Gençlik içinde çalışmanın bazı zorlukları

Politika, bir yanıyla yığınları bir düşünceye kazanma sanatıdır. Ancak, yığın dendiğinde; homojen “bireyler”den oluşun bir kalabalık anlaşılmaz. Tersine, yığın, çoğu zaman, çıkarları birbiriyle kısmen örtüşen kısmen de çatışan sınıfların fertlerinden oluşur. Söz konusu olan gençlik olduğunda; gençlik de, yığın olarak, homojen olmayan katmanlardan oluşur. En azından her sınıfının bir genç kesimi vardır, ve genel olarak, günümüzde 14-26 yaş arasındaki nüfus, gençlik kitlesini oluşturuyor sayılmaktadır.

Emekçi sınıfların gençliğinden söz ettiğimizde de, emekçi sınıfların 14-26 yaş arasındaki kesimlerinden söz ederiz. Ama bu da yetmez. Emekçi gençlik, lisede, üniversitede okuyan, öğrenci gençlik dediğimiz bir kategorinin yanı sıra işçi sınıfının genç kesimlerini ifade eden işçi gençlikle, diğer emekçi kesimlerin geçlerini kapsayan ve o sınıf ve kategorilerin adlarıyla da ifade edilen gençlik kesimlerinden oluşur.

Kuşkusuz ki, egemen sınıfın da bir gençlik kesimi vardır, ama bunlar, hem genel gençlik yığınları içinde çok küçük bir kesim oluşturdukları, hem de ve çok daha önemli olarak, gelecek ve bugüne dair talepleri emekçi gençlik yığınların talepleriyle taban tabana zıt olduğu için, gençlik ve onun mücadelesinden söz edildiğinde, dikkatimizin tamamen dışında kalan bir kesimdir.

Sınıflar mücadelesinde gençliğin kazanılması; sınıflar mücadelesinin iki kutbundaki güçler için de son derece önemli olmuştur. Çünkü gençliği; onun enerjisini, cesaretini, ataklığını yanına alamayan bir gücün, girdiği mücadelelerden başarıyla çıkması beklenemez. Bunun içindir ki; eski düzeni yıkarak yeni bir dünya kurma amacıyla kurulup faaliyet gösteren sınıf partisi için gençliği kazanmak çok daha önemlidir. Çünkü yeni bir düzen kurmak; cesaret, enerji, ataklığın yanı sıra; eski düzenin gelenek ve göreneği ile şartlanmamışlığı, onlarla çatışmayı, yeni bir gelecek istemeyi ve bu geleceği kurma mücadelesine hasredecek bir zamana sahip olmayı da gerektirir. Onun içindir ki, Lenin; işçi sınıfını sınıflar mücadelesinin öncü sınıfı olarak nitelerken; sınıfın genç kesimini kazanmanın önemine özellikle vurgu yapar.

Burada bir noktaya dikkat çekmemiz gerekir: Yukarıda hem egemen sınıfların gençliği kazanma ihtiyacından söz ettik, hem de egemen sınıfların geçliğinin, nüfus olarak, bir güç oluşturma bakımından ciddi bir yekun oluşturmadığını belirttik. Bu bir çelişki değildir. Çünkü egemen sınıfın ideologları da, “gençliği kazanmak”tan söz ederken; emekçi sınıfların gençliğini kazanmaktan söz ederler.

Egemen sınıflar; kendi düzenlerinin devamı için gençliği kazanmanın farkına çok erken çağlarda varmışlardır. Örneğin Antikçağ’ın en önemli düşünürlerinden Sokrates’in ölüme mahkum edilmesinin nedeni; “gençliği baştan çıkaracak; yürürlükteki yasalar, gelenek ve görenekler hakkında kuşku duyacağı fikirler yaymış” olmasıdır. Günümüzden 2 bin 400 yıl önce verilmiş bu karar bile, çok uyarıcıdır. Çünkü bu karar; egemenlerin, 2 bin 400 yıl önce de, gençliğin kurulu düzenin savunulmasına kazanılmasının önemini fark ettiklerini gösterdiği gibi, aynı zamanda, düzenlerini savunmak için, en önemli düşünürleri bile ölüme mahkum etmekten çekinmeyeceklerini göstermesi bakımından da öğreticidir.

Aslına bakılırsa; 2 bin 400 yıl önce Sokrates’in ölüme gönderilmesiyle 34 yıl önce Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idama gönderilmesinin gayri resmi gerekçeleri bire bir uyuşur: Gençliği sisteme karşı başkaldırmaya yönlendirmek!

Kuşkusuz ki; sınıflar mücadelesinin yasalarının bilindiği ve yığınları etkileyecek pek çok yeni imkanın ortaya çıktığı günümüzün kapitalist toplum koşullarında gençliği kazanmanın önemi çok daha fazla önem kazanmıştır. Okullar, yığınsal eğitim kurumları, medya gücü, sayısız eğlence ve sanat yapıtları, son tahlilde toplum ve onun en dinamik gücü olan gençliği kazanmak için kullanılmaktadır.

Dolayısıyla hem düzenlerini savunmak için egemen sınıfların, hem de kurulu düzeni yıkarak, yerine yeni bir düzen; işçilerin, emekçilerin çıkarına uygun bir yeni düzen, nihayetinde sömürüsüz ve baskısız bir dünya kurmak isteyen sınıf partisinin kazanmak ve kendi amaçlarının gücü yapmak istediği gençlik yığınları, aynı yığınlardır.

Egemen sınıflar ve onların çeşitli güç odaklarının gençlik yığınlarını kendi yanlarına çekmek için giriştiği baskılar ile sınıf partisi ve ilerici, devrimci güç odaklarının gençliği yeni bir dünya kurma mücadelesine kazanma mücadelesi, sınıflar mücadelesinin en önemli alanlarından birisidir. Bu yüzden de “gençliği kazanma” mücadelesi derken; ortada duran bir gençlik yığını var; biz de bu yığına “çekici teklifler” yaparak onları kendi yanımıza çekmeye uğraşacağız biçiminde mekanik bir kavrayışı aşarak; gençlik yığınlarını egemen sınıfların düzenine karşı örgütleme ve her adımda gençlik yığınlarını daha büyük bölükler halinde mücadele mevzilerine çekme faaliyetini anlamamız gerekir. Çünkü gençliği kazanmak bir mücadeledir; üstelik egemenlerin en etkili ve en sinsi silahlarına karşı savaşılan ve en dolaysız çatışmanın yaşandığı bir mücadele alanıdır.

TÜRKİYE’DE GENÇLİK MÜCADELESİNİN KARAKTERİ

Türkiye’nin; öncesini bir yana bıraksak bile, son 40 yıllık tarihi içinde ilerici, devrimci güçlerle gerici, egemen güç odakları arasındaki mücadelenin ön cephesindeki çarpışmalar, “gençliği kimin kazanacağı mücadelesi olarak cereyan etmiştir” dersek bir abartı yapmış olmayız.

12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin gerekçesi, gençliğin sisteme karşı başkaldırıya sürüklenmesi; sisteme karşı fikirlerin etkisinde kalmış olması olmuştur. Her iki darbe de, halk yığınları indinde meşruiyeti, “gençliği yeniden sisteme kazanmanın başka yolu olmadığı” iddiasına dayanarak sağlamaya çalışmıştır. Bu yüzden de; gençliğin ileri, artık kazanılamaz diye düşünülen kesimleri, geniş yığınların bilincinde anarşist, komünist, terörist, bölücü… gibi dışlayıcı sıfatlarla nitelenip, bu kesimler ülkenin ve halkın düşmanı olarak ilan edilirken; geri kalan kitle havuç ve sopa politikasıyla hizaya sokulup, sonra da fikir ve çıkarları bakımından kazanılma yoluna gidilmiştir. Anayasalar, yasalar, hep bu, gençliği düzene bağlama gerekçesi ardında yeniden ve yeniden düzenlenmiştir.

Bu mücadele, Türkiye’de, son 40 yıl içinde çok daha açık bir biçimde cereyan etmiştir. 60’lı ve 70’li yıllarda, gençliğin ileri kesimleri sisteme karşı bir mücadele içinde olmuşlar; dünyadaki gelişmelerin de baskısıyla oluşan gençlik eylemleri karşısında egemenler ise, önce gençlik yığınlarını anarşist, terörist ilan ederek tam bir kıyıma girişmişler; sisteme karşı gençlik liderlerinin idam edilmesi, sokak ortasında yargısız infazlara götürülmesi, on yıllarca cezaevlerinde tutulmaları gibi vahşi uygulamalar görülürken, aynı zamanda, sindirilen, liderleri ve ileri kesimlerinden tecrit edilmiş gençliğin ana kitlesinin kazanılması için, bir yandan üniversiteler kışlaya çevrilmiş, öte yandan da şeriatçılık, Türkçülük gibi gerici ideolojiler gençliğin “ıslah” edilmesinde araç olarak kullanılmış; üniversiteler ve gençlik içinde bu fikirlerin yayılması için her olanak seferber edilmiştir. YÖK, işte bu mücadele içinde gençliğin, özellikle üniversite gençliğinin sisteme bağlanmasının aleti olarak icat edilmiştir.

Kuşkusuz ki; anayasalar, yasalar, cezai önlemler, artık çaresiz kalındığında başvurulan yöntemlerdir. Genel olarak bakıldığında, egemenlerin gençliği kazanmak; onun dinamizminden, enerjisi ve yeteneklerinden yararlanmak için geliştirdiği yöntemler çok daha kapsamlı, etkin ve kesintisiz bir biçimde işler.

Daha doğduğu andan başlayarak; ailesi, okulu, yaşanan toplumsal çevre, gelenek ve görenekler, gençliği topluma uyum için hazırlayan rollerini oynayarak; onu biçimlendirirler. Burada asıl sorun; kendiliğinden gibi görünen, ama egemen sınıfın ideolojisi ve sosyal organizasyonu tarafından oluşturulan bu biçimlendirme faaliyetine, eğer ilerici devrimci güçlerden bir müdahale olursa, ve eğer bu müdahale, bu eğitim faaliyetini sekteye uğratacak düzeyde gerçekleşirse; gençliğin enerjisi, yetenekleri, gücü; eski toplumun yıkılıp yerine yeni, toplumsal olarak ileriye evrilmesinin dayanağı olan mücadelelerin başarıya ulaşmasını (elbette nesnel koşullar da yeterince olgunlaşmışsa) mümkün kılar. Onun içidir ki; ilerici devrimci güçler, en başta da sınıf partisi; kendi programının gençliğe mal edilmesi ve gençliğin sınıflar mücadelesinin ilerletilmesinde etkin bir güç olarak örgütlenmesini görevlerinin en başına koymuşlardır.

Türkiye’de öğrenci gençlik mücadelesi; ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda dünya ölçüsünde de yükselme eğiliminde olan anti emperyalist mücadele cereyanını arkasına alan bir mücadele olarak biçimlenmiş; bu anti emperyalist mücadele, Türkiye koşullarının da etkisiyle anti faşist bir karaktere de bürünerek ilerlemiştir.

Türkiye’de gençlik mücadelesinin bir özelliği de; yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesi olarak ortaya çıkıp, bu gençlik kesiminin sınıfsal özelliklerini taşıyan bir mücadele olarak kendi geleneklerini oluşturmuş olmasıdır. Dahası, Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllarda gençlik mücadelesinin oluşturduğu kültür, bugünü de önemli ölçüde etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir.

Konumuz açısından bakıldığında; 1960’lı ve 70’li yıllardaki gençlik mücadelesinin bazı özelliklerine kısaca göz atmak gerekmektedir.

1960’lı yıllardaki gençlik mücadelesi; gençliğin ana kitlesini kapsayan bir “üniversite reformu” mücadelesi olarak başlamış ve “Dünyada neler oluyor?” diye sorgulayan gençler; o günlerde hızla esen Küba Devrimi, Çin Devrimi, Vietnam kurtuluş mücadelesi rüzgarı ve faşizmi yenilgiye uğratmakla kalmayıp, “uzay yarışı”nda ABD’yi geride bırakan Sovyetler Birliği’nin yeniyi, geleceği savunan imajı; baskısız ve sömürüsüz bir dünya kurmak isteyen ve devrimleri temsil eden ülkelerden esen ve ezilen halkların Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere, emperyalizme, sömürgeciliğe, yeni sömürgeciliğe karşı mücadelesinin etkisiyle karşılaşmışlardı. Dahası bu yılların gençliği, onlardan aldıkları fikirlerle, Türkiye’nin bağımsız, demokratik bir ülke olması davalarını sürdürmeye yönelen bir gençlikti.

Estiği ülkenin “renkleri”ni de taşıyan, ama genelde olumlu mesajlar içeren bu devrimci rüzgarlar; aynı zamanda, dünyada Kruşçevizm ve “Avrupa Komünizmi”nin dünya komünist hareketini parçaladığı, Maoculuğun ve Kastroculuğun Marksizmin devrimci yorumu, Debraycılık, Marcusculuk gibi sapkın akımların bile Marksist, sosyalist tutumlar olarak algılandığı olumsuz cereyanlar tarafından da baskılanıyordu.

Bu dönem, bir yandan “işçi sınıfı ve onun devrimci misyonunun önemini yitirdiği”; “devrimin yığınların değil, devrimcilerin eseri olduğu” yolundaki fikirlerin yayıldığı, öte yandan da kitle mücadelesinin küçümsendiği, emek mücadelesi ile sosyalizm ve devrimin bağının koparılıp, ulusal kurutuluşçuluk ve devrimci iradenin rolünün abartılarak volantarizmin kutsandığı, mücadelenin değerlerinin bu anti Marksist, öznel idealist ortamda şekillendiği bir dönemdi.

Fransa, İtalya gibi, o yıllarda Komünist partilerin işçi sınıfının önemli bir bölümünü kucakladığı ülkelerde, öğrenci gençlik hareketiyle atbaşı yükselen işçi sınıfı mücadelesinin bu modern revizyonizme kayan partiler tarafından bastırılıp sisteme bağlanması; gençlik arasında işçi sınıfı sosyalizminin değerlerine karşı (devrimde işçi sınıfının rolü, ara sınıfların karakteri, gençliğin sınıfsal durumu, devrim mücadelesiyle sınıfın dolaysız ilişkisinin koparılması vb.) girişilen burjuva propagandanın etkisini artırdı. Dolayısıyla Batı ülkelerinde ’68 mücadelesi, bir öğrenci gençlik mücadelesi olarak tecrit olma süreci yaşadı ve başlıca kapitalist ülkelerde “68 hareketi”, 1-2 yıl içinde kontrol altına alınan “orta sınıf gençliğinin sisteme başkaldırı hareketi” olarak “tarihteki yerini” aldı. Türkiye’de ise, bu hareket, 1971’deki 12 Mart Darbesi’ne kadar sürdü.

’68 için, burjuva propaganda merkezleri, “başkaldırı” ve “devrim” gibi, katılanları onurlandıran nitelemeler kullandı; ama burjuva ideologları, bu nitelemeleri, gençliğin sisteme karşı çıkışını onurlandırmak için değil, sosyalizm cephesindeki parçalanmadan yaralanarak, Marksist sosyalizme saldırmak ve onun değerlerini mahkum etmek için kullandılar. Ve ’68’den; “en devrimci sınıfın işçi sınıfı değil gençlik, özellikle öğrenci gençlik” olduğunu iddia eden tezler ürettiler; “solcular”ın “öncü savaş kuramını”, ’68’in yarattığı “mistik ortamı” kullanarak yenilediler ve Marksizmi tahrif etmek, devrimci saflarda karışıklık yaratmak için ’68’i bir malzeme olarak kullandılar. Pek çok ülkede devrimci çevreler bu tezlerle kuşatılarak manüple edildiler.

TÜRKİYE GENÇLİK MÜCADELESİNİN ÜÇ DÖNEMİ

Evet, gençlik, üniversite gençliğinden ibaret değildir. Tersine ülkemiz, genç bir nüfusa sahip bir ülke olarak; üniversite dışında da milyonlarca gencin yaşadığı bir ülkedir. Ama gençlik mücadelesinin bağımsız bir mücadele olarak şekillenişi, üniversite gençliği mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de, devrimci, solcu çevrelerin gençlik mücadelesine dair argümanları, gençlik mücadelesi kültürü, üniversite gençliği mücadelesi içinde oluşmuştur. Bu yüzden de, günümüzde olup bitenlerin anlaşılması için, üniversite gençlik mücadelesi içinde ortaya çıkan eğilimler üzerinde durmakta yarar vardır. Bunu için kısaca gençlik mücadelesinin yakın tarihine bir göz atmak gerekir.

1-) ’60’LI YILLARIN GENÇLİK MÜCADELESİ

Türkiye’de, üniversite gençlik mücadelesi, tarihinde ilk kez 60’lı yıllarda anti emperyalizmle, sosyalizmle yüz yüze geldi. ’60’lı yıllarda öğrenci gençlik mücadelesi, okunan her yeni kitabın yeni tartışmaları getirdiği bir “aydınlanma” dönemi zemininde ilerledi. Batı ülkelerinde ortaya çıkıp yayılan ’68 hareketini, Türkiye’nin öğrenci gençliği, bu yoğun fikir tartışmaları ve yeni fikirleri keşfetmeye yöneldiği koşullarda karşıladı.

