Politika, bir yanıyla yığınları bir düşünceye kazanma sanatıdır. Ancak, yığın dendiğinde; homojen “bireyler”den oluşun bir kalabalık anlaşılmaz. Tersine, yığın, çoğu zaman, çıkarları birbiriyle kısmen örtüşen kısmen de çatışan sınıfların fertlerinden oluşur. Söz konusu olan gençlik olduğunda; gençlik de, yığın olarak, homojen olmayan katmanlardan oluşur. En azından her sınıfının bir genç kesimi vardır, ve genel olarak, günümüzde 14-26 yaş arasındaki nüfus, gençlik kitlesini oluşturuyor sayılmaktadır.
Emekçi sınıfların gençliğinden söz ettiğimizde de, emekçi sınıfların 14-26 yaş arasındaki kesimlerinden söz ederiz. Ama bu da yetmez. Emekçi gençlik, lisede, üniversitede okuyan, öğrenci gençlik dediğimiz bir kategorinin yanı sıra işçi sınıfının genç kesimlerini ifade eden işçi gençlikle, diğer emekçi kesimlerin geçlerini kapsayan ve o sınıf ve kategorilerin adlarıyla da ifade edilen gençlik kesimlerinden oluşur.
Kuşkusuz ki, egemen sınıfın da bir gençlik kesimi vardır, ama bunlar, hem genel gençlik yığınları içinde çok küçük bir kesim oluşturdukları, hem de ve çok daha önemli olarak, gelecek ve bugüne dair talepleri emekçi gençlik yığınların talepleriyle taban tabana zıt olduğu için, gençlik ve onun mücadelesinden söz edildiğinde, dikkatimizin tamamen dışında kalan bir kesimdir.
Sınıflar mücadelesinde gençliğin kazanılması; sınıflar mücadelesinin iki kutbundaki güçler için de son derece önemli olmuştur. Çünkü gençliği; onun enerjisini, cesaretini, ataklığını yanına alamayan bir gücün, girdiği mücadelelerden başarıyla çıkması beklenemez. Bunun içindir ki; eski düzeni yıkarak yeni bir dünya kurma amacıyla kurulup faaliyet gösteren sınıf partisi için gençliği kazanmak çok daha önemlidir. Çünkü yeni bir düzen kurmak; cesaret, enerji, ataklığın yanı sıra; eski düzenin gelenek ve göreneği ile şartlanmamışlığı, onlarla çatışmayı, yeni bir gelecek istemeyi ve bu geleceği kurma mücadelesine hasredecek bir zamana sahip olmayı da gerektirir. Onun içindir ki, Lenin; işçi sınıfını sınıflar mücadelesinin öncü sınıfı olarak nitelerken; sınıfın genç kesimini kazanmanın önemine özellikle vurgu yapar.
Burada bir noktaya dikkat çekmemiz gerekir: Yukarıda hem egemen sınıfların gençliği kazanma ihtiyacından söz ettik, hem de egemen sınıfların geçliğinin, nüfus olarak, bir güç oluşturma bakımından ciddi bir yekun oluşturmadığını belirttik. Bu bir çelişki değildir. Çünkü egemen sınıfın ideologları da, “gençliği kazanmak”tan söz ederken; emekçi sınıfların gençliğini kazanmaktan söz ederler.
Egemen sınıflar; kendi düzenlerinin devamı için gençliği kazanmanın farkına çok erken çağlarda varmışlardır. Örneğin Antikçağ’ın en önemli düşünürlerinden Sokrates’in ölüme mahkum edilmesinin nedeni; “gençliği baştan çıkaracak; yürürlükteki yasalar, gelenek ve görenekler hakkında kuşku duyacağı fikirler yaymış” olmasıdır. Günümüzden 2 bin 400 yıl önce verilmiş bu karar bile, çok uyarıcıdır. Çünkü bu karar; egemenlerin, 2 bin 400 yıl önce de, gençliğin kurulu düzenin savunulmasına kazanılmasının önemini fark ettiklerini gösterdiği gibi, aynı zamanda, düzenlerini savunmak için, en önemli düşünürleri bile ölüme mahkum etmekten çekinmeyeceklerini göstermesi bakımından da öğreticidir.
Aslına bakılırsa; 2 bin 400 yıl önce Sokrates’in ölüme gönderilmesiyle 34 yıl önce Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idama gönderilmesinin gayri resmi gerekçeleri bire bir uyuşur: Gençliği sisteme karşı başkaldırmaya yönlendirmek!
Kuşkusuz ki; sınıflar mücadelesinin yasalarının bilindiği ve yığınları etkileyecek pek çok yeni imkanın ortaya çıktığı günümüzün kapitalist toplum koşullarında gençliği kazanmanın önemi çok daha fazla önem kazanmıştır. Okullar, yığınsal eğitim kurumları, medya gücü, sayısız eğlence ve sanat yapıtları, son tahlilde toplum ve onun en dinamik gücü olan gençliği kazanmak için kullanılmaktadır.
Dolayısıyla hem düzenlerini savunmak için egemen sınıfların, hem de kurulu düzeni yıkarak, yerine yeni bir düzen; işçilerin, emekçilerin çıkarına uygun bir yeni düzen, nihayetinde sömürüsüz ve baskısız bir dünya kurmak isteyen sınıf partisinin kazanmak ve kendi amaçlarının gücü yapmak istediği gençlik yığınları, aynı yığınlardır.
Egemen sınıflar ve onların çeşitli güç odaklarının gençlik yığınlarını kendi yanlarına çekmek için giriştiği baskılar ile sınıf partisi ve ilerici, devrimci güç odaklarının gençliği yeni bir dünya kurma mücadelesine kazanma mücadelesi, sınıflar mücadelesinin en önemli alanlarından birisidir. Bu yüzden de “gençliği kazanma” mücadelesi derken; ortada duran bir gençlik yığını var; biz de bu yığına “çekici teklifler” yaparak onları kendi yanımıza çekmeye uğraşacağız biçiminde mekanik bir kavrayışı aşarak; gençlik yığınlarını egemen sınıfların düzenine karşı örgütleme ve her adımda gençlik yığınlarını daha büyük bölükler halinde mücadele mevzilerine çekme faaliyetini anlamamız gerekir. Çünkü gençliği kazanmak bir mücadeledir; üstelik egemenlerin en etkili ve en sinsi silahlarına karşı savaşılan ve en dolaysız çatışmanın yaşandığı bir mücadele alanıdır.
TÜRKİYE’DE GENÇLİK MÜCADELESİNİN KARAKTERİ
Türkiye’nin; öncesini bir yana bıraksak bile, son 40 yıllık tarihi içinde ilerici, devrimci güçlerle gerici, egemen güç odakları arasındaki mücadelenin ön cephesindeki çarpışmalar, “gençliği kimin kazanacağı mücadelesi olarak cereyan etmiştir” dersek bir abartı yapmış olmayız.
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin gerekçesi, gençliğin sisteme karşı başkaldırıya sürüklenmesi; sisteme karşı fikirlerin etkisinde kalmış olması olmuştur. Her iki darbe de, halk yığınları indinde meşruiyeti, “gençliği yeniden sisteme kazanmanın başka yolu olmadığı” iddiasına dayanarak sağlamaya çalışmıştır. Bu yüzden de; gençliğin ileri, artık kazanılamaz diye düşünülen kesimleri, geniş yığınların bilincinde anarşist, komünist, terörist, bölücü… gibi dışlayıcı sıfatlarla nitelenip, bu kesimler ülkenin ve halkın düşmanı olarak ilan edilirken; geri kalan kitle havuç ve sopa politikasıyla hizaya sokulup, sonra da fikir ve çıkarları bakımından kazanılma yoluna gidilmiştir. Anayasalar, yasalar, hep bu, gençliği düzene bağlama gerekçesi ardında yeniden ve yeniden düzenlenmiştir.
Bu mücadele, Türkiye’de, son 40 yıl içinde çok daha açık bir biçimde cereyan etmiştir. 60’lı ve 70’li yıllarda, gençliğin ileri kesimleri sisteme karşı bir mücadele içinde olmuşlar; dünyadaki gelişmelerin de baskısıyla oluşan gençlik eylemleri karşısında egemenler ise, önce gençlik yığınlarını anarşist, terörist ilan ederek tam bir kıyıma girişmişler; sisteme karşı gençlik liderlerinin idam edilmesi, sokak ortasında yargısız infazlara götürülmesi, on yıllarca cezaevlerinde tutulmaları gibi vahşi uygulamalar görülürken, aynı zamanda, sindirilen, liderleri ve ileri kesimlerinden tecrit edilmiş gençliğin ana kitlesinin kazanılması için, bir yandan üniversiteler kışlaya çevrilmiş, öte yandan da şeriatçılık, Türkçülük gibi gerici ideolojiler gençliğin “ıslah” edilmesinde araç olarak kullanılmış; üniversiteler ve gençlik içinde bu fikirlerin yayılması için her olanak seferber edilmiştir. YÖK, işte bu mücadele içinde gençliğin, özellikle üniversite gençliğinin sisteme bağlanmasının aleti olarak icat edilmiştir.
