere yöneldiği bu dönemde ihtiyacı gittikçe daha fazla hissedilen ulusal sendikalardan ilki Ulusal İşçi Sendikası (NLU) kuruldu. NLU’nun kuruluşu 8 saatlik işgünü mücadelesinin daha örgütlü olarak sürmesini sağladı.
Marx, NLU ile yakından ilgileniyordu ve kadınların eşit kabul edildiği ve eşit işe eşit ücret talebini dile getiren ilk örgüt olarak NLU’dan övgüyle söz ediyordu. Örgütün kuruluşunda aktif rol alan Marksistlerin önderi Josef Weydemeyer’in daha kongrenin açılış günü ölmesi, yeri doldurulamaz bir kayıp oldu. NLU’nun kuruluşunda büyük rol oynayan bir diğer isim ise, aynı zamanda NLU’nun ilk başkanı olan Sylvis’di.
NLU’nun sağladığı birlik, 8 saatlik işgünü mücadelesinin başarısını getirdi. Daha 1868’de 6 eyalette 8 saatlik işgünü yasalaşmıştı. 1872’de 100 bin işçinin katılımı ile gerçekleştirilen grev, 8 saatlik işgünü mücadelesinin ülke çapında zaferini sağladı. Yine 1872 yılı NLU’nun dağılış yılı oldu. Karizmatik kişiliği ve örgüt içi tartışmalarda üstlendiği uzlaşmacı rolü ile örgütün yaşamasının vazgeçilmez koşulu haline gelen Sylvis’in 1869’da ölümü sonrasında zor günler yaşamaya başlayan örgüt, dağıldı.
NLU’nun yasal bir örgüt olarak sendikal hareketi birleştirmeyi başarmasına bakıp ABD’de sendikal örgütlenmenin engelleme ile karşılaşmadığı sanılmamalı. ABD’de de tıpkı İngiltere’de olduğu gibi sendikal örgütlenme girişimi patronların tepkisini çekiyor ve sendikalar “kışkırtıcı” olarak nitelendiriliyordu. Patronlar, sendikal örgütlenme girişimleri karşısında asker-polisin desteğini asıl olarak 1873 krizinden sonra yanlarında bulacaklardı. Bundan önce, hazırladıkları “kara liste” ile işçileri işsizlikle tehdit etmeleri oldukça etkili bir yöntemdi.
İşte bu tehdit, işçi ve emekçilerin gizli örgütlenmesi eğilimini de yarattı. Bu tip örgütlenmelerden Knight Of Labors (Şövalye İşçiler) oldukça etkili olmuş, üye sayısını 700 bine kadar çıkarmayı başarmışlardı. 1869 yılında kurulan Şövalye İşçiler’i Lenin, “… program ve tüzüğündeki tüm maskaralıklara karşın Amerikan işçi sınıfının tümü tarafından yaratılan ilk örgüt” olarak görür.
Şövalye İşçiler, belli bir meslek grubunun değil, avukat, doktor, içki satıcısı gibi kişilerin dışında küçük esnaf ve tüm işçileri kapsayan bir örgüttü. Bu örgütün en güçlü olduğu dönemde, yeni bir örgüt olarak Amerikan İşçi Federasyonu’nun (AFL) kurulma gerekçesi de işte bu oldu. AFL meslek birlikleri temelinden örgütlenen sendikaların Şövalye İşçilerle olan çatışmasının ürünü olarak 1881’de (ki bu yıl Şövalye İşçiler’in yasallaştığı yıldır) kuruldu. AFL’nin kurucusu, Marx ve Engels ile de ilişki kurmuş ve kendini sosyalist olarak tanımlayan Gompers’di. (Son yüzyılda “sınıf uzlaşmacı” tutumu nedeniyle emperyalizmin koltuk değneği olacak ve Amerikan sendikacılığı olarak adlandırılacak sendikal anlayışın yaratıcısı olan Gompers’den daha çokça bahsedeceğiz.)
1873’te başlayan bunalım, işçilere ve işçi örgütlerine yönelik saldırıların artmasına ve kazanımlarının gaspına yol açtı. Daha bir yıl önce yasalaşan 8 saatlik işgünü, ilk gasp edilen kazanım oldu. İşsiz sayısının hızla arttığı ve ücretlerin düştüğü bu günlerde sendikalar da önemli oranda güç kaybettiler.
1873’te başlayıp 1878’e dek sürecek kriz yıllarında grevlerde de önemli oranda artış oldu. Grevler karşısında patronların eskisinden çok daha saldırgan bir tutum takındığı bu dönemde, hem polis hem de mahkemeler patronların bu saldırganlığına azımsanmayacak katkı sunarlar. Bu dönemdeki grevler içinde ulusal çapta gerçekleştirilen ilk grevler olması bakımından özel bir önemi olan 1875’teki Maden İşçileri Grevi ve 1877’deki Demiryolcuların Grevinde yaşanan olaylar bu şiddet ve saldırıların boyutlarının çarpıcı bir örneğidir. 1875 maden işçilerinin grevinde işverenler Pinkerton Ajansı’ndan sağlanan özel dedektiflerin düzmece delilleri ile Molly Maguires adlı yasadışı bir örgüte üye olmak ve “komplo hazırlamakla suçladıkları 16 maden işçisini idam ettirdiler. 1877’deki Demiryolu İşçilerinin Grevi’nde ise Pennsylvania’da işçilere saldıran askerler 26 işçiyi katlettiler. Bu dönemin ürünü olan politik örgütlenme ise 1876’da Lasalle’cıların ağırlıklı olarak yer aldığı Sosyalist İşçi Partisi (SLP) oldu. Lasalle’cıların bu etkinliğini Engels, Adolf Serge’ye yazdığı 16 Temmuz 1895 tarihli mektubunda şöyle açıklıyordu:
“Amerika, dünyanın en yeni, yeni olduğu kadar da en eski ülkesidir. Örneğin günlük yaşamda Avrupa’da çoktandır piyasada bulunmayan malların çoğuna, Amerika’da yeni mallar arasında rastlanmaktadır. (…) Burada gününü dolduran her şey Amerika’da daha 1–2 kuşak boyu yaşar gider. Örnekse, bir zamanların Lasalle’cıları sizde hâlâ yaşamlarını sürdürüyorlar. Bugün Fransa’da antika sayılacak Sanial türünden kişiler, sizde hâlâ belirli bir rol oynar. Bunun nedenlerinden biri, Amerika’nın mal üretimi ve zenginleşme kaygısından başını alıp, özgür, kültürel çalışmalarda bunların gerektirdiği eğitim için zaman kazanmaya yeni yeni başlıyor olmasıdır; öte yandan, daha hâlâ birinci görevle uğraşan, yani bomboş duran geniş alanlarını tarıma elverişli duruma sokmaya çalışan Amerika aynı zamanda mal üretiminde birinciliği elde etmek amacıyla rekabete ayak uydurmak durumundadır.”