’60’lı yıllardaki öğrenci gençlik hareketinin en önemli özelliklerinden biri, gençlik hareketinin, üniversite gençliğinin ana kitlesi diyebileceğimiz* önemli bir kesimini kapsamasıdır diyebiliriz. Gerici güçler, ’60’lı yılların sonlarında gençlik mücadelesine müdahale etmek istediklerinde; üniversite içinde kendilerine dayanak olacak kadar bile gençlik kümelenmeleri bulamadılar. Onun için de; gençlik mücadelesine ilk saldırılar ya doğrudan güvenlik güçlerinden geldi ya da kontrgerilla örgütlenmesinin faaliyetleri olarak ortaya çıktı. Kitlesel saldırılar ise; yine en gerici güçlerin oluşturduğu, üniversite dışında gerçekleştirilen “toplu namazlar”dan çıkan gerici güruhun, emniyet güçleri tarafından yönlendirilmesiyle yapılabildi. Giderek bizzat resmi makamların özel çabalarıyla yaratılan baskının sonucu olarak, üniversite öğrenci gençliği içinde ırkçı (ülkücü) ve şeriatçı gruplar organize edildi ve ’60’ların sonlarında başlatılan bu çabalar, asıl olarak ’70’lerin ikinci yarısından itibaren ürünlerini verdi. Başka bir söyleyişle, üniversiteye giren her genç, girdiği fakülte ve yüksek okulun öğrenci birliğine üye olmadan okula kayıt yaptıramazken, aynı zamanda ilerici, devrimci, hatta zamanın kavrayışına ve kendine göre olsa bile sosyalist bir topluluğa girdiğini düşünüyordu. Bu yüzden de, henüz evinden kopup gelen genç için, üniversitede sağcı, gerici grupları bulup onlara katılmak epey bir “zahmet” istiyordu. Bu nedenle, kimi ırkçı ve şeriatçı güçlerin yuvalandığı birkaç fakülte dışında, üniversitelerin genel kitlesi; kendisini ilerici, solcu, sosyalist sayan bir kitleydi. O yıllarda sağcı bir gazete tarafından yapılan anket, üniversite öğrencilerinin yüzde 82’sinin Türkiye’nin geleceğini ve sorunlarını aşmasının yolunu sosyalizmde gördüğünü gösteriyordu. Bu yüzden de; “üniversite reformu” isteyen kitleyle “kahrolsun emperyalizm” fikrine katılan kitle, bire bir olmasa da, büyük ölçüde örtüşüyordu.

Konumuzu oluşturan gençlik mücadelesine müdahale ve gençlik yığınların kazanılması açısından bakıldığında, gençlik yığınlarıyla bağlantı kurmak için; doğrudan, Amerika’nın işbirlikçisi, ülkeyi yabancılara satan hükümete karşı bir mücadele öngörmek, bir ana muhalefet partisi gibi davranmak; hükümetin anti-komünist, anti-sosyalist söylemine cepheden karşı çıkmak, dünyada esen anti emperyalist mücadele rüzgarına paralel olarak Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi öne çıkarmak yetiyordu. Daha geri bir politik tutum, o gün gençliğinin ana kitlesinin ruh haliyle de, politik istekleriyle de uyuşmazdı. Nitekim, sosyal demokrat gençlik diye bilinen ve ’60’ların sonlarında başlatılan ve ’70’li yılların ilk yarısında popüler olan akım, 60’ların ikinci yarısında “mızmız muhalefet”, “Amerika’nın gizli işbirlikçisi” olarak görülüp tecrit olmuştu. Yine, gençliği daha geri ve parlamentarist bir çizgide mücadeleye çağıran TİP de, gençlik mücadelesinden dışlandı. Kısacası bu dönemde, gençliği kazanma mücadelesi; doğrudan Amerikan emperyalizmine, hükümete, onun politikalarına devrimci bir üslupla müdahale ve muhalefet etme üzerine kuruluydu. Kısacası gençlik, radikal bir ana muhalefet odağı gibiydi.

Böyle bir ortamda, kol kulüp kurmak, öğrenci birlik ve derneklerinden çekilip, politik kimliği belirsiz öğrenci temsilcilikleri kurmak, kültürel etkinlikler düzenleyerek geniş yığınları çekip oralarda propaganda yapmak gibi dolaylı yollardan politika yapmak, elbette ki mücadeleyi geriye çekmek, yığınların gerisine düşmek olurdu.

2-) ’70’Lİ YILLARIN GENÇLİK MÜCADELESİ

1970’li yıllarda ise, durum bir hayli değişmiştir.

12 Mart darbesi, ’68 gençliğinin öncü kesimini ezerken, geri kalan ana kitle üzerinde de tam bir terör estirmişti. Ama, 1974 yılından itibaren üniversite gençliği içindeki devrimci mücadele gözle görülür biçimde öne çıkmıştı. Ancak; 1960’lı yıllarda sağcı, ırkçı, şeriatçı siyasi odaklar ve kontra güçlerin müdahaleleri ve yarattıkları baskı, gençlik içinde bir bölünme yaratmış; “Ülkücü” ve “Akıncı” gençlik denilen sağcı gençlik kümelenmeleri, üniversite gençliği içinde bir hayli mevzi kazanmıştı.

’70’li yılların sonlarında üniversitelerde sağcı ve solcu gençlik kesimleri arasındaki “rekabet” bir genel çatışmaya dönüşen biçim aldı. Bölünme, kentlere, mahallelere, ilçelere hatta köylere kadar yayıldı. Sonunda; merkezinde üniversitelerin bulunduğu çatışmalar, her gün 10-20 kişinin öldüğü bir aşamaya vardı.

Öğrenci gençliğin ana kitlesi, solcu ve sağcı olarak bölünmüştü. Arada kalanlar ise; çatışmalar sertleştikçe, bu gruplardan birisine iltihak etmek zorunda kaldı; çünkü ne can güvenliği ne de öğretime devam etme imkanı başka türlü bulunup sürdürülebilir olmuştu.*

Bu koşullarda yığınları kazanmanın tek yolu, onları koruyacak kadar örgütlenmiş, hatta silahlanmış olmayı gerektiriyordu. Daha geri bir tutum almak; gidişata müdahale edememe ve öğrenci yığınlarının talepleri karşısında bir role sahip olmama sonucunu doğuruyordu.

Bugünkü müdahale biçimleriyle tartışırsak; örneğin 1978-79 yılında; “öğrencilerin temsilcileri için bütün öğrencilerin katıldığı seçim yapalım”; “kollar ve kulüpler kuralım”; “üniversitelerde her öğrencinin katılmasına fırsat veren toplantılar düzenleyip sorunları tartışalım”, “kültürel, sosyal muhtevalı eğlenceler, etkinlikler düzenleyelim” gibi girişimler, herhalde sadece çocukça bulunmaz, ama bu tür hayaller peşinde olanların “taraflar” arasındaki çatışmalarda “arada kalarak” kim vurduya gitmesi de kaçınılmaz olurdu.

’70’li yılların ikinci yarısındaki koşullarda, gençlik yığınlarını kazanmanın yol ve yöntemleri olağandışı bir biçimde şekillenmiş; “ortada” olabilecek öğrenci kitlesi, bulunduğu üniversite ve çevrede hangi taraf ağırlıktaysa o tarafı tercih etmiş; can güvenliğini ve öğrenimini sürdürme imkanını böyle bulmuştu! Bu büyük bölünme içinde, taraflardan birine katılmayanların ise, okullarını terk edip evlerine dönmekten başka çareleri olmamıştı.

Bu dönemin yığınları kazanma tutumu, “kitlesini saldırılardan korumak” üzerine oturmuş ve gazete, dergi, broşür, dernek, sol ya da sağ gruplar aralarındaki ilişki (ittifaklar ve çatışmalar) ve benzeri bütün öteki yığınları kazanma araçları, bu temel amaca hizmet edecek biçimde biçimlenmişti.

3-) 12 EYLÜL SONRASINDA GENÇLİK MÜCADELESİ

1980 sonrasında ise; durum tamamen değişti.

Geçtiğimiz yüzyıl boyunca uluslararası sermaye güçleri, hükümetler ve ideoloji merkezleri; gençliği komünizmin etkisinden korumayı ve komünizme karşı mücadelede gençliğin dinamizminden yararlanmayı kendileri için başlıca strateji edinmişlerdi.

Yeni Dünya Düzeni’nde; birçok başka konuda olduğu gibi, gençliği kazanma stratejisinde de önemli değişiklikler oldu. Gençlik bir yandan dini, mistik, bilinemezci, öznel idealist, kozmopolit öğretilerin pençesine alınırken, öte yandan da, piyasanın acımasız dişlileri arasına atıldı. Ve herkesin birbiriyle rekabete sokulduğu yarış, hayatın her alanında dayatıldı.

Eğitimin her kademesinde sınavlarla yarışa sokulan gençler; eğitim sonrası, yetişkinlik çağında da; öteki sınıfdaşları ve yaşdaşlarının işini elinde almak üzere eğitilip yönlendirilmektedir. Artan ve kronikleşen işsizlik; kimi zaman da dincilik, ırkçılık ve aşırı milliyetçilikle harmanlanan piyasacılığın baskısı zemininde, kapitalizmin ideologları, gençleri birbirine rakip olarak göstererek, her yolla gençliği kendi geleceğini kazanmak için birleşmekten alıkoymaya çalışmaktadır.

Bu uluslararası durum, Türkiye’nin kendine has koşullarıyla birleşerek, gençlik yığınlarını sermayenin geleceğine bağlanmaya çalışanlara dayanaklar sağlamaktadır.

12 Eylül Cuntası, gençliği, özellikle de öğrenci gençliği ezerken; gençliğin siyasete “bulaşması”nı önlemek üzere de önlemler almış; üniversitede bir kışla düzeni kurmuştu. Bu düzen, ülke sathına yayılan terör aygıtı devletin uygulamalarıyla da birleşince, 12 Eylül’ün öncesi ve sonrası, tamamen iki ayrı döneme karşılık gelen, öncesiyle bağı olmayan bir durumu ortaya çıkarmıştı. Tıpkı, Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki 10 yıl kesintisiz yağan “yağmur”un toplumun öncesiyle bütün ilişiklerini koparması gibi. Ya da şöyle demek daha doğru olur: 1980 öncesinin 20 yılına damgasını vuran devrimci gençlik hareketi içinde doğmuş grupların kimi yeni versiyonlarının, “hiçbir şey değişmedi”; “aslında solcular yenilmedi”; “hiç de yanlışımız yoktu” demeleri ötesinde pek çok şey değişmişti.

Bu gruplar, önceki dönemin eski ideolojik ve örgütsel zaaflarını da ’80 sonrasının öğrenci gençlik hareketine taşımışlardı. ’60’lı ve ’70’li yıllardaki gençlik hareketinin kitleselliği ve sert çatışmaları içinde pek fark edilmeyen, fark edilse de önemsenmeyen, yığınları küçümseme, gençliği devrimin temel gücü, “üniversiteleri devrimin kaleleri” görme, öncülüğü işçi sınıfından alıp devrimci gençlere aktarma; asıl gücün devrimci gençlerde olduğunu vehmetme gibi eğilimleri, ’80 sonrası dönemin marjinalleşen sol gruplarının politik tutumuna damgasını vurdu. Üstelik bütün inandırıcılıklarını da yitirmiş olarak!

Kuşkusuz sağcı gençlik gruplarında da benzer bir marjinalleşme yaşandı. Devlet gücü –tümüyle olmasa bile, az-çok– arkalarından çekildiğinde nasıl ortada kaldıklarını gördüler. Çünkü üniversite öğrencileri kitlesi; 12 Mart öncesinde ana kitlesi devrimci gençlik mücadelesiyle birleşen bir kitleyken, 12 Mart sonrasında sağ ve sol olarak bölünmüş ve yurt sathında sol ve sağ gençlik yığınlarının birbirlerine karşı silaha sarılacağı ve günde 15-20 kişinin öleceği düzeyde sertleştiği bir bölünme dönemi yaşamıştı. 12 Eylül sonrasında ise, üniversite gençliği; ana kitlesi günlük politikayla pek ilgilenmeyen, gençlik yığını içinde sol ve sağ bölünmesinin marjinal düzeyde kaldığı bir karakter arz etmiştir ve bugün de görünüm budur. Dolayısıyla; ne sağcılardan gelen milliyetçi, dinci herzelere bulanmış talep ve çağrılar, ne de “sol” adına ortaya çıkan gurupların iktidara, düzene, YÖK’e karşı yüksekten “mücadele” çağrıları ya da basit gündelik talepler (yemek, kredi, harç, ulaşım, barınma vb…) üzerinden kendi belirledikleri eylemler ve yukarıdan eylem çağrıları bu ana kitleyi pek etkilemektedir. En azından son 20 yılda üniversite öğrencilerinin hareketi böyle bir seyir izlemektedir.

(Bu dönemde Kürt kökenli gençlik yığınlarının daha farklı bir gelişim seyri izlediğini, statükoya, sisteme karşı silahlı karşı çıkış yoluna giren gençlerin sert yöntemlerle karşılandığını, dolayısıyla iki kuşak gencin dağlarda ya da yerleşim bölgelerinde muhalefet yürüttüklerini ve hiç de küçümsenmeyecek kırımlara uğratıldıklarını biliyoruz. Elbette ki bu durum ayrıca değerlendirmeye muhtaçtır.)

GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ VE SİYASET

12 Eylül Cuntası’nın oluşturduğu üniversite sistemi ve genel siyasi baskının etkisinin azalmaya başlamasıyla, ’80’lerin ikinci yarısından itibaren, gençlik mücadelesinde solcu sloganlar ve sol örgütlenmeler etrafında epeyce bir gencin toplandığı görüldüyse de (sayısal olarak bu kitle, üniversite gençliğinin bütünü bakımından, geçmişe göre, önemli sayılacak bir yekûn teşkil etmiyordu), sonraki yıllarda bu sayının giderek azaldığı gözlendi. Çünkü sol gruplar; ’70’lerde olduğu türden, sanki üniversite durmadan “profesyonel devrimci üreten bir mücadele merkezi” rolü oynarmış ve oynuyormuş gibi, üniversite öğrencilerini, kendi örgütlerinin “profesyonel kadro ihtiyacı”nın ana kaynağı olarak görmeye devam ettiler ve üniversitelerde bir mücadele örgütlemeye, üniversite gençliğinin mücadelesini, üniversitenin demokratikleşmesi mücadelesini Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin bir parçası olarak görmeye yanaşmadıkları gibi, üniversite öğrencileri ve öğretim üyelerini demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin bir bileşeni olarak görmeyi de lüks buldular. Ve tabii üniversitelerde az-çok bir etkiye sahip sol odaklar; üniversite gençliğini ve üniversiteleri Türkiye’nin bilimsel bilgi ve entelektüel geleceğinin merkezi olarak değerlendirmediler; buradaki mücadeleye böyle bir değer biçmeyi, üniversite öğrencilerini üniversiteyi bitirdikten sonra da demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin içinde yer alacak bir kitle olarak görüp algılamayı da başaramadılar. Tersine, üniversitedeki mücadeleyi, (kendi aralarında çatışmayı da ihmal etmeden) faşist ve dinci çevrelerle çatışmaya, kendi örgütlerine kadro kazanmanın zemini olmaya indirgenip, üniversitede şu ya da bu ilişki içinde kazandıkları gençleri hızla üniversiteden çıkararak “kadrolaştırma” başlıca kaygı olunca; üniversitedeki mücadele, devrimci gençler cephesinden, sürekli kan kaybeden, biriktirmeyen bir mücadele olarak seyretmiştir.

Üniversitede, gençliğin siyasileşen ileri kesimleri içinde faaliyet gösteren sol gruplar, üniversiteyi sınıflar mücadelesinin bir alanı olarak değil (en azından fiiliyatta böyle), örgütlerinin kendi reklamlarını yaptıkları ve ileri gençleri kendilerine çektikleri bir alan olarak görünce, gençlik mücadelesi de, grupların sloganlarının yarıştığı, en radikal olanın kazançlı çıkıyor göründüğü bir “arena”ya dönüşmüştür. Bu yarış ve gruplar arasındaki çatışmanın kuralları, üniversite gençliği içindeki çalışmanın da kuralları haline gelmiştir. Bu eğilim; ’60’lı ve ’70’li yıllar öğrenci gençlik hareketinin oluşturduğu kültün baskısı altında; o mücadelelerin yanlış yorumlanması ve zaaflarıyla birleşerek, kendisine tarihsel dayanaklar da bulmuştur.