Kuşkusuz ki; anayasalar, yasalar, cezai önlemler, artık çaresiz kalındığında başvurulan yöntemlerdir. Genel olarak bakıldığında, egemenlerin gençliği kazanmak; onun dinamizminden, enerjisi ve yeteneklerinden yararlanmak için geliştirdiği yöntemler çok daha kapsamlı, etkin ve kesintisiz bir biçimde işler.
Daha doğduğu andan başlayarak; ailesi, okulu, yaşanan toplumsal çevre, gelenek ve görenekler, gençliği topluma uyum için hazırlayan rollerini oynayarak; onu biçimlendirirler. Burada asıl sorun; kendiliğinden gibi görünen, ama egemen sınıfın ideolojisi ve sosyal organizasyonu tarafından oluşturulan bu biçimlendirme faaliyetine, eğer ilerici devrimci güçlerden bir müdahale olursa, ve eğer bu müdahale, bu eğitim faaliyetini sekteye uğratacak düzeyde gerçekleşirse; gençliğin enerjisi, yetenekleri, gücü; eski toplumun yıkılıp yerine yeni, toplumsal olarak ileriye evrilmesinin dayanağı olan mücadelelerin başarıya ulaşmasını (elbette nesnel koşullar da yeterince olgunlaşmışsa) mümkün kılar. Onun içidir ki; ilerici devrimci güçler, en başta da sınıf partisi; kendi programının gençliğe mal edilmesi ve gençliğin sınıflar mücadelesinin ilerletilmesinde etkin bir güç olarak örgütlenmesini görevlerinin en başına koymuşlardır.
Türkiye’de öğrenci gençlik mücadelesi; ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda dünya ölçüsünde de yükselme eğiliminde olan anti emperyalist mücadele cereyanını arkasına alan bir mücadele olarak biçimlenmiş; bu anti emperyalist mücadele, Türkiye koşullarının da etkisiyle anti faşist bir karaktere de bürünerek ilerlemiştir.
Türkiye’de gençlik mücadelesinin bir özelliği de; yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesi olarak ortaya çıkıp, bu gençlik kesiminin sınıfsal özelliklerini taşıyan bir mücadele olarak kendi geleneklerini oluşturmuş olmasıdır. Dahası, Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllarda gençlik mücadelesinin oluşturduğu kültür, bugünü de önemli ölçüde etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir.
Konumuz açısından bakıldığında; 1960’lı ve 70’li yıllardaki gençlik mücadelesinin bazı özelliklerine kısaca göz atmak gerekmektedir.
1960’lı yıllardaki gençlik mücadelesi; gençliğin ana kitlesini kapsayan bir “üniversite reformu” mücadelesi olarak başlamış ve “Dünyada neler oluyor?” diye sorgulayan gençler; o günlerde hızla esen Küba Devrimi, Çin Devrimi, Vietnam kurtuluş mücadelesi rüzgarı ve faşizmi yenilgiye uğratmakla kalmayıp, “uzay yarışı”nda ABD’yi geride bırakan Sovyetler Birliği’nin yeniyi, geleceği savunan imajı; baskısız ve sömürüsüz bir dünya kurmak isteyen ve devrimleri temsil eden ülkelerden esen ve ezilen halkların Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere, emperyalizme, sömürgeciliğe, yeni sömürgeciliğe karşı mücadelesinin etkisiyle karşılaşmışlardı. Dahası bu yılların gençliği, onlardan aldıkları fikirlerle, Türkiye’nin bağımsız, demokratik bir ülke olması davalarını sürdürmeye yönelen bir gençlikti.
Estiği ülkenin “renkleri”ni de taşıyan, ama genelde olumlu mesajlar içeren bu devrimci rüzgarlar; aynı zamanda, dünyada Kruşçevizm ve “Avrupa Komünizmi”nin dünya komünist hareketini parçaladığı, Maoculuğun ve Kastroculuğun Marksizmin devrimci yorumu, Debraycılık, Marcusculuk gibi sapkın akımların bile Marksist, sosyalist tutumlar olarak algılandığı olumsuz cereyanlar tarafından da baskılanıyordu.
Bu dönem, bir yandan “işçi sınıfı ve onun devrimci misyonunun önemini yitirdiği”; “devrimin yığınların değil, devrimcilerin eseri olduğu” yolundaki fikirlerin yayıldığı, öte yandan da kitle mücadelesinin küçümsendiği, emek mücadelesi ile sosyalizm ve devrimin bağının koparılıp, ulusal kurutuluşçuluk ve devrimci iradenin rolünün abartılarak volantarizmin kutsandığı, mücadelenin değerlerinin bu anti Marksist, öznel idealist ortamda şekillendiği bir dönemdi.
Fransa, İtalya gibi, o yıllarda Komünist partilerin işçi sınıfının önemli bir bölümünü kucakladığı ülkelerde, öğrenci gençlik hareketiyle atbaşı yükselen işçi sınıfı mücadelesinin bu modern revizyonizme kayan partiler tarafından bastırılıp sisteme bağlanması; gençlik arasında işçi sınıfı sosyalizminin değerlerine karşı (devrimde işçi sınıfının rolü, ara sınıfların karakteri, gençliğin sınıfsal durumu, devrim mücadelesiyle sınıfın dolaysız ilişkisinin koparılması vb.) girişilen burjuva propagandanın etkisini artırdı. Dolayısıyla Batı ülkelerinde ’68 mücadelesi, bir öğrenci gençlik mücadelesi olarak tecrit olma süreci yaşadı ve başlıca kapitalist ülkelerde “68 hareketi”, 1-2 yıl içinde kontrol altına alınan “orta sınıf gençliğinin sisteme başkaldırı hareketi” olarak “tarihteki yerini” aldı. Türkiye’de ise, bu hareket, 1971’deki 12 Mart Darbesi’ne kadar sürdü.
’68 için, burjuva propaganda merkezleri, “başkaldırı” ve “devrim” gibi, katılanları onurlandıran nitelemeler kullandı; ama burjuva ideologları, bu nitelemeleri, gençliğin sisteme karşı çıkışını onurlandırmak için değil, sosyalizm cephesindeki parçalanmadan yaralanarak, Marksist sosyalizme saldırmak ve onun değerlerini mahkum etmek için kullandılar. Ve ’68’den; “en devrimci sınıfın işçi sınıfı değil gençlik, özellikle öğrenci gençlik” olduğunu iddia eden tezler ürettiler; “solcular”ın “öncü savaş kuramını”, ’68’in yarattığı “mistik ortamı” kullanarak yenilediler ve Marksizmi tahrif etmek, devrimci saflarda karışıklık yaratmak için ’68’i bir malzeme olarak kullandılar. Pek çok ülkede devrimci çevreler bu tezlerle kuşatılarak manüple edildiler.
TÜRKİYE GENÇLİK MÜCADELESİNİN ÜÇ DÖNEMİ
Evet, gençlik, üniversite gençliğinden ibaret değildir. Tersine ülkemiz, genç bir nüfusa sahip bir ülke olarak; üniversite dışında da milyonlarca gencin yaşadığı bir ülkedir. Ama gençlik mücadelesinin bağımsız bir mücadele olarak şekillenişi, üniversite gençliği mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de, devrimci, solcu çevrelerin gençlik mücadelesine dair argümanları, gençlik mücadelesi kültürü, üniversite gençliği mücadelesi içinde oluşmuştur. Bu yüzden de, günümüzde olup bitenlerin anlaşılması için, üniversite gençlik mücadelesi içinde ortaya çıkan eğilimler üzerinde durmakta yarar vardır. Bunu için kısaca gençlik mücadelesinin yakın tarihine bir göz atmak gerekir.
