AB ve Avro’dan çıkmak, bankalara olan ödemeleri durdurmak ve ödememek!

Yorgos Delastik, Yeni Sol Hareket’in (NAR) haftalık yayın organı olan PRİN dergisinin Genel Yayın Yönetmeni ve diğer günlük gazetelerde köşe yazarlığı yapıyor. Araştırmacı-gazeteci kimliğiyle tanınan Delastik’in özellikle de AB ve birlik politikaları üzerine kitabı ve yabancı basın organlarında da çıkan çok sayıda makalesi bulunuyor. 12 dil bilen Delastik’in birçok makalesi Yunanistan’da geniş tartışmalara yol açtı. Televizyon kanallarında haber yorumculuğu da yapan Delastik, şu anda ETNOS gazetesinde köşe yazıları yazıyor.
Delastik ile yapılan söyleşi, daha çok AB ve IMF’nin Yunanistan ekonomisinde tam bir yıkıma yol açan ve işçi ve emekçileri açlık ve yoksulluğa mahkûm eden politikalarının geldiği noktayı gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Emperyalist kapitalist sistemin kaçınılmaz unsurlarından biri olan krizlerden çıkış için izlenen politikalar, bütünüyle, işçi ve emekçilerin, hiçbir sorumlulukları olmadığı halde, yoksulluk ve açlıkla cezalandırılması anlamına gelmektedir. Aynı zamanda kriz dönemleri kapitalist barbarlığın yüzünün bir kez daha açığa çıktığı dönemlerdir. IMF ve AB’nin Yunan halkına dayattığı krizden çıkış politikaları işçi ve emekçilerin evlerine el koymaya kadar varmış bulunuyor.
Ülkemizde de AKP Hükümeti değişik muhasebe oyunlarıyla güçlü bir ekonominin yaratıldığı propagandasına ağırlık veriyor. Devasa boyutlara ulaşan cari açıklar, birkaç kez katlanmış olan dış borçlar, gerçek ekonomi yerine spekülatif ekonomi verilerinin kalkınma olarak gösterilmesi, gelir dağılımındaki korkunç adaletsizlik, dışa bağımlılık vb. göz önünde bulundurulduğunda, Delastik ile yapılan söyleşinin içeriğinin sadece Yunanistan ile sınırlı görülemeyeceği ortadadır.

– Öncelikle güncel sorunlardan başlayalım. IMF, AB ve AB Merkez Bankası’ndan oluşan troyka heyeti, bankalara borçlanarak ev sahibi olanların, kredi taksitlerini ödememesi durumunda evlerine el konmasını istiyor. Yunanistan Hükümeti de bu yönde bir çalışma içine girmiş bulunuyor. Sorun yüz binlerce aileyi ilgilendiriyor; hatta troyka heyeti, Yunanlı yetkililere sosyal politikalar izlemek istiyorsanız, evine el konacak olanlara barınak ayarlayın demiş. Troyka bu konuda neden ısrar ediyor, hedefi nedir?
– Halk, bankalar evimizi alıp da ne yapacak diye düşünüyor. On binlerce daireyi alıp kime satacak deniyor. Öncelikle bankalar el konan evleri satacak birilerini aramayacaklardır. Böyle bir sorunları yok. Diyelim ki, on binlerce evin satış tutarı bir ya da birkaç milyar olacaktır. Bu, otomatik olarak Merkez Bankası’nın ya da herhangi bir bankanın sermaye oranının milyarca avro yükselmesi ve bankalar piyasasında hacmini genişletmesi anlamına gelmektedir. Bu taşınmazlar bankalar nezdinde garanti karakteri kazanmakta ve gerçek fiyatları artık rol oynamamaktadır. Kısacası, bu evler, bankalar arasında, garanti gösterilen taşınmazlar olarak devamlı el değiştirip duracaktır. Ne durumda olduğu, oturmaya elverişli olup olmadığı bankaları hiç ilgilendirmemektedir. Dolayısıyla bugün Yunanlı, yarın bir Japon, obür gün bir Amerikan bankasının taşınmazı olarak dönüp duracaktır. Dolayısıyla her ay ev sahibinden alınan üç yüz avro değil el konan ve çoğu zaman çürümeye terk edilen taşınmazlar bankaların asıl tercihi olmaktadır. Hükümet 2016 yılına kadar taşınmazların gerçek fiyatlarında bir değişikliğe gitmeyeceğini açıklarken, tam da bankaların isteği doğrultusunda hareket etmektedir.

