DÜŞÜNME VE ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ AÇISINDAN TCK ÖNTASARISI…

Orta öğrenim yıllarında gazeteciliğe ve gazete çıkarmaya başlayan Veli Yılmaz 71 direnişinde yer alması nedeniyle İstanbul THKO davasında yargılandı. Halkın Kurtuluşu gazetesi sorumlu yazı işleri müdürlüğü yapan Yılmaz 80 Kasım’ında tutuklandı. TDKP Davasında yargılandı. Basın özgürlüğü denen ucubenin bir göstergesi olarak Türkiye ceza rekorunu elinde bulunduruyor: TCK’nin 142. maddesini 75 kez ihlalden 588 yıl 9 ay, 159. maddesini 141 kez ihlalden 147 yıl, 311 ve 312. maddelerini 25 kez ihlalden 12 yıl 9 ay olmak üzere hükmedildiği toplam 748 yıl 6 ay cezası Askeri Yargıtay 1. Dairesince onaylanarak kesinleşti. Daha birçok davası sürüyor.

İnsan hakları, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü siyasal demokrasinin en temel bileşenleri arasında yer alıyor.
Siyasal demokrasi istemi, aşağı yukarı bir yüzyıldan bu yana, Türkiye siyasal gündeminin birinci sırasını işgal ediyor, insan haklarının, basın özgürlüğünün, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün gerçekleştirilmesine yönelik istemler, bugün, ulusal planda, yüzyıllık bir siyasal birikimin üzerine oturuyor.
TCK’nin yeniden düzenlenmesi amacıyla hazırlanan ve geçtiğimiz haftalarda Adalet Bakanlığına sunulduğu açıklanan yeni Öntasarı, hem bir bütün olarak, hem de belirli maddeleriyle, Anayasa hükümlerinin ve bunların üzerine oturduğu siyasal mekanizmaların özellikleri ile birlikte, önümüzdeki dönemde de, ülkemizin siyasal gündemini belirleyen etkenlerin ilk sıralarında yer alacağa benziyor. Yeni Öntasarının içeriğine bakıldığında, düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik istemlerin, siyasal demokrasi istemlerinin tartışılmasının, önümüzdeki dönemde daha geniş bir zemine yayılacağı söylenebilir.
Yeni Ön-tasarıda, kamuoyunda üzerinde en çok durulan maddelerle ilgili nasıl bir düzenleme yapıldığını. Komisyon Başkanının açıklamasından öğreniyoruz. Yeni Ön-tasarıda, TCK’nin 141 ve 142. maddeleri kapsamına giren suçların, ‘tahminen’ yarı yarıya düşürülmesi öngörülüyor. Ek olarak da Komisyon, 141 ve 142. maddelere karşı yaygınlaşan tarihi ve güncel siyasal antipatiyi yumuşatmak amacıyla olsa gerek, 141 ve 142 rakamlarını 325 ve 326 rakamları ile değiştiriyor. 141 ve 142 rakamlarının öngördüğü ceza miktarları yarı yarıya indirilerek siyasal yasaklar, propaganda yasakları yeni TCK Ön-taslağının 325 ve 326. maddelerine taşınıyor.
Öngörülen ‘İndirim’in Temel Mantığı
Komisyon Başkanı, kendi içinde bir uyum ve denge sağlanması amacıyla, yeni Öntaslakta, 141 ve 142. maddelerde öngörülen suç niceliklerinin yarı yarıya indirildiğini açıklıyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu indirim, ulusal ve uluslararası kamuoyundaki birikimi ve potansiyeli belli bir düzeye indirme ve yumuşatma çabasının ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu yolla, siyasal iktidar, mevcut siyasal mekanizma ile ‘liberal demokrat’ çevrelerin istemleri arasında bir denge sağlamaya çalışıyor, öyle anlaşılıyor. Ceza miktarlarının yarı yarıya indirilmesi ile tepkilerin ve kamuoyundaki birikimin de yarı yarıya yumuşatılabileceğinin hesapları yapılıyor. ‘Ceza indirimi’ gibi ibarelerin erkenden açıklanması yoluyla, yeni Öntaslak, kamuoyunda sempati toplamaya çalışıyor. Böyle bir çabanın, belli ölçülerde sınırlı kalmak üzere, ürün vermesi de tamamen ihtimal dışı gözükmüyor.
Öyle ki, bugün, yeni Öntasarının bu biçimiyle yasallaşması durumunda dahi, tutuklu-hükümlü basın mensuplarının ve 141. maddeden yargılananların, bu hükümlerden belli ölçülerde yararlanabilecekleri şeklinde yorumlar yapılabiliyor.
Şu anda yüzlerce yıllık hapis cezalarıyla hükümlü olarak, çeşitli cezaevlerinde tutulmakta olan, 30’u aşkın yazı işleri müdürüyle ilgili olarak, verilecek bir örneğin, ‘ceza indirimi’ sonucunu yeterince açıklayabileceğini sanıyorum
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesince verilen 24 Ekim 1984 tarih ve 1982/867 Esas ve 1984/396 Karar sayılı kararla TCK’nin 142. maddesine muhalefetten hükmedilen ceza. Askeri Yargıtay 1. Dairesinin 11 Mart 1987 tarih ve 1987/1-123 sayılı kararıyla onanıyor. Böylece TCK’nin 142. maddesine 75 kez muhalefet iddiasıyla verilen ceza toplam 588 yıl 9 ay olarak kesinleşiyor.
Bu ceza ister toplam üzerinden, isterse tek tek bileşenleri üzerinden indirilsin, yarı yarıya bir indirimle, verdiğimiz örnekteki ceza miktarı, yeni Ön-tasarıya göre -aylık kesirini hesaba katmazsak- 294 yıla bağlanıyor.
Kaldı ki sorun, sadece 142. maddeden de ibaret değil.
142. maddeden verilen cezalar tümüyle ortadan kaldırılsa bile, basın mensuplarına TCK’nin 159. ve 311-312. maddelerinden hükmolunan ve kesinleşen basın cezaları, yazı işleri müdürlerini daha uzunca bir süre demir parmaklıklar arkasında tutmaya yetiyor.
TCK’nin 311-312. maddeleri üzerinde özel olarak durmasak bile, yeni Öntasarının 159 madde ile ilgili nasıl bir düzenleme getirdiği, bu aşamada önemli gözükmüyor. Ama açık ki, TCK’nin 159. maddesi, en hafif deyimiyle, hükümetlerin elinde demoklesin kılıcı işlevini görüyor, en liberal eleştirileri dahi engelleme amacına hizmet ediyor. 159. maddenin Tek Parti Yönetiminde, tek parti yönetimini, her türlü eleştiri ve muhalefet karşısında, korumak amacıyla düzenlendiği, bu şekliyle, mevcut sistemin çoğulculuğuna dahi ‘cevaz’ vermediği hep yazılıp çiziliyor. 159. madde, devrimci-demokrat basın-yayın organlarının yasaklanması ve devrimci propagandanın engellenmesi, engellenmeye çalışılması için, savcıların elinde yasal bir dayanak noktası oluşturuyor. Ve sıkıyönetim askeri mahkemeleri TCK’nin 159. maddesine dayanarak, sadece devrimci propagandayı değil, mahkeme salonlarında yapılan siyasi savunmaları dahi, toplam yüzlerce yıla varan hapis cezaları ile cezalandırıyor.
Yukarıda örnek olarak aldığımız kararda, TCK’nin 159. maddesinden kesinleşen hapis cezası toplamı, bu maddenin 141 kez ihlal edilmesinden dolayı, 147 yılla bağlanıyor. (311-312. maddelerden kesinleşen hapis cezası toplamı da 13 yıla ulaşıyor).
Görünen o ki, açıklandığı kadarıyla TCK Ön-tasarısında 141 ve 142. maddelerdeki ‘ceza indirimi” olayı, büyük ölçüde, kamuoyunda mevcut demokratik birikimi yumuşatma amacına ve siyasi cezalar arasında ‘adalet’ sağlama yolu ile ‘demokrasi’ görünümünün unsurlarını çoğaltma çabasına hizmet ediyor. Belirli nicel değişiklikler yardımı ile demokrasi vitrini kurulmaya çalışılıyor, işkenceye Karşı Uluslararası Sözleşmelere atılan imzaların da, böyle bir vitrinin zenginleştirilmesine hizmet ettiği anlaşılıyor. Ama vitrinin arkası, asıl dükkân eklentileriyle birlikte temel işlevini sürdürüyor, devrevi krizden belki de hiç etkilenmeyen tek sanayi kolu olarak işkence sanayi, neredeyse tam kapasite ile çalışıyor, işkenceye uğrayan, işkencede katledilen insan sayısındaki nicel düşüş, elbette ki işkence olgusunu ortadan kaldırmıyor. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının fiilen kullanılmasının, şu veya bu ölçüde cezalandırılması arasında sadece bir nicelik farkından sözedilebilir. Her iki durumda da, söz konusu olan, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının yasaklanması ve cezalandırmasıdır.
Yeni madde numaraları bir niteliğin kendini yeniden ortaya koymasın1, bir niteliğin sürmesini, sürdürülmesini ifade ediyor. Sistem, kendi hukuk zırhını, temel yasaların ve diğer yasal-fiziki düzenlemelerin yanında ve onlarla paralel ve uyumlu bir biçimde, artık, 141 ve 142 rakamlarının yerine, 325 ve 326 rakamları ile sürdürmek istiyor.
Düşünce ve örgütlenme hakkının cezalandırılması, ancak, engizisyon hukukunda yer alabiliyor.
TCK Ön-tasarısını Hazırlama Komisyonu, hukuk adına, umudunu, engizisyon-vari yöntemlerin sürdürülmesine bağlamış gözüküyor
141 ve 142. Maddelerin İşlevi:
Bugün yer küresinin birçok köşesinde ve ülkemizde, ortaçağın Engizisyon ve Şeriat hukuku ve Engizisyon yöntemlerin hukuk tarihinin ve siyasal tarihin önemli dersleri arasında yer alıyor. Ama bugünkü yaşamın canlı pratiğine bakıldığında, Engizisyon hukukunun, Engizisyon-vari yöntemleri birer tarih olduğunu söyleyebilmek mümkün gözükmüyor.
Elbette ortaçağdan bu yana, insanlık önemli aşamalardan geçti. Yeni ilişkiler, yeni sosyal ilişkiler yeni bir hukuk sistemini gerekli kıldı. Yeni sınıfın egemenliği ve tarihsel rolü, sınıfsal konumu, yeni yasalarla, yeni bir hukuk sistemi ile sarıldı. Yeni ekonomik ilişkilerin belli bir gelişim seyri içerisinde eski ilkel, çıplak sömürü, yerini, daha ince yöntemleri içeren ‘özgür insan’ın sömürüsüne bıraktı.
Ve hukuk da yöntem ve biçim değişikliği ile, yeni sistemin zırhı olarak yeniden şekillendi. Ama özü, belli bir toplumsal sistemin siyasal-sosyal-tarihsel ‘ebediliğini’ koruma amacı değişmedi.
Hukuk ekonomik, sosyal, siyasal planda egemen olan sistemin yasallaştırılmış iradesi olma işlevini sürdürdü, sürdürüyor.
Dün ortaçağın Engizisyon hukuku insanları düşüncelerinden dolayı yargılıyor, ateşe atıyordu. Dini dogmaların dışına çıktıkları, dünyayı ve toplumu yerleşmiş, gelenekleş-miş düşünce kalıpları ile, dini ideoloji ile değil, doğanın ve toplumsal gelişmelerin yasaları ile açıklamaya çalıştıkları için, ‘kurulu toplumsal nizam’a ve onun tortulaşmış geleneklerine karşı çıktıkları için, bilim adamları ve düşünürler Engizisyon mahkemelerinde yargılanıyor, yakılıyordu. Çökmekte olan feodal düzen, feodal dini gelenek ve ideolojiler, kendi vahşiliğini ebedi hukuk olarak ilan eden siyasal mekanizma aracılığıyla ayakta tutulmaya çalışıyordu.
Dün feodal sisteme, feodal değerlere ve değer yargılarına aykırı her bir çıkışın, her bir düşünce kırıntısının bedeli, insan bedeninin fiziken ortadan kaldırılması şeklinde somutlanıyordu.
Bugün de özü itibariyle, fazlaca bir şeyin değişmediği görülüyor. ‘Kurulu nizam’ın ekonomik-toplumsal-siyasal-ideolojik kurumlan, yapıları karşısında, toplumsal gelişmeyi savunmak, insanın ‘toplumsal özgürlüğü’nü savunmak, gene işkence ile, ölüm cezası ile, yüzlerce-binlerce yıllık mahkumiyet kararları ile karşılanıyor.
Düşüncenin, düşünce özgürlüğünün, basın ve örgütlenme özgürlüğünün karşısına ‘kurulu nizam’ın siyasal hukuk zırhı çıkarılıyor. Düşünce özgürlüğü, TCK’nin 141,142, 159 vb. maddelerinin ördüğü duvara çarpıyor.
TCK’nin 141, 142 ve 159. maddeleri ve sayısız yasa ve yasa maddesi sosyal sınıf gerçeğini, sınıflar arası mücadele olgusunu, sosyal sınıf gerçeğine yönelik propagandayı yasadışı ilan ediyor. Mevcut yasalar ve hukuk sistemi, siyasal anlamda, ‘bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakküm kurmasını’ yasaklıyor. Ama bu düzenlemenin bizzat kendisi, ‘bir sınıfın başka bir sınıf, sınıflar üzerinde kurduğu tahakkümün acı bir itirafından başka bir anlama gelmiyor. Hukuk sistemi yasal yasaklar da, Ceza Yasasında ifadesini bulan egemen sınıf ‘tahakküm’ünü her türden ‘aykırı’ düşünce ve çıkışa karşı korumanın, ekonomik, siyasal, sosyal sistemin yasal zırhını, egemen sınıfın yasallaştırılmış iradesini oluşturuyor.
TCK’nin 141 ve 142. maddeleri bu yasal zırhın önemli unsurları arasında yer alıyor. Yeni Öntaslak 141 ve 142’nin bu işlevini, 325 ve 326. maddelerle sürdürmek istiyor.
Ama nereye kadar?