1-) ’60’LI YILLARIN GENÇLİK MÜCADELESİ
Türkiye’de, üniversite gençlik mücadelesi, tarihinde ilk kez 60’lı yıllarda anti emperyalizmle, sosyalizmle yüz yüze geldi. ’60’lı yıllarda öğrenci gençlik mücadelesi, okunan her yeni kitabın yeni tartışmaları getirdiği bir “aydınlanma” dönemi zemininde ilerledi. Batı ülkelerinde ortaya çıkıp yayılan ’68 hareketini, Türkiye’nin öğrenci gençliği, bu yoğun fikir tartışmaları ve yeni fikirleri keşfetmeye yöneldiği koşullarda karşıladı.
’60’lı yıllardaki öğrenci gençlik hareketinin en önemli özelliklerinden biri, gençlik hareketinin, üniversite gençliğinin ana kitlesi diyebileceğimiz* önemli bir kesimini kapsamasıdır diyebiliriz. Gerici güçler, ’60’lı yılların sonlarında gençlik mücadelesine müdahale etmek istediklerinde; üniversite içinde kendilerine dayanak olacak kadar bile gençlik kümelenmeleri bulamadılar. Onun için de; gençlik mücadelesine ilk saldırılar ya doğrudan güvenlik güçlerinden geldi ya da kontrgerilla örgütlenmesinin faaliyetleri olarak ortaya çıktı. Kitlesel saldırılar ise; yine en gerici güçlerin oluşturduğu, üniversite dışında gerçekleştirilen “toplu namazlar”dan çıkan gerici güruhun, emniyet güçleri tarafından yönlendirilmesiyle yapılabildi. Giderek bizzat resmi makamların özel çabalarıyla yaratılan baskının sonucu olarak, üniversite öğrenci gençliği içinde ırkçı (ülkücü) ve şeriatçı gruplar organize edildi ve ’60’ların sonlarında başlatılan bu çabalar, asıl olarak ’70’lerin ikinci yarısından itibaren ürünlerini verdi. Başka bir söyleyişle, üniversiteye giren her genç, girdiği fakülte ve yüksek okulun öğrenci birliğine üye olmadan okula kayıt yaptıramazken, aynı zamanda ilerici, devrimci, hatta zamanın kavrayışına ve kendine göre olsa bile sosyalist bir topluluğa girdiğini düşünüyordu. Bu yüzden de, henüz evinden kopup gelen genç için, üniversitede sağcı, gerici grupları bulup onlara katılmak epey bir “zahmet” istiyordu. Bu nedenle, kimi ırkçı ve şeriatçı güçlerin yuvalandığı birkaç fakülte dışında, üniversitelerin genel kitlesi; kendisini ilerici, solcu, sosyalist sayan bir kitleydi. O yıllarda sağcı bir gazete tarafından yapılan anket, üniversite öğrencilerinin yüzde 82’sinin Türkiye’nin geleceğini ve sorunlarını aşmasının yolunu sosyalizmde gördüğünü gösteriyordu. Bu yüzden de; “üniversite reformu” isteyen kitleyle “kahrolsun emperyalizm” fikrine katılan kitle, bire bir olmasa da, büyük ölçüde örtüşüyordu.
Konumuzu oluşturan gençlik mücadelesine müdahale ve gençlik yığınların kazanılması açısından bakıldığında, gençlik yığınlarıyla bağlantı kurmak için; doğrudan, Amerika’nın işbirlikçisi, ülkeyi yabancılara satan hükümete karşı bir mücadele öngörmek, bir ana muhalefet partisi gibi davranmak; hükümetin anti-komünist, anti-sosyalist söylemine cepheden karşı çıkmak, dünyada esen anti emperyalist mücadele rüzgarına paralel olarak Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi öne çıkarmak yetiyordu. Daha geri bir politik tutum, o gün gençliğinin ana kitlesinin ruh haliyle de, politik istekleriyle de uyuşmazdı. Nitekim, sosyal demokrat gençlik diye bilinen ve ’60’ların sonlarında başlatılan ve ’70’li yılların ilk yarısında popüler olan akım, 60’ların ikinci yarısında “mızmız muhalefet”, “Amerika’nın gizli işbirlikçisi” olarak görülüp tecrit olmuştu. Yine, gençliği daha geri ve parlamentarist bir çizgide mücadeleye çağıran TİP de, gençlik mücadelesinden dışlandı. Kısacası bu dönemde, gençliği kazanma mücadelesi; doğrudan Amerikan emperyalizmine, hükümete, onun politikalarına devrimci bir üslupla müdahale ve muhalefet etme üzerine kuruluydu. Kısacası gençlik, radikal bir ana muhalefet odağı gibiydi.
Böyle bir ortamda, kol kulüp kurmak, öğrenci birlik ve derneklerinden çekilip, politik kimliği belirsiz öğrenci temsilcilikleri kurmak, kültürel etkinlikler düzenleyerek geniş yığınları çekip oralarda propaganda yapmak gibi dolaylı yollardan politika yapmak, elbette ki mücadeleyi geriye çekmek, yığınların gerisine düşmek olurdu.
2-) ’70’Lİ YILLARIN GENÇLİK MÜCADELESİ
1970’li yıllarda ise, durum bir hayli değişmiştir.
12 Mart darbesi, ’68 gençliğinin öncü kesimini ezerken, geri kalan ana kitle üzerinde de tam bir terör estirmişti. Ama, 1974 yılından itibaren üniversite gençliği içindeki devrimci mücadele gözle görülür biçimde öne çıkmıştı. Ancak; 1960’lı yıllarda sağcı, ırkçı, şeriatçı siyasi odaklar ve kontra güçlerin müdahaleleri ve yarattıkları baskı, gençlik içinde bir bölünme yaratmış; “Ülkücü” ve “Akıncı” gençlik denilen sağcı gençlik kümelenmeleri, üniversite gençliği içinde bir hayli mevzi kazanmıştı.
’70’li yılların sonlarında üniversitelerde sağcı ve solcu gençlik kesimleri arasındaki “rekabet” bir genel çatışmaya dönüşen biçim aldı. Bölünme, kentlere, mahallelere, ilçelere hatta köylere kadar yayıldı. Sonunda; merkezinde üniversitelerin bulunduğu çatışmalar, her gün 10-20 kişinin öldüğü bir aşamaya vardı.
Öğrenci gençliğin ana kitlesi, solcu ve sağcı olarak bölünmüştü. Arada kalanlar ise; çatışmalar sertleştikçe, bu gruplardan birisine iltihak etmek zorunda kaldı; çünkü ne can güvenliği ne de öğretime devam etme imkanı başka türlü bulunup sürdürülebilir olmuştu.*
Bu koşullarda yığınları kazanmanın tek yolu, onları koruyacak kadar örgütlenmiş, hatta silahlanmış olmayı gerektiriyordu. Daha geri bir tutum almak; gidişata müdahale edememe ve öğrenci yığınlarının talepleri karşısında bir role sahip olmama sonucunu doğuruyordu.
Bugünkü müdahale biçimleriyle tartışırsak; örneğin 1978-79 yılında; “öğrencilerin temsilcileri için bütün öğrencilerin katıldığı seçim yapalım”; “kollar ve kulüpler kuralım”; “üniversitelerde her öğrencinin katılmasına fırsat veren toplantılar düzenleyip sorunları tartışalım”, “kültürel, sosyal muhtevalı eğlenceler, etkinlikler düzenleyelim” gibi girişimler, herhalde sadece çocukça bulunmaz, ama bu tür hayaller peşinde olanların “taraflar” arasındaki çatışmalarda “arada kalarak” kim vurduya gitmesi de kaçınılmaz olurdu.
’70’li yılların ikinci yarısındaki koşullarda, gençlik yığınlarını kazanmanın yol ve yöntemleri olağandışı bir biçimde şekillenmiş; “ortada” olabilecek öğrenci kitlesi, bulunduğu üniversite ve çevrede hangi taraf ağırlıktaysa o tarafı tercih etmiş; can güvenliğini ve öğrenimini sürdürme imkanını böyle bulmuştu! Bu büyük bölünme içinde, taraflardan birine katılmayanların ise, okullarını terk edip evlerine dönmekten başka çareleri olmamıştı.
Bu dönemin yığınları kazanma tutumu, “kitlesini saldırılardan korumak” üzerine oturmuş ve gazete, dergi, broşür, dernek, sol ya da sağ gruplar aralarındaki ilişki (ittifaklar ve çatışmalar) ve benzeri bütün öteki yığınları kazanma araçları, bu temel amaca hizmet edecek biçimde biçimlenmişti.
3-) 12 EYLÜL SONRASINDA GENÇLİK MÜCADELESİ
1980 sonrasında ise; durum tamamen değişti.
