(Bu yazı, bir bakıma daha önce ortaya konulan düşüncelerin tekrarından ibarettir. Ö.D. çeşitli sayılarında söz konusu milliyetçi hareketin ve dergi yazarlarının görüşlerini eleştirilmişti. Bir örnek olarak Ö. Dünyası’nın 61. sayısındaki “Burjuva Milliyetçiliği ve Devrimci Katliamının Mantığı” başlıklı yazı gösterilebilir. Ne var ki, okuyucunun canını sıkma pahasına Özgür Halk yazarlarının, komünist faaliyetin yasaklanmasının teorisine soyundukları yazılarındaki yaklaşımlarını bir kez daha ve hemen hemen daha önce söylenenlerin bir genel tekrarı biçiminde de olsa ele almayı zorunlu hale getirdi. Umarız okuyucu bunu anlayışla karşılar.)
Kürt illerinde ve Dersim’de, PKK’nın sıradan emekçilere, öğretmenlere ve devrimci örgütlerin mensuplarına yönelttiği saldırılar üzerine, bu saldırılar söz konusu edilerek, PKK’nın mücadele ve eylem çizgisine ve ulusal soruna ilişkin ideolojik tutumu ve politik taktiklerine yöneltilen devrimci eleştiriler, PKK yetkilileri ve Özgür Halk yazarlarının “şiddetli” tepkilerinde bir “patlamaya”, onların öteden beri sürdürdükleri hakaret, aşağılama ve küfre dayalı sözde eleştirilerinin dozunun artışına yol açtı. Özgür Halk yazarları, komünist ve devrimci katliamının “haklılığı”nın teorisini geliştirirken; bir kez daha, işçi sınıfı, Marksizm ve komünizm karşısındaki konumlarını ortaya koydular. Özgür Halk dergisinin Ocak ’94 sayısında M. Can Yüce ve A. H. Hengirvanlı, komünistler başta olmak üzere, “Türkiye Solu”na bakış açılarını ve ilham aldıkları sınıfın tutumuna uygun olarak Kürt illerini “mülk toprak” olarak ele alış gerekçelerini, anlamak isteyen herkesin anlayabileceği bir açıklıkla dile getirdiler. Küfür, kara çalma ve yakıştırmaları bir yana bırakılırsa; bu “yetkili” yazarların yazılarının ana fikrini, PKK dışındaki siyasal hareketlerin, mülkiyetinin PKK’ya ait olduğu ilan edilen topraklarda, devrimci faaliyet yürütme çabalarının “sömürgeci rejimin politikasının eklentisi” sayılması gerektiği (!) düşüncesi oluşturuyor.
Bu yazarların ifadelendirdikleri düşünceler herhangi bir yenilik taşımıyor kuşkusuz. PKK yetkililerinin ve Özgür Halk-Özgür Gündem yazarlarının (bunlarla birlikte işçi ve halk hareketi açısından en küçük bir rolü, yeri ve değeri olmayan bazı köksüz ve şarlatan aydın bozuntularıyla, sözde sosyalist boş boğaz dalkavukların) Marksist harekete, devrimcilere, bundan da öte, doğrudan işçi ve emekçi halk kesimlerine ilişkin karalama, aşağılama ve yok sayma biçimindeki sözde devrimci tahlilleri, yasakçı, politik tekelci yaklaşımları, daha önce de söz konusu dergi ve gazete sayfalarında yer almıştı. Biz ise; söz konusu yazılardaki küfür, kara çalma ve tehditleri bir yana bırakarak; PKK sözcülerinin ve ‘Özgür Halk’ – ‘Özgür Gündem’ yazarlarının, bilimdışı anti-Marksist ideolojik-politik düşüncelerini ele alıp eleştirmede ısrar ederek, Kürt devrimcilerinin, Kürt işçi ve emekçilerinin dikkatini can alıcı sorunlara; işçi sınıfı ve emekçilerin gerçek kurtuluşu için, kiminle birlikte, kimlere karşı ve nasıl bir mücadele yürütmek gerektiğine çekmeye çalıştık. Tek doğru devrimci ve bilimsel yöntem buydu ve biz, bu yazımızda da, Hengirvanlı A.H. gibilerinin ağız dolusu küfürlerine, ezilmiş Kürt emekçisinin duygularının sömürüsüne yönelmiş ilkel ve intikamcı tahriklerine ve dayanaksız kara çalmalarına aldırmak-sızın, aynı doğru tutumu sürdüreceğiz. A.H. Hengirvanlı ve diğer Özgür Halk yazarlarının yazılarında, ya da PKK sözcülerinin açıklamalarında gayriciddî ve samimiyetsiz bir eklenti olarak yer alan “dosttuk” vb. lafların ötesine geçildiğinde; onların tıpkı kendi malını satabilmek için başkalarına çatmayı zorunlu sayan pazarlamacı mantığıyla hareket ettikleri görülür. Bu yazarlar, Kürt ve Türk halkının birliğinden, ortak mücadelesinden ve eşitlik ve özgürlük önkoşuluyla birlikte yaşamalarından söz eden, bunu savunan ve bunun için mücadele eden devrimci kesimleri “geleneksel sol”, “Türk solu”, “Kemalist sol” olarak adlandırma yoluyla, mücadeleye yönelen Kürt gençlerinde önyargıya dayalı bir güvensizlik oluşturma çabalarını son dönemde giderek yoğunlaştırdılar ve hiçbir ayrım yapmaksızın, PKK’nın ideolojik-politik çizgisine ve çeşitli eylemlerine eleştirel yaklaşan herkesi, “emperyalistlerin ve özel savaş rejiminin güçleri” olarak göstermekten geri durmadılar. A. Cizreli, H. Munzur, Dr. Baran, A. Fırat, M. Can Yüce, A. H. Hengirvanlı ve diğerleri, yayınlanan yazılarda, röportaj ve açıklamalarında, peş peşe, “geleneksel sol” olarak tanımladıkları Türkiye-Kürt devrimcilerini, Kürt toprağını derhal terk etmeye, ya da bağımsız politik-örgütsel varlıklarına son vererek “özgürlük hareketi”ne boyun eğmeye çağırdılar. PKK’nın koyduğu “kurallara uymak istemeyenlerin payına düşeni ise; Hengirvanlı A.H. “Kemalist Sol ve Dersim Gerçeği” başlıklı yazısında şöyle ortaya koyuyor: “Yaşanan kızgın savaş ortamına gözlerini kapatan ve devrimin yasalarını ciddiye almayan güçlerin yaşam hakkı ve olanağı yoktur.”
Herkes bu sözlerin, bir “ölüm talimnamesi” olduğunu artık biliyorlar ve gene bu suçlamaların yeni olmadığı, 12 Eylül öncesi saldırganlık politika ve pratiğinin bugüne aktarılması, geliştirilip-savunulmasından ibaret olduğu da bilinebilir bir durumdur.
Komünistler, Türk burjuvazisine karşı mücadeleyi, emperyalizm ve onunla kardeş birliğine gitmiş, birleşmiş Kürt ve Türk gericiliğine karşı mücadeleye, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin ulusal-sosyal kurtuluş mücadelesine genişlettikleri, kapsamı bu olan mücadelenin, üzerinde yaşadıkları toprakların her tarafında yükseltilmesi için çaba gösterdikleri ve proletaryanın (Kürt-Türk, tüm milliyetlerden işçi sınıfı) egemen burjuvazi ve kapitalizme karşı sınıf çıkarları ve dünya görüşü temelinde birlikte örgütlenmesini savundukları, kısaca Marksizm’i ulusal soruna uyguladıktan için ve öteden beri hedef tahtasına oturtulmaktadırlar. PKK sözcüleri ve Özgür Halk yazarları, ideolojik-politik görüşlerine devrimcilerin yönelttiği eleştirileri, faşist gericiliğin şoven temsilcilerinin karşıdevrimci propagandalarıyla aynı görüp-göstermeyi de anlaşılan “kârlı iş” saymaktadırlar. Kürt mücadelesine, işçi ve emekçilerin kurtuluş davasına zarar veren eylemleri eleştirildiğinde de bunu “özel savaş rejiminin ağzıyla karşı propaganda yürütmek” olarak ilan ediyorlar. Her şey bir yana; PKK’nın dayattığı ve Özgür Halk yazarlarının da savuna-geldikleri şey, PKK’nın Kürt illerindeki siyasal tekelinin tanınması ve proletarya ve emekçilerin, burjuvazi ve gericiliğe karşı bağımsız siyasal örgütlenmesi çabasından vazgeçilmesidir. Bu durumu Bay Hengirvanlı şöyle ifade ediyor: “Doğru tutum ortadadır, Kemalist solculuk elini buradan çekmeli, devrimin önüne engeller çıkarma girişimlerini terk etmeli, kontra-vari faaliyet özelliğini taşıyan müdahalelerinden vazgeçmelidir. Kürt emekçilerine sözüm ona proleter önderlik götürme sevdasını bir yana bırakmalıdır.”
“Kemalist Sol” tanımlamasının en fazla kime, hangi politik taktik ve ideolojik çizgiye uygun düştüğü üzerinde, daha önceki bazı yazılarımızda durulmuştu. Daha ileride birkaç şey söylemek üzere, burada, sorunun bir yanına değinerek geçiyoruz. Bugün Kemalizm, en çok Kürt sorunu açısından tartışılıyor. Anlaşılan nedenlerle Kürt milliyetçilerinin Kemalizm’e karşı tavrı, Kemalizm’in tarih içindeki konum ve gelişiminden bağımsız olarak ortaya çıkıyor ve gene Kürt milliyetçilerinin Kemalizm’e bakışları “Türk Solu” denilenler üzerinde de etkili oluyor, onlar kendilerini buna göre “bir yere koymaya çalışıyorlar. Kemalizm’in ‘Türk ulusal kurtuluş savaşı’ sürecindeki durumuyla, ‘Kemalist devlet’in, işçi ve halk hareketi ve Kürt özgürlük hareketi karşısındaki konumu bir ve aynı kabul ediliyor. Gerçek o ki; kendilerine “sol” diyenler, kendilerini bir işçi hareketi olarak ortaya koymadıkça ve Kemalizm’i de işçi sınıfının Marksist perspektifiyle değerlendirmedikçe yanlıştan kurtulamayacaklardır. PKK ve Özgür Halk yazarlarının “Kemalizm” yaftasını devrimcilerin boynuna asma çabaları ise, tümüyle dayanaksız ve pragmacı bir anlayışın ürünüdür.