– Hükümet evlere el konması konusunda troyka ile uzlaşmadıklarını söylüyor… Hatta kırmızı çizgi olarak ilan ediyor…
– Evet, öyle bilinmesini istiyor. Öncelikle troyka heyeti uluslararası sermaye kuruluşlarının memur statüsündeki teknokratlar heyetinden oluşmaktadır. Bu heyetle pazarlığa oturmak zaten başından her şeyi kabul etmek anlamına gelmektedir. Troyka “kredi verdik, geri almamız için de belli önlemleri almak zorundasınız” diye dayatıyor. “Kırmızı çizgiler” vb., hepsi, halkı uyutmaya yönelik masallardan ibarettir. Halka, uluslararası sermaye kuruluşları karşısında direndikleri izlenimini vermeye çalışıyorlar. Hükümetler troykanın tüm politikalarını uygulama konusunda hiçbir tereddüt göstermediler. Tersine takla atıp durdular. Teslim olmuş ve ülkeyi troykanın kontrolüne vermiş bir hükümet pazarlık edemez. Ya devrimci çözümler gündeme gelecektir ya da bağımlılık giderek artacaktır.

– Hükümet “krizin sorumlusu biz değiliz, bizden önceki hükümetlerdir, biz krizden çıkmaya çalışıyoruz” diyerek halkı yedekleme politikalarında ısrar ediyor…
– 2009 yılında Yorgos Papandreu Hükümeti kurulduğunda, Yunanistan’ın Avrupa kökenli özel bankalara olan borcu 134 milyardı. Eğer o zamanlar Papandreu “paramız yok, ödemeleri iki yıl geciktiriyoruz” deseydi, Avrupa bankalar sisteminin altına dinamit koymuş olurdu. Bu yıllar, krizin ayak seslerinin duyulduğu yıllardı. Peki ne yaptılar? Bu aşamadan sonra alınan tüm borçlar özel bankaların borçları için kullanıldı. Yani bir yandan borç ödedikçe bir yandan daha da borçlandık. Sonuç olarak, birçok AB ülkesine ve özel bankalara, krizin iyice ortaya çıkmasıyla beraber de AB ortak fonuna ve IMF’ye ayrı ayrı borçlanılmış oldu. Hem de devasa boyutlarda. Aradan yüz yıl bile geçse, uluslararası sermaye kuruluşları bu paraları geri alacaklardır. Halkın açlık ve yoksulluğa mahkum edilmesine, işten atmaların yasallaştırılmasına, sosyal güvenlik sisteminin ortadan kaldırılmasına, ücretlerin açlık ücretleri durumuna getirilmesine, sağlık ve eğitim hakkının ortadan kaldırılmasına rağmen, geri isteyeceklerdir. Kriz şu ya da bu hükümetin yanlış politikalarından ya da kötü yönetmelerinden dolayı gündeme gelmedi. Direkt olarak kapitalist ekonomiden, bağımlılık ilişkilerinden ve uluslararası sermaye kuruluşlarının daha fazla kâr elde etme amaç ve yönelimlerinden doğdu.

– Financial Times, geçtiğimiz günlerde bir makalesinde, Yunanistan’ın krizden çıkmasının mümkün olmadığını, ya Avrodan çıkarılması ya da iflasının açıklanması gerektiğini açık ve net olarak ifade etti. Gelişmeler bu yönde mi?
– Bence Yunanistan’ın Avrodan çıkması hiç de propaganda edildiği biçimde kimseye pahalıya patlamayacaktır. Yani AB’nin ciddi bir kaybı olmayacaktır. Financial Times bunu bir İngiliz gazetesi olarak gündeme getiriyor ve hedefleri farklı. Asıl ağır olan, Yunanistan’ın avrodan çıkışının politik faturası olacaktır. AB’den çıkışların gündeme gelmesi yeni bir sürecin başlangıcı anlamına gelecek ve AB’nin kaçınılmaz bir birlik olmadığı halkların nezdinde kanıtlanmış olacaktır. Bu durum Almanya vb. ülkelerin hiç de işine gelmeyecektir. Aynı zamanda AB içinde kalan ülkelerin Almanya vb. ülkelerle sıkı bir pazarlığa girecekleri ve Amerikan, Japon ve İngiliz sermaye kuruluşlarının AB üzerindeki baskılarının artacağı anlamına gelmektedir. Bir yıl öncesine kadar hepimiz kredi derecelendirme kurumları konusunda uzman olmuştuk. Yatıp kalkıp bu kurumların verdiği kredi dereceleri ile uğraşıyorduk. Nedense unutuldular. Ne haberlerini duyuyoruz ne açıklamalarını. Yunanistan, Portekiz, İspanya üzerinde oluşturulan baskıların merkezi Avrupa ve özel olarak da Alman sermaye kuruluşlarıydı. Esas olarak Deutsch Bank merkezli baskılar gündeme geliyordu.