Böylece, üniversitedeki gençlik mücadelesinin seyrini belirleyen, şu veya bu nedenle solculuğa bulaşmış ve üniversiteye girmiş gençlerin çeşitli sol fraksiyonlardan birini seçmeye zorlanmasıyla sınırlı bir mücadele olarak gelişmiştir.

Geriye dönüp bakıldığında; bu mücadelenin böyle ifade edilmesinin haksızlık olduğu ileri sürülebilir. Çünkü “solcular, örneğin, öğrencilerin yurt, kredi, yemek, ulaşım gibi sorularına da sahip çıkmışlardır. Üniversitenin kışla düzenine, YÖK yönetimine karşı çıkmışlar; ders program ve notlarına kadar pek çok konuda ajitasyon yapmışlardır…” denebilir. Ve çalışma, özünden koparılıp sözcüklerin karşılığına indirgendiğinde, bu iddia doğru da olur. Evet, sol gruplar, yerine göre, yemeklere zam yapılmasına, barınma güçlüklerine, ulaşımın zamlanmasına, YÖK’ün keyfi uygulamalarına; yurt, barınma, eğitim, sosyal yaşamanın sınırlanmasına, üniversitedeki kışla düzenine, gerici, ırkçı milliyetçi eğitim girişimlerine karşı çıkmışlardır; ama bunu, “yukardan”; yığınlar adına, onların yerine kendilerini geçirerek; tıpkı ’60’ların, 70’lerin devrimci gençlerinin yığını korumak için öne atılmaları gibi, onları taklit ederek, yapmışlardır. Üstelik de, arkalarında onları izleyen, izlemekten başka çaresi de olmayan bir kitle olmadığı halde. Dolayısıyla; öne sürülen talepler, öğrenci çoğunluğu için bir dayatmanın, çoğu zaman da zoru içeren yöntemlerle onları eylemlere çekme uğraşının dayanağı haline gelmiş ve sonuçta onları polisin yeniden yeniden saldırısının hedefi haline getirmeye dönüşmüştür. Çünkü sol gruplar için, bugünün üniversite gençliğinin ana kitlesi; politikaya, dünyada olup bitene karşı “ilgisiz”, bireyciliğin güdümüne girmiş, mutlaka “çekilip çevrilmesi gereken” bir kuru kalabalıktır!

GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ ‘DÜNYANIN NEREYE GİTTİĞİ’NE İLGİSİZ Mİ?

Oysa şu bir gerçektir ki, bugünkü öğrenci gençliğimizin ana kitlesini oluşturan öğrenciler, ne ülke sorunlarına ne de kendi sorunlarına yabancıdırlar. Tersine onlar, sanıldığından daha çok ülkeyi ve kendi geleceklerini düşündüklerini her fırsatta göstermektedirler. Özellikle son yıllarda; yüzlerce öğrenciyi bir salona toplayarak yapılan TV programlarında da görülmektedir ki; öğrenciler, önlerine getirilen her fikre “evet” dememektedir. Tersine, genel olarak kabul gören, AB, demokrasi, serbest piyasa, özgürlükler gibi, sistemin ideolojisinin köşe taşı yapılan konularda, yerleşik ve genel kabul gördüğü var sayılan yargıları kabul etmediklerini ortaya koymuşlardır. Kaldı ki, programların yapımcıların ortaya attıkları “evet” demeye zorlayan sorulara “hayır” diyebilmişler; programın düzenleyici ve ideolojik yön vericilerinin bile onlardan beklemediği rasyonal fikirler öne sürdüklerine pek çok kez tanık olunmuştur. Hatta öyle ki, programı hazırlayanlarla programa katılan uzmanların baskılarının da onların fikirlerini değiştiremediğini görüyoruz. Elbette burada söz konusu olan, inatlaşma değil; tersine öğrencilerin genel geçer fikirleri, egemenlerin ülke ve dünya sorunlarına çözümlerini kolayca kabul etmemeleridir.

Aslında olup bitene bakıldığında; burada olanın, öğrenci yığınlarının, egemenlerin fikirlerine kayıtsız koşulsuz boyun eğdikleri ve “ot gençlik” oldukları yönündeki saptamayı ya da seçkinlik özentisi ve kendini beğenmişliğin önyargısını doğrulamadığı; ama sorunları ve taleplerini tartışacakları mekanizmaların olmadığı, olan ve olabilecek mekanizmaların da gençlerden yana ve talepleri yönünde çalıştırılmadığıdır. Başka bir söyleyişle; gerçek durum, gençliğin, ülkenin, üniversitenin ve kendisinin sorunlarına duyarsız değil; ama sorunları ve çözümlerini tartışmak, fikir ve karar oluşturmak için bir mekanizmaya; bunları gerçekleştirecek örgütlenmeye sahip olmadığıdır. Burada sol ve sağdan gelen çağrılar da onlara dayatma olarak gelmektedir.

Üniversite ortamının sorunlarının tartışılıp kararlar oluşturulması ve öğrencilerin ana kitlesinin bu tartışmalara katılıp bir tutum almasının imkanlarının yaratılması söz konusu olduğunda, bugünkü mekanizmalarının arasında hemen ilk akla gelen ÖTK olmaktadır. ÖTK’lar, sadece seçimler sürecinde değil, ama ÖTK’ya seçilen öğrenciler etrafında oluşturulacak girişimlerle, öğrencilerin ve üniversitenin eğitim ve öğretim sorunları üzerinden tartışmalar düzenlemek; tartışmaları siyasi çevrelerin kendi aralarında yaptıkları bir diyalog olmaktan çıkarıp, anfilere taşıyarak, çoğunluğun istekleri doğrultusunda bir eylem hattı izlemek, bugün öğrenci gençliğin ana kitlesini bu tartışmaların içine çekmek için son derece önemlidir. Ancak ÖTK’ların, kurum olarak, daha baştan, “idarenin icazetli kurumları olduğu”, “öğrenci gençlik mücadelesini YÖK’ün denetimine sokacağı” gibi damgalarla lekelenmeye ve dışlanmaya çalışıldığını, pek çok sol grubun seçimleri bile boykot ettiğini, bu yüzden de sağcıların kolaylıkla ÖTK’larda etkin olduğunu biliyoruz. Dahası, Emek Gençliği’nin bile, teoride önemsemesine karşın, bu kurumlara gerekli önemi verdiğini, bu kurumların üniversite mücadelesinde bir dayanak olarak değerlendirildiğini söylemek güçtür. Bunun nedeni; “sol”dan estirilen cereyanların Emek Gençliği saflarındaki etkisi ve gençlik içindeki çalışmanın geleneksel alışkınlıklarıdır.

Bugünün koşullarında, öğrenci gençlik yığınlarının bir bölümüyle de olsa ilişki kurmanın bir aracı olarak ortaya çıkan örgütlerden birisi de, “kol ve kulüp örgütlenmeleri”dir. Sağ ve “sol” çevrelere göre daha geniş bir öğrenci kesiminin ilgi duyabileceği bir frekansa sahip olan kol ve kulüplerin, etkili oldukları olumlu örnekler vardır. Çünkü bu kol ve kulüpler yoluyla, öğrencilerin “ilgili kesimleri”nin ilgisinin çekileceği tartışmalar düzenlemek, bilimin, kültürün, sanatın ve siyasetin çeşitli konularında tüm öğrenci kitlesine hitap etme şansı olan etkinlikler gerçekleştirmek; sosyal, siyasal ve bilimin çeşitli dallarında tartışmalar düzenlemek; bu tartışmalar içinde bilimin, siyasetin, felsefenin –ayrıntıda bile– birçok konusunda propaganda yapma imkanı bulmak mümkündür. Örneğin “biyoloji kulübü”nün Evrim Kuramı’nı tartıştırması, yaradılışçılıktan Darwinizme, öznel idealizmden diyalektik materyalizme kadar pek çok konuda tartışma açabilmesi, ve bunu, öğrenci kitlesinin büyük çoğunluğunun katıldığı bir tartışma olarak örgütlemesi olanaklıdır. Ya da bir folklor kulübü, emperyalist kültür ve halk kültürü tartışması üzerinden pek çok konuyu gündeme getirebilir. Beğenmediğiniz sinema kulübü ile; çok az bir çevreyi ilgilendirebileceği düşünülecek yerli sinema-Amerikan sineması tartışması üzerinden, emperyalist kültür istilası ve sonuçları tartışmasına geniş bir kesimi katabilirsiniz. Ya da gündemde ön sıraya çıkan Kürt sorununu demokrasi kültürü, dil, özgürlükler bağlamında konuşup tartışmak mümkündür ve edebiyat kulübü böyle bir tartışma düzenleyebilir… Örnekler çoğaltılabilir.

Ancak, kol ve kulüplerin de, önemli ölçüde, sağ ve sol gruplar tarafından, sözcüğün gerçek anlamıyla istismar edildiği, bunların öğrencilere karşı bir “hile”, bir “maske” gibi kullanıldığı, bu yüzden de kötü örneklerin de ortaya çıktığı; dolayısıyla, etkinliklerin etki alanının, hızla sözkonusu kol ya da kulüpte egemen olan grubun çevresiyle sınırlı hale dönüştüğü bilinmektedir.

Kuşkusuz bugün de, amaçlarına uygun olarak kurulup değerlendirildiğinde ya da kurulmuş olanlar amaçlarına uygun faaliyetlere yöneltildiğinde; kulüp ve kolların, etkin, öğrenciler içinde itibara sahip, işe yarayan araçlar olabileceği, sabırla çalışıldığında, iyi düşünülmüş ve iyi örgütlenmiş bir propagandanın ciddi dayanakları olacakları bir gerçektir.

Bir bütün olarak son 20 yılın üniversitelerinde olup bitenlere bakıldığında, üniversite gençliğinin, dünyada ve ülkede olanlara, üniversitenin sorunlarına, kendi güncel taleplerine ilgisizliğinden söz edemeyiz. Ama, bu sorunları tartışmaya açmak isteyen üniversitedeki gençlik örgütlerinin, sol siyasi çevrelerin, bu sorunları gündeme getiriş tarzının geniş gençlik yığınlarının ilgisini çekecek bir “formatta” olmaması kadar, sorunları ele alış tarzlarının da sorunlu ve ilgisiz, öğrenci kitlesini küçümseyen, onlara bir fikri, bir tutumu dayatan bir tarzda olduğundan söz edebiliriz. Ve evet, genellikle gençliğin ana kitlesinden genci “adam yerine koymayan”, kendi içine dönük ama dışa kapalı, dayatıcı ve üstelik çoğu kez “ürkütücü” bu tarz ve tutumlar, gençlik yığınlarıyla birleşme yerine onların uzak durması ve “ilgisizliği”ni koşullamaktadır. Çünkü; tartışma konularının ortaya konuluşu ve bu belirli konularda gençlerin tutum almaya çağırılması; sol ve sağ grupların kendi grup ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmiş sloganlar, alınmış bir karar ve belirlenmiş bir tutuma katılım çağrıları (şunun için şurada toplanın, şu gün boykot yapalım, burada eyleme geçelim vb. gibi), bu çerçevede basın açıklamaları vb. biçiminde gündeme gelmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, 1960’lı yılların solun etkisindeki gençlik yığınları ya da ’70’li yılların ana kitlesi “sol” ve sağ olarak bölünmüş gençliğinin en azından çağrının yapıldığı tarafta yer alan gençlik kesimi için anlamlı olan bu tür yol ve yöntemler, bugünün sol ve sağdan gelen çağrılara kolay yanıt vermeyecek bir pozisyonda bulunan üniversite gençliği için bir anlam taşımamaktadır. Bunun içindir ki; bugün üniversitede sol ve sağ siyasi fraksiyonların yeni gençler kazanması rastlantıya kalmaktadır. Nitekim, bugün çeşitli siyasi fraksiyonların saflarında yer alan gençlerin çok büyük çoğunluğunu, üniversite öncesinden, aile ya da arkadaş çevresinden siyasileşerek gelenler oluşturmaktadır. Üniversitede kazanılanların sayısının çok az olduğunu (şurada burada istisnai durumlar elbette vardır) kabul etmek gerekir. Ancak bunun nedeni, üniversite gençliğinin dünyada olup bitene ilgisizliği değildir.

Kısacası, üniversite gençliğinin bugün siyasetin dışında kalmış olmasının iradi nedenlerinin başında (kuşkusuz, bizim irademiz dışında da nedenleri de vardır), sorunların tartışılmasının mekanizmasının oluşturulamaması; oluşmuş mekanizmaların kullanılmasında gerekli beceri ve gayretin gösterilememesi gelmektedir. Gençlik içindeki tartışmaların dar grup çevrelerinden çıkarılıp, anfilere, dersliklere taşınması ve bu tartışmanın yeterince sistemli bir ajitasyon ve propaganda faaliyetinin bir parçası olarak ele alınması, bu alandaki olumsuzlukların aşılmasının ön koşuludur.

Emek Gençliği, üniversite mücadelesini Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinin bir alanı olarak ele alıp; tartışmaları, kararların oluşturulmasını anfilere, dersliklere taşımadan, gençliğin ana kitlesini etkileyemeyeceğini görmek durumundadır. Bunun zamana ve mekana göre elbette yöntemleri farklılaşacak; nasıl ve hangi araçlar kullanılarak bunun başarılacağı her somut durumda değişik olacaktır. Emek Gençleri bunun yollarını, yöntemlerini yaratıcı bir biçimde geliştirecektir. Bu tartışmaları yönlendirmede başarının kriteri ise; gazete başta olmak üzere, yayınların, gençlik dergisinin, bilim ve kültür organların ÖTK’lar, kol ve kulüp örgütlenmeleri içinde okunan, tartışılan yayınlar olmasıdır. Bunun olabilmesi için ise; yayınların bu alanlarda dağıtılması, onların koyduğu gündemin tartışmaya açıldığı bir propagandanın örgütlenmesi, içeriklerinin bu alandaki gençliğin ilgi göstereceği haber, yorum ve röportajlarla desteklenmesi gibi görevleri yerine getirmek gerekmektedir. Bu yayınların öğrenci gençlik yığınlarına anlamlı gelecek biçimde seslenen bir muhteva kazanması için, üniversite gençliğinin ileri kesimleri, en başta da Emek Gençliği kendi üstüne düşeni yapmak; bu yayınları gençliğin sorunlarının tartışıldığı, çözümlerin araştırıldığı kürsüler olarak değerlendirmek durumundadırlar. Ancak böylece propagandamızın düzeyini yükseltebilir ve gençliğin duyabileceği bir frekansı yakalama imkanına sahip oluruz.

EMEKÇİ GENÇLİK KESİMLERİ İÇİNDEKİ ÇALIŞMA

Öğrenci gençlik için böyle de; emekçi gençlik yığınları arasındaki çalışmanın sorunları farklı mıdır?

Elbette hem farklıdır hem de değildir. Emekçi gençlik yığınları arasındaki çalışmanın esas alanının da, geniş işçi ve emekçi gençlik yığınlarının ana kitlesinin dışında kalan, az çok siyasete bulaşmış, bir biçimde solcu fikirlerden etkilenmiş, Kürtlük, Alevilik gibi kimlik sorunları üzerinden girilen çevreler ve yürütülen gençlik faaliyetinin de bu çevrelerle sınırlı bir faaliyetin olduğu bir gerçektir. En azından bugün Emek Gençliği’nin, emekçi gençliğin ana kitlesini oluşturan her mezhep ve milliyetten genç işçi, işsiz vb. gençlik kesimleri içinde; onların talepleri etrafında tartışmalar açan ve bu talepler etrafında birleşen gençleri eğitip örgütleyen bir faaliyet içinde olduğu söyleyemeyiz. Bu, ilk anda kaçınılmaz olabilir. Ama çalışma bu çevre içinde sıkışıp kalırsa, sorunlar da başlar. Nitekim öyle olmaktadır. Ve çalışmanın az çok geliştiği yerlerin, bu dar çevreyi aşan bir yönelişin başarılı olduğu çalışma alanları olması da bunun kanıtıdır.