Eylül 1988

İnsan Hakları Paketi Ya Da Tarihten Güncelliğe

İnsan Hakları Çağına çok uzun bir ömür biçmemek gerekiyor. İnsan haklarının ve demokratik kazanımların genişletilmesi ve gerçekleştirilmesi için mücadelenin hep süreceği açık, ama insan haklan ve demokrasi gibi kavramların siyasal işlevlerini tamamladıktan sonra, belirli bir doygunluk noktasında, resmi toplumun gündeminden düşeceğini söyleyebilmek için elde yeteri kadar veri olduğunu sanıyorum, kâhin olmayı gerektirmiyor.
Sonucu irdelerken nedene dönmek gerekiyor.
İnsan Hakları Çağına biçilmesi gereken ömür, uluslararası koşullar ve ulusal koşullar açısından, iç ve dış dinamikler açısından İnsan Hakları Çağının başlaması, başlatılması nedenleriyle ‘doğrudan bağlantılı.
Birincisi, İnsan Hakları Çağının uluslararası boyutlarına daha büyük ölçüde vurgu yapmak gerekiyor. Ülkemizde insan haklan olgusunun büyük ölçüde güncelleşmesi ve resmi toplumun gündemine geçmesi, insan hakları ihlallerinin siyasal şiddetin eşliğinde yoğunlaştırılan Eylül rejiminin sivilleşmesi süreci ile başlıyor, birbirini izleyen seçimlerin yarattığı siyasal atmosferle, özellikle 1986 sonrası ile birlikle hızlanıyor.
1986 ve sonrası, şimdi artık ‘eski sıfatı ile anılan Sovyetler Dirliği’nde ve Doğru Avrupa ülkelerinde, Gorbaçov’un ismine mal edilen Glasnost ve Perestroyka politikalarının yoğunlaştığı, ‘Sovyet’ sisteminin çözülme işaretleri vermeye başladığı tarihsel bir dönemi simgelemesi açısından önem taşıyor. Glasnost ve Perestroyka politikaları, şimdi daha rahatlıkla söylenebilir, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik-kapitalist rejimlerin ekonomik, toplumsal ve siyasal mekanizmaları bütünlüğünün, biçimsel olarak da Batı burjuva normlarına uyarlanması için politik bir zemin sunmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu.
Glasnost ve Perestroyka politikaları, yeryüzü yuvarlağının dört bir köşesinde, beş yıl boyunca siyasal gündemin hep ilk sıralarını doldurdu, içten çok dıştan içe yürütüldü.
İnsan hakları ve demokrasi propagandası vurgusu öne çıkarıldı.
Batı, her türden hakkın devlet bürokrasisini temsil eden ‘komünist partilerin’ siyasal tekeline terk edildiği Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki bürokratik rejimleri ablukaya aldı. İnsan hakları ve demokrasi kavramları, ideolojik saldın ve ablukada yeni bir silah olarak kullanıldı.
İdeolojik bir propaganda bombardımanı hız kazandı.
Başlangıcı 20 yıl öncesine uzanıyor.
Vietnam Savaşı ve Vietnam Savaşı’nda ABD’nin yenilgisi, ‘68 rüzgârının da etkisiyle, Batı’da değerler sistemini sarsıntıya uğratıyor.
Batı’nın burjuva sistemi, özellikle ABD’den başlayarak ‘güven bunalımı’na giriyor. Watergate tipi politik skandallar ‘güven bunalımı’nı derinleştiriyor. Yaygın bir politizasyon sürecine, ‘demokrasi krizi’ olarak teşhis konuyor. Yığınların eski konumuna çekilmesi, depolitizasyon Avrupa ve Japonya’dan liberal ağırlıklı seçkin bilim adamlarından oluşturulan bir komisyonun raporunda yer alan politik önerilerde de görülebileceği gibi, ‘demokrasi krizi’nin aşılması için bir çözüm yolu olarak öneriliyor.
‘Demokrasi krizi’nin çözümüne yönelik öneriler ve iç-politikalar, uluslararası politikalarla birleşiyor. ‘Sovyet tehdidi’ ve ‘sosyalist ülkelerde insan hakları için mücadele’ kampanyaları, Balı’nın ve özellikle ABD’nin uluslararası politikasının ideolojik haremi oluşturuyor.
Carter, daha başkan seçilmeden önce, “Vietnam yenilgisi ve Watergate skandallarından sonra, ABD’nin kendi içine kapanmasını önleyecek tek şeyin insan hakları teması etrafında kamuoyunu harekete geçirmek” olduğunu söyleyen Başdanışmanı Brzenski, ABD’nin uluslararası politikasının yeni yönelimlerinden birini dile getiriyordu.
Bütün medya sisteminin de katılmasıyla, ‘Sovyet sistemi’, 1970’li yılların ortalarından itibaren, insan hakları eksenli ideolojik bir bombardımana tabi tutulmaya başlanıyor.
İkinci emperyalist savaş sırasında ve sonrasında, ABD İngiliz sömürgelerini kendi egemenlik alanına sokmak için, ulusal kurtuluşçu potansiyellerden de yararlanmak amacıyla, ‘özgürlük’ sloganını kullandı, yeni-sömürgecilik yöntemleri es-ki-sömürgecilik yöntemlerinin yerini aldı. İngiliz sömürge sistemi çözüldü.
Dün ‘özgürlük’ sloganının gördüğü işlevin, daha farklı koşullarda, 40 yıl sonra Sovyet sisteminin hedef alınmasıyla, insan hakları sloganına yüklendiği görülüyor.
Soğuk savaş politikaları, insan hakları vurgusunun öne çıkarılmasıyla yürütülüyor.
İlk başarısını uluslararası anlaşmalarda gösteriyor. Batının, ‘özel mülkiyet hakkı’ ve ‘politik çoğulculuk’ başta olmak üzere, siyasal uluslararası belgelere giriyor. Helsinki Nihai Senedi, bunun için önemli bir başlangıç oluşturuyor. 1975’te Helsinki Nihai Senedi ile başlayan süreç, içte Glasnost ve Perestroyka politikalarının etkileri ve sonuçları ile de birleşerek, 1990’da, Paris Şartı hükümleri ve takip eden AGİK anlaşmaları hükümleri ile noktalanıyor.
Batının tekelci demokrasileri için, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri dışındaki hiçbir anlaşma ve sözleşme, hukuki anlamda bağlayıcı bir özellik taşımıyor. Sadece AİHS, Avrupa’nın burjuva demokrasileri ile sınırlı. Helsinki Nihai Senedi’nden, AGİK sürecinde Paris Şartı’na kadar uzanan anlaşma ve sözleşmeler ise, imzacı devletlerin çokluğu ve coğrafi dağılımı dikkate alınırsa, daha evrensel bir özelliğe sahip. Temel özellikleri de Sovyetler Birliği ve Doğru Avrupa ülkeleri için kaleme alınmış olmalarıdır.
Bütün bir süreç boyunca Batı’nın medya tekelleri aracılığıyla, hep Sovyetler Birliği’nden ve Doğu Avrupa ülkelerinden, en başta insan hakları ihlalleri ile ilgili, uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmeleri isteniyor. Batı’nın ideolojik propaganda ve ablukası, hukuki dayanağını, AGİK sürecine bağlanan, uluslararası anlaşma hükümlerinden alıyor.
AGİK süreci devam ediyor.
Maddi bir olgu olarak Sovyetler Birliği ise noktalanıyor. Batı burjuva normlarının, ekonomiden siyasal yapıya kadar biçimsel olarak da egemen olmasıyla, sosyalist görünümlü, ama özünde bürokratik-kapitalist bir devlet olan Sovyetler Birliği, yerini Bağımsız Devletler Topluluğu’na, aynı anlaşma gelmek üzere siyasal bir kaosa terk ederek tarih sahnesinden siliniyor.
Batı’nın burjuva devletler kampının, Ekim Devrimi ile başlayan ve zaman zaman fiili işgale de dönüşen kuşatma ve abluka politikasını, Birliğin izlediği ‘barış içinde yan yana yaşama’ politikaları ile dünya devriminde ricat etmek zorunda kalmasının ve içte kapitalizmin restorasyonu süreci ile birlikte süper devlet politikası izlemesinin yanında, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinde ve dağılmasında önemli bir etken olarak saptamak gerekiyor.
İnsan haklan propagandası, bir yönüyle, artık süper bir devlete dönüşmüş olan Sovyetler Birliği’nin kuşatılması ve abluka altına alınması politikasında, soğuk savaş döneminin son aşamasının ideolojik harcını oluşturuyordu.
Soğuk savaş dönemi ile birlikte Sovyetler Birliği olgusu da tarihe karışıyor.
İnsan haklarına yapılan vurgunun, bu yönüyle, resmi toplum açısından evrensel düzeydeki tarihsel ve siyasal işlevini şimdilik tamamladığı söylenebilir.
Sovyetler Birliği’nin artık ‘eski’ sıfatıyla anılmaya başlanmasından bu yana, insan haklarına yapılan vurgunun şiddetinin giderek azaldığını gözlemleyebilmek mümkün.
Yakın bir gelecekte, resmi toplum açısından, İnsan Hakları Çağı’nın kapanacağını söyleyenler, siyasal bir kehanette bulunmuyorlar aslında.
Bir yönelim, siyasal bir eğilim ifade ediliyor.
İkincisi, İnsan Hakları Çağı’nın Türkiye ayağı, sadece resmi otoritesinin, ABD’nin ‘yeni dünya düzeni’ politikasına ve İnsan Hakları Çağı’nın pratiğine uygun bir partiler kombinezonu aracılığıyla, uluslararası bir kampanyaya katılması ile, uluslararası bir kampanyanın etkilerinin lokal düzeydeki yansımaları ile sınırlı değil, önemli ölçüde iç-toplumsal boyutlara sahip.
Buna kabaca toplumsal ve tarihsel bir birikim demek yanlış olmaz. Toplumsal ve ulusal birikimin kendisini eylemlilik düzeyinde dışa vurması, çok kullanılan bir tabirle elbisenin vücuda dar gelmesi, siyasal otoriteyi, hükümetlerin siyasal yapılanmalarından büyük ölçüde bağımsız olarak, yeni hukuki düzenlemeler almak zorunda bırakıyor.
Fiili hukukun yazılı hukuku belli alanlarda büyük ölçüde işlevsizleştirdiğini, aşlığını aşındırdığını görebilmek mümkün.
Kürt muhalefetinin gelişmesi ve siyasal etkileri, 70 yıllık Cumhuriyet ideolojisini, resmi ideolojiyi aşındırdığı içindir ki, en yetkili ağızlar ‘federasyon’ tezine kadar uzanan bir yığın ‘çözüm’ önerisini kamuoyu gündemine sokuyor, ‘Kürt realitesi’ kabul görüyor. Kürtçe yayın çıkarılmasına yeşil ışık yakıldığı görülüyor.
Eylül rejimi altında yürürlüğe giren ve uygulama alanı bulan sendika, grev ve toplantı gösteri yürüyüşleri yasaklarına karşın, işçi sınıfının sosyal-sınıfsal muhalefeti, kendisini, mevzi ama yaygın işçi grevlerinin yanında, daha önemli ve belirleyici olarak geniş katılımlı bahar eylemlerinde, ayağa kalkan Zonguldak’ta ve Mengen Barikatlarında açığa vuruyor.
Aşırı yüklenmiş bir barajın, kapaklarının yıkılması ile ortaya çıkabilecek potansiyel bir tehlikenin önüne geçmek için, barajdaki su kütlesinin baraj çeperine yaptığı aşırı baskıyı hafifletmek için, su kütlesinin bir bölümünün, açılan küçük yan kanallarla düz bir ovaya akıtılmasına benzetilebilir.
‘Kürt realitesi’nin lafız olarak kabulü, toplumsal-ulusal potansiyelin, tepki birikiminin SHP-IIEP ittifakını da içeren seçimlerle parlamento zeminine akıtılmak istenmesi, Kürt radikalizminin Kürt reformculuğu ile ehlileştirilmesi için ‘yeşil ışık’ politikaları, açılan kanallardan birini oluşturuyor.
Ne ölçüde yasallaşacağı tartışmaları bir yana, ILO sözleşmesi hükümlerine uyulacağının açıklanması, tabandan gelen örgütlenme atılımlarının pasifize edilmesiyle devlet desteğinde ‘çağdaş’ anlayışlı sendikalar kurulacağının öngörülmesi, bir kanaldır.
Paris Şartı’na ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne sürekli atıf yapılması ihtiyacının duyulması başka bir kanaldır. Muhalefetin, sistemin kendi iç kanallarına akıtılarak eritilmesi çabasına hizmet ediyor.
Dahası sistemin, bir yandan bürokratik-militarist kanallarını güçlendirirken, bir yandan da tıkanıklığını aşarak siyasal alanda kendisini yeniden üretmeyi, ekonomik ve siyasal politikalara toplumsal bir onay sağlayarak kitle tabanını genişletmeyi bir hedef olarak önüne koyduğu anlaşılıyor.
Sistem, toplumsal ve tarihsel bir birikiminin üstüne oturan, bir birikimin ürünü olarak ortaya çıkan değerleri, ‘sivil toplum’a ait değerleri, ehlileştirerek, sistem için kabul edilebilir hale getirerek, ekonomide özelleştirme, politika ve ideoloji cephesinde devletleştirme politikasına yönelmekte olduğunun güçlü ipuçlarını veriyor.
Eritme politikası izleniyor.
‘Nazım’la buluşma’ bir devlet politikası olarak açıklanıyor. Kavgadan, komünizm ideallerinden soyutlanmış, ders kitaplarına girecek kadar ‘uzlaşmacı’ bir Nazım Hikmet portresine toplumsal onay aranıyor.
Tarihten gelen uzlaşmacı yanlarının ağırlığına karşın, belirli sivil değerlerin taşıyıcısı olma işlevini sürdürmüş olan Aleviliğin, ‘Kürt realitesi’ne karşı ideolojik anlamda alternatif bir dalgakıran işlevi görebileceği düşüncesiyle, kurum ve ideoloji olarak devletleştirilmesi öngörülüyor.
Devletin ‘komünizm’ adlandırması yasağını kaldırmadığı görülüyor. Adlandırma yasağına karşın, Anayasa Mahkemesi’nin bir kararına kadar yasallık kazanmış olan da TBKP’nin, TBKP kadrolarının, artık ‘yeni dünya düzeni’ çerçevesinde Baykal politikaları ile birleşerek, kurumsal anlamda da devletleştiği görülüyor.
Türk-lş prensiplerini artık modernize ederek benimseyen DİSK gibi sendikal konfederasyonların, yeni yönetimi ve yönelimleriyle, sınıf sendikacılığı anlayışını lafızda da terk etmek suretiyle, ‘yeni dünya düzeni’nin ‘kavgasız’, ‘çağdaş sendikacılık’ anlayışına uyum sağlayarak devletleştiğini saptayabilmek mümkün.
Yarın 1 Mayısların, Newrozların, Batı demokrasilerinin iç-devlet politikaları normları emsal alınarak, devlet törenleriyle kutlanmak istenmesi, bu tabloya fazlaca ters düşmez. Yadırgatıcı da olmaz.
Eritme politikasının kendini açığa vurmuş yanları ile ilgili örnekleri çoğaltmak mümkün, gerekmiyor.
Ama siyasal otoritenin güncel politikalarının bir boyutuna işaret etmek gerekiyor: Eylül rejiminin entelektüel kuşağı büyük ölçüde liberalleştirdiği ve kronik bir güven bunalımına sürüklediği koşullarda, demokrasi ve insan haklarına sürekli atıf yapan programı ve propagandası ile resmi toplumun ‘Kürt realitesi’ karşısında, aydın kamuoyunu daha geniş bir cepheden yanına almayı amaçladığı görülüyor.
Başarısız olduğu söylenemez.
Artık devletleşerek resmi ideolojinin yeniden üretilmesinde pay sahibi olmaya hak kazanmış belirli çevrelerin literatüründe, hak almaya yönelik bir tepkiyi ifade eden en masumane bir kitlevi eylem bile ‘terörizm’ ismiyle anılıyor. Sosyalizm, sınıf, sınıf mücadelesi gibi terimler, ‘üçüncü dünya solculuğu’na özgü değerler sayılarak arkeoloji müzesine kaldırılıyor. Artık Helsinki Nihai Senedi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve ILO sözleşmesi ilericiliğin ve solculuğun felsefi kaynaklarını oluşturuyor. ‘Yeni dünya düzeni’nin ‘İnsan Hakları Paketi’ kadar bir solculuk, aynı anlama gelmek üzere resmi ideolojinin sol bir görünüm altında yeniden üretilmesi demokrasi sayılarak yeterli görülüyor.

(Bu yazı, Veli Yılmaz’ın yakında çıkacak olan HELSİNKİ DEMOKRASİSİ VE İNSAN HAKLARI adlı kitabının bir bölümüdür.)

Mart 1992

Özgürlük Dünyası’na;
Ö. Dünyası’nın Ocak sayısında, bizlerin imzasını taşıyan ve Buca Cezaevindeki durumu ele alan, bizler tarafından değil, ailelerimizce Mücadele dergisinde yayınlanan bir yazıya duyulan duygusal bir tepki sonucu yazılan bir açıklama yer almıştır. Bu açıklama bizim düşüncelerimizi ifade etmediği gibi birçok konuda yanlış bilgilendirmiştir, içeriğine katılmıyoruz.
-Açlık grevi, diğer tutsakların önerdiği talep listesine GKB sanıklarının maddeler eklemesiyle başlamıştır. Açlık grevi şu katılımla başlamıştır: 29 GKB, 10 Dev-Sol, 4 Ekim, 2 TKP/B-SHB, 1 TKP/ML-TİKKO, 1 TKEP, 1 D. Proletarya ve bir (Adli) DSG sanığı. Eylemin 19. günü 4, 24. günü 14 GKB sanığı eylemi rahatsızlandıklarından değil, süreci farklı değerlendirişleri nedeniyle bırakmışlardır. Eylemin 24. gününde 3 Ekim sanığı rahatsızlandığı için eylemi bırakmıştır. Bunun dışında tahliyeler dışında eylemi bırakan olmamıştır ki bu süre içinde GKB davasından 5, DS davasından 4 kişi tahliye olmuştur. Gerçek rakamlar bunlardır.
-Söz konusu açıklamada ise, TKP/ML ve TKEP davası tutsaklarından hiç söz edilmemiş, cezaevinde bulunmayan 2 TİKB sanığı eyleme katılmış gibi yansıtılmıştır.
– Bunun haricinde yayınlanmış ya da yayınlanacak görüşler, eylemi sonuna kadar sürdüren GKB davası tutsaklarını bağlamaz. Bu bakımdan söz konusu açıklamanın gerçekleri yansıtmadığını, devrimci kamuoyunu yanıltıcı tarzda yazıldığını bildiriyor, bunun düzeltilmesi amacıyla bu açıklamanın yayınlanmasını istiyoruz.
Buca Cezaevinden TDKP-GKB Davası Tutsakları (Açıklama, kısaltılarak ve özetlenerek yayınlanmıştır)

Maastrıcht Anlaşması Ve Hukukun Siyasal İşlevi

İ. Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü başlığı ile yayımladığı çalışmasında, yasa teriminin, yasag veya yasağ sözcüklerinden son harfin düşmesiyle Anadolu Türkçesine geçtiğini belirtiyor.
Yasag/yasağ sözcüğü Marizin dilinde kullanılıyor. Harizm dilinden Asya Türkçesine geçiyor. Asya Türkçesinden de Anadolu Türkçesine aktarılıyor.
Bugün de aktarıldığı ilk şekliyle kullanılıyor. Harizm dilindeki ilk kullanılışı ile bugünkü biçimi arasında aşağı yukarı on beş yüzyıl gibi uzun bir tarihsel dönem yer almasına karşın, terim herhangi bir anlam değişikliğine uğramıyor.
‘Uyulması gereken buyruk kural’ anlamına geliyor.
Ortada uyulması gereken ‘buyruklar, kurallar’ bütünlüğü olduğuna göre, bu bütünlük doğal olarak iki tarafın organik birliğini öngörür: Uyulması gereken kuralları koyanlar ve uyulması gereken kurallara uymak zorunda olanlar… Özne ve nesne.
Etimolojik kökeni ile dahi terim, bir eşitsizlikle, bir ayrıcalıkla işe başlamış oluyor.
Eşitsizlik ve ayrıcalık, egemenlik ilişkilerini doğuruyor, ‘toplumsal ayrıcalık’ ve sınıfsal eşitsizlik olgusu, siyasal egemenlik; siyasal iktidar ilişkisi ile tamamlanıyor.
Siyasal egemenlik, ekonomik ve toplumsal egemenliğin aktif bir yansımasıdır.
Siyasal egemenlik ilişkisi kendi meşruiyetini ve varlığını ancak, ‘uyulması gereken buyruklar’ bütünlüğü ile sağlayabilir.
Yasanın varlığı, devletin varlığını öngörür, devletle birlikte varolur.
Bir toplumun yasaları, kamu otoritesi, yani o toplumun kamu gücü tarafından veya kararlarını bu gücün desteklediği görevliler, ya da seçmenler tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Devletin olduğu toplumlarda yasalar, devlet tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Kendisini destekleyecek bir kamu gücü, siyasal bir devlet örgütlenmesi olmaksızın hukuk varolamaz.
Devlet, toplumun sınıflara bölünmesiyle birlikte toplumun içinden çıkmış, ama onun üzerinde ona yabancılaşmış siyasal bir mekanizmadır, siyasal bir baskı aygıtıdır.
Devleti, diğer örgütlerden ayıran temel özellik bir cebir kuvvetine sahip olmasıdır, zor aygıtı olmasıdır. Devlet yasal bir tekeldir, zora başvurma tekelidir. Halkın özerk silahlı örgütlenmesinin yok edilmesi ile silah tekeli devlete geçmiştir. İstisnasız bütün devlet örgütleri, silah tekelini elinde bulundurur. Sömürüye dayanan toplumlarda bütün devletlerin temel kuruluş yasası, halkın silahsızlandırılmasını, silah tekelinin devlete aktarılmış olmasını garanti altına alır. Fiziki bir güce dayanmayan ‘buyruklar/kurallar’ manzumesinin uygulanabilmesine olanak yoktur çünkü.
Yasa, varlığını fiziki devlet gücünün varlığına borçludur. Hatta terimin kendisi bile, bütün topluma ait olan fiziki gücün, toplumdan ayrışmış ve artık onun üzerine çıkmış siyasal otoritenin oluşması tarihi ile birlikte biçimleniyor. Cengiz İlan Buyrukları, 400 yıl sonra Timurlenk tarafından toplanarak 33 bölümlük bir bütün haline getirilinceye kadar, Harizm dilinde, Türkçede de anlam kaymasına uğramadan kullanıldığı ilk biçimiyle, yasa kavramıyla adlandırılıyor.
Yasa ve hukuk, açık ki, zor aygıtlarına dayanmaksızın, zor aygıtları ile donatılmaksızın hiçbir anlam ifade etmez.
Yasaların uygulanabilmesi, ancak bir fiziki gücün varlığı ile mümkün olabiliyor.
Yasalar yönetenler için değil, yönetilenler içindir.
Yasa kavramı, Arapçada, ‘kural,-düzen’ anlamına gelen ‘kanon’ terimi ile ifade edilir. Türkçeye ‘kanun’ olarak geçmiştir. Kanun terimi, Doğu Karadeniz Bölgesinin belli yörelerinde, çıplak anlamıyla, dayanağı olan fiziki güç ile özdeşleştirilerek kullanılır. Güçlü ve yaygın iletişim ağının terimler arasındaki anlam farklarını sıfıra yaklaştırmasından önceki süreçte, Doğu Karadeniz Bölgesinde ‘inzibat eri’ne ‘kanun’ denirdi.
Trabzanun içinde
Tutdi beni kanunlar
Eser deniz yüzgarı
Hep açilur hanımlar
Uygulanabilmesi ve uyulması için devletin fiziki gücünün varlığını gerektirmeyen kurallar, örf ve adetlerdir, gelenek ve göreneklerdir, yerleşmiş görgü kurallarıdır. Tortulaşmış geleneklerin varlığını sürdürmesi bile, devletin gerici karakterini sürdürmesine ve resmi ideolojinin varlığına borçludur. Toplumu oluşturan bireylerin ve birey kolektiflerinin gelenek ve göreneklere uymaları kuralı ile yasalara uymak zorunda bırakılmaları kuralı arasındaki fark, birincisinde-ki zorlamanın kamuoyunun ideolojik baskısına dayanmasıdır. İkincisindeki zorlama ise toplumdan işbölümü bakımından ayrılmış özel ve fiziki bir güce sahip bir organizmanın varlığından kaynaklanır.
Devlet yasaların, yasalar devletin varlığını gerektirir.
Yasalar bütünlüğü, kendisini hukuk terimi ile ifadelendirir.
Hukuk, Arapça ‘hakk’ kökünden gelir, ‘hakk’ sözcüğünün çoğuludur. ‘Genel geçerlilik taşıyan kurallar bütünlüğü, yasalara dayanan yetkiler toplamı’ demektir.
Yetki, yetkisizliği öngörür ve ancak yetki kullanma hakkına sahip fiziki bir organın varlığı ile somutluk kazanır.
Yetki kullanma hakkı, siyasal otoritenin tekelindedir.
Hukuk da devletle birlikte varolur, genel karakteristiğini devletin varlığından ve sınıfsal yapısından alır.
Hukuk ve devlet, tarihsel ve sınıfsal bir kategoridir. Sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsal eşitsizliklerin sona ermesine paralel olarak, tarihsel gelişme, insanlığın önüne devletle birlikte hukukun da sönmeye başladığı maddi bir zemin sunacaktır.
Devletin ve hukukun söndüğü, siyasal ve tarihsel işlevini tamamladığı özgürlük çağında, bugünkü kullanıldığı sınıfsal ve siyasal anlamının dışında başka bir içeriğe bürünecek olan yönetim terimi, sadece nesnelerin dağılımı ve üretimin toplumsal gereksinimlere göre düzenlenmesi için kullanılacaktır.
Özgürlükten söz edildiği gün, insanlığın komünizm ideali tam olarak gerçekleştiğinde, hukuk, devletle birlikte ortadan kalkacaktır.
Daha önce değil.
Kapitalist toplum ile komünizmin ikinci evresi arasında yer alan sosyalist toplum, devletin ve hukukun hala var olduğu bir geçiş dönemidir. ‘Burjuvazisi/burjuva devleti’, sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması anlamında burjuva hukukunun sınırlarını aşabilir. Burjuva hukuku hala tek ölçüdür.
Kapitalist toplumda, burjuva ilişkiler ağı zemininde devlet, çıplak biçimiyle egemen olan sınılın fizik gücüdür. Hukuk ise bir zırhtır, fizik gücün zırhını oluşturur.
Hukuk, egemen olan sınıfın yasalaştırılmış iradesidir, bir kurumdur, üst yapı kurumudur. Hukuk, toplumun sosyal üretimini gerçekleştirmek için giriştiği ilişkileri oluşturan ekonomik temel üzerimle yer alan bir üst yapıdır. Mülkiyet ilişkileri, varolan üretim ilişkilerinin hukuksal yansımalarını oluşturur. Medeni Hukuk, mülkiyet ilişkilerinin ete kemiğe bürünmüş biçimidir, temel sosyal ilişkileri formüle eder.
Liberal yorumlara inanmak gerekirse, mevcut yasalarda, ulusal yasalarda ve uluslararası sözleşmelerde cisimleşen burjuva hukuk sistemi, devletle toplum arasındaki ilişkiyi düzenlemenin biricik ve vazgeçilmez meşru yoludur. Hukuk, devletin, toplum nezdinde yasallaştırılmasıdır, ama bu asla eşit bir ilişki değildir. Topluma karşı devletin korunmak istenmesinin, devletin ‘ebedi’ varlığını sürdürme çabasının yasal zırhıdır.
Hukuka, burjuva toplumunda başlı başına ve bağımsız bir alan olarak bakmak son derece yanıltıcıdır. ‘Hukukun üstünlüğü’ tezi, sadece saf hukukçulara ait bir iyi niyeti ifade eder.
Siyasal sistemin yapısından ve sosyal sınıf gerçeğinden soyutlanmış hukuki gerçekler arayışı, sadece bir arayıştır.
‘Yeni Dünya Düzeni’nin amentüsü olarak değer biçilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Paris Şartı gibi Avrupa merkezli uluslararası hukuk normlarının, böylesine bir arayışa olumlu yanıt vermekten uzak olduğunun saptanması son derece önemlidir.
Dün Paris Şartı ile birlikte İnsan Hakları Çağı başlatılmıştı.
Demokrasi ve insan haklarına yönelik propaganda, piyasa ekonomisinin eşliğinde ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ideolojik harcını oluşturuyordu.