– Geçtiğimiz günlerde Etnos gazetesinde çıkan köşe yazınızda AB bankalar sisteminin önümüzdeki iki yıl içinde durgunluk dönemine gireceğini ve krizin bankaları saracağını yazdınız. Hangi verilere dayanarak bu sonuca vardınız?
– Evet yazdım, ama bu sonuca varan ben değilim, AB verileridir. Şu anda AB Merkez Bankası, birlik içinde bulunan tüm bankaları denetim altında tutmaktadır ve 2016 yılında bankaların tüm kontrolleri AB Merkez Bankası’na geçecektir. AB Merkez Bankası, birlik içinde bulunan yüzlerce bankayı yeterli sermayeye sahip olmadıkları gerekçesi ile kapatacaktır. Bu, doğal olarak, daha çok Alman bankalarının güçlenmesi ve egemen duruma gelmeleri anlamına gelmektedir. Price Water House Coopers adlı araştırma şirketi, yapılan araştırmaların sonuçlarına dayanarak, şunları söylemektedir: 2014 yılı sonunda AB Merkez Bankası’nın denetimlerinin tamamlanmasıyla birlikte, AB bankalar sisteminin karşılıksız olan açıklarının ya da kara deliklerinin 1,2 trilyon avro olduğu görülecektir. Bu, yatırımcıların, işverenlerin, kişilerin vb. bankalara olan borcu anlamına gelmektedir. Peki, Avrupa bankaları bu kadar parayı nereden bulacaklardır? Öncelikle, Avro kuşağı içinde yer alan bankaların kredileri kıstığını ve geçmiş dönemlerle kıyaslandığında çok daha az kredi verdiklerini belirtmek gerekir. Bu, şu anlama geliyor. Bankalar bu açığı kapatacak parayı bulamayacaklardır. AB Merkez Bankası sürekli sıcak para aktarmaktadır Avro kuşağındaki bankalara ve faiz oranlarını düşürmektedir. Faiz oranları %0.25’e düşmüş bulunuyor. Dolayısıyla bankalar her açıdan zor bir sürece girecek ve rekabet artacaktır. Güçlü olanlar zayıf olanları yutacak, ortadan kaldıracaktır. Bu rekabet ortamında Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi ülkelerin banka sistemlerinin ayakta kalması mümkün değil. Uluslararası sermaye kuruluşlarının dayatmış olduğu “kamu borçlarını düzenleme” politikalarının hedefi, bu kuruluşları güçlendirme operasyonu özelliği de taşımaktadır. Avro kuşağı içinde yer alan birçok banka yaşamak için Alman bankaları ile işbirliği yapmak zorunda kalacak ve sonuçta yutulacaklardır.

– Bu durumda Yunan Hükümeti’nin  kalkınma söylemleri de gerçekçi değil…
– Elbette değil. Önümüzdeki üç yıl için hükümet kalkınma politikalarının uygulanacağını ve kalkınma olacağını söylüyor. Hangi kalkınma…! Sadece bu yıllar içinde 19 milyar borç ödemesi gerekiyor Yunanistan’ın. Bu kadar para nerden bulunacak, nerden artacak..! Tüm veriler, 10 yıl sonra Yunanistan’ın yeni ve daha büyük bir kriz içine gireceğini gösteriyor. Dahası, imzalanan anlaşmalar, Yunanistan’ın 2023 yılında  IMF’ye ve AB’ye 30 milyar avro daha vermesini öngörüyor. Uzun bir süreden beridir Yunan Hükümeti 2,5 milyar bulmak için önlem üzerine önlem alıyor ama gene denkleştiremiyor.