Kuşkusuz burada kast edilen, bütün Türkiye sathına yayılmış milyonlarca gencin içinde, bir anda, binlerce alanda birden çalışma başlatmak değildir. Bunun olanaksız olduğu ortadadır. Burada kast edilen; her çalışma noktasında yapılan çalışmanın karakteridir. Ve bu çalışmanın hedefi ve içeriğinin, o çalışma alanındaki emekçi gençlik yığınlarının talepleri etrafında bir mücadelenin örgütlenmesi olmasıdır. Bu örgütlenme; meslek edinmeden kimi kültürel taleplere, iş talebinden okul talebine, parasız eğitimden üniversiteye girmede eşit hakka kadar değişik sorunlardan hareketle, bu sorunlar üzerinden şekillenen talepler etrafında olabilir. Zaman zaman ve çalışma alanındaki gençlik yığınının bileşimine göre, bu taleplerden bazıları öne çıkarak öteki talepler ona/onlara bağlı ele alınabilir. Ama önemli olan, bulunulan alandaki talepler ve bu talepler üzerinden mücadeleye –dar bir çevreyi değil, ama– gençliği katacak bir çalışmanın yapılmasıdır. Bunun esası ve başlıca ihtiyacı da; gençlik yığınlarını etkileyecek yoğunluk ve sistemlilikte bir ajitasyon ve örgütlenecek gençlik kesimlerinin ihtiyaç ve taleplerine uygun örgüt biçimlerinin geliştirilmesidir. Örneğin işsizlik ve yoksullukla ilgili özel bir kampanya yürütülüyorsa; işsizlik ve yoksulluğun baskısını en çok hisseden emekçi gençlik yığınları arasında yürütülecek ajitasyonda işsizlik ve yoksulluğa dair talepler öne çıkarılır; ajitasyonda ve örgüt çalışmasında, gençlerin meslek edinme talebi, işsizlik sigortasının etkinleştirilmesi, yoksullara yapılacak yardımın iane biçiminden kurtarılması, parasız meslek kursları, meslek edinenlere iş sağlanması gibi talepler önem kazanır. Dahası; işsizliğin kaynağı olarak kapitalizmin ve işsizliğin sistemle bağlantısı, yoksulluğun kaynakları ve kapitalist sömürünün açıklanmasına yönelik semireler, konferanslar örgütlemek, bu sürece damgasını vurur. Ama bu, kuşkusuz, gençliğin okul, parasız sağlık, “üniversiteye girişte adalet”e dair talepleri için mücadeleden vazgeçilmesi ya da çeşitli kültürel taleplerle, gençlik kesiminin ülke sorunları, dünyanın gidişatına dair tartışmalara katılması, ileri gençlerin siyasi olarak kazanılması faaliyetlerinin es geçilmesi anlamına gelmez.

Bir açıdan bakıldığında, emekçi gençlik yığınları içindeki çalışmada da, üniversite gençliği içindeki çalışmada olduğu gibi, dönüp dolaşılıp; gençliğin talepleri etrafında bir mücadele ve bu mücadelenin nasıl ve kimlerle olacağı/yürüyeceği fikrinin geniş gençlik kesimleri içinde tartışılması, bu tartışmaların açılıp yönlendirilmesi yerine; “Sizin talepleriniz şunlardır” ve “Şöyle örgütler kurmalısınız” dayatması yaygın tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Bu “dışardan” dayatmanın kaçınılmaz sonucu olarak, tartışmalar ve alınan kararlar, az çok siyasete bulaşmış ve kendi içine kapanma hastalığı ile malul gruplar oluşturan gençlik çevrelerine sıkışmaktadır. Dolayısıyla emekçi gençlik yığınları içinde de, asıl sorun, bunu aşmak; gençliğin ana kitlesinin talepleri etrafında bir tartışma açma ve geniş gençlik yığınlarına seslenme ve onların mücadelesinin önünü açmanın yolunu bulmaktır.

Örneğin, yürütülen çalışmanın etrafında bir gençlik kitlesinin biriktiği ve “burada artık bir gençlik derneği kuralım” dendiği yerlerde, bu zaaflar kendisini daha açıkça ortaya koymaktadır.

Yoksul emekçi gençlik kesimlerinin geniş kitleler oluşturduğu semtlerdeki dernek çalışmalarında, genellikle dernek; bir mücadele örgütü; derneğin üyeleri aracılığı ile bütün bir gençliği mücadeleye çekmenin aracı değil, ama bir “sivil toplum kuruluşu”ymuş gibi; gençlerin kimi ihtiyaçlarını karşılayan; müzik, tiyatro, şiir, elişi gibi kültürel sanatsal faaliyetler düzenleyerek, bu faaliyetin içine çekilen gençlerle sıcak ilişkiler geliştirerek “bağ kurmayı” ve onları siyasete kazanmayı hesaplayan bir tarz egemendir. Ancak yine yaşananlar göstermektedir ki; bu tarzla, emekçi gençliğin ana kitlesiyle bağ kurulması mümkün olmamaktadır. Çünkü bu tarz; Türkiye’de devlet tarafından, devlete sadık gençlik kuşakları yetiştirmek üzere kurulmuş, bütün faaliyetlerinde gençlere “kutsal devlete biat” fikri işleyen (kurulduğu koşullarda anlaşılır nedenleri vardı) Halkevleri geleneğinin bir devamıdır. Bugün de, Halkevleri içinde mevzi tutmuş bazı siyasi çevreler; buraları gençlerle bağ kurma “yeri” olarak kullanmakta (kullanmaya bir şey denemez, ama buradaki gençlik çalışması anlayışı, elbette ki sivil toplumculukla sınırlıdır ve eleştirilen de budur) ve benzer bir çalışmayla belirli bir kitleyi toplamakta, ama orada toplanan kitle sayısal olarak ne olursa olsun, bu çalışmanın kendisi “sivil toplumcu” faaliyeti aşmamaktadır. Bu yüzden de, kimi siyasi çevrelerin arpalığı olmayı aşmayan bir faaliyet olarak sürmektedir. Gençlik dernekleri, gençlik kültür merkezleri olarak Emek Gençliği’nin gündeminde olan örgüt biçimleri şüphesiz, Halkevleri’nin taklidi olmamalıdır. Tersine bu dernekler, birer mücadele örgütü olarak; gençlere kendi sorunlarını tartıştıran; sorunları aşmak üzere onların kararlar almasını sağlayan; gençlik yığınlarını talepler etrafında mücadeleye seferber etmede dayanak olan kuruluşlar olmak durumundadır.

Elbette gençliğin, müzik, tiyatro başta olmak üzere, kültürel talepleri vardır. Ama dernek ve onun etrafındaki gençlik çalışması, nasıl ki, iş talebi, meslek edinme talebi için bir mücadele örgütlüyorsa, kültürel talepler için de, bu taleplerin merkezi ve yerel yönetimler tarafından yerine getirilmesi için mücadele örgütlemek yükümlülüğündedir. Yoksa, saz çalmak isteyene saz kursu, tiyatro yapmak isteyene tiyatro kursu, şiir yazmak isteyene şiir atelyesi açmak, hem derneğin imkanlarını aşar, hem bu sanat dallarını “ayak altına” atar, hem de bu tutum ve tarz, mücadele edecek gençlere yanlış hedefler göstermek olur.

Kısacası, gençlik kültür dernekleri, bir mücadele örgütü olarak faaliyet gösterdikleri ölçüde anlamlı ve gençlik çalışmasının ilerlemesinin bir dayanağı olabilirler.

Demek ki, dernek etrafında örgütlenen faaliyet; emekçi gençlik kesimlerini, taleplerini elde etmek için harekete geçiren, örgütleyen, gençleri, elde etmek için etrafında birleştireceği talepleri yerel ya da merkezi yönetimlerden istemeye yönelten; bu mücadele içinde birbiriyle dayanışmaya ve sistemi tanımaya başlayan gençlerin, mücadeleden çıkarılan derseler temelinde eğitildiği bir faaliyettir.

Dernek de; kuşkusuz talepleri olan, talepleri konusunda yürütülen ajitasyonun uyardığı gençlerin, “taleplerimizi nasıl elde ederiz?”; “meslek sahibi nasıl oluruz?”; “kültürel taleplerimiz nasıl yerine gelebilir?”, “nasıl sendikalaşabiliriz?”, “geleceğimizi nasıl kurtaracağız?”… ve yerine göre, “seçimde ne yapacağız?”, “hangi partide örgütleneceğiz?”…. gibi sorunları tartışıp, bunların çözüm yolları üstüne de ortak kafa yormalarına, talepleri uğruna mücadele içinde taleplerinin arkasındaki gerçekleri, ve sonuçta, “siyaset olmadan”, “sisteme karşı bir mücadele olamadan” bu taleplerin çoğunun elde edilemeyeceğini anlamalarına yardımcı olmayı görevlerin merkezine koyan bir merkezdir. Demek ki, dernek, pratikte mücadelenin nasıl örgütleneceğinin tartışıldığı, gençlerin kendi yönetimlerini seçtiği, derneklerini yaşatmak için bir gayret içine girdiği bir faaliyetin cisimleşmiş şeklidir. Dolayısıyla derneğin kurulması ve yaratılması süreci de, onların, bunun kendileri için önemini anladıkları bir süreç olarak ele alınırsa anlamlı olur.

Elbette ki, bu çalışmanın doğru yolda ilerlemesi, talepler uğruna gençlerin inisiyatif aldıkları mücadele, taleplerin arkasındaki gerçekleri açıklayan bir ajitasyon ve propaganda faaliyetinin örgütlenmesi ve gençlik yığınlarının aydınlatılmasıyla birlikte olursa, başarılabilir. Burada gazetenin ve öteki yayınların rolünün belirleyici olduğu; gençlik içinde sürekli bir faaliyet, sürekli bir aydınlanma faaliyeti için gazetenin, gençlik dergisinin kullanılması ve öteki yayınların propagandanın araçları olarak değerlendirilmesinin tayin edici önemde olduğu açıktır. (Sınıf partisinin kitle içinde çalışmasının aracı olarak gazetenin oynaması gereken rol, elbette ki burada da geçerlidir. Bir farkla ki, burada, gençliğin dinamizmi ve öğrenme azminin bilenmesini de buna eklemeliyiz.) Aksi halde, “Burada çok genç var, dernek kuralım; gençler gelsin, biz de onları siyasileştirip örgütleyelim” mantığı belirleyici ve geçerlidir demektir ki, bu mantık, tamamen 1960’lı ve ’70’li yılların gençlik mücadelesi ve derneklerinden akıldan kalan kimi özelliklerin yanlış yorumlanmasının ürünüdür ve günümüzün gerçekleriyle mücadelenin buradan şekillenen ihtiyaçlarına yanıt olamaz.

Kuşkusuz ki, emekçi gençlikten söz ederken; burada meslek liseleri ve meslek yüksek okullarındaki çalışmanın ayrıca bir önemin olduğunu söylemeliyiz. Bu çalışmanın yöneldiği hedeflerin, planlanması bakımından, ayrıca değerlendirilecek önemde olduğu da bir gerçektir.

* * *

Yeni Dünya Düzeni’ni ifade eden motifleri altında; genel olarak rasyonalizm ve materyalizmin yaslandığı tüm değerler de dahil, insanlığın bütün sağlam değerlerine yönlendirilen saldırının, asıl olarak, gençlik yığınlarının aklını karıştırmak, onların düzene tepkilerini sindirmek ve kontrol altına almak için olduğunu söylemek; bir gerçeği en yalın biçimde ifade etmek olacaktır. Bu yüzden de, gençlik yığınları içindeki çalışmanın stratejik hedefi, bu saldırıyı püskürtmek, gençlik yığınlarına kapitalist emperyalist sistemin vereceği bir şey olmadığını göstermektir. Bu saldırı, zaman zaman silahla bile hizaya getirmeyi de içeren en kaba yöntemlerle yürütüldüğü gibi, bundan daha çok da, “inceltilmiş”, ama etkili yöntemlerle; sanat, eğitim, toplumsal dayanışma, yardım etme, hizmet gibi gerçekte kimsenin karşı çıkamayacağı biçimler altında yürütülmektedir. Bunun için de, gençlik içinde çalışmanın ağırlıklı yönü, bu “ince yöntemler”in deşifre edilmesi olmak durumundadır. Bu yüzden de, gençlik içindeki çalışma, bir stratejiye, bu stratejiye sıkı bağlı taktikler geliştirilmesine, deney birikimi ve bu deneylerin derslerinin özümsenip yığınlara mal edilmesiyle birleşen planlı bir çalışmaya dayanmak zorundadır. Yine aynı nedenle, çalışma; üniversite, lise, meslek lisesi, işçi gençlik (sanayi sitelerinde çalışan genç işçilerle fabrikada çalışan genç işçilere yönelik çalışma) ve işsiz, yoksul emekçi yığınları içinde; Kürt ya da Türk kökenli gençlik yığınları arasında farklı yöntemler ve farklı kalkış noktalarından hareket eden, araçları farklı bir çalışma olmak durumundadır.

Bu yüzden de, bu yazı; gençlik yığınları içindeki çalışmaya bir yaklaşım, başlıca, gençlik yığınları içindeki çalışmada, gençliğin ana kitlesine seslenebilecek bir çalışmanın nasıl bir çalışma olması gerektiğine bir yaklaşım olarak görülmelidir. Somut çalışma alanları ve içinde çalışılan gençlik kitlesinin sınıfsal, ulusal vb. özelliklerini gözeten somut taktikler ve yöntemlerle ortaya çıkan örgüt biçimlerin geliştirilmesi, elbette ki, bu alandaki gençlerin, Emek Gençliği örgütlerinin inisiyatifleri ve yaratıcılıklarının eseri olacaktır. Kaldı ki; bugün de birçok alanda yapılan çalışmadan olumlu dersler çıkaracak durumdayız. Başarılı çalışmalar yapılmıştır, yaşanmış olumlu örnekler, ÖTK faaliyetleri, iyi değerlendirilmiş kol kulüp çalışmaları vardır ve bunlardan da öğrenmeliyiz. Bu derslerin toparlanıp mücadeleye ışık tutar hale gelmesi, yanlışlardan arınmanın bir yolu olduğu gibi, ilerlemenin de vazgeçilmez koşuludur. Çünkü her hareket, öncelikle, kendi deneylerinden öğrenen bir hareket olduğu ölçüde gelişebilir.

Özgürlük Dünyası ve öteki yayınların da; bu geliştirilen araçlar ve çalışmanın etkisinin değerlendirilmesinin paylaşıldığı araçlar olarak rol oynadıkları ölçüde, çalışmanın ilerleyip olumlu sonuçların yaygınlaşacağını unutmamak gerekir.


* ’60’lı yılların ikinci yarısındaki, en azından 12 Mart darbesine kadar gelen devrimci gençlik

mücadelesi; Dev-Genç ve onun etrafındaki mücadele olarak, az sayıda genci kapsıyor görünüyordu.

Ama kendisini ilerici, devrimci, sosyalist sayan geniş üniversiteli gençlik kesimi, bu devrimci gençlik

mihrakından gelen çağrılara duyarlıydı; onunla bir biçimde diyalog içindeydi. Bu yüzden de, gençliğin

ana kitlesiyle devrimci gençlik odaklarının ilişkisi olumlu bir ilişkiydi. Ama bundan, bu devrimci gençlik

odaklarının, ana kitleyle olan ilişkilerini her zaman “olumlu” ve mücadeleye müdahale araçlarını doğru

ve yerinde kullandıkları söylenmez. Tersine, süreç ilerledikçe ve hükümet ve güvenlik güçlerinden gelen

baskılar arttıkça, bu ana kitleyle devrimci mihrakların arasındaki diyaloğun koptuğunu ve giderek

grupların ve elbette Dev Genç’in de tecrite yönelen örgütler ve harekete dönüştüğünü söylemek gerekir. Bu yüzden de, bu değerlendirmeden, o zamanki gençlik örgütleri için; “Onlar, gökten gelen gençler olarak, her

zaman doğru davranmış ve mücadelenin sunduğu olanakları biliçle ve gerektiği gibi kullanmıştır” gibi

idealist sonuçlar çıkarmamak gerekir. Çünkü onlar da, bugün eleştirdiğimiz pek çok yanlışı yapmış,

sonradan, “keşke öyle değil de, böyle yapsaydık” dedikleri sonuçlar çıkarmışlardır.

* Hiç kuşkusuz, söz konusu dönemde, buradaki tanıma pek uymayan okullar da vardı. Ya da; bir

öğrenim kurumunda olanlarla ötekinde olanlar birbirinden farklıydı: Bu, aylara, hatta haftalara göre

bile farklılaşıyordu. Ama bugünden bakıldığında ve gelişmelerin seyri ayrıntıdan arındırıldığında; gerçek

durum, gençliğin ana kitlesinin iki büyük bölüme ayrıldığı biçimdedir. Yer yer bu gruplaşmalardan az

etkinlemiş olan fakültelerde bile, “okulcular!”, bu grupların faaliyetlerine ve öteki gruplarla ilişkilerine

göre bir tutum almak zorundaydı. Bu yüzden de; ’70’lerin sonrasında gençliğin ana kitlesinin sağ ve sol

olarak bölündüğünü söylemek, olup bitenin anlaşılması bakımından gerçeğin en doğru ifadesidir.

Güncel gelişmeler ve bölge politikaları ekseninde Kürt Sorunu

Piyon şu sıralarda satranç tahtasının yedinci karesinde bekliyor. Tek bir hamlede sekizinci kareye gidecek, vezir olacak. Ama kımıldayamıyor. Karşısında kale var. Kale de piyonu yutamıyor. Piyonun arkası sağlam” (Turan Yavuz, ABD’nin Kürt Kartı, Milliyet Yayınları)

Gazeteci Turan Yavuz, “ABD’nin Kürt kartı” adlı kitabında, Körfez Savaşı olarak bilinen, ABD’nin Irak’a 1991’de gerçekleştirdiği müdahaleden sonraki durumu bu sözlerle özetliyordu. Oyun tahtasında Kürtleri piyon yerine koyarak, aslında Kürt halkını “dış güçlerin maşası” olarak gören hastalıklı ruh halinin kendisine de sirayet etmiş olduğunu göstermiş olsa da, Yavuz’un bu değerlendirmesi, o günkü koşulları, “yeni hamle yapılmasını neredeyse olanaksızlaştıran bir denge durumu” olarak tarif etmesi bakımından önem taşıyor.