8 SAAT İŞGÜNÜ İÇİN YENİDEN
1880’lerde bir kez daha 8 saatlik işgünü mücadelesi işçi sınıfının gündeminde ilk sırayı aldı. 18 Mayıs 1882’de toplanan Marangozlar Sendikası’nın önerisiyle Eylül ayının ilk haftası “Emek Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştı. 1882’de 30 bin işçinin katılımıyla gerçekleştirilen ilk Emek Günü kutlamaları 1883’te de geniş katılımla kutlandı ve 1884’te sendikaların ortak kararı ile Emek Günü’nün tüm Amerika’da kutlanması kararlaştırıldı. Yine sendikaların ortak kararı olarak 8 saatlik işgünü mücadelesine ivme kazandırmak için 1 Mayıs 1886’da bir günlük grev yapılması kararlaştırıldı. 1 Mayıs 1886’da 190 bini grevde olan toplam 350 bin işçinin katılımıyla ülke çapında gerçekleştirilen eylemler, Amerikan işçi hareketinin gelişim düzeyini de gösteriyordu. Chicago’da greve çıkan 80 bin işçi, patronların “her ne pahasına olursa olsun bu grev ezilmeli” emrine uygun olarak hareket eden polisi karşılarında buldu. Grevci işçilerden 6’sı polis tarafından katledildi. Polisin bu vahşice saldırısını protesto etmek için üç gün sonra gerçekleştirilen eylemde ise polis tertiplediği provokasyonu sahneledi ve her biri işçi hareketi içinde öne çıkan 4 işçi “cinayet komplosu” hazırlamaktan dolayı idama mahkûm edildi.
ABD kapitalistleri, işçi sınıfının 8 saatlik işgünü mücadelesinde somutlanan her türlü hak talebini kanla bastırmak için birlik oluşturmuşlardı. 2. Enternasyonal’in 1889’daki Paris Kongresi’nde ABD işçi sınıfının 8 saatlik işgünü mücadelesini desteklemek amacıyla uluslararası çapta gösteriler yapma kararı alındı ve bu gösterilerin yapıldığı gün olan 1 Mayıs işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kabul edildi.
Bu gelişmeler Engels’in şu satırlarına yansıyan heyecanından da anlaşılacağı gibi çok anlamlı ve önemlidir: “Keşke Marx hayatta olsaydı da bunları kendi gözleriyle görebilseydi. Çünkü bugün, ben bu satırları yazdığım sırada Avrupa ve Amerika proletaryası ilk kez seferber ettiği ordularıyla geçit gösterisi yapıyor. Tek bir ordu olarak, bir bayrak altında ve en yakın hedef sekiz saatlik normal işgününün kabulü için! Bugünkü gösteri, bütün ülkelerin kapitalistleriyle toprak ağalarının gözlerini açacak, onlara bugün bütün ülkelerin emekçilerinin gerçekten birleştiklerini gösterecektir.”
Amerikan işçi sınıfının övgüye değer yiğitlikte ve kararlılıktaki mücadelesinin ürünü olarak tüm dünya proletaryasının 110 yıldır birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ın kısa tarihçesine değindikten sonra, yüzyıl sonunda yeniden alevlenen ABD işçi hareketine ve sendikaların tutumuna dönelim.

SENDİKAL HAREKETTE AYRIŞMA VE SİYASAL ÖRGÜTLENMELER
Bu dönemde özellikle üzerinde durulması gereken AFL’nin sınıf uzlaşmacı sendikacılık anlayışı ve bunun alternatifi olarak örgütlenen Amerikan Demiryolu Sendikası (ARU) ve bu sendikanın önderi olarak Eguene Debs’in mücadeleci kişiliğidir.
AFL’nin sınıf uzlaşmacı tutumu yüzyılın sonunda iyice belirginleşmişti. Bu sendikanın lideri olan Gompers, sendikaların işlevi üzerine tartışmalarda 20 yıldır kendine kalkan yaptığı Marx ve Engels’in sözlerini kullanmaktan vazgeçti. Ona göre, “Emek ile sermaye arasında zorunlu bir düşmanlık yoktur. Biri olmadan diğeri olamaz, biri diğerinden evrilmiştir… Birinin çıkarı diğerinin çıkarıdır… Bugünün işçisi yarının kapitalistidir.” (Oysa Gompers’den tam 40 yıl önce Lincoln, “… emek, sermaye var olmadan var olabilir; sermaye, emek var olmadan var olamaz,” diyordu.)
Gompers’in liderliğindeki AFL’nin sınıflar-arası uzlaşma temeline dayalı sendikacılık anlayışının ilk pratik eleştirisi olarak Amerikan Demiryolu Sendikası (ARU) kuruldu. 1893 yılında kendisi de demiryolu işçisi olan Eugene Debs tarafından kurulan sendika, sadece vasıflı işçileri üye kabul eden AFL’nin aksine demiryolu işkolunda çalışan tüm işçilerin örgütlenmesini hedefliyordu. Özellikle bu yıllarda Avrupa’dan ABD’ye akın eden vasıfsız işçiler göz önüne alındığında bu “örgütsüzlerin örgütlenmesi”ne yönelik sendikal hareket daha da önem kazanır. 1894’de Great Nethern Railway Grevi’nde ülkenin dört bir yanından Washington’a doğru yürüyen demiryolu işçileri sendikanın üye sayısının 150 bine çıkmasını sağladı.
1894’ün Temmuzu’nda ise Pullman Şirketi’nde çalışan yataklı vagon işçilerinin grevi, bu sendikanın ayrıcalığını ortaya koydu. 4000 işçinin katıldığı bu grev, 150 bin demiryolu işçisinin desteğini almıştı. Bu durum kapitalistlerin ARU’ya karşı önlem almasını zorunlu hale getirdi. Alınan önlemin kaba şiddetten, başka bir şey olmadığını tahmin etmek zor değil. Temmuzda grevci işçilerin üzerine saldıran çeteler ve polis birlikleri 30 işçiyi katletti, 70 işçiyi yaraladı ve aralarında Debs’in de bulunduğu 700 işçi tutuklandı. Debs, Gompers’in rakibi haline gelmişti.
Gompers’in önderliğindeki AFL’nin kalifiye işçilerin örgütlenmesine dayalı sendikal anlayışının karşısında, Lenin’in “Amerika’nın Bebel’i” olarak adından övgüyle söz ettiği Debs’in önderliğinde gelişen ve endüstri temelinde “örgütsüzlerin örgütlenmesi” hareketi vardı.
Sendikal alanda yaşanan gelişmeler sosyalist harekette karşılığını bulmakta gecikmedi. Üniversite çevresinden olan Daniel De Leon’un 1890’da Sosyalist İşçi Partisi’nin başkanı olmasından sonra, parti özellikle günlük grevleri reddeden “radikal” tutumu ile kitlelerden kopuşunu hızlandırdı. Grevleri politik mücadelenin bir parçası olarak görmeyen SLP, Debs ve yandaşlarının eylemlerini desteklemek gibi bir kaygı da duymuyordu doğal olarak.
“Örgütsüzlerin örgütlenmesi” hareketi, yeni bir politik örgütlenme yarattı: Sosyal Demokrat Parti. 1897’de kurulan bu partinin üyeleri ile Sosyalist İşçi Partisi’nin üyelerinin 1900’de bir araya gelmesi ile alınan ortak karar gereği 29 Temmuz 1901’de 10 bin üye ile yeni bir parti kuruldu: Birleşik Devletler Sosyalist Partisi. 1912 yılında üye sayısını 100 binin üzerine çıkaracak bu parti üzerinde yükseldiği endüstri temeline dayalı sendikal örgütlenme hareketinin merkezileşmesinde önemli bir rol üstlendi ve Amerikan işçi hareketinde çok önemli bir yeri olan Dünya Endüstri İşçileri’nin (IWW) kurulmasında (1905) etkin rol oynadı.