Geçtiğimiz yüzyıl boyunca uluslararası sermaye güçleri, hükümetler ve ideoloji merkezleri; gençliği komünizmin etkisinden korumayı ve komünizme karşı mücadelede gençliğin dinamizminden yararlanmayı kendileri için başlıca strateji edinmişlerdi.
Yeni Dünya Düzeni’nde; birçok başka konuda olduğu gibi, gençliği kazanma stratejisinde de önemli değişiklikler oldu. Gençlik bir yandan dini, mistik, bilinemezci, öznel idealist, kozmopolit öğretilerin pençesine alınırken, öte yandan da, piyasanın acımasız dişlileri arasına atıldı. Ve herkesin birbiriyle rekabete sokulduğu yarış, hayatın her alanında dayatıldı.
Eğitimin her kademesinde sınavlarla yarışa sokulan gençler; eğitim sonrası, yetişkinlik çağında da; öteki sınıfdaşları ve yaşdaşlarının işini elinde almak üzere eğitilip yönlendirilmektedir. Artan ve kronikleşen işsizlik; kimi zaman da dincilik, ırkçılık ve aşırı milliyetçilikle harmanlanan piyasacılığın baskısı zemininde, kapitalizmin ideologları, gençleri birbirine rakip olarak göstererek, her yolla gençliği kendi geleceğini kazanmak için birleşmekten alıkoymaya çalışmaktadır.
Bu uluslararası durum, Türkiye’nin kendine has koşullarıyla birleşerek, gençlik yığınlarını sermayenin geleceğine bağlanmaya çalışanlara dayanaklar sağlamaktadır.
12 Eylül Cuntası, gençliği, özellikle de öğrenci gençliği ezerken; gençliğin siyasete “bulaşması”nı önlemek üzere de önlemler almış; üniversitede bir kışla düzeni kurmuştu. Bu düzen, ülke sathına yayılan terör aygıtı devletin uygulamalarıyla da birleşince, 12 Eylül’ün öncesi ve sonrası, tamamen iki ayrı döneme karşılık gelen, öncesiyle bağı olmayan bir durumu ortaya çıkarmıştı. Tıpkı, Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki 10 yıl kesintisiz yağan “yağmur”un toplumun öncesiyle bütün ilişiklerini koparması gibi. Ya da şöyle demek daha doğru olur: 1980 öncesinin 20 yılına damgasını vuran devrimci gençlik hareketi içinde doğmuş grupların kimi yeni versiyonlarının, “hiçbir şey değişmedi”; “aslında solcular yenilmedi”; “hiç de yanlışımız yoktu” demeleri ötesinde pek çok şey değişmişti.
Bu gruplar, önceki dönemin eski ideolojik ve örgütsel zaaflarını da ’80 sonrasının öğrenci gençlik hareketine taşımışlardı. ’60’lı ve ’70’li yıllardaki gençlik hareketinin kitleselliği ve sert çatışmaları içinde pek fark edilmeyen, fark edilse de önemsenmeyen, yığınları küçümseme, gençliği devrimin temel gücü, “üniversiteleri devrimin kaleleri” görme, öncülüğü işçi sınıfından alıp devrimci gençlere aktarma; asıl gücün devrimci gençlerde olduğunu vehmetme gibi eğilimleri, ’80 sonrası dönemin marjinalleşen sol gruplarının politik tutumuna damgasını vurdu. Üstelik bütün inandırıcılıklarını da yitirmiş olarak!
Kuşkusuz sağcı gençlik gruplarında da benzer bir marjinalleşme yaşandı. Devlet gücü –tümüyle olmasa bile, az-çok– arkalarından çekildiğinde nasıl ortada kaldıklarını gördüler. Çünkü üniversite öğrencileri kitlesi; 12 Mart öncesinde ana kitlesi devrimci gençlik mücadelesiyle birleşen bir kitleyken, 12 Mart sonrasında sağ ve sol olarak bölünmüş ve yurt sathında sol ve sağ gençlik yığınlarının birbirlerine karşı silaha sarılacağı ve günde 15-20 kişinin öleceği düzeyde sertleştiği bir bölünme dönemi yaşamıştı. 12 Eylül sonrasında ise, üniversite gençliği; ana kitlesi günlük politikayla pek ilgilenmeyen, gençlik yığını içinde sol ve sağ bölünmesinin marjinal düzeyde kaldığı bir karakter arz etmiştir ve bugün de görünüm budur. Dolayısıyla; ne sağcılardan gelen milliyetçi, dinci herzelere bulanmış talep ve çağrılar, ne de “sol” adına ortaya çıkan gurupların iktidara, düzene, YÖK’e karşı yüksekten “mücadele” çağrıları ya da basit gündelik talepler (yemek, kredi, harç, ulaşım, barınma vb…) üzerinden kendi belirledikleri eylemler ve yukarıdan eylem çağrıları bu ana kitleyi pek etkilemektedir. En azından son 20 yılda üniversite öğrencilerinin hareketi böyle bir seyir izlemektedir.
(Bu dönemde Kürt kökenli gençlik yığınlarının daha farklı bir gelişim seyri izlediğini, statükoya, sisteme karşı silahlı karşı çıkış yoluna giren gençlerin sert yöntemlerle karşılandığını, dolayısıyla iki kuşak gencin dağlarda ya da yerleşim bölgelerinde muhalefet yürüttüklerini ve hiç de küçümsenmeyecek kırımlara uğratıldıklarını biliyoruz. Elbette ki bu durum ayrıca değerlendirmeye muhtaçtır.)
GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ VE SİYASET
12 Eylül Cuntası’nın oluşturduğu üniversite sistemi ve genel siyasi baskının etkisinin azalmaya başlamasıyla, ’80’lerin ikinci yarısından itibaren, gençlik mücadelesinde solcu sloganlar ve sol örgütlenmeler etrafında epeyce bir gencin toplandığı görüldüyse de (sayısal olarak bu kitle, üniversite gençliğinin bütünü bakımından, geçmişe göre, önemli sayılacak bir yekûn teşkil etmiyordu), sonraki yıllarda bu sayının giderek azaldığı gözlendi. Çünkü sol gruplar; ’70’lerde olduğu türden, sanki üniversite durmadan “profesyonel devrimci üreten bir mücadele merkezi” rolü oynarmış ve oynuyormuş gibi, üniversite öğrencilerini, kendi örgütlerinin “profesyonel kadro ihtiyacı”nın ana kaynağı olarak görmeye devam ettiler ve üniversitelerde bir mücadele örgütlemeye, üniversite gençliğinin mücadelesini, üniversitenin demokratikleşmesi mücadelesini Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin bir parçası olarak görmeye yanaşmadıkları gibi, üniversite öğrencileri ve öğretim üyelerini demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin bir bileşeni olarak görmeyi de lüks buldular. Ve tabii üniversitelerde az-çok bir etkiye sahip sol odaklar; üniversite gençliğini ve üniversiteleri Türkiye’nin bilimsel bilgi ve entelektüel geleceğinin merkezi olarak değerlendirmediler; buradaki mücadeleye böyle bir değer biçmeyi, üniversite öğrencilerini üniversiteyi bitirdikten sonra da demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin içinde yer alacak bir kitle olarak görüp algılamayı da başaramadılar. Tersine, üniversitedeki mücadeleyi, (kendi aralarında çatışmayı da ihmal etmeden) faşist ve dinci çevrelerle çatışmaya, kendi örgütlerine kadro kazanmanın zemini olmaya indirgenip, üniversitede şu ya da bu ilişki içinde kazandıkları gençleri hızla üniversiteden çıkararak “kadrolaştırma” başlıca kaygı olunca; üniversitedeki mücadele, devrimci gençler cephesinden, sürekli kan kaybeden, biriktirmeyen bir mücadele olarak seyretmiştir.
Üniversitede, gençliğin siyasileşen ileri kesimleri içinde faaliyet gösteren sol gruplar, üniversiteyi sınıflar mücadelesinin bir alanı olarak değil (en azından fiiliyatta böyle), örgütlerinin kendi reklamlarını yaptıkları ve ileri gençleri kendilerine çektikleri bir alan olarak görünce, gençlik mücadelesi de, grupların sloganlarının yarıştığı, en radikal olanın kazançlı çıkıyor göründüğü bir “arena”ya dönüşmüştür. Bu yarış ve gruplar arasındaki çatışmanın kuralları, üniversite gençliği içindeki çalışmanın da kuralları haline gelmiştir. Bu eğilim; ’60’lı ve ’70’li yıllar öğrenci gençlik hareketinin oluşturduğu kültün baskısı altında; o mücadelelerin yanlış yorumlanması ve zaaflarıyla birleşerek, kendisine tarihsel dayanaklar da bulmuştur.