Suçlamalar, Marksizm ve küçük burjuva milliyetçiliğinin ulusal soruna farklı -bu zorunludur- yaklaşımları nedeniyledir. Suçlamalara dayanak yapılmaya çalışılan şey; Marksistlerin, ulusal-sosyal kurtuluş mücadelesinde iki halkın birlikte hareket etmesini savunmaları ve buna uygun bir pratik içinde olmalarıdır. Kürt milliyetçi yazarlar, bu tutumun Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesine nasıl ve neden “zarar verdiği”ni ortaya koyacaklarına; Kürt ulusalcılığına seslenmeyi ve ortak mücadele ve birlikte mücadeleyi savunanları, “özel savaş rejiminin adamı” olmakla karalamayı, kestirme yol saymaktadırlar. Söz konusu yazılara bakıldığında, bunun saldırganlığın teorize edilmesi girişiminden başka bir şey olmadığı görülür.
Kaytanı kırbaç gibi kullanma alışkanlığı olduğu anlaşılan Özgür Halk yazarı, “Gerçeğe ulaşmak açısından, öldürülenlerin devrimci olup olmadıkları sorunu etrafında yoğunlaşmak yerine, yukarıdaki sorulara yanıt arama temelinde durumu değerlendirmek zorunludur” (sf. 27) diyor. “Öldürülenlerin devrimci olup olmadıkları”nı pek de önemli görmeyerek yazmaya başlayan Bay A.H. Hengirvanlı soruyor:
“Geleneksel sol, bu alanda hüküm süren yabancı egemenliğin tasfiye edilmesini amaçlayan devrimci kurtuluş savaşma ne ölçüde dostça yaklaşıyor? Bu sol, mevcut yaklaşımlarıyla bu savaşın yanında mı yoksa karşısında mı yer alıyor? Ulusal kurtuluş mücadelesiyle içerikten yoksun sözcüklerden çıkıp pratik bir temele kavuşmuş gerçek bir dostluk ve dayanışma nasıl sağlanabilir?” (sf. 27)
Kuşkusuz yazar, bu soruyu (ya da soruları), komünistlerin tutumunu ve ne yaptıklarını bilmediği için savunmuyor. Onun çarpıtmalara ve suçlamaya ihtiyacı var. Sorularla buna olanak sağlamaya çalışıyor. Bunu bilsek bile, komünistlerin tutumunu bir kez daha özetlemekte yarar var.
Biliniyor, komünistler, kapitalizme ve burjuvaziye, zorbalığın tarihsel olarak ondan önceki bütün kaynaklarına karşıdırlar. Burjuvazi ve gericiliğin tarihin ileriye doğu ilerleyişine engel teşkil eden hiçbir tutum ve politikasına, zora dayalı hiçbir uygulamasına komünistler destek olmazlar, onun karşısında yer alırlar. Ulusal sorunda komünistler, zora dayalı politika ve uygulamaların, tüm dayatmaların uzlaşmazca karşısındadırlar. Yazarın yazı boyunca hiçbir kanıt göstermeden bol keseden ileri sürdüğü, Misak-ı Milli sınırlarını savunmak ya da bu dayatılmış durumdan “çıkar sağlamak” üzere onun devamını üstü örtülü olsa da onaylamak gibi tutumlar, Marksizm’e tamamen yabancıdır.
Ne var ki; UKKTH’yi savunmak, ezen ulusun ayrıcalıklarına karşı ezilen ulus burjuvazisinin peşinde onun ulusal ayrıcalıklarının savunulması, onun bütün ulusal taleplerinin sonuna kadar desteklenmesi anlamına da gelmez. Burjuvazi her zaman alabildiğine “pratiktir. Yazar, “pratik bir temele kavuşmuş gerçek bir dostluktan, hiç kuşku yok, tek bir eleştiri ve farklı bir yaklaşım ve politikaya yer olmayan “Özgürlük Hareketi”nin otoritesinin kabulünü anlıyor ve yazının ileriki bölümlerinde bunu açıkça ortaya koyuyor. İstenen; tabi oluşun, yedekliğin kabulüdür. İstenen; proleterlerin, komünistlerin, kendi ilkelerini ileri sürmeden, ortaya konan bütün ulusal talepleri ve izlenen bütün ulusal politikaları sonuna kadar desteklemektir. Bu, farklı sınıfların farklı yaklaşım ve politikalarla mücadele yürüttükleri koşullarda olanaklı olmayan ve “pratiklik” adına istenemeyecek bir şeydir.
Lenin, “Her ulusal hareketin başlangıcında, doğal olarak hegemonyayı (önderliği) elinde tutan burjuvazi, bütün ulusal özlemleri desteklemeyi pratik bir davranış sayar. Ama burjuvazi, ulusal sorunda proletaryanın siyasetini (öteki sorunlarda olduğu gibi) ancak belirli bir doğrultuda destekler; bu siyaset, burjuvazinin siyasetiyle hiçbir zaman tam uygunluk haline gelemez. İşçi sınıfı, burjuvaziyi, ulusal barışı sağlamak için eşit haklar sağlayabilmek ve sınıf savaşımının gerekli koşullarını yaratabilmek için destekler. Onun için burjuvazinin pratikliğine karşı, proleterler, ulusal sorunda kendi ilkelerini ileri sürerler; onların burjuvaziye sağladıkları destek, ancak koşula bağlı olabilir. Ulusal sorunlarda burjuvazi, her zaman kendi ulusu için ayrıcalıklar ya da özel üstünlükler elde etmeye çalışır ve buna pratik olma’ denir. Proletarya her türlü ayrıcalığa, her türlü istisnai işleme karşıdır” diyor. (U.K.K.T.H. sf. 74)
Türk ve Kürt komünistlerinin ulusal özgürlük mücadelesi karşısındaki tutumları, tam da Lenin’in yukarıda ortaya koyduğu tutuma denk düşmektedir. Komünistler ulusal baskı politikasının son bulmasını istemekte ve tam ulusal eşitlik için mücadele etmektedirler. Ancak, komünistlerle, burjuva milliyetçiliği arasındaki sorun da gerçekte tam da buradan başlamaktadır. Burjuva milliyetçiliğinin tam bir ulusal özgürlük perspektifine sahip olmamaları bir yana; sorunun esası, ulusal taleplerin savunulması ve salt ulusal kurtuluş için mücadelenin proletarya ve emekçilerin kurtuluşu açısından yeterli sayılıp sayılamayacağıdır. Burada geriye dönüp, PKK sözcüleri ve Özgür Halk yazarlarının, komünistlere karşı sürdürdükleri özel kampanyanın nedenlerine bakalım: Komünistler ne yapıyor ve ne söylüyorlar? Çok kısa biçimde özetlenirse; Kürt ve Türk Marksistleri, Türk egemen sınıflarının, Kürt ulusunun varlığını ve haklarını inkâr etmesiyle, ilhakı sürdürme amacıyla yürüttüğü asimilasyon politikasıyla mücadele ediyor. Kürt ulusunun siyasal olarak ayrı devlet kurma hakkını (kaderini tayin etme) hiçbir önkoşul ve şart olmaksızın savunuyor ve Kürt halkının, bugünkü devlet bütünlüğü içinde zorla tutulmasına karşı çıkıyor. Kürt ve Türk Marksistleri, ulusal baskının, ulusal ayrıcalıkların ortadan kalkması, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğinin sağlanması için mücadele etmektedirler. Kapitalizm koşullarında ulusal baskı politikasının ve ulusal ayrıcalıkların tümüyle ortadan kalkmasının olanaklı olmadığı gerçeği, ulusal özgürlük mücadelesinin, kapitalizm ve gericiliğin tasfiyesini içeren bir mücadele çizgisinde sürdürülmesini, işçi-köylü devrimi ve sosyalizme doğru genişletilmesini zorunlu kılmaktadır.
Kürt ve Türk Marksistleri, ulusal özgürlük mücadelesinin tutarlı devrimci bir çizgide kapitalizm ve kapitalizm öncesi toplumsal gericiliğin tasfiyesi perspektifiyle ele alınmasının Kürt işçi ve köylü yığınlarının gerçek kurtuluşları için zorunlu saymakta, mücadelenin “ulusal sınırlar”a hapsolup kalmaması için çaba göstermektedirler.
Kürt ve Türk Marksistleri, ya da kimilerinin sevdikleri deyimle “Misak-ı Milli”nin bugünkü sınırlarının tayininde hiçbir sorumlulukları bulunmadığını, bu sınırların tarihsel süreçte burjuva egemen sınıfların ve emperyalistlerin çıkar çatışmaları ve ezilen ulusların hak gaspı ve kırımı temelinde oluştuğunu, bu açıdan meşru olmadığını, ulusal kaderini tayin hakkının tanınmasının doğallıkla sınırların değişebilirliğini içerdiğini, sınırların değişip-değişmemesinin yalnızca halkların özgür iradesine bağlı olduğunu; ancak bu sınırların “ulusal ölçekte” içinde mücadele edilecek ve örgütlenilecek sınırlar olduğunu, proletarya ve emekçilerin öncelikle üzerinde yaşadıkları topraklarda ve coğrafi “sınırlar” içinde “kendi” egemen sınıflarına karşı mücadele etmekle görevli olduklarını, “meşru” ya da gayrı-meşru olmasından bağımsız olarak “devlet sınırları”nın örgütlenme ve mücadelede ‘veri’ olmasının zorunlu olduğunu söylemektedirler.
Kürt ve Türk Marksistleri, emperyalist gericiliğin dünya egemenliği sisteminde, mevcut düzen ve devlet sınırlarına takılan her “çözüm”ün, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürülme ve baskı altında tutulması durumunda herhangi bir temel değişiklik yaratmaya yetmeyeceğini, kapitalist-emperyalist sömürüye son verilerek gerçek özgürlüğün kazanılabileceğini, mücadelenin dar ulusal, kısmi politik ya da güncel ekonomik taleplerle sınırlı kalmaması ve siyasal iktidarın alınması hedefine bağlanması gereğine dikkat çekmektedirler.
Kürt ve Türk Marksistleri, Kürt ve Türk egemen sınıflarının, tüm milliyetlerden ezilen halk yığınlarına karşı, gerici bir sınıf birliği oluşturduklarını; proletarya ve emekçilerden ezilen sınıf ve ulustan yana temel değişikliklerin, ancak sömürücü egemen sınıfların bu gerici cephesine karşı, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin en tam dayanışması ve birliği sağlanarak yürütülecek bir mücadeleyle gerçekleştirilebileceğini, emperyalizm ve gerici sınıflar ittifakına son verilmedikçe, hiçbir hakkın kalıcı olmayacağı ve gerçek bir özgürlükten söz edilemeyeceğini söylemektedirler.