ABD’nin 2003’te Irak’a yaptığı ikinci saldırı ve işgal, taşların yerinden oynatılması yönünde atılmış büyük bir adım oldu. ABD müdahalesi ve Saddam’ın devrilmesi, hem Kürtlerin kendi geleceklerini belirlemede yeni koşullara ulaşmalarına, hem de Irak’ın geleceği üzerine söz söylemelerine yeni olanaklar yarattı. Türkiye emekçi halkı, Kürdü ve Türkü ile, ABD saldırganlığına ve işgale karşı mücadele etti, tepki gösterdi. Bu mücadelenin yarattığı etkiyle, ABD’nin Türkiye topraklarından Kuzey Cephesi açmasını amaçlayan 1 Mart tezkeresi reddedildi. Bu gelişme, Türkiye’yi savaş batağına sürüklemek isteyen ABD ve onun işbirlikçilerine karşı önemli bir kazanım oldu. Tezkerenin reddi, başka şeylerle birlikte, aynı zamanda, Kürt sorunu karşısında seksen küsur yıldır inkarcı şoven bir tutumda ısrar eden ülke gericiliğinin, sınırın öbür tarafında yaşayan Kürtlerin kazandığı statüyü kaygıyla ama eli kolu bağlı olarak seyrettiği, seyretmek zorunda kaldığı bir süreci de beraberinde getirmişti.

Bu dönemde, ülke egemenlerinin Kürt sorununa dair gerici pozisyon ve politikalarını koruma hesapları ve buna bağlı olarak, “kırmızı çizgiler” vurgusu eşliğinde zaman zaman yapılan “Kuzey Irak’a operasyon”, “Kerkük’e sefer” açıklamaları, ABD tarafından Süleymaniye kentinde Türk özel kuvvetlerinin derdest edilerek başlarına çuval geçirilmesiyle yanıtlandı. Bu küçük düşürücü saldırıdan ülke egemenlerinin çıkardığı sonuç ve önerdikleri çözüm, “ABD ile ilişkilerin tamir edilmesi” adına, genellikle çok afişe edilmeyen askeri merkezin “derin” diplomasisiyle birlikte, AKP hükümeti tarafından, başta İncirlik Üssü olmak üzere, ABD’ye yeni tavizlerin verilmesi, ABD’nin bölge politikasına hizmet edecek yeni adımların atılması oldu. Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül ve AKP hükümetinin İKÖ’de, Suriye ve İran temaslarında ABD’nin “mesaj taşıyıcısı” olarak oynadıkları rol, ABD ve Bush tarafından olumlu karşılanmış ve Türkiye’nin Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin pilot ülkesi olması konusunda yeni bir görüşme trafiği başlamıştır. ABD’nin bölge politikaları ve dolayısıyla bölgenin geleceğiyle ilgili olarak yapılan görüşmelerde Türkiye egemenlerinin yegane önceliği, operasyonel bir soruna indirgedikleri Kürt sorunu konusunda ABD’den Kandil’e operasyon yapılmasını talep etmek olmuştur.

GÜNCEL GELİŞMELER NEYE İŞARET EDİYOR?

CIA uçaklarının, ABD’nin Avrupa’nın bazı ülkelerinde kurduğu işkence merkezlerine ve hapishanelere dünyanın birçok ülkesinden “mahkum” taşıdığının açığa çıkmasından sonra, Avrupa gezisine çıkan ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, CIA’nın, sadece ABD’de değil, Avrupa’da da terör saldırılarını engellediğini söyleyerek, uluslararası hukuk normlarını hiçe sayan bu emperyalist haydutluğu savunmuştur. Romanya ile askeri üs anlaşması yapan Rice, Türkiye’ye de iniş yaptıkları belirlenen CIA uçakları ile ilgili olarak, gezi dönüşünde, AKP hükümetinin sadakatinden kuşkusu olmadığından olsa gerek, Başbakan Erdoğan ile havaalanında bir görüşme yapmakla yetinmiştir.

Rice’nin ardından, FBI Başkanı Mueller, CIA başkanı Gross, bir yığın ajanla birlikte Türkiye’ye gelerek, başbakan dahil, çeşitli düzeylerde yetkililerle görüşmeler yaptı. Gazeteci Murat Yetkin, Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden biçimlendirildiği ve dolayısıyla CIA ve FBI başkanlarının görüşmelerine zemin olan süreci şöyle özetliyor: “Rice’in gelişi ardından, 1 Mart 2003’te TBMM’nin Amerikan ordularının Irak’ı işgal harekatına katılmayı reddiyle sarsıntı geçiren Türk-ABD ilişkilerini tamire, daha doğrusu yeni bir raya oturtmaya yönelik ilk hamle, Başbakan Erdoğan’ın Mayıs başındaki İsrail gezisi oldu. Onu Erdoğan’ın Haziran başındaki Washington gezisi izledi. Erdoğan’ın Beyaz Saray’da ABD Başkanı George Bush ile buluşmasından çıkan en önemli mesaj, Türkiye’nin ilk teklife göre biraz daha ehilleşmiş haliyle Büyük Ortadoğu Projesi’ne destek vermeyi kabul etmesiydi. Bu destek, doğal olarak ABD’nin El-Kaide ile mücadelesine daha çok katkıyı da içeriyordu. Bush da Türkiye’ye AB ve PKK ile mücadele konularında yardıma devam sözü verdi.” (Murat Yetkin, Radikal, 13.12.2005) Eylül ayı sonunda Pentagon’da yapılan ve Bush’un da katıldığı bir toplantının sonunda, CIA başkanı Gross’un “Dünya çapında yeni ve aktif bir çizgiye geçileceğini” ilan etmesi, Yetkin’in işaret ettiği gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, neden ardı sıra Türkiye’ye ziyaretler yapıldığı ve ilan edilen “yeni ve aktif mücadele çizgisi”nde Türkiye’ye nasıl bir rol biçildiği daha kolay anlaşılmaktadır. ABD’li yetkililerin Türkiye ziyaretiyle eş zamanlı olarak, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın Amerika’ya yaptığı ziyaret ve İsrail Genelkurmay Başkanı Halutz’un Türkiye’ye gelişi, bölgede Türkiye-ABD-İsrail işbirliğinin yeni süreçteki dayanaklarının oluşturulmakta olduğunu ortaya koymaktadır. Buna, Türk yetkililerin Güney Kürtlerine karşı bir politika değişikliğinin işaretlerinin ortaya çıkması ve bu kapsamda MİT ile Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı Mesut Barzani arasında yapılan görüşme eklendiğinde, tablo daha da netleşmektedir.

Bu gelişmelerle aynı süreçte, İran istihbarat kaynakları ve Katar’da yayınlanan El Vatan gazetesi; ABD, İsrail, Türkiye ve Kürt liderler arasında Irak Kürdistanı’nda gizli toplantılar düzenlendiği, bu toplantılarda Irak ve bölgenin geleceği konusunda pazarlıklar yapıldığı ve ABD’nin, Türkiye’den, başta İncirlik üssünün kullanımı olmak üzere, önemli tavizler kazandığı iddiasını gündeme getirdi. Yine Rice’nin Avrupa gezisi ve Türkiye’deki görüşme trafiğinden sonra, Alman Haber Ajansı DDP’nin, Alman istihbaratı kaynaklı olduğu söylenen iddiası gündeme geldi. Bu iddiaya göre, ABD, 2006 yılında İran’ın askeri ve nükleer üslerine bir hava harekatı yapmayı planlamakta ve ABD’nin, işbirliği karşılığında, Türkiye’ye de eş zamanlı olarak İran’da bulunan PKK kamplarına operasyon yapma olanağı sağlayacağı belirtilmektedir. Bu iddiaların doğruluğu/gerçekliği tartışılabilir, ama bunlar, Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri ve Türkiye’ye biçilen rol hakkında fikir vermesi bakımından kayda değerdir.

Gelişmeler, ABD’nin Irak’a müdahalesinin ardından oluşan yeni zeminde, bütün tarafların kendi güç ve ilişkilerini yeniden mevzilendirmeye çalıştığı ve bu temelde yeni hamlelere giriştiği/girişmekte olduğu bir sürece işaret etmektedir. Yazımızın başında aktardığımız, Turan Yavuz tarafından tarif edilen denge durumu, bugün artık değişmiş ve oyunun bütün tarafları, kendi pozisyonlarını güçlendirecek hamlelerin hesabını yapmaya başlamıştır. Üstelik politika, Yavuz’un satranç oyunu kadar katı kuralları olan bir oyun değildir. Dün birbirlerine karşı mevzilenen ya da ayrı düşmüş, ayrı düşmek zorunda kalmış güçler, bugün başka bir güce karşı aynı safta yer alabilmektedir.

‘KIRMIZI ÇİZGİ’NİN ‘GÜNEY’DEKİ YÜZÜ

1 Mart Tezkeresi’nin reddi, Türkiye’nin, ABD’nin Irak operasyonunda kendisine biçtiği rolü oynayamaz hale gelmesine, ve zaten, ’91’den beri Irak’ın kuzeyinde fiili bir oluşum halinde olan Kürtlerin, ABD için öneminin artmasına yol açmıştı. Güney Kürtleri, Irak’ın işgal edilmesi ve Saddam’ın devrilmesinden sonra, ABD’nin hem Irak politikasına müdahale ve onu yeniden şekillendirme planlarının en önemli dayanağı oldu; hem de, ABD tarafından, Suriye ve İran gibi öncelikli müdahale alanları olarak belirlenen ülkelerde bulunan Kürtler için bir ‘model’ olarak gösterildi. Bu nedenle, ABD, Güney Kürtleri’nin geleceklerini belirlemeleri yönünde attıkları her adımı destekledi ve bu desteği, kendini, bölgenin mazlum halkları için bir kurtarıcı gibi sunmak amacıyla kullandı.

Geleceğini ABD emperyalizmiyle işbirliğinde arayan Türkiye egemenlerinin bu gelişmeleri görmezden gelmesi mümkün değildi. Dolayısıyla, ABD’nin bölge politikalarına uyum, Güney’deki Kürt oluşumunun reddine dayanan kırmızı çizgilerde bir değişimi zorunlu kılıyordu. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 29 Ekim’de Çankaya Köşkü’nde verilen davette, konuyla ilgili sorulara verdiği yanıtta bu değişimi şöyle izah ediyordu: “Barzani bir aşiret lideriydi. Biz öyle görüyorduk. Ama durum değişti. Bu değişikliği kabul etmemiz gerekiyor. Talabani’yi de öyle görüyorduk. Şimdi Irak Cumhurbaşkanı. Yarın Irak Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi ziyaret etmek isteyecek. O gün nasıl davranacağız? Irak’ı tanıyorsak, bu değişen koşullara göre hareket edeceğiz…

Aslında Özkök’ün açıklamalarından birkaç gün önce, bu politika değişikliği ile ilgili ilk somut adım atılmıştı. MİT Müsteşarı Emre Taner, 20 Ekim’de, beraberindeki heyet ile birlikte, Güney Kürdistan’ın Selehaddin kentinde, Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı Mesut Barzani ile bir görüşme yapmıştı. Görüşmenin MİT aracılığıyla yapılması gayri resmi pazarlıkların yapılmasına olanak sağlasa da, bu adım, Güney’deki Kürt oluşumunun ve Barzani’nin başkanlığının tanınması yönünde atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilmelidir. Görüşmelerde, Barzani, Kürt oluşumunun resmi düzeyde tanınması ve bu temelde karşılıklı işbirliğinin geliştirilmesini talep ederken; Türk tarafının tek talebi, “Kuzey Irak’taki Kürt otoritesinin Türkiye ile işbirliği içinde PKK’yı yok etmek üzere harekete geçmesi ve Barzani’nin PKK karşıtı işbirliğini PKK tümüyle silah bırakıp yok oluncaya kadar götüreceklerini ilan etmesi” oldu. Bu talebe, en azından şimdilik, peşinen angaje bir izlenim vermemiş olan Barzani, MİT Müsteşarı Emre Taner ile görüşmesinden dört gün sonra gittiği Amerika’da, Bush tarafından Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı olarak karşılandı. Genelkurmay Başkanı Özkök’ün yukarıda aktardığımız açıklaması ise, bu görüşmenin ardından yapılmıştı.

Kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlerin demokratik istemlerinin reddi ve Kürt ulusal hareketinin imha edilmesi temelinde Güney Kürtlerinin iradesinin tanınması, Türkiye egemen sınıfları için büyük bir açmaz durumundadır. Türkiye gericiliği, Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar ettikçe, emperyalizmin bölge politikalarına daha da bağlı hale gelmektedir. Egemenlerin Kürt sorununu Kandil’e operasyon sorununa indirgemesi ve bu yönde ABD’den bir beklenti içine girmesi, ülkeyi, bölgede savaş batağına sokabilecek tehlikeli bir zemine sürüklemektedir.

KANDİL’E OPERASYON KÜRT SORUNUNU ÇÖZER Mİ?

Denilebilir ki, Kürt sorununda izlenen inkar ve imhayı esas alan gerici politikalar, son süreçte, ABD’nin, ülke egemenlerini kendi politikalarına uşaklık etmede istediği kıvama getirmesi bakımından belirleyici bir halka olmuştur. Yapılan görüşmelerde, ABD’li yetkililerin Türkiye’den her türlü isteminin, Türk yetkililer tarafından, “PKK’ye karşı mücadele ve Kandil’e operasyon” kaydıyla kabul görmesi ve sadece ABD ile değil, İsrail ve Güney Kürtleri ile yapılan görüşmelerde de Türkiye’nin yegane talebinin bu olması, aynı gerçekliğe işaret etmektedir.

Kürt sorunu karşısındaki gerici pozisyonları, ABD’nin hedefi konumunda bulunan Suriye ve İran rejimleri için de önemli bir açmaz durumundadır. Bir yandan, ABD, bu ülkelerde yaşayan Kürtlere Güney’deki oluşumu göstererek, onları cezbetmeye, kendi politikalarına yedeklemeye çalışmakta; öte yandan, bu ülke egemenleri, Kürtlerin istemlerine daha fazla baskı ile yanıt vererek, onları ABD politikalarına doğru itmekte, ABD’nin müdahale zeminini genişletmektedir.

ABD Başkanı Bush’un, Irak seçimlerinin, “kendi ayakları üzerinde durabilen, kendini savunabilen ve terörle savaşta müttefik olabilecek bir Irak yolunda büyük bir adım olduğunu ve bu seçimlerin bölgedeki diğer insanlara, örneğin İran ve Suriye’de yaşayanlara kuvvetli bir emsal sunacağını” söylemesi ve ABD’nin Irak Büyükelçisi Halilzad’ın, daha seçim sonuçları açıklanmadan, bütün kesimleri kapsayacak geniş tabanlı bir koalisyon istediklerini açıklaması, ABD’nin yeni bir adım atmaya hazırlandığı olasılığını güçlendirmektedir. Bu gelişmelerin de öncesinde, 12 Kasım’da, Bush, Birleşmiş Milletler zirvesi için ABD’de bulunan devlet ve hükümet başkanlarına verdiği resepsiyonda, Erdoğan’a, “Bugün Rice ile, Talabani’yle görüştük. ‘Türkiye PKK konusunda endişeli. Bu konuda bir şeyler yapmanız gerekiyor’ dedik” açıklamasını yapmıştı. Bush’un Türkiye’nin beklentilerine cevap vermek adına, Türkiye’yi sürece dahil etmeye yönelik açıklamasından sonra, politikalarını, ABD’nin ihtiyaçlarının öncelikleri üzerinden belirlediği bilinen NATO’nun Genel Sekreteri Schefer’in, Aralık sonunda Türkiye’de yaptığı görüşmelerde, PKK’nin NATO’nun terör örgütleri listesine alınması konusunda Ankara’nın beklentilerine olumlu cevap vermesi de, aynı kapsamda değerlendirilmelidir.