Böylece, üniversitedeki gençlik mücadelesinin seyrini belirleyen, şu veya bu nedenle solculuğa bulaşmış ve üniversiteye girmiş gençlerin çeşitli sol fraksiyonlardan birini seçmeye zorlanmasıyla sınırlı bir mücadele olarak gelişmiştir.
Geriye dönüp bakıldığında; bu mücadelenin böyle ifade edilmesinin haksızlık olduğu ileri sürülebilir. Çünkü “solcular, örneğin, öğrencilerin yurt, kredi, yemek, ulaşım gibi sorularına da sahip çıkmışlardır. Üniversitenin kışla düzenine, YÖK yönetimine karşı çıkmışlar; ders program ve notlarına kadar pek çok konuda ajitasyon yapmışlardır…” denebilir. Ve çalışma, özünden koparılıp sözcüklerin karşılığına indirgendiğinde, bu iddia doğru da olur. Evet, sol gruplar, yerine göre, yemeklere zam yapılmasına, barınma güçlüklerine, ulaşımın zamlanmasına, YÖK’ün keyfi uygulamalarına; yurt, barınma, eğitim, sosyal yaşamanın sınırlanmasına, üniversitedeki kışla düzenine, gerici, ırkçı milliyetçi eğitim girişimlerine karşı çıkmışlardır; ama bunu, “yukardan”; yığınlar adına, onların yerine kendilerini geçirerek; tıpkı ’60’ların, 70’lerin devrimci gençlerinin yığını korumak için öne atılmaları gibi, onları taklit ederek, yapmışlardır. Üstelik de, arkalarında onları izleyen, izlemekten başka çaresi de olmayan bir kitle olmadığı halde. Dolayısıyla; öne sürülen talepler, öğrenci çoğunluğu için bir dayatmanın, çoğu zaman da zoru içeren yöntemlerle onları eylemlere çekme uğraşının dayanağı haline gelmiş ve sonuçta onları polisin yeniden yeniden saldırısının hedefi haline getirmeye dönüşmüştür. Çünkü sol gruplar için, bugünün üniversite gençliğinin ana kitlesi; politikaya, dünyada olup bitene karşı “ilgisiz”, bireyciliğin güdümüne girmiş, mutlaka “çekilip çevrilmesi gereken” bir kuru kalabalıktır!
GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ ‘DÜNYANIN NEREYE GİTTİĞİ’NE İLGİSİZ Mİ?
Oysa şu bir gerçektir ki, bugünkü öğrenci gençliğimizin ana kitlesini oluşturan öğrenciler, ne ülke sorunlarına ne de kendi sorunlarına yabancıdırlar. Tersine onlar, sanıldığından daha çok ülkeyi ve kendi geleceklerini düşündüklerini her fırsatta göstermektedirler. Özellikle son yıllarda; yüzlerce öğrenciyi bir salona toplayarak yapılan TV programlarında da görülmektedir ki; öğrenciler, önlerine getirilen her fikre “evet” dememektedir. Tersine, genel olarak kabul gören, AB, demokrasi, serbest piyasa, özgürlükler gibi, sistemin ideolojisinin köşe taşı yapılan konularda, yerleşik ve genel kabul gördüğü var sayılan yargıları kabul etmediklerini ortaya koymuşlardır. Kaldı ki, programların yapımcıların ortaya attıkları “evet” demeye zorlayan sorulara “hayır” diyebilmişler; programın düzenleyici ve ideolojik yön vericilerinin bile onlardan beklemediği rasyonal fikirler öne sürdüklerine pek çok kez tanık olunmuştur. Hatta öyle ki, programı hazırlayanlarla programa katılan uzmanların baskılarının da onların fikirlerini değiştiremediğini görüyoruz. Elbette burada söz konusu olan, inatlaşma değil; tersine öğrencilerin genel geçer fikirleri, egemenlerin ülke ve dünya sorunlarına çözümlerini kolayca kabul etmemeleridir.
Aslında olup bitene bakıldığında; burada olanın, öğrenci yığınlarının, egemenlerin fikirlerine kayıtsız koşulsuz boyun eğdikleri ve “ot gençlik” oldukları yönündeki saptamayı ya da seçkinlik özentisi ve kendini beğenmişliğin önyargısını doğrulamadığı; ama sorunları ve taleplerini tartışacakları mekanizmaların olmadığı, olan ve olabilecek mekanizmaların da gençlerden yana ve talepleri yönünde çalıştırılmadığıdır. Başka bir söyleyişle; gerçek durum, gençliğin, ülkenin, üniversitenin ve kendisinin sorunlarına duyarsız değil; ama sorunları ve çözümlerini tartışmak, fikir ve karar oluşturmak için bir mekanizmaya; bunları gerçekleştirecek örgütlenmeye sahip olmadığıdır. Burada sol ve sağdan gelen çağrılar da onlara dayatma olarak gelmektedir.
Üniversite ortamının sorunlarının tartışılıp kararlar oluşturulması ve öğrencilerin ana kitlesinin bu tartışmalara katılıp bir tutum almasının imkanlarının yaratılması söz konusu olduğunda, bugünkü mekanizmalarının arasında hemen ilk akla gelen ÖTK olmaktadır. ÖTK’lar, sadece seçimler sürecinde değil, ama ÖTK’ya seçilen öğrenciler etrafında oluşturulacak girişimlerle, öğrencilerin ve üniversitenin eğitim ve öğretim sorunları üzerinden tartışmalar düzenlemek; tartışmaları siyasi çevrelerin kendi aralarında yaptıkları bir diyalog olmaktan çıkarıp, anfilere taşıyarak, çoğunluğun istekleri doğrultusunda bir eylem hattı izlemek, bugün öğrenci gençliğin ana kitlesini bu tartışmaların içine çekmek için son derece önemlidir. Ancak ÖTK’ların, kurum olarak, daha baştan, “idarenin icazetli kurumları olduğu”, “öğrenci gençlik mücadelesini YÖK’ün denetimine sokacağı” gibi damgalarla lekelenmeye ve dışlanmaya çalışıldığını, pek çok sol grubun seçimleri bile boykot ettiğini, bu yüzden de sağcıların kolaylıkla ÖTK’larda etkin olduğunu biliyoruz. Dahası, Emek Gençliği’nin bile, teoride önemsemesine karşın, bu kurumlara gerekli önemi verdiğini, bu kurumların üniversite mücadelesinde bir dayanak olarak değerlendirildiğini söylemek güçtür. Bunun nedeni; “sol”dan estirilen cereyanların Emek Gençliği saflarındaki etkisi ve gençlik içindeki çalışmanın geleneksel alışkınlıklarıdır.
Bugünün koşullarında, öğrenci gençlik yığınlarının bir bölümüyle de olsa ilişki kurmanın bir aracı olarak ortaya çıkan örgütlerden birisi de, “kol ve kulüp örgütlenmeleri”dir. Sağ ve “sol” çevrelere göre daha geniş bir öğrenci kesiminin ilgi duyabileceği bir frekansa sahip olan kol ve kulüplerin, etkili oldukları olumlu örnekler vardır. Çünkü bu kol ve kulüpler yoluyla, öğrencilerin “ilgili kesimleri”nin ilgisinin çekileceği tartışmalar düzenlemek, bilimin, kültürün, sanatın ve siyasetin çeşitli konularında tüm öğrenci kitlesine hitap etme şansı olan etkinlikler gerçekleştirmek; sosyal, siyasal ve bilimin çeşitli dallarında tartışmalar düzenlemek; bu tartışmalar içinde bilimin, siyasetin, felsefenin –ayrıntıda bile– birçok konusunda propaganda yapma imkanı bulmak mümkündür. Örneğin “biyoloji kulübü”nün Evrim Kuramı’nı tartıştırması, yaradılışçılıktan Darwinizme, öznel idealizmden diyalektik materyalizme kadar pek çok konuda tartışma açabilmesi, ve bunu, öğrenci kitlesinin büyük çoğunluğunun katıldığı bir tartışma olarak örgütlemesi olanaklıdır. Ya da bir folklor kulübü, emperyalist kültür ve halk kültürü tartışması üzerinden pek çok konuyu gündeme getirebilir. Beğenmediğiniz sinema kulübü ile; çok az bir çevreyi ilgilendirebileceği düşünülecek yerli sinema-Amerikan sineması tartışması üzerinden, emperyalist kültür istilası ve sonuçları tartışmasına geniş bir kesimi katabilirsiniz. Ya da gündemde ön sıraya çıkan Kürt sorununu demokrasi kültürü, dil, özgürlükler bağlamında konuşup tartışmak mümkündür ve edebiyat kulübü böyle bir tartışma düzenleyebilir… Örnekler çoğaltılabilir.