Kürt ve Türk Marksistleri, Kürt mücadelesinin gerçekten desteklenip desteklenmediğinin verilerini (ülke gerçeğinde) uzaktan sürdürülen “destekliyoruz” yollu lafazanlıkta, tribün şakşakçılığında değil, pratik mücadele içinde yer almada. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin, ulusal-siyasal hakların elde edilmesi, faşizme, burjuva egemenliğine, emperyalist hegemonyaya, kapitalist sömürüye, feodal kalıntıların her yönlü etkilerine son verilmesi için mücadeleye çekme ve örgütleme pratiğinde aramakta ve her devrimci siyasal akım ya da grubun tutumunu buna göre değerlendirmektedirler. Birleşmiş gericiliğe, Türk egemen sınıflarına ve onların Kürt işbirlikçilerine ve emperyalist hegemonyaya karşı, tüm milliyetlerden proletarya ve emekçilerin en sıkı dayanışması ve birliğini sağlamak için en geniş kitleler içinde faaliyet yürütmekte, mücadelenin ateşi içinde yer almaktadırlar.
Kolayca görülebileceği gibi; sorun, ulusal kurtuluş hareketi karşısında dostluk ya da düşmanlık sorunu değildir. Sorun, ulusal özgürlük mücadelesinin hangi sınıf ya da sınıfların çıkarları esas alınarak yürütüleceğidir. Kürt ve Türk Marksistleri, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin gerçek özgürlüğü ve kurtuluşu için, yığın hareketi içinde küçük de olsa bir yeri olan devrimci politik akım ve grupları, devrim ve kurtuluş mücadelesini zaafa uğratan taktikleri ve ideolojik tutumları nedeniyle ve dostça eleştirmektedirler. PKK’ya yönelik eleştiriler de bu amaca bağlı ve bu sınırlar içindedir. Komünistlerin eleştirileri olağanüstü titizlikle yapılmakta, ortak düşmana karşı mücadeleyi zaafa uğratabilecek en küçük bir tutumdan dahi kaçınılmaktadır. Ama yazar, komünistlerin “Bu savaşın yanında mı, yoksa karşısında mı?” yer aldıklarını, tüm çıplak gerçeklere karşın, salt şüphe oluşturmak için hâlâ “merak ediyor”^) Gerek bu soruyu soran Bay Hengirvanlı, gerekse Özgür Halk’ın diğer yazarları, kuşku yok, komünistlerin güçleri oranında özgürlük mücadelesinin içinde yer aldıklarını ve Kürt komünistlerinin silahlarının yalnız ve yalnız karşıdevrime yönelik kullanıldığını biliyorlar. Ama milliyetçi anlayış gene de bu soruları gündeme getiriyor.
Kürt komünistlerinin yaptığı; Hengirvanlı gibilerinin, “Burası artık benim mülküm” dayatmalarına karşın, proletarya ve kır yoksulları başta olmak üzere emekçileri; burjuvazi, diktatörlük ve sermayeye karşı örgütlemektir. Bu ise bir tek anlama geliyor; Kürt halkının kurtuluş mücadelesinin ilerletilmesi. “Kanıtlanmaya çalışılan” kısa vadeli ya da “grupsal” bir çıkarın olmadığı açıktır. Kürt işçi ve yoksul köylülerinin, Kürt emekçi yığınlarının emperyalizme, feodalizme, egemen Türk işgalciliğine ve Kürt burjuvazisine karşı mücadelesidir, söz konusu olan.
Bu aynı zamanda, yazarın “Bunlar ülkemizde kime karşı kimi örgütlüyorlar?” sorusunun da cevabı oluyor ve “Özgürlük Hareketi” olarak genelleştirilmek istenen siyasal grubun, komünistlere yönelik saldırılarına, komünist katliamına rağmen, bu örgütlenmenin (komünist örgütün) “özgürlük Hareketi” karşıtlığıyla bir ilişkisi yoktur. Ortak düşman olan burjuvazi ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele edildikçe, diktatörlüğe karşıt kutupta bulunan devrimci örgütlere yönelen şiddet, devrimin ve halkın çıkarlarını hedef alır. Komünistler, “özgürlük Hareketi”ni tam da bu noktada eleştiriyorlar.
Kürt burjuva milliyetçi yazarların ve Kürt milliyetçisi grupların, Marksistleri “ihanet”le, “özel savaş rejiminin gücü olmak”la suçlamalarının nedenleri işte bunlardır. Onlar, Kürt işçi sınıfının bağımsız politik örgütlenmesini “Kürt ulusunun birliğinin bölünmesi” olarak görmekte, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin, kurtuluş mücadelesinin zaferi için birlikte örgütlenmesinin savunulmasını “Misak-ı Millicilik” ve Kürt toprağında komünist ve devrimci faaliyette ısrarlı olmayı da sömürgeciliğin sürdürülmesi olarak göstermektedirler. Her önüne gelene pervasızca “Kemalist” suçlaması yapan Özgür Halk yazarları, Kürt işçi ve emekçilerinin gerçek özgürlüğünü ve proletaryanın bağımsız politik örgütlenmesini savunan komünistleri, Kürt mücadelesinin “bölücüleri” olarak gösterir ve Kürt illerinden çıkmamanın “yaşam hakkını kaybetmek” anlamına geleceği tehdidinde bulunurlarken, Kemalistlerin, işçi ve köylü kitlelerinin haklarının savunulmasını “ulusun ve ülkenin birliğine yönelik eylemler” olarak görüp cezalandırdıklarını ne çabuk unutuyorlar.
Özgür Halk yazarları, kendileri dışındaki devrimci grupların “mücadele etmedikleri” iddiasındadırlar. Sözünü ettiğimiz yazısında A.H. Hengirvanlı şunları yazıyor. “Dürüstlükten şaşmayan her insan… Bu solun egemenlere en küçük bir darbe vurmadığım, faşist rejimin ülkemiz üzerindeki örgütlü zoruna karşı mücadele gibi bir amacın bu solun programında yer almadığını görecektir.”
Bu sözlerde dürüstlüğün zerresi yoktur. Bir tek kelimesi bile doğru olmayan bu sözlerle, devrimci gruplar hakkında bilgisi olmayan, devrimci literatürü okuma olanağı bulamamış Kürt gençleri aldatılmaya çalışılıyor. Bu sözler, yaşamın gerçeklerinin inkârı ve devrimcilerin karalanması amacıyla sarf edilmektedir. “Dürüstlükten şaşmayan her insan” gerçekleri görmek istediğinde, milyonların gözü önünde meydana gelen olayların Hengirvanlı A.H. tarafından çarpıtıldığını görecektir. “Dürüstlükten şaşmayan her insan”, PKK’nın, zaafları ve ciddi yanlışlarıyla birlikte, ağır bedeller pahasına yürüttüğü mücadeleyi görmezden gelemeyeceği gibi; işçi ve emekçi halk yığınlarının sömürü ve zulümden kurtuluşu için, faşizme ve gericiliğe karşı sürdürdükleri kavgada şehitler veren, zindanlara doldurulan, işkence tezgâhlarında ve sokaklarda katledilen Marksistlerin ve devrimcilerin çabasını da inkâr edemez. “Dürüstlükten şaşmayan her insan”, bir Kürt işçi, emekçi ve gencin, PKK saflarında yer aldığında neden yurtsever ve fakat örneğin TDKP’nin saflarında yer aldığında, neden “ajan”, “kontra”, ya da “özel savaş karargâhının gücü” olduğu(!) üzerinde mutlaka düşünmelidir. O zaman görülecektir ki, Bay Hengirvanlı hiç de dürüst değildir. Devam ediyor bay yazar: “Mevcut koşullarda ayakta durma gücünden dahi yoksun olanların sosyalist ön derlik ihraç etmeye kalkışmaları gülünç değil midir? Bunlar bu cüret ve cesareti kimlerden alıyorlar?” (sf. 27)
Milliyetçi yayınların hemen tümünde olduğu gibi bu yazıda da proletarya ve komünistler karşısında küçümseyici bir tutum her yere sinmiş görünüyor. Örneğin, az ileride “12 Eylül’den sonra rejime yönelmeyen bu tükenmiş sol…”, “… Kendi yatalak haline bakmadan…” şeklinde küçümseme tutumlarına rastlayacağınız gibi, Türkiye proletaryasının “pasifliği”ne ve neredeyse devrimci bir güç olmaktan çıkmış görünmesine ilişkin oldukça fazla sayıda argüman bulabilirsiniz bu yayınlarda. PKK dışında hemen her şeyin küçümsenip aşağılanması, Kürt milliyetçiliğinin karakteristik özelliklerinden biri durumundadır.
“Sosyalist önderlik ihracı”, komünistlere öteden beri burjuvazinin yönelte-geldiği “kökü dışarıda” suçlamasının bir türüdür. Komünistler hemen her zaman “kökü dışarıda” olarak suçlanmışlar, “cüret ve cesaretlerini kimlerden aldıkları” sorulmuştur. Suçlama, bir dönem “Komintern ajanı olmak” sonra “Rusya’ya dayanmak” ve “Moskof uşaklığı” olmuştur. Oysa bilimsel bir öğreti olan Marksizm’in evrenselliği ve uluslararası akışkanlığı bir yanda tutulursa ne “önderlik ihracatı” söz konusu olmuştur, ne de komünistler, proletarya ve emekçi halk dışında bir “cesaret kaynağı”na ihtiyaç duymuşlardır. Kürt komünistleri ise tamamen yerlidirler, Kürt proletaryasının militanları, Kürt halkının evlatlarıdırlar. Yazarın, bir Kürtün komünist olmasını aklının almadığı, komünizmi Kürt topraklarının dışında varsaydığı ve onu milliyetçi bir yaklaşımla Türk komünistlerinin ihracatına bağladığı anlaşılıyor. Düşünce ve dünya görüşü olarak, Marksizm evrenseldir ve içerikte değil, ancak biçimde ulusaldır. Onun sınıf temelini oluşturan proletaryanın az çok ortaya çıktığı her yerde, eninde sonunda ortaya çıkması ve gelişmesi kaçınılmazdır. Marksistlerin de Kürt illerinde proletarya ve emekçiler oldukça “cesaret’lerine şaşırmak gereksizdir.