Kandil’e operasyon ya da Güney’de PKK varlığını dağıtacak bir müdahale Kürt sorununu çözer mi? Her şeyden önce, Kürt ulusunun, ulus-devlet oluşturma adına geliştirilen ırkçı ve şoven politikalar sonucu inkar edilmesinden, yok sayılmasından kaynaklı bir sorun olduğu biliniyor. Resmi kaynaklar, bugüne kadar, diğer bazı özelliklerinin yanı sıra ulusal karakterli 28 Kürt isyanının gerçekleştiğini belirtiyor ve bu kaynaklar, bugünkü Kürt ulusal hareketi etrafından gelişen mücadeleyi de, 29. Kürt isyanı olarak değerlendiriyor. Soruna bu noktadan bakıldığında bile, PKK’nin, Kürt sorununun nedeni değil, bir sonucu olduğu gerçeğine varılacaktır. Bu bakımdan, nedeni görmezden gelerek, sonucu ortadan kaldırmaya çalışmak, sorunu derinleştirmekten başka bir gelişme doğurmayacaktır. Sorunun çözümünü Kandil’e operasyonda aramak, çözümsüzlükte ısrar etmektir. Kandil’deki PKK varlığı dağıtılsa bile, 2005 Newroz kutlamalarını, ulusal harekete ve ulusal mücadeleye bağlılık yönünde bir irade beyanına dönüştüren yüz binlerce Kürt ne olacaktır? Ötesinde, son seçimlerde, Türkiye’nin dört bir yanında (Türk, Kürt ve diğer halklardan) Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü yönünde oy kullanan iki milyon seçmen bulunmaktadır. Bu gerçekler yok sayılarak, halkın talep ve beklentileri görmezden gelinerek, çözüme ulaşmanın mümkün olmadığı açıktır.

Bu noktada yeniden ABD’nin tutumuna dönmek gerekirse; ABD, Kandil’e askeri harekat ya da başka türlü bir müdahalenin sorunu çözmeyeceğinin farkındadır. Zaten ABD de, böylesi bir müdahaleyi, ancak Türkiye’yi kendi planlarına yedekleyebileceği, kendi müdahale olanaklarını geliştirebileceği oranda anlamlı ve gündeme alınabilir bulmaktadır. Dolayısıyla ABD, Kürt sorununun çözülmesini değil, bölgeye müdahalede kendi elinde bir ‘araç’ olarak kalmasını istemektedir. ABD’nin hesabı, ülke içinde egemenlik mücadelesi veren ve bir tarafını Mersin’de gerçekleştirilen bayrak provokasyonu üzerinden Kürtleri “sözde vatandaş” ilan eden, linççi-gerici-faşist güruhları “duyarlı vatandaşlar” olarak göstermeye çalışan ve Şemdinli’de suç üstünde yakalanan JİTEM’ci kontrgerilla mensuplarını sahiplenen ve gücünü bu ırkçı şoven politikalar ile bölgede uygulanan özel savaştan alan odakların; öbür tarafını ise, gücünü savaş politikalarından alan –ve kendisiyle iktidar oyunu oynayan– rakiplerine karşı, Kürt sorununu kullanmaya çalışan, işbirlikçi burjuva-feodal Kürt çevreleriyle birleşerek, onlar üzerinden, bölgedeki “Kürt ayağı”nı örgütlemeyi hedefleyen AKP ve ortak tutum içinde bulunduğu çevrelerin oluşturduğu cepheyi, kendi emperyalist emellerine hizmet etme konusunda aynı noktada birleştirmek, bu konuda varolan pürüzleri gidermektir. Birbiriyle ‘çekişme’ halinde olan bu iki taraftan birincisinde yer alanlar, güçlerini savaş politikalarından aldıkları, ve diğerleri ise, ulusal hareketin etkisini kırıp kendi gerici çözümünü etkin kılmak için, Kürt ulusal hareketine karşı tutum konusunda aynı noktada birleşebilmektedirler. Ve ABD, Kürt ulusal hareketine karşı geliştireceği tutum veya girişeceği bir müdahaleyle, birbirleriyle çatışma halinde olan bu gerici güçleri, birlikte, hem kendi arkasında saf tutmaya yöneltebileceğini, hem de kendi bataklığına çekebileceğini görmektedir.

“MİT-ÖCALAN GÖRÜŞMESİ” VE KİMLİK TARTIŞMALARI

PKK lideri Öcalan, 1999 Şubatı’nda bir CIA operasyonuyla Türkiye’ye getirildiğinde, Ecevit başbakandı. O zaman, CIA’nın bu operasyonu, devletin bir başarısı olarak gösterildi; Ecevit, bir kahraman haline getirildi. Ve yaratılan milliyetçi-şoven dalganın etkisinde gerçekleştirilen seçimlerden, Ecevit’in DSP’si, diğer partilere fark atarak, zaferle çıktı. Yine Bahçeli’nin başında bulunduğu Türkeş’in MHP’si de, tarihinin en yüksek oylarını aldı. Ancak, Ecevit, aktif siyaseti bıraktıktan sonra, Öcalan operasyonuyla ilgili sorulan bir soruya, “ABD Apo’yu bize neden verdi, onu hâlâ ben de bilmiyorum” diyerek, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinin bir ABD operasyonu olduğunu itiraf etmiş oldu. Ecevit’in ardından, 2002-2004 yılları arasında hem Jandarma Genel Komutanı hem de Kara Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapan emekli orgeneral Aytaç Yalman da, “Öcalan’ın yakalanması ile Talabani ve Barzani alternatifsiz kaldılar” açıklamasını yaparak, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinin ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında gerçekleştirilmiş bir operasyon olduğunu dile getirmiş oldu.

ABD, Öcalan’ı, milliyetçi çizgileriyle Talabani ve Barzani’den farklı görmektedir. Yine Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin özgünlüklerini de bilmektedir. Kürt ulusal hareketinin gelişim seyriyle, KDP ve YNK’nın gelişim koşullarının farkını da bilmektedir. Demokratik temellere sahip olan Kürt ulusal hareketinin ezilmesi ve ABD’nin güdümünde bir çizgiye çekilmesi çabasından vazgeçmemekle birlikte, hala başarılı olamamıştır. PKK’yi KDP ve YNK çizgisine çekmek üzere Osman Öcalan ve tayfası üzerinden gerçekleşen operasyon da başarılı olamamıştır. ABD, kendi çizgisinde yürüyen bir Kürt hareketi tasarlamakta ve alternatif haline gelecek “aykırı” bir hareketi engellemek istemektedir. Bu amaçlı olarak PKK üzerinde durmakta ve Kürt ulusal hareketine yönelik çeşitli operasyonlar gerçekleştirmektedir. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi de bu kapsamdadır. ABD, bölgede halkları düşmanlaştırma ve kendini bir ihtiyaç haline getirmeyi, varlığını kalıcılaştırmayı amaçlıyor. Öcalan’ın, Kürtlerin diğer bölge halklarıyla birlikte demokratik, barışçıl bir temelde yaşamasına vurgu yapması bile, tek başına, bu ABD perspektifi açısından rahatsızlık vericidir.

Ülkede ve bölgede Kürt sorunu eksenli çok yönlü görüşme ve pazarlıklar yapılırken, MİT’in yaz başında Öcalan ile gerçekleştirdiği görüşme, gecikmiş olarak basına yansıtıldı. Bu görüşme, yeni bir gelişme gibi gösterilip tartışıldı. MİT müsteşarı Emre Taner’in, müsteşar yardımcısıyken yaptığı görüşmede, Öcalan’ın, uzun bir süreden beri dile getirdiği görüşlerini tekrarladığı anlaşılmaktadır. Bu görüşmeyle ilgili yeni olan, Öcalan’ın söyledikleri değil, görüşme üzerine, MİT’in eski müsteşar yardımcılarından Cevat Öneş’in, Radikal gazetesinde yayınlanan makalesinde gündeme getirdiği görüşler oldu. Öneş, makalesinde, Kürt sorunun çözümü konusunda Öcalan’ın değerlendirmelerinden yararlanılması gerektiğini söylüyordu. Öneş’in değerlendirmesi, daha sonra, Ertuğrul Özkök ve Doğan Medya Gurubu’na ait diğer basın yayın kuruluşları ve buradaki köşe yazarları tarafından da gündeme getirildi.

MİT’in Öcalan ile görüşmesi, bugün için dar da olsa, egemenler cephesinde bir kesimin, “çözüm için Öcalan ile diyalog” görüşünü tartışması/tartıştırması bakımından önemli sayılabilir. Ama bu eğilimin belirleyici olmadığı, bugün ülke politikalarına yön veren güçlerin Kürt sorununa dair tutumlarında, sözkonusu görüşmeyi ya da Öcalan’ın söylemlerini dikkate almadıkları, bu görüşmeden sonraki birkaç aydaki uygulamalara bakıldığında, kolaylıkla anlaşılabilir. Bir yandan savaşın tırmandırılması, linç girişimlerinin yaygınlaştırılması ve kontrgerilla çetelerinin devreye sokulması, öte yandan sorunun operasyonel bir soruna indirgenerek, bu temelde ABD ve Talabani-Barzani ile görüşmeler yapılması, bunu göstermektedir.

Dönemin bir diğer tartışma konusunu, “Kürt sorunu” söylemini terk eden Başbakan Erdoğan’ın “alt kimlik-üst kimlik” ile ilgili yaptığı açıklamalar oluşturdu. Bu açıklamaların hemen ardından, başını CHP lideri Baykal’ın çektiği milliyetçi-şovenler, “Türklük” dışında hiçbir kimliğin kabul edilemez olduğunu söyleyip, başbakanın Öcalan’ın ağzıyla konuştuğunun da altını çizerek, koro halinde yaygaraya başladılar. Alt kimlik-üst kimlik söylemi, gerçekten de, bir dönemden beri Öcalan tarafından dile getiriliyordu. Öcalan, üst kimliğin “anayasal vatandaşlık” olması ve ulusal kimliklerin, alt kimlikler olarak eşitlenmesi görüşünü dile getiriyordu. Oysa Başbakan Erdoğan, “Etnik kimlikler alt kimliktir. Herkes kendi kimliği ile övünebilir” derken, anayasanın “Türklük” esasına dayalı hükümlerinin değiştirilmesi konusunda bir şey söylemiyor, Kürtlerin ulusal hak eşitliğini tanımıyordu. Yani herkes “Ben şuyum, buyum” diyebilecek, ama “Türk milleti üst kimliği tartışılamayacak ve devlet işleri de, bu ‘Türklük esasına göre işlemeye devam edecektir! Başbakan Erdoğan, Kürt sorunu konusundaki söylemlerinden sonra, kimlik tartışmalarında da somut bir adım atmak yerine, tartışmayı şekli ve lafzi bir tartışma olarak sürdürmeyi tercih ederek, kendisinden ve partisinden sorunun çözümü konusunda beklenti içinde olan çevreleri oyalamak hesabı içinde olabilir. Ama Başbakan’ın bu tutumu, sorunun çözümü ile arasındaki mesafenin her geçen gün daha fazla açılmasına neden olmakta; dolayısıyla emek ve demokrasi güçlerinin müdahale ve mücadele alan ve olanaklarını da genişletmektedir.

2006’YA DEVROLAN HESAPLAR

İşbirlikçi Türkiye burjuvazisi ve gerici güç odaklarının, emperyalizmin bölge politikalarına bağımlılığı arttıkça, başta Kürtler olmak üzere, her milliyetten işçi-emekçilere ve ezilen halk kesimlerine karşı saldırganlığı da artmaktadır. Genelkurmay’ın “OHAL’in kaldırılmasından sonra teröre karşı mücadelede zaafiyet yaşandığı” yönündeki açıklamasının ardından, sadece bölgeyi değil, bütün ülkeyi ağır baskı koşulları ve yasaklamalarla kuşatmayı amaçlayan ‘Terörle Mücadele Yasası’nın hazırlanması, linç ve provokasyonların yaygınlaştırılması ve Orhan Pamuk davasında yaşandığı gibi, bunun, yazar ve aydınlara uzanan açık bir saldırganlığa dönüşmesi, Evrensel gazetesinin gerekçesiz toplatılması, Gündem gazetesi bürosunun basılması, Şemdinli’nin ardından, Yüksekova, Hakkari ve Silopi’de yaşananlar, 1 Mart Tezkeresi’ne karşı mücadelede önemli bir rol oynayan Eğitim-Sen’e anadil davası üzerinden yara aldırılması ve ardından tüzüğünde yer alan “faşizm, emperyalizm, TİS ve grev” gibi kavramlar nedeniyle KESK’in hedef haline getirilmesi… Baskı, şiddet ve antidemokratik uygulamaların listesi uzatılabilir, ama sıraladığımız gelişmeler, Türkiye egemenlerinin, emperyalizmin bölge politikaları doğrultusunda adım atarken, ülke içinde de, bu politikaların uygulanması konusunda sorun teşkil edebilecek güçleri bertaraf etmeye çalıştığını göstermektedir. Türkiye gericiliği, kendi içindeki çıkar ve egemenlik mücadelesine karşın, halk güçlerine karşı birleşmekten geri durmamaktadır. Bunun son örneğini, seçim barajının düşürülmesi talebine karşı birleşen Başbakan Erdoğan ve CHP lideri Baykal’ın ortak tutumları ortaya koymuştur.

ABD emperyalizminin bölge politikaları ve Kürt sorunu ile ilgili yaşanan güncel gelişmeler, Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesi ile emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin her geçen gün daha fazla iç içe geçtiği bir süreci beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak, emperyalizm ve işbirlikçi bölge gericiliklerinin içine girdiği yönelim bölge halklarının geleceğini tehdit etmektedir. Ama bu tehdidin kaynağı olan emperyalist saldırganlık, aynı zamanda, bölgenin ezilen, mazlum halklarının bu gerici politikalara karşı mücadele etme ve bir hesaplaşma içine girme olanaklarını da geliştirmektedir. 2006 yılının, bölgede böylesi bir hesaplaşma için gerekli emareleri fazlasıyla taşıdığını şimdiden söyleyebiliriz.

Sol, ’12 Eylül’ü nasıl değerlendirdi?

12 Eylül’ün üzerinden 25 yıl geçti. 12 Eylül askeri faşist darbesi bugüne kadar “Türkiye solu” tarafından pek çok yönüyle değerlendirildi. Bu değerlendirmeler, değerlendirmeyi yapanların baktıkları yer dikkate alınarak kuşkusuz eleştirilebilir. Ancak bu değerlendirmelerin genelde ortak bir noktası bulunmaktadır. Bu ortak nokta, bu değerlendirmeler kimler tarafından yapılırsa yapılmış olursa olsun, 12 Eylül darbesinin ülkede durum ve uluslararası koşullar çerçevesinde değerlendirilmiş olmasıdır. Ama böyle olmadığını iddia edenler de var. Toplumsal Tarih Dergisi’nin Ekim 2004’te yayınlanan 142. sayısında, Roni Margulies imzalı bir 12 Eylül değerlendirmesi yer aldı. Yazının tam başlığı şöyle, üstte “12 Eylül’e farklı bir yaklaşım” ifadesi yer alıyor, altaki ana başlık ise, “Türkiye’de ve Dünya’da 1980”. Yazının içeriğine bir göz atıldığında, genel olarak doğru sayılabilecek tespitler yapılmakla birlikte, Türkiye Solu ve solun darbeyi değerlendirmesi ile ilgili yanlış ve subjektif tespitlerin yapıldığı görülüyor. Değerlendirmenin, asıl olarak TKP ve Kemalizmle bağlantılı sol merkeze alınarak yapıldığı görülüyor. Ama bütün sol aynılaştırılıyor. Yazar her ne kadar “12 Eylül’e farklı bir yaklaşım”da bulunuyorsa da, yazı, sadece 12 Eylül ve sol değerlendirmesi ile sınırlı değil. 60’a, 68’e uzanan değerlendirmelerde bulunuyor. Biz, bu yazıda, sadece 12 Eylül’le ilgili bölümleri inceleyeceğiz. Diğerleri belki farklı bir yazının konusu olacak. Şimdi konuya geçebiliriz.

Margulies “Türkiye’de toplumsal direniş kültürü ve toplumsal direniş dinamikleri 1980 öncesinde ve sonrasında gerçekten de farklıdır, ancak bu farkları ‘12 Eylül’ öncesi ve sonrası olarak değil, ‘1980’ öncesi ve sonrası olarak değil,; ‘Türkiye’de 1980’ öncesi ve sonrası olarak değil, ‘dünyada 1980’ öncesi ve sonrası olarak düşünmek gerekir.” demektedir. Yazarın sola ilişkin temel tespiti şudur: “Ama Türk solu, ‘somut durumun somut analizi’ne, yani misak-ı milli sınırları içinde olup bitenlere düşkün olup bu sınırlar dışında olanları ‘soyut’ olarak düşündüğü ve dolayısıyla ilgilenmediği için, 12 Eylül’ü tümüyle ve münhasıran Türkiye’yle ilgili, dünyadan bağımsız bir gelişme olarak düşünegelmiştir.” Yazarın bu “iddialı” tespiti oldukça cüretkardır. Alıntının sonundan da açıkça anlaşılacağı gibi, “Türk solu” sadece darbe öncesi ve sonrasında böyle düşünmemiş, böyle düşünmeye devam etmiştir. Çünkü “düşünegelmiştir” saptamasının bundan başka bir anlama gelmesi olanaklı değildir.

