“Küresel Isınma” Olgusu, Yeni Bir Yanılsama Kaynağı Mı?

Öyle görünüyor: Bu, “aklın kilitlendiği” dönemlerde çokça görülebilen bir durum gerçekte. Çünkü böylesi dönemlerde düşünme eyleminin tarihsellik, soyutlama, boyutlandırma, etkileşim, neden-sonuç sorgulaması vb. temel gereklerinin yerine getirilmesi çoğunlukla tavsatılıyor. Böyle olunca da, en yalın gelişmeler karşısında bile çeşitli yanılsamaların yaşanması, bir bakıma kaçınılmaz oluyor. “Küresel ısınma” olgusuyla ilgili tartışmaların yöntemi ve üretilen belgelerde yapılan saptamalar ile yer verilen önermelerin içeriği de bu kaçınılmazlığa çarpıcı bir örnek.

YENİ BİR OLGU MU?

Değil. Değil, ama, özellikle ülkemizde yepyeni bir olgu gibi anlaşılıyor ve açıklanıyor: Oysa, konuyla ilgili pek çok kaynakta da açıklıkla belirtiliyor; gezegenimiz, neredeyse belirli aralıklarla iklim değişiklikleri yaşıyor. Tamam, şimdilerdeki, en azından nedenleri yönünden farklı bir değişim süreci. Ancak, bu farklılıklar da biliniyor. Böyle iken, hem Dünyada hem de ülkemizde, evet, daha çok da ülkemizde, daha önce görülmedik yoğunlukta ve yaygınlıkta tartışılıyor. Öyle ki, gündelik yaşamda, söz gelimi yerel yönetimlerin akıl almaz boyutlardaki aymazlıklarının, beceriksizliklerinin ürünü olan kimi sıkıntılar bile “küresel ısınmayla” açıklanıp, sözcüğün tam anlamıyla geçiştiriliyor. Ne var ki, bu “muhabbeti” bir “tartışma” olarak nitelendirmek doğru bir değerlendirme değil. Çünkü, bu süreçte de, yine kitle iletişim araçlarının ilgisine “mazhar olan” konu uzmanları, deyim yerindeyse “adam yerine konulmanın” erinci ve coşkusuyla dağarcıklarında ne varsa açıklıyor. Ne güzel, kitle iletişim araçları da bu türden “parasız muhabirliklerin” getirisinden bol bol yararlanabiliyor. Kısacası, alanın da satanın da hoşnut olduğu bir durum söz konusu olan. Gerçekte, bu, Türkiye’de hiç de şaşırtıcı bir durum değil: Örneğin, Marmara Depremi sonrasında yaşananları anımsayalım: Nerelerde olabileceği, olası boyutları ve yol açabileceği yıkımlar bilinmiyor muydu; şimdi de bilinmiyor mu. Peki, bu bilgi ne işe yaradı; bundan sonra olsun, gereğinin yapılmasını sağlayabilecek mi?

“Küresel ısınma” olgusunun da bir “dününün” olduğuna gerektiğince, kimi çevrelerce de hiç önem verilmemesi, yaşamsal önemde sonuçlara yol açabilecek bir yanılsamadır. Çünkü, en azından bir “yarınının” da olacağının ayırdına varılmasını güçleştiriyor.

PEKİ NEDEN ŞİMDİ?

Yalnızca hava sıcaklıklarının elle tutulup gözle görülebilecek biçimde artmış olmasından; özellikle ketsel yerleşmelerde su sıkıntısının yaşanacak olmasından mı? Görünüşe bakılırsa, evet !.. Ancak, bu yaklaşım, kentsel yerleşmelerde yaşama koşullarının ve kültürünün gerektiğince oluşturulmamış, tarımsal üretimin ekolojik koşullarının gerektirdiği doğrultuda planlanıp gerçekleştirilmemiş, başka olanakların varlığı onlarca yıldır bilinir ve bu olanakların kullanılmasına yönelik bilgi, teknik ve teknolojiler üretilmişken “küresel ısınma” sürecine etkileri ortada olan taşıma, enerji üretim ve tüketim sistemlerinden vazgeçilmemiş olmasının gerçek sorumlularının kolaylıkla gözlerden kaçırılmasına yol açmıyor mu?