“Öldürülenlerin devrimci olup olmadıkları sorunu etrafında yoğunlaşmak yerine, yukarıdaki sorulara yanıt arama temelinde” soruna yaklaşılmasını öneren yazar, ger çekleri değiştirmeye ve laf oyunu yaparak devrimcilerin kanına girmeyi haklı göstermeye çalışmaktadır. Üstelik öldürülenler ve cezalandırılacağı ilan edilenlerden kimi, ömrünün 15-20 yılını faşizme karşı savaşa hasretmiştir, kimi diktatörlüğün işkence tezgahlarından geçmiştir. Devrimci olup olmadıklarının sorgulanmaya çalışılması bile yalnız büyük bir ayıptır.
Ve bir de “zamanlama” sorunu var. Yazar böyle bir tartışma da yürütüyor.
Diyor ki:
“Mücadelenin alabildiğince kızıştığı şu son dönemlerde TDKP Dersim’de bazı kişilerin gerillalar tarafından ajan provokatör olarak adlandırılıp cezalandırılmak istenmesini kınayan bir bildiriyi Federal Almanya’da demokratik kuruluşlar, örgütler ve şahsiyetlerin imzasına açmış bulunuyor… Bu girişimi TDKP özgülünde geleneksel solun bu alandaki devrimci gelişmeler karşısındaki katı şoven bir tavır içinde bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor.” (sf. 31)
Ne kadar kolay “şoven” olunuyor! Militanları öldürülen komünist partisi, katliamı kınayan bildiri yayınlayınca “şoven” oluyor. Öldürmek, devrimci kanı akıtmak değil, bunu kınamak “hata” hem de büyük “hata” oluyor. Devrimci militanların kurşuna dizilmesinin yanlışlığını ortaya koymak ve olayı kınamak “şovenizm” olarak adlandırılıyor yazar tarafından. Gerçeğin bu denli çarpıtılmasının tek bir anlamı vardır. Yazar, bölgede komünizmin varlığına karşıdır; komünizme karşındır. O, komünizmden şovenizmi anlamaktadır. Ona göre komünist olmak şoven olmak demektir.
Nedendir bu “sosyal şovenlik” nakaratı? “Şoven”, “sömürgeci egemenliğin uzantısı”, “devlet solu”, “Kemalist sol” gibi hakaretler neden ileri sürülüyor? Daha önce değinildi; komünistlerin Kürt illerindeki varlığı ve bu alanda örgütlenme çalışmaları içinde bulunmaları tek neden olarak görünüyor.
“Türkiye solculuğunun bu alandaki varlığı ile kendi egemenlerinin halkı eritme ve ‘Misak-ı Milli’ sınırları içerisinde ‘tek dil-tek ulus’ yaratma politikası arasında dolaysız bir bağ vardır.” (adı geçen yazı)
Yazara göre komünistlerin Kürt illerindeki varlıkları, dolaysızca “Misak-ı Milli”cilik anlamına geliyor. Komünistler, Kürt illerinde varlıklarını ortaya koyduklarında bile “tek dil-tek ulus” yandaşı oluyorlar. İddia böyle. Kürt milliyetçisi olunmadığı durumda tek alternatif öngörülüyor: Türk milliyetçiliği, Kemalistlik, Misak-ı Millicilik. Dersim gibi Kürt illeri kastedilerek söylenen şu sözler yukarıdaki yaklaşımı açması bakımından daha da vahimdir:
“Sadece TKP değil, bir bütün olarak Türkiye solu, rejimin buradaki inkâr ve imha politikasını hayata geçirmesini kendi programının uygulanması olarak değerlendirmiştir. Türkiye solunun çok çeşitli gruplarının bu alanda yoğunlaşmaları ve Kürtleri sözüm ona Türkiye devrimi adına örgütlemeye çalışmaları bile kendi başına bunun doğruluğunu kanıtlamaya yetmektedir.” (sf. 29)
Devrimi örgütlemek, hangi mantıkla rejimin inkâr ve imha politikasının uygun görülmesi olarak anlaşılabilir? Bu devrimin ne tür bir yoruma tabi tutulduğu, Türkiye devrimi mi, milli bir devrim mi olarak anlaşıldığından bağımsız olarak, uğruna mücadele edilen devrimse, inkâr ve imha politikasının benimsenmesine olanak olmadığı kesindir. Hiçbir kanıtı olmayan yuvarlak laflarla, Kürt komünistlerinin ulusal inkârcılıkla suçlanmaları, ancak milliyetçiliğin sınıfsal temelden kaynaklanabilecek düşmanlığıyla açıklanabilir. Komünistler, Kürt illerinde ulusal haklar için işgal ve imhaya karşı ulusal bağımsızlık, eşitlik ve özgürlüğün yanı sıra sosyal kurtuluş için mücadele ediyor, kanlarını döküyorlar.
Ve o “pasifliği” üzerine laf edilen Türkiye proletaryası, olanca hızıyla tırmandırılan Türk şovenizminden eğer daha fazla etkilenmemişse, bu, en başta komünistlerin propagandası nedeniyledir. Miting ve eylem alanlarında şovenizmden yana tek bir slogan atılmadığını duymamak için sağır olmak gerekir.
Mesele başkadır. Kürt milliyetçileri, komünistleri, kendileriyle yarışmaya çalışan bir rakip görüyor ve “daha küçükken yılanın başını ezmeyi” düşünüyorlar. Komünistlerin varlıkları ve alternatif devrimci bir çizgi önermeleri, onları rahatsız ediyor.
Türkiye devriminin örgütlenmesinden rahatsızlar, “Kürt devrimciliğini örgütlemiyorlar” diyorlar. Üstelik “açıkça söylemek gerekirse Türkleşmeyi örgütlüyor, dayatılan ulusal yabancılaşmayı solculukla tamamlıyor”lar. (sf. 28) diye ileri sürüyorlar.
Milliyetçilik, tarih boyunca hep milli devrimleri esas almış, milli davaları gütmüştür. Ama bir başka yol, bir başka yaklaşım, güdülecek bir başka dava da hep olmuştur. Uluslararası proletaryanın uluslararası burjuvazi ve dünya kapitalizmine karşı proleter dünya devrimi davası ve tek tek ülkelerde bunun parçası olan devrimler.
“Besbelli ki; işçi sınıfı, mücadele edebilmek için sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir ve her ülke, ayrı ayrı bu sınıf mücadelesinin sahnesidir. Ve işçi sınıfının mücadelesi, bu anlamda ulusal nitelik taşır, içeriği bakımından değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, ‘biçimi bakımından’ ulusal” (Marx-Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, sf. 34)
İşte enternasyonalizm de budur. Proletaryanın sınıf mücadelesine sahne olan her ülkede, sınıf mücadelesini, biçimde ulusal, enternasyonalist içerikle yapılabilecek bir antikapitalist perspektifle ve tek bir dünya devriminin parçası olarak örgütlemek. Proletarya her ülkede biçimde ulusal bütün özellikleri dikkate alıp Marksizm’in programını bu özelliklere uyarlayıp “ulusallaştırarak” ulusal devrim için çalışır, gerekli adımlar atar.
Türkiye devrimi, Türkiye’nin dayatılmış sınırlarıyla, bu sınırların değiştirilmesi ya da gönüllüce yeniden düzenlenmesi taleplerini de içererek, Türkiye’nin çok uluslu bir ülke olmasının bir sonucu olarak karmaşık bir süreç izleyecektir. Bu doğaldır. Ancak, antikapitalist bir perspektife sahip olmak gereği kesindir. Başka türlü proletaryanın çıkarları savunulamaz. Bu, Türkiye’nin Türk illeri açısından bir gereklilik olduğu kadar, Kürt illeri açısından da bir gerekliliktir. Kürt halkının bağımsızlık ve özgürlüğü, Marksist olarak kalınacaksa anti-kapitalist bir perspektifle ele alınmalı ve ulusal devrim, burjuvazinin devrilmesi sorununa bağlanmalıdır. Yani ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin birleştirilmesi zorunluluktur.
Tek bir dünya devrimi davası güden komünistlerin, dayatılmış sınırların değiştirilmesi talebini içermekle birlikte, verili koşullarda egemenliği elinde tutan ve hem Türk hem de Kürt halkının tek ve ortak düşmanı olan diktatörlüğü ve dayanaklarını, bunun gerektirdiği kaçınılmazlıkla, tek bir devrim sürecinin bileşeni ulusal, demokratik ve sosyal mücadelelerin ilerletilmesine bağlı olarak devirmeye yönelmelerinden doğalı yoktur. Kürt ulusal direnişinin sosyal kurtuluş hedefine de yönelmesi, devrimi sağlamlaştıracak temel bir dinamiktir. Milliyetçiliğin ötesine geçmek, ancak sınırlan belirli çok uluslu bir ülkede tek devlet iktidarını devirmek üzere farklı ulusal ve sınıfsal kaynaklardan beslenen tek bir devrim sürecini geliştirmekle olanaklıdır. Bu devrime ister Türkiye devrimi adı takılır, isterse başka bir şey; böyle bir devrim, hem Türk, hem Kürt proletaryası ve emekçilerinin mücadelesinden güç alacak, demokrasi ve ulusal özgürlük de içinde olmak üzere siyasal özgürlüğü gerçekleştirecek ve sosyalizmin temelli bir adımı olacaktır.
Kürt illerinde ulusal kurtuluş mücadelesinin sosyal kurtuluş mücadelesiyle birleşmesi, bu devrime önemli bir güç katacaktır. Ancak milliyetçi bir pencereden bakılsa bile, Kürt mücadelesinin temel müttefiki; Türkiye proletaryası ve emekçileri ve onların mücadelesidir. Milliyetçi bir yaklaşımla dahi tek ve bir düşmanın devrilmesi, ulusal mücadelenin tek ve bir devrimin bir bileşeni olarak algılanmasını gerektirir. Diktatörlüğün başkaca devrilmesi olanağı yoktur. Ülkedeki tüm gelişmeler bunu ortaya koyuyor.
Ama sorunun Türk ya da Kürt devrimi ve Türk ya da Kürt devrimciliğinin örgütlenmesi olmadığı anlaşılmış olmalıdır. Marksist olunacaksa, Türklük ve Kürtlük, mücadelenin yalnızca biçimine ilişkin bir önem taşır. Ve Marksist olan, Türklüğü ya da Kürtlüğü değil, Türk ya da Kürt olsun proletarya ve emekçi halkın ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesini esas alır.
Milliyetçilik, örgütlenmede Kürtlüğün esas alınmasını ve ulusal kurtuluşun ötesinde bir perspektife sahip olunmasını “Misak-ı Milli” sınırlarının savunulması sanıyor ya da işine geldiği için öyle göstermek istiyor. Marksizm, sınırları gönüllü olarak yeniden düzenleyecek, proleter dünya devriminin parçası tek bir devrim öngördüğü için enternasyonalisttir. Milliyetçilerin önerdiği gibi “Türk devrimini” ya da Türklüğü örgütlemeye yönelmediği için enternasyonalisttir. Bu nedenle komünistler ne “Türk Solu”durlar, ne “Kemalist Sol” ve ne de “Kürt Solu”. Komünistlik onlara yetmektedir.