AFL içinde tek başına belirleyici olan ve 1900’de grevleri gereksiz ilan ederek “büyük sanayicilerle olan… sorunları devrimci değil evrimci çabalarla çözümleyebilmek için, söz sahibi üç büyük kuvveti, yani kapital, işgücü ve kamuoyunu bir araya getirmenin zorunlu olduğunu” savunan Gompers’e cevap niteliğinde olan şu sözler IWW’nin tüzüğünde yer alıyordu:
“İşçi sınıfı ve işveren sınıfının ortak hiçbir yanı yoktur. Milyonlarca işçi açlık ve yoksulluk içerisinde olduğu ve işveren sınıfın oluşturduğu azınlık yaşamın bütün nimetlerinden yararlandığı sürece barış olmayacaktır.”
ABD işçi hareketinin çok hızlı gelişiminin yaşandığı bu yıllara ilişkin Lenin şunları yazıyor:
“Tam anlamda siyasal özgürlüğün egemen olduğu ve proletaryada canlı devrimci ve sosyalist geleneğin ya hiç bulunmadığı ya da yok denecek kadar az olduğu Amerika ve İngiltere’de gerilim ve cepheleşmeyi gösteren belirtiler, tröstlere karşı hareketin güçlenmesi, sosyalizmin olağanüstü bir biçimde gelişmesi, varlıklı sınıfların buna verdiği önemin giderek artması ve kimi kez salt ekonomik amaçlarla kurulan işçi örgütlerinin bağımsız ve planlı proleter siyasal mücadeleye geçmesidir.”

1. EMPERYALİST SAVAŞ
Sosyalist Parti’nin üye sayısının 1912 de 100 binin üzerine çıktığını belirtmiştik. Hillquit önderliğindeki partinin üye sayısı önemli oranda artmıştı ama aynı zamanda parti içi tartışmalar daha da şiddetlenmişti. 2. Enternasyonal partileri için bir turnusol kâğıdı işlevi görecek olan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı yaklaştıkça parti adeta kaynayan bir kazan görünümü aldı. Kautskyci Hillquit’e yönelik Marksistlerin eleştirileri daha da etkili olmaya başladı. Bu parti içi tartışmalar, alınan kararlara da yansıyordu. Savaş karşısında partinin tutumunun ne olacağı üzerine alınan şu iki karar bunu çok net gösterir:
Büyük çoğunluğun desteği ile alınan ilk kararda, “ABD Sosyalist Partisi, askeri iktidar ve sahte yurtseverliğin ayakta tutup beslediği sömürü ve sınıf egemenliği sisteminin kesinlikle karşısındadır. Bu nedenle bütün ülkelerin işçilerini, kendi hükümetlerine savaş konusunda yardımcı olmamaya çağırıyoruz. Ulusal kapitalist güçlerin yaptıkları savaşlar, işçi sınıfının savaşları değildir. İşçilerin silaha sarılmalarını gerektirecek tek savaş, bütün dünya işçi sınıfının ekonomik sömürü ve politik baskıdan kurtulmak için vereceği mücadeledir.” deniliyordu.
Yönetimin ayak oyunlarının bir ürünü olan bir diğer kararda ise şunlar deniliyordu: “Kongre, bu ulusla Almanya arasında savaş hali bulunduğunu açıklamıştır. Bu iki ulus arasındaki savaş, artık bir gerçektir. (…) Faaliyetimizle savaşı önlemeyi başaramadığımız için bugün savaşı bir gerçek olarak kabul etmek ve hükümeti kamuoyunun baskısıyla yapıcı bir programa zorlamak durumundayız.”
Bu günlerde Gompers de sahnedeydi. 1917’de AFL’nin aldığı şu karar onun ağzından çıkmıştı: “Ülkemiz Avrupa’daki çatışmanın içine sürüklendiği takdirde, ABD cumhuriyetini savunmak ve korumak için her alanda ülkemizin hizmetinde olmalıyız. Emek adına, adalet adına, özgürlük ve insanlık adına… İşçi kardeşlerimizi ülke hizmetine çağırıyoruz.”
Hillquit ve Gompers gibilerine rağmen bu yıllardaki sosyalist harekete büyük bir ivme kazandıran savaş karşıtı mücadele, egemenleri savaşı bir ulusal dava olarak göstermek için başlattığı kampanyanın yarattığı şiddet ortamından nasibini aldı. Savaş karşıtı gösteriler polisin saldırısına uğradı, işçiler düzmece delillerle yargılandı. Demirci Tom Mooney ile Warren K. Bilings adlı iki gencin seferberlik töreni sırasında kalabalığa bomba attıkları gerekçesiyle idama mahkûm edilmesi bu dönemi en iyi simgeleyen olay oldu. ABD işçilerinin ve sosyalistlerinin, devrimini gerçekleştiren Rus proletaryası başta olmak üzere uluslararası işçi hareketinin desteği, egemenlerin bu iki genci idam etmesini engelledi.

EKİM DEVRİMİNİN ETKİLERİ
Ekim Devrimi, tüm dünyada devrimci hareket için bir dönüm noktası oldu. Uluslararası sosyalist harekette reformcular ile Marksistler arasında yaşanan ve savaş yıllarında doruğa çıkan tartışmalarda reformcular, 2. Enternasyonal üyesi partilerin büyük çoğunluğunun burjuvazi ile uzlaşmasını sağlamış olsalar da Marksistler, Rus devriminin başarıya ulaşması ile reformculardan bir adım öne geçtiler. Uluslararası sosyalist hareket, Ekim Devrimi karşısında alınan tutum üzerinden yeniden şekillendi.
ABD’de Gompers, Ekim Devrimi’ni şiddetle eleştiriyorken, Debs Rus proletaryasına hitaben yazdığı kutlama mesajında şunları söylüyordu:
“Devrimci zaferinizin en şanlı yanı sosyalizmin temel ilkelerini hiçbir şekilde zedelemeyip baş tacı etmeniz ve her türlü uzlaşmacılığı geri çevirmenizdir. Tarihinde ilk kez işçi sınıfı, ektiğinin hepsini biçecek, bir ara sınıfı iktidara getirerek kendi ezilme ve köleliğini sonsuza dek sürdürmeyecektir… Size söz veriyoruz: İç işlerinize karışan ve planlarınızı engellemeye çalışan hükümetimizi protesto etmekle yetinmeyecek, proletaryamızın tüm ilerci güçlerini sizi desteklemeye çağıracak ve size elimizden gelen her türlü yardımı yapacağız.”
ABD hükümeti, Debs’in sözlerinde ifadesini bulan Amerikan işçi hareketinin sosyalist Rusya’ya olan ilgisi karşısında kaba şiddete ve teröre başvurmaktan başka çıkar yol bulamadı. Savaş yıllarında Alman casuslarına karşı kullanılan yasa, bu kez Sovyet Rusya’yı destekleyenlere uygulandı; sosyalistler, Sovyet Rusya ajanı olmakla yargılandılar 1917–19 yılları arasında 1000 işçinin tutuklanması ve bunların 887’sinin ceza alması işte bu yasaya dayandırılıyordu.
Sosyalist Parti, savaş sonrasında üye sayısını arttırmayı başarmıştı ama parti içindeki muhalefet, Sovyet Rusya’nın desteklenmesi konusunda isteksiz yönetime eleştirilerini artırmıştı. Yukarıda aktardığımız Debs’in sözlerinden de anlaşılacağı gibi sol kanat, Sovyet Rusya’ya her türlü desteği sunmayı bir görev olarak görüyordu. Ama Hillquit, 1917’de İngiliz İşçi Partisi’nin hükümet kurması ile Rus devrimini karşılaştırıyor ve birincisini “köklü bir devrim” olarak selamlarken ikincisini “körü körüne girişilen tarihsel bir macera” olarak nitelendiriyordu. Aynı Hillquit, 1923’de, SSCB’nin kuruluşunu “sosyalist hareketin uğradığı en büyük felaket, en büyük bela” olarak değerlendirecekti.