– AB yetkilileri, örneğin Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schauble artık krizin Yunanistan üzerinden yayılmasının önüne geçildiğini ve Yunan ekonomisinin kalkınma sürecine gireceğini belirtti. Yunan Hükümeti de ilk defa bütçe fazlalığı olduğunu açıkladı.
– Yunanistan IMF’den  25 milyar, değişik AB ülkelerinden 53 milyar ve AB para fonundan 72 milyar Avro borç almış bulunuyor. Toplam 150 milyar Avro. Bu, sadece son üç yılda alınan borç miktarıdır. Bunun dışında, ayrıca, aynı süreç içinde 41 milyar Avro da, sadece bankalara aktarılmak, yani bankalar sistemini güçlendirmek için borç alınmıştır. Yani Yunan halkı bankalar için alınan borçları da üstlenmiştir. Bu durumda toplam borç miktarı 191 milyar Avro olmaktadır. Wolfgang Schauble, bu kadar borçtan sonra, krizin Yunanistan üzerinden yayılmasının önüne geçildiğini açıklayabilmektedir.

– Yunan halkının sırtına bindirilen bu borçlar ne zaman bitecek? Nasıl bir plan var?
– 30 yıl sonra, yani 2041 yılında Avro bölgesi ülkelerinden alınan borçların, 2047 yılında AB Para Fonu’ndan alınan borçların,  2046 yılında ise bankalar için alınan borçların süresi doluyor. IMF den alınan borçların 21 milyarının 2016 yılına kadar ödenmesi gerekiyor. Geri kalanı ise 7 yıl sonra.

– Bundan sonra alınacak borçlar da var ama…
– Elbette var. Yeni borçlar alınacaktır. Söylenen büyük bir yalandan bahsetmek istiyorum.

– Hükümet ve sermaye kuruluşları izlenen sosyal politikaların ülkeyi bu duruma düşürdüğünü söylüyorlar. Özellikle Andreas Papandreu döneminde, yani seksenli yıllarda, borç parayla sosyal devlet politikası izlendi deniyor. Nedir işin gerçeği?
– Borç parayla sosyal devlet politikaları izlendiği söylemi çok büyük bir yalandır. 1974 yılında Konstantinos Karamanlis Hükümeti sırasında bütçe açığı, gayri safi milli hasılanın (GSMH) %24’ü oranındadır. 1981 yılında iktidara Andreas Papandreu geldiğinde, bu miktar %34 dolaylarına gelmiş bulunuyordu. Papandreu’nun ya da PASOK partisinin 8 yıllık iktidarından sonra borç ikiye katlandı ve %66.8 oldu. Bu rakam, Pasok Hükümeti döneminde izlenen sosyal politikalar nedeniyle açığın iki katına çıktığı izlenimini yaratıyor. Peki öyle mi gerçekten? 1989 yılında Konstantinos Miçotakis Hükümet kurduğunda, açık, %70’ler civarındaydı. 4 yıllık süre sonunda, açık 40 puan artarak, %111,6 olmuştu. Bu süreç içinde, yani Miçotakis’in iktidarı boyunca halkın yaşam seviyesinde hiçbir yükselme olmadı. Ama açık devasa boyutlarda arttı. 1993 yılında Andreas Papandreu iki yıl, sonra 8 yıl PASOK’un başına geçen Kostas Simitis ve 5 yıl Konstantinos Karamanlis’in yeğeni olan Kostas Karamanlis ülkeyi yönetti. Yani 2008 yılına gelindi. 2008 yılındaki açık %110. Yani Miçotakis Hükümeti’nden daha düşük bir oran var ortada. Bu ne anlama geliyor; bu yıllar içinde yaşam seviyesi belli ölçülerde artmış, Yunan halkı birçok hak sahibi olmuştur. Yani 13 yıl boyunca bütçe açığı artmamıştır. Ülke ekonomisinin kalkınma oranı nedeniyle bütçe açığı büyümemiştir. Yani alınan borçlar zamanında ödenebiliyordu ve artış olmuyordu. Yani, sosyal politikaların dış borçlarla yürütüldüğünü ortaya koyan kanıt yok. Halk 2010 yılına kadar bankalardan aldığı kredilerin taksitlerini veriyordu, bir sorun yoktu. Yani ayaklarını yorganlarına göre uzatmışlardı. Tersi yöndeki söylemler, halkın baskı politikalarını kabul etmesi için uydurulmuştur. Halkın krizden sorumlu olduğu yalanının halk tarafından kabul edilmesi için söylenmektedir. 2008 yılından 2009 yılına kadar PASOK Hükümeti bu oranı %125’e çıkardı. Bu yıl ise, Bütçe açığı %171 oldu. Yani 45 puanlık bir artış yaşandı. Yani, 4 yıldan beridir, halkın yaşam seviyesi düşüyor, açlık ve yoksulluk artıyor, haklar kısıtlanıyor, kamudan on binlerce emekçi atılıyor, bütçeler kısıtlanıyor. Yani bütçe açıkları devasa bir biçimde artıyor. Oysa bütün bu önlemlerle düşmesi gerekiyordu. Yok, tersi oluyor. 2007 yılında bankalardan alınan konut, harcama, iş yapma vb. kredilerin sadece %4ü tahsil edilemiyordu. Bu oranın 2012 yılında %27 olduğu, bu yılın Ekim ayında ise %32 ye çıktığı açıklanmış bulunuyor. Bu durumdan kim sorumlu, halk mı? Başını sokacak bir ev alan emekçi mi, yoksa kriz politikaları adı altında işçi ve emekçileri inleten AB ve IMF politikaları mı? Tüm veriler ve izlenen tüm politikalar, bu krizden halkın işçi ve emekçilerin sorumlu olmadıklarını ama faturasını ödemeye mahkûm edildiklerini ortaya koymaktadır.