“Türk solculuğu”, “Kemalist solculuk”, “devlet solculuğu” gibi hakaretleri, komünistlere sarf etmekte sakınca görmeyen yazar, sözde kanıt göstermek üzere işin kolayına kaçıyor. “Kanıt” Şefik Hüsnü ve TKP’sidir. “Rejimin giriştiği imha seferleriyle dış destekli dinsel-feodal gericiliğe karşı savaştığını, halkı ağalara ve eşkıyanın tahakkümünden kurtardığını ve girdiği yerlere uygarlık götürdüğünü iddia” (sf.29) eden Şefik Hüsnü ve TKP’si gerçekten ulusal sorunda Kemalizm’in tam destekçiliğini yapmıştır. O, ne Dersim, ne de diğer Kürt illerinde uygulanan soykırıma bile karşı çıkmamıştır. Bırakalım ulusların kendi kaderini tayin ve bağımsız devlet olarak örgütlenme hakkını savunmayı, Kürt illerinin bombalanıp insanların kurşuna dizilmesine bile sessiz kalmıştır. Şefik Hüsnü, gerçekten Kemalist solcudur, Kemalizm’e verdiği desteği hem teorisi hem de pratiği ile açık olarak ortaya koymuştur. Doğu Perinçek, ve Aydınlık’ı da öyledir. Bir dönem kendisini Kürt milliyetçiliğine beğendirme tutumu ile onların dostluğunu kazanmayı becerse de, yüzü kolay açığa çıkmıştır. Komünistler tarafından, yıllarca Kemalistliği, reformculuğu ve revizyonistliği ve sosyal şovenizmi mahkûm edilen Şefik Hüsnü, Doğu Perinçek ve partileriyle “gölge”ye sığınmaya çalışan bazı diğerleriyle devrim ve komünizmi aynılaştırmaya ve benzer şekilde suçlamaya, gözü milliyetçilik ile kararmamış hiç kimsenin onay vermesi mümkün değildir. Şefik Hüsnü TKP’si ve Aydınlıkla komünistler arasında Dersim dağlan kadar fark vardır. Bu İP-Aydınlık gibi reformcu, devlet karşısında yaltaklanın, burjuvazi ile uzlaşmacı takımların hak ettiği bir nitelemedir. Yazar, 71 devrimcilerinin yanı sıra bir de TİP’i kolluyor. Oysa geleneksel solculuğun önemli akımlarından biri TİP’tir. Ama TİP’i kurtaran, içindeki Tarık Ziya Ekinci, Mehmet Ali Arslan, Kemal Burkay gibi Kürt reformcusu geleneksel solcular olsa gerek.
Şefik Hüsnü ve benzerleri, devrimi “Türk Devrimi” olarak savundukları için değil, burjuvazi ve devletiyle uzlaştıkları, bu uzlaşmayı ulusal sorun kadar yaydıkları için Kemalist’tirler, Misak-ı Millicidirler, geleneksel solcu ve milliyetçidirler. Devrimi ve komünizmi ulusal özellikleri de gözeterek savunup uygulamaya çalışan Marksistler ise ne Türkçülük, ne de Kürtçülük yapmadıkları için komünist ve enternasyonalisttirler. İkisini birbirine karıştırmak ise ancak gözü kör milliyetçiliğin işi olabilir.
* * *
“Geleneksel solculuk ülkemizin kendilerinin doğal ve ayrılmaz bir parçası olarak ele alıp burada faaliyette bulunduğu sürece, Kemalizm’in buradaki egemenliğini meşrulaştırmış sayılacaktır.” (sf. 29)
Sorun yaratan yalnızca ve yalnızca Kür-toprağında faaliyette bulunmak, Kürt halkının ulusal ve sosyal kurtuluş davasını gütmektir. Bu, açıkça anlaşılıyor. Söylenmekle kalınmıyor, vurgulanıyor.
Tekrarlamakta yarar var: Komünistler, Kürt illerini Türkiye’nin doğal ve ayrılmaz bir parçası olarak ele almamaktadırlar. Komünistlerin, Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkını şartsız savunmalarıyla, Kürt illerinde faaliyette bulunmaları çelişmemekte, tersine birbirini tamamlamaktadır.
Lenin, “Rusya’da ulusal, özerk ve bağımsız bir devlet kurma, şimdiye değin bir tek ulusun, Büyük Rus ulusunun ayrıcalığı olarak kalmıştır. Biz Büyük Rus proleterleri, hiçbir ayrıcalığı savunmayız ve bu ayrıcalığı da savunmuyoruz. Savaşımımızda belirli bir devleti kendimize temel olarak alıyoruz; o belirli devlet içindeki bütün ülkelerden işçileri birleştiriyoruz; biz hiçbir özel ulusal gelişme yolunu savunamayız, biz bütün olanaklı olan yollardan sınıf hedefimize doğru yürüyoruz.” (U.K.K.T.H. sf. 78) diyordu.
Tek devlet içindeki bütün uluslardan işçilerin, yalnızca partileri içinde değil, bütün örgütlerinde mutlak birliği;
“… Her burjuva milliyetçiliğinin öğütlediği şeyin tam karşıtı olarak bütün ulusal topluluklardan gelme işçilerin, bütün işçi sendika, kooperatif ve tüketim örgütlerinde mutlak birliği ve tam kaynaşması ile, ancak böyle bir birlik ve böyle bir kaynaşma ile demokrasi savunulabilir ve şimdiden uluslararası bir niteliğe bürünen ve her geçen gün bu niteliği artan sermayeye karşı işçilerin çıkarları savunulabilir, her türlü ayrıcalığa ve sömürüye yabancı olan yeni bir yaşam tarzına doğru dönüşmekte olan insanlığın çıkarları savunulabilir.”
(Age, sf. 20-21)
“Belirli bir devlet içinde.” Bütün uluslardan işçilerin mutlak birliği, tek sınıf örgütleri, tek komünist partisi, tek sendika vb. vb. Doğaldır ki, komünistler, sınıf çıkarlarının savunulması ve ulusal ve sosyal kurtuluşun gerçekleştirilmesi hedefiyle, dayatılmış sınırları hiçbir şekilde savunmadan ve bu sınırların zora dayalılığının ortadan kaldırılarak yeniden düzenlenmesi talebini de içeren bir perspektifle “belirli devletin” her yerinde faaliyete bulunurlar, bulunacaklardır.
Sınıf mücadelesinde “belirli devletin” mücadele alanı olarak temel alınmasından başka bir yol yoktur. Devrilmesi hedeflenen, sınıf ve demokrasi düşmanı olduğu kadar, ulusal zorba da olan tek bir egemenlik sistemidir. Bu egemenliğin devrilmesini hedefleyen güçleri; milliyeti, dini vb. kökenlerine göre bölmek, yalıtılmış devrimci süreçleri ve yalıtık örgütler öngörmek, konumuz açısından zaferin engelcisi milliyetçi tutumlarıdır.
Rusya’da komünistlerin ülke çapında, belirli Rus devleti çerçevesinde, Ukrayna’da, Beyaz Rusya’da vb., tek örgüt içinde uygun biçimlerle birlikte örgütlenmesi hiç de “geleneksel solculuk” ya da Ukrayna’nın vb. Rusya’nın doğal ve ayrılmaz bir parçası olarak alındığı anlamına gelmiyordu. Ukrayna’daki faaliyetleri nedeniyle komünistler, nasıl Rus Pruşkeviçlerinin gerici milliyetçiliğini ve onların egemenliğini meşrulaştırmış olmamışlarsa, Kürt toprağında faaliyette bulunan komünistler de “Kemalizm’in buradaki egemenliğini meşrulaştırmış” olmuyorlar. Kemalizm ile komünizm arasında hem sınıf düşmanlığı hem de Türk milliyetçiliğinin ayrıcalıklarını savunup reddetme temelinde bir uzlaşmazlık vardır. Komünistler ve özellikle Kürt komünistleri ulusal ayrıcalıklar ve işgale karşı savaşırken bu savaşı, burjuvazinin devrilmesi hedefine bağlar ve bunun doğal sonucu ve kaçınılmaz bir ihtiyacı olarak belirli Türk devleti içinde tek bir komünist örgüt olarak örgütlenirler. Ötesi milliyetçiliktir.
Türkiye, Irak, İran, vb. komünistleri “kendi” egemenlerini devirme mücadelesi olarak yürüttükleri sınıf mücadelesini bu belirli devletler içinde sürdüreceklerdir. İçlerinde Kürt ve başka uluslardan komünistler de yer almak üzere bu ülkelerin komünistleri dünya çapında da “tek bir dünya komünist partisi” içinde birleşmeyi önlerine görev olarak koyacaklar, ancak bu yolla dünya proleter devrim sürecinin koordinasyonuna katkıda bulunurken, ayrı ayrı devletleri sınıf mücadelesinin sahnesi yaparak, bu ayrı ayrı devletlerin egemenliğini devirmeye ve bunu başarmak üzere her belirli devlet içinde, hem proletaryanın sınıf çıkarlarını gözetmek hem de devirici yeterli gücü oluşturmak için bütün olanaklarından yararlanacakları ulusal, demokratik ve sosyal taleplerle tek bir devrim sürecini geliştirmeye yöneleceklerdir.
Yazar, sınıf perspektifine tümüyle yabancı olduğu için; ne proletaryanın, ulusal kökenleri önemsiz olarak mutlak birlik halinde tek bir komünist örgüt içinde örgütlemesini, ne de mücadele alanlarının koşulları ve sınıf mücadelesinin ulusal biçimlenişi önemli olarak bu tek örgüt içinde “ulusal seksiyonlar” kurulması gereğini anlayabilmektedir.
Bütün uluslardan işçilerin, belirli devlet içinde tek parti halinde ve seksiyonlar oluşturularak örgütlenmesi, kuşkusuz bir yönüyle proletaryanın burjuva milliyetçiliğinin etkilerinden arınması ve sınıfsal çıkarlarını bağımsızca gerçekleştirebilmesi içindir. Ama en başta proletarya, ulusal kökenlerinin ötesinde anti-kapitalist bir sınıf olduğu ve sosyal kurtuluşu amaçladığı içindir. Kürt komünistleri, ezilen ulusun, ulusal taleplerini burjuvazinin devrilmesi mücadelesine bağlı olarak yürütmek zorunda oldukları için, tek bir anti-kapitalist örgüt içinde örgütlenmektedirler.