Hillquit’e karşı gelişen muhalefetin ilk etkin sonucu 1918’de Ulusal Yürütme Kurulu seçimlerinde 15 sandalyenin sol kanadın eline geçmesi ve John Reed’in sağ kanat adayının dört katı oy alması oldu. Bu tablonun gösterdiği iki şey vardı: Birincisi sol kanat partiyi ele geçirmek üzereydi, ikincisi ise savaş yıllarının “vatan kurtarıcı” ve anti-Sovyet Rusya politikaları üyeler üzerinde ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Yönetim sol kanadı partiden ihraç ederek işe başladı. Olağanüstü kongrede ise günah çıkarttı, Komünist Enternasyonale katılmaya hazır olduğunu açıkladı ve insana “dilin kemiği yok” dedirtecek şu kararı aldı:
“Amerikalı örgütlü sosyalistler olarak bizler, yeni kurulan Sovyet iktidarını koruma mücadelesi veren Rusyalı devrimci emekçileri, ülkelerinde işçi sınıfının egemenliğini kurma çabasında olan Almanyalı, Avusturyalı ve Macaristanlı radikal sosyalistleri ve savaş yıllarında hiçbir ödün vermeden uluslararası sosyalizmin ilkelerine bağlı kalan İngiliz, Fransız ve İtalyan sosyalist örgütlerini destekleyeceğimize ant içeriz.”
Bu aldatmacalar işe yaramadı ve Sosyalist Parti giderek küçüldü. 1923’te üye sayısı 11 bine kadar düşmüştü. Bundan sonraki ABD sosyalist hareketinde belirleyici olan örgüt ise Sosyalist Parti’den ihraç edilen ve ayrılanların kurduğu Amerikan Komünist Partisi (AKP) olacaktı.

İKİ KOMÜNİST PARTİSİ
Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve asıl olarak da Ekim Devrimi karşısında Sosyalist Partisi yönetiminin aldığı tutum, sadece Partinin güç kaybetmesine neden olmakla sınırlı kalmadı, aynı zamanda partiyi bölünmenin eşiğine de getirdi. 1919 Eylülü’nde ABD’de iki komünist partinin kurulması işte bu bölünmenin sonucudur.
21 Haziran 1919’da New York’ta ulusal düzeyde bir toplantı düzenleyen Sosyalist Parti’nin sol kanadı, bir komünist partinin kurulması ve Üçüncü Enternasyonal’e katılınması konusunda tam bir görüş birliği içindeydi. Ama komünist partinin kuruluş süreci tartışması iki grubun doğmasına yol açmıştı. Üzerinde anlaşılamayan nokta, Sosyalist Parti’nin olağanüstü kurultayına katılarak delegelerin desteğini sağlamaya çalıştıktan sonra mı, yoksa hemen mi partinin kuruluşunun ilan edileceğiydi. John Reed’in önderliğindeki grup ilkinden, Charles Ruthenberg’i destekleyen grup ise ikincisinden yanaydı.
John Reed ve yoldaşları 30 Ağustos 1919’da Sosyalist Parti’nin olağanüstü kurultayının yapıldığı salona girdiklerinde yönetimin kendilerini ihraç ettiğini gördüler. Salondan polis zoruyla çıkarılan John Reed ve yoldaşları bir gün sonra ABD Komünist Partisi’ni kurdular. Ch. Ruthenberg ve yoldaşları ise 1 Eylül 1919’da ikinci ABD Komünist Partisi’ni kurdular. Daha çok İngilizce konuşan Amerikalılar arasında etkin olan John Reed’in önderliğindeki komünist parti ile İngiliz olmayan göçmenler arasında etkin olan Ch. Ruthenberg’in komünist partisinin programları arasında hemen hemen hiç fark yoktu.
İki ayrı komünist partisinin faaliyeti 1921 yılına dek sürdü. Ama bu iki yıla yakın sürede ABD işçi hareketi, tarihinde görülmedik çapta bir eylemlilik süresine girmiş ve parçalı bir komünist hareketin varlığı, işçi hareketinin bu eylemlilik süresinde etkili bir rol oynamasının önünde önemli bir engel oluşturmuştu, işçi hareketi içindeki ilk kıvılcım, daha sonraki yıllarda adından bolca söz ettirecek olan işçi önderi William Z. Foster’in örgütlediği çelik işkolunda çakıldı. 500 binden fazla işçinin çalıştığı bu işkolunda eyleme başlayan yüz-binlerce işçinin en önemli talebi, endüstri temelinde örgütlenme hakkıydı. Çelik işkolunu, mücadeleci geçmişleri ile ABD işçi hareketi içinde ayrıcalıklı bir yeri olan Rocky Mountains Bakır Madeni işçilerinin başlattığı eylemler izledi. 500 binin üzerinde madencinin eylemi işverenler arasında büyük bir paniğe neden oldu ve grevler, hükümet tarafından yasadışı ilan edilerek genel greve doğru yol alan gelişmelerin önü kesilmeye çalışıldı.
Aynı günlerde Seattle’da tersane işçilerinin yaptığı eylemler, gemicilerin ve liman işçilerinin grevleri ile genişledi, işverenlerin çalışma süresini uzatma ve ücretleri düşürme saldırısı karşısında New York’la liman işçileri ve Lawrence’li tekstil işçilerinin grevi ilk cevap niteliğindeydi.
Bu yaygın eylemlerin hemen hemen hiçbir kazanımının olmamasının bir nedeni komünist hareketin bölünmüşlüğü idiyse, ötekisi de işçi sınıfının bu eylemlerine bakıştaki yanlışlıktı. Sosyalist Parti’nin işçi sınıfının bu eylemlerini “ekonomik mücadele” olarak görmesi ve desteklememesi ile Amerikan İşçi Federasyonu’nun ihaneti alışıldık bir durumdu. Alışıldık olmayan ise her iki komünist partinin de Amerikan İş Federasyonu ve diğer reformist sendikalar içinde çalışmayı reddetmeleri, işçi hareketiyle bağ kurmanın en önemli aracını kullanamamalarıydı. Bu çarpıklığı en hızlı gideren ve bu yönüyle Lenin’in 1920’de kaleme aldığı “Sol Komünizm; Bir çocukluk Hastalığı” adlı eserinde ortaya koyduğu fikirleri en çabuk pratiğe geçiren, ABD Komünist Partisi oldu diyebiliriz.
İllegal olarak faaliyet gösteren her iki komünist partisi de ilk andan itibaren devletin yoğun baskısı ile karşı karşıya kalmışlardı. “Palmer Baskınları” olarak anılan ve bizzat Adalet Bakanı Mitchell Palmer tarafından yönetilen bu baskınların bilânçosu, bakanın açıklamalarına göre şöyleydi: Temmuz 1919 ile Ocak 1921 tarihleri arasında “yabancı uyruklu anarşistler” hakkında toplan 6328 tutuklama kararı çıkarılmıştı. Bunların 4138’i tutuklanmış, tutuklananların 1119’u sürgüne gönderilmiş, 505’i de sınır dışı edilmişti.