MAASTRICHT ÇAĞI
Daha bir yıl öncesinde Paris Şartı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Helsinki Demokrasisi, ILO Sözleşmeleri gibi terimler kutsal anlamlar yüklenilerek kullanılıyordu. TBMM’den geçirilen bir kısım ILO Sözleşmeleri, kamu çalışanlarına sendika adı altında sadece dernekleşme hakkı tanıdı.
Kutsal terimlerin kullanım değerleri bir yıl içerisinde tüketildi. Ama siyasal ve demokratik bir boşluktan söz etmek mümkün gözükmüyor. Ortaya çıkan boşluk, Maastricht Anlaşması ile dolduruldu.
Artık Maastricht Çağı’nda yaşıyoruz.
20 Eylül 1992 tarihinde Fransa’da Maastricht Anlaşması için yapılan oylama, kıl payı bir farkla da olsa ‘evet’le sonuçlanınca, dünya rahat bir nefes aldı, yeni bir başlangıç için yol açılmış oldu.
Fransa’daki oylama bir dönüm noktası oldu ve yeni bir çağın başlangıcı, bir başlangıç olarak Avrupa için resmen ilan edildi.
Şimdi yaygın bir propaganda ve ideolojik bombardıman kampanyası sürdürülüyor. Türkiye’nin liberal aydınları, Maastricht Anlaşması’nı ve getirdiği hükümleri, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra, dünyanın yaşadığı en büyük ‘ikinci devrim’ olarak lanse ediyorlar.
1789 Fransız Devrimi’nin getirdiği tüm kalıp ve kavramlar, -tüm değerler 203 yıl sonra, gene aynı coğrafya zemininde Maastricht Devrimi ile yıkılmış oldu. Maastricht Devrimi, Büyük Fransız Devrimi’nin dünyaya armağan ettiği ‘milliyetçilik, bağımsızlık, egemenlik’ kavramlarını kökünden sarsarak kaldırıp attı. ‘Evrensel, global ve rekabetçi’ değerler, hukuk zemininde de onaylanmış oldu. Bu anlaşma ile Avrupa Topluluğu’nu oluşturan 12 ülkenin ‘tek ülke’ olmasının yolu açılmış oldu.
Maastricht, eski değerleri yeniden yorumladı.
Türkiye’nin Avrupacı liberal aydınları Maastricht Anlaşmasını böyle yorumladılar. İzlenmesi gereken tarihsel bir süreç olarak değerlendirdiler.
Şimdilerde bu kampanyanın hızı kesilmiş gibi gözüküyor. Ama Anayasa tartışmalarının gündeme gelmesi koşullarında, sadece Maastricht Anlaşması hükümlerinin değil, onunla birlikte Paris Şartı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin de yeniden güncelleşeceğinden, dahası kutsallaştırılacağından kuşku duyulmaması gerekiyor.
Anlaşma, esasında yeni hükümler getirmiyor, böyle bir amacı da yok, ayrıntılarıyla ele alındığında daha geri hükümlerin formüle edildiği de görülebilir. Maastricht Anlaşması temel hukuk felsefesi ve siyasal boyutlarıyla, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerini ve üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor.
Anlaşma, bu genel çerçevenin formüle edilmesi ve onaylanmasıdır.
Maastricht Anlaşmasına temel olabilmesi için, Türk hukuk mevzuatının da uluslararası standartlara uyarlanması, siyasal hukuk vitrininin güzelleştirilmesi gerekiyor.
Demokrasi için uyum isteniyor.
Uluslararası basın tekelleri aracılığıyla Türkiye’nin ‘Maatricht Avrupası’na katılabilmesi için bir ‘Hukuk Devrimi’ ne yönelmesi gerektiğinin propagandasını yürütüyor.
Demokratikleşme Programları, bir yandan mevcut birikimi sistemin açtığı yeni kanallar içerisinde eritme çabasına hizmet ediyor, bir yandan da genel bir uyum sağlamak için tek tek bir takım adımların atılmasını gerekli sayıyor. 141-142. maddelerde yapılan değişikliklerle başlayıp CMUK ile devam eden ve önümüzdeki dönemde anayasa değişikliklerine yönelmesi muhtemel gelişmeleri, hep bu uyum sürecinin tek tek bileşenleri olarak değerlendirebilmek mümkün gibi gözüküyor.
Maastricht Anlaşması, ‘Yurttaşlık Hakları’nı düzenleyen dördüncü bölümünde, uluslararası hukuk sözleşmelerine ve en başta da 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine ve üye ülkelerin anayasalarına atıf yapmakla yetiniyor.
Bu durumda Maastricht Anlaşması’nın nasıl bir Avrupa ve daha önemlisi de nasıl bir demokrasi tablosu çizdiğini kavrayabilmek için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini eksen alarak, uluslararası hukuk sözleşmelerinin belirli temel hükümlerini irdelemek önem kazanıyor.

YASALARIN YASALARLA İŞLEVSİZLEŞTİRİLMESİ
İki temel saplama başlangıç noktası alınabilir.
Birincisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni diğerlerinden ayırmak gerekiyor, AİHS dışındaki uluslararası sözleşme ve anlaşmalar, imzacı devletler, özellikle de Avrupa devletleri açısından bağlayıcı bir değer taşımıyor. Bu sözleşmelerin, genel çerçeveler çizmek ve geleceğe yönelik belirli yönelimlere işaret etmek dışında fazlaca bir işlev taşımadıklarını görebilmek mümkün. Daha önemlisi de, imzacı devletlerin muğlâk hükümler taşıyan bu tip uluslararası sözleşmeleri, ya temel devlet politikalarına uyumlu bir biçimde yorumlayarak uyguladıkları, ya da belirli ‘çekince’lerle mevcut muğlâk hükümleri daha da işlevsiz hale getirdikleri görülebilir.
21 Kasım 1990 tarihli Paris Şartı hükümleri arasında ver alan ‘azınlıklar’ konusunda imzacı devletlerin yorumlarından örnek olarak söz etmek mümkün gözüküyor. En hasta Fransa’dan söz edilebilir. Dansız Hükümeti, ülkesinde bir azınlık bulunmadığını bir devlet politikası olarak kabul ediyor. Fransız Adalet Divanı da Korsikalıların, Fransızlardan ayrı bir ‘halk’ veya ‘azınlık’ olarak tanımlanamayacağı kararını onaylıyor. İmzacı devletlerin başında yer alan Büyük Britanya, İtalya ve ABD, bu konuda Fransız dostlarının politikasından fazlaca ayrı düşmediklerini gösteriyorlar. ABD’de ulusal ve dinsel azınlıklara genel vatandaşlık statüsü dışında ayrıcalıklar tanınmıyor.
Türkiye ise çok daha net bir örnek. Türkiye, Paris Şartı’nda yer alan ‘milli azınlıklar’ tanımlamasını, ancak yürürlükteki uluslararası anlaşmalarla, kendilerine bu ayrıcalığın tanındığı topluluklar için resmi olarak kabul ediyor. Türkiye’nin imza koyduğu bu uluslararası anlaşmalar 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşması ile 1925 tarihli Türkiye-Bulgaristan Dostluk Anlaşması’dır. Bu anlaşmalarda, Türkiye’de azınlık olarak Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar toplulukları tanınır. Kürt varlığından, lafız olarak dahi söz edilmez.
Türkiye’nin yorumunun ve yorumuna uygun bir politika izlemesinin, uluslararası alanda fazlaca bir tepki görmediğini, tersine, yeni uluslararası anlaşmalarla da desteklendiğini söylemek gerekiyor. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan bir kuşağın, Mersin Limanı dâhil, 39. paralelin güneyinin, silah indirimi anlaşmalarının dışında tutulması olgusunun, Paris Şartı’nın imzalanmasından sonraki bir tarihte AKKA Anlaşması ile gerçekleşmesi, resmi politikaya uluslararası desteğin bir ifadesi olarak alınabilir. Devamını da söylemek gerekiyor. Silah indirimi görüşmelerinde varılan sonuçlarla, NATO’nun yeni askeri yönelimleri arasında yakın bir paralellik olduğu anlaşılıyor. Sovyetler Birliği faktörünün ortadan kalkmasından sonra NATO, yönünü ulusal sorunlar açısından en sıcak bölge olan Ortadoğu’ya çevirdi.
Düşman kuvvetlerin yeni renginin ‘yeşil’ olarak seçilmesi, bu yönelimi simgelemesi açısından önem kazanıyor.
Bir sonuca işaret etmek gerekiyor: Paris Şartı gibi uluslararası anlaşmalar, resmi politikaları güçlendirdikleri ölçülerde ve koşullarda, ancak bu koşullarda imzacı devletler için önem kazanıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin diğer uluslararası anlaşmalardan farkı, imzacı devletler açısından bağlayıcı bir özellik taşımasıdır.
Ama AİHS, aynı zamanda, taşıdığı istisna maddeleri ile belirli siyasal hakların kısıtlanmasında veya tümüyle ortadan kaldırılmasında imzacı devletlere geniş bir hareket serbestîsi sağlayan hukuki bir belgedir.
Metin içi eklerle aktarılan örnekler de görebilmek mümkün, iç hukuk belgeleri, siyasal kamu otoritesine, daha geniş ölçülere varan ‘hak kısıtlama hakkı’ tanıyor. Temel bir yasa veya özel alanları kapsayan yasalar, birinci maddeleri ile insanlığın binlerce yıllık siyasal ve sosyal mücadelesinin ortaya çıkardığı birikimi formüle ediyor. Ama bu birikimin, belirli siyasal koşullarda, ya aynı yasanın değişik maddelerine dayanılarak ya da başka yasa maddeleri ile işlevsizleştirilebilmesinin yasal zemini daha baştan hazır hale getiriliyor. Resmi politikalar yasal dayanağını, yasaların istisna maddelerinden, ikinci maddelerinden alıyor. Teknik anlamda belirgin bir farklılıktan söz etmek gerekiyor; Türk hukuk mevzuatında, 1982 Anayasası dâhil, yasa maddelerinin ruhunu oluşturan, ama istisna maddeleri görüntüsüne sahip ikinci madde hükümleri, çok büyük bir vurgu ile öne çıkarılırken, uluslararası standartlarda ve Batı’nın demokratik yasalarında, resmi politikaların meşru kaynağım oluşturan ikinci maddeleri, genel hükümlere, daha inceltilmiş bir teknikle monte ediliyor. İkinci sıradaki maddeler, genel hükümleri işlevsizleştiriyor. Şöyle de söylenebilir: İkinci madde hükümleri, pratikte temel hükümler olarak uygulama alanı buluyor,
Türk hukuk mevzuatının, genel hükümlerle istisna maddeleri arasında varolan sıralama ve vurgu farkı dışında, Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi hükümlerine çok fazla ters düşmediği söylenebilir. Sıralamanın değiştirilmesi ve ikinci madde hükümlerine yapılan vurgu şiddetinin azaltılması sadece uyumsuzluğu gidermekle kalmayacak, belki ‘NATO ülkeleri kadar demokrasi1 sloganının da kendisine hukuki bir zemin bulmasının başlangıç noktasını oluşturacaktır. ‘NATO ülkeleri kadar demokrasi’ sloganı olsa olsa resmi politikaların Batı’nın yerleşik hukuki normları ile onaylanmasının yeni bir ifade ediliş biçimi olabilir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin resmi adıyla İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’nin ana ekseninde yer alan istisna hükümleri, ‘kamu güvenliği’ gerekçesiyle, sistemin kolektif çıkışlara ve toplumsal muhalefetin radikalleşmesi olasılığına karşı korunmasının, güvenceye alınmasının yasal zırhını oluşturuyor çünkü.

HAK SINIRLAMA HAKKININ EVRENSEL ÖLÇÜTLERİ
İkincisi, İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasındaki uluslararası sözleşmelerin ilki olan ve Hitler faşizmine, karşı uluslararası cephede sürdürülen başarılı bir direnişin de belirli izlerini taşıyan 10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’nin 29/2. maddesinde “her insan, haklarından ve özgürlüklerinden yararlanırken (…) demokratik bir toplumda ahlak, kamu düzeni ve genel refahın yerinde gereklerini karşılamak amacıyla koyduğu kısıtlamalara tabidir” hükmü yer alıyor.
En başka 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, daha sonraki tarihlerde imzalanan uluslararası sözleşmelerin, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kısıtlamada temel bir kural olarak koyduğu ölçütü, büyük ölçüde genişlettiği görülüyor. Metin içi eklerde, Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı AİHS’nin kısıtlama maddeleri üzerinde ayrıntıları ile duruluyor.
Ama şimdiden şu söylenmelidir: İmzacı devletler, iç-hukuk düzenlemeleriyle, özgürlüklerin sınırlandırılmasına getirilecek ölçütleri ayrıntılarıyla yeni başlan formüle ediyorlar. Bazı ölçütler, kentlilerine evrensel düzeyde bir uygulama alanı yaratıyor, uluslararası sözleşmelerde baz almıyor.
Bunların başında, Batı demokrasileri açısından evrensel ölçüde bir standart değer taşıyan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Ekim Devrimi’ne karşı, ‘Kızıl Korku Operasyonu’ olarak Wilson Prensipleri çerçevesinde formüle edilen ‘Açık ve Mevcut. Tehlike Ölçütü’ geliyor.
ABD’de uygulana-gelmiş politikaların 1919 yılında, Yüksek Mahkeme tarafından geliştirilmesi ve genel bir içtihat kararına dönüştürülmesi ile hukuki bir meşruiyet kazanan Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü, 1969 yılında ABD Yüksek Mahkemesi’nin yeni bir yorumuyla açıklığa kavuşuyor ve yeni getirilen yorumla ‘Zararlı İlgilim Ölçütü’nün yerine. Batı Avrupa demokrasilerinde de genel bir kabul görüyor.
Her siyasal dönem, kendi nesnelliğine uygun hukuki ölçütler ve politik normlar yaratıyor.
İkinci Savaş sonrasında, sosyalizmin Batı dünyasında yükselen prestiji, uluslararası işçi hareketindeki gelişmeler ve ekonomik bunalım paniği. Batı demokrasilerini ‘düzenin korunması’ için yeni politik tedbirler almaya itti. Hukuki ölçütler değişti.
Yeni bir sıcak savaş dönemi başlatamadığı için, Batı demokrasileri kendi varlığım korumak ve pekiştirmek amacıyla Soğuk Savaş ilan etme gereğini duyuyor.
Soğuk Savaş dalgaları, ABD’de Mc Carthy politikalarını yaratıyor.
Demokrasinin politik gereksinmeleri, Mc Carthy politikaları, kendine, ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nde somutlayan yeni bir hukuki zarf, hukuki ölçütler şekillendirmekle gecikmiyor.’Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’nün yeni politik koşullardaki yetersizliği, ölçüte ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nün eklenmesi ile tamamlanıyor.
Liberal düşünceler bile, artık anti-komünist politikaların doğrudan hedefleri arasına giriyor.’Zararlı Eğilim Ölçütü’ Yabancıların Tescili Kanunu. İç Güvenlik Kanunu, Komünist Kontrol Kanunu yeni yasalarla ete-kemiğe bürünüyor, ‘cadı kazanı’ kaynatılıyor.
Balı demokrasileri, başta ABD, Soğuk Savaş yıllarının Mc Carty politikaları ile kendi insanına mesaj vermeyi, demokrasiyi demokrat ağırlıklardan kurtarmayı amaçlıyor.
Mc Carty politikaları ve ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’, yerini ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ne terk ederek tarihsel misyonunu tamamlıyor. ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Birinci Soğuk Savaş sonrasında Batı demokrasilerinde evrensel bir uygulama alanı buluyor.
Bugünkü normlar ve pratik politikalar açısından şu söylenebilir: ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ temel alınırsa, soyut bir düşüncenin açıklanması veya propagandası ‘kamu düzeni’ni tehlikeye atmadığı sürece, yasalara göre ‘suç’ oluşturmuyor.
Bu anlamıyla Batı demokrasileri, maddi bir güce dönüşmediği sürece ‘düşünce’yi, düşünce açıklama özgürlüğünü ‘suç’lamaktan” kaçınıyor. Maddi bir güce dönüşen düşünce ise, ’68 Radikalizmi karşısında Fransa örneğinde görülebileceği gibi, aşağıda kısa ayrıntıları veriliyor, ‘açık’ ve ‘mevcut’ bir ‘tehlike’ oluşturuyor.
.’Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ dün komünizmi önleme yasalarında somutlanıyordu, şimdi ‘terör’ başlığı altında formüle ediliyor. Soğuk Savaş Dönemi’nde ve uzantısı yıllarda Batı sistemi, komünizmi önleme yasaları ile yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları ile 141-142vari yasalarla kendini güvencede hissediyordu. Soğuk Savaş yılları Amerika’sında görüldüğü gibi yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları, kendi doğal gelişmesi içerisinde anti-terör yasalarına, devlet terörünü meşrulaştıran yasalara evrildi.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Batı dünyası anlamında, şimdi evrensel bir özellik gösteriyor.
Batı Avrupa’da sistemin siyasal bir uzantısını oluş-turan komünist partiler, isim değişiklikleri ile yeni sosyalist partiler, sistem için bir tehlike taşımıyor, ama İrlanda ve Korsika’da ulusal örgütlenmeler ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ sayılıyor. ‘Ayrılıkçılık’ ve ‘terörizm’ tehlikesi karşısında, insanın ‘tehlikeli’ bir biçimde haklarını kullanması karşısında, sistem, kendisini hukuki bir zırhla korumaya, hukuki zırhını sağlamlaştırmaya gereksinim duyuyor.
Yunanistan ve Büyük Britanya örnek alınabilir, düşünce ve basın özgürlüğü artık Terör Yasalarının ördüğü duvara çarparak kırılıyor. Yunanistan’da, 7 büyük gazetenin genel yayın yönetmenleri, 1991 Eylülünde tutuklanıyor. BBC dünya Servisi, ilk kez 1985 yılında susuyor. Mevcut Ceza Yasası’nın İRA eylemleri için yeterli olduğu belirtilen Büyük Britanya’da, Terörizmi Önleme Yasası’nı parlamentoya sevk eden İşçi Partisi Hükümetinin İçişleri Bakanı, 1974 yılında yasayı çıkarma amaçlarını “İrlanda’nın Büyük Britanya’ya sirayetini önlemek” olarak açıklıyor.
‘Açık’ bir tehlike olamadan da Komünist Partisi 1956 yılında Federal Almanya’da kapatılıyor. Parti üzerindeki yasak daha sonraki yıllarda kaldırılıyor, ama savaş karşıtı örgütlere ve komünist örgütlere üye olanların kamu hizmetlerinde görev alamayacağına dair yasak sürdürülüyor. ‘Suç’ ve ‘terör’ tanımına yeni bir açıklık getiriliyor. Almanya’da her tür siyasal etkinliğin, daha baskıcı koşullarda, ‘terör’ tanımı içerisine yerleştirilmesi mümkün hale geliyor.
Türkiye’de ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’ çok uzun süren bir dönem sonunda, yoğun bir tepki birikimi sonucunda, SSCB’nin bir ‘tehlike’ olma sürecinden çıkmasıyla birlikle, biçimsel olarak terk ediliyor. TCK’nın 111-112. madde hükümleri Terör Yasasına aktarılıyor. ‘Açık ve mevcut tehlike’nin, aynı anlama gelmek üzere her tür muhalif siyasal etkinliğin,’yasal platformda Terör Yasası’yla karşılanması amaçlanıyor. 1991 Nisanında yürürlüğe giren Terör Yasası, Büyük Britanya’nın 1974 tarihli Terör Yasası ile ve Almanya’da Ceza Yasası’na eklenen 29/a maddesi ile çok büyük bir paralellik gösteriyor
Ortaya çıkan boşluklar da CMUK ile, özellikle yem yasanın 30 ve 31. maddeleriyle tamamlanıyor.
30 ve 31. maddelerin ‘demokratik’ kaynağı Alman Ceza Yargılama Yasasıdır, İtalyan Pişmanlık Yasası hükümleridir. Büyük Britanya’da 1974 yılından beri uygulanan Terörist Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Yasa’dır.