Yazarın zaman zaman kullandığı ve toptancı bir etiketlemenin ürünü olan “Türkiye solu”, ya da “Türk solu” tanımlamalarını, bunların ne anlama geldiğini ileride ele alacağız. Ama önce yazarın, solu, 12 Eylül’ü dünyadan bağımsız bir gelişme olarak değerlendirmekle suçlamasına yol açan tespitlerine kısaca da olsa bakmak gerekiyor. Yazar, öz olarak, 12 Eylül darbesinin “küresel arkaplan”dan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini ileri sürmektedir. Ona göre, 1980’e gelindiğinde dünya çapında hareket geri çekilmiş, karşı saldırı başlamıştır. Margulies bunu şöyle belirmektedir: “Sonuç olarak, 1980’lerin başlarına gelindiğinde, hareketin geriye çekilmiş olduğu artık her yerde bellidir. Margaret Thatcher 1979’da, Kenan Evren 1980’de, Ronald Reagan 1981’de ve Helmut Kohl 1982’de iktidara gelir. Muhafazakar partilerin art arda seçim kazanmalarından daha da önemlisi, egemen sınıfların krize karşı alacakları neoliberal önlemler paketini artık ayrıntıyla şekillendirmiş, ideolojik kılıfını artık hazırlamış olmasıdır”. Bu karşı saldırı, yazara göre, yaklaşık 20 yıl sürmüştür.

Bu yazıdan amacımız, kuşkusuz bir bütün olarak Türkiye solunu savunmak değil. Sol adına yola çıkanların her birinin farklı politikaları ve yaklaşımları var. İçlerinde Kemalizmden şövenizme kadar giden, kendisini sosyal demokrat sayan kesimler de bulunuyor. Bunu dikkate alarak, biz, sadece “toptancı yöneltilen” eleştirilerin bazılarını, solun devrimci, sosyalist, komünist kesimlerini ilgilendirdiği kadarıyla ele alacağız.

Yazar tarafından yukarıda yapılan eleştiriyi, iki noktadan kısaca ele alalım. İlk olarak; yazarın 90’lı yılların başından itibaren yaygın olarak kullanılan “küreselleşme”, küresel bakış ya da küresel arkaplan gibi terimlerle ifade ettiklerini, “Türkiye solcuları” “uluslararası durum tahlili” olarak 70’li yılların ortalarından itibaren sıklıkla kullandılar. Ancak bu “solcuların” hiçbirisi, emperyalist dünyanın şefleri ile Evren’i eşit ilişkiler içerisine yerleştirme garipliği göstermedi. Türkiye’nin emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine bağımlılığının altı her zaman özenle çizildi, emperyalist ekonomilerin hafif hapşırması durumunda Türkiye ekonomisinin zatürre olacağına hep vurgu yapıldı. Türkiye hep emperyalizmle ilişkisi içerisinde değerlendirildi.

Dönemin ABD Başkanı’na, ABD’li yetkililer Türkiye’de askeri darbenin haberini verirken, “bizim çocuklar yaptı” demişlerdi. “Türkiye solu”nun en geri kesimleri dahi ABD ile Türkiye arasındaki bu bağımlılık ilişkisini çok iyi biliyorlardı ve politikalarını ve mücadelelerini –doğru ya da yanlış– Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını temel alarak geliştiriyorlardı. Bunlar dikkate alındığında, “Türkiye solu”nu ülkeyi dünyadan ilişkisizmiş gibi görmekle suçlamak, en azından sorunu çarpıtmak olmaktadır. Solun başka uluslararası bağlantılarına ise ileride değineceğiz.

İkinci olarak; bir ülkede, belirli bir anda politik durumun ne yöne doğru gelişeceğini belirleyen, ülke içindeki sınıf mücadelesi, bu mücadelenin aldığı, alacağı biçimdir. Uluslararası durum, emperyalist ülkelerin talepleri vb. ülke içindeki mücadele üzerinde etkili olur. Ancak ülke emperyalizme göbekten bağımlı da olsa, sırf bu nedenle, askeri faşist darbeler –uluslararası bir büyük bunalım, savaş vb. gibi iç politik durumu doğrudan belirleyen özel koşullar bir yana– gündeme gelmez. Eğer egemen sınıflar ve onların efendileri ülkeyi mevcut yönetim biçimi ile yönetebiliyorlarsa, bu yönetim biçimi, alt sınıfların –işçi sınıfı ve emekçi yığınlar– tehdidi altında değilse, doğrudan askeri darbelere başvurmalarına gerek yoktur. Böyle bir darbenin ulusal ve uluslararası çapta ciddi sorunlar yaratacağı açıktır. Türkiye’de 12 Eylül öncesinde harekette bir daralma olsa da, yazarı iddia ettiği gibi bir “geri çekilme” söz konusu değildir. Hareketin yeniden yükseleceğine, hem de bu kez sınıf temelleri daha da güçlenerek yükseleceğine ilişkin güçlü belirtiler bulunmaktadır. Örneğin 24 Ocak Kararları’nın uygulanmasına dönük adımlar, işçi ve emekçi hareketini yeniden mücadeleye itecek başlıca etkenlerden biri durumundadır.

Egemen sınıflar ve efendileri devrim ve karşı-devrim arasındaki bu ilişkiyi görmüşler ve darbelerini kendileri için en müsait zamanda indirmişlerdir. Kısacası, ülke içi gelişmelerden, sınıf mücadelesinin gelişme seyrinden bağımsız bir “dış koşullar” tahlili totolojiye götürür. Dış koşulların ülke içinde belirli bir politik yönetim biçiminin egemen olmasını sağlaması, iç gelişmelerin de buna uygun olması ile olanaklı olabilir. Yoksa yazarın iddia ettiği gibi, “egemen sınıfların krize karşı neoliberal önlemler paketini artık ayrıntılarıyla şekillendirmiş (yazara göre, tarih, 80’lerin başıdır), ideolojik kılıfı artık hazırlamış olmaları”, Türkiye’de askeri faşist darbenin açıklaması değildir. Emperyalist şefler, “biz programımızı hazırladık, şu ülkede askeri darbe yapalım” mantığı ile hareket etmiyorlar. Yönetimin hangi biçimi alacağında iç koşullar belirleyici oluyor ve bağımlı ve geri ülkeler, emperyalist ülkelerin, krizin yükünü, ya gerici yönetim biçimleri ya da askeri darbeler ve açık diktatörlüklerle yıktıkları ülkeler haline geliyorlar. Bağımlı ülkelerde yönetimin hangi biçimi alacağını ise, devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadele belirliyor. Sadece uluslararası sermayenin 80’de içinde bulunduğu durum veri alınarak, tek tek ülkelerdeki yönetim biçimleri tahlil edilemez, eğer edilirse, yazar gibi ciddi yanılgılara düşmek kaçınılmaz olur.

12 Eylül askeri faşist darbesinden önce, ülkenin yaşadığı ve onu bu darbeye götüren bir süreç bulunuyor. 12 Eylül darbesi birdenbire ve aniden ortaya çıkmadı. Öncesinde, 1978’de Maraş katliamının ardından ilan edilen bir sıkıyönetim ve daha sonra 24 Ocak Kararları var. Farklı ideolojik akımlara dayanan ve farklı politik tutumlara sahip olan Türkiye solunun elbette bu olaylar karşısında aynı değerlendirmeyi yapması beklenemezdi. Ancak solun büyük çoğunluğunun, iç gelişmelerin uluslararası bağlantılarını gördüğü de bir gerçektir. Örneğin o dönemde çıkan Parti Bayrağı dergisi, sıkıyönetimi, “sıkıyönetimin ilan edilmesine neden olan esas şeyin emperyalist kapitalizmin krizi ile birlikte… halkın yükselen devrimci hareketi…” (Sayı 16 Faşizmin genel Saldırısı ve Sıkıyönetim başlıklı yazı) ile bağlantılı olarak değerlendiriyordu. Yani uluslararası durumun ne yöne gittiği konusunda herhangi bir tereddüt bulunmuyor, ülkede halk hareketinin yükselişine dikkat çekiliyordu. Burada, bağlantılar ve ilişki, doğru bir biçimde yerli yerine konmaktadır. Solun sınıf uzlaşmacılığını temsil eden TKP, TİKP gibi kesimleri ise, elbette durumu farklı değerlendiriyorlar, bu yanlarıyla işçi ve halk hareketinin gelişmesine darbe vuruyorlardı.

Yazarın bir diğer tespiti olan, yazının girişinde alıntıladığımız “Dünyada 80 öncesi ve sonrası” değerlendirmesi doğru mudur? Yazar, “Türkiye’de toplumsal direniş kültürü ve toplumsal direniş dinamikleri 1980 öncesinde ve sonrasında gerçekten de farklıdır” derken, doğru bir noktaya değinir gibi –ancak ileride kısaca değinileceği gibi, “sosyal forumcu” bir çizgidedir– gözükmektedir. Biz kısaca, Türkiye’de 80’lerin sonlarından itibaren gelişen hareketin, 12 Eylül öncesine göre çok daha fazla işçi sınıfına ve emekçi tabanına dayandığını belirtelim. Ama dünya açısından 80’in bir dönüm noktası olduğunu işaret etmek için ortada çok güçlü veriler bulunmuyor. 70’li yılların sonu ve 80’li yılların başı emperyalist sistemin krizinin derinleştiği yıllardır. Batı ülkelerinde muhafazakar hükümetlerin işbaşına gelmiş oldukları doğrudur. Bu hükümetlerin saldırılarının, daha önceki hükümetlere göre artmış olduğu da doğrudur. İngiltere ve bir ölçüde ABD, bu saldırıların ilk tırmandığı ülkelerdir. Ama bu dönemi “dönüm noktası” olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Sonraki saldırılar dikkate alındığında, bu dönem, ancak –eğer bir ad verilecekse– hazırlık dönemi olarak nitelenebilir. Emperyalist cephenin, “sosyal devleti”, “sosyal hakları” vb. kaldırmak için, “sosyalizmin yıkıldığı” demagojisini de arkasına alarak, saldırıyı hemen hemen tüm ülkelerde genel bir saldırı dalgasına dönüştürdüğü yıllar, 90’lı yılların başıdır ve bu süreç devam etmektedir. 90’lı yılların ortaları, özellikle Batı ülkelerinde, sermayenin bu saldırısını püskürtmek için –Almanya, Fransa vb.– ciddi işçi hareketlerinin görüldüğü yıllardır ve işçi sınıfı, tek tek ülkelerde, sermayenin saldırısını gösteri, genel grev ve direnişlerle püskürtmeye çalışmıştır. Özellikle İngiltere’nin, bu saldırı dönemine –80’li yıllardaki atağı dikkate alındığında– daha hazırlıklı girdiği söylenebilir. Daha açık ifade edecek olursak, ABD ve İngiltere, bu döneme bir adım önde girdiler. Bugün de Batı ülkelerinde ciddi işçi eylemleri görülmektedir. Yazar da, bunları, genel hatları ile, eksik de olsa tespit etmekte, ancak mücadele perspektifi olarak Seattle’ı öne sürmektedir. Bu hareketin “küresel düşünüp, yerel davrandığı” saptaması ise, işçi ve emekçi hareketinin gelişim seyri dikkate alındığında, havada kalmaktadır.

Bütün bunlara rağmen, genel dünya tarihi gözönüne alındığında, genel olarak birleşilebilecek dönem tespitleri yapmak, o kadar kolay değildir. Örneğin yazar, sermayenin “80’de başlayan küresel saldırısı”nı 2000’de bitirmektedir. Ona göre, hareketin uluslararası planda 68’de başlayan yükselişi 80’de geri çekilme ile noktalanmış, sermayenin karşı saldırısı bu noktada başlamıştır. Oysa bu saldırı, 80’li yıllar boyunca sürmüş olmasına rağmen –ki bunun en uç örneği İngiltere, kısmen ABD’dir; sermayenin saldırmadığı dönem elbette ki yok, burada saldırının şiddetine ve yaygınlığına dikkat çekmek için bu ayrım yapılıyor–, “sosyalizmin yıkıldığı” demagojisinin ardından şiddetlenmiştir ve 90’lı yılların başından itibaren, kapsamı genişlemiş bir biçimde halen sürmektedir ve tek tek ülkelerde işçi sınıfı ve emekçi yığınlar zaman zaman yükselen mücadelelere girmektedirler.

Yazarın ayrıca sermayenin ve egemen sınıfların saldırısına karşı “kendine özgü” bir “direniş” tahlili var ki, konuyu dağıtmadan bunun üzerine birkaç şey söylemek gerekli olacak. Margulies, “Direniş, kimilerinin sandığı gibi baskının, yoksulluğun, açlığın en yoğun olduğu, bıçağın kemiğe dayandığı yerde ve zamanda patlak vermez. Bıçak kemiğe dayanmışsa, ezilenler yenilmiş, moralsizleşmiş, örgütsüzleşmiş ve boğaz derdine düşmüş demektir.” tespiti yapmaktadır. Bu bütünüyle idealistçedir, gerçeğe ve sınıf mücadelelerinin yasalarına aykırıdır. Yazar en yoksullar, açlar direnişe önderlik edemez dese, bu anlaşılabilir. Ama iddia bütünüyle farklıdır. Sınıf mücadeleleri açısından “baskının, yoksulluğun, açlığın en yoğun olduğu dönem” bunalımın en yoğun görüldüğü dönem değil midir? Bütün bu koşullar ve kitlelerin örgütleri varsa, direniş bu koşullarda patlar. Bıçağın kemiğe dayanması, niye yenilme, moralsizleşme, örgütsüzleşme anlamına gelsin? Tarihsel deneyimlerin de gösterdiği gibi, “bıçağın kemiğe dayanması”, genellikle, “artık yeter, kaybedecek bir şeyimiz kalmadı, ayağa kalkıyoruz” anlamına gelir. Ama hayır, yazara göre bu anlama gelmiyor. İşçi sınıfı ve onun etrafında toplanmış kitlelerin örgütleri varsa, bu örgüt, kazanımların ve kayıpların tecrübesini kitleler ile birlikte yaşamışsa, kitlelerin “moralsizleşmeleri” için bir neden yoktur. Ekmek ve barış isteyenler, bunalımın en derin yerinde, güçlü bir örgüte sahip –Bolşevik Partisi– oldukları koşullarda devrim yapıp, iktidarı almışlardı. Yazar herşeyi birbirine karıştırıyor ve bıçağın kemiğe dayanması ile herşeyi bitiriyor. Oysa işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için ise, büyük atılımların başladığı yer burasıdır. Bıçak kemiğe dayandığında, örgütlü –eğer örgütleri onlara ihanet etmemişse– kitlelerin teslim olduğu, moralsizlik içinde dağıldığı görülmemiştir. Mücadeleye atılırlar, ya yenerler, ya yenilirler.

SOLUN DURUMU

“Sol” kavramı, genel olarak, toptancı bir şekilde sıkça kullanılıyor. Böyle kullanıldığı içindir ki, zaman zaman kolaycı suçlamaların, toptan mahkum etmelerin anahtar kavramı oluyor. Yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız gibi, “Türkiye solu” ya da “Türk solu” kavramının içine, Kemalizmi savunduklarını söyleyenlerden, CHP’ye, oradan “demokratik” ya da “devrimci” sola kadar çok geniş bir yelpaze giriyor. Komünistler de sol içerisinde değerlendiriliyor ve haklarında buna göre bir yargıya varılabiliyor. Açıkçası, aspirinin her derde deva olduğu gibi, sol kavramı da, kendisine sol diyen her kesimi ve kişiyi kapsıyor, kusurlar, günahlar söz konusu edildiğinde, hepsine aynı suçlayıcı yafta yapıştırılıyor, ortak fatura çıkarılıyor. Böylece, “sola” yöneltilmiş her eleştiri, kendisine haklılık kazandıracak bir “sol” buluyor!. Bütün bunları dikkate aldığımızda, kimlerin sol olup olmadığı tartışmasının fazla bir anlamı kalmıyor. Ama bizim burada konu edindiğimiz sol, kendisini en azından “devrimci”, “sosyalist”, “komünist” olarak tanımlayan soldur.

Buradan solun durumuna geçebiliriz. Türkiye solu, kendisini dünyadan, dünyadaki gelişmelerden soyutlamış mıydı? Yazar bu konuda haklı mı? Solun bu durumda olduğunu söylemek, gerçekleri bütünüyle çarpıtmak olmaktadır. “Türkiye solu”nun dış dünya ile ilişkisi ise, yazarın görmediği ya da görmek istemediği kadar sıkı ve yakındı. Sol içerisinde çeşitli akımlar bulunuyordu. Dünyadaki “sol” bölünmüşlüğe bağlı olarak, bunlar da, kendi konumlarını belirliyorlardı. Başlıca üç akım –SBKP, ÇKP, AEP (AEP proletarya sosyalizmini temsil ediyordu)– ve Latin Amerika deneyimlerinden etkilenen orta yolcu akımlar, akla ilk gelenlerdir. Avrupa komünizmi vb. gibi akımları da dikkate aldığımızda, sol içerisinde “zengin” bir uluslararası ilişkiler ağı ortaya çıkmaktadır.