KOMÜNİST PARTİLERİN BİRLEŞMESİ VE SOVYETLER’E YARDIM KAMPANYASI
“Palmer Baskınları” sonucunda tutuklanan ve 10 yıl hapse mahkûm edilen Ch. Ruthenberg, hâlâ cezaevindeyken iki komünist partinin birleşmesi üzerine tartışmalar, 1921 Mayısı’nda ABD Komünist Partisi’nin kurulması ile sonuçlandı. Ch. Ruthenberg’in yürütme kurulu sekreteri olduğu parti, öncelikli hedef olarak dağınık yasadışı örgütleri bir çatı altında toplamak ve Amerikan işçileriyle geniş halk yığınları arasında birlik ve dayanışma sağlamanın aracı olarak yasal bir partinin kurulmasını koymuştu. Aralık 1921’de başkanlığını William Z. Foster’in yaptığı İşçi Partisi kuruldu.
Bu yıllarda Komünist Parti’nin önderliğinde örgütlenen Sovyetler Birliği’ne yardım kampanyalarından özellikle söz etmek gerekiyor. Lenin’in 2 Ağustos 1921 tarihli “Uluslararası Proletaryaya Çağrı”sı üzerine örgütlenen kampanyaya katılım beklenenin çok üzerinde gerçekleşti. Kampanyaya işçi ve emekçilerin yanı sıra çeşitli demokratik kuruluşlar, insani amaçlar doğrultusunda faaliyet gösteren örgütler ve hatta kiliseler de katılmıştı. 1921 yılında kurulan Sovyet Rusya Dostları Derneği’nin şube sayısı altı ay gibi kısa bir zamanda 120’ye ulaştı. Toplanan yardım da küçümsenemezdi. Sadece Ekim 1921’de 93.500 dolar toplanmıştı. Kampanya salt bağış toplamakla sınırlı tutulmadı, Sovyet Rusya hükümetinin tanınması üzerinde yoğunlaştırılarak sürdürüldü. ABD yönetiminin Sovyet Rusya’yı çağın öcüsü gibi gösterme amacı karşısında bu kampanyanın kazanımı hiç de küçümsenemezdi.
1922 yılı Ağustosu’nda, İşçi Partisi ile Komünist Parti’nin birleşmesi gündemi ile gerçekleştirilen toplantı, 57 kişinin tutuklanmasına neden oldu. Ama bu kayıplara rağmen 1923 Nisanı’nda illegal Komünist Partisi ile legal İşçi Partisi birleşti ve önce İşçi Partisi, daha sonra da ABD Komünist Partisi adıyla legal olarak faaliyetini sürdürdü.

KOMÜNİST PARTİSİNİ YOZLAŞTIRMA GİRİŞİMLERİ VE BROWDERİZM
1920’li yılların sonlarında ABD Komünist Partisi, ideolojik sapmalar yüzünden, savaş yıllarının yarattığı ekonomik durgunlukla boğuşan ABD emperyalizminin saldırıları karşısında sessiz kalmasıyla dikkat çeker.     1927’de toplanan V. Kurultay’da partinin yeni yönetimi seçilmişti. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi üyesi ve ABD Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Ch. Ruthenberg’in 2 Mart 1927’de ölümü nedeniyle V. Kurultay, aynı zamanda partinin yeni liderinin de seçileceği kurultay olma özelliği taşıyordu. Kurultayda genel sekreterliğe Jay Lovestone seçildi ve parti tabanı, iki yıl boyunca Lovestone’in reformist görüşleri karşısında şaşkınlık yaşadı. Lovestone, Amerika’da kapitalizmin genel gelişme yasalarının geçerli olmadığını ileri sürüyor ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin anlamsız olduğunu vaaz ediyordu. Lavestone, “ABD emperyalizminin ayrıcalığı” üzerine oturttuğu görüşlerini “Refah Dönemi Programı” ile Komünist Partiye dayatmıştı. 1929 Bunalımı’ndan önce toplanan VI. Kurultay’ı görüşlerinin propagandası için önemli bir platform olarak gören Lavestone, tam bir yıkıma uğradı, grubuyla birlikte partiden ihraç edildi.
1929 büyük ekonomik bunalımı, ABD Komünist Partisi’nin çalışmalarını hızlandırmasını gerektiriyordu. Açlık, sefalet ve işsizlik (resmi rakamlarda 13 milyon) ABD ekonomisinin yıkıntılarının boyutunu gösteriyordu. Bu dönemde, Komünist Partisi önderliğinde kurulan İşsizler Komitesi’nin genel sekreteri Carl Winter’in yazdığı şu satırlar anlamlıdır:
“Washingtonlu bankerler, sanayiciler ve onların temsilcilerinin ABD’de bir komünist düzen korkuları, hiçbir zaman 1929’un son ayları ile 1930’lu yılların başlarındaki kadar büyük olmamıştı. Egemen sınıfların o eşsiz refahın hiçbir zaman sonunun gelmeyeceği şeklinde verdikleri sözlerin boş olduğu artık kesinkes ortaya çıkmıştı… İşsizlik, sefalet ve açlık, refah günlerinde de sürekli olarak ABD kapitalizmine eşlik etmişlerdi. Ne var ki, egemen sınıfı tedirgin eden şey artık ekonomik yapıyı sarsan depremden çok giderek kabaran protesto ve mücadele dalgaları ile yıllar yılı ezdirdikleri kurbanların girdikleri dirençti.”
Böylesi bir dönemde Komünist Parti, pek çok direniş ve eylem örgütlemesine rağmen, Amerikan İşçi Federasyonu’nun sınıf uzlaşmacı tavrı ile işçi hareketinde yarattığı tahribat; Roosevelt’in “New Deal” politikaları ile işverenlere sağladığı manevra olanakları; ama bunlardan da önemlisi partinin sonunu getirecek olan Browderizm nedeniyle politik başarısızlığa mahkûm oldu.
Lavestone revizyonizminin kesin olarak mahkûm edilmesinden sadece 6 yıl sonra, 1936’da partinin liderliğini ele geçiren Browder, ilk iş olarak partide birlik sağlamak adına partinin kılcal damarları olarak nitelenebilecek demokratik kuruluşlar ve çeşitli dilde yayın yapan gazeteleri tek bir çatı altında toplamaya girişti. Kendisine yönelen her türlü eleştiriyi etkisizleştiren ve kısa sürede partide tek adam haline gelen Browder; X. Kongre’de doğrudan parti tüzüğüne yöneldi. Burjuva demokrasisine özgü uzlaşmacılığı şu sözlerle parti tüzüğüne soktu: “Komünist Partisi; Washington, Jefferson, Paine, Jackson ve Lincoln’un geleneklerini günümüzün değişik koşullarına göre yorumlayarak sürdürür.”
Foster’in tabiriyle “zehirli yılan” olan Browder, revizyonist görüşlerini yaymayı sürdürdü. Ona göre, ABD’nin bugünkü yönetiminin Latin Amerika ülkeleri ile olan ilişkisi, “iyi komşuluk ilişkisi”ymiş ve bu da ABD’nin “emperyalist özelliklerini yitirdiğini” gösteriyormuş vb…
Browder, 1940 yılında pasaport yasasına muhalefetten cezaevine girmeden önce toplanan olağanüstü kurultayda, Komünist Parti’nin Komünist Enternasyonal ile bağlarını koparmasını sağladı. “Browderizm”in asıl olarak ortaya çıkışı, Browder’in daha cezası bitmeden Roosevelt’in emriyle cezaevinden çıkarılmasından sonraya rastlıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın tam anlamıyla bir dünya savaşına dönüştüğü 1941’de Browder, en çok “Ulusal Birlik” söylemini kullanmaya başlamıştı. Ona göre ulusal birlik, “tam anlamda zafere ulaşabilmek için -büyük kapitalistler de dâhil olmak üzere- tüm ulusun birleşmesi” demekti.