ORTAK SİYASAL PAYDA
Devam etmeden önce bir sonuca işaret etmek gerekiyor: En demokratik ülkelerde bile, insan haklarının sınırı, sistemin güvenlik sınırının başladığı yerde bitiyor, sistemin siyasal sınırına kadar uzanıyor. Sistemin siyasal sınırını, ‘milli’ çıkarlarla örtüşen devlet çıkarları, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarları belirtiyor.
Bugün, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarlarının Avrupa çapında evrenselleştiği anlaşılıyor. Maastricht Anlaşması da, evrenselliği ‘uluslar-üstü’ genel bir hukuki çerçeve olarak formüle ediliyor.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ Maastricht hukukunun çerçevesinin ve sınırlarının çizilmesini de belirliyor.
Son derece açık: Siyasal gelişmeler ve devletin güncel politikaları, hukuku belirliyor. Hukuk, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamanın ötesinde fazlaca bir işlev taşımıyor. Bugün Batı demokrasilerinde evrensel düzeyde bir geçerlik kazanmış bulunan ‘açık ve mevcut tehlike ölçütü’ kuralı, siyasal hukuk kararlarının da ölçütünü oluşturuyor.
Anayasa Mahkemesi’nin, 31 Mart 1992 tarihli kararıyla, Terör yasasının, TCK’nın 125. madde hükümlerini ‘şartlı tahliye’ kapsamı dışında tutan hükümlerini iptal etmemiş olmasını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Anayasa Mahkemesi’ne yasal partiler hakkında ‘bölücülük’ savıyla dava açmasını ve bu yönde kararlar verilmesini, gazete, dergi ve kitapların ‘bölücülük’ gerekçesi gösterilerek toplatılmasını ve CMUK’un DGM kapsamına giren ‘suç’ları ve Olağanüstü Hal Bölgesi’nde meydana gelen ‘olayları ‘iyileştirme’ hükümlerinin kapsamı dışında tutmasını ‘açık ve mevcut tehlike ölçülü’ kuralının doğrulanması olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bugün ‘açık ve mevcut tehlike’yi ‘Kürt realitesi’ oluşturuyor çünkü.
Hukuk, başkaldırıya karşı rejimin verdiği cevabın sadece bir üst başlığıdır.
Siyasetin bir üst başlığı olmasının ötesinde, hukuka, çok fazla bir işlev yüklememek gerekiyor.
En gelişmiş burjuva demokrasilerinde de, hukuk, farklı bir işleve sahip değil.
Terör Yasasına veya Kontrgerilla Talimnamesine ve örgütüne ilk sahip olma onurunu Türkiye taşımıyor. Demokrasinin ‘ilk beşiği’ Yunanistan ve demokrasinin ‘son beşiği’ Büyük Britanya da içinde olmak üzere Batı demokrasilerinin Türkiye’den daha önce davrandıkları anlaşılıyor.
Demokrasi, sadece bir hayali ifade ediyor.
Burjuva demokrasisinin sınırı, sistemin “güvenlik sınırı”nda bitiyor.
Kontrgerilla tipi örgütlenmeler, “meşru” kuvvetlerin yanında, Batı demokrasilerinin “güvenlik sınırı”nı oluşturuyor.
1990 yılı sonbaharında Batı demokrasileri, kontrgerilla skandalları ile sarsıldı.
Özellikle İtalya’da, kuşkulu terör ve cinayet olaylarının ardındaki gücün CIA tarafından örgütlenmiş Gladio kod adlı “yeraltı örgütü” olduğu, savcı Felice Casson tarafından ortaya çıkarılınca, skandala dönüşen olay tüm NATO demokrasilerine yansıdı. Kontrgerilla örgütleri NATO üyesi ülkelerin hemen hemen tümünde “resmen” deşifre oldu. İtalya’da, kamuoyunu yatıştırmak için Gladio’nun lağvedildiği açıklandı.
Sonraki süreçle unutuldu, “unutturuldu.”
Büyük Britanya’da yayımlanan haftalık Observer gazetesinin 7 Haziran 1992 tarihli sayısındaki bir haber üzerine, kontrgerilla örgütlerinin varlığı Batı demokrasilerinde yeniden gündeme geldi. .
Observer gazetesinde yer alan haberde. Büyük Britanya’nın kontrgerilla örgütlerinin uzun yıllar boyunca faaliyet merkezi olduğu üzerinde duruluyor. Gazele, Büyük Britanya ve ABD’nin, örgüte geniş bir çerçevede katıldığını ve örgütün, İrlanda’dan Türkiye-İran sınırına kadar uzanan alanda çeşitli faaliyetler örgütlediğini belirtiyor.
Observer gazetesi, Büyük Britanya ordusundaki Anti-terörist Birliğin, SAS’ın da, özellikle İrlanda’daki faaliyetlerinde Gladio ajanlarına yardım etmiş olabileceğini ileri sürüyor. Büyük Britanya Savunma Bakanlığı’nın Observer gazetesinde yer alan haberle ilgili yorum yapmaktan özellikle kaçındığı görülüyor.
Ama Başbakan John Majör, Nisan-1992’de yapılan genel seçimlerin dördüncü kez Muhafazakar Parti tarafından kazanılmasından sonra, Avam Kamara’nda yaptığı bir açıklamada, ülkede bir karşı-casusluk örgütünün varlığından ilk kez söz elli: MI-6. MI-6 Dış İstihbarat Örgütü, MI-5 ise ülke içi istihbarattan sorumlu. Doğrudan Başbakan’a bağlı. Parlamento denetiminin dışında. Daily Mail gazetesinde yazıldığı gibi MI-5 artık “soğuk savaşın yürütülmesi ile değil, sıcak savaşın yürütülmesi ile ilgileniyor.”
İrlanda ve IRA, MI-5’in faaliyet merkezinde yer alıyor.
Ml-5, İrlanda sorununun “istikrar”a kavuşturulması için, devletin illegal çekirdeklerinden birisi.
Büyük Britanya’da devletin bir illegal çekirdeği daha var: Secret British Network Revealed. Büyük Britanya’nın Kontrgerilla örgülü…
Kontrgerilla örgütlenmesinin adı İtalya’da Gladio idi. Kontrgerilla örgütlerinin Yunanistan’da B-8 ya da Sheepskin, Belçika’da SDR-8, Hollanda’da NATO Command, Almanya’da Gch-len Harekatı, Stay Behind, Sword, Avusturya’da Schwerl, İsviçre’de P-2, Fransa’da Rüzgar Gülü adları ile bilindikleri ve faaliyetlerini sürdürdükleri Talat Turhan’ın “Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla” çalışmasında açıklıkla gösteriliyor.
Kontrgerilla örgütlenmesinin ABD’de hangi adla anıldığı fazla bir önem taşımıyor.
Gerekmiyor da.
ABD Sistemi, siyasal ve militarist mekanizmaları bütünlüğü ile lam bir Kontrgerilla örgütlenmesine tekabül ediyor çünkü. Amerikan militarizmi, var olan uluslararası demokratik sistemin kontrgerilla örgütlenmesini temsil ediyor.
Dahası NATO ülkelerinde ve NATO dışı birçok ülkede kontrgerilla örgütlerinin CIA ile içice çalıştıkları ve CIA tarafından finanse edildikleri de biliniyor. Hatta Talimnameleri bile ABD patentli: FM 31-15 Sahra Talimnamesi. 31-15 simgesi, örneğin Türkçeye ST 31-15 simgesi ile tercüme ediliyor: ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi. Gene, örneğin Özel Harp Dairesi’nde önemli görevler alan subayların hemen hemen tümü CIA okullarındaki eğitimlerden geçiyorlar.
Türkiye Avrupa ülkelerinden sadece” mal ve sermaye ithal etmiyor, insan hakları normları, basın özgürlüğü normları yanında Terör Yasaları ve Kontrgerilla Talimnameleri ve örgütleri de ithal ediyor. SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte kaldırılan TCK’nın 141. ve 142. madde hükümleri de Terör Yasası’na aktarılıyor, siyasal vitrin daha Avrupai bir güzelliğe kavuşuyor.
Terör Yasaları ve Kontrgerilla Talimnameleri ortak bir payda oluşturuyor.
Terör Yasalarının ve Talimnamelerin siyasal rejimler arasındaki nicel farkları en aza indirdiği, benzerlikleri çoğalttığı görülüyor.

İÇ-SAVAŞ HUKUKU
Sadece bizde değil, Avrupa demokrasilerinde de insan hakları, tekelci bir zeminde terör yasalarına çarpıp kırılıyor.
Bugün Batı’nın burjuva demokrasilerinde Terör Yasaları veya yasaların ikinci maddeleri yahut da kontrgerilla örgütlerinin talimnameleri genel bir uygulama alanına sahip değilse, bunun biricik nedeni Batı’da sistemi tehdit edecek düzeyde bir sınıf hareketinin veya radikal siyasal hareketlerin yokluğudur.
68 radikalizmi karşısında, sistemin yürürlüğe soktuğu politikalara bunun bir göstergesi olarak bakılabilir. 68 radikalizmi, varolan sistem açısından, ‘açık ve mevcut bir tehlike’ sayıldığı için, örneğin Fransa’da 68’e ‘bulaşmış’ tüm örgütlenmelerin feshedildiği, yayın organlarının kapatıldığı biliniyor.
68 radikalizmi karşısında, burjuvazi “mevzi de olsa, iç savaş hukukunu çağrıştıracak bir biçimde yasaların ikinci maddelerini uygulamaya yöneliyor.
Türkiye’de ise hep iç savaş hukuku yürürlükte. Radikal bir sosyal muhalefetin varlığı ve gelişme potansiyeli taşıması, iç savaş hukukunun sürekli yürürlükle tutulmasının maddi temelini oluşturuyor.
12 Mart hukukuna ve geliştirilmiş devamı olarak 12 Eylül hukukuna bir iç-savaş hukuku olarak bakmak gerekiyor.
1964 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı’nın imzası ile bütün askeri birliklere uyulması ve uygulanması için gönderilen ve en yoğun uygulama alanına 1980 sonrasında kavuşan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, iç-savaş hukukunun en belirleyici ve tamamlayıcı parçasını oluşturuyor.
Hatla ‘gayrinizami kuvvetlerin yeraltı unsuru’ kimliği ile, artık devleti oluşturan kuruluşların en legali olarak yerüstünde faaliyet gösteren kontrgerilla örgütü devletin doğrudan yönetici çekirdeğidir. ‘Faili meçhul cinayetler’in ‘ölü ele geçirme’ operasyonlarının hukuki dayanağını oluşturan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne ise, resmi yasal yasalardan önce temel bir hukuki belge olarak değer biçmek gerekiyor.
Yasal hukuk sadece bir vitrindir, bir üst başlıktır. Yasal hukukun, iç savaş ilanı koşullarında, vitrinin güzelleştirilmesinin ötesinde fazlaca bir işleve sahip ‘olmadığını görebilmek mümkün.
İç savaş hukuku kendi kurumlarıyla birlikte varoluyor. ‘Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’, popüler adı ile kontrgerilla örgülü, yargısız infazlar için bir yargı organı işlevine sahip. Yargılı infazlar için de Sıkıyönetim Mahkemeleri veya Devlet Güvenlik Mahkemeleri görev yapıyor.
Bir kurumun boşluğu, diğer kurumların varlığı ile tamamlanıyor. İç savaştan ‘olumlu sonuç’ alınması için de bir arada kullanılmaları gerekiyor. Eski Genelkurmay başkanlarından olan ve Eylül rejimi allında kendisini Devlet Başkanı ilan eden emekli Orgeneral Kenan Evren, Kontrgerilla’nın 1972. Kızıldere Operasyonu’nda kullanıldığını 1990 yılında söyledi. Şimdi Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldığı bildirilen Özel Harp Dairesi’nin “Güneydoğu’da kullanılmakta olduğu” Genelkurmay brifinginde açıklandı.
DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, 1992 Mayısında günlük gazetelere “Bir gerilla savaşı var, tabii ki oyunu kurallarına göre oynarız. Gerilla savaşının kendine özgü kuralları var. Gerilla savaşında onun yöntemlerine göre hareket edeceksiniz, yani onun anladığı dilden konuşacaksınız” sözleriyle biten demeçler verdi.
Bu açıklamalardan bir sonuç çıkarılabilir: Yasal hukuk ve uluslararası standartlara atıf yapılarak sürdürülen ‘demokratikleşme’ tartışmaları sadece bir vitrindir, aynı zamanda devletin legal zemindeki varlığına gölge düşürmeme çabalarının bir ürünüdür.
Toparlanırsa, her siyasal dönemin kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yarattığı söylenebilir.
Kendisini siyasal gelişmelere göre belirlemesi, burjuva hukukunun çifte bir norm taşımasını beraberinde getiriyor. Yasaların, devlet tarafından açıkça onaylanan, yürütme ve davranış kuralları olduğu biliniyor.
Hukukun, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamaktan başka, fazlaca önemli bir işlevi olmadığı da açık, biliniyor.
12’li Mart ve Eylül rejimleri hep ‘hukuk dişilik’ olarak nitelenir, hukuksuzluk sayılır.
Bu nitelendirmenin, dilin günlük kullanımı dışında fazlaca bir şey ifade etmediğini söylemek gerekiyor.
Tarihin tanıdığı en büyük siyasal barbarlıklar da, Diller ve Mussolini faşist rejimleri gibi, bir hukuk sistemine dayanıyordu.
Mart ve Eylül rejimleri, emsalleri gibi, hukuki bir zırh taşıyor, hem yadsıyarak içinden geldiği, hem de siyasal gereksinimlerine göre oluşturduğu bir hukuk düzenine sahip.
Her ‘olağanüstü’ yapılanma, olağan dönemin değerlerini ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı bir kategori oluşturmaz.
Mart ve Eylül Hukuku, tarihteki emsalleri gibi, mevcut burjuva hukukunu zorluyor, ama burjuva hukukunun dışında da bir hukuk sistemi oluşturmuyor. Sistemin anayasasından, yönetmelik ve kararnamelerine kadar uzanan tüm hukuk metinlerine, rejimin terörcü ruhu siniyor.
Mart ve Eylül rejimleri, çokça yazılanın tersine, hukukun ihlal edilmesinin değil, yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal ifadesini oluşturuyor, terörün hukukunu temsil ediyor.
Terör hukuku, rejime kalıcı bir yasal çerçeve çiziyor. 1991 tarihli Terör Yasası ve CMUK’ta 1992’de yapılan değişiklikler, hem 1980 Eylül rejimini yeniden meşrulaştırmayı hedefliyor, hem de Eylül Hukuku’nun, uygulamada ortaya çıkan boşluklarını ve eksiklerini tamamlıyor.
Terör Yasası, Eylül Hukuku’nu tamamlayarak sürdürüyor. CMUK da Terör Yasası’nın boşluklarını tamamlıyor.
Boşlukları CMUK ile tamamlanan Terör Yasası, tarihsel bir sürekliliğin hukuk alanındaki son halkasını temsil ediyor.
İstiklal Mahkemelerinden Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine ve DGM’lere, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskân Kanunlarından, S-S Kararnamelerine, Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku’ndan Terör Yasası’na ve CMUK’a, hepsinin üzerinde de Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesine kadar uzanan kurum ve yasalar, kurum ve yasaların hukuki çerçevesi, tarihsel bir çizgide kopuşsuz bir sürekliliğin belirli uğrak noktalarını oluşturuyor.
Tek tek parçalar birbirini tamamlıyor, bütünü tarihsel çizgide bir hukuk sistemi oluşturuyor.
Bütünün içinden bir parçanın çekilip alınması, sistemin, tarihsel ve siyasal olarak oturduğu ‘meşru’ zemini kaybetmesi anlamına gelir.
Ortaya, olağan burjuva hukuk normları ile doldurulamayacak kadar muazzam bir hukuk boşluğu çıkar.
Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku ile takviye edilen 12’li Mart ve Eylül rejimlerinin hukukuna, Türkiye’nin varolan normal ve olağan hukuk sistemi olarak bakmak gerekiyor.

” MAASTRICHTS HAYIR”
Fransa’da yayımlanan feminist teori dergisi Nouvellas Question Féministes, Eylül 1992 tarihli sayısında, Maastrichts karşı bir çağrı metnini imzaya açtığını duyuruyor. Çağrı metninde “Maastrichts Hayır” sloganının gerekçeleri sıralanıyor:
“İrlandalı feministler halkı Maastricht’e karşı oy vermeye çağırdılar. Danimarka’nın ret oyu özünde Danimarkalı kadınların reddidir. Kadınların ‘hayır’ demelerinin esaslı nedenleri var.
Maastricht, sosyal bir Avrupa yaratmadığı gibi bireyin haklarını hiçe sayan ve sosyal politikaları feda eden bir ultra-liberalizm yerleştirmeye çalışıyor.
Maastricht, 1950 İnsan Haklarını Koruma Sözleşmesiyle üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor. Oysa sözü geçen 1950 Sözleşmesi ne gebelikten korunma hakkını, ne boşanmayı, ne kürtajı tanıyor, yalnızca ‘evlenme hakkı’nı tanıyor. Buna karşılık İrlanda Anayasası kürtajı yasaklıyor. Boşanma ve doğurganlığın denetimi birey hakları arasındadır. Bu hakları tanımayan ve ortak politikayı en geri ülkelerin politikalarının hizasına indiren bir anlaşmayı imzalamayacağız.
Doğum izni, kreşler, anaokulları ne olacak? Sosyal politika, anlaşmanın ek bölümünde, hiçbir şey garantilemeyen bir protokolde yer alıyor ve bütün ayrıntılar gerileme yönünde. Şimdiye kadar Avrupa Topluluğu ‘eşit değerli’ işler için erkek-kadın ücretlerinde eşitlikten söz ederken, Maastricht ‘aynı iş’ten söz ederek anlamı daraltıyor. Topluluk en geri ülkelerin, cinslerin eşitliğine doğru ilerlemesi için çalışıyordu, bu kavram şimdi kayboldu.
Bizimle birlikte “Maastricht’ e Hayır” deyin ya da otuz yıldır birlikte verdiğimiz bütün mücadeleleri tekrarlamaya hazırlanın.”

MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER-1
Yaşama Hakkı
Genel kabul gören anlayışın tersine, Batı demokrasileri ‘cinayet işleme’ tekelini elinde tutuyor. Batı demokrasilerinin bir bölümünde, yasalar, savaş halinde işlenen askeri suçlar için ‘ölüm cezasını’ öngörüyor. ABD, ölüm cezalarını infaz eden ülkelerin başında yer alıyor.
Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 2. Maddesi ile “yasanın ölüm cezasını öngördüğü bir suçtan dolayı mahkemece verilen bir cezanın infazını”, “polise mukavemetten dolayı bir infaz olayını” ve “isyan ve ayaklanmayı bastırmak” için girişilecek toplu katliamları ‘yaşama hakkının ihlali’ saymıyor.
Daha da önemlisi, Avrupa ‘İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1983 tarihini taşıyan ‘Ölüm Cezasının Kaldırılmasına İlişkin 6 Nolu Protokol’ü 1. maddesi ile ‘ölüm cezasının kaldırıldığını’ ilan ediyor, ama 2. maddesi ile imzacı devletlere “savaş zamanında ya da yakın savaş tehdidi durumunda işlenen eylemler için yasalarında ölüm cezasına ilişkin hükümler bulundurma” hakkını tanıyor.
‘Ölüm cezaları’na ilişkin hükümler sadece yasalarla sinirli değil, hatta yasal alana daha masum bir rol yüklenebilir. Fiili hukuk, yasadışı yasal alan daha belirleyici bir rol oynuyor. İtalya’da, 1990 yılı kapanırken Gladio ile başlayan ve bütün Batı demokrasilerinde mevcudiyeti inkâr edilmeyen Kontrgerilla yeraltı örgütlenmelerine ait olguların, aradan geçen süre içerisinde sadece üzeri kapatıldı.
Amerikan kaynaklı FM-15 simgesi ile bütün NATO ülkelerinde uygulanan, Türkçeye de ST-31-15 simgesi ile tercüme edilen Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesinin, “bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak kanuni statüye tabi değildir” hükmünün yer aldığı 9. maddesinde formüle edildiği gibi, Gladio Ve Kontrgerilla tipi özel militarist askeri örgütlenmeler ve etkinlikleri, yasal olarak yasal statünün dışında tutuluyor.
En yeni örneği ‘demokrasinin beşiği’ İsviçre oluşturuyor. İsviçre Gladiosu olarak anılan P-26’nın 300 kişilik seçme bir militan kitlesine dayandığı ve İsviçre dağlarında gizli silah depolarına sahip olduğu 1992 yılı ortalarında açığa çıkıyor. P-26, aynı zamanda, muhaliflerin ‘fişlenmesi’ görevini de üstleniyor. İsviçre’nin siyasal koşulları ve siyasal çelişkileri, henüz faili meçhul cinayetler için uygun bir madde, zemin sunmuyor, ama Büyüt Britanya için aynı şeyi söylemek zor gözüküyor. Geçtiğimiz yıl Kuzey İrlanda’da faaliyet gösteren ‘Ulster Central Coordinating Committee’ adlı paramiliter yeraltı örgütü açığa çıkarıldı. Yüksek rütbeli polis şeflerinin, politikacı ve papazların yönettiği örgütün, son iki yıl içinde, IRA sempatizanı oldukları gerekçesiyle 12 kişiyi öldürdüğü anlaşıldı. Paramiliter örgütün, bir ‘idam mangası’ olarak, İrlanda’da faaliyetini bugün de sürdürdüğü biliniyor.
Paramiliter örgütler, yasal yetkilerini, ‘Süper NATO’ örgütünün yasal talimnamelerinden alıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, demokrasinin yasal zırhının tamamlanması açısından, açık ki, bir bütün oluşturuyorlar.
Özel Yaşamın Korunması Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesinin 1. fıkrası, “her şahıs, özel ve ailevi yaşamına, konutuna ve yazışmalarına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” genel hükmüne yer veriyor. Ama aynı maddenin hemen 2. fıkrasında, bu hakkın kullanılmasına ‘resmi bir makamın müdahalesi’ hakkını da tanıyor. ‘Ulusal güvenlik’, ‘kamu huzuru’, ‘düzenin korunması’ amacıyla resmi toplumun, özel yaşamın korunması hakkına müdahale edebileceğini hükme bağlıyor.
Avrupa demokrasisini temsil eden birçok imzacı devletin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8/2. maddesine aykırılık taşımayan kanun hükmündeki kararnamelerle polis örgütlerini, özel yaşamın denetlenmesi için çok çeşitli yetkilerle donattıklarını saptayabilmek mümkün.
Polis örgütlerinin ilgili birimleri, yasal olarak, Almanya’da herkes hakkında bilgi fişleri düzenleme, İtalya ve Lüksemburg’da telefonları dinleme, mektupları denetleme, Almanya ve Büyük Britanya’da herkesin üstünü arama, İtalya ve Almanya’da konutlara girebilme, İtalya, Almanya, Büyük Britanya ve Fransa’da kimlik saptama ve kimlik saptamak için gözaltına alma, ABD, Kanada, Fransa, ispanya, İtalya, Almanya ve Büyük Britanya’da fotoğraf çekme, parmak izi alma ve gözaltına alınan sanığın avukatıyla ilişkisini kesme yetkisine sahiptir.
Almanya’da, geçtiğimiz yıllarda Bakanlar Kurulu’nun bir kararıyla herkese bir ‘numara’ verilmek istenmesi karşısında, ülke çapında yaygınlaşan toplumsal tepki üzerine resmi otoritenin, yasal hakkını kullanmaktan vazgeçerek geri adım atmak zorunda kalması bilinen örneklerden birisi. İsviçre ise fişli demokrasi örneği.
Fişleme yöntemi, sadece Türkiye’ye özgü bir uygulama değil. ‘Demokrasi abidesi’ olarak bilinen bazı Avrupa ülkelerinin, bu konuda da başı çektikleri söylenebilir. 2 Ağustos 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberden öğrendiğimize göre, Gladio tipi gizli yeraltı örgütünün İsviçre Şubesi olarak bilinen ve varlığından başbakanın ve bazı bakanların dahi haberdar olmadıkları P-26 örgütünün 300 bini İsviçreli olmak üzere 1 milyon kişiyi fişlediği anlaşılıyor. Fişlenenler arasında, sendikacılar ve radikal partilerin üyeleri ilk sıralarda yer almaktadır.
1990 yılı Sonunda İtalyan Gladio’sunun kirli çamaşırları ortaya dökülünce İsviçre Parlamentosu, P-26 örgütünü açığa çıkarmak için bir komisyon kurdu. Demokratik güçler ve özellikle fişlenenler, fişlerin açıklanmasını ve yok edilmesini istediler. Sonunda P-26’nın lağvedilmesi ve daha önemlisi de hakkında fiş düzenlenen kimselerin dilekçe vermeleri durumunda, fişlerinin kendilerine gönderilmesi kararı alındı.
İnsan Hakları Vakfı’nın saptamalarına göre, sadece 12 Eylül döneminde Türkiye’de fişlenen insan sayısı 1 milyon 700 bin rakamına ulaşıyor.

MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER-2
İşkence Yasağı
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde ‘hiç kimsenin işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da uygulamaya tabi tutulamayacağı’ belirtiliyor.
AİHS, ‘işkencenin yasaklanmasını’ o kadar önemli sayıyor ki, 15. maddesi ile olağanüstü dönemlerde imzacı devletlere temel özgürlükleri yürürlükten kaldırma hakkı tanırken, 3. maddeyi bu hakkın dışında tutuyor.
3. maddesinin uygulama alanı bulabilmesi amacıyla işkencenin ve İnsanlık dışı ya da Alçaltıcı Muamele veya Cezanın Önlenmesi için Avrupa Anlaşması tasarısı hazırlanıyor ve Tasarı 27.11.1987 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından imzalanarak 1989 yılbaşında yürürlüğe giriyor.
Anlaşma, tutuklulara karşı yönelebilecek işkenceyi ve insanlık dışı uygulamayı önlemek için, bir komisyon kurulmasını da öngörüyor.
Anlaşma ile Komisyon’a, belirtilen amaçla sınırlı olmak üzere hapishanelere, polis karakollarına, psikiyatri kurumlarına rutin, zaman zaman da ani ziyaretler yapma hakkı tanınıyor.
Ama Anlaşma, 9. maddesi ile olağanüstü koşullarda Komîsyon’un bu hakkını kullanabilmesi, imzacı devletlerin, tabir uygunsa, iznine, inisiyatifine bırakıyor.
9. madde, ilgili devletlerin itiraz hakkını, inisiyatif hakkını şu şekilde formüle ediyor:
“Anlaşmayı imzalayan ilgili tarafların yetkili makamları, olağanüstü koşullar altında, Komisyon tarafından önerilen zaman ve mekanda ziyarete karşı itirazda bulunabilirler. Bu tür itirazlar yalnızca ulusal savunma veya kamu güvenliği veya bir kişinin sağlık durumu ya da ağır bir suçla bağıntılı olan bir soruşturmada önemli bir sorgulama nedeniyle kişilerin özgürlüklerinin ellerinden alındığı hallerde yapılabilir. Bu tür itirazlar yapıldığında, anlaşmayı imzalamış olan taraf, durumu açıklığa kavuşturmak ve Komisyon’a görevlerini olabildiğince çabuk gerçekleşmesini sağlayacak düzenlemeler üzerine anlaşmaya varmak için Komisyon’la görüşmelere başlar. (…)”
9. madde, bu formülasyonuyla, esasında, Komisyon’un işlevini büyük ölçüde ortadan kaldırıyor.
Uluslararası Af Örgütü de, örgüt temsilcisi Karsten Lüthke’nin cümleleri ile aynı saptamayı yapıyor:
“Ziyaretleri gerekli kılan tam da bu olağanüstü koşullardır, anlaşmayı imzalamış olan bir devlet madde 9/1’e uygun olarak, kamu güvenliği, hapishanelerde ciddi huzursuzluklar, bir tutuklunun sağlık durumu veya ağır bir suçla bağıntılı önemli bir sorgulama nedenlerine dayanarak tereddütlerini bildirebilir, işkence genel olarak sorgulamalarla bağıntılı yapılır, hapishane ayaklanmalarının bastırılmasında çoğunlukla saldırılarda bulunulur ve bir tutsağın kritik sağlık durumu ziyareti adeta gerekli kılar, bu nedenle anlaşmayı imzalayan devletlerin, tam da kritik durumlarda, örneğin tutukluluk koşullarına karşı kolektif protestolarda, açlık grevlerinde ya da terörist şiddet eylemleriyle bağıntılı sorgulamalarda, icraatlarının, uluslararası bir denetim kurumu tarafından denetlenmesinden kurtulmak istedikleri izlenimi uyanıyor. Sık sık eleştirilen RAF Tutsaklarının tutukluluk koşulları ve yüksek güvenlik hapishanelerindeki durum göz önüne alındığında, görüşmeler sürecinde, eklenen maddeye Federal Almanya’nın bir itirazının olmaması gerekir.”
Başlangıçta, sadece Almanya değil, Fransa ve Büyük Britanya da 9. madde ile imzacı devletlere, olağanüstü koşullarda Komisyon’un ziyaretlerini tümüyle engelleyebilme yetkisi vermekten yana ortak bir tutum benimsiyorlar. Ama kamuoyunun baskısı sonucunda, Avrupa’nın ‘üç büyükler’in gerilemesi ile 9. madde, formüle edildiği şekliyle antlaşma metnine giriyor.
1989’da yürürlüğü giren anlaşmanın 9. maddesi, AİHS’nin 3. ve 15/2. maddeleri hükümlerinin uygulanmasına fazla bir şans tanımıyor.
Yazılı hukukun evrensel düzeyde de, fiili hukukun fazla uzağına düşmemesi, başka yasalarla ve İstisna hükümleriyle sağlandığı görülüyor.
Bu yöntemle, olağanüstülük zırhıyla donanmış siyasal rejimler altında, sistemli işkence olayları, evrensel bir yasal çerçevenin fazlaca dışına taşırılmamış oluyor.
Yargılanma Hakkı
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde, “… suçlanan bir kimsenin yasal, bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkı vardır” hükmüne yer veriliyor.
Ama Fransa’da 1963’te kurulup 1980 yılları ortalarına kadar faaliyet gösteren, sivil ve asker üyelerden oluşan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin varlığı Sözleşme hükümlerine aykırı sayılmıyor.
Bugün de sayılmıyor. 1960-80 yılları arasında Fransa’da Yüksek Askeri Mahkeme, Özel Askeri Mahkeme ve Askeri Adalet Divanı gibi özel mahkemeler sivilleri de yargılama yetkisine sahipti. Yasalar, Bakanlar Kurulu’na, sanıklar hakkında iddianameler düzenlendikten sonra, davaya bakacak mahkemeyi seçme yetkisi veriyor. Dahası, Yüksek Hâkimler Kurulu üyeleri Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor, Kurula Cumhurbaşkanı başkanlık ediyor.
İspanya ve İrlanda’da askeri mahkemeler, olağanüstü hal ve sıkıyönetim koşullarında, sivilleri yargılama yetkisini elinde tutuyor.
Büyük Britanya da, son yapılan bir yasal düzenleme ile siyasal yargılama sistemindeki ispat usulünü basitleştiriyor; mahkemelerde gıyabi yargılama usulü getiriliyor.
Almanya’da 1972 yılında yapılan yasal değişiklikler sonucunda -ki bu değişikliklerin 7 Nisan 1978 tarihli Federal Anayasa Mahkemesi kararıyla anayasa ve uluslararası sözleşmelere uygun olduğuna hükmediliyor- cezaevlerinde hükümlü/avukat görüşmesinin cam bölmelerle denetlenmesi kuralı getiriliyor, bir sanığın tutacağı avukat sayısı sınırlandırılıyor, daha ilginci 1974 yılında gerçekleştirilen ek bir değişiklikle, sanıkla ideolojik birlik içerisinde olduğundan kuşkulanılan avukatların duruşmalara alınmayacağı hükmüne yer veriliyor. Türkiye’de 1991’de yürürlüğe konulan Terör Yasası hükümleri Almanya’da 1974’te yazılıyor. Siyasal tutuklu ve hükümlüler, hücre esasına dayalı Eskişehir Özel Tip Cezaevine Avrupai tarz için emsal oluşturan çelik hücreli özel tip cezaevlerinde tutuluyor. Yenilerinin inşası için karar alınıyor.
Fransa, İtalya, Büyük Britanya ve Almanya’da sanıklara, hapishanelerde kötü muamele ve poliste işkence yapıldığına dair belgeler Af Örgütü raporlarına geçiyor.

MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER-3
Düşünce ve Basın Özgürlüğü
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi 10. maddesinin 1. fıkrasında “… herkesin düşüncelerini serbestçe ifade etme hakkı vardır” genel hükmünü tekrarlıyor, ama hemen 2. fıkrasında kısıtlama ve sınırlandırma gerekçelerini ayrıntılarıyla sıralıyor. Resmi toplumun haklarının formüle edilmesi, metinde, daha uzun bir paragraf olarak yer alıyor:
“…bu özgürlükler demokratik bir toplumda yasayla belirlenen ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün ya da kamu huzurunun, düzenin korunmasının, suçun önlenmesinin (…) yararına yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Düşünce ve basın özgürlüğü hakkını düzenleyen Sözleşmenin 10. maddesi, ek olarak, maddenin “devletlerin, radyo, sinema, ya da televizyon işletmelerini bir izin sistemine tabi tutmalarına engel” olmadığını da hükme bağlıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’ ana başlığını taşıyor, ama düşünsel ve siyasal bir varlık olarak insanın kendini ifade etme hakkını değil, resmi toplumun, resmi otoritenin düşünceyi ifade etme hakkını nasıl kısıtlayabileceğim ve kısıtlama eyleminin siyasal gerekçelerini formüle etmeyi öne çıkarıyor.
Uluslararası sözleşmeler, iç-hukuktaki düzenlemelerle pekiştiriliyor. İç hukuk ve uluslararası sözleşmeler, pratik politikaların sürdürülmesinin yasal dayanak noktasını oluşturuyor. Terör yasaları bunların başında yer alıyor. Yunanistan’da 7 büyük basın organının genel yayın yönetmenlerinin 1990 Aralık ayında çıkarılan Terör Yasası’nın bir hükmüne dayanılarak 1991 Eylül’ünde tutuklanması bilinen en son örnek. Büyük Britanya’da Terör Yasası’nın IRA’ya karşı değil, iç muhalefete karşı çıkarıldığı yasayı çıkaran hükümetin İçişleri Bakanı tarafından açıklanıyor. BBC Dünya Servisi ilk kez 1985 yılında susuyor. İtalya’da ‘terörist içerikli yayınlar’ için özel ceza artırımı 1980 yıllarından sonra Basın Yasası’na ekleniyor. TCK’nın 141-142. maddelerine kaynaklık eden ve düşünce ve basın özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını, resmi toplumun yetkisine devreden Ceza Yasası’nın 270 ve 272. maddeleri, bugün işletilemiyor olsa da, ki işletilmemesi bu maddelerin uygulanabileceği siyasal bir muhalefetin mevcut olmamasından kaynaklanıyor, bugün hala yürürlükte. 1966 yılında yapılan bir başvuruyu değerlendiren İtalyan Anayasa Mahkemesi, ilgili maddeleri İtalyan Anayasası’nın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine ve genel ilkelerine aykırı bulmadığını açıklıyor. Fransa’da Basın Yasası ve Ceza Yasası, düşünce özgürlüğünü sınırlandıran hükümlerle dolu. 1968’de ’68 radikalizmine ‘bulaşmış’ yayın organları ve 1971’de iki ‘sol’ dergi, Basın ve Ceza Yasalarının ilgili hükümlerine dayanılarak kapatılıyor. Almanya’da basın-yayın faaliyetlerini de kapsayan ‘suç ve terör’ tanımı, Türk Terör Yasası’ndaki tanımla büyük bir paralellik gösteriyor. Uygulama alanı bulup bulamaması bir yana, Avrupa demokrasilerinde, yabancı ülkelerde basılan yayınların ülkeye sokulup sokulamayacağına ilişkin karar verme hakkı her ülkenin Bakanlar Kurulunun yetkileri arasında bulunuyor. Yasalar, hala sinema filmleri üzerinde sansürü öngörüyor.
Olağanüstü Hal İlanı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesi, Sözleşmenin işkenceyi yasaklayan 3. maddesi ile köleliği yasaklayan 4. maddesini dışta bırakarak, “…savaş veya genel tehlike halinde akit tarafları, Sözleşmede getirilen yükümlülüklere aykırı önlemler alabilir, bunları yürürlükten kaldırabilir” hükmünü formüle ediyor.
Aynı formülasyan, Moskova’da yapılan son AGİK Toplantısında yeniden tekrarlanarak pekiştiriliyor.
Türkiye, 1991 Ağustosunda, Olağanüstü Hal Uygulamasından dolayı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insan haklarının ‘askıya alındığını”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine de dayanarak Avrupa Konseyi’nin resmen onayına sunuyor.
Tepkiyle karşılanmadığı görülüyor.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi toplu gösteri hakkını tanımıyor, 11. maddenin 1. fıkrası, “…tüm insanların, barış içinde toplanmak ve (…) sendikalar kurmak” hakkına sahip olduklarını formüle ediyor. Ama 1. fıkrası ile imzacı devletlerin bu hakkı, “iç ve dış güvenliğin sağlanması”, “düzenin korunması”, “suçun önlenmesi” için kısıtlamaya tabi tutabileceklerini hükme bağlıyor ve 3. fıkrası ile polise, silahlı kuvvetlere ‘yasal’ yetkiler tanıyor:
“Bu madde, bu hakkın kullanılmasına polis, silahlı kuvvetler ya da zabıta üyeleri tarafından yasal sınırlandırmaların getirilmesine engel değildir.”
Polis ve silahlı kuvvetler ‘güvenliği sağlamak’ için toplantıları dağıtma ve gösterileri yasaklama yetkisine sahip. 1965’te İsviçre’de, işsizlerin Lozan’dan Bern’e kadar yürüyüş yapmasına izin verilmiyor. Federal mahkeme de yasaklama kararını onaylıyor.
Fransa’da grev hakkının, onu düzenleyen ‘yasalar çerçevesinde kullanılabileceği’ Anayasa’nın temel hükümlerinden biri.

EK:

CMUK VE BATININ DEMOKRATİK NORMLARI
Adalet Bakanı Seyfi Oktay, CMUK ile ilgili değişiklik tasarısının parlamentodan geçmiş olmasını, 20 Kasım 1992 tarihli basın toplantısı ile kutladı. Bakan uzun basın toplantısında, döne döne, yasanın Batının demokratik normları ile uyum içerisinde olduğunu vurguladı. Arkasından da, yasanın kapsam dışı tuttuğu suç türlerinin gerekçesini açıkladı: İç savaş durumu… Bakanın sözleriyle, “eşitlik aynı seviyede olan durumlar için söz konusudur. Bir savaş sırasındaki muhakeme usulü ile böylesi bir durumu eşit tutamazsınız.”
Biri biriyle çelişmiyor. Gerçekten de CMUK hem Batı normları ile uyumlu bir bütünlük oluşturuyor, hem de iç savaş hukukunu yeni baştan deklare ediyor. İç savaş hukuku, bu suretle usul yönünden tamamlanmış oluyor.
“Eşitsizliği” formüle eden, yasanın 51. maddesi 31. madde hükümlerine göre, Terör Yasası kapsamına ve DGM’lerin görev alanına giren suçlarla, Olağanüstü Hal Bölgesinde işlenen suçlar, büyük bölümüyle, yasanın getirdiği ‘iyileştirmeler’in kapsamı dışında tutuluyor. En başta yeni usul yasasının, işkencenin devamına yasal onay verdiğini söylemek gerekiyor. DGM kapsamına giren suç türlerini tayin etme yetkisi de, gene polisin tekelinde.
Kapsam dışında tutulan suç türleri için, olumlu bir değişiklikten değil, ancak yeni bir olumsuzluktan söz edilebilir. Pratik durumun yasalaştırılması, hukuk alanında bir olumsuzluktur. Varolan durumun da gerisine düşülmüştür.
Yasanın parlamentodan geçmesinden sonra, yaptığı değerlendirmeyi kamuoyuna açıklayan İzmir Barosu’nun değerlendirmesinde de belirtildiği gibi, “CMUK’un yürürlükteki 136. maddesiyle sanık, soruşturmanın her aşamasında avukat bulundurabilir. Başbakanlığın 1989 yılında, yayınladığı genelge uyarınca, avukatı ile gözaltında görüşebilir, yasa değişikliği ile bu durum DGM sanıkları açısından” tartışmalı bir duruma gelmenin ötesinde, ortadan kaldırılıyor.
Terör Yasasının uygulamada ortaya çıkan boşluklarının, CMUK değişiklikleri ile bu şekilde doldurulmuş olması son derece önemli. Yasanın ‘iç hareket’ politikalarının yürürlüğe girdiği bir dönemde parlamentodan geçmiş olması da bir rastlantı değil.
Yasa 31. madde ile iç-savaş hukukunu usul yönünden taçlandırıyor. ‘İyileştirme’ maddeleri ile de, Avrupai anlamda demokrasi vitrininin güzelleştirilmesine katkıda bulunuyor.
Yasanın ikili bir hukuk sistemi ile formüle edilmesinin, Batının demokratik normları ile uyumlu bir bütün oluşturduğunun belirlenmesi gerekiyor. Adalet Bakanının, basın toplantısında döne döne konunun bu yanına vurgu yapması, çok büyük bir terslik taşımıyor. Batının demokratik normları sınıf hukukunu yansıtır ve çifte standartlara dayanır çünkü. Batı demokrasileri açısından, 1919’dan beri yürürlükte olan ‘acık ve mevcut tehlike ölçütü’, hukuk alanında evrensel bir değer taşıyor artık.
‘Acık ve mevcut tehlike ölçütü’ne göre, verili tarihsel koşullarda, her ‘somut tehlike’nin, eşitsizliği hukukileştiren bir hukuk sistemi ile karşılanması, demokrasinin ve hukukun ihlali değildir, tersine hukuktur, hukukun işlevine uygundur.
Burjuva hukuku, biçimsel anlamıyla da eşitliğin değil, bireyler ve kolleklifler açısından eşitsizliğin onaylanmasını ifade eder.
‘Acık ve mevcut tehlike ölçütü’ dün komünizmi önleme yasalarından kendini ifade ediyordu, bugün Büyük Britanya’dan Yunanistan’a kadar uzanan Avrupa coğrafyasında terör yasaları, anti-komünist yasaların yerini almış durumda.
CMUK bu tabloya çok fazla ters düşmüyor. Hatta yasa Alman Ceza Yargılama Yasası ile büyük bir paralellik gösteriyor. Paralelliği tersten de yapmak mümkün. Almanya’da Ceza Usulü Yasalarında yapılan son bir değişiklikle, bizde DGM kapsamına giren ‘suç türleri’ni işleyen sanıklar için ayrı hukuk sistemi getirilmiştir. İtalya’da Pişmanlık Yasası, Büyük Britanya’da 1974 tarihli Terörist Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Yasa ve 1981 tarihli Polis ve Suç Kanıtları Yasası aynı işleve sahiptir.
Büyük Britanya’da, polis, sadece hazırlık soruşturmasını ve ilk soruşturmayı yapmakla kalmaz, savcılarca yapılacak işlemleri de yürütür. Sanığın avukatı ile konuşma hakkı vardır. Ama 1974 tarihli yasa, ‘terör suçları’ kategorisine giren sanıkların bu haklarının kısıtlanması yönünde özel hükümler taşıyor.
CML’K değişikliği ile getirilen ve 31. maddenin formüle etliği hükümler, Batının burjuva normlarına uygundur. Ama demokratik değildir.
Asıl tehlike, Batının, şimdi Maastricht Anlaşması ile evrensel düzeyde yeniden formüle edilen ve onaylanan burjuva normlarına sığınmak değildir, sınıfsal içeriğinden koparılmış Batının burjuva hukuk normlarını, insan haklarının gerçekleşmesi için temel bir kalkış noktası almak daha büyük bir tehlikedir, bir çıkmazdır.
Demokratlık, insanlığın binlerce yıla yayılmış mücadelesinin biriktirdiği kazanımların bir kalkış noktası olarak sahiplenildiği yenle başlar.
‘68’li yılların ‘açık ve mevcut tehlikesi’ anti-emperyalist mücadelenin yaygınlığı ve bu mücadelenin giderek daha radikal biçimler, daha radikal kalkışma biçimleri almasıydı. 12 Mart Rejimi anti-emperyalist yaygınlığın ve eylemliliği ‘boğma’ girişiminin siyasal bir ifadesini oluşturuyordu. “Ekonomik gelişmeyi aşan sosyal gelişme” 12 Mart Rejimi ile durdurulmak, dondurulmak istendi. Darağaçları, katliam ve işkenceler, toplu tutuklamalar, ‘kurulu düzen’in anti-emperyalist bir kalkışmaya karşı öfke ve kininin dışavurumuydu. Burada ‘hukuk’ tartışması çok büyük bir fazlalık oluşturur. Hatta idam tartışması da… Başkaldırıya karsı ‘kurulu düzen’in mesajı, 1972 ilkyazında kurulan üç darağacında somuttandı. Bunu en veciz bir biçimde, Ankara Sıkıyönetimi Komutanlığı emekli askeri Savcılarından Baki Tuğ dile getiriyor. Şimdi DYP Ankara Milletvekili ve TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı olan Baki Tuğ, Tempo dergisinin 26 Nisan 1992 tarihli sayısında yayınlanan bir demecinde “onlar, biz yanlış yaptık, demiş olsalardı, idam edilmezlerdi” diyor.