Ancak, kol ve kulüplerin de, önemli ölçüde, sağ ve sol gruplar tarafından, sözcüğün gerçek anlamıyla istismar edildiği, bunların öğrencilere karşı bir “hile”, bir “maske” gibi kullanıldığı, bu yüzden de kötü örneklerin de ortaya çıktığı; dolayısıyla, etkinliklerin etki alanının, hızla sözkonusu kol ya da kulüpte egemen olan grubun çevresiyle sınırlı hale dönüştüğü bilinmektedir.
Kuşkusuz bugün de, amaçlarına uygun olarak kurulup değerlendirildiğinde ya da kurulmuş olanlar amaçlarına uygun faaliyetlere yöneltildiğinde; kulüp ve kolların, etkin, öğrenciler içinde itibara sahip, işe yarayan araçlar olabileceği, sabırla çalışıldığında, iyi düşünülmüş ve iyi örgütlenmiş bir propagandanın ciddi dayanakları olacakları bir gerçektir.
Bir bütün olarak son 20 yılın üniversitelerinde olup bitenlere bakıldığında, üniversite gençliğinin, dünyada ve ülkede olanlara, üniversitenin sorunlarına, kendi güncel taleplerine ilgisizliğinden söz edemeyiz. Ama, bu sorunları tartışmaya açmak isteyen üniversitedeki gençlik örgütlerinin, sol siyasi çevrelerin, bu sorunları gündeme getiriş tarzının geniş gençlik yığınlarının ilgisini çekecek bir “formatta” olmaması kadar, sorunları ele alış tarzlarının da sorunlu ve ilgisiz, öğrenci kitlesini küçümseyen, onlara bir fikri, bir tutumu dayatan bir tarzda olduğundan söz edebiliriz. Ve evet, genellikle gençliğin ana kitlesinden genci “adam yerine koymayan”, kendi içine dönük ama dışa kapalı, dayatıcı ve üstelik çoğu kez “ürkütücü” bu tarz ve tutumlar, gençlik yığınlarıyla birleşme yerine onların uzak durması ve “ilgisizliği”ni koşullamaktadır. Çünkü; tartışma konularının ortaya konuluşu ve bu belirli konularda gençlerin tutum almaya çağırılması; sol ve sağ grupların kendi grup ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmiş sloganlar, alınmış bir karar ve belirlenmiş bir tutuma katılım çağrıları (şunun için şurada toplanın, şu gün boykot yapalım, burada eyleme geçelim vb. gibi), bu çerçevede basın açıklamaları vb. biçiminde gündeme gelmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, 1960’lı yılların solun etkisindeki gençlik yığınları ya da ’70’li yılların ana kitlesi “sol” ve sağ olarak bölünmüş gençliğinin en azından çağrının yapıldığı tarafta yer alan gençlik kesimi için anlamlı olan bu tür yol ve yöntemler, bugünün sol ve sağdan gelen çağrılara kolay yanıt vermeyecek bir pozisyonda bulunan üniversite gençliği için bir anlam taşımamaktadır. Bunun içindir ki; bugün üniversitede sol ve sağ siyasi fraksiyonların yeni gençler kazanması rastlantıya kalmaktadır. Nitekim, bugün çeşitli siyasi fraksiyonların saflarında yer alan gençlerin çok büyük çoğunluğunu, üniversite öncesinden, aile ya da arkadaş çevresinden siyasileşerek gelenler oluşturmaktadır. Üniversitede kazanılanların sayısının çok az olduğunu (şurada burada istisnai durumlar elbette vardır) kabul etmek gerekir. Ancak bunun nedeni, üniversite gençliğinin dünyada olup bitene ilgisizliği değildir.
Kısacası, üniversite gençliğinin bugün siyasetin dışında kalmış olmasının iradi nedenlerinin başında (kuşkusuz, bizim irademiz dışında da nedenleri de vardır), sorunların tartışılmasının mekanizmasının oluşturulamaması; oluşmuş mekanizmaların kullanılmasında gerekli beceri ve gayretin gösterilememesi gelmektedir. Gençlik içindeki tartışmaların dar grup çevrelerinden çıkarılıp, anfilere, dersliklere taşınması ve bu tartışmanın yeterince sistemli bir ajitasyon ve propaganda faaliyetinin bir parçası olarak ele alınması, bu alandaki olumsuzlukların aşılmasının ön koşuludur.
Emek Gençliği, üniversite mücadelesini Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinin bir alanı olarak ele alıp; tartışmaları, kararların oluşturulmasını anfilere, dersliklere taşımadan, gençliğin ana kitlesini etkileyemeyeceğini görmek durumundadır. Bunun zamana ve mekana göre elbette yöntemleri farklılaşacak; nasıl ve hangi araçlar kullanılarak bunun başarılacağı her somut durumda değişik olacaktır. Emek Gençleri bunun yollarını, yöntemlerini yaratıcı bir biçimde geliştirecektir. Bu tartışmaları yönlendirmede başarının kriteri ise; gazete başta olmak üzere, yayınların, gençlik dergisinin, bilim ve kültür organların ÖTK’lar, kol ve kulüp örgütlenmeleri içinde okunan, tartışılan yayınlar olmasıdır. Bunun olabilmesi için ise; yayınların bu alanlarda dağıtılması, onların koyduğu gündemin tartışmaya açıldığı bir propagandanın örgütlenmesi, içeriklerinin bu alandaki gençliğin ilgi göstereceği haber, yorum ve röportajlarla desteklenmesi gibi görevleri yerine getirmek gerekmektedir. Bu yayınların öğrenci gençlik yığınlarına anlamlı gelecek biçimde seslenen bir muhteva kazanması için, üniversite gençliğinin ileri kesimleri, en başta da Emek Gençliği kendi üstüne düşeni yapmak; bu yayınları gençliğin sorunlarının tartışıldığı, çözümlerin araştırıldığı kürsüler olarak değerlendirmek durumundadırlar. Ancak böylece propagandamızın düzeyini yükseltebilir ve gençliğin duyabileceği bir frekansı yakalama imkanına sahip oluruz.
EMEKÇİ GENÇLİK KESİMLERİ İÇİNDEKİ ÇALIŞMA
Öğrenci gençlik için böyle de; emekçi gençlik yığınları arasındaki çalışmanın sorunları farklı mıdır?
Elbette hem farklıdır hem de değildir. Emekçi gençlik yığınları arasındaki çalışmanın esas alanının da, geniş işçi ve emekçi gençlik yığınlarının ana kitlesinin dışında kalan, az çok siyasete bulaşmış, bir biçimde solcu fikirlerden etkilenmiş, Kürtlük, Alevilik gibi kimlik sorunları üzerinden girilen çevreler ve yürütülen gençlik faaliyetinin de bu çevrelerle sınırlı bir faaliyetin olduğu bir gerçektir. En azından bugün Emek Gençliği’nin, emekçi gençliğin ana kitlesini oluşturan her mezhep ve milliyetten genç işçi, işsiz vb. gençlik kesimleri içinde; onların talepleri etrafında tartışmalar açan ve bu talepler etrafında birleşen gençleri eğitip örgütleyen bir faaliyet içinde olduğu söyleyemeyiz. Bu, ilk anda kaçınılmaz olabilir. Ama çalışma bu çevre içinde sıkışıp kalırsa, sorunlar da başlar. Nitekim öyle olmaktadır. Ve çalışmanın az çok geliştiği yerlerin, bu dar çevreyi aşan bir yönelişin başarılı olduğu çalışma alanları olması da bunun kanıtıdır.