Browder, 1943’de Tahran’da gerçekleştirilen üç büyüklerin konferansını “kapitalizm ile sosyalizmin uzlaşması” olara selamladı ve Tahran Konferansı’nın “ulusal birlik” için kapitalistler ile işçi sınıfının uzlaşmasının mümkün ve gerekli olduğunu ispatladığını iddia etti. Böylesi bir uzlaşma için “özveri” çağrısı yapıyordu Browder. Ama “özveride eşitlik” çağrısının yanlış olduğunu da belirtiyordu. Çünkü kapitalistler doğaları gereği özveride bulunmazlardı ve bu yüzden özveride bulunması gereken işçi ve emekçilerdi.
“Sınıf ya da politik grupların artık bir öneminin kalmamış” olduğunu iddia eden Browder, 1945’te hızını alamayarak Lenin’e de saldırdı. “Lenin’in Öğretisini Bilmek” başlıklı makalesinde Browder, önce Lenin’in “eskimiş” olduğunu “ispatlıyor” ve daha sonra da “bugün komünistlere düşen görev”in egemen sınıfı “bir sosyalist devrim korkusundan kurtarmak” olduğunu iddia ediyordu. Browder’in diğer ucube görüşleri özetle şöyleydi: Sosyalizmi getiren nedenlere sadece bir büyük felaket, yanlış politika, yanılgılar, basiretsizlik, açgözlülük ve yönetenlerin beceriksizliğidir. Bu nedenle devrimi önlemek için atılacak ilk adım egemen sınıfın yanlış politikalarının ve tüm yanılgılarının giderilebileceğini halka göstermektir. Sınıf mücadelesi parolasına sıkı sıkıya bağlı kaldıkları için asıl gericiler komünistlerdir. Zenciler Amerikan ulusuyla tam bir bütünleşmeyi kabul etseler, mevcut düzende tam bir eşitliğe ulaşabilirler vs…
Browder’in bu görüşlerinin doğal sonucu olarak 20 Mayıs 1945’te toplanan kurultayda, partinin feshedildiği açıklandı. Browder, tüm sorunların çözümü için bir derneği yeterli görüyordu ve bu amaçla Siyasi Komünist Derneği kuruldu. Partinin tüm birimleri kısa sürede dağıtıldı ve 25 yıllık birikim talan edildi. Browder revizyonizminin yarattığı tahribat, henüz cephede olan 20 binden fazla komünistin dönmesinden sonra giderilmeye çalışılacaktı. Ama bundan önce, Fransız komünist Jargues Duclos’un 1945 Nisanı’nda Fransa’da yayınlanan makalesi Browderizme ilk darbeyi indirdi. “Daily-Worker”ın 27 Mayıs 1945 tarihli baskısında yayınlanarak Amerikalı okurlara da ulaşan bu makalesinde Duclos, “Browder ve gözü dönmüş yandaşlarının Marksizm’den verdikleri revizyonist ödünlere tanık oluyoruz. Bu revizyonizmin özünde, ABD’de sınıflar arasında uzun süreli bir uzlaşma ve barış, savaş sonrası yıllarda sınıf mücadelesini köreltme ve emekle sermaye arasında uyumlu bir ortam yaratma düşüncesi yatmaktadır,” diyordu. Ve devamla Tahran Deklarasyonu’nun çarpıtılarak sınıfsal bir uzlaşma platformu gibi gösterilmeye çalışılmasını, Komünist Partisi’nin feshedilmesini sert bir dille eleştirerek mevcut durumun “güçlü bir komünist partisinin varlığını gerektirdiğini” belirtiyordu.
Browderizmin partide egemen hale gelmesinin nedenlerini, Parti kadrolarındaki Marksist-Leninist eğitim yetersizliğine ve özellikle de “anti-faşist birlik” paravanası altında partinin sanayi işçileri arasındaki yerinin sağlamlığının yitirilmesi ile açıklayan William Z. Foster, Duclos’un makalesinin etkisinin nasıl olduğunu şöyle açıklıyordu:
“Ülkemizde ve yurtdışında cereyan eden olaylar, hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde, Browder revizyonizminin saçma sapan yanlarını günden güne daha açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Duclos’un mücadelesi olmasaydı, Amerikan komünistleri partiyi bu siyasi fitnecilikten herhalde kurtarırlardı. Ancak bu güç bir kurtarış olurdu ve büyük bir olasılıkla parti içinde ciddi bölünmeleri de beraberinde getirirdi… Duclos’un makalesi, Browder revizyonizminin yenilgiye uğratılmasını büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.”
1945 Haziranı’nda toplanan olağanüstü kongrede ABD Komünist Partisi yeniden kuruldu ve Browder, Marksist-Leninist çizgiye karşıt düşüncelerinden dolayı partiden ihraç edildi. William Z. Foster, Eugene Dennis, Robert Thompson ve John Williamson’dan oluşan yeni yönetim Komünist Partisi’ni yeniden örgütlediler.
Browder’i, “Amerikan emperyalizminin komünist partilere ve devrimci hareketlere zorla kabul ettirmeye çalışacağı ideolojik ve siyasal teslimiyetçi çizginin ilk tellalı” olarak adlandıran Enver Hoca, “Avrupa Komünizmi Anti-komünizmdir” adlı eserinde Browderizmi ayrıntılı olarak inceler ve eleştirir. Browderizm ile ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okuyucuların bu eseri incelemelerini salık verdikten sonra yazımızı da Enver Hoca’nın sözleriyle noktalayalım:
“1945 yılı Haziran’ında 13. Kongre’de parti yeniden kurulmasına ve Browder’in oportünist çizgisi biçimsel olarak reddedilmesine rağmen, ABD Komünist Partisi’nde onun etkisi hiçbir zaman yok olmadı. Daha sonra ise özellikle 1956’dan sonra Browder’in düşünceleri yeniden canlandı ve John Hayes, ‘Değişiklik Zamanı Geldi’ başlıklı makalesinde, Browdercilik ruhuyla ABD Komünist Partisi’nin bir kez daha kültür ve propaganda derneğine dönüştürülmesini istedi. Gerçekte günümüzde ABD Komünist Partisi bir kültür ve propaganda derneğidir; Kruşçevci revizyonizmle iç içe geçmiş olan Browderci revizyonizmin egemen olduğu bir örgüttür.”

Aralık 2000

EK:
McCarthy dönemi ve ABD işçi hareketi
Dünyayı bir yangın yerine çeviren sermayenin “şımarık çocuğu” Hitler’in Nisan 1945’te ölümü ile 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının sonucu belli olmuştu. Yenilgiyi “onursuzluk” sayan Japonlar,  intihar saldırılarıyla da olsa savaşı sürdürüyor ama bir yandan da el altından “barış görüşmeleri”ne başlanması için müttefik kuvvetlere çağrıda bulunuyorlardı.
ABD yönetimi bunu bilmesine rağmen Japonya’ya karşı atom bombası kullanarak dünyayı Hitler faşizminin katliamlarından kurtaran SSCB4ye karşı, “sermayeyi komünizm tehlikesinden kurtaracak ülke” olduğunu açıklıyor ve bu yönüyle emperyalizmin jandarmalığına soyunarak yeni bir dönem başlatmış oluyordu. Bu yeni dönemin en karakteristik özelliği SSCB ve Doğu Avrupa’da kurulan halk demokrasili { ülkelerin kuşatılması ve sosyalizmin prestij kazanmasının önüne geçmek için kapitalist-emperyalist ülkelerin ABD önderliğinde ittifak oluşturmasıdır. Amerikalı gazeteci-yazar Walter Lippman’ın kitabının adı ile yaygınlaşan “Soğuk Savaş” kavramı, bu dönemi ifade etmek için kullanıldı ve hâlâ kullanılıyor. “Soğuk Savaş”ın ne anlama geldiği şöyle açıklanıyor: “Her iki blokun doğrudan doğruya, yani ‘sıcak’ bir savaşa girmemekle birlikte, global hakimiyet ve askeri üstünlük için sürüncemen bir mücadele içinde olmasıdır.”