Ocak 1993

Maastricht Anlaşması ve hukukun siyasal işlevi

İ. Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü başlığı ile yayımladığı çalışmasında, yasa teriminin, yasag veya yasağ sözcüklerindeki son harfin düşmesiyle Anadolu Türkçesine geçtiğini belirtiyor.
Yasag/yasağ sözcüğü Harizm dilinde kullanılıyor. Harizm dilinden Asya Türkçesine geçiyor, Asya Türkçesinden de Anadolu Türkçesine aktarılıyor.
Bugün de aktarıldığı ilk şekliyle kullanılıyor. Harizm dilindeki ilk kullanılışı ile bugünkü biçimi arasında aşağı yukarı on beş yüzyıl gibi uzun bir tarihsel dönem yer almasına karşın, terim herhangi bir anlam değişikliğine uğramıyor.
‘Uyulması gereken buyruk/kural’ anlamına geliyor.
Ortada uyulması gereken ‘buyruklar/kurallar’ bütünlüğü olduğuna göre, bu bütünlük doğal olarak iki tarafın organik birliğini öngörür: Uyulması gereken kuralları koyanlar ve uyulması gereken kurallara uymak zorunda olanlar… Özne ve nesne.
Etimolojik kökeni ile dahi terim, bir eşitsizlikle, bir ayrıcalıkla işe başlamış oluyor.
Eşitsizlik ve ayrıcalık, egemenlik ilişkilerini doğuruyor. Toplumsal ayrıcalık ve sınıfsal eşitsizlik olgusu, siyasal egemenlik, siyasal iktidar ilişkisi ile tamamlanıyor.
Siyasal egemenlik, ekonomik ve toplumsal egemenliğin aktif bir yansımasıdır.
Siyasal egemenlik ilişkisi kendi meşruiyetini ve varlığını ancak, ‘uyulması gereken buyruklar’ bütünlüğü ile sağlayabilir.
Yasanın varlığı, devletin varlığını öngörür, devletle birlikte var olur.
Bir toplumun yasaları, kamu otoritesi, yani o toplumun kamu gücü tarafından veya kararlarını bu gücün desteklediği görevliler ya da seçmenler tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Devletin olduğu toplumlarda yasalar, devlet tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Kendisini destekleyecek bir kamu gücü, siyasal bir devlet örgütlenmesi olmaksızın hukuk var olamaz.
Devlet, toplumun sınıflara bölünmesiyle birlikte toplumun içinden çıkmış, ama onun üzerinde ona yabancılaşmış siyasal bir mekanizmadır, siyasal bir baskı aygıtıdır.
Devleti, diğer örgütlerden ayıran temel özellik bir cebir kuvvetine sahip olmasıdır, zor aygıtı olmasıdır. Devlet yasal bir tekeldir, zora başvurma tekelidir. Halkın özerk silahlı örgütlenmesinin yok edilmesi ile silah tekeli devlete geçmiştir. İstisnasız bütün devlet örgütleri, silah tekelini elinde bulundurur. Sömürüye dayanan toplumlarda bütün devletlerin temel kuruluş yasası, halkın silahsızlandırılmasını, silah tekelinin devlete aktarılmış olmasını garanti altına alır. Fiziki bir güce dayanmayan ‘buyruklar/kurallar’ manzumesinin uygulanabilmesine olanak yoktur çünkü.
Yasa, varlığını fiziki devlet gücünün varlığına borçludur. Hatta terimin kendisi bile, bütün topluma ait olan fiziki gücün, toplumdan ayrışmış ve artık onun üzerine çıkmış siyasal otoritenin oluşması tarihi ile birlikte biçimleniyor. Cengiz Han Buyrukları, 400 yıl sonra Timurlenk tarafından toplanarak 33 bölümlük bir bütün haline getirilinceye kadar, Harizm dilinde, Türkçede de anlam kaymasına uğramadan kullanıldığı ilk biçimiyle, yasa kavramıyla adlandırılıyor.
Yasa ve hukuk, açık ki, zor aygıtlarına dayanmaksızın, zor aygıtları ile donatılmaksızın hiçbir anlam ifade etmez.
Yasaların uygulanabilmesi, ancak bir fiziki gücün varlığı ile mümkün olabiliyor.
Yasalar, yönetenler için değil, yönetilenler içindir.
Yasa kavramı, Arapçada, ‘kural, düzen1 anlamına gelen ‘kanon’ terimi ile ifade edilir. Türkçeye ‘kanun’ olarak geçmiştir. Kanun terimi, Doğu Karadeniz Bölgesinin belli yörelerinde, çıplak anlamıyla, dayanağı olan fiziki güç ile özdeşleştirilerek kullanılır. Güçlü ve yaygın iletişim ağının terimler arasındaki anlam farklarını sıfıra yaklaştırmasından önceki süreçte, Doğu Karadeniz Bölgesinde ‘inzibat eri’ne ‘kanun’ denirdi.
Trabzanun içinde
Tutdi beni kanunlar
Eser deniz yüzgarı
Hep açilur hanımlar
Uygulanabilmesi ve uyulması için devletin fiziki gücünün varlığını gerektirmeyen kurallar, örf ve adetlerdir, gelenek ve göreneklerdir, yerleşmiş görgü kurallarıdır. Tortulaşmış geleneklerin varlığını sürdürmesi bile, devletin gerici karakterini sürdürmesine ve resmi ideolojinin varlığına borçludur.
Toplumu oluşturan bireylerin ve birey kolektiflerinin gelenek ve göreneklere uymaları kuralı ile yasalara uymak zorunda bırakılmaları kuralı arasındaki fark, birincisindeki zorlamanın kamuoyunun ideolojik baskısına dayanmasıdır, ikincisindeki zorlama ise toplumdan işbölümü bakımından ayrılmış özel ve fiziki bir güce sahip bir organizmanın varlığından kaynaklanır.
Devlet yasaların, yasalar devletin varlığını gerektirir.
Yasalar bütünlüğü, kendisini hukuk terimi ile ifadelendirir.
Hukuk, Arapça ‘hakk’ kökünden gelir, ‘hakk’ sözcüğünün çoğuludur. ‘Genel geçerlilik taşıyan kurallar bütünlüğü, yasalara dayanan yetkiler toplamı’ demektir.
Yetki, yetkisizliği öngörür ve ancak yetki kullanma hakkına sahip fiziki bir organın varlığı ile somutluk kazanır.
Yetki kullanma hakkı, siyasal otoritenin tekelindedir.
Hukuk da devletle birlikte var olur, genel karakteristiğini devletin varlığından ve sınıfsal yapısından alır.
Hukuk ve devlet, tarihsel ve sınıfsal bir kategoridir. Sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsal eşitsizliklerin sona ermesine paralel olarak, tarihsel gelişme, insanlığın önüne devletle birlikte hukukun da sönmeye başladığı maddi bir zemin sunacaktır.
Devletin ve hukukun söndüğü, siyasal ve tarihsel işlevini tamamladığı özgürlük çağında, bugün kullanıldığı sınıfsal ve siyasal anlamının dışında başka bir içeriğe bürünecek olan yönetim terimi, sadece nesnelerin dağılımı ve üretimin toplumsal gereksinimlere göre düzenlenmesi için kullanılacaktır.
Özgürlükten söz edildiği gün, insanlığın komünizm ideali tam olarak gerçekleştiğinde, hukuk, devletle birlikte ortadan kalkacaktır.
Daha önce değil.
Kapitalist toplum ile komünizmin ikinci evresi arasında yer alan sosyalist toplum, devletin ve hukukun hâlâ var olduğu bir geçiş dönemidir. ‘Burjuvazisiz burjuva devleti’, sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması anlamında burjuva hukukunun sınırlarını aşabilir. Burjuva hukuku hâlâ tek ölçüdür.
Kapitalist toplumda, burjuva ilişkiler ağı zemininde devlet, çıplak biçimiyle egemen olan sınıfın fizik gücüdür. Hukuk ise bir zırhtır, fizik gücün zırhını oluşturur.
Hukuk, egemen olan sınıfın yasalaştırılmış iradesidir, bir kurumdur, üstyapı kurumudur. Hukuk, toplumun sosyal üretimini gerçekleştirmek için giriştiği ilişkileri oluşturan ekonomik temel üzerinde yer alan bir üst yapıdır. Mülkiyet ilişkileri, var olan üretim ilişkilerinin hukuksal yansımalarını oluşturur. Medeni hukuk, mülkiyet ilişkilerinin ete kemiğe bürünmüş biçimidir, temel sosyal ilişkileri formüle eder.
Liberal yorumlara inanmak gerekirse, mevcut yasalarda, ulusal yasalarda ve uluslararası sözleşmelerde cisimleşen burjuva hukuk sistemi, devletle toplum arasındaki ilişkiyi düzenlemenin biricik ve vazgeçilmez meşru yoludur. Hukuk, devletin, toplum nezdinde yasallaştırılmasıdır ama bu asla eşit bir ilişki değildir. Topluma karşı devletin korunmak istenmesinin, devletin ‘ebedi’ varlığını sürdürme çabasının yasal zırhıdır.
Hukuka, burjuva toplumunda başlı başına ve bağımsız bir alan olarak bakmak son derece yanıltıcıdır. ‘Hukukun üstünlüğü’ tezi, sadece saf hukukçulara ait bir iyi niyeti ifade eder.
Siyasal sistemin yapısından ve sosyal sınıf gerçeğinden soyutlanmış hukuki gerçekler arayışı, sadece bir arayıştır.
‘Yeni Dünya Düzeni’nin amentüsü olarak değer biçilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Paris Şartı gibi Avrupa merkezli uluslararası hukuk normlarının, böylesine bir arayışa olumlu yanıt vermekten uzak olduğunun saptanması son derece önemlidir.
Dün Paris Şartı ile birlikte İnsan Hakları Çağı başlatılmıştı.
Demokrasi ve insan haklarına yönelik propaganda, piyasa ekonomisinin eşliğinde ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ideolojik harcını oluşturuyordu.

MAASTRİCHT ÇAĞI
Daha bir yıl öncesinde Paris Şartı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Helsinki Demokrasisi, ILO Sözleşmeleri gibi terimler kutsal anlamlar yüklenilerek kullanılıyordu. TBMM’den geçirilen bir kısım ILO Sözleşmeleri, kamu çalışanlarına sendika adı altında sadece dernekleşme hakkı tanıdı.
Kutsal terimlerin kullanım değerleri bir yıl içerisinde tüketildi. Ama siyasal ve demokratik bir boşluktan söz etmek mümkün gözükmüyor. Ortaya çıkan boşluk, Maastricht Anlaşması ile dolduruldu.
Artık Maastricht Çağı’nda yaşıyoruz.
20 Eylül 1992 tarihinde Fransa’da Maastricht Anlaşması için yapılan oylama, kıl payı bir farkla da olsa ‘evet’le sonuçlanınca, dünya rahat bir nefes aldı, yeni bir başlangıç için yol açılmış oldu.
Fransa’daki oylama bir dönüm noktası oldu ve yeni bir çağın başlangıcı, bir başlangıç olarak Avrupa için resmen ilan edildi.
Şimdi yaygın bir propaganda ve ideolojik bombardıman kampanyası sürdürülüyor. Türkiye’nin liberal aydınları, Maastricht Anlaşması’nı ve getirdiği hükümleri, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra dünyanın yaşadığı en büyük ‘ikinci devrim’ olarak lanse ediyorlar.
1789 Fransız Devrimi’nin getirdiği tüm kalıp ve kavramlar, tüm değerler 203 yıl sonra, gene aynı coğrafya zemininde Maastricht Devrimi ile yıkılmış oldu. Maastricht Devrimi, Büyük Fransız Devrimi’nin dünyaya armağan ettiği ‘milliyetçilik, bağımsızlık, egemenlik’ kavramlarını kökünden sarsarak kaldırıp attı. ‘Evrensel, global ve rekabetçi’ değerler, hukuk zemininde de onaylanmış oldu. Bu anlaşma ile Avrupa Topluluğu’nu oluşturan 12 ülkenin ‘tek ülke’ olmasının yolu açılmış oldu.
Maastricht, eski değerleri yeniden yorumladı.
Türkiye’nin Avrupacı liberal aydınları Maastricht Anlaşmasını böyle yorumladılar. İzlenmesi gereken tarihsel bir süreç olarak değerlendirdiler.
Şimdilerde bu kampanyanın hızı kesilmiş gibi gözüküyor. Ama anayasa tartışmalarının gündeme gelmesi koşullarında, sadece Maastricht Anlaşması hükümlerinin değil, onunla birlikte Paris Şartı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin de yeniden güncelleşeceğinden, dahası kutsallaştırılacağından kuşku duyulmaması gerekiyor.
Anlaşma, esasında yeni hükümler getirmiyor, böyle bir amacı da yok, ayrıntılarıyla ele alındığında daha geri hükümlerin formüle edildiği de görülebilir. Maastricht Anlaşması temel hukuk felsefesi ve siyasal boyutlarıyla, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerini ve üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor.
Anlaşma, bu genel çerçevenin formüle edilmesi ve onaylanmasıdır.
Maastricht Anlaşmasına temel olabilmesi için, Türk hukuk mevzuatının da uluslararası standartlara uyarlanması, siyasal hukuk vitrininin güzelleştirilmesi gerekiyor.
Demokrasi için uyum isteniyor.
Uluslararası basın tekelleri aracılığıyla Türkiye’nin ‘Maatricht Avrupası’na katılabilmesi için bir ‘Hukuk Devrimi’ne yönelmesi gerektiğinin propagandasını yürütüyor.
Demokratikleşme programları, bir yandan mevcut birikimi sistemin açtığı yeni kanallar içerisinde eritme çabasına hizmet ediyor, bir yandan da genel bir uyum sağlamak için tek tek birtakım adımların atılmasını gerekli sayıyor. 141–142. maddelerde yapılan değişikliklerle başlayıp CMUK ile devam eden ve önümüzdeki dönemde anayasa değişikliklerine yönelmesi muhtemel gelişmeleri, hep bu uyum sürecinin tek tek bileşenleri olarak değerlendirebilmek mümkün gibi gözüküyor.
Maastricht Anlaşması, ‘Yurttaşlık Hakları’nı düzenleyen dördüncü bölümünde, uluslararası hukuk sözleşmelerine ve en başta da 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine ve üye ülkelerin anayasalarına atıf yapmakla yetiniyor.
Bu durumda Maastricht Anlaşması’nın nasıl bir Avrupa ve daha önemlisi de nasıl bir demokrasi tablosu çizdiğini kavrayabilmek için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni eksen alarak, uluslararası hukuk sözleşmelerinin belirli temel hükümlerini irdelemek önem kazanıyor.

YASALARIN YASALARLA İŞLEVSİZLEŞTİRİLMESİ
İki temel saptama başlangıç noktası alınabilir.
Birincisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni diğerlerinden ayırmak gerekiyor. AİHS dışındaki uluslararası sözleşme ve anlaşmalar, imzacı devletler, özellikle de Avrupa devletleri açısından bağlayıcı bir değer taşımıyor. Bu sözleşmelerin, genel çerçeveler çizmek ve geleceğe yönelik belirli yönelimlere işaret etmek dışında fazlaca bir işlev taşımadıklarını görebilmek mümkün. Daha önemlisi de, imzacı devletlerin muğlâk hükümler taşıyan bu tip uluslararası sözleşmeleri, ya temel devlet politikalarına uyumlu bir biçimde yorumlayarak uyguladıkları, ya da belirli ‘çekinge’lerle mevcut muğlâk hükümleri daha da işlevsiz hale getirdikleri görülebilir.
21 Kasım 1990 tarihli Paris Şartı hükümleri arasında yer alan ‘azınlıklar’ konusunda imzacı devletlerin yorumlarından örnek olarak söz etmek mümkün gözüküyor. En başta Fransa’dan söz edilebilir. Fransız Hükümeti, ülkesinde bir azınlık bulunmadığını bir devlet politikası olarak kabul ediyor. Fransız Adalet Divanı da Korsikalıların, Fransızlardan ayrı bir ‘halk’ veya ‘azınlık’ olarak tanımlanamayacağı kararını onaylıyor. İmzacı devletlerin başında yer alan Büyük Britanya, İtalya ve ABD, bu konuda Fransız dostlarının politikasından fazlaca ayrı düşmediklerini gösteriyorlar. ABD’de ulusal ve dinsel azınlıklara genel vatandaşlık statüsü dışında ayrıcalıklar tanınmıyor.
Türkiye ise çok daha net bir örnek. Türkiye, Paris Şartı’nda yer alan ‘milli azınlıklar’ tanımlamasını, ancak yürürlükteki uluslararası anlaşmalarla, kendilerine bu ayrıcalığın tanındığı topluluklar için resmi olarak kabul ediyor. Türkiye’nin imza koyduğu bu uluslararası anlaşmalar, 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşması ile 1925 tarihli Türkiye-Bulgaristan Dostluk Anlaşmasıdır. Bu anlaşmalarda, Türkiye’de azınlık olarak Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar toplulukları tanınır. Kürt varlığından, lafız olarak dahi söz edilmez.
Türkiye’nin yorumunun ve yorumuna uygun bir politika izlemesinin, uluslararası alanda fazlaca bir tepki görmediğini, tersine, yeni uluslararası anlaşmalarla da desteklendiğini söylemek gerekiyor. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan bir kuşağın, Mersin Limanı dâhil, 39. paralelin güneyinin, silah indirimi anlaşmalarının dışında tutulması olgusunun, Paris Şartı’nın imzalanmasından sonraki bir tarihte AKKA Anlaşması ile gerçekleşmesi, resmi politikaya uluslararası desteğin bir ifadesi olarak alınabilir. Devamını da söylemek gerekiyor. Silah indirimi görüşmelerinde varılan sonuçlarla, NATO’nun yeni askeri yönelimleri arasında yakın bir paralellik olduğu anlaşılıyor. Sovyetler Birliği faktörünün ortadan kalkmasından sonra NATO, yönünü ulusal sorunlar açısından en sıcak bölge olan Ortadoğu’ya çevirdi.
Düşman kuvvetlerin yeni renginin ‘yeşil’ olarak seçilmesi, bu yönelimi simgelemesi açısından önem kazanıyor.
Bir sonuca işaret etmek gerekiyor: Paris Şartı gibi uluslararası anlaşmalar, resmi politikaları güçlendirdikleri ölçülerde ve koşullarda, ancak bu koşullarda imzacı devletler için önem kazanıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin diğer uluslararası anlaşmalardan farkı, imzacı devletler açısından bağlayıcı bir özellik taşımasıdır.
Ama AİHS, aynı zamanda, taşıdığı istisna maddeleri ile belirli siyasal hakların kısıtlanmasında veya tümüyle ortadan kaldırılmasında imzacı devletlere geniş bir hareket serbestîsi sağlayan hukuki bir belgedir.
Metin içi eklerle aktarılan örnekler de görebilmek mümkün, iç hukuk belgeleri, siyasal kamu otoritesine, daha geniş ölçülere varan ‘hak kısıtlama hakkı’ tanıyor. Temel bir yasa veya özel alanları kapsayan yasalar, birinci maddeleri ile insanlığın binlerce yıllık siyasal ve sosyal mücadelesinin ortaya çıkardığı birikimi formüle ediyor. Ama bu birikimin, belirli siyasal koşullarda, ya aynı yasanın değişik maddelerine dayanılarak ya da başka yasa maddeleri ile işlevsizleştirilebilmesinin yasal zemini daha baştan hazır hâle getiriliyor. Resmi politikalar yasal dayanağını, yasaların istisna maddelerinden, ikinci maddelerinden alıyor. Teknik anlamda belirgin bir farklılıktan söz etmek gerekiyor: Türk hukuk mevzuatında, 1982 Anayasası dâhil, yasa maddelerinin ruhunu oluşturan ama istisna maddeleri görüntüsüne sahip ikinci madde hükümleri, çok büyük bir vurgu ile öne çıkarılırken, uluslararası standartlarda ve Batı’nın demokratik yasalarında, resmi politikaların meşru kaynağını oluşturan ikinci maddeleri, genel hükümlere, daha inceltilmiş bir teknikle monte ediliyor. İkinci sıradaki maddeler, genel hükümleri işlevsizleştiriyor. Şöyle de söylenebilir: İkinci madde hükümleri, pratikte temel hükümler olarak uygulama alanı buluyor.
Türk hukuk mevzuatının, genel hükümlerle istisna maddeleri arasında varolan sıralama ve vurgu farkı dışında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine çok fazla ters düşmediği söylenebilir. Sıralamanın değiştirilmesi ve ikinci madde hükümlerine yapılan vurgu şiddetinin azaltılması, sadece uyumsuzluğu gidermekle kalmayacak, belki ‘NATO ülkeleri kadar demokrasi’ sloganının da kendisine hukuki bir zemin bulmasının başlangıç noktasını oluşturacaktır.
‘NATO ülkeleri kadar demokrasi’ sloganı olsa olsa resmi politikaların Batı’nın yerleşik hukuki normları ile onaylanmasının yeni bir ifade ediliş biçimi olabilir. Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin, resmi adıyla insan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’nin ana ekseninde yer alan istisna hükümleri, ‘kamu güvenliği’ gerekçesiyle, sistemin kolektif çıkışlara ve toplumsal muhalefetin radikalleşmesi olasılığına karşı korunmasının, güvenceye alınmasının yasal zırhını oluşturuyor çünkü.