Lenin, konuya kesin bir açıklık getirmiştir:
“İşçi sınıfının ve onun kapitalizme karşı savaşımının çıkarları, bütün uluslar işçilerinin tam dayanışmasını ve en sıkı birliğini gerektirmektedir; bu çıkarlar, her ulusal topluluktan burjuvazinin milliyetçi siyasetine karşı şiddetle karşı koymayı emreder. Önün için sosyal demokratlar, eğer ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ezilen ulusun ayrılma hakkını reddederlerse ya da ezilen ulusların burjuvazisinin bütün ulusal isteklerini desteklerlerse, proletaryanın siyasal çizgisine karşı gelmiş olurlar. Ve işçileri, burjuvazinin siyasetine boyun eğmeye yöneltirler. Ücretli işçinin, Büyük Rus olmayan burjuvazi değil de, başlıca Büyük Rus burjuvazisi tarafından sömürülmesi ya da Yahudi burjuvazisi değil de Polonya burjuvazisi tarafından sömürülmesi vb. hiç de önemli değildir. Sınıf çıkarlarını anlayan ücretli işçi, Büyük Rus kapitalistlerini devlet ayrıcalıklarına olduğu kadar, Polonyalı ya da Ukraynalı kapitalistlerin, devlet ayrıcalıklarına kavuştukları zaman, dünya yüzünde cenneti kuracakları yolunda vaatleri karşısında da kayıtsızdır. Kapitalizm gelişmektedir ve türdeş olmayan toplulukların bütünleşmiş devletleri içinde olsun, ayrı ulusal devletler içinde olsun, şu ya da bu biçimde gelişmeye devam edecektir.
Her iki durumda da işçiler sömürüle-çeklerdir. Ve sömürüye karşı başarıyla savaşım verebilmek için, proletarya, her türlü milliyetçilikten arınmış olmalıdır…” (U.K.K.T.H. sf. 91-92)
Kürt milliyetçisi yazarın komünistlere önerisi ise, Türk milliyetçisi olmaktır; Türkleri, kuşkusuz ulusal temelde, örgütlemektir. Bunun “biricik doğru tutum” olduğu düşüncesindedir. “Buna karşı koymak demek” de “sömürgeci egemenliği meşrulaştırmak, varlık gerekçesini bu egemenliğe dayandırmak” (sf. 33) oluyor! Teori ve pratik, ancak bu denli tersine çevrilebilir.
Kürt milliyetçileri, Kürt işçi ve yoksul köylülerini salt ulusal taleplerle kendi peşinde görmek istemektedir. Komünistler, “Türkçü devrimci” olmayı kabullenirlerse, Filistinlilerin “misafir”lere sağladıkları türden olanaklardan yararlanabileceklerdir. Yani Dersimli komünist, kendi ülkesinde misafir olmayı kabul etmelidir! Dersimli komünist, “Türk devriminin gücü” olacaksa, Dersim’de eğitim, vb. gördükten sonra örneğin İstanbul’da mücadele etmesine ses çıkarılmayacaktır!
“Özgürlük Hareketi” de “Türkiye halkına saygılı davranıyor, bu halkın temel sorunlarına dıştan müdahalede bulunmuyor”muş! Oysa sorun, saygılı davranma sorunu değil, sınıfsal temelde ve ortak sınıfsal çıkarlar etrafında örgütlenme sorunudur. Hem “Devrimci Halk Partisi” dayatmasına ne demeli?
Milliyetçilik, komünizme karşıdır. Marksizm’in ulusal programı ve ulusal örgütlenme tarzına karşıdır. Proletarya ulusal temelde, yani Kürt burjuvazisinin ulusal talepleri ve programı temelinde örgütlenecek olursa, komünistler “Kürtçü komünist” olurlarsa, Hengirvanlı buna bir diyeceği olmayacağını söylemektedir. “Eğer bu grupların içinde ‘Kürt komünistleri’ varsa ve ülkemizde komünist bir önderlik boşluğu görüyorlarsa, bunlar burada örgütlenmeli ve bu ülkenin somut gerçeklerine özgü bir parti örgütlemeli; bu temelde Türkiye’deki kardeş partilerle ilişkilerini sürdürmeye devam etmelidir. ‘İşçi sınıfının öncü partisi’ olarak UKM önderliğini ele geçirmeye çalışmalıdır.” (sf. 33) Komünistler Kürt milliyetçiliğini benimseyip milliyetçi zeminde davrandıktan sonra sorun kalmayacak! “Özgürlük Hareketi”, Kürt milliyetçiliği zemininde bir örgütlenmeden çekinmemektedir. Ama Marksizm’e de kesinlikle düşmandır. Sorunun kaynağı da tam bu noktadır.
Kürt milliyetçiliği, Marksizm’in ulusal soruna ilişkin yaklaşım ve önermelerinin geçersiz olduğu düşüncesindedir. Hâlâ zaman zaman Marksizm-Leninizm’den çeşitli milliyetçi yayınlarda söz edilmekte; ama onun tezlerinin çöktüğü düşüncesi de ileri sürülmektedir. Özgür Halk’ın aynı sayısında Ali Fırat’ın söyledikleri bu yaklaşımın ifadesidir.
“Reel sosyalizm, emperyalizmin işini oldukça kolaylaştırıyordu. Denebilir ki, yetmiş yıl boyunca ve özellikle de son süreçlerde emperyalizmin güçlü bir dayanağıydı.” (si 16)
Fırat’ın “Reel sosyalizm” ile kastettiğinin, Kruşçev, Brejnev, vb. bir yana Stalin dönemi olduğu anlaşılıyor. “70 yılın” 30’u, Rusya’da ulusal sorunun tamamen eşitlik ve kardeşlik içinde çözüm yoluna konduğu Stalin dönemini kapsamaktadır. Burada Stalin ve sosyalizmin yuvarlak laflar bir yana, emperyalizmin işini nasıl kolaylaştırdığı, uluslara nasıl bir “çözümsüzlük” ve “çıkmaz” sunduğunu açıklaması gerekir. Bunun açıklaması yoktur ya da değişen dünya koşullarında “gözden düşen” Marksizm’e, milliyetçi “alacaklar”ın ödettirilme çabası, açıklama olarak anlaşılmaktadır. Bugünkü “çöküş” koşullarında Marksizm’in, genel olarak ve başlıca ulusal soruna ilişkin öğretisi bakımından geçersiz ilan edilmesi ve milliyetçiliğin savunulmasında ve bütün sorunlara ulus penceresinden bakmada ellerin serbest kalmasına ihtiyaç duyulduğu anlatılıyor.
Bar-Elias’ta bir röportajda Öcalan’ın yabancı gazetecilere söylediği şu sözler, sosyalizme milliyetçi-revizyonist yaklaşımın göstergesidir:
“O bahsettikleri komünizm çözülmüştür, fakat ben en büyük güçlenmemi bu dönemde sağladım… Artık nasıl bir sosyalist veya komünist olduğumu kendileri araştırsın. Yani o bildikleri komünistlerden değilim. Toplumsallıktan yanayım. Doğanın ve toplumun tahrip edilmesine karşıyım. Bana göre mevcut rejimler doğayı da toplumu da tahrip etmişlerdir. Buna hangi ideoloji derseniz deyin, ben o ideolojidenim.” (Özgür Halk, Ekim ’93, sf. 19)
Bütün bir bilimsel öğretisi ile Marksizm dururken, ne olduğu belirsiz bir doğa ve toplum savunulması “ideolojisi”! Ve bir gerçeğin ifade edilişi; milliyetçilik, komünizmin “çözüldüğü” koşullarda güçlenmiştir. Onun programı reddedilerek ve “yeni dünya koşulları”na “uygun” yeni olmayan yollardan yine yeni olmayan milliyetçi yaklaşımlarla eski tür çözümler peşine düşülmüştür.
Milliyetçiliğin eski önerileri, bugün Marksizm’in sözde “çöküşü”nün verdiği güç ve cesaretle daha bir “güven”le ve açıktan ortaya konmaktadır.
Kuşkusuz ulusal talepler ileri sürülmektedir, ama ortada ne ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, ne tam ulusal eşitlik, ne ulusal ve sosyal kurtuluşun birleştirilmesi gibi temel bir yaklaşım, ne “belirli bir devlet içinde” sınıf mücadelesinin esas alınması ve ne de proletaryanın mutlak birliği ve dayanışması ortada kalmaktadır.
Ulusal eşitlik talebi, Türk burjuvazisi ve rejimle, ulusal özgürlük talebi ise emperyalistlerle geliştirilmeye çalışılan uzlaşmalar ve aranan anlaşmalar aracılığıyla geri çekiliyor.
Bar-Elias’ta yabancı gazetecilerle söyleşen Öcalan, Türk burjuvazisine şöyle sesleniyor:
“…gelin siyasal çözüm yoluna açık olun, halkların özgür iradelerine saygılı olun, halkların gelişmesinin barış içinde daha sağlıklı olacağına inanın ve sağlıklı adımlar atın. Böylece halkın çıkarlarına yönelik barışçı, siyasal, demokratik çıkarları birlikte hayata geçirelim.” (Ö.Gündem, 7 Ekim ’93,.sf. 11)
Öcalan yine yabancı gazetecilere şunları söylüyor:
“Tek koşulumuz siyasi çözüm yolunun açık tutulmasıdır. Böylesi bir durumda ikili bir ateşkese her zaman varız, tek şartımız diyalogdur. Birinci aşama bu. İkincisi ise, federasyon üzerine tartışma olabilecektir.” (Ö.Gündem, 30 Eylül ’93, Sf. 11)
Önemli olanın ve koşul olarak ileri sürülenin yalnızca siyasi çözüm yolunun, yani anlaşmalar yolunun açık tutulması olduğu belirtiliyor. Sonra ulusal sorun açısından temel bir çözüm oluşturmayan ve üstelik bir devrime ve diktatörlüğün devrilmesine bağlanmadan bugünkü rejimle kurulması görüşülecek federasyon tartışması gelecektir.