– İşçi ve emekçiler sistem partilerine sırtını döndü, genel grevler ve direnişler birbirini takip etti, %4,7 alan SİRİZA ana muhalefet partisi oldu, yeni kurulan partiler Meclis’e girmeyi başardı vb. Ancak hükümetlerin troyka politikalarında bir değişiklik olmadı. Gelişmeler nereye doğru gidiyor?
– Bu sorunu sadece Yunan Hükümeti ile sınırlı olarak görmemek gerekir. Öncelikle AB ve özellikle Almanya kriz politikalarının uygulanması için her türlü olanağı kullanıyor ve her türlü baskı biçimini gündeme getiriyor. Direkt AB tarafından kurulan teknokrat hükümet ve sonrasındaki Hükümet AB ve IMF’den icazet alarak kuruldu. PASOK ve Yeni Demokrasi partilerinden oluşan koalisyon Hükümeti, sadece işçi ve emekçileri değil, en geniş kesim ve tabakaları da hedef aldı. Bu partileri destekleyen sermayenin belli kesim ve tabakaları da kriz politikalarından etkilendi. Bu durum politik değişikliklere yol açtı. 2009 seçimlerinde SİRİZA 4,7, Altın Şafak 0,9 aldı. Bağımsız Yunanlılar Partisi ise yoktu. Kriz politikaları anti troykacı partilerin doğmasını ya da güçlenmesini gündeme getirdi. SİRİZA ve Altın Şafak’ı aynılaştırmıyorum, sadece kriz politikalarının bir sonucu olarak diyorum. Bu üç parti, son seçimlerde %42 oy aldı. 2009 seçimlerindeki oran ise, sadece %5. Yani politik dengelerde büyük bir değişim söz konusu. PASOK %44 alarak hükümet olmuştu. Yapılacak seçimlerde Meclis’e girip giremeyeceği tartışılıyor. Geçmiş seçimlerde PASOK ve Yeni Demokrasi partilerinin aldığı oy oranı %70’lerin üstündeydi. Bugün seçim yapılması durumunda, %30 üzerine çıkmaları mümkün görünmüyor. Bu, halkın üçte ikisinin mevcut hükümet politikalarını kabul etmediğini ortaya koyuyor. Önümüzde AB parlamentosu seçimleri var. Eğer seçimlerde koalisyon partileri %30 un altında oy alırsa erken seçimden başka bir yol kalmaz ve hükümet düşmek zorunda kalır.