Bilindiği gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin ve artık dünya genelinde ulaşamadığı hiçbir yer, yöre, toplumsal sınıf ve katman ile yaşama alanı kalmamış emperyalizmin temel dinamiği emeğin ve doğanın sömürüsüdür. Bu “dün” öyleydi şimdi de öyle. Ancak, bu gerçek, şimdi çok daha yaygın ve yakıcı sonuçlar vermeye başladı. “Küresel ısınma” olgusunun şimdilerde geçmişte görülmedik ölçüde “konuşuluyor” olmasının temel amacı, sakın, bu gerçeğin gizlenmesi olmasın? Yoksa bunca kuru gürültü; sulak alanları “bataklık” diye kurutan, akarsuların devamlılığını sağlayabilecek önlemleri gerektiğince almayan, otlakları, bozkırları, ormanları, yaylaları, dağları, gölleri vb. kamusal varlıkları, toplumun doğayla barışık değer yargılarını ve tüketim kalıplarını, kentsel yerleşmelerde alt yapı yatırımlarını sermaye birikiminin temel olanakları olarak sınırsızca kullanan dışa bağımlı Türkiye kapitalizminin artık dayanılamayacak boyutlara ulaşan “gündelik” sıkıntıların yaşanmasındaki sorumluluğunu gözlerden kaçırma çabasının bir ürünü müdür?

NEDENİ VE ÖNLEME OLANAKLARI BİLİNMİYOR MU?

Bilinmez olur mu hiç, biliniyor kuşkusuz: Sorun da burada ya; bile bile neden bu aşamaya gelindi? Daha kestirme bir soru da şu: “Küresel ısınmaya” yol açan süreçlere katkısı bilinen ABD, neden Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamakta direniyor ya da bu sözleşmeyi imzalayan ülkelerin de çoğunluğu yükümlülüklerini gerektiğince yerine getirmiyor yahut “gelişmiş” sayılan ülkeler, IMF ve Dünya Bankası, GATT vb. ülkeler arası örgütler ve oluşumlar “gelişmemiş” sayılan ülkelere bu doğrultuda neden gerektiğince destek sağlamıyor? Gerçekte, bu sorulara verilebilecek gerçekçi yanıtlar bile “küresel ısınma” olgusuna yol açan temel dinamikleri açıklamaya, yetiyor. Yetiyor yetmesine ama ne Birleşmiş Milletler ne Avrupa Birliği ne de OECD, böylesi açıklamaları dikkate alıp gereğini yapabiliyor. Neden acaba ? “Küresel ısınma muhabbetleri” sırasında yanıtlanması gereken bir soru da bu değil mi?

HER YERDE, HERKES, HER VARLIK AYNI DÜZEYDE VE BİÇİMDE Mİ ETKİLENİYOR, ETKİLENECEK ?

“Küresel ısınma” olgusuna rahatlıkla “küresel” sıfatı yakıştırıldığına göre çoğunluk bu soruya olumlu yanıt veriyor. Eğer anlatılmak istenen, “küresel ısınmanın” ve bu kapsamda da iklim değişikliklerinin ülkesel sınırları “tanımadığını” anlatmak ise, buna kimseler karşı çıkamaz kuşkusuz. Ne var ki, tüm karşıtı çabalara karşın sorun bu denli yalın değil, son derece karmaşık. Bu karmaşıklık temelde iki boyuta indirgenebilir:

i)                    Ülkelerin, bir ülke içinde de tüm toplumsal sınıf ve katmanların, üretim biçimlerinin “küresel ısınmaya” yol açan süreçlere “katkısı” aynı biçim ve düzeyde değildir. Dolayısıyla, ülkelerin, toplumsal sınıf ve katmanların “küresel ısınmaya” yol açan süreçler üzerindeki etkilerinin, başka bir söyleyişle “küresel ısınmadan” yana sorumluluklarının tüm boyutlarıyla ortaya konulması gerekmektedir. Bu gereğin, yalnızca söz konusu olguya yol açan salınımların sayısal boyutlarının ve sektörel paylarının ortaya konulmasıyla yerine getirilmiş olmayacağı açıktır. Ne var ki, yapılan tam da budur.

ii)                   “Küresel ısınma” olgusu her ülkede, dahası her bölgede ve havzada farklı zamanlarda, farklı nitelik, yoğunluk ve yaygınlıkta ekolojik sonuçlara yol açabilecek, dolayısıyla da her canlıyı, her üretim biçimini, toplumsal sınıf ve katmanı farklı biçim ve düzeylerde etkileyebilecektir. Bu etkilenme tüm boyutlarıyla ortaya konulmalıdır ki gerçekçi direnme önlemleri geliştirilebilsin ve gerektiğince yaşama geçirilebilsin . Ne var ki bu gerek de çoğunlukla yerine getirilmemekte; olası etkilerin sektörel düzeyde yol açabileceği olumsuzlukların sergilenmesiyle yetinilmektedir.