Kuşkusuz burada kast edilen, bütün Türkiye sathına yayılmış milyonlarca gencin içinde, bir anda, binlerce alanda birden çalışma başlatmak değildir. Bunun olanaksız olduğu ortadadır. Burada kast edilen; her çalışma noktasında yapılan çalışmanın karakteridir. Ve bu çalışmanın hedefi ve içeriğinin, o çalışma alanındaki emekçi gençlik yığınlarının talepleri etrafında bir mücadelenin örgütlenmesi olmasıdır. Bu örgütlenme; meslek edinmeden kimi kültürel taleplere, iş talebinden okul talebine, parasız eğitimden üniversiteye girmede eşit hakka kadar değişik sorunlardan hareketle, bu sorunlar üzerinden şekillenen talepler etrafında olabilir. Zaman zaman ve çalışma alanındaki gençlik yığınının bileşimine göre, bu taleplerden bazıları öne çıkarak öteki talepler ona/onlara bağlı ele alınabilir. Ama önemli olan, bulunulan alandaki talepler ve bu talepler üzerinden mücadeleye –dar bir çevreyi değil, ama– gençliği katacak bir çalışmanın yapılmasıdır. Bunun esası ve başlıca ihtiyacı da; gençlik yığınlarını etkileyecek yoğunluk ve sistemlilikte bir ajitasyon ve örgütlenecek gençlik kesimlerinin ihtiyaç ve taleplerine uygun örgüt biçimlerinin geliştirilmesidir. Örneğin işsizlik ve yoksullukla ilgili özel bir kampanya yürütülüyorsa; işsizlik ve yoksulluğun baskısını en çok hisseden emekçi gençlik yığınları arasında yürütülecek ajitasyonda işsizlik ve yoksulluğa dair talepler öne çıkarılır; ajitasyonda ve örgüt çalışmasında, gençlerin meslek edinme talebi, işsizlik sigortasının etkinleştirilmesi, yoksullara yapılacak yardımın iane biçiminden kurtarılması, parasız meslek kursları, meslek edinenlere iş sağlanması gibi talepler önem kazanır. Dahası; işsizliğin kaynağı olarak kapitalizmin ve işsizliğin sistemle bağlantısı, yoksulluğun kaynakları ve kapitalist sömürünün açıklanmasına yönelik semireler, konferanslar örgütlemek, bu sürece damgasını vurur. Ama bu, kuşkusuz, gençliğin okul, parasız sağlık, “üniversiteye girişte adalet”e dair talepleri için mücadeleden vazgeçilmesi ya da çeşitli kültürel taleplerle, gençlik kesiminin ülke sorunları, dünyanın gidişatına dair tartışmalara katılması, ileri gençlerin siyasi olarak kazanılması faaliyetlerinin es geçilmesi anlamına gelmez.
Bir açıdan bakıldığında, emekçi gençlik yığınları içindeki çalışmada da, üniversite gençliği içindeki çalışmada olduğu gibi, dönüp dolaşılıp; gençliğin talepleri etrafında bir mücadele ve bu mücadelenin nasıl ve kimlerle olacağı/yürüyeceği fikrinin geniş gençlik kesimleri içinde tartışılması, bu tartışmaların açılıp yönlendirilmesi yerine; “Sizin talepleriniz şunlardır” ve “Şöyle örgütler kurmalısınız” dayatması yaygın tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Bu “dışardan” dayatmanın kaçınılmaz sonucu olarak, tartışmalar ve alınan kararlar, az çok siyasete bulaşmış ve kendi içine kapanma hastalığı ile malul gruplar oluşturan gençlik çevrelerine sıkışmaktadır. Dolayısıyla emekçi gençlik yığınları içinde de, asıl sorun, bunu aşmak; gençliğin ana kitlesinin talepleri etrafında bir tartışma açma ve geniş gençlik yığınlarına seslenme ve onların mücadelesinin önünü açmanın yolunu bulmaktır.
Örneğin, yürütülen çalışmanın etrafında bir gençlik kitlesinin biriktiği ve “burada artık bir gençlik derneği kuralım” dendiği yerlerde, bu zaaflar kendisini daha açıkça ortaya koymaktadır.
Yoksul emekçi gençlik kesimlerinin geniş kitleler oluşturduğu semtlerdeki dernek çalışmalarında, genellikle dernek; bir mücadele örgütü; derneğin üyeleri aracılığı ile bütün bir gençliği mücadeleye çekmenin aracı değil, ama bir “sivil toplum kuruluşu”ymuş gibi; gençlerin kimi ihtiyaçlarını karşılayan; müzik, tiyatro, şiir, elişi gibi kültürel sanatsal faaliyetler düzenleyerek, bu faaliyetin içine çekilen gençlerle sıcak ilişkiler geliştirerek “bağ kurmayı” ve onları siyasete kazanmayı hesaplayan bir tarz egemendir. Ancak yine yaşananlar göstermektedir ki; bu tarzla, emekçi gençliğin ana kitlesiyle bağ kurulması mümkün olmamaktadır. Çünkü bu tarz; Türkiye’de devlet tarafından, devlete sadık gençlik kuşakları yetiştirmek üzere kurulmuş, bütün faaliyetlerinde gençlere “kutsal devlete biat” fikri işleyen (kurulduğu koşullarda anlaşılır nedenleri vardı) Halkevleri geleneğinin bir devamıdır. Bugün de, Halkevleri içinde mevzi tutmuş bazı siyasi çevreler; buraları gençlerle bağ kurma “yeri” olarak kullanmakta (kullanmaya bir şey denemez, ama buradaki gençlik çalışması anlayışı, elbette ki sivil toplumculukla sınırlıdır ve eleştirilen de budur) ve benzer bir çalışmayla belirli bir kitleyi toplamakta, ama orada toplanan kitle sayısal olarak ne olursa olsun, bu çalışmanın kendisi “sivil toplumcu” faaliyeti aşmamaktadır. Bu yüzden de, kimi siyasi çevrelerin arpalığı olmayı aşmayan bir faaliyet olarak sürmektedir. Gençlik dernekleri, gençlik kültür merkezleri olarak Emek Gençliği’nin gündeminde olan örgüt biçimleri şüphesiz, Halkevleri’nin taklidi olmamalıdır. Tersine bu dernekler, birer mücadele örgütü olarak; gençlere kendi sorunlarını tartıştıran; sorunları aşmak üzere onların kararlar almasını sağlayan; gençlik yığınlarını talepler etrafında mücadeleye seferber etmede dayanak olan kuruluşlar olmak durumundadır.
Elbette gençliğin, müzik, tiyatro başta olmak üzere, kültürel talepleri vardır. Ama dernek ve onun etrafındaki gençlik çalışması, nasıl ki, iş talebi, meslek edinme talebi için bir mücadele örgütlüyorsa, kültürel talepler için de, bu taleplerin merkezi ve yerel yönetimler tarafından yerine getirilmesi için mücadele örgütlemek yükümlülüğündedir. Yoksa, saz çalmak isteyene saz kursu, tiyatro yapmak isteyene tiyatro kursu, şiir yazmak isteyene şiir atelyesi açmak, hem derneğin imkanlarını aşar, hem bu sanat dallarını “ayak altına” atar, hem de bu tutum ve tarz, mücadele edecek gençlere yanlış hedefler göstermek olur.
Kısacası, gençlik kültür dernekleri, bir mücadele örgütü olarak faaliyet gösterdikleri ölçüde anlamlı ve gençlik çalışmasının ilerlemesinin bir dayanağı olabilirler.
Demek ki, dernek etrafında örgütlenen faaliyet; emekçi gençlik kesimlerini, taleplerini elde etmek için harekete geçiren, örgütleyen, gençleri, elde etmek için etrafında birleştireceği talepleri yerel ya da merkezi yönetimlerden istemeye yönelten; bu mücadele içinde birbiriyle dayanışmaya ve sistemi tanımaya başlayan gençlerin, mücadeleden çıkarılan derseler temelinde eğitildiği bir faaliyettir.
Dernek de; kuşkusuz talepleri olan, talepleri konusunda yürütülen ajitasyonun uyardığı gençlerin, “taleplerimizi nasıl elde ederiz?”; “meslek sahibi nasıl oluruz?”; “kültürel taleplerimiz nasıl yerine gelebilir?”, “nasıl sendikalaşabiliriz?”, “geleceğimizi nasıl kurtaracağız?”… ve yerine göre, “seçimde ne yapacağız?”, “hangi partide örgütleneceğiz?”…. gibi sorunları tartışıp, bunların çözüm yolları üstüne de ortak kafa yormalarına, talepleri uğruna mücadele içinde taleplerinin arkasındaki gerçekleri, ve sonuçta, “siyaset olmadan”, “sisteme karşı bir mücadele olamadan” bu taleplerin çoğunun elde edilemeyeceğini anlamalarına yardımcı olmayı görevlerin merkezine koyan bir merkezdir. Demek ki, dernek, pratikte mücadelenin nasıl örgütleneceğinin tartışıldığı, gençlerin kendi yönetimlerini seçtiği, derneklerini yaşatmak için bir gayret içine girdiği bir faaliyetin cisimleşmiş şeklidir. Dolayısıyla derneğin kurulması ve yaratılması süreci de, onların, bunun kendileri için önemini anladıkları bir süreç olarak ele alınırsa anlamlı olur.