HAK SINIRLAMA HAKKININ EVRENSEL ÖLÇÜTLERİ
İkincisi, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasındaki uluslararası sözleşmelerin ilki olan ve Hitler faşizmine karşı uluslararası cephede sürdürülen başarılı bir direnişin de belirli izlerini taşıyan 10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’nin 29/2. maddesinde “her insan, haklarından ve özgürlüklerinden yararlanırken (…) demokratik bir toplumda ahlak, kamu düzeni -ve genel refahın yerinde gereklerini karşılamak amacıyla koyduğu kısıtlamalara tabidir” hükmü yer alıyor.
En başta 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, daha sonraki tarihlerde imzalanan uluslararası sözleşmelerin, İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi’nin kısıtlamada temel bir kural olarak koyduğu ölçütü, büyük ölçüde genişlettiği görülüyor. Metin içi eklerde, Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı AİHS’nin kısıtlama maddeleri üzerinde ayrıntıları ile duruluyor.
Ama şimdiden şu söylenmelidir: İmzacı devletler, iç hukuk düzenlemeleriyle, özgürlüklerin sınırlandırılmasına getirilecek ölçütleri ayrıntılarıyla yeni baştan formüle ediyorlar. Bazı ölçütler, kendilerine evrensel düzeyde bir uygulama alanı yaratıyor, uluslararası sözleşmelerde baz alınıyor.
Bunların başında, Batı demokrasileri açısından evrensel ölçüde bir standart değer taşıyan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Ekim Devrimi’ne karşı, ‘Kızıl Korku Operasyonu’ olarak Wilson Prensipleri çerçevesinde formüle edilen ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ geliyor.
ABD’de uygulana-gelmiş politikaların 1919 yılında, Yüksek Mahkeme tarafından geliştirilmesi ve genel bir içtihat kararına dönüştürülmesi ile hukuki bir meşruiyet kazanan Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü, 1969 yılında ABD Yüksek Mahkemesi’nin yeni bir yorumuyla açıklığa kavuşuyor ve yeni getirilen yorumla ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nün yerine, Batı Avrupa demokrasilerinde de genel bir kabul görüyor.
Her siyasal dönem, kendi nesnelliğine uygun hukuki ölçütler ve politik normlar yaratıyor.
İkinci Savaş sonrasında, sosyalizmin Batı dünyasında yükselen prestiji, uluslararası işçi hareketindeki gelişmeler ve ekonomik bunalım paniği, Batı demokrasilerini ‘düzenin korunması’ için yeni politik tedbirler almaya itti, hukuki ölçütler değişti.
Yeni bir sıcak savaş dönemi başlatamadığı için, Batı demokrasileri kendi varlığını korumak ve pekiştirmek amacıyla soğuk savaş ilan etme gereğini duyuyor.
Soğuk savaş dalgaları, ABD’de McCarthy politikalarını yaratıyor.
Demokrasinin politik gereksinmeleri, McCarthy politikaları, kendine, ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nde somutlayan yeni bir hukuki zarf, hukuki ölçütler şekillendirmekle gecikmiyor.’ Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’nün yeni politik koşullardaki yetersizliği, ölçüte ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nün eklenmesi ile tamamlanıyor.
Liberal düşünceler bile, artık anti-komünist politikaların doğrudan hedefleri arasına giriyor. ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’ Yabancıların Tescili Kanunu, İç Güvenlik Kanunu, Komünist Kontrol Kanunu yeni yasalarla ete kemiğe bürünüyor, ‘cadı kazanı’ kaynatılıyor.
Batı demokrasileri, başta ABD, soğuk savaş yıllarının McCarty politikaları ile kendi insanına mesaj vermeyi, demokrasiyi demokrat ağırlıklardan kurtarmayı amaçlıyor.
McCarty politikaları ve ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’, yerini ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ne terk ederek tarihsel misyonunu tamamlıyor. ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Birinci Soğuk Savaş sonrasında Batı demokrasilerinde evrensel bir uygulama alanı buluyor.
Bugünkü normlar ve pratik politikalar açısından şu söylenebilir: ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ temel alınırsa, soyut bir düşüncenin açıklanması veya propagandası ‘kamu düzeni’ni tehlikeye atmadığı sürece, yasalara göre ‘suç’ oluşturmuyor.
Bu anlamıyla Batı demokrasileri, maddi bir güce dönüşmediği sürece ‘düşünce’yi, düşünce açıklama özgürlüğünü ‘suç’lamaktan kaçınıyor. Maddi bir güce dönüşen düşünce ise, ’68 Radikalizmi karşısında Fransa örneğinde görülebileceği gibi, aşağıda kısa ayrıntıları veriliyor, ‘açık’ ve ‘mevcut’ bir ‘tehlike’ oluşturuyor.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ dün komünizmi önleme yasalarında somutlanıyordu, şimdi ‘terör’ başlığı altında formüle ediliyor. Soğuk Savaş Dönemi’nde ve uzantısı yıllarda Batı sistemi, komünizmi önleme yasaları ile yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları ile, 141–142 vari yasalarla kendini güvencede hissediyordu. Soğuk savaş yılları Amerika’sında görüldüğü gibi yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları, kendi doğal gelişmesi içerisinde anti-terör yasalarına, devlet terörünü meşrulaştıran yasalara evrildi.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Batı dünyası anlamında, şimdi evrensel bir özellik gösteriyor.
Batı Avrupa’da sistemin siyasal bir uzantısını oluşturan komünist partiler, isim değişiklikleri ile yeni sosyalist partiler,’ sistem için bir tehlike taşımıyor, ama İrlanda ve Korsika’da ulusal örgütlenmeler ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ sayılıyor. ‘Ayrılıkçılık’ ve ‘terörizm’ tehlikesi karşısında, insanın ‘tehlikeli’ bir biçimde haklarını kullanması karşısında, sistem, kendisini hukuki bir zırhla korumaya, hukuki zırhını sağlamlaştırmaya gereksinim duyuyor.
Yunanistan ve Büyük Britanya örnek alınabilir, düşünce ve basın özgürlüğü artık terör yasalarının ördüğü duvara çarparak kırılıyor. Yunanistan’da 7 büyük gazetenin genel yayın yönetmenleri, 1991 Eylülünde tutuklanıyor. BBC Dünya Servisi, ilk kez 1985 yılında susuyor. Mevcut Ceza Yasasının IRA eylemleri için yeterli olduğu belirtilen Büyük Britanya’da, ‘Terörizmi Önleme Yasası’nı parlamentoya sevk eden İşçi Partisi Hükümeti’nin İçişleri Bakanı, 1974 yılında yasayı çıkarma amaçlarını “İrlanda’nın Büyük Britanya’ya sirayetini önlemek” olarak açıklıyor.
‘Açık’ bir tehlike olamadan da Komünist Partisi 1956 yılında Federal Almanya’da kapatılıyor. Parti üzerindeki yasak daha sonraki yıllarda kaldırılıyor ama savaş karşıtı örgütlere ve komünist örgütlere üye olanların kamu hizmetlerinde görev alamayacağına dair yasak sürdürülüyor. ‘Suç’ ve ‘terör’ tanımına yeni bir açıklık getiriliyor. Almanya’da her tür siyasal etkinliğin, daha baskıcı koşullarda, ‘terör’ tanımı içerisine yerleştirilmesi mümkün hale geliyor.
Türkiye’de ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’ çok uzun süren bir dönem sonunda, yoğun bir tepki birikimi sonucunda, SSCB’nin bir ‘tehlike’ olma sürecinden çıkmasıyla birlikte, biçimsel olarak terk ediliyor. TCK’nın
141–142. madde hükümleri Terör Yasası’na aktarılıyor. ‘Açık ve mevcut tehlike’nin, aynı anlama gelmek üzere her tür muhalif siyasal etkinliğin, yasal platformda Terör Ya-sası’yla karşılanması amaçlanıyor. 1991 Nisanında yürürlüğe giren Terör Yasası, Büyük Britanya’nın 1974 tarihli Terör Yasası ile ve Almanya’da Ceza Yasası’na eklenen 29/a maddesi ile çok büyük bir paralellik gösteriyor.
Ortaya çıkan boşluklar da CMUK ile özellikle yeni yasanın 30 ve 31. maddeleriyle tamamlanıyor.
30 ve 31. maddelerin ‘demokratik’ kaynağı Alman Ceza Yargılama Yasası’dır, İtalyan Pişmanlık Yasası hükümleridir. Büyük Britanya’da 1974 yılından beri uygulanan Terörist Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Yasa’dır.

ORTAK SİYASAL PAYDA
Devam etmeden önce bir sonuca işaret etmek gerekiyor: En demokratik ülkelerde bile, insan haklarının sınırı, sistemin güvenlik sınırının başladığı yerde bitiyor, sistemin siyasal sınırına kadar uzanıyor. Sistemin siyasal sınırını, ‘milli’ çıkarlarla örtüşen devlet çıkarları, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarları belirliyor.
Bugün, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarlarının Avrupa çapında evrenselleştiği anlaşılıyor. Maastricht Anlaşması da, evrenselliği ‘uluslar-üstü’ genel bir hukuki çerçeve olarak formüle ediliyor.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ Maastricht hukukunun çerçevesinin ve sınırlarının çizilmesini de belirliyor.
Son derece açık: Siyasal gelişmeler ve devletin güncel politikaları, hukuku belirliyor. Hukuk, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamanın ötesinde fazlaca bir işlev taşımıyor. Bugün Batı demokrasilerinde evrensel düzeyde bir geçerlik kazanmış bulunan ‘açık ve mevcut tehlike ölçütü’ kuralı, siyasal hukuk kararlarının da ölçütünü oluşturuyor.
Anayasa Mahkemesi’nin, 31 Mart 1992 tarihli kararıyla, Terör Yasası’nın, TCK’nın 125. madde hükümlerini ‘şartlı tahliye’ kapsamı dışında tutan hükümlerini iptal etmemiş olmasını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Anayasa Mahkemesi’ne yasal partiler hakkında ‘bölücülük’ savıyla dava açmasını ve bu yönde kararlar verilmesini, gazete, dergi ve kitapların ‘bölücülük’ gerekçesi gösterilerek toplatılmasını ve CMUK’un DGM kapsamına giren ‘suç’ları ve Olağanüstü Hal Bölgesi’nde meydana gelen ‘olay’ları ‘iyileştirme’ hükümlerinin kapsamı dışında tutmasını ‘açık ve mevcut tehlike ölçütü’ kuralının doğrulanması olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bugün ‘açık ve mevcut tehlike’yi ‘Kürt realitesi’ oluşturuyor çünkü.
Hukuk, başkaldırıya karşı rejimin verdiği cevabın sadece bir üst başlığıdır.
Siyasetin bir üst başlığı olmasının ötesinde, hukuka, çok fazla bir işlev yüklememek gerekiyor.
En gelişmiş burjuva demokrasilerinde de, hukuk, farklı bir işleve sahip değil.
Terör Yasası’na veya Kontrgerilla Talimnamesi’ne ve örgütüne ilk sahip olma onurunu Türkiye taşımıyor. Demokrasinin ‘ilk beşiği’ Yunanistan ve demokrasinin ‘son beşiği’ Büyük Britanya da içinde olmak üzere Batı demokrasilerinin Türkiye’den daha önce davrandıkları anlaşılıyor.
Demokrasi, sadece bir hayali ifade ediyor.
Burjuva demokrasisinin sınırı, sistemin “güvenlik sınırı”nda bitiyor.
Kontrgerilla tipi örgütlenmeler, “meşru” kuvvetlerin yanında, Batı demokrasilerinin “güvenlik sınırı”nı oluşturuyor.
1990 yılı sonbaharında Batı demokrasileri, kontrgerilla skandalları ile sarsıldı.
Özellikle İtalya’da, kuşkulu terör ve cinayet olaylarının ardındaki gücün CIA tarafından örgütlenmiş Gladio kod adlı “yeraltı örgütü” olduğu, savcı Felice Casson tarafından ortaya çıkarılınca, skandala dönüşen olay tüm NATO demokrasilerine yansıdı. Kontrgerilla örgütleri NATO üyesi ülkelerin hemen hemen tümünde “resmen” deşifre oldu. İtalya’da, kamuoyunu yatıştırmak için Gladio’nun lağvedildiği açıklandı.
Sonraki süreçte unutuldu, “unutturuldu.”
Büyük Britanya’da yayımlanan haftalık Observer gazetesinin 7 Haziran 1992 tarihli sayısındaki bir haber üzerine, kontrgerilla örgütlerinin varlığı Batı demokrasilerinde yeniden gündeme geldi.
Observer gazetesinde yer alan haberde, Büyük Britanya’nın kontrgerilla örgütlerinin uzun yıllar boyunca faaliyet merkezi olduğu üzerinde duruluyor. Gazete, Büyük Britanya ve ABD’nin, örgüte geniş bir çerçevede katıldığını ve örgütün, İrlanda’dan Türkiye-Iran sınırına kadar uzanan alanda çeşitli faaliyetler örgütlediğini belirtiyor.
Observer gazetesi, Büyük Britanya ordusundaki Anti-terörist Birliğin, SAS’ın da, özellikle İrlanda’daki faaliyetlerinde Gladio ajanlarına yardım etmiş olabileceğini ileri sürüyor. Büyük Britanya Savunma Bakanlığı’nın Observer gazetesinde yer alan haberle ilgili yorum yapmaktan özellikle kaçındığı görülüyor.
Ama Başbakan John Majör, Nisan 1992’de yapılan genel seçimlerin dördüncü kez Muhafazakâr Parti tarafından kazanılmasından sonra, Avam Kamarası’nda yaptığı bir açıklamada, ülkede bir karşı-casusluk örgütünün varlığından ilk kez söz etti: MI–6. MI–6 Dış İstihbarat Örgütü, MI–5 ise ülke içi istihbarattan sorumlu. Doğrudan Başbakan’a bağlı. Parlamento denetiminin dışında. Daily Mail gazetesinde yazıldığı gibi MI-5 artık “soğuk savaşın yürütülmesi ile değil, sıcak savaşın yürütülmesi ile ilgileniyor.”
İrlanda ve IRA, MI-5’in faaliyet merkezinde yer alıyor.
MI–5, İrlanda sorununun “istikrar”a kavuşturulması için, devletin illegal çekirdeklerinden birisi.
Büyük Britanya’da devletin bir illegal çekirdeği daha var: Secret British Network Revealed. Büyük Britanya’nın Kontrgerilla örgütü…
Kontrgerilla örgütlenmesinin adı İtalya’da Gladio idi. Kontrgerilla örgütlerinin Yunanistan’da B–8 ya da Sheepskin, Belçika’da SDR–8, Hollanda’da NATO Command, Almanya’da Gehlen Harekatı, Stay Behind, Sword, Avusturya’da Schwert, İsviçre’de P-2, Fransa’da Rüzgar Gülü adları ile bilindikleri ve faaliyetlerini sürdürdükleri Talat Turhan’ın “Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla” çalışmasında açıklıkla gösteriliyor.
Kontrgerilla örgütlenmesinin ABD’de hangi adla anıldığı fazla bir önem taşımıyor.
Gerekmiyor da.
ABD sistemi, siyasal ve militarist mekanizmaları bütünlüğü ile tam bir kontrgerilla örgütlenmesine tekabül ediyor çünkü. Amerikan militarizmi, var olan uluslararası demokratik sistemin kontrgerilla örgütlenmesini temsil ediyor.
Dahası NATO ülkelerinde ve NATO dışı birçok ülkede kontrgerilla örgütlerinin CIA ile içice çalıştıkları ve CIA tarafından finanse edildikleri de biliniyor. Hatta Talimnameleri bile ABD patentli: FM 31–15 Sahra Talimnamesi. 31–15 simgesi, örneğin Türkçeye ST 31–15 simgesi ile tercüme ediliyor: ST 31–15 Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Harekât Talimnamesi. Gene, örneğin Özel Harp Dairesi’nde önemli görevler alan subayların hemen hemen tümü CIA okullarındaki eğitimlerden geçiyorlar.
Türkiye Avrupa ülkelerinden sadece mal ve sermaye ithal etmiyor, insan haklan normları, basın özgürlüğü normları yanında Terör Yasaları ve Kontrgerilla Talimnameleri ve örgütleri de ithal ediyor. SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte kaldırılan TCK’nın 141. ve 142. madde hükümleri de Terör Yasası’na aktarılıyor, siyasal vitrin daha Avrupai bir güzelliğe kavuşuyor.
Terör yasaları ve kontrgerilla talimnameleri ortak bir payda oluşturuyor.
Terör Yasalarının ve Talimnamelerin siyasal rejimler arasındaki nicel farkları en aza indirdiği, benzerlikleri çoğalttığı görülüyor.

İÇ SAVAŞ HUKUKU
Sadece bizde değil, Avrupa demokrasilerinde de insan hakları, tekelci bir zeminde terör yasalarına çarpıp kırılıyor.
Bugün Batı’nın burjuva demokrasilerinde Terör Yasaları veya yasaların ikinci maddeleri yahut kontrgerilla örgütlerinin talimnameleri genel bir uygulama alanına sahip değilse, bunun biricik nedeni Batı’da sistemi tehdit edecek düzeyde bir sınıf hareketinin veya radikal siyasal hareketlerin yokluğudur.
’68 radikalizmi karşısında, sistemin yürürlüğe soktuğu politikalara bunun bir göstergesi olarak bakılabilir. ’68 radikalizmi, var olan sistem açısından, ‘açık ve ‘mevcut’ bir ‘tehlike’ sayıldığı için, örneğin Fransa’da 68’e ‘bulaşmış’ tüm örgütlenmelerin feshedildiği, yayın organlarının kapatıldığı biliniyor.
’68 radikalizmi karşısında, burjuvazi mevzi de olsa, iç savaş hukukunu çağrıştıracak bir biçimde yasaların ikinci maddelerini uygulamaya yöneliyor.
Türkiye’de ise hep iç savaş hukuku yürürlükte. Radikal bir sosyal muhalefetin varlığı ve gelişme potansiyeli taşıması, iç savaş hukukunun sürekli yürürlükte tutulmasının maddi temelini oluşturuyor.
12 Mart hukukuna ve geliştirilmiş devamı olarak 12 Eylül hukukuna bir iç savaş hukuku olarak bakmak gerekiyor.
1964 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı’nın imzası ile bütün askeri birliklere uyulması ve uygulanması için gönderilen ve en yoğun uygulama alanına 1980 sonrasında kavuşan Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, iç savaş hukukunun en belirleyici ve tamamlayıcı parçasını oluşturuyor.
Hatta ‘gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’ kimliği ile artık devleti oluşturan kuruluşların en legali olarak yerüstünde faaliyet gösteren kontrgerilla örgütü devletin doğrudan yönetici çekirdeğidir. ‘Faili meçhul cinayetler’in ‘ölü ele geçirme’ operasyonlarının hukuki dayanağını oluşturan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne ise, resmi yasal yasalardan önce temel bir hukuki belge olarak değer biçmek gerekiyor.
Yasal hukuk sadece bir vitrindir, bir üst başlıktır. Yasal hukukun, iç savaş ilanı koşullarında, vitrinin güzelleştirilmesinin ötesinde fazlaca bir işleve sahip olmadığını görebilmek mümkün.
İç savaş hukuku kendi kurumlarıyla birlikte var oluyor. ‘Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’, popüler adı ile kontrgerilla örgütü, yargısız infazlar için bir yargı organı işlevine sahip. Yargılı infazlar için de Sıkıyönetim Mahkemeleri veya Devlet Güvenlik Mahkemeleri görev yapıyor.
Bir kurumun boşluğu, diğer kurumların varlığı ile tamamlanıyor. İç savaştan ‘olumlu sonuç’ alınması için de bir arada kullanılmaları gerekiyor. Eski Genelkurmay başkanlarından olan ve Eylül rejimi altında kendisini Devlet Başkanı ilan eden emekli Orgeneral Kenan Evren, Kontrgerilla’nın 1972 Kızıldere Operasyonu’nda kullanıldığını 1990 yılında söyledi. Şimdi Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldığı bildirilen Özel Harp Dairesi’nin “Güneydoğu’da kullanılmakta olduğu” Genelkurmay brifinginde açıklandı.
DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, 1992 Mayısında günlük gazetelere “Bir gerilla savaşı var, tabii ki oyunu kurallarına göre oynarız. Gerilla savaşının kendine özgü kuralları var. Gerilla savaşında onun yöntemlerine göre hareket edeceksiniz, yani onun anladığı dilden konuşacaksınız” sözleriyle biten demeçler verdi.
Bu açıklamalardan bir sonuç çıkarılabilir: Yasal hukuk ve uluslararası standartlara atıf yapılarak sürdürülen ‘demokratikleşme’ tartışmaları sadece bir vitrindir, aynı zamanda devletin legal zemindeki varlığına gölge düşürmeme çabalarının bir ürünüdür.
Toparlanırsa, her siyasal dönemin kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yarattığı söylenebilir.
Kendisini siyasal gelişmelere göre belirlemesi, burjuva hukukunun çifte norm taşımasını beraberinde getiriyor. Yasaların, devlet tarafından açıkça onaylanan, yürütme ve davranış kuralları olduğu biliniyor.
Hukukun, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamaktan başka, fazlaca önemli bir işlevi olmadığı da açık, biliniyor.
12’li Mart ve Eylül rejimleri hep ‘hukuk dişilik’ olarak nitelenir, hukuksuzluk sayılır.
Bu nitelendirmenin, dilin günlük kullanımı dışında fazlaca bir şey ifade etmediğini söylemek gerekiyor.
Tarihin tanıdığı en büyük siyasal barbarlıklar da, Hitler ve Mussolini faşist rejimleri gibi, bir hukuk sistemine dayanıyordu.
Mart ve Eylül rejimleri, emsalleri gibi, hukuki bir zırh taşıyor, hem yadsıyarak içinden geldiği, hem de siyasal gereksinimlerine göre oluşturduğu bir hukuk düzenine sahip.
Her ‘olağanüstü’ yapılanma, olağan dönemin değerlerini ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı bir kategori oluşturmaz.
Mart ve Eylül Hukuku, tarihteki emsalleri gibi, mevcut burjuva hukukunu zorluyor, ama burjuva hukukunun dışında da bir hukuk sistemi oluşturmuyor. Sistemin anayasasından, yönetmelik ve kararnamelerine kadar uzanan tüm hukuk metinlerine, rejimin terörcü ruhu siniyor.
Mart ve Eylül rejimleri, çokça yazılanın tersine, hukukun ihlal edilmesinin değil, yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal ifadesini oluşturuyor, terörün hukukunu temsil ediyor.
Terör hukuku, rejime kalıcı bir yasal çerçeve çiziyor. 1991 tarihli Terör Yasası ve CMUK’ta 1992’de yapılan değişiklikler, hem 1980 Eylül rejimini yeniden meşrulaştırmayı hedefliyor, hem de Eylül Hukuku’nun, uygulamada ortaya çıkan boşluklarını ve eksiklerini tamamlıyor.
Terör Yasası, Eylül Hukuku’nu tamamlayarak sürdürüyor. CMUK da Terör Yasası’nın boşluklarını tamamlıyor.
Boşlukları CMUK ile tamamlanan Terör Yasası, tarihsel bir sürekliliğin hukuk alanındaki son halkasını temsil ediyor.
İstiklal Mahkemeleri’nden Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’ne ve DGM’lere, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskan Kanunlarından, S-S Kararnameleri’ne, Olağanüstü Hâl Rejimi Hukuku’ndan Terör Yasası’na ve CMUK’a, hepsinin üzerinde de Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne kadar uzanan kurum ve yasalar, kurum ve yasaların hukuki çerçevesi, tarihsel bir çizgide kopuşsuz bir sürekliliğin belirli uğrak noktalarını oluşturuyor.
Tek tek parçalar birbirini tamamlıyor, bütünü tarihsel çizgide bir hukuk sistemi oluşturuyor.
Bütünün içinden bir parçanın çekilip alınması, sistemin, tarihsel ve siyasal olarak oturduğu ‘meşru’ zemini kaybetmesi anlamına gelir.
Ortaya, olağan burjuva hukuk normları ile doldurulamayacak kadar muazzam bir hukuk boşluğu çıkar.
Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku ile takviye edilen 12 Mart ve Eylül rejimlerinin hukukuna, Türkiye’nin var olan normal ve olağan hukuk sistemi olarak bakmak gerekiyor.