Öte yandan, çoğunlukla, “küresel ısınmanın” ve özellikle de “iklim değişikliğinin” yalnızca olası olumsuz sonuçları üzerinde duruluyor. Oysa, çeşitli araştırmalara göre, söz konusu olgudan çeşitli amaçlarla yararlanabilme olanakları da var: Çünkü, öteden beri kurak ve/veya yarı kurak olan yörelerde yağışların artması, sıcaklığın artabileceği yörelerde de vejetasyon (yeşerim) dönemlerinin uzaması da söz konusu. Bu nedenle, “körün değneğini bellemesi” deyimini anımsatacak yaklaşımlardan kaçınılması gerekiyor. Peki, kaçınılıyor mu; hayır, kaçınılmıyor.

İŞTE KANIT !

Buraya değin dikkat çekmeye çalışılan yaklaşım biçim ve tartışma olumsuzluklarına kanıt isteniyorsa, işte Türkiye İklim Değişikliği Birinci Ulusal Bildirimi (TİDBUB). Bilindiği gibi, Bildirim, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin bir gereği olarak hazırlanmıştır. Hazırlanmasıyla ilgili Projenin yürütücüsü Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’dır (UNDP) ve hazırlık çalışmaları da UNDP’nin Küresel Çevre Fonu (GEF) tarafından parasal olarak desteklenmiştir. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın ancak “koordinatörlük” yapabildiği Belge (Rapor);

“…Türkiye’deki sera gazlarının 1990-2004 dönemine ait envanterini hazırlamayı, sera gazı emisyonlarındaki artışı hafifletmek için alınacak tedbirleri analiz etmek ve iklim değişikliğinin Türkiye’de yaratabileceği olası etkileri değerlendirerek alınacak tedbirleri ortaya koymayı, enerji politikası alternatiflerinin iklim değişikliği üzerinde yaratacağı maliyet ve faydaları değerlendirmeyi, sahip olunan bilimsel ve teknik potansiyel ile kurumsal alt yapıyı geliştirmek ve sürekli bilgi ağı akışı sağlayabilmek için Türkiye’de bir bilgi ve veri ağı oluşturma kapasitesini geliştirmeyi amaçlamaktadır.

Çok sayıda bilimci, araştırmacı, ilgili görülen kurum ve kuruluş temsilcisinin katılımı ve katkısıyla hazırlanan Belge, bugüne değin çeşitli kişi, kurum ve kuruluşlar tarafından üretilmiş veri ve bilgilerin son derece sığ ve parçacı bir yaklaşımla rastgele bir araya getirildiği, somut politika ve stratejilerden yoksun bir “rapordan” öteye geçememiştir. Ancak, “…ulusal planlama ve politika oluşturma sürecinde…”, Raporda yer verilen konuların da “…dikkate alınmasının sağlanması beklenmektedir.” Deyim yerindeyse, “isteyenin bir yüzü, vermeyenin ise iki yüzü kara”!.. Peki, “verilmediğinde”, vermeyenin “iki yüzünün kara olması” neyi değiştirecek ?

Böylesine önemli beklentilerin ürünü olan TİDBUB’da, yukarıda yalnızca kimileri örneklenen soruların da sorulması ve yanıtlanması gerekirdi. Ancak, bu gerek hiçbir düzeyde yerine getirilmemiştir. Dahası, Anayasanın 56. Maddesine göre “… sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına...” sahip olan ve “…Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek(le)…” görevli bulunan yurttaşlarımız ve/veya temsil edildikleri demokratik kitle örgütleri, “ulusal” olduğu söylenen, ancak, TC Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yalnızca “koordinatörlüğünü” üstlenebildiği, harcamalarını UNDP-GEF’in karşıladığı TİDBUB’la hemen hemen hiç ilgilenmemiştir. Oysa, şimdilerde hazırlanmakta olan İklim Değişikliği Eylem Planı da bu Rapordaki saptamalardan hareketle biçimlendiriliyor. Açıktır ki, bu sürecin sonucunda da, yine “olmayacak duaya amin” niteliğinde bir “ulusal” belge daha üretilmiş; ülkemizde giderek yaygınlaşan “ulusal belge kirliliğine” bir katkı daha yapılmış olacak.

“- Olsun, ne çıkar ?” denebilir mi?

OLACAĞI BUYDU…

Anımsanacağı gibi, Çevre ödüllü Çevre ve Orman Bakanı, “kürsel ısınma” ile ilgili olarak “ev hanımı Ayşe Teyzesine, ilkokul sekizinci sınıfa giden Hasan Kardeşine ve kamyon şoförü arkadaşı Mehmet’e…” sorumluluk yüklemişti; hem de “İklim Değişikliği, Kuraklık ve Su Yönetimi” konulu “Üçlü Zirve” sonrasında ilgili iki bakanla birlikte yaptıkları ortak basın toplantısında. Kimseler tepki göstermedi bu aymazlığa. Bu durum, büyük bir olasılıkla, yurttaşlarımızın Çevre ve Orman Bakanı’nın bu türden kuru sıkı açıklamalarını artık önemsememesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu, o denli önemli değil. Önemli olan, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın “küresel ısınma” olgusuyla ilgili somut politikalarının ve stratejilerinin neler olduğuydu ama ne yazık ki bu soruyu soran da çıkmadı bugüne değin. Olacağı da buydu; her yaşamsal sorunda olduğu gibi, durumun sulandırılması ve giderek de gündemden çıkarılması…

NE YAPILMAMALI?

Çok açık: Türkiye’nin “küresel ısınma” olgusu karşısında öncelikli stratejisi, olguya yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması ve/veya en aza indirilmesi olmamalıdır. Türkiye’de de “küresel ısınma” olgusuna katkıda bulunan süreçlerin durdurulmasına yönelik önlemler alınmalı, kuşkusuz. Ancak, öncelik, “küresel ısınmanın” ekolojik koşullarda yol açabileceği olumsuz değişimlere karşı olabildiğince direnebilme olanaklarının artırılmasına, bu değişimlerin yol açabileceği toplumsal yıkımların önlenebilmesine, yeni ekolojik koşullardan yararlanabilme olanaklarının artırılmasına yönelik önlemlerin geliştirilmesine ve yaşama geçirilmesine verilmelidir. Bu, Türkiye özelinde ve belki de tüm az gelişmiş ülkelerde yerine getirilmesi çok daha büyük yaşamsal önem taşıyan ve bir o denli de zor olan bir zorunluluktur. Açıktır ki, bu zorunluluğun gerektiğince yerine getirilmesinde, ağırlıkla kamunun yatırımcı, düzenleyici ve yönlendirici, izleyici ve denetleyici etkinlikleriyle işlev üstlenmesi gerekecektir. Peki, dışa bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin, emperyalizmin neredeyse sınırsızca belirleyici olabildiği ekonomik, toplumsal ve kültürel koşullarda bu gerek ne denli yerine getirilebilir; daha doğrusu, gerektiğince yerine getirilebilir mi?

İşte, yanıtlanması gereken bir temel soru da budur bence.

TARTIŞMAK GEREK !

“Küresel ısınma” olgusu söz konusu olduğunda da, başta en sonuncusu olmak üzere yukarıda yalnızca önde gelenleri örneklenen türden pek çok sorunun yanıtlanması gerekiyor. Ancak, bu türden soruları kimlerin, nasıl yanıtlayabileceğini, doğrusu bilemiyorum. Bu bağlamda aklıma, üretim süreçlerini durdurabilme gücüne sahip olanların, söz gelimi emekçi sınıfların demokratik kitle örgütleri ve siyasal partileri geliyor. Geliyor ama bakıyorum da ne DİSK’in, TÜRK-İŞ’in, HAK-İŞ’in, KESK’in, TESK’in ne de Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB), Türkiye Ormancılık Kooperatifleri Merkez Birliği’nin (ORKOOP) vb. emekçi örgütlerinin gündemlerinde bu konuya en küçük bir gönderme var. “Çevreciler” ise, çoğunlukla, Kyoto Sözleşmesi’ni Türkiye’nin imzalamasını sağlamaya takılıp kalmış.

Bu aşamada bilebildiğim, yalnızca, “küresel ısınma” olgusuyla ilgili tartışmaların da yeni “veri, bilgi, öneri kirliliklerine” yol açmamasının ne denli gerekli olduğudur. Çünkü, bu türden kirliliklerin bir yandan toplumun bilgiye, bilgiliye olan güveninin sarsılmasına; bir yandan gündemdeki ve yakın gelecekte de gündeme gelebilecek ekolojik ve toplumsal yıkımların, şu günlerde sıkça dile getirilen “suyu yavaş yavaş ısıtılan kurbağa” örneği kanıksanmasına; çaresizliklerin çare olarak algılanmasına; yaşamsal önem taşıyan zaman yitimlerine ve daha da önemlisi, söz konusu olguya herkesten ve her şeyden çok katkıda bulunanların, deyim yerindeyse çarklarını istedikleri gibi döndürebilmelerine yol açtığını düşünüyorum.

Haksız mıyım Sizce? Tartışalım.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