Elbette ki, bu çalışmanın doğru yolda ilerlemesi, talepler uğruna gençlerin inisiyatif aldıkları mücadele, taleplerin arkasındaki gerçekleri açıklayan bir ajitasyon ve propaganda faaliyetinin örgütlenmesi ve gençlik yığınlarının aydınlatılmasıyla birlikte olursa, başarılabilir. Burada gazetenin ve öteki yayınların rolünün belirleyici olduğu; gençlik içinde sürekli bir faaliyet, sürekli bir aydınlanma faaliyeti için gazetenin, gençlik dergisinin kullanılması ve öteki yayınların propagandanın araçları olarak değerlendirilmesinin tayin edici önemde olduğu açıktır. (Sınıf partisinin kitle içinde çalışmasının aracı olarak gazetenin oynaması gereken rol, elbette ki burada da geçerlidir. Bir farkla ki, burada, gençliğin dinamizmi ve öğrenme azminin bilenmesini de buna eklemeliyiz.) Aksi halde, “Burada çok genç var, dernek kuralım; gençler gelsin, biz de onları siyasileştirip örgütleyelim” mantığı belirleyici ve geçerlidir demektir ki, bu mantık, tamamen 1960’lı ve ’70’li yılların gençlik mücadelesi ve derneklerinden akıldan kalan kimi özelliklerin yanlış yorumlanmasının ürünüdür ve günümüzün gerçekleriyle mücadelenin buradan şekillenen ihtiyaçlarına yanıt olamaz.
Kuşkusuz ki, emekçi gençlikten söz ederken; burada meslek liseleri ve meslek yüksek okullarındaki çalışmanın ayrıca bir önemin olduğunu söylemeliyiz. Bu çalışmanın yöneldiği hedeflerin, planlanması bakımından, ayrıca değerlendirilecek önemde olduğu da bir gerçektir.
* * *
Yeni Dünya Düzeni’ni ifade eden motifleri altında; genel olarak rasyonalizm ve materyalizmin yaslandığı tüm değerler de dahil, insanlığın bütün sağlam değerlerine yönlendirilen saldırının, asıl olarak, gençlik yığınlarının aklını karıştırmak, onların düzene tepkilerini sindirmek ve kontrol altına almak için olduğunu söylemek; bir gerçeği en yalın biçimde ifade etmek olacaktır. Bu yüzden de, gençlik yığınları içindeki çalışmanın stratejik hedefi, bu saldırıyı püskürtmek, gençlik yığınlarına kapitalist emperyalist sistemin vereceği bir şey olmadığını göstermektir. Bu saldırı, zaman zaman silahla bile hizaya getirmeyi de içeren en kaba yöntemlerle yürütüldüğü gibi, bundan daha çok da, “inceltilmiş”, ama etkili yöntemlerle; sanat, eğitim, toplumsal dayanışma, yardım etme, hizmet gibi gerçekte kimsenin karşı çıkamayacağı biçimler altında yürütülmektedir. Bunun için de, gençlik içinde çalışmanın ağırlıklı yönü, bu “ince yöntemler”in deşifre edilmesi olmak durumundadır. Bu yüzden de, gençlik içindeki çalışma, bir stratejiye, bu stratejiye sıkı bağlı taktikler geliştirilmesine, deney birikimi ve bu deneylerin derslerinin özümsenip yığınlara mal edilmesiyle birleşen planlı bir çalışmaya dayanmak zorundadır. Yine aynı nedenle, çalışma; üniversite, lise, meslek lisesi, işçi gençlik (sanayi sitelerinde çalışan genç işçilerle fabrikada çalışan genç işçilere yönelik çalışma) ve işsiz, yoksul emekçi yığınları içinde; Kürt ya da Türk kökenli gençlik yığınları arasında farklı yöntemler ve farklı kalkış noktalarından hareket eden, araçları farklı bir çalışma olmak durumundadır.
Bu yüzden de, bu yazı; gençlik yığınları içindeki çalışmaya bir yaklaşım, başlıca, gençlik yığınları içindeki çalışmada, gençliğin ana kitlesine seslenebilecek bir çalışmanın nasıl bir çalışma olması gerektiğine bir yaklaşım olarak görülmelidir. Somut çalışma alanları ve içinde çalışılan gençlik kitlesinin sınıfsal, ulusal vb. özelliklerini gözeten somut taktikler ve yöntemlerle ortaya çıkan örgüt biçimlerin geliştirilmesi, elbette ki, bu alandaki gençlerin, Emek Gençliği örgütlerinin inisiyatifleri ve yaratıcılıklarının eseri olacaktır. Kaldı ki; bugün de birçok alanda yapılan çalışmadan olumlu dersler çıkaracak durumdayız. Başarılı çalışmalar yapılmıştır, yaşanmış olumlu örnekler, ÖTK faaliyetleri, iyi değerlendirilmiş kol kulüp çalışmaları vardır ve bunlardan da öğrenmeliyiz. Bu derslerin toparlanıp mücadeleye ışık tutar hale gelmesi, yanlışlardan arınmanın bir yolu olduğu gibi, ilerlemenin de vazgeçilmez koşuludur. Çünkü her hareket, öncelikle, kendi deneylerinden öğrenen bir hareket olduğu ölçüde gelişebilir.
Özgürlük Dünyası ve öteki yayınların da; bu geliştirilen araçlar ve çalışmanın etkisinin değerlendirilmesinin paylaşıldığı araçlar olarak rol oynadıkları ölçüde, çalışmanın ilerleyip olumlu sonuçların yaygınlaşacağını unutmamak gerekir.
* ’60’lı yılların ikinci yarısındaki, en azından 12 Mart darbesine kadar gelen devrimci gençlik
mücadelesi; Dev-Genç ve onun etrafındaki mücadele olarak, az sayıda genci kapsıyor görünüyordu.
Ama kendisini ilerici, devrimci, sosyalist sayan geniş üniversiteli gençlik kesimi, bu devrimci gençlik
mihrakından gelen çağrılara duyarlıydı; onunla bir biçimde diyalog içindeydi. Bu yüzden de, gençliğin
ana kitlesiyle devrimci gençlik odaklarının ilişkisi olumlu bir ilişkiydi. Ama bundan, bu devrimci gençlik
odaklarının, ana kitleyle olan ilişkilerini her zaman “olumlu” ve mücadeleye müdahale araçlarını doğru
ve yerinde kullandıkları söylenmez. Tersine, süreç ilerledikçe ve hükümet ve güvenlik güçlerinden gelen
baskılar arttıkça, bu ana kitleyle devrimci mihrakların arasındaki diyaloğun koptuğunu ve giderek
grupların ve elbette Dev Genç’in de tecrite yönelen örgütler ve harekete dönüştüğünü söylemek gerekir. Bu yüzden de, bu değerlendirmeden, o zamanki gençlik örgütleri için; “Onlar, gökten gelen gençler olarak, her
zaman doğru davranmış ve mücadelenin sunduğu olanakları biliçle ve gerektiği gibi kullanmıştır” gibi
idealist sonuçlar çıkarmamak gerekir. Çünkü onlar da, bugün eleştirdiğimiz pek çok yanlışı yapmış,
sonradan, “keşke öyle değil de, böyle yapsaydık” dedikleri sonuçlar çıkarmışlardır.
* Hiç kuşkusuz, söz konusu dönemde, buradaki tanıma pek uymayan okullar da vardı. Ya da; bir
öğrenim kurumunda olanlarla ötekinde olanlar birbirinden farklıydı: Bu, aylara, hatta haftalara göre
bile farklılaşıyordu. Ama bugünden bakıldığında ve gelişmelerin seyri ayrıntıdan arındırıldığında; gerçek
durum, gençliğin ana kitlesinin iki büyük bölüme ayrıldığı biçimdedir. Yer yer bu gruplaşmalardan az
etkinlemiş olan fakültelerde bile, “okulcular!”, bu grupların faaliyetlerine ve öteki gruplarla ilişkilerine
göre bir tutum almak zorundaydı. Bu yüzden de; ’70’lerin sonrasında gençliğin ana kitlesinin sağ ve sol
olarak bölündüğünü söylemek, olup bitenin anlaşılması bakımından gerçeğin en doğru ifadesidir.