– SİRİZA hükümet kurarsa değişen bir şey olur mu?
– Ne AB ne Almanya SİRİZA Hükümeti’nden korkmuyor. Bana göre, SİRİZA, geçen yıl ilan ettiği sol hükümet söyleminden çok uzaklaştı ve böyle perspektife de sahip değil artık. SİRİZA’nın seçimlerden galip çıkması sonunda kuracağı Hükümet sol bir Hükümet değil, anti troykacı bir Hükümet olacaktır. Kitlelerin arzuladığı ya da talep ettiği sol bir hükümet değil, 2008 yılına geri dönmektir. Yani kriz politikaları öncesine geri dönmek. Kuşkusuz 2008’e geri dönmek artık mümkün değil. Fakat kitlelerin önemli bir kesimi bu talep doğrultusunda SİRİZA’ ya oy verecektir. SİRİZA geçen yıl !”AVRO politikalarına hayır”, şimdi ise “AVRO’da kalınacaktır” diyor.

– Troyka partileri “Avrodan çıkılması durumunda ülke bütünüyle batar” diyor. Yani Avrodan sonrası cehennem diyorlar. Yani ya Avro ya ulusal para birimi ikileminden birini seçmek mi gerekiyor?
-Bence evet. Avrodan çıkılması gerekiyor. Avronun ortaya çıkış nedenleri belli. Özellikle Alman ekonomisiyle bağlantılı olarak gündeme geldi. AB politikaları bu bu şekilde devam ettikçe ortak para biriminde kalmanın hiçbir yararı olmayacak, kapitalist sömürüler için aralanan kapı sonuna kadar açılmış olacaktır. Bugün olan da, bu işte. Berlusconi Avrodan çıkılması gerektiğini söyledi ve “gizlice Avro basalım” diye açıklama yaptı. Fransa’da Avro karşıtı hareket büyüyor. Geçtiğimiz günlerde Frankfurter Allgemeine Zeitung, bir makalesinde, Fransız elitleri içinde Avrodan çıkma düşüncesinin yaygınlaştığını dile getirdi. Birçok AB ülkesinde, işçi ve emekçiler arasında Avro karşıtı tepkiler giderek büyüyor. Halkların yoksulluk ve vahşice sömürüsüne dayanan “güçlü para birimi” tekellerin talebi sonucu gündeme geldi. Ben Avrupa halklarının yakın gelecekte AB ve Avro politikalarına karşı mücadele ve direnişlerinin büyüyeceğine inanıyorum.

– Sonuç olarak krizden nasıl çıkılacak? İşçi ve emekçilerin taleplerine denk düşen çıkış yolu nedir?
– AB, IMF, Hükümet ve uluslararası sermaye kuruluşlarının önerdiği çerçeve içinde, halktan yana, işçi emekçiden yana bir çıkış yolunun olmadığı açık ve kesindir. Bu gidişat ancak mücadele ederek ve direnerek durdurulabilir. Bütünüyle AB ve Avrodan, dolayısıyla Avro kuşağından çıkmak, bankalara olan ödemeleri durdurmak ve ödememek. Bunun dışında işçi ve emekçilerin yararına ve genel olarak halkın yaşam şartlarını iyileştiren bir politikanın uygulanma olanağı yoktur. Hem işçi ve emekçinin hem sermayenin çıkarına olan çıkış yolu ya hayalidir ya da hedef saptırmaya yönelik sefil bir propagandadır. Yunan kapitalizminin temellerini sarsacak böyle bir değişiklik ancak güçlü ve kitlesel bir hareketle mümkündür. Tüm sermaye politikalarını alt üst edecek, uygulanma olanaklarını ortadan kaldıracak bir hareket.
Ana muhalefet partisi SİRİZA, Avro kuşağı ve AB içinde kalmayı, AB ve uluslararası sermaye kuruluşları ile daha iyi bir pazarlık yapmayı savunmakta ve hükümet değişikliğini yeterli görmektedir. Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ise, sol söylemler kullanarak, saldırıların önüne geçebilecek kitlesel bir hareketin içinde yer almayı reddetmektedir. Bu nedenle antikapitalist hareketin ve devrimci bir solun güçlenmesinin zorunluluğu ortaya çıkıyor. ANDARSİA** bu görevi üstlenmek üzere gündeme geldi. Bu cephe ancak halk hareketinin kitleselleşmesine katkıda bulunabilir ve  devrimci solun sermaye politikalarının önüne geçebilecek birliğini sağlayabilir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