Bu tanımlama 1945 sonrası için geçerli değildir. En azından “dünya hâkimiyeti” için mücadele içinde olan iki blok yoktur, sosyalist bloğu ablukaya almak ve yok etmek isteyen kapitalist blok vardır. Savaşın o en hareketli günlerinde, 24 Temmuz f 1941’de Truman, New York Times gazetesine şu demeci veriyordu. “Almanlar yeniliyorsa Rusya ‘ya, yok eğer Ruslar yeniliyorsa Almanya ‘ya yardım etmeliyiz; böylece onları birbirine mümkün olduğunca çok kırdırmış oluruz.” Atom bombasının başarılı denemesi üzerine, savaş sonrası emperyalist bloğun çığırtkanı Churchill, “… işlerin gidişinde şimdi yeni bir etken var. Karşı konulmaz bir güce malikiz şimdi… Geleceğe bakışımız tümüyle değişmiştir.” diyordu. Emperyalistler atom bombasını sosyalist ülkelere ve halklara karşı bir tehdit unsuru olarak görüyor ve “geleceğe bakışımız tümüyle değişmiştir” derken sırtını atom bombasına dayıyordu. “Soğuk Savaş” emperyalist-kapitalist bloğun sosyalizme saldırısı olarak başladı ve Truman’ın ” Ruslar yalnızca bir tek dilden anlarlar; ‘kaç tümenin var?'” sözlerinde yeterince dışa vuran silahlanma yarışının tırmandırılmasına ve insanları eli kulağında bir savaş tehlikesi içinde yaşatma amacına hizmet etti.
“Soğuk Savaş” dış politikada “Truman Doktrini” ve “Marshall Planı” ile şekillenirken ülke içinde devrimci-demokrat, ilerici aydın, bilim adamı ve sanatçılara, emekçilere karşı başlatılan tehdit, saldırı, katletme, hapsetme, işsiz bırakma vb. yöntemlerle yaratılan terör havasında kendini gösterdi. Mc Carthy Dönemi olarak adlandırılacak bu dönemde ABD yönetiminin saldırılarına ilişkin anlatılanlar genellikle popüler kişilere yönelik sorgu, gözaltı ve tutuklamaları içermekte; saldırıların hedefinde olan komünist parti ve sendikaların nasıl etkilendiğine pek değinilme ihtiyacı duyulmamaktadır.
Bu çerçeve yazısında McCarthy döneminin bu yönünü ele alacağız. Öncelikle uluslararası sendikal harekette ve bunun bir parçası olarak ABD’deki sendikal harekette yaşananları ele alalım.
Savaşın son yıllarında uluslararası sendikal hareket sömürge ve yarı sömürge ülkeler de dâhil tüm dünyada önemli bir ivme kazandı. Örneğin ABD’de 1940 yılında 10 milyon olan sendikalı işçi sayısı 1948’de 16 milyona ulaşmıştı. Sendikal hareketteki gelişme uluslararası bir sendikal örgütün kurulması yolundaki çabaların hayat bulmasına da uygun bir ortam sağlıyordu. Daha savaş bitmeden Sovyet sendikalarının ve İngiltere sendika Konseyi’nin (TUC) girişimleri ile Londra, Paris, Washington ve San Fransisco’da bu amaçlı toplantılar gerçekleştirilmişti.
25 Eylül 1945 günü 56 ülkeden 67 milyon işçiyi temsil eden 346 delegenin Paris’te bir araya gelmesi, savaş yıllarında sürdürülen uluslararası sendikal örgütleme çalışmalarının bir sonucuydu. DSK, daha kuruluşundan itibaren emperyalist tekellerin saldırısı ile karşılaştı. Bunun bir nedeni olarak, DSK’nın tüzüğünde faşizmin hızlı ve tam olarak kökünü kazıma mücadelesinin başlıca hedef olarak ele alınması, kongrede sömürge halkların ulusal kurtuluş mücadelesine destek sunulmasının tartışılması gösterilebilir.
İşte bu nedenle DSK emperyalistlerin yoğun saldırısı ile 1949’da bölündü. Bu konfederasyonun bölünmesinde, kuruluşunda aktif rol oynayan İngiliz TUC ve ABD Sanayi Örgütleri Kongresi (COI) başrol oynayacak ve ortaya emperyalizmin maşası “Uluslararası Hür Sendikaları Konfederasyonu” (ICFTU) çıkacaktır.
Truman, kendi adıyla anılan programı 16 Mart 1947’de açıkladı. 26 Haziran’da ise “Ulusal Güvenlik Yasası” kabul edildi ve bu yasanın öngördüğü Milli Güvenlik Kurulu kuruldu. Yine aynı günlerde “bağlılık yemini” kararnamesi çıkarıldı. Bu kararnameye göre, “totaliter olarak nitelenen herhangi bir kuruluş, dernek, hareket, grup ya da kişiler topluluğuna üye olan, bağlı olan ya da sempatisi olanların” görevine son verilecekti. Bu kararnameye bağlı olarak Devlet Görevlilerinin Bağlılıklarını Soruşturma Komisyonu oluşturuldu.
Bu dönemde sendikalı işçi sayısı arttığı gibi greve çıkan işçi sayısı da önemli bir artış göstermişti. 1946 yılında greve çıkan işçi sayısı 4,6 milyona ulaşmıştı; bu sayı ABD tarihinde bir rekordu. Ne var ki, yine bu dönemde hükümet, yasal yollardan grevleri erteleme çabasına asker-polis güçleri ile saldırarak grevleri engelleme çabasını ekledi. 1946’da 408 bin maden işçisinin grevi polis ve asker saldırısı ile kanlı bir şekilde bastırıldı, aynı günlerde, Truman grev hazırlığında olan demiryolu işçilerinin greve çıkmaları halinde ordu birlikleri ile müdahale edileceğini açıkladı. Sendikal örgütlenme hakkını çeşitli biçimlerde engelleyen yaklaşık 200 yasa çıkarıldı.
ABD emperyalizminin politikaları doğrultusunda Dünya Sendikaları Konfederasyonu içinde “Truva Atı”  rolünü üstlenen CIO, kendi içindeki devrimci muhalefeti bastırmak için gangster yöntemlerine başvuruyordu.
Savaş sonrası yaşanan bu saldırılar, ABD emperyalizminin “uluslararası komünizm”e açtığı savaşın içerdeki yansıması olarak ele alınabilir. Ama bu eksik kalır. Savaş boyunca gelişen ekonomisi ile ABD, dünya jandarmalığına soyunmuştu ama daha 1946’da cepheden gelen askerlerin de işsizler ordusuna katılmasıyla artan işsizlik, grevler, pazar sorunları 1948-49’da yeni bir ekonomik krize yol açtı. 1928 krizinden sonra uygulanmaya koyulan “planlı kapitalizmin bir daha bunalımla karşılaşmayacağı söyleminin bir aldatmaca olduğu açığa çıkmıştı. Amerika Komünist Partisi önderliğinde örgütlenen dönemin grevleri hızla yayılıyordu. 1946–48 yılları arasında gerçekleşen grevlere toplam 8.730.000 işçi katılmış ve 148,7 milyon işgünü kaybedilmişti.
Bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi grevler ABD emperyalizmi için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. 23 Haziran 1947’de kabul edilen Taft-Hartley Yasası’nın amacı işte bu grevleri ve sendikal örgütlenmeyi hedef alıyordu. Bu yasaya göre bütün sendika yöneticileri, Komünist Parti ile hiçbir ilişkilerinin bulunmadığına dair bildirimde bulunmak zorundaydılar. Bu maddeye aykırı hareket edenlere 10 yıla kadar hapis cezası ön görülüyordu. İşçi sınıfının önemli kazanımlarından biri olan fabrikaya sadece sendikalı işçinin alınması uygulaması ve dayanışma grevleri yasaklandı. Yine bu yasaya göre, başkana “ülkenin güvenliği ve ulusal çıkarları tehdit” gerekçesiyle grevleri 80 gün erteleme hakkı verildi.
Hükümetin bu saldırı politikası ClO’nun gerici yönetimini harekete geçirdi. 31 Ekim 1949’da yönetim “Komünist kontrol altında” bulunan her örgütü ihraç etmeye yönelik bir tüzük değişikliği yaptı. Bu değişiklikle 11 sendika feshedildi ve paralel sendikalar kuruldu. Birleşik Elektrik İşçileri Sendikası’nın feshedilerek yerine gerici yönetim altında Elektrik İşçileri Sendikası kurulması bu tüzük değişikliği ile oldu. Birleşik Elektrik İşçileri Sendikası ilerici bir sendika iken Elektrik işçileri Sendikası Başkanı James Carey 19 Ocak 1950’de şu sözleri ile gericiliğini gösteriyordu. “Son savaşta komünistlerle birlik olup faşistleri yendik, bir dahaki savaşta faşistlerle birlik olup komünistleri yeneceğiz.” Hükümet, basın, muhalefet ve bizzat emperyalist tekeller aracılığı ile 1945’ten sonra ABD’de komünizm histerisi yaratılmıştı.
Savaşın bitmesinden kısa bir süre önce ölen Roosevelt’in yerine geçen başkan yardımcısı Truman, Cumhuriyetçilerin Demokrat Parti’nin ve onların elinde bulunan hükümetin komünistler tarafından içerden ele geçirilmiş olduğu iddialarına yanıt vermekle işe başladı. Truman da komünizm hayaletinin Avrupa’dan sonra Amerika üzerinde de dolaşmaya başladığını düşünüyordu. Yukarıda da kısaca değindiğimiz bağlılık yemini kararnamesinin denetlenmesi için kurulan “Devlet Görevlilerinin Bağlılıklarını Soruşturma Komisyonu” 3 milyon sivil ve 3 milyon askeri görevlinin totaliter örgüt, kuruluş ve düşünceler ile ilişkisini incelemeye, Federal Soruşturma Bürosu (FBI) ise bu altı milyon devlet görevlisinin ailesini izlemeye koyuldu. Ortaya tam bir dehşet görüntüsü çıkmıştı. Her adamı izlemek üzere koşuşturan FBI ajanlarının yarattığı dehşet, muhbirlerin de önemli bir parçası olduğu bu dehşet ortamında sadece 212 kişi görevden uzaklaştırılmıştı. Ama asıl başarı 2000 kişinin istifa etmesinde gizliydi.
Dönemin en popüler komitesi ise “Amerikan Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi” idi. Komite, Hollywood gibi halkın ilgisinin en fazla olduğu bir sektörde komünist avına çıkmıştı. Televizyondan canlı olarak yayınlanan soruşturmalarda komite, komünizmin ne kadar yaygınlaştığının ve kendilerinin bunu zamanında fark edip müdahale ederek ne kadar büyük iş başardıklarının propagandasını yapıyordu. Her biri diğerinden daha gerici olan Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti’nin de birbirlerini “komünistlikle” suçlayabileceği ve SSCB’nin de atom bombası yapması ile “komünistlerin başarısı bizim başarısızlığımızda” zihniyetinin garip dehşet verici uygulamalara neden olacağı 1950’li yıllar tam bir “cadı avı”na dönüşmüştü. Bu ortamda kabul edilen McCarren Yasası (İç Güvenlik Yasası) çok geniş bir uygulama alanı bulması bakımından kapsamlı bir saldırı yasasıydı ve bu ortamda tam da gericilerin istediği yasaydı. Bu yasaya göre Komünist Partisi “komplo örgütü”, “SSCB’nin ajanı”ydı. Bu parti ve bunun cephe örgütü olan örgütlenmelere ve üyelere polise bildirimde bulunma zorunluluğu getirilmişti. Kore savaşının başladığı yılda bu yasa, Komünist Parti önderlerinin ve kadrolarının yargılanması için kullanıldı, 11’i parti yöneticisi olmak üzere toplum 150 kişi 2 ila 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca bu yasa, başsavcının 240, Amerikan Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi’nin 508 örgüt için soruşturma ve inceleme başlatmasına neden oldu.
İşten atılmalar öylesine kolaylaştırılmıştı ki Stockholm Çağrısı için imza toplamak bile işten atılma gerekçesi olabiliyordu. Bu terör ortamında insanlar her türlü örgütleme ve çağrının “yıkıcı propaganda ve örgüt” olabileceğini düşünür hale gelmişlerdi. Bir gazetecinin Madison kentinde yaptığı şu deney bu yönüyle çok anlamlıdır. ABD anayasasının “insan hakları” bölümü bir kâğıda yazılarak imzaya açılır, imzalaması önerilen 112 kişiden yalnızca 1 kişi metni imzalar.
McCarthy Dönemi, “komünizm isterisi” ve “cadı avı” dönemidir. Bu dönemin ideolojik söylemi “SSCB, totaliter bir yönetimle, ABD ise, demokrasi ile yönetilmektedir; SSCB hiçbir şey yapamaz, ancak ABD yönetiminin zaaflarından yararlanır; komünistler güçsüzdürler, ancak ABD’nin dikkatsizliği ve ciddiyetsizliği onları güçlü gösterir” vb…
ABD’nin atom silahına özel biri rol yüklemiş olduğunu belirtmiştik. 1949’da SSCB’nin ilk atom bombası denemesini gerçekleştirmesi ABD’de şok etkisi yaptı. ABD yönetimi hemen SSCB’nin bu bombayı yapamayacağını, bunun ancak Amerikalıların ihaneti ile gerçekleştirilebileceği söylemine sarıldı. Bu dönemin en trajik olaylarından biri olan Jullius ve Ethen Rosenberg’lerin idamı işte bu söylemi haklı çıkarmak içindi. Hiçbir delil olmamasına rağmen SSCB’ye atom bombasına ait sırları satan kişiler oldukları iddiasıyla idam edildiler.
Eline geçirdiği her fırsatta ne kadar demokrat, ilerci çağdaş özürlükçü olduğunun propagandasını yapan ve Yeni Dünya Düzeni ile yıkılmazlığını, ebediliğini ilan eden emperyalist sistemin jandarması ABD’de 1945–55 yılları arasında yaşanan ve sonraki yıllara da damgasını vuran baskı, şiddet ve katletme politikaları tek bir gerçeğe işaret ediyor. Emperyalizm yıkılmaya mahkûm olduğunu biliyor ve bu yüzden kendine yönelik her türlü örgütlenmeye azgınca saldırmak zorunda.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