Bu olguların açıkça gösterdiği gibi, sol, haddinden fazla uluslararası idi ve uluslararası gelişmeleri yakından takip etmekteydi. Ama çeşitli ülkelerde uluslararası sermayenin işçi ve emekçilerin haklarına yönelik saldırıları varsa, elbette ki, bunların püskürtülmesi için, her ülkenin işçi ve emekçileri kendi ülkesinde bir mücadele yürütecek; bu mücadelenin hedefi de, ülkeyi yöneten egemen sınıflar olacaktır. Eğer bu ülke, Türkiye gibi bağımlı bir ülke ise, hedef, emperyalizmle birlikte egemen sınıfları hedefe koyacak tarzda genişleyecektir. Açıkçası, ayaklar, öncelikle mücadele yürütülen topraklara sıkıca basacaktır. Yazarın bugünkü “küresel mücadele”ye hayranlığı gösteriyor ki, o, ülke topraklarına sıkıca basan bir mücadele hattının zorunluluğunu anlamaktan uzaktır. Dahası, işçi ve emekçi temelini bulandırmakta, “genel bir karşı koyuş” çizgisinde bu mücadelenin hedefini muğlaklaştırmaktadır.

Ancak yazarın savunduğu bu çizgiyi bugün savunan solcular bulunmaktadır ve yazarın bu konuda “endişe etmesine” gerek yoktur. “Küresel saldırıya karşı küresel mücadele” savunulmakta, bu da, yılda bir, falan ülkede yapılan “görkemli bir gösteri”ye indirgenmektedir. Emperyalizmin saldırısı elbette geneldir. Genel olması, onun bunalımının derinleşmesinden kaynaklanmaktadır. Bu saldırıya, tek tek ülkelerin işçi ve emekçileri, ayaklarını kendi topraklarına sıkıca basarak vereceklerdir. Örnek olsun; tek tek ülkelerde, üç, beş milyon emekçinin yapacağı genel grev, grev ve gösteriler, “uluslararası mücadele” adına yapılan üç-beş yüz bin kişilik gösterilerden, hedefi vurması bakımından daha etkili ve sonuç alıcıdır. Üstelik, protestoculuğun ötesine geçecek, yaptırım gücüne sahip olacak grev, gösteri ve direnişlerin belirli somut ülkelerde belirli somut fabrika ve işyerlerinde gerçekleşmesi tek geçerli yoldur. Burada sorun, karşı saldırının nasıl püskürtüleceğine ilişkin mücadele perspektifinin yitirilmemesidir. İşçi ve emekçi hareketinin, uluslararası ilişki ve dayanışma, hatta zaman zaman eş zamanlı bir mücadele sorunu elbette vardır. Ama bu sorun, ancak tek tek ülkelerde hareketin gelişmesi ile çözülebilir ve gelişen hareket, zaten dayanışma ve birleşme yollarını arayacaktır, aramaktadır.

13 EYLÜL MÜ, DUVARIN YIKILMASI MI?

Yazar, Türkiye solunun bugün gelişen “küresel hareketi” göremediği için –görememesinin nedeni 12 Eylül değerlendirmesinde olduğu gibi, solun ülke içine bakmasıdır!–, Türkiye solunun hâlâ 13 Eylül’de yaşadığını ileri sürmektedir. Bugün Türkiye’de böyle bir sol var mı, varsa da biz bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz ve yazarın büyük ahkam kesmeler arasında göremediği bazı temel gerçekler var ve “sol”un bugünkü durumunu açıklamak için, bu gerçeklere de bakmak gerekir.

Türkiye’de ulusal sorun diye bir sorunun olduğunu, “sol”la ilgilenen her kişinin –her ne kadar yazar bundan hiç söz etmiyorsa da!– herhalde bilmesi gerekir. 80’li yılların ortalarından itibaren, bu sorun, ülkenin politik yaşamına olanca ağırlığı ile gelmeye başladı. Özellikle 90’dan sonrası, özellikle Çiller’in başbakanlığında kurulan DYP-SHP Hükümeti dönemi, Kürt halkına ve tüm ülke halkına yönelik saldırıların ağırlaşarak sürdüğü bir dönemdir. Başka bir ifade ile “bin operasyon” dönemidir. Bu dönem, Kürt halkı ile birlikte, işçi ve emekçi kitleler ve sol üzerindeki baskı ve terörün yeniden yoğunlaştığı bir dönemdir. Solun işçi ve emekçi halk arasında mevzilenmeyen kesimleri, bu dönemde, yeniden yıkımdan yıkıma sürüklenmiştir. Kısacası sorun, “solun 12 Eylül’den çıkamaması” gibi basit bir tespitle geçiştirilemeyecek ölçüde kapsamlıdır. Ülkenin içinde bulunduğu politik koşullar halen etkili olmaktadır, olması da kaçınılmazdır. Solun “ülkeyi bırak, dünyaya bak” deme lüksü bulunmamaktadır.

Bütün bunlara rağmen, “sol” toparlanamaz mı idi? Sol, bütün bu iç ve dış etkenlere, ancak işçi sınıfı ve emekçi halk arasında mevzilenerek, kendisini emekçi hareketinin içinde yeniden inşa ederek, halktan kopuk üst tabaka devrimciliğini terkederek karşı koyabilirdi. Uluslararası koşulların değişmekte oluşu da, görebildiği ve değerlendirebildiği takdirde, sola bu imkanı tanıyordu. Ancak solun bazı kesimlerinin zaten kendi durumlarından hoşnutsuzlukları yoktur ve onlar, kendilerini “anlamayan halktan” yakınarak, hatta bazen ona küfürler yağdırarak, bazen dalkavukluk ederek yollarına devam etmeye çalışmakta, kimisi maceracılığını, kimisi “kızıl elmacılığını” derinleştirerek ilerlemek istemektedir.

Vurgulamak gerekir ki; 12 Eylül sonrasında ve hareketin yeniden yükseldiği koşullarda, Türkiye’de halk başka, bu tür “sol” başka yerdedir. Türkiye’de 12 Eylül askeri faşist darbesini ardından, işçi ve emekçi hareketinin tekrar canlanmaya başlaması 80’li yılların ortalarından sonradır ve bunun zirvesi, ’89 Bahar Eylemleri’dir. Başta İstanbul olmak üzere, ülkenin pek çok kentinde işçi ve emekçi yığınlar yaygın ve kitlesel gösterilere girişmişler, hareket Zonguldaklı madencilerin Ankara yürüyüşünün ardından kısmen durulmuştur. Açıkçası, ülkenin üzerindeki 12 Eylül “ölü toprağı”nı, “solcular” değil, işçi ve emekçi hareketi süpürmüştür. Kamu emekçilerinin sendikalaşma hareketi de buradan güç almış, bugünkü kamu sendikaları böyle ortaya çıkmıştır. Eğer “sol”un işçi ve emekçi mücadelesi, bu mücadelenin geliştirilmesi diye bir kaygısı varsa, bakacağı ve bağlanacağı yer de burası idi. Vurgulamak gerekirse, Türkiye, 12 Eylül’den işçi hareketi ile çıkmıştır. Ülke içi koşullar böyledir.

Ama uluslararası duruma baktığımızda farklı bir gelişme görürüz. Seksenlerin sonu ve doksanlı yıllar, “sosyalizmin yıkılışı” olarak lanse edilen yıllardır. Sermaye uluslararası saldırısını güçlendirmiş, burjuva liberalizmi doruğuna çıkmıştır. Dünyadaki rüzgarlar, sermaye ve burjuvaziden yana esmektedir. Ama deyim yerinde ise, Türkiye işçi sınıfı akıntıya karşı kürek çekmiş, “uluslararası durumun tersine” gitmiş –ezbere küresel durum tahliller yapmanın sakıncaları!–, kendi tarihinin en ileri mücadelelerini ortaya koymuştur. Solu yıkılan duvarın altında kalmaktan kurtaracak, onun yeniden ayakları üzerine basmasını sağlayacak, bağlanması gereken hareket de aslında buydu. Türkiye işçi sınıfı, “sol”a, gelişimi kavramanın ve ilerlemenin anahtarını sunmuştu. Ancak solun büyük çoğunluğu, işçi ve emekçi halkın hareketine bağlanmaktan uzak bir durumdaydı ve bu durum, bugün de değişmediği gibi, ileride değişeceğine ilişkin güçlü belirtiler de yoktur. Ama bu harekete bağlanan “sol”, buradan bir işçi kitle partisi çıkardı ve yoluna devam ediyor. Bütün bunlar doğrudan konumuz değil. Ama vurgulamakta yarar var, yazarın 13 Eylül’ü gördüğü yerde, aslında bir duvar vardır ve “Türk solu” dünyanın hemen her ülkesinde görüldüğü gibi, duvarın altında kalmıştır. Bu da, Türkiye’ye özgü bir durum değildir.

Bugün dünyanın pek çok ülkesinde, kendisine “sosyalist”, “komünist” etiketi yapıştıran pek çok parti ve akım, halen duvarın yıkıldığı koşulları varsaymakta, işçi ve emekçi hareketinin canlanmasını, burjuva liberalizminin etkisini yitirmekte olduğunu, genel olarak koşulların değişmekte olduğunu görmemektedir. Oysa koşullar değişmekte, dibe vuran işçi ve emekçi hareketi –90’lı yılların ortasında Almanya ve Fransa’da ciddi işçi eylemleri olmuş, hareket tekrar durulmuştu– yeniden güç toplamakta, karşı saldırıya hazırlanmaktadır. Genel olarak ifade etmek gerekirse; gerek işçi sınıfı, gerekse de diğer emekçi kesimler, “burjuva liberal” demagojilerin etkisinden sıyrılmakta, dikkatlerini kendi güçlerini yeniden keşfetmeye doğru yönlendirmektedirler. Türkiye’de ve dünyanın diğer ülkelerinde “solun” görmesi ve bağlanması gereken yer de burasıdır. Bugün emperyalist demagoji ve burjuva liberal “alternatifler” iflas etmiştir. İşçi ve emekçi kitleler kendilerine farklı bir çıkış yolu aramaktadırlar.

Bitirirken, vurgulamak gerekir ki, eğer hareket hakkında genel bir yargıya varılacaksa, bu yargı, “sol”un durumundan değil, işçi ve emekçi hareketinin durumundan çıkarılmak zorundadır. Türkiye işçi ve emekçileri, 12 Eylül’ün etkilerini asıl olarak 80’lerin sonu ve 90’ların başında atmıştır. Ama uluslararası sermayenin istek ve talepleri doğrultusunda ülke içinde saldırı dalgaları peşpeşe gelmektedir. İşçi sınıfı ve emekçi hareketi de, bazen yükselerek, bazen geriliyerek, bazen de durgunluğa düşerek mücadelesine devam etmektedir. “Sol” için ise şu söylenebilir ki, “sol”un, ancak işçi ve emekçi halka bağlı kesimleri, işçi ve halk mücadelesinin gelişmesinde olumlu bir rol üstlenebilir. Yazar bu sorunu “solun kendisini toparlaması” olarak koymaktadır. Böyle olunca, toparlanamamasının nedeni, ister yazarın koyduğu gibi, “daha 13 Eylül’ü yaşamak” olarak, isterse “sosyalizmin yıkılışı” olarak konsun, sorunun özüne dokunulmuş olmamaktadır. Solun geniş kesimlerinin sorunu, işçi hareketine bağlanmamak, halka tepeden bakan üst tabaka devrimciliğini sürdürmek, hareketin gelişme özelliklerini ve dinamiklerini anlamamaktır. Bunu anlayanlar, hareketle birleşecek ve tarihsel devrimci rollerini oynayacaklardır. Kendi platformunda kalmakta ısrar edenler içinse, bir çözüm yoktur. Her zaman olduğu gibi hareket onları süpürecektir.

Etnik değil, ulusal kimlik

Kürt sorunu üzerine tartışmalar son dönemde “kimlik” merkezli olarak sürdürülüyor. Bu tartışma; Başbakan Erdoğan’ın, Kürtlüğün ve diğer etnik grupların “alt kimlik” olarak kabul edilmesi, birleştirici “üst kimliğin” ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olması gerektiğini ilan etmesinden sonra iyice yoğunlaştı. Bu konuda, Baykal ve diğer parlamento içi gerici muhalefet çevrelerine –onlar Türklüğü üst kimlik olarak görüyor– göre, Başbakan Erdoğan, daha ileride olduğu gibi bir izlenim veriyor.

Kürt sorununun çözümünde, “Kürtlük alt kimliğinin” tanınması ve üst kimlik olarak Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığının kabul edilmesi gerçekten olumlu bir rol oynayabilir mi? Yoksa sorun daha farklı düzeyde ele alınıp, daha köklü bir çözüme mi kavuşturulmalı? Bu sorunu yakından irdelemek gerekiyor.

Burada hemen belirtmek gerekir ki, ulusal sorunda “alt kimlik, üst kimlik” tartışması, sorunu çarpıtmaya bir gerekçe oluşturmak üzere gündeme getirilmiştir. Ezen-ezilen ulusların ilişkileri söz konusu olduğunda, sorun; ulusal sorun, ezilen ulus ve milliyetler sorunu olarak ele alınmak zorundadır. Biz, sorunun anlaşılması için, bugün yaygın olarak kullanılan kimlik vb. tanımları sınırlı olarak da olsa kullanacağız. “Alt kimlik” tanımını gündeme getirenlerin büyük kesimi, bugünkü yaygın kullanım biçimiyle, farklı kökenlere mensup etnik, dini vb. grupların varlığından hareketle, ve sözde bu “grupların hakları”nın “üst kimlik içinde zaten ifade edilmiş olduğu” iddiasıyla bu “tanım”a sığınırlarken, Erdoğan gibileri ise, “alt kimliktekilerin haklarının tanınması yönünde daha ileri bir adım atma” iddiasıyla ortaya çıkmışlardır. Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlığını inkar etmek üzere, Kürtler de ,“bir alt kimlik” statüsünde, Çerkezler, Lazlar, Abazalar vb. “öteki alt kimlikler”le “aynı kategori”ye sokulmak istenmektedir.

“Üst kimlik” ise, bu çevreler tarafından, genellikle bütün bu “etnik kimliklerin içinde eridiği ulus kimliği” olarak tarif edilmektedir. Alt ve üst kimlik tanımının, burada askeri bir hiyerarşiyi belirler gibi kullanılamıyacağı açıktır. Daha farklı bir ifade ile, ulusal kimliklerin birbirine bir üstünlüğü bulunmamaktadır. Burada dikkat çeken nokta, “üst kimlik”in tarifinde, sözümona “alt kimlikler”in belirli bir gönüllülüğü ve kabulünün olup-olmamasından bağımsız olarak bunun dayatılmasıdır. Bu durum, kolayca anlaşılacağı gibi, ulusal sorunun halen varlığını koruduğunun bir işaretidir. Özellikle kapitalizmin geç gelişmesinden dolayı uluslaşma sürecine sonradan girmiş toplumlarda, farklı uluslar tek bir devlet çatısı altında yaşamakta, devlete egemen olan ulusun ulusal baskısına maruz kalmaktadırlar. Bu durumda “alt ve üst kimlik” tanımlaması epeyce çetrefil bir sorun olmaktadır.

Soruna bu temelden bakılınca, Kürt sorununu nereye koyabiliriz? Kürtler, Türkiye’de etnik bir “alt kimliğe” sahip yurttaşlar topluluğu mudur, yoksa bir ezilen ulus sorunuyla mı karşı karşıyayız? Ülkenin yaşadığı ve içinde bulunduğu gerçekler, Kürtlerin ayrı bir ulus olarak var olduklarını, ayrı bir uluslaşma süreci yaşadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bugün Türkiye’de, tek bir devlet içerisinde, biri egemen ve ezen, diğeri ise ezilen iki farklı ulus gerçeği ile karşı karşıya bulunulmaktadır. Öncelikle kabul edilmesi gereken gerçek de budur. Bu soruna, bu gerçeği kabul etmeden getirilecek “çözümler” de gerçekçi olmayacak, sorunun, bir biçimde çeşitli düzeylerde kendisini üreterek devam etmesine yol açacaktır.

Şimdi şu soruya yanıt arayabiliriz: Kürtlüğün etnik “alt kimlik” olarak kabul edilmesi, Kürt sorununun çözümünde kesin bir sona mı işaret etmektedir? Bununla birlikte, Kürtlerin varlığının etnik olarak kabul edilmesiyle, ayrı bir ulus olarak varlığının kabul edilmesi arasında ne tür bir farklılık bulunmaktadır?

Kürtlerin etnik düzeyde bir “alt kimliğinin” kabul edilmesi; öncelikle bir takım kültürel hakların tanınması –örneğin dilin daha rahatça kullanılması–, bunların bireysel olarak kullanılabileceğinin kabul edilmesi vb. anlamına gelmektedir. Ancak bu tür haklar, yasal güvence altına alınsa da, doğrudan kamusal alanda sahip olunan eşit, genel haklar değillerdir ve siyasal içerikten yoksundurlar. Örneğin Kürtler dillerini daha rahat kