“Kimsesiz bir memlekete; yahut, yerlilerin yeni tavattun edenlere kolay yer verdiği seyrek nüfuslu bir memlekete elkoyan medeni bir milletin sömürgecileri, zenginliğe ve ikbale doğru, her hangi bir diğer insan topluluğundan daha tez yol alır.” (A.Smith’in)
“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağ kurması gerekiyor. Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ yok ediliyor.” (K.Marx-F.Engels)
KÜRESELLEŞME: YENİ BİR OLGU MU?
Her yeni süreç beraberinde yeni kavramları da gündeme getirmektedir. Yirminci yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran “küreselleşme” kavramı da bunlardan biridir. Üretim ve emek süreçlerinden çok sermaye ve finans hareketleri ile ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler dikkate alınarak yeni bir sürece girildiği dile getirilmektedir. Belirtilen faktörlerdeki gelişmelere bağlı olarak da kapitalizmin küreselleşmekte olduğu ifade edilmektedir. Oysa, burada yeni olan bir şey yoktur. Çünkü, kapitalizm doğası gereği dünya pazarlarına yayılmak, sürekli genişlemek, yeni kâr alanları bulmak zorundadır. Bu durum kapitalizm için olmazsa olmazdır, sine qua non’dur. Giriş babından A.Smith’in 1776 yılında, K.Marx-F.Engels’in 1848 yazmış oldukları eserlerden yapılan alıntılar, bugün olduğu kadar dün de “küreselleşme” olarak ifade edilen sürecin geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü, kapitalizm “üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın var olamaz”. Bu durum kapitalizmin ayırt edici özelliklerinden olup, üretimde sürekli dönüşümü, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılmasını, sonsuz güvensizliği oluşturmasını gerekli kılmaktadır. Öyle ki, bu süreçte “Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeden eskimektedir. Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet yaşam tavırlarına, karşılıklı ilişkilerine, ayılmış gözlerle bakmak zorunda kalıyor.” Kapitalizmin dünya pazarına yayılması bu nedenle kaçınılmazlaşıyor. Çünkü, artık sadece yerli hammaddenin değil, aynı zamanda en uzak bölgelerin hammaddelerinin de işlenip, ürününün de yalnız kendi ülkesinde değil, dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler ortaya çıkmaktadır. “Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlilik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte”dir. Bunun en önemli araçları olarak ise karşımıza tüm üretim araçlarının hızla geliştirilmesi, ulaşım ve iletişimin sonsuz kolaylaştırılması çıkmaktadır. Kapitalizm bu özelliği ile “tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye” zorluyor. Dün olduğu gibi bugün de. Dün, burjuvazi, kapitalizm, emperyalizm olarak nitelendirilen bu süreç, bugün küreselleşme olarak nitelendiriliyor. Sıfatlandırmalar değişse de, sürecin özünde bir değişiklik yok. Öz, üretimin ve tüketimin dünyaya yayılmasından, tüm dünyanın sınırsız bir üretim ve tüketim alanına dönüştürülmesinden başka bir şey değildir. Kuşkusuz ulaşılan her aşamaya bağlı olarak daha yetkinleşmiş üretim güçleri ve üretim ilişkileri ile. Eğer, “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey” değilse, bundan daha doğal ne olabilir ki? Öyle olduğu için de, bireylerin “gittikçe kocamanlaşan ve son kertede kendini dünya pazarı olarak açığa vuran bir gücün kölesi haline gelmeleri de tamamen ampirik bir olgudur”.
Ulaşılan “yeni” aşamayı ifade etmek için, 1960’lara doğru Harvard, Stanford, Columbia gibi prestijli Amerikan işletme okullarında kullanılmaya başlanan, yine bu çevrelerden çıkmış bazı iktisatçılar tarafından popülarize edilen ve son yılların “gözde” kavramlarından biri haline gelen “küreselleşme”, kendine bir yandan “tutkulu” yandaşlar öte yandan “alerjik” karşıtlar yarattı. Belirleyici yönü iktisadi olmakla birlikte, “küreselleşme” olgusu, siyasal, kültürel yönleriyle de gündeme getirildi. İktisadi gelişmeleri anlatırken başvurulan temel referans noktalarından biri haline gelen küreselleşme; yeni yatırım araçlarının yaratılması, bunların etkinliğini arttıran ve yaygınlaştıran bir haberleşme ve bilgi işlem teknolojisinin hızla gelişmesi, sermayenin dolaşımının serbestleşmesini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu türden salt iktisadi bir açıdan bakıldığında, küreselleşme, gerçekte sermayenin uluslararasılaşmasındaki hızlanmanın ve genişlemenin artık uluslararasılaşma kavramına sığmayan bir düzeye ulaştığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Burada söz konusu olan, artık uluslararası, doğrusal bir boyut değil, global çok yönlü ve karmaşık bir boyuttur.
Küreselleşme kavramıyla ifade edilen bu sürecin iki bileşeni var. Bir tanesi sermaye birikimi süreci ile ilgili. Burada esas olarak, sermaye dolaşımının serbestleşmesi, hacminin artması, hızlanması, yaygınlaşması ve yeni yatırım araçlarının devreye girmesinden sözedilmektedir. İkincisi ise, teknolojik gelişmelerle ile ilgili. Burada da bilgisayarların yaygınlaşmasından, haberleşme ve bilgi işlemin hızlanmasından ve büyük bir hızla ucuzlamasından, ucuzlamasına yol açan gelişmelerden söz edilmektedir. Örneğin, sabit fiyatlar üzerinden hesaplandığında, 1920’den 1990’a kadar ortalama maliyetler, deniz taşımacılığında yaklaşık yüzde 70, hava taşımacılığında yaklaşık yüzde 80, uydu kullanımında yaklaşık yüzde 90, uluslararası telefon kullanımında ise yüzde 99 düşmüştür. Öte yandan, bilgisayarlı sistemlerin uygulamaya konulması, üretim sürecinin planlama ve tasarım aşamasından nihai montaj aşamasına kadar farklı alt bölümlere bölünerek uzak mesafelerden eşgüdümle yürütülebilmesini olanaklı kılarak, aynı ürünün üretiminin farklı aşamalarının yeryüzünün çok farklı noktalarında sürdürülebilmesini ekonomik olarak anlamlı hale getirmiştir.
TARİHSEL BENZEŞMELER
Teknolojik devrimle el ele gelişen ve sermayenin yeni coğrafyaları hızla etki alanına almasıyla ilerleyen ve küreselleşme olarak ifade edilen bu sürecin, bu gelişmelerin, dünya ekonomisinin 1870-1911 arasında yaşadığı “belle époque”a, kapitalizmin hızlı bir yayılma ve gelişme dönemine, büyük ölçüde benzediği görülmektedir. Sermayenin serbest dolaşımı; doğrudan veya portföy yatırımlar ile sermaye ihracı ve böylece sermayenin uluslararasılaşması; demiryolu ve buharlı gemilerin yaygınlaşması; iç patlamalı motorun icadı, telgraf, deniz altı telgraf hatları, nihayet telefon giibi bir teknolojik devrim ile taşımacılığın ve haberleşmenin ucuzlaması; Kanada, Arjantin, Avustralya, Yeni Zelanda, Rusya, Çin gibi pazarların açılmaya başlamasıyla, dünya ekonomisinin zincirden boşanırcasına gelişmesi ve yaygınlaşması, uluslararası ticari rekabetin şiddetlenmesi, ülkelerin uluslararası iş bölümü içindeki yerlerinin altüst olması, devletlerarası düzlemde siyasi konumların değişmesi bu türden benzerlikler olarak sayılabilir. Örneğin 1870-1915 döneminde uluslararası yatırımlarda yapılan üretim, toplam global üretimin yaklaşık yüzde 9’una ulaşmışken; 1991’de bu oran, ancak yüzde 8.5 olarak gerçekleşmiştir. Uluslararası ticaretin toplam dünya üretimi içindeki payı 1913’te yüzde 33 iken, bu oran, 1970’li yıllarda yüzde 25’e, 1990’ların ortasında da yüzde 45’e ulaşmıştır. Yani 1913’lerin düzeyini yeni yeni aşmıştır. Bu açıdan da bakıldığında, dünya ekonomisinin yüzyılın başındaki bütünleşikliğe yeni yeni ulaştığı görülmektedir. Ancak, dünya ekonomisindeki bütünleşmenin son yıllarda artan bir hızla gerçekleştiği de unutulmaması gereken bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.
KÜRESELLEŞME, ÖRGÜTSÜZLÜK VE SENDİKALAR
Çalışanlar açısından bakıldığında, özellikle örgütlülük düzeyi açısından durumun ne olduğu küreselleşme açısından önem taşımaktadır. Örneğin, sendikalaşmanın güç kaybettiği ülkelerden olan İngiltere’de 1913’te sendikalaşma oranının yüzde 23, 1989’da yüzde 41 olması; Fransa’da 1912 yılında yüzde 8 olan sendikalaşma oranının 1989’da yüzde 10.2 olması bu açıdan anlamlı veriler olarak değerlendirilebilir. Dünya ekonomisinin bütünleşmesi açısından bakıldığında, günümüzdeki gelişmeler ile 1870-1911 dönemi arasında önemli benzerlikler görülürken; sendikalaşma açısından bakıldığında, İngiltere ve Fransa gibi sendikalaşma düzeyinde büyük düşüşlerin gerçekleştiği ülkelerde, bir önceki döneme göre daha olumlu bir durumun olduğu anlaşılmaktadır. Bir önceki dönem, sosyal patlamaların sık yaşandığı, işçilerin eylemlilik açısından oldukça hareketli olduğu, nihayet 1917 yılında işçi sınıfı adına Rusya’da bir Devrim’in gerçekleştirildiği bir dönem özelliği taşımaktadır. Bir yandan dünya ekonomisi bütünleşirken, öte yandan ulus-devletlerde işsizliğin artması, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi, maliyeti düşürmek amacıyla ücretlerin bastırılıp, reel olarak düşürülmesi, işçileri örgütsüzleştirme çabaları, üretimden yeterince pay almayan bu büyük kitleyi uzun yıllar bu koşullar altında çalıştırmayı, yaratılacak olan bu yeni durumu kabullenmeyi olanaklı kılacak mıdır? Tarih bu açıdan oldukça öğretici örneklerle dolu, geriye dönüp bakmak yeniden düşünmeyi gerekli kılmaktadır.
Kendiliğinden bir gelişmeyi işaret ettiğinden küreselleşme kavramının öznesi yok. Öznesi olmadığı için de yönü yok; global. Bu nedenle de, küreselleşme karşımıza, kendiliğinden ve adeta doğal ve homojen bir süreç olarak çıkıyor ve hiç bir direniş olanağını içermiyor. Bu özelliği nedeniyle sihirli bir kavrama dönüştürülen küreselleşme, çalışanların lehine/yararına bir politika önerisi geldiğinde aşılmaz bir engel olarak çıkarılmakta; çalışanların yaşam koşullarını olumsuz etkileyecek politikalar söz konusu olduğunda ise, haklı bir mazeret olarak kullanılmaktadır.
Öznesine işaret edilmeyen “küreselleşme” söyleminde, temel hedef ve amaç olarak dünyaya açılma, rekabet gücü gibi kavramlar önemli yer tutarken, 1980 öncesinin kalkınma, sanayileşme, sosyal adalet, sosyal refah gibi kavramları ya tamamen unutulmuş ya da tozlanmak üzere rafa kaldırılmıştır. “Küresel ekonominin” gereklerine uyum sağlamak için ise, şirketlerin esnek olması gerektiği sık sık dile getirilmektedir. Buradaki esneklik, hem üretim süreçlerini hem de emek süreçlerini kapsamaktadır. Öznesine işaret edilmeyen küreselleşme sürecinin aktörleri olarak, karşımıza Dünya Bankası ve IMF’nin çıkması tesadüfi değildir. Çünkü, küreselleşme, ekonomik bir süreç olduğu kadar esas itibariyle bir siyasal süreçtir de. Bu sürecin iki tarafında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin devletleri olmakla birlikte, ülke içindeki sınıflar da bu gelişmelerden etkilenmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin yeniden yapılandırılmasından en çok etkilenenler ise, ücretli çalışanlar olmaktadır. Rekabet ve uyum adına emek piyasalarının esnekleştirilmesi, kuralsızlaştırılması, örgütsüz kılınması, çalışanları hem güçsüz kılmakta hem de geleceğe yönelik güvenini kırmakta, kaygılı ve korkulu bir ortama sürüklemektedir. Bütün bunlar ise, çalışanlara, kır ve kent emekçilerine, işsizlere yoksulluk olarak yansımaktadır. Aslında son yirmi yılda küreselleşme olarak sıfatlandırılan süreç, işçi sınıfını örgütsüzleştirme, bu örgütsüzleştirmeğe bağlı olarak önce çalışanların sonra toplumun diğer kesimlerinin yoksullaştırılmasından başka bir şey değildir. Çünkü, küreselleşme olarak efsaneleştirilen bu süreç, aslında, J. E. Stiglitz’in ifadesi ile “büyük hayal kırıklığı”ndan başka bir şey değildir. Hayal kırıklığının ötesinde, F. Şenses’in ifadesiyle, “küreselleşmenin öteki yüzü yoksulluk”tur. Yoksullaştırmanın en önemli aracı ise, toplumun emek ile sermaye arasındaki bölüşüm sürecinden, toplumun sosyal refah harcamalarından aldığı payın artırılması mücadelesinde işlevi olan sendikaların etkisizleştirilmesidir. Küreselleşme adı altında, son çeyrek yüzyılda yapılan, bundan başka bir şey değildir. Örgütsüz kapitalizm olmasa bile, etkisiz örgütlü kapitalizm tercih edilmiştir.
KÜRESELLEŞTİR, KİMLİKSİZLEŞTİR, SENDİKASIZLAŞTIR, YOKSULLAŞTIR
İdeolojilerin, tarihin sonunun geldiğinin ilan edildiği bir dönemde çalışmanın da sonunun geldiğini ilan etmemek olmazdı. Çok gecikmeden, çalışmanın sonu da ilan edildi. Kuşkusuz, bunu, işçi sınıfının da önemini kaybettiğinin ilanı izlemeliydi. Öyle de oldu. Artık işçi sınıfı önemini yitirmiş, arkaik toplumun arkaik kesimini oluşturmaktaydı; tarihçilerin, antrapologların üzerinde çalışması gereken bir konudan ibaretti. Ne var ki, ne ideolojilerin ve tarihin sonu gelmişti ne de çalışmanın ve işçi sınıfının. Olan, bir değişimdi. Dün olduğu gibi bugün de. İşçi sınıfı da, çalışma da değişmişti, tarihsel sürecin akışı içinde gelişmelere bağlı olarak, ama bu, bir son değildi. Neo-liberal ideolojik kampanyanın bir süre için bulandırdığı kafalar zamanla yeniden netleşmeye başlamış, şaşkınlık kısa sürede aşılarak, işçi sınıfının değişen yapısı üzerindeki araştırmalar ile ideolojik mücadele yeni boyutlar kazanmıştır.
İdeolojik mücadelenin sürdüğü alanlardan biri olarak karşımıza sınıf kavramı çıkmaktadır. “Sınıf” kavramı; ne kadar muğlaklaştırılıp, belirsizleştirilirse, sınıf mücadelesi sorunu da o kadar arka plana itilip, önemsizleştirileceğinden önemlidir. Son çeyrek yüzyılda sınıfa ilişkin tartışmaların daha çok liberaller tarafından yapılmaya çalışılmasının temel nedenlerinden biri de, budur. Çünkü, sınıf kavramının tanımı belirsizleştirildikçe, kapitalist toplumun dinamiklerinin anlaşılmasındaki önemi de o derecede azalacaktır. Kavram kadar, sınıfın kapsamının daraltılmaya çalışılması da, bu ideolojik yaklaşımın bir parçasıdır. İşçi sınıfının toplumda önemsiz bir nüfusa tekabül ettiğinin ortaya konması, hem mücadele dinamiklerini hem de sınıfın kendine olan güveni ve önemi azaltacaktır. Son yıllarda, işçi sınıfının eski önemini kaybettiğinin sıkça ileriye sürülmesinin arkasında yatan temel neden de, budur. Böylece, kendine güvenini kaybetmiş, mücadele azmini yitirmiş, kendisini önemsiz ve değersiz gören bir sınıf yaratılarak, sistem ve düzene yönelik potansiyel bir tehlike olması önlenmek istenmektedir. Sınıf kavramı muğlaklaştırıldıkça, sınıfın kapsamı daraltıldıkça, üretim, dağıtım ve bölüşüm süreçlerinin arkasındaki gerçek de gizlenmiş olacak; artı değer, sömürü, üretim araçlarının mülkiyeti, antagonistik üretim ilişkileri de tartışma dışı bırakılacaktır. Çünkü, sınıf ilişkileri, aynı zamanda, bize, bir üretim tarzında mülkiyet ve kontrol biçimlerini de göstermektedir. Sosyal diyalogun, toplumsal uzlaşmanın hayata geçirilmesi için, sınıflararası çelişkilerin, çatışmaların yumuşatılması, ve mücadelenin ortadan kaldırılması için bu türden bir ideolojik yaklaşım kaçınılmazdır. Bu yaklaşım, emekçilerin toplum içindeki konumlarını fark etmelerini önlemeye yöneliktir. Oysa sınıf bilinci ve bu bilincin gereğini yerine getirmek için, üretim sürecinde ve ilişkilerinde bulunulan konumun fark edilmesi gerekmektedir. Sadece kendinde sınıf için değil, kendisi için sınıf olabilmek için de, bu, zorunludur. Bunun önemini çok iyi bilen kapitalistler, üretim ve emek süreçlerinde geliştirdikleri yöntem ve tekniklerle, mümkün olduğunca, fark edilmeyi önlemeye çalışmışlardır. Örneğin, kapitalistler, kontrol fonksiyonlarını yönetici ve teknik uzmanlar aracılığıyla bürokratikleştirerek, aynı zamanda, sınıf antagonizmasının belirgin özelliklerinin saklanmasını sağlamışlardır. Sınıf ilişkilerinin zorunlu dikotomik doğasının, bürokratik sürecin yarattığı otorite ilişkilerinin hiyerarşik yapısı içinde gizlenebilmesi, sınıf sömürüsünün özne anlaşılırlığının sınırlanmasına da hizmet etmiştir. Son dönemlerde ise, emek süreçlerindeki değişim ile birlikte, işçi sınıfında ciddi bir karakter aşınmasını gerçekleştirmiştir. Gelecek kaygısı ve korkusu içinde güvenini kaybetmiş bir sınıf oluşturmak, kapitalistlerin en önemli hedeflerinden biri olmuştur. Bunun en önemli aracı ise, çalışma sürelerinin belirsizleştirilmesi ve işgüvencesinin kaldırılması olmuştur. Her alanda egemenliğini kuran esneklik, aslında, bizatihi sınıfın kimliğine yönelik bir saldırıdır.
Kapitalistlerin tüm bu çabalarına rağmen, iş ilişkileri hiyerarşik bir biçimde düzenlenseler bile, altta yatan dikomotik ve çatışkılı doğanın ayırdına varmak mümkündür. Çünkü bazı görevler sermayenin fonksiyonları ile ilişkiliyken, diğerleri emeğin faaliyetine ilişkindir. Bu nedenle, kâr temelli çalışan her firmada sınıf ilişkileri de hüküm sürer. Öte yandan, gelecek kaygısı ve korkusu ile meydana gelen karakter aşınması, emek süreçlerindeki yoğunluğun ve sömürünün boyutuna ve işyeri ile olan ilişkilere bağlı olarak aşılabilir. Çünkü, çalışanların çoğu sömürüldüklerini fark ederler. Sorun, bu sömürünün, yaşananların, çalışma ilişkilerinin kaçınılmaz bir gerçeği olup olmadığının görülmesindedir.
Günümüzde “küreselleşme” olarak adlandırılan yeni süreç, emeğin sömürüsünün yoğunlaştırıldığı ve işçi sınıfının etkisizleştirilmeğe ve kendisine olan güveninin kırılmaya çalışıldığı bir olgu olarak, etkisini, girdiği her alanda duyurmuştur. Türkiye’de de, bu süreçten farklı boyutlarda etkilenmiş işçi sınıfının yapısı üzerinde, gözlemlenebilir değişimler meydana gelmiştir. Dün olduğu gibi, bugün de, üretim ve emek süreçlerine bağlı olarak, işçi sınıfının yapısı değişmektedir. Yapılması gereken, sınıfın sonunu ilan etmek değil, bu değişimin boyutlarını nicel ve nitel açıdan ortaya koyarak, sonuçlarını değerlendirmek ve bu sonuçlara yönelik politikaları belirlemektir.
Dün olduğu gibi bugün de, iktisadi yapının, sanayileşmenin, üretim ve emek süreçlerinin değişimine bağlı olarak, işçi sınıfının yapısı ve özellikleri de değişmektedir. Çünkü sanayileşmenin, üretim ve emek süreçlerinin niteliğinin değişmesi ve yeni boyutlar kazanması, toplumların insan gücü yapısının nitelik ve bileşiminde köklü değişikliklere yol açmaktadır. Günümüzde üretim teknolojilerindeki hızlı değişim, işgücü talebinin biçimini değiştirmekte; niteliksiz işgücünün yerini bilgi ve beceri düzeyi yüksek, eğitilmiş işgücü almaktadır. Ileri teknolojilerin sermaye yoğun oluşu, gelişen teknolojiye bağlı istihdam sorunlarına, işsizlik gibi, neden olurken, endüstri ilişkilerini de etkilemekte, işgücü piyasası ve geleneksel çalışma biçimleri daha esnek bir görünüm kazanmaya başlamaktadır. Sanayileşmenin ulaştığı düzey, aldığı biçim ve ileri imalat teknolojilerine geçiş ile birlikte, göreli önemi azalan sektörlerde teknolojik yenilenme işsizliğe yol açarken, yeni teknolojilerin devreye girmesi ile nitelikli işgücüne olan talep yükselmekte, yeni çalışma türleri (esnek zamanlı, kısmi zamanlı çalışma gibi) ortaya çıkmaktadır.
Küreselleşme sürecinin ideolojisini yapanların çok iyi bildikleri bir şey var. Dünden kalan bir deneyim olarak. Toplumda sınıflar varsa, işçiler hareketlenmişse, işçiler kendisi için sınıf olma kimliğine kavuşmuşsa, daha yüksek ücret ve daha iyi yaşam istemeyi öğrenmişlerse, artık siyasal iktisadı da biliyorlardır, taleplerini buna göre biçimlendiriyorlardır. O zaman bu bilinci ve bu bilincin kaynağı örgütleri yok etmek ya da en azından zayıflatarak dumura uğratmak gerekir. Bunun için bir terbiye edici büyük korku gerekir. Kapitalizmde, işsizlikten, bir gelirden yoksun kalmaktan daha büyük korku olmaz. Esneklik, rekabet, bu korkunun oluşturulduğu ve hayata geçirildiği önemli araçlar olmuştur. Esneklik, rekabet ve işsizlik baskısı, önce sendikaları zayıflatmış, ardından sendikaya üye olmanın “sakıncalarını” göstermiştir. Öyle olduğu için de 1980 sonrası dönem sendikasızlaştırma dönemi olmuştur. Çünkü, sendikanın güçlü olduğu yerde, kapitalistler, maliyeti azaltarak rekabette üstünlük sağlamak için ücretleri istedikleri düzeye indiremez. Dünya ekonomisi ile bütünleşmek için, ihracatta rekabet üstünlüğü elde etmek için, işçileri uysallaştırmak gerekir. İşçileri uysallaştırmak için onların örgütlerini zayıflatıp, etkisizleştirmek gerekir. Çünkü, ücretleri kontrol etmek için, işçileri kontrol etmek gerekir, işçileri kontrol etmek için örgütleri olan sendikaları zayıflatıp, etkisizleştirmek gerekir, işçileri korkutmak gerekir. Uluslararası alanda rekabet ve dünya ekonomisi ile bütünleşmek için, bu kaçınılmaz oluyor. Sonuçları? Sonuçları, gelir dağılımının bozulması; işçiler, kır ve kent yoksulları için daha da yoksullaşmak oluyor. Aşağıdaki tablo bu durumu oldukça net olarak ortaya koyuyor.
Tablo 1: Sendikasızlaştırma ve Bu Süreçte Yoksullaşma:1985-1995 (%)
Ülke Tarım dışı işgücünde sendikalılaşmada değişim oranı 1985-1995 (%) Ücret ve maaşlılarda sendikalılaşmada değişim oranı1985-1995 (%) Gini İndeksi(Gelir Dağılımı Bozukluğu) Kentsel YoksullukNüfusun (%)1980 1990 Kırsal YoksullukNüfusun (%)1980 1990
Mısır -23.9 -9.1 0.289 26 29 19 21
Kenya -59.6 … 0.445 10 29 55 46
G. Afrika 40.7 130.7 0.593 … … … …
Uganda -49.9 … 0.392 … 16 … 24
Zambiya -33.3 … 0.498 26 45 80 87
Arjantin -47.9 -42.6 … 7 15 10 20
Kanada -0.6 1.8 0.315 … … … …
Şili 37.2 … 0.565 12 32 25 34
Kolombiya -37.3 … 0.571 36 38 45 68
El Salvador -8.0 … 0.523 … 43 76 56
Meksika -42.7 -28.2 0.537 36 37 54 55
ABD -15.2 -21.2 0.408 … … … …
Uruguay -41.4 … 0.423 9 10 21 23
Venezuella -42.5 -42.6 0.488 15 31 26 53
Avustralya -29.6 -29.6 0.352 … … … …
Bangladeş -71.9 … 0.336 66 34 74 53
Çin -7.8 … 0.403 2 0 24 12
Hindistan -18.2 … 0.378 40 4 51 48
Japonya -17.7 -16.7 0.249 … … … …
Malezya -13.4 … 0.485 13 7 37 19
Yeni Zelanda -50.7 -55.1 0.439 … … … …
Pakistan -13.4 … 0.312 23 … 30 …
Filipinler 24.1 84.9 0.462 45 37 59 52
Singapur -20.4 -18.1 … … … … …
Tayland -7.4 -2.5 0.414 22 15 33 34
Avusturya -29.2 -19.2 0.231 … … … …
Belçika -9.2 -0.2 0.250 … … … …
Çek Cumh. -52.8 -44.3 0.254 … … … …
Danimarka 1.2 2.3 0.247 … … … …
Finlandiya -2.8 16.1 0.256 … … … …
Fransa -47.4 -37.2 0.327 … … … …
Almanya (Bir) -3.5 -17.6 0.300 … … … …
Yunanistan -34.5 -33.8 0.327 15 … 34 …
Macaristan -29.2 -25.2 0.308 … … … …
İrlanda -12.5 -12.6 0.359 … … … …
İsrail -76.9 -77.0 0.355 … … … …
İtalya -7.0 -7.4 0.273 … … … …
Hollanda -6.7 -11.0 0.326 … … … …
Polonya -42.6 -42.5 0.329 … … … …
Portekiz -53.7 -50.2 0.356 … … … …
Romanya -19.8 … 0.282 … … … …
Slovakya -31.9 -19.8 0.195 … … … …
İspanya 56.2 62.1 0.325 … … … …
İsveç -2.7 8.7 0.250 … … … …
İsviçre -21.2 -21.7 0.331 … … … …
İngiltere -27.2 27.7 0.361 … … … …
Kaynak: ILO, World Labour Report 1997-98, Geneva, 1997; World Bank, World Development Report 2000/2001’den yararlanılarak düzenlemiştir.
SENDİKALAR…
Tablodaki veriler, bazı istisnaları bulunmakla birlikte, küreselleşme süreci olarak ifade edilen dönemde, genellikle, sendikasızlaşma ile birlikte gini indeksi ile gösterilen gelir dağılımı bozukluğu ve yoksullaşmanın da koşut gittiğini göstermektedir. Kuşkusuz bu durum, tüm sendikalı ya da sendikasız işçilerin mutlak anlamda yoksullaştığı anlamına gelmiyor. Ancak, bir ülkede, ücretler üzerinde önemli bir sürükleyicilik işlevi gören sendikaların güç kaybetmesi ile birlikte reel ücretlerdeki düşüşün, hem işçilere hem de toplumun geri kalan kesimine gelir dağılımında bozuluş şeklinde bir olumsuzluk, bir yoksullaşma süreci olarak da yansıdığı çok açıktır.
Son yirmi yıl, sendikaların, ücretler arasında farklılık yaratarak, gelir dağılımını bozduğu yönündeki görüşlerin egemen olduğu bir dönem özelliği taşımaktadır. Ancak, bu yaklaşım yeni değildir, neo-liberal iktisat politikalarının egemenlğini kurmasından önce de, çalışma hayatına yönelik olarak ücret teorileri ile uğraşanlar, sendikalarının gelir dağılımını bozduğunu ileri sürmekteydiler. Bunlar, sendikalı işçilerin örgütlülükten gelen gücünü kullanarak, diğer sendikasız işçilere göre daha yüksek ücret alarak, gelir dağılımını, sendikalı işçiler lehine bozduğunu ileri sürmektedir. Kuşkusuz sendikalı işçilerin sendikasız işçilere göre daha yüksek ücret aldığı doğrudur. Ancak, burada gözden kaçırılan, ideolojik olarak üstü örtülmek istenen, gelirin, hangi kesimler arasında nasıl dağıldığı sorunudur. Gelir dağılımı sorunu; ücret, kâr ve rant arasında oransal olarak değerlendirilmeyip, sadece ücretler arasındaki farklılıklar temelinde değerlendirildiğinde; sendikaların gelir dağılımını bozduğunu ileri sürmek, hiçbir şey söylememektir. Aslolan, elde edilen artığın, ücret, kâr ve rant arasında hangi oranda dağıldığıdır. Bu açıdan bakıldığında, sendikaların ücretleri yükselterek, diğer ücretlerin yükselmesini sağladığı, böylece artıktan ücrete düşen payı yükselttikleri görülmektedir. Bu, ücretler arasında bir eşitsizliğe yol açsa da, gelir dağılımında ücretlilerin aldığı payı yükselttiğinden, neo-liberal iktisatçıların ileri sürdükleri gibi gelir dağılımını bozmamakta, tersine, gelir dağılımını emekçiler lehine düzeltmektedir. Neo-liberal iktisatçılar düşük ücrette eşitliği ücretler arasında eşitlik olarak kabul ettikleri için, sendikaların emek piyasasında tekel oluşturduğunu ileri sürüp, sendikaların piyasa mekanizmasını bozduğunu savunurlar. Amaç, sendikasız bir evren oluşturup, çalışanlara daha düşük ücret vermektir. Kuşkusuz bu, ücret, kâr ve rant arasındaki bölüşüm ilişkisinin ücret aleyhine bozulmasından başka bir anlama gelmemektedir. Böyle olduğu için de, son yirmi yıl, sendikaların zayıflatılmaya, bu anlamda reel ücretlerin düşürülmeğe çalışıldığı bir dönemdir.
1980’li yıllarda bazı sanayileşmiş ülkelerde sendikaların üye sayısının azalışı, sendikalaşma oranların düşüşü, güç ve temsil yeteneklerinin zayıflayışı, kimilerince sendikaların sonu, sendikasız çalışma ilişkilerinin doğuşu olarak değerlendirildi. Evet, bazı ülkelerde bireyin ön plana çıkarıldığı, örgütlülüğün dışlandığı bir dönemde, sendikal hareket, ciddi boyutta bir kriz ile karşı karşıyaydı ve sendikalar önemli miktarda üye kayıpları ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu doğru, ama sadece bir sonuç. Bu sonuca ulaşmada sermayenin saldırısı, sendikasızlaştırma çabaları kadar, mevcut sendikal yapı, politika ve sendika liderlerinin de payı vardır. İşbirlikçi, işyeri ve ücretle sınırlı, bencil bir sendikacılık ve bürokratik yönetimle, bir de sosyal kontrol işlevi yerine getirilmişse, ilk ekonomik krizde başka bir şey de beklememek gerekmektedir. Sermaye birikimi ve kârları rahatsız etmedikçe, bu türden bir sendikacılığın, sermayeye zarardan çok yararı olmaktadır. Ancak, sermaye birikiminde sorunlar, kârlarda düşüş meydana geldiğinde, yani kriz ile karşı karşıya kalındığında, sendikalar, sermaye için artık bir tehlikeden başka bir şey değildir. Bu dönemde sendikasızlaştırma çabaları yoğunlaşır, işçilerin kendileri ile işsizler arasındaki rekabeti ücret artışlarını düşürür, düşük ücretlerle çalışmaya razı olunur. Bu durum, bugüne özgü değildir, sanayileşmenin tarihi kadar eskidir. Çünkü, Engels’in daha 1845’te belirttiği gibi, “rekabet, modern sivil toplumda egemen olan herkesin herkesle savaşının en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, varolma savaşı, yalnızca toplumun farklı sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir, ve herkes kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır. Nasıl burjuvazinin üyeleri kendi aralarında rekabet halindeyseler, işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler”. İşçilerin işçilerle, işçilerin işsizlerle de rekabet halinde olduğu bu durumda, “her biri ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ki, işçilerin kendi aralarındaki bu rekabet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü durumun en kötü yanıdır; burjuvazinin elinde proletaryaya karşı en keskin silahtır. İşçilerin bu rekabeti birlikler [sendikalar] yoluyla ortadan kaldırma çabaları, burjuvazinin bu birliklere [sendikalara] karşı duyduğu nefret, ve bu birliklerin [sendikaların] başına çöken her yenilginin burjuvazinin utkusu olması bu nedenledir”.
Tarihe dönüp ekonomik krizler ile sendikal politikalar ve yapılar arasında bir ilişki aradığımızda, karşımıza birbirinin benzeri sonuçlar çıkmaktadır: sendikalar üye kaybetmekte, yeni sendikal yapı ve politikalara yönelerek bu krizden çıkmaya çalışılmaktadır.
1873-1874 krizi, İngiltere’de, Almanya’da, Avusturya’da, ABD’de, Kanada’da sendikalarda önemli üye kayıplarına neden olmuştur. Örneğin, İngiltere’de 1869 yılında 250 bin olan sendikalı işçi sayısı, 1873’te 1 milyona ulaştıktan sonra, krizle birlikte 1875’te 500 bine düşmüştür. Benzeri bir süreç 1929 Bunalımı’nda da yaşanmıştır. Bunalım öncesinde, İngiltere’de 6 milyona yaklaşan sendikalı sayısı 1933’te 4 milyon 400 bine, Almanya’da 8 milyona yaklaşan sendikalı sayısı 5 milyona düşmüştür. Belçika, ABD gibi ülkeler de benzeri bir süreç yaşamışlardır. 1974 krizi ve sonrasında yaşananlar da aynıdır. Pek çok ülkede sendikalar, 1980’li yıllar boyunca önemli sayı ve oranda üye kaybetmişlerdir.
Her üç krizden de sendikalar üye kaybederek çıkmışlardır. Ama daha sonra yeni sendikal politikalar izleyerek, yeniden yapılanarak güç kazanmaya başlamışlardır, üye sayısı ve üyelik oranları yeniden artmıştır.
1873-1874 krizinden çıktıktan sonra, meslek sendikacılığından işkolu sendikacılığına yönelerek, toplumsal ve ekonomik hayat ile ilgili sorunları dile getirip, bunları sendikal politikalara katarak, reform taleplerinde, sosyal haklar talebinde bulunarak önemli sayıda üye ve güç kazanmışlardır. Sanayileşmeye, sanayi işçilerinin artışına bağlı olarak da üye potansiyelleri artmıştır.
1929 Bunalımından sonra ise, sendikalar özellikle II. Dünya Savaşı-1980 döneminde devlet ve işverenlerle işbirliği içine girerek, korporatist ilişkiler kurmuşlar, böylece verilen ödünler karşılığında üye sayılarını arttıracak hak ve düzenlemelere kavuşmuşlardır. Bu dönemde, sendikalar genellikle merkezi, otoriter, bürokratik, tekelci bir yapıya kavuşmaya başlamışlardır. Bu nedenle, 1960-1974 dönemi, korporatist ilişkilerin geliştiği ülkelerde, 1960 sonrasının en az greve gidilen dönemi olmuştur.
1974 sonrası dönemde ise, sendikalar önce bocalamış, sonra yeni politikalar geliştirmeye başlamışlardır. Ücretli emek içinde sendikaların dayandığı sanayi işçilerinin payının azalıp, hizmet sektörünün payının artması, gençlerin ve kadınların işçiler içindeki oranının artması, sendikaları hizmet sektöründe çalışanlar ile kadınları üye yapmaya itmiştir. Hizmet sektöründe son yıllarda, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında gerçekleştirilen kimi başarılı grev ve mücadeleler, bu sektörde sendikalaşma açısından önemli adımlar atılmasına yol açmıştır. 1980’li yılların başarısız grevlerinden sonra bu başarılı grevler, sendikalara olan güveni ve ihtiyacı arttırmıştır. 1980’li yıllar boyunca sermaye grevlere direnmiş, devlet kurumlarını ve medyayı da arkasına alarak bu grevleri etkisiz kılmıştır. 1995 sonrasının başarılı grevleri ise, hem grev eğilimini hem de sendikalara olan güveni artırmaya başlamıştır.
1990’lı yılların bazı grevleri ve sendikaların grev politikaları farklı özellikler taşımaktadır. Bu grevlerde, grevler bir işyerinin sorunu olmaktan çıkarılıp, bir toplumsal soruna dönüştürülmektedir. Cinsiyet ayrımından, etnik ve ırk ayrımcılığına; göçmen işçi sorunundan çalışan çocuk sorununa kadar pek çok konu bu türden grevler süresince tartışılmış, medyanın sansürü internet aracılığı ve web siteleri ile kırılarak aşılmaya çalışılmıştır. Toplumda yaratılan duyarlılık ile işverenler üzerinde bir baskı kurularak, taleplerin kabulüne zorlanmışlardır. Örneğin, ABD’de “Hizmet Sektörü Çalışanları Uluslararası Sendikası” tarafından başlatılan “justice for janitors” kampanyası, Silikon Vadisi’nde, binaların bakım ve güvenliğinde çalışanları örgütlemede büyük bir başarı kazanmıştır. Bu kampanyada Oracle, Apple, Hewlett Packard gibi büyük kuruluşların çalışanlarının elektronik postalarına ulaşılarak, her gece binaların, büroların temizliğini yapıp, güvenliğini sağlamaya çalışanların içinde bulundukları olumsuz çalışma koşulları anlatılmış, burada çalışan mühendis ve teknik elemanlardan kendi şirketlerinde içsel baskı grupları oluşturmaları istenmiş ve bu sağlanmıştır. Böylece, yerel bir eylem internet aracılığı uluslararasılaşmakta, şirketlerin teknik elemanları ile sendikasız çalışanlarının içsel baskı grupları oluşturmalarının yanı sıra, eylem toplumsallaştırılmaktadır. Öte yandan, bazı eylemlerde kimi sosyal araçlar da, politik ve toplu pazarlık taleplerine dönüştürülebilmektedir.
Son çeyrek yüzyılda sendikaların kürselleşme sürecine uygun örgütlere dönüştürüldüğünü, yeterince ıslah edildiği gösteren önemli dokümanlardan biri de Dünya Bankası’nın hazırlamış olduğu bir rapordur. Bu rapora göre, son yıllardaki sendikacılık mevcut durum ve süreç ile uyum sağlamıştır. Sendikalar artık işçilerin değil, sermayenin istediği örgütlere dönüşmüştür. Çünkü, sendikaların örgütlü olduğu alanlarda artık daha az greve gidilmekte ve grevler daha kısa sürmektedir. Üstelik sendikalı işçi ile sendikasız işçi arasında çok büyük bir ücret farkı bulunmamaktadır. ABD’de bu fark yüzde 15’e kadar sendikalı işçi lehine çıkarken, Avrupa’da bu fark yüzde 5-10 arasında değişmektedir. Gelişmiş sanayileşmiş ülkeler açısından bakıldığında, sendikacılığın, yapılandırıldığı yeni haliyle, kapitalizm tarafından kabul göreceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle olsa gerek, 2000’li yılların başında Avrupa’da pek çok sendika yeniden üye kazanmaya başlamıştır. Ancak, bu sendikaların ücretler üzerinde ciddi bir baskı oluşturmadığı da gözden kaçırılmamalıdır. Sendika üyeliğine göre, toplu pazarlık kapsamının geniş olduğu ülkelerde, sendikaların, ücretleri arttırarak çalışanlar lehine gelir dağılımını yeniden düzenleme olanağı bulunmaktadır. Bilindiği gibi, yoksulluk da, ortalama gelir düzeyi, ekonomik büyüme ve gelir dağılımının eşitsizlik derecesiyle yakından ilişkilidir.
Asgari geçim düzeyini temel alan mutlak yoksulluk yaklaşımına göre, 1990’lı yılların başında, ABD’de yoksulluk oranı yüzde 20’dir. Daha yüksek gelire sahip olanlar ile yapılan karşılaştırmayı içeren göreli yoksulluğa göre, AB’de yoksulların oranı yüzde 17’dir. Sendikacılığın ABD’ye göre daha etkili olduğu ve toplu pazarlık kapsamının oldukça geniş olduğu AB’de, yoksulluk oranının, dünyanın en gelişmiş ülkesi olan ABD’ye göre düşük olması hiç de sürpriz olarak değerlendirilmemelidir. Üyelik açısından zayıflasalar da, sendikaların potansiyel etkisi, yoksullaştırmaya yönelik politikaların hayata geçirilmesini daha da zorlaştırmaktadır. Reel ücretlerin düşürülmesinde etkisiz kalan sendikalar, özellikle sosyal harcamaların artırılmaması yönünde önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Az gelişmiş ülkelerde ise daha vahimdir. Sendikasızlaştırma ile birlikte reel ücretler hızla düşmüştür. Örneğin, 1980-1991 döneminde asgari ücret Venezüela’da yüzde 53, Peru’da yüzde 83 oranında, Fiji’de 1990 yılında 1975’e göre yüzde 38 oranında düşmüştür. Üstelik bu ülkelerde sendikasızlaştırmalara bağlı olarak, düşük ücretle çalışanların da oranı artmış, enformel istihdam yaygınlaşmıştır.
Küreselleşme olarak sıfatlandırılan bu yeni dönemin en temel yaklaşımı, hem gelişmiş hem de az gelişmiş ülkelerde sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur.
Tablo 2: Sendikasızlaştırma ve Yoksulluk Oranları
Ülke Tarım dışı işgücünde sendikalılaşmada değişim oranı 1985-1995 (%) İnsani Yoksulluk (%) Yoksulluk Sınırı Altındaki Nüfus (%) (1983-2000)1 dolar 2 dolar Yoksulluk Sınırı Altındaki Nüfus (%) (1983-2000)Ulusal Yoksulluk Sınırı
Mısır -23.9 31.2 3.1 52.7 22.9
Kenya -59.6 31.9 26.5 62.5 42.0
G. Afrika 40.7 … 11.5 35.8 …
Uganda -49.9 40.8 … … 55.0
Zambiya -33.3 40.0 63.6 87.4 86.0
Arjantin -47.9 … … … 17.6
Kanada -0.6 12.3 7.4a 12.8b
Şili 37.2 4.1 2 8.7 21.2
Kolombiya -37.3 8.9 19.7 .36.0 17.7
El Salvador -8.0 18.1 21.0 44.5 48.3
Meksika -42.7 9.4 15.9 37.7 10.1
ABD -15.2 15.8 13.6a 16.9b …
Uruguay -41.4 3.9 2 6.6 …
Venezuella -42.5 8.5 23.0 47.0 31.3
Avustralya -29.6 12.9 17.6a 14.3b …
Bangladeş -71.9 42.4 29.1 77.8 35.6
Çin -7.8 14.9 18.8 52.6 4.6
Hindistan -18.2 33.1 44.2 86.2 35.0
Japonya -17.7 11.2 … 11.8b …
Malezya -13.4 … … … 15.5
Yeni Zelanda -50.7 … … … …
Pakistan -13.4 41.0 31.0 84.6 34.0
Filipinler 24.1 14.6 … … 36.8
Singapur -20.4 6.5 … … …
Tayland -7.4 14.0 2 28.2 13.1
Avusturya -29.2 … … 10.6b …
Belçika -9.2 12.6 … 8.2b …
Çek Cumh. -52.8 … … 4.9b …
Danimarka 1.2 9.5 … 9.2b …
Finlandiya -2.8 8.8 4.8a 5.1a …
Fransa -47.4 11.1 9.9a 8.0b …
Almanya (Bir) -3.5 10.5 7.3a 7.5b …
Yunanistan -34.5 … … … …
Macaristan -29.2 … … 10.1b …
İrlanda -12.5 15.3 … 11.1b …
İsrail -76.9 … … 13.5b …
İtalya -7.0 12.2 … 14.2b …
Hollanda -6.7 8.5 7.1a 8.1a …
Polonya -42.6 … 10.0c 11.6b …
Portekiz -53.7 … … … …
Romanya -19.8 … 23c … …
Slovakya -31.9 … 8.0c 2.1b …
İspanya 56.2 11.3 … 10.1 …
İsveç -2.7 6.7 6.3a 6.6b …
İsviçre -21.2 … … 9.3b …
İngiltere -27.2 15.1 15.7a 13.4b …
Kaynak: ILO, World Labour Report 1997-98, Geneva, 1997; UN, Human Development Report 2002’den yararlanılarak düzenlemiştir.
a) günde 11 dolar (1994-1995); b) medyan gelirin yüzde 50’si (1987-1998); c) günde 4 dolar (1996-1999)
SENDİKALAR, EŞİTSİZLİK VE YOKSULLAŞMA
Farklı nedenleri olmakla birlikte, tarihsel süreç içinde hem reel ücretlerin artmasında hem de sosyal hakların geliştirilmesinde önemli rol oynayan sendikaların etkisizleştirilmesinin, hem gelir dağılımının bozulmasında, hem de yoksullaştırmada önemli bir rolünün olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Sendikaların etkisizleştirilmesi ile birlikte reel ücretler düşürülmüş, emek piyasaları kuralsızlaştırılıp, esnekleştirilmiş, enformel istihdam yaygınlaşmış, kadın ve çocuk emeği ucuz emek gücü olarak yaygın olarak istihdam edilmeğe başlanmıştır. İşsizliğin de yaygınlaşıp, yapısal bir özellik kazandığı örgütsüz kapitalizmde, yoksullaştırmanın temel etkenleri olan bu süreçlere karşı çıkacak bir direnç, bir mücadele aracı olmadığı için de, uygulamalar hızla toplumun geniş kesimi üzerinde etkili olmuştur. Gerek gelişmiş ülkelerde gerekse az gelişmiş ülkelerde yapılan araştırmalar, emek piyasalarındaki bu gelişmelerin, yoksulluğun nedenleri arasında ön planda olduğunu gösteren önemli bulgular ortaya koymuştur. İşsizliğin arttığı, enformel istihdamın yaygınlaştığı, değişik ücret düzeylerinin ve verimliliğin olduğu, emek piyasalarının yeniden yapılandırıldığı, sosyal güvenliğe, sosyal harcamalara ayrılan payların azaltıldığı, sendikaların ılımlı ve uyumlu sosyal kontrol araçlarına dönüştürüldüğü, sendikasızlaştırmanın gerçekleştirildiği yerlerde, yoksulluk da, bu gelişmelerin düzeyine bağlı olarak, hızlı ya da yavaş olarak artmaktadır. 1980 öncesinin örgütlü kapitalizminde sendikaların güçlü olduğu bir dönemde gelir dağılımının görece daha düzgün olması, yoksulluk oranlarının daha düşük olması, 1980 sonrasındaki sendikasızlaştırma ile yoksullaştırma arasında bağ olduğunu destekleyen Tablo 1 ve 2’deki verilerle açıkça görülmektedir. Bu veriler, sendikaların yoksullukla mücadelede önemli işlevlerinin olacağının bir göstergesi olarak da kabul edilebilir.
Kâr oranları açısından bakıldığında, küreselleşme sürecinde sendikaların neden etkisiz hale getirilmeğe çalışıldığı, daha net bir şekilde anlaşılmış olacaktır. 1948-1980 gibi sendikaların güçlendiği, etkili olduğu bir dönemde ABD’de kâr oranı % 30.8 düşmüştür. Kuşkusuz bu durum Marx’ın kâr oranının düşme eğilimi yasasının somut ve yadsınamaz kanıtından başka bir şey değildir. Sendikaların güç kaybettiği, etkisiz olduğu 1980-1989 döneminde ise, artık değer oranı hızla artarken, kâr oranı pozitif bir değer alarak, % 8.3 artmıştır. Dönemin temel özelliği, Reagan-Bush yönetimlerinin, çalışanların kazanımlarına ve hayat standartlarına çeşitli biçimlerde saldırılarının yaşanmış olmasıdır. Kuşkusuz sendikasızlaştırma yönünde önemli çabalar sarf edilmiştir. Bu durum, sadece ABD’ye özgü değildir, hemen tüm ülkeler, özellikle sendikacılığın güç kaybetmesi ile birlikte, benzeri bir süreci yaşamıştır. Gelir dağılımının bozuluşunun, yoksullaştırmanın açık bir göstergesi olan bu durum, somut olarak karşılığını hayatta da bulmuştur.
Neoliberalizmin bir diğer yapısal sonucu da, sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur. Kısacası, eğer gelir dağılımı tablosunun tepesinde yer alan yüzde yirminin içindeyseniz, küreselleşmeden kazançlı çıkacaksınız demektir; merdivenin üstlerine tırmandıkça kazancınız da aynı oranda artacaktır. Tabandaki yüzde seksenin içinde yer alanlar ise, yarışı baştan kaybedenlerdir; gelir tablosunda aşağı doğru indikçe, zarara uğrama oranı da artar. K. Phillips , Reagan’ın neoliberal doktrininin ve politikalarının 1977 ile 1988 arasında Amerikan gelir dağılımını nasıl değiştirdiğini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. 1980’ler boyunca, toplumun en varsıl yüzde onu içinde yer alan Amerikan aileleri, ortalama aile gelirlerini yüzde 16, yüzde beşinde yer alanlar, yüzde 23 oranında artırmışlardır. Ancak, Reagan’a en çok dua edenler, hiç kuşkusuz, gelirlerini yüzde 50 oranında artıran, en tepedeki yüzde birlik kesimdir. Tabandaki yüzde sekseni oluşturan yoksul Amerikalıların hepsi istisnasız bazı kayıplara uğramıştır. En aşağıda yer alan yüzde onluk kesim, gelirinin yüzde 15’ini yitirmiştir. Yıllık gelirleri, yoksulluk sınırı olan 4.113 dolardan, insanlık dışı denilebilecek 3.504 dolara kadar düşmüştür. 1977’de en tepedeki yüzde birlik kesimin ortalama geliri, en alttaki yüzde ondan 65 kat fazla iken, on yıl sonra, bu oran, yüzde yüz on beşe fırlamıştır. Bu öylesine bir dönüşümdür ki, neoliberalizmin ateşli savunucularından Gray bile itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Amerika’daki azalan gelirler, çalışan çoğunluğu, özellikle de şu anda çalışmakta olan yoksul insanların çoğunu etkiliyor. ABD, son yirmi yılda verimliliği istikrarlı biçimde artarken, çoğunluğun gelirlerinin -onda sekizin- aynı kaldığı ya da düştüğü tek gelişmiş toplumdur. Ekonomik eşitsizlikte böylesi bir büyüme, tarihsel olarak benzersizdir. Bu durum, hiçbir gelişmiş demokraside, hatta serbest piyasa politikalarının 1980’lerde en sistemli biçimde yerleştirildiği İngilizce konuşulan iki ülkede, İngiltere ve Yeni Zelanda’da bile kendini göstermedi. İngiltere ya da ABD’de on dokuzuncu yüzyıl serbest piyasalar çağında da ortaya çıkmadı”. Öyle olduğu için de bugün, ABD’de, yoksul kesim arasında ortalama yaşam umudu süresi düşmektedir.
Kuşkusuz sorun sadece gelir kaybı ile sınırlı kalmamıştır. Yoksulluğun pençesinde kıvranan bu “gelişmiş” ülkelerde “suç” oranlarında patlamalar meydana gelmiştir. Öyle ki, artık kitlesel hapsetme politikası çare olarak benimsenmeye başlanmıştır. 1990’lı yılların ortasında her 193 Amerikalıdan biri hapishane ile tanışmıştır. Bu rakam, Kanada’nın 4, İngiltere’nin 5, Japonya’nın 14 katıdır. 1997 yılına gelindiğinde ise, 50 Amerikan erkeğinden yaklaşık biri demir parmaklıkların arkasına geçmiş, yaklaşık yirmide biri erteleme ya da şartlı tahliyeden yararlanmıştır. ABD’de hapishanelerdeki düşük ücret karşılığında fason üretim, “çağdaş” köleliğin hayata geçirilmiş bir başka boyutu olmaktadır. Böyle bir ortamda, beş yıldızlı otel sayısı ile özel hapishane sayısının yarışmasında şaşılacak bir yan olmasa gerek! Sanayileşmiş ülkelerdeki çocuk cinayetlerinin yaklaşık dörtte üçünün ABD’de yaşanmış olması ise, bir başka önemli sorunu oluşturmaktadır.
Amerika, eşitsizliğin en fazla olduğu toplumlardan biri olma özelliğini korumakla beraber, yirmi yıldır uygulanan neoliberal politikalar sonucu, eşitsizlik, tüm ülkelerde ciddi biçimde artmıştır. Dünya Bankası raporuna göre, günde 750 milyon kişi yoksulluktan aç kalıyor, yaklaşık 1.3 milyar insan bir dolardan daha düşük gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Günde iki dolardan daha düşük bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışanların sayısı ise, 2.7 milyara ulaşmıştır. Gerek 1 dolar gerekse 2 dolar yaklaşımı, dünyadaki yoksulluğun boyutunu tam olarak yansıtmamaktadır. Çünkü bu ölçüt, sadece en yoksul ülkeler için anlamlı olur. Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri için bu ölçüt 4 dolar, gelişmiş ülkeler için de 14 dolar olarak alındığında, gerçek, biraz daha açıkça ortaya konmuş olur.
UNCTAD’ın gelir eşitsizliği, yoksullaşma ve orta sınıfların eriyip gitmesi üzerine yapılan 2600 çalışmanın değerlendirilmesinden elde ettiği sonuçları yayımladığı 1997 Ticaret ve Kalkınma Raporu, bu korkunç gerçeğin altını bir kez daha çizmektedir. Rapor’a göre, 1965 yılında G7 ülkelerinin kişi başına gelir düzeyi, en yoksul 7 ülkenin gelir düzeyinin 20 katı iken, 1995’te 39 katına çıkmıştır. Bir başka karşılaştırmaya göre ise, 1820 yılında en zengin 20 ülkedeki kişi başına gelir, en yoksul 20 ülkedeki kişi başına gelirin 3 katı iken; bu oran, 1870 yılında 7 kata, 1913’te 11 kata, 1950’de 35 kata, 1973’te 44 kata, 1992’de de 72 kata çıkmıştır. 150 yılda kat edilen mesafenin, küreselleşme adı verilen yirmi yıllık süreçte bir çırpıda yaşanmış olması, yoksullaştırmanın boyutlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu durum yoksulluğun küreselleştirilmesinden başka bir şey değildir. Öyle olduğu için de, bugün zenginliğin yüzde 85’i nüfusun yüzde 20’lik bir diliminin elinde toplanmışken, en yoksul yüzde 20’lik dilime zenginliğin ancak yüzde 1.3’ü ile yetinmek düşmüştür! 250 çok ülkeli şirketin gelirinin 2.5 milyar insanın toplam gelirine denk düşmesi ise, yoksulluğun ve zenginliğin nasıl bir seyir izlediğini gösteren bir başka önemli gösterge olmaktadır. Ülke içi gelir dağılımı açısından bakıldığında ise, nüfusun en zengin yüzde 20’sinin gelir dağılımından aldığı pay, 1980’den beri hemen hemen her ülkede artmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin yarısından fazlasında, nüfusun bu kesiminin aldığı pay, yüzde 50’nin üstündedir. UNCTAD’ın raporunun, bu eğilimlerin Çin, Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri gibi geniş bir yelpazede yer alan değişik ülkelerde geçerli olduğunu işaret etmesi ilginçtir. 1990’lı yılların ortasında, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u şiddetli beslenme sorunu ile, çocukların ise yüzde 10’undan fazlası beslenme yetersizliğinden kaynaklanan hastalıklar, sakatlıklar ve ölümler ile karşı karşıya idi.
Asgari Geçim Devleti’nde eşitsizliğin artışı doğrultusundaki bu eğilimde hiç de şaşırtıcı bir yön yoktur aslında. Vergi kesintileri ve ücretlerin düşürülmesi gibi politikalar, zengini daha zengin yapmak için tasarlanmıştır. Bu tür ölçütlerin kuramsal gerekçelendirilmesi ve teorisi de şöyle kurgulanmıştır: zenginin yüksek gelir ve yüksek kâr ile daha zengin edilmesi, yatırımı ve kaynakların daha iyi dağılımını özendirici olduğundan, istihdam yaratıcı ve toplumun refahını artırıcı etkiye sahiptir. Gerçekte ise, parayı ekonomik merdivenin üst basamaklarına doğru itelemenin, bir avuç azınlığın beyan edilmeyen kağıt üstü gelirlerini artırmaya, borsa oyunlarına ve bu konferans boyunca hakkında epey şey dinleyeceğimiz mali krizlere yol açmaktan başka işe yaramadığı gün gibi açıktır. Gelirin, toplumun en alt basamaklarında yer alan yüzde seksene doğru kaydırılarak, yeniden paylaşımı sağlanabilse, bu gelir, tüketim için kullanılarak istihdamı özendirecektir. Oysa gelir, zaten gereksinme duyduğu şeylerin çoğuna sahip olan üst kesime doğru kaydırılacak olursa –ki, bugün yapılan budur–, bu gelir, yerel ya da ulusal ekonomiye döneceğine, uluslararası borsaya akacaktır.
Dünyanın yoksul ve borçlandırılmış ülkelerinde, kapitalizmin silahşörleri IMF ve DB aracılığı ile yapısal uyum adı altında uygulanan politikalar, aslında neoliberalizmin makyajlı halinden başka bir şey değildir. Uluslararası düzeyde neoliberallerin tüm güçlerini yönlendirdikleri belli başlı alanlar ise şunlardan oluşmaktadır: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı; sermayenin serbest dolaşımı; yatırım serbestisi.
Geçtiğimiz yirmi yılda, kapitalizmin üç silahşöründen ikisi olan IMF ve DB, inanılmaz şekilde güçlenmiştir. Borç krizine ve koşullara bağlılık mekanizmaları sayesinde, ödemeler dengesi desteğinden sözde “anlamlı” ekonomi politikaların, özde ise neoliberal politikaların uluslararası jandarmalığına geçmiştir. IMF destekli “reformlar”, çok sayıda ülkede emek maliyetlerinin düzenlenmesi, aynı anlama gelmek üzere, en aza indirilmesi konusundaki belirleyiciliği ile, Asgari Geçim Devleti’nin temel politikalarından biri olan emeğin yağmasını hem kolaylaştırmış hem de hızlandırmıştır.
Uzun ve yorucu tartışmalar sonucu, neyi oyladıklarını tam olarak bilmeyen parlamentoların onayıyla, 1995 Ocak ayında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu. Neoliberal kuralların uluslararası alanda kesin hükümranlığı anlamına gelen ve bir yağma hukukundan başka hiç bir anlama gelmeyen Çok Taraflı Yatırım Antlaşması’nın (MAI) onaylanması için büyük çabalar harcanmasına rağmen, şimdilik, bu antlaşma, geçici de olsa ertelenebilmiştir. Eğer, MAI onaylanmış olsaydı, tüm hakların şirketlere, tüm sorumlulukların hükümetlere verildiği, yurttaşlara kesinlikle hiçbir hakkın tanınmadığı yeni bir tarih sayfası açılmış olacaktı. Kuşkusuz, bu tehlike hala sürmektedir, ve Asgari Geçim Devleti’nin önemli amaçlarından biri olarak, hayata geçirilmek üzere önünde durmaktadır. Bu kurumların hepsinin ortak paydası, şeffaflıktan yoksun ve anti-demokratik oluşlarıdır. Bu ise, neoliberalizmin temel esprisi ve özüdür. Neoliberalizm için ekonomi, kurallarını topluma kabul ettirir, bunun tersi, düşünülemez bile. Demokrasiyi ayakbağı olarak algılayan neoliberalizm, hem kazananların hem de kaybedenlerin dahil olduğu geniş bir seçmen kitlesi için değil, sadece kazananlar içindir.
Fiilen hiçbir şeye sahip olmayan kaybedenlere ilişkin neoliberal tanımlamayı ve onun yapılandığı Asgari Geçim Devleti’ni çok ciddiye almak gerekmektedir. Servetin toplumun alt kademelerinden üst katmanlarına aktarılması süreci gereği, herkes; yaşlanma, hastalık, hamilelik, başarısızlık ya da sadece ekonomik koşullar öyle gerektirdiği için, herhangi bir anda sistem dışına itilebilmektedir. Neoliberalizm ve yansıması olan Asgari Geçim Devleti, siyasetin temel doğasını değiştirmiştir. Siyasetin esas ilgi alanı, kimin kime hükmettiği ve kimin pastadan ne kadar pay aldığı iken; günümüzde, bu temel sorular hâlâ geçerliliğini korumakla beraber, siyasetin odağındaki soru, artık “kimin yaşamaya hakkı vardır, kimin yoktur?” olmuştur. Sistemden köktenci dışlamalar günümüzün tek geçerli kuralıdır.
Neoliberalizm ve yansıması olan Asgari Geçim Devleti’nin insanlığın var oluş koşullarından biri niteliğini taşımadığı, eksiklikleri ve aksaklıkları nedeniyle bu sisteme karşı mücadele etmenin bir zorunluluk haline geldiği ve neoliberalizme doğaüstü nitelikler yüklenmemesi gerektiği hususlarının altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor. Bir yandan toplumu ve demokratik devletleri yeniden güçlendirmeye, bir yandan da, uluslararası düzeyde demokrasinin tesisi, hukukun üstünlüğü ve gelirin hakça dağılımı ilkeleri doğrultusunda sistemi yenilemeye hazırlıklı olmak gerekiyor. Uluslararası dolaşımdaki inanılmaz meblağlara ulaşan paranın 40 milyar ABD doları gibi gülünç denecek kadar küçük bir miktarı ile dünya nüfusunun tümü için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlamak, evrensel sağlık ve eğitim standartlarını yakalamak, mümkün görünmektedir.