Gericilikle görüşmelerin ilke olarak reddedilmesi kuşkusuz savunulamaz, komünistler böyle bir görüş savunmazlar. Ama taktik olsa bile görüşmelerin devrimi geliştirici olması şarttır. Her şeyin devrime bağlanması zorunludur. Gericilikle anlaşmaya bağlı olarak sağlanması öngörülen “siyasal çözüm”, kuşkusuz çözüm olamaz. Ve bu “adım” için ne ulusal ne de sosyal kurtuluş hedefinden taviz verilebilir. Ama ne var ki, “siyasi çözüm” ile kastedilen; gericilikle, Kürt -ve kuşkusuz Türk- halkının çıkarlarına aykırı olması kaçınılmaz bir anlaşmadır. Böyle bir anlaşma çerçevesinde öngörülen “federasyon” ise şöyle bir “idari birim” olarak düşünülmektedir:
“Kürdistan var kocaman. Buna bazı azınlıklar da dâhil. Bir eyaletten daha ileri bir idari birim olarak, siyasi birim olarak bakabiliriz ve buna federasyon diyebiliriz. ” (Ö.Gündem, 26 Nisan ’93, sf. 6) ,
“Türk solu” Kürt illerini “kendi” eyaletleri gibi gördüğü için eleştirilir, ama bir tür “eyalet” de “çözüm” olarak önerilebilir. Milliyetçilik bunu çelişkili bulmaz.
Ve “siyasi çözüm” olarak ileri sürülen bu geri adımlar, üstelik bir de ileri sürülmesi için en elverişsiz zamanda, rejimin tam bir kuşatma ve imhaya, uluslararası planda tecride yöneldiği koşullarda hiçbir uzlaşma belirtisi göstermezken, şu son günlerde “Kürt Konferansıma, bir kez daha önerilir. Gericiliğin kararlılığını kırmaktan başka yapılacak şey yokken (bir zaaf belirtisi olarak) hele bu son öneriler, uzlaşmanın hem de kötüsüne razı olunduğunu göstermektedir:
“Türk devleti ile görüşmeler temelinde ve diyalog yoluyla, demokrasi içinde halkımızın meşru taleplerini dile getirme ve bu konuda bir sonuca varma temelinde bir süreç başlatılacak olursa, buna taraf olacağımızı belirtmek istiyorum.
Siyasi çözüm ve serbest siyasi faaliyetler için zemin oluşturulursa silahlı savaşın tamamen sona erdirilmesinin önünü açacağımızı da açıklıyorum.” (Ö.Gündem, 14 Mart ’94, sf.11)
“Talepleri dile getirmek için diyalog”. “Demokrasi içinde”. “Serbest siyasi faaliyete izin verilirse savaşa son verme…” Gerilenen nokta budur. Bu elverişsiz koşullarda daha ileri bir anlaşma da aranamazdı! PKK yöneticileri ve Özgür Halk yazarları, komünistleri “Misak-ı Millicilik”le suçlarken, faşizme “demokrasi” vererek onunla uzlaşma çabalarını devrimcilik olarak sunuyorlar.
Emperyalistlerle anlaşma arayışı daha da ileri boyuttadır. Son döneme kadar onlarla Türk burjuvazisi aleyhine aranan anlaşma zemini, emperyalistler “terör” edebiyatı ile Türk burjuvazisine destek eğilimlerini ortaya koyunca yerini bir yandan sisteme bırakırken, bir yandan da daha geri bir temelde aramaya devam edilmiştir.
“Turgut Özal ilk defa bir adım atmak istiyordu” şeklinde övülerek ulusal sorunu çözme yolunda ilerlemekte olduğu tespit edilir ve “Gerçekten Menderes’in olsun, Muhsin Yazıcıoğlu’nun olsun, görüşleri dikkate alınmaya değer… Eğer devletten çekinmezler, en az Özal kadar klasik resmi politikalara karşı cesur ve demokratik adımlarım sürdürürlerse, bunlara da demokratik zemini açık tutmak lazım” değerlendirmesi yapılırken, bunların efendisi emperyalistlere karşı sıhhatli bir tutum geliştirilemeyeceği doğaldır. Özal, Menderes ve Yazıcıoğlu’nun “demokratik adımları”na bel bağlanırken, aynı süreçte proletarya küçümsenmekte ve komünistler kurşuna dizilmektedir. Ve bu, devrime hizmet edecek demokratik tutumların geliştirilmesini amaçlayan eleştirileri düşmanca sayma tutumuyla tamamlanmaktadır.
Yazar, tümüyle karaçalına amacıyla ve adeta ilkel bir öç alma tutumuyla komünistleri, NATO ve Alman emperyalistlerinin diliyle konuşmakla suçlarken; savunduğu milliyetçi çizgi, emperyalistlerin desteğini de bir türlü gözden çıkarmamaktadır. Milliyetçi yayınlar, uzun süre Avrupa ve Amerikalıların ulusal hareket karşısındaki çeşitli tutumlarını Kürt halkı lehine yorumlamakta ısrarlı manşetlerle ve yorumlarla dolup taştı. Son noktada “Almanya, Türk tarafına yardım sunacağına, katliamlardan uzak dursun. Daha da hayırlı bir iş yapmak istiyorsa arabulucu olsun. İki tarafın arasına girsin.” (Öcalan, Ö.Gündem, 7 Aralık ’93, sf.1) denmektedir. “Kürt Konferansı”nda ise, Öcalan, “Biz, tüm çözüm önerilerine, bu konuda devletlerin veya uluslararası kuruluşların yapacağı girişimlere açık olacağız!” demektedir. Çekiç Güç ise şimdi tümden unutulmuştur!
Türkiye proletaryasının payına düşen ise, hareketsizliği ve pasifliğine ilişkin aşağılamadır.
Tüm bunlar bir bütün oluşturuyor. Onlara göre, Marksizm’in ulusal programıyla birlikte geçersizleştiği “çöküş” koşullarında artık tam ulusal bağımsızlığın elde edilmesi de olanaksızlaşmış, “bağımsızlık ve ulusal özgürlük” emperyalistler ve uşaklarıyla anlaşma ve uzlaşmalara bağlı olarak elde edilebilir bir şey haline geliştir. Artık Vietnamlar yolu tıkalıdır. Gerçekçi olmak gerekir. Bir noktada anlaşmak zorunludur.
Bu yaklaşım, ABD emperyalizminin peşine düştüğü “yeni dünya düzeni” çerçevesine oturmaktadır. Onun izin vereceği kadar bir bağımsızlık ve özgürlük. Kuşkusuz Kürt halkına, işçi ve emekçilerine değil, burjuvazisine özgürlük. O da, sınırlı olmak koşuluyla.
Başka yol da yoktur. Ya Marksizm’in ulusal programı ya da emperyalistler ve gericilikle anlaşmaları dışlamayan, ulusal kurtuluş sloganlarını kullanan proletarya ve halka karşı anlaşmalar siyaseti.
Lenin, bu ayrımı da çok önceden yapmıştır:
“Ezilen ulusların burjuvazisi, işçileri aldatmak için ısrarla ulusal kurtuluş sloganlarına başvurur, iç politikalarında bu sloganları, egemen ulusun burjuvazisi ile gerici anlaşmalar yapmak için kullanırlar (örneğin Avusturya ve Rusya’daki Polonyalılar, Yahudileri ve Ukraynalıları ezmek için gericilerle uzlaşırlar); dış politikalarında halk düşmanı planlarını uygulayabilmek için rakip emperyalist devletlerle uzlaşırlar (küçük Balkan devletlerinin siyaseti vb.)” (U.K.K.T.H. sf. 154)
Ve ne bu anlaşmalar siyaseti ne de bir başka şey, komünistlerin UKKTH’nı reddetmesinin, ulusal eşitlik ve özgürlük taleplerini sarsılmaz bir şekilde savunmamasının nedeni olamaz. Kim ne yolu izlerse izlesin, komünistler, özellikle Kürt komünistleri, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesini ilerletmek ve UKKTH’nı gerçekleştirmek için çalışmaktan vazgeçmeyecektir.
Olguların reddi, gerçeklerin çarpıtılması, küfür, geri bilince seslenme ve duygu sömürüsü, Özgür Halk yazarlarının “ideolojik mücadele” malzemesini oluşturuyor.
Hengirvanlı A.H. diyor ki; “Türkiye’deki sol, gerçekte devlet soludur. Bu solculuk her bakımdan rejimin çizdiği sınırlar içinde hareket eden bir solculuktur. Özellikle onun ülkemizdeki uygulamalarını özü bakımından meşru gören ve rejimin ortaya çıkardığı hasadı devşiren bir solculuktur.”
Çok açık, “Türkiye’deki sol” düşman ilan ediliyor. “Türkiye’deki sol” kimdir? PKK’nın “demokrasi cephesi”nde yer alan “dostları” sayılmazsa, bu “sol” başlıca TDKP, TİKKO ve Devrimci Sol’dur. Peki, bu “sol” rejimin çizdiği sınırlar içinde mi hareket ediyor? Eğer kişi, bu “sol”a özel ve önyargılı ‘husumet’ besleyen sistem savunucusu biri değilse ve “dürüstlükten şaşmayan her insan…”dan biriyse bu soruya da, Hengirvanlı’nın uygun gördüğü cevabı vermeyecektir. Türk ve Kürt halkının birliği ve burjuva egemen sınıflara karşı birlikte mücadelesinden yana olmaktan başka bir “suç”u olmayan bu “sol”un, rejimin Kürt illerindeki uygulamalarını “özü bakımından meşru gördüğü”nü, ancak proletaryanın sınıf çıkarlarına ve devrime öfkeyle bakan fanatik bir Kürt milliyetçisi ileri sürebilir. Rejimin uygulamalarına karşı çıktıkları için bu “sol”un mensuplarının kafatasları rejimin temsilcileri tarafından parçalanır, bedenleri kurşunlarla kalbura çevrilirken, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıfsal kurtuluşunu savundukları ve bu uğurda mücadele yürüttükleri için Kürt Marksistleri işkence tezgâhlarında, sokaklarda, kentte ve kırda katledilir ve zindanlara kapatılırken, onları “rejimin hasadı” olarak nitelemek için, kişinin kararlı bir komünizm düşmanı, gözü kör ve bağnaz bir milliyetçi olması gerekir.