Mart 2000

EK:1
“MAASTRICHT’E HAYIR”
Fransa’da yayımlanan feminist teori dergisi Nouvellas Question Féministes, Eylül–1992 tarihli sayısında, Maastricht’e karşı bir çağrı metnini imzaya açtığını duyuruyor. Çağrı metninde “Maastricht’e Hayır” sloganının gerekçeleri sıralanıyor:
“İrlandalı feministler halkı Maastricht’e karşı oy vermeye çağırdılar. Danimarka’nın red oyu, özünde Danimarkalı kadınların reddidir. Kadınların ‘hayır’ demelerinin esaslı nedenleri var.
Maastricht, sosyal bir Avrupa yaratmadığı gibi bireyin haklarını hiçe sayan ve sosyal politikaları feda eden bir ultra-liberalizm yerleştirmeye çalışıyor.
Maastricht, 1950 İnsan Haklarını Koruma Sözleşmesi’yle üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor. Oysa sözü geçen 1950 Sözleşmesi, ne gebelikten korunma hakkını, ne boşanmayı, ne kürtajı tanıyor, yalnızca ‘evlenme hakkı’nı tanıyor. Buna karşılık İrlanda Anayasası kürtajı yasaklıyor. Boşanma ve doğurganlığın denetimi birey hakları arasındadır. Bu hakları tanımayan ve ortak politikayı en geri ülkelerin politikalarının hizasına indiren bir anlaşmayı imzalamayacağız.
Doğum izni, kreşler, anaokulları ne olacak? Sosyal politika, anlaşmanın ek bölümünde, hiçbir şey garantilemeyen bir protokolde yer alıyor ve bütün ayrıntılar gerileme yönünde. Şimdiye kadar Avrupa Topluluğu ‘eşit değerli’ işler için erkek-kadın ücretlerinde eşitlikten söz ederken, Maastricht ‘aynı iş’ten söz ederek anlamı daraltıyor. Topluluk en geri ülkelerin, cinslerin eşitliğine doğru ilerlemesi için çalışıyordu, bu kavram şimdi kayboldu.
Bizimle birlikte “Maastricht’e Hayır” deyin ya da otuz yıldır birlikte verdiğimiz bütün mücadeleleri tekrarlamaya hazırlanın.”

EK: 2
MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER – 1
Yaşama Hakkı
Genel kabul gören anlayışın tersine, Batı demokrasileri ‘cinayet işleme’ tekelini elinde tutuyor. Batı demokrasilerinin bir bölümünde, yasalar, savaş halinde işlenen askeri suçlar için ‘ölüm cezasını’ öngörüyor. ABD, ölüm cezalarını infaz eden ülkelerin başında yer alıyor.
Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı Avrupa insan Hakları Sözleşmesi, 2. Maddesi ile “yasanın ölüm cezasını öngördüğü bir suçtan dolayı mahkemece verilen bir cezanın infazını”, “polise mukavemetten dolayı bir infaz olayını” ve “isyan ve ayaklanmayı bastırmak” için girişilecek toplu katliamları ‘yaşama hakkının ihlali’ saymıyor.
Daha da önemlisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1983 tarihini taşıyan ‘Ölüm Cezasının Kaldırılmasına ilişkin 6 No’lu Protokol’ü 1. Maddesi ile ‘ölüm cezasının kaldırıldığını’ ilan ediyor, ama 2. Maddesi ile imzacı devletlere “savaş zamanında ya da yakın savaş tehdidi durumunda işlenen eylemler için yasalarında ölüm cezasına ilişkin hükümler bulundurma” hakkını tanıyor.
‘Ölüm cezaları’na ilişkin hükümler sadece yasalarla sınırlı değil, hatta yasal alana daha masum bir rol yüklenebilir. Fiili hukuk, yasadışı yasal alan daha belirleyici bir rol oynuyor, İtalya’da, 1990 yılı kapanırken Gladio ile başlayan ve bütün Batı demokrasilerinde mevcudiyeti inkâr edilmeyen kontrgerilla yeraltı örgütlenmelerine ait olguların, aradan geçen süre içerisinde sadece üzeri kapatıldı.
Amerikan kaynaklı FM–15 simgesi ile bütün NATO ülkelerinde uygulanan, Türkçeye de ST 31–15 simgesi ile tercüme edilen Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesinin, “bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak kanuni statüye tabi değildir” hükmünün yer aldığı 9. maddesinde formüle edildiği gibi, Gladio ve kontrgerilla tipi özel militarist askeri örgütlenmeler ve etkinlikleri, yasal olarak yasal statünün dışında tutuluyor.
En yeni örneği ‘demokrasinin beşiği’ İsviçre oluşturuyor. İsviçre Gladiosu olarak anılan P-26’nın 300 kişilik seçme bir militan kitlesine dayandığı ve İsviçre dağlarında gizli silah depolarına sahip olduğu 1992 yılı ortalarında açığa çıkıyor. P–26, aynı zamanda, muhaliflerin ‘fişlenmesi’ görevini de üstleniyor. İsviçre’nin siyasal koşulları ve siyasal çelişkileri, henüz faili meçhul cinayetler için uygun bir madde, zemin sunmuyor, ama Büyük Britanya için aynı şeyi söylemek zor gözüküyor. Geçtiğimiz yıl Kuzey İrlanda’da faaliyet gösteren ‘Ulster Central Co-Ordinating Committee’ adlı paramiliter yeraltı örgütü açığa çıkarıldı. Yüksek rütbeli polis şeflerinin, politikacı ve papazların yönettiği örgütün, son iki yıl içinde, IRA sempatizanı oldukları gerekçesiyle 12 kişiyi öldürdüğü anlaşıldı. Paramiliter örgütün, bir ‘idam mangası’ olarak, İrlanda’da faaliyetini bugün de sürdürdüğü biliniyor.
Paramiliter örgütler, yasal yetkilerini, ‘Süper NATO’ örgütünün yasal talimnamelerinden alıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, demokrasinin yasal zırhının tamamlanması açısından, açık ki, bir bütün oluşturuyorlar.
Özel Yaşamın Korunması Hakkı
Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesinin 1. fıkrası, “her şahıs, özel ve ailevi yaşamına, konutuna ve yazışmalarına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” genel hükmüne yer veriyor. Ama aynı maddenin hemen 2. fıkrasında, bu hakkın kullanılmasına ‘resmi bir makamın müdahalesi’ hakkını da tanıyor.
‘Ulusal güvenlik’, ‘kamu huzuru’, ‘düzenin korunması’ amacıyla resmi toplumun, özel yaşamın korunması hakkına müdahale edebileceğini hükme bağlıyor.
Avrupa demokrasisini temsil eden birçok imzacı devletin, Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 8/2. Maddesine aykırılık taşımayan kanun hükmündeki kararnamelerle polis örgütlerini, özel yaşamın denetlenmesi için çok çeşitli yetkilerle donattıklarını saptayabilmek mümkün.
Polis örgütlerinin ilgili birimleri, yasal olarak, Almanya’da herkes hakkında bilgi fişleri düzenleme, İtalya ve Lüksemburg’da telefonları dinleme, mektupları denetleme, Almanya ve Büyük Britanya’da herkesin üstünü arama, İtalya ve Almanya’da konutlara girebilme, İtalya, Almanya, Büyük Britanya ve Fransa’da kimlik saptama ve kimlik saptamak için gözaltına alma, ABD, Kanada, Fransa, İspanya, İtalya, Almanya ve Büyük Britanya’da fotoğraf çekme, parmak izi alma ve gözaltına alınan sanığın avukatıyla ilişkisini kesme yetkisine sahiptir.
Almanya’da, geçtiğimiz yıllarda Bakanlar Kurulu’nun bir kararıyla herkese bir ‘numara’ verilmek istenmesi karşısında, ülke çapında yaygınlaşan toplumsal tepki üzerine resmi otoritenin, yasal hakkını kullanmaktan vazgeçerek geri adım atmak zorunda kalması bilinen örneklerden birisi.
İsviçre ise ‘fişli demokrasi’ örneği.
Fişleme yöntemi, sadece Türkiye’ye özgü bir uygulama değil. ‘Demokrasi abidesi’ olarak bilinen bazı Avrupa ülkelerinin, bu konuda da başı çektikleri söylenebilir. 2 Ağustos 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberden öğrendiğimize göre, Gladio tipi gizli yeraltı örgütünün İsviçre Şubesi olarak bilinen ve varlığından başbakanın ve bazı bakanların dahi haberdar olmadıkları P–26 örgütünün 300 bini İsviçreli olmak üzere 1 milyon kişiyi fişlediği anlaşılıyor. Fişlenenler arasında, sendikacılar ve radikal partilerin üyeleri ilk sıralarda yer almaktadır.
1990 yılı sonunda İtalyan Gladiosunun kirli çamaşırları ortaya dökülünce İsviçre Parlamentosu, P-26 örgütünü açığa çıkarmak için bir komisyon kurdu. Demokratik güçler ve özellikle fişlenenler, fişlerin açıklanmasını ve yok edilmesini istediler. Sonunda P-26’nın lağvedilmesi ve daha önemlisi de hakkında fiş düzenlenen kimselerin dilekçe vermeleri durumunda, fişlerinin kendilerine gönderilmesi kararı alındı.
İnsan Hakları Vakfı’nın saptamalarına göre, sadece 12 Eylül döneminde Türkiye’de fişlenen insan sayısı 1 milyon 700 bin rakamına ulaşıyor.

EK:3
MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER – 2
İşkence Yasağı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde ‘hiç kimsenin işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da uygulamaya tabi tutulamayacağı’ belirtiliyor.
AİHS, ‘işkencenin yasaklanmasını’ o kadar önemli sayıyor ki, 15. Maddesi ile olağanüstü dönemlerde imzacı devletlere temel özgürlükleri yürürlükten kaldırma hakkı tanırken, 3. Maddeyi bu hakkın dışında tutuyor.
3. Maddesinin uygulama alanı bulabilmesi amacıyla işkencenin ve insanlık dışı ya da Alçaltıcı Muamele veya Cezanın Önlenmesi için Avrupa Anlaşması tasarısı hazırlanıyor ve Tasarı 27.11.1987 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından imzalanarak 1989 yılbaşında yürürlüğe giriyor.
Anlaşma, tutuklulara karşı yönelebilecek işkenceyi ve insanlık dışı uygulamayı önlemek için, bir komisyon kurulmasını da öngörüyor.
Anlaşma ile Komisyon’a, belirtilen amaçla sınırlı olmak üzere hapishanelere, polis karakollarına, psikiyatri kurumlarına rutin, zaman zaman da ani ziyaretler yapma hakkı tanınıyor.
Ama Anlaşma, 9. Maddesi ile olağanüstü koşullarda Komisyon’un bu hakkını kullanabilmesi, imzacı devletlerin, tabir uygunsa, iznine, inisiyatifine bırakıyor.
9. Madde, ilgili devletlerin itiraz hakkını, inisiyatif hakkını şu şekilde formüle ediyor:
“Anlaşmayı imzalayan ilgili tarafların yetkili makamları, olağanüstü koşullar altında, Komisyon tarafından önerilen zaman ve mekânda ziyarete karşı itirazda bulunabilirler. Bu tür itirazlar yalnızca ulusal savunma veya kamu güvenliği veya bir kişinin sağlık durumu ya da ağır bir suçla bağıntılı olan bir soruşturmada önemli bir sorgulama nedeniyle kişilerin özgürlüklerinin ellerinden alındığı hallerde yapılabilir. Bu tür itirazlar yapıldığında, anlaşmayı imzalamış olan taraf, durumu açıklığa kavuşturmak ve Komisyon’a görevlerini olabildiğince çabuk gerçekleşmesini sağlayacak düzenlemeler üzerine anlaşmaya varmak için Komisyon’la görüşmelere başlar.(…)”
9. Madde, bu formülasyonuyla, esasında, Komisyon’un işlevini büyük ölçüde ortadan kaldırıyor.
Uluslararası Af Örgütü de, örgüt temsilcisi Karsten Lüthke’nin cümleleri ile aynı saptamayı yapıyor:
“Ziyaretleri gerekli kılan tam da bu olağanüstü koşullardır, anlaşmayı imzalamış olan bir devlet madde 9/1’e uygun olarak, kamu güvenliği, hapishanelerde ciddi huzursuzluklar, bir tutuklunun sağlık durumu veya ağır bir suçla bağıntılı önemli bir sorgulama nedenlerine dayanarak tereddütlerini bildirebilir. İşkence genel olarak sorgulamalarla bağıntılı yapılır, hapishane ayaklanmalarının bastırılmasında çoğunlukla saldırılarda bulunulur ve bir tutsağın kritik sağlık durumu ziyareti adeta gerekli kılar, bu nedenle anlaşmayı imzalayan devletlerin, tam da kritik durumlarda, örneğin tutukluluk koşullarına karşı kolektif protestolarda, açlık grevlerinde ya da terörist şiddet eylemleriyle bağıntılı sorgulamalarda, icraatlarının, uluslararası bir denetim kurumu tarafından denetlenmesinden kurtulmak istedikleri izlenimi uyanıyor. Sık sık eleştirilen RAF tutsaklarının tutukluluk koşulları ve yüksek güvenlik hapishanelerindeki durum göz önüne alındığında, görüşmeler sürecinde, eklenen maddeye Federal Almanya’nın bir itirazının olmaması gerekir.”
Başlangıçta, sadece Almanya değil, Fransa ve Büyük Britanya da 9. Madde ile imzacı devletlere, olağanüstü koşullarda Komisyon’un ziyaretlerini tümüyle engelleyebilirle yetkisi vermekten yana ortak bir tutum benimsiyorlar. Ama kamuoyunun baskısı sonucunda, Avrupa’nın ‘üç büyükler’inin gerilemesi ile 9. Madde, formüle edildiği şekliyle antlaşma metnine giriyor.
1989’da yürürlüğe giren anlaşmanın 9. Maddesi, AİHS’in 3. ve 15/2. Maddeleri hükümlerinin uygulanmasına fazla bir şans tanımıyor.
Yazılı hukukun evrensel düzeyde de, fiili hukukun fazla uzağına düşmemesi, başka yasalarla ve istisna hükümleriyle sağlandığı görülüyor.
Bu yöntemle, olağanüstülük zırhıyla donanmış siyasal rejimler altında, sistemli işkence olayları, evrensel bir yasal çerçevenin fazlaca dışına taşırılmamış oluyor.
Yargılanma Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesinde, “… suçlanan bir kimsenin yasal, bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkı vardır” hükmüne yer veriliyor.
Ama Fransa’da 1963’te kurulup 1980 yılları ortalarına kadar faaliyet gösteren, sivil ve asker üyelerden oluşan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin varlığı Sözleşme hükümlerine aykırı sayılmıyor.
Bugün de sayılmıyor. 1960–80 yılları arasında Fransa’da Yüksek Askeri Mahkeme, Özel Askeri Mahkeme ve Askeri Adalet Divanı gibi özel mahkemeler sivilleri de yargılama yetkisine sahipti. Yasalar, Bakanlar Kurulu’na, sanıklar hakkında iddianameler düzenlendikten sonra, davaya bakacak mahkemeyi seçme yetkisi veriyor. Dahası, Yüksek Hâkimler Kurulu üyeleri Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor, Kurula Cumhurbaşkanı başkanlık ediyor.
İspanya ve İrlanda’da askeri mahkemeler, olağanüstü hal ve sıkıyönetim koşullarında, sivilleri yargılama yetkisini elinde tutuyor.
Büyük Britanya da, son yapılan bir yasal düzenleme ile siyasal yargılama sistemindeki ispat usulünü basitleştiriyor; mahkemelerde gıyabi yargılama usulü getiriliyor.
Almanya’da 1972 yılında yapılan yasal değişiklikler sonucunda -ki bu değişikliklerin 7 Nisan 1978 tarihli Federal Anayasa Mahkemesi kararıyla Anayasa ve uluslararası sözleşmelere uygun olduğuna hükmediliyor- cezaevlerinde hükümlü/avukat görüşmesinin cam bölmelerle denetlenmesi kuralı getiriliyor, bir sanığın tutacağı avukat sayısı sınırlandırılıyor, daha ilginci 1974 yılında gerçekleştirilen ek bir değişiklikle, sanıkla ideolojik birlik içerisinde olduğundan kuşkulanılan avukatların duruşmalara alınmayacağı hükmüne yer veriliyor. Türkiye’de 1991’de yürürlüğe konulan Terör Yasası hükümleri Almanya’da 1974’te yazılıyor. Siyasal tutuklu ve hükümlüler, hücre esasına dayalı Eskişehir Özel Tip Cezaevine Avrupai tarz için emsal oluşturan çelik hücreli özel tip cezaevlerinde tutuluyor. Yenilerinin inşası için karar alınıyor.
Fransa, İtalya, Büyük Britanya ve Almanya’da sanıklara, hapishanelerde kötü muamele ve poliste işkence yapıldığına dair belgeler Af Örgütü raporlarına geçiyor.

EK:4
MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER – 3
Düşünce ve Basın Özgürlüğü
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesinin 1. Fıkrasında “… Herkesin düşüncelerini serbestçe ifade etme hakkı vardır” genel hükmünü tekrarlıyor, ama hemen 2. Fıkrasında kısıtlama ve sınırlandırma gerekçelerini ayrıntılarıyla sıralıyor. Resmi toplumun haklarının formüle edilmesi, metinde, daha uzun bir paragraf olarak yer alıyor:
“…bu özgürlükler demokratik bir toplumda yasayla belirlenen ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün ya da kamu huzurunun, düzenin korunmasının, suçun önlenmesinin (…) yararına yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Düşünce ve basın özgürlüğü hakkını düzenleyen Sözleşmenin 10. Maddesi, ek olarak, maddenin “devletlerin, radyo, sinema ya da televizyon işletmelerini bir izin sistemine tabi tutmalarına engel” olmadığını da hükme bağlıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ‘İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’ ana başlığını taşıyor, ama düşünsel ve siyasal bir varlık olarak insanın kendini ifade etme hakkını değil, resmi toplumun, resmi otoritenin düşünceyi ifade etme hakkını nasıl kısıtlayabileceğin! ve kısıtlama eyleminin siyasal gerekçelerini formüle etmeyi öne çıkarıyor.
Uluslararası sözleşmeler, iç hukuktaki düzenlemelerle pekiştiriliyor. İç hukuk ve uluslararası sözleşmeler, pratik politikaların sürdürülmesinin yasal dayanak noktasını oluşturuyor. Terör yasaları bunların başında yer alıyor. Yunanistan’da 7 büyük basın organının genel yayın yönetmenlerinin 1990 Aralık ayında çıkarılan Terör Yasası’nın bir hükmüne dayanılarak 1991 Eylülünde tutuklanması bilinen en son örnek. Büyük Britanya’da Terör Yasası’nın IRA’ya karşı değil, iç muhalefete karşı çıkarıldığı, yasayı çıkaran hükümetin içişleri Bakanı tarafından açıklanıyor.
BBC Dünya Servisi ilk kez 1985 yılında susuyor, İtalya’da ‘terörist içerikli yayınlar’ için özel ceza artırımı 1980 yıllarından sonra Basın Yasası’na ekleniyor. TCK’nın 141–142. Maddelerine kaynaklık eden ve düşünce ve basın özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını, resmi toplumun yetkisine devreden Ceza Yasası’nın 270 ve 272. Maddeleri, bugün işletilemiyor olsa da ki işletilmemesi bu maddelerin uygulanabileceği siyasal bir muhalefetin mevcut olmamasından kaynaklanıyor, bugün hâlâ yürürlükte. 1966 yılında yapılan bir başvuruyu değerlendiren İtalyan Anayasa Mahkemesi, ilgili maddeleri İtalyan Anayasası’nın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine ve genel ilkelerine aykırı bulmadığını açıklıyor. Fransa’da Basın Yasası ve Ceza Yasası, düşünce özgürlüğünü sınırlandıran hükümlerle dolu. 1968’de ’68 radikalizmine ‘bulaşmış’ yayın organları ve 1971’de iki ‘sol’ dergi, Basın ve Ceza Yasalarının ilgili hükümlerine dayanılarak kapatılıyor. Almanya’da basın-yayın faaliyetlerini de kapsayan ‘suç ve terör’ tanımı, Türk Terör Yasası’ndaki tanımla büyük bir paralellik gösteriyor. Uygulama alanı bulup bulamaması bir yana, Avrupa demokrasilerinde, yabancı ülkelerde basılan yayınların ülkeye sokulup sokulamayacağına ilişkin karar verme hakkı her ülkenin Bakanlar Kurulunun yetkileri arasında bulunuyor. Yasalar, hâlâ sinema filmleri üzerinde sansürü öngörüyor.
Olağanüstü Hâl İlanı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. Maddesi, Sözleşmenin işkenceyi yasaklayan 3. Maddesi ile köleliği yasaklayan 4. Maddesini dışta bırakarak, “…savaş veya genel tehlike halinde akit tarafları, Sözleşmede getirilen yükümlülüklere aykırı önlemler alabilir, bunları yürürlükten kaldırabilir” hükmünü formüle ediyor.
Aynı formülasyon, Moskova’da yapılan son AGİK Toplantısı’nda yeniden tekrarlanarak pekiştiriliyor.
Türkiye, 1991 Ağustosunda, Olağanüstü Hâl Uygulamasından dolayı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insan haklarının ‘askıya alındığını’, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine de dayanarak Avrupa Konseyi’nin resmen onayına sunuyor.
Tepkiyle karşılanmadığı görülüyor.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi toplu gösteri hakkını tanımıyor, 11. Maddenin 1. Fıkrası, “… tüm insanların, barış içinde toplanmak ve (…) sendikalar kurmak” hakkına sahip olduklarını formüle ediyor. Ama 1. Fıkrası ile imzacı devletlerin bu hakkı, “iç ve dış güvenliğin sağlanması”, “düzenin korunması”, “suçun önlenmesi” için kısıtlamaya tabi tutabileceklerini hükme bağlıyor ve 3. Fıkrası ile polise, silahlı kuvvetlere ‘yasal’ yetkiler tanıyor:
“Bu madde, bu hakkın kullanılmasına polis, silahlı kuvvetler ya da zabıta üyeleri tarafından yasal sınırlandırmaların getirilmesine engel değildir.”
Polis ve silahlı kuvvetler ‘güvenliği sağlamak’ için toplantıları dağıtma ve gösterileri yasaklama yetkisine sahip. 1965’te İsviçre’de, işsizlerin Lozan’dan Bern’e kadar yürüyüş yapmasına izin verilmiyor, Federal mahkeme de yasaklama kararını onaylıyor.
Fransa’da grev hakkının, onu düzenleyen ‘yasalar çerçevesinde kullanılabileceği’ Anayasa’nın temel hükümlerinden biri.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