Vahşete çağrının kusursuz uygulayıcısı Asgari Geçim Devleti’nde yaşanan neoliberal politikaların sonuçları öylesine korkunç olmuştur ki, yeni sağın ateşli savunucusu J. Gray bile kapitalizmin toplumun birliğini korumaya yaramadığını; kendi haline bırakıldığında, liberal uygarlığı pekala tahrip edebildiğini; kapitalizmin ehlileştirilmesinin zorunlu olduğunu; kapitalizmin dinamizmi ile toplumsal istikrarı uzlaştırmak için devlet müdahalesinin gerekli olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. Çünkü, 1980’ler ve 1990’lar boyunca, kitlesel işsizlik, reel ücretlerdeki düşüş, sendikalılaşmaya sıcak bakmayan az sayıda çekirdek işgücü ile sendikalı olmayı bile düşünemeyen çok sayıdaki vasıfsız işçi arasındaki ücret uçurumu da iyice büyümüştür. Özellikle son yıllarda, gelişmiş ülkelerde sendikalar, ücretler üzerinde olumlu işlevini büyük ölçüde kaybetmiştir; sendikalı işçi ile sendikasız işçi ücreti arasındaki fark, yüzde 5 ile 10 arası gibi oldukça düşük bir oranda kalmıştır. Bu durum, DB’nı sendikalara sahip çıkmaya itmiştir. Çünkü artık sendikalara bir sosyal kontrol aracı olarak ihtiyaç vardır. Sermayenin iktidarı gücünü ortaya koymuş, istediği zaman sendikaları etkisizleştireceğini, istediği zaman sahip çıkabileceğini göstermiştir. Tek koşul, sendikaların, kâr oranlarını düşürme eğilimi içine sokmaması, sermaye birikiminin önünde ciddi bir engel oluşturmamasıdır. 1980’lerin hikayesi de bir parça budur.
Gelir dağılımının sermaye lehine bozulabilmesi için emekçiler üzerinde bir tahakküm gerekmektedir. Bu tahakküm olmadan kârların artırılması, ücretlerin düşürülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, önce, bu sürecin önünü tıkayan engellerin kaldırılması gerekir. Bu engellerden en önemlisi, sermaye aleyhine, emek lehine sendikalardır. Sendikalar, sermayenin emekçiler üzerindeki iktidarını pekiştirmede, tahakkümünü kurmada önemli sorunlar yaratır. Örgütlü bir güç olarak ücretlerin doğrudan ya da dolaylı azaltılmasına karşı çıkar. Sendikaların gücüne, izlediği politikaya bağlı olarak, sermayenin emek üzerinde kurmak istediği iktidar ve tahakkümün derecesi değişir. Eğer sendikal politikalar ve faaliyetler çok etkili ise, bu durumda, sermayenin tahakkümü ve iktidarını hissettirme gücü çok yüksek olamaz. Ancak, sendikalar etkisiz, hatta işbirlikçi bir konumda ise, bu durumda, çok sayıda yönetilecek emekçi olmasına rağmen, iktidar ve tahakküm, sanki tek bir işçi üzerinde uygulanıyormuş gibi etkili olur.
Sermaye kârını artırmak, ücretleri düşük tutmak istemi, iktidar etkilerini giderek daha incelikli kanallarla emekçilere, onların bedenlerine, tavırlarına, tüm gündelik edimlerine varıncaya kadar dolaşıma sokmayı gerekli kılar. Bugün işsiz kalma kaygısı ile işini koruma isteği taşıyan emekçilerin işverenlerin her isteğine boyun eğmesi, iktidarın emekçilerin dünyasına incelikle egemen kılınmasından başka bir şey değildir. Gelirden yoksun kalma kaygısı, emekçileri sermayenin egemenliği altında etkisiz hale getirmekle kalmıyor; emekçileri, üretim sürecinde bir nesne olmanın ötesine taşıyor, şeyleştiriyor. Zamandan tasarruf adına Arjantin’de kasiyer kızların altına bez bağlanması, bundan başka bir şey değildir.
Sermayenin iktidarını pekiştirdiği, tahakkümünü kurduğu dönemler, aslında, sermaye için şeffaf dönemlerdir. Emekçiler hem çalışma alanlarında hem de gündelik hayatlarında tamamen işverenlerin denetimi altındadır. Bu denetim, dışsal bir kontrolla sağlanmamakta, tamamen emekçilere içselleştirilerek sağlanmaktadır. İşsiz kalma kaygısı, gelirden yoksun olma korkusu, bu sürecin en önemli kontrol aracı olmaktadır. Emekçiler, iktidarın gözünün her yerde her zaman üzerlerinde olduğu düşüncesi içindedirler. Sermaye, sadece yasalarla kendi hegemonyasını garanti altına alamayacağını bilir. Bunu bildiği için, iktidar etkilerinin tüm toplumsal gövdeye, gözeneklerine kadar sızmasını sağlayacak yeni bir araç olarak büyük bir korkuya ihtiyaç duyar: işsizlik, açlık. Bunu sağladığı zaman, emekçiler, bu sürece karşı çıkacak gücü de kendilerinde bulmazlar. Yalnızlaşırlar, yabancılaşırlar, dayanışmadan uzaklaşırlar. Örgütlü mücadeleye yanaşmazlar. Artık sermayenin doğrudan sendikasızlaştırma çabasına gerek yoktur, çünkü işçiler bu korku ve kaygı içinde sendikalara yanaşılmaması gerektiğini bilirler. Emekçiler bunu içselleştirdikleri için, dışardan bir denetçiye de gerek yoktur. Oysa, sermaye, 19. yüzyılda, çalışan kadınlara fabrika disiplinini uygulatmak amacıyla özel olarak eğitilmiş rahibelerin denetimine ihtiyaç duymuştu. Bugün buna gerek yok, çünkü az sayıdaki denetçi rahibe yerine çok sayıda denetçi var; önce her işçi kendi kendisinin denetçisi konumuna getirildi, ardından her işçinin bir gözetmen olduğu duygusu yaratıldı. Artık ne teknolojinin, ne bir yöneticinin, ustanın, şefin, ne de tanrının gözü gerekmektedir gözetim için. Sermaye artık bunlara da ihtiyaç duymamaktadır iktidarını egemen kılmak için. Çünkü iktidarını paylaşmayı gerektirecek bir ortam yoktur.
Bu süreç sermayenin kârlarının önündeki engelleri kaldırır, emekçiyi yoksullaştırır, gelir dağılımını, sermaye lehine her seferinde yeniden yeniden bozar. Bu sürecin kırılması, iktidarın gözünün her yerde olmadığını göstermeye bağlıdır. Bunu başarabilen sendikalar süreci de tersine çevirmiş olacaktır. Bunun için de, büyük korkuyu yenmek gerekmektedir. Sermaye, bir sınıf olarak, çıkarları doğrultusunda büyük gözaltı duygusunu yaratmışsa, bunu yıkmak için de, yine, bir sınıf olarak karşı çıkmak gerekiyor. Tarih bu türden çıkışların her zaman mümkün olacağını gösteriyor. Tıpkı emekçilerin 19. yüzyılda uzun çalışma sürelerine karşı geliştirdikleri pasif direnişlerden biri olan “Kutsal Pazartesi” örneğinde olduğu gibi.
EKLER
EK 1: Seçilmiş Ülkelere Göre Sendikalı Sayısında Artış ve Azalış Oranları
(1985-1995)
AB Dışı ve AB’ye Aday Üye Ülkeler Artış/Azalış Oranı (%) AB Üyesi Ülkeler Artış/Azalış Oranı (%)
G. Afrika +126.7 Hollanda +19.3
Çin +22.0 Portekiz -44.2
Şili +89.6 Fransa -31.2
Tayland +77.3 İngiltere -25.2
Filipinler +69.4 Almanya -20.3
G.Kore +60.8 İsveç -4.8
Zimbabya +54.4 Avusturya -8.3
Bangladeş +57.8 Danimarka +4.5
Guatemala +35.9 Finlandiya -2.4
Estonya* -71.2 Lüksemburg +13.3
Çek Cumhuriyeti* -50.6 İspanya +92.3
Macaristan* -38.0 Yunanistan -23.1
Polanya* -45.7 İrlanda -2.6
Romanya* -7.5 İtalya -6.8
Slovakya* -40.1 Belçika +5.8
KAYNAK: ILO, World Labour Report 1997-1998, Geneva, 1997’den yararlanılarak düzenlenmiştir. (*) Avrupa Birliğine aday üye ülkeler.
Ek 2: AB’de Sendikalaşma Oranı (%)
Ülke Toplam1980 1990 2000 Kadın (2000) Erkek (2000)
Danimarka 76.0 71.0 87.5 88.6 86.5
Finlandiya 70.0 72.0 79.0 83,0 75,0
İsveç 80.0 83.0 81.0 83,0 78,0
Belçika 56.0 51.0 69.2 – –
Lüksemburg** (a) – 43.4 50.0 – –
İrlanda (b) – 48.9 44.5 – –
Avusturya 56.0 46.0 39.8 29.1 48.2
İtalya** 49.0 39.0 35.4 – –
Yunanistan (a) – 24.3 32.5 – –
Portekiz* 61.0 32.0 30.0 – –
Almanya** 36.0 33.0 29.7 20.5 37,1
İngiltere 50.0 39.0 29.5 28.0 31.0
Hollanda 35.0 26.0 27.0 20.0 32.0
İspanya 9.0 13.0 15.0 – –
Fransa 18.0 10.0 9.1 – –
Kaynak:www.eiro.eurofound.ie/2001/11/feature/tn0111148f.html www.eiro.eurofound.ie/2000/12/feature/TN0012299F.html; ILO, World Labour Report 1997-1998, Geneva, 1997; Y. Akkaya-M. Çetik, Türkiye’de Endüstri İlişkileri, FEV/Tarih Vakfı, İstanbul, 1999.
2000 yılı sütunu için: * 1999, ** 1998, a 1990 yılı sütunundaki veriler 1995’e aittir; b 1990 yılı sütunundaki veriler 1993’e aittir.
(*) 7. ODTÜ Uluslararası Ekonomi Kongresi’ni sunulan tebliğin tam metnidir.