Özgür Halk yazarı kin kusmaya devam ediyor: “Gürsel’in çağrısındaki ‘Milli bütünlüğün sarsılması’nı önleme, Türkiye solunun literatüründe ‘iki halkın birliğine önem verme’ biçimini alıyor… Faşist rejim ve Kemalist solculuğu ortak bir hedefte, ülkemizin kendisinden kopmaması hedefinde birleşiyor. “
Kin ve öfke, yazarın düşünme yetisini kuşatmaya almış. Bir kişi, devrim adına en küçük bir sorumluluk taşımadığı durumlarda ancak bu denli pervasız konuşabilir. Bay Hengirvanlı, Kürt halkının ayrı devlet kurma hakkını ve iki halkın eşit, özgür ve gönüllü birliğini savunmanın Türk generallerinin “milli bütünlüğün sarsılmasını önleme” anlayış ve çabalarıyla nasıl bağdaştığını ortaya koyamaz kuşkusuz. Ama olsun, ‘çamur at izi kalır!’ Hengirvanlı ve Özgür Halk’ın diğer yazarları, Marksistlerin, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin sınıf çıkarlarının aynı oluşundan, ortak düşmanlarının varlığından hareketle, mevcut iktisadi-toplumsal koşulların iç içe kattığı ve kendiliğinden kitle örgütleri içinde bir araya gelmelerine yol açtığı toplumsal zeminde, işçilerin tek politik örgütünü savunmanın neden Kürt halkına “zarar verdiği”ni açıklayacaklarına, Marksistleri ve devrimcileri ‘faşist rejimle aynı hedefle birleşmek’le suçlamayı daha ticari buluyorlar. Ve utanmadan, hemen ardından da “milliyetçi değil, enternasyonalist oldukları” üzerine vaaz veriyorlar. Bu yazarlarla tartışırken, bilimin diliyle konuşmak ne denli yararlı olur, bilemiyoruz ama zordan arınmış bir birliğin, Kürt ve Türk halkının gerçek kurtuluşu için büyük avantaj sağlayacağı açıktır. Kürt ve Türk işçi ve emekçileri kapitalist kölelikten kurtulmadan, ulusal-sınıfsal baskıdan tümüyle kurtulamazlar. Kapitalizmin ve burjuva sınıf egemenliğinin tasfiyesi ve sosyalizmin inşası için daha büyük ekonomik birliklerin -zordan arınmış varlığı- daha güçlü bir maddi temel sağlamaları nedeniyle istenen bir şeydir. Marx, Lenin ve tüm Marksistler de böyle düşündüler.
Marksistler, fanatik milliyetçilerin “özel savaş rejiminin doğal müttefiki” vb. gibi çirkin suçlamalarına aldırmaksızın iki halkın birliğini savunmaya devam edeceklerdir. Bu, hiçbir biçimde, ‘ayrı devlet kurma’ gibi meşru bir hakkın reddi değildir. Kürt halkının mevcut kölelik statüsünün devrimci değişimi, iki halkın birlikte mücadelesiyle ancak sağlanabilir. Günümüzün tüm toplumsal gelişmeleri de bu Marksist yaklaşımı destekler durumdadır.
Eğer herhangi bir okuyucu, yaşanan olayları, iktisadi-toplumsal sistemin yapısını ve bu yapı içinde Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin yer alış biçimini bilimsel inceleme yoluyla sonuçlar çıkarma gücüne sahip değilse, olay ve olgulara bilimsel veriler ışığında ve devrimin çıkarları doğrultusunda bakamıyorsa; Marksistlerin, PKK’ya yönelttiği eleştirileri, milliyetçi yazarın göstermek istediği gibi görebilir. Ama aynı yüzeysel mantıkla, örneğin Bay Hengirvanlı’yı da “özel savaş rejiminin adamı” saymak da mümkündür. Bu, Marksistlerin, PKK’ya yönelik fiili herhangi bir saldırısı yokken, Kürt komünistlerinin PKK tarafından katledildiği koşullarda daha da inandırıcı gelebilir. Ama komünistlerin böyle bir iddiası da bulunmuyor. Özgür Halk-Özgür Gündem yazarları ise, komünistlerin, işçi ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin zaferi için ve dostça yönelttikleri eleştirileri, “başında özel savaş rejiminin bulunduğu saldırı cephesi”nin faşist ve karşı-devrimci saldırılarıyla aynı görüp-göstermekten “kazanç” bekliyorlar. Onların bu tutumunun UKM’ne, devrime ve devrimci politikaya en küçük bir katkı sunmadığı, aksine, devrim ve halk düşmanlarının ellerini ovuşturmalarına yol açtığı açıktır.
Özgür Halk yazarlarının ısrarla üzerinde durdukları bir diğer konu; Kürt illerinde görev yapan öğretmenlerin, “sömürgeci eğitim sistemi karşıtlığından hareketle öldürülmesi durumdur. Hengirvanlı aynı konuyu yeniden ele alarak şunları söylüyor:
“Şu ‘ilerici’ öğretmenler sendikasının ‘devrimci’ üyesi öğretmen bu alanda ne yapıyor? Bu öğretmen, asimilasyonu amaçlayan sömürgeci eğitim sisteminin pratik uygulayıcısı olarak faaliyet yürütmüyor mu? … Bakın bu ‘devrimci’ öğretmenler ne yapıyorlar? Bunlar halkın direnişini kıran fiziki soykırım seferlerinin yıkın sonuçları üzerinde uygulamaya konulan beyaz soykırımı, sonuca götürmeye çalışıyorlar. Bunlar ulusal imha politikasının başarıyla sonuçlandırılmasına en büyük katkıyı sunuyorlar… Dolayısıyla Türkiye solculuğu, proletarya enternasyonalizmi adına soykırımı savunuyor.”
Hep aynı yüzeysel ve düz mantık… Bu anlayışın düşman statüsüne sokmayacağı insan sayısı oldukça azdır. Aynı mantıkla hareket edildiğinde, “sömürgecinin okulu”nda okuyan öğrencinin, “sömürgeci kurumlar” da çalışan işçi ve memurun “düşman” görülmesi işten bile değildir.
Biz, asimilasyoncu eğitimin işlevi, dahası kapitalizm ve burjuva okulunun işlevi üzerinde daha önce durduğumuz için (bkz. Özgürlük Dünyası S. 61’deki ilgili yazı) yeniden aynı konuya dönmeyeceğiz.
Bir gerçeği belirterek geçiyoruz. Mevcut sistemde, eğitimin temel yönlerinden biri de asimilasyonun -buna “beyaz soykırım” da denilebilir- sağlanmasıdır. Kuşkusuz rejim bunu, diğer şeylerin yanı sıra öğretmenler aracılığıyla yapıyor. Ancak, işçinin sömürülmesinin nedeni makineler olmadığı gibi, asimilasyoncu burjuva eğitiminin esas sorumlusu da öğretmenler değildir. Rejim; öğretmenleri, memurları, işçileri yalnızca Kürt illerinde değil; Türkiye’de, her yerde çalıştırıyor ve bütün bu kesimler, esas olarak rejimin koyduğu kurallar çerçevesinde, onun işleyişine “uygun” bir tarzda çalışıyorlar. Her yerde burjuva egemenliği, gericilik ve kapitalizmin sultası var. Çalışanlar, bu işleyiş içinde çalıştıkları için, bir yanıyla kurulu düzene de hizmet ediyorlar. Eğer, Hengirvanlı ve diğer Özgür Halk yazarlarının mantığıyla olaylar irdelenirse, öğretmenin, işçi ve memurun her yerde, “rejimin savunucuları” ilan edilerek öldürülmeleri sonucu çıkar ki; bu mantığın, bilimsel düşünme şurada kalsın, akıllı düşünmeyle de ilgisi yoktur.
Rejimin “beyaz soykırım” politikasını geçersiz kılmak için öğretmenleri öldürmek değil, soykırımı olanaklı kılan toplumsal temeli değiştirmek gerekiyor, işçinin sömürülmesi veya işsiz kalmasında rol oynadığı için makinelerin parçalanması, işçinin kurtuluşuna yol açmayacağı gibi, öğretmenlerin imhası da “beyaz soykırımı” ortadan kaldırmaz. Okulun Kürt kimliğinin silinmesi çabalarındaki yerinden hareketle, okulun yakılması ve öğretmenin öldürülmesinin savunulacak bir yanı yoktur. Asimilasyonu olanaklı kılan, Kürt halkının mevcut statü içinde zora dayalı alıkonulmasıdır. Anlamlı bir kurtuluş için bu işleyişin temelden değiştirilmesi gerekiyor. Bu ise; ancak diktatörlüğü ve onun üzerinde yükseldiği maddi temeli (kapitalizmi) hedef alan bir mücadeleyle mümkündür. Böyle bir mücadelede, kendileri de rejimin saldırı hedefi olan devrimci öğretmenleri “beyaz soykırımın sorumluları” ilan ederek öldürenler ise, halkın kurtuluş mücadelesine zarar vermektedirler.
“Özgür Halk” yazarları, kaba mantık yürütme ve küfür savurma yoluyla, Kürt gençlerini Marksistlere ve devrimcilere karşı düşmanlık duygularıyla donatma çabasındadır. Burjuva-reformist ideolojik çizginin, uzlaşmaya açık politik taktiklerin, mücadele anlayışları ve eylem çizgilerindeki yanlışların, halka yönelik zor yöntemleri ve devrimci katliamının eleştirisinin (komünistlerin yaptıkları budur) “Özel savaş rejiminin propaganda cephesinde” yer almak olmadığını, “dürüstlükten şaşmayan her insan” kolaylıkla bilebilir, ‘iki halkın birliğine önem verme’nin Kürt mücadelesine zararı değil, yararı vardır. Bunu anlamayan, ya da anlamak istemeyenler, burjuvazinin ve gericiliğin, emekçileri milliyet kökeni, dini inanış vb. gibi yollarla ayrı tutma çabalarına yardımcı oluyorlar.
PKK yöneticileriyle, Hengirvanlı ve M. Can Yüce gibi yazarlar, komünistlere Kürdistan’dan “çıkma” yolu gösteriyorlar. Dayattıkları; yasak ve sürgündür, Kürt devrimcisini, Kürt toprağından sürmeye çalışıyorlar. Eğer Kürt devrimcileri, Kürt komünistleri; Kürt işçi ve emekçilerini örgütlemekte ısrarlı olurlarsa, “yaşam hakkı ve olanağı” tanınmayacağını söylüyorlar.
Bizim açımızdan ise, halkımızın özgürlüğü, işçi ve emekçilerin kurtuluşu için yürüttüğümüz mücadeleyi daha bilinçli, daha etkin sürdürmek; esas kaygı durumundadır. Devrim ve sosyalizm yolunda kararlılıkla yürümek, her komünistin baş görevidir. Kürt devrimcisinin, ya da özel bir hedef haline getirilen Dersimli komünistin toprağını terk etmesinin herhangi bir nedeni olmadığı gibi; bu yönlü milliyetçi dayatmalar da gereksiz ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine zarar vermektedir. Devrimci olana, üzerinde yaşadığı toprakların her köşesi bir görev alanıdır. Hengirvanlı gibilerinin bunu bilmelerinde yarar var.
Mayıs 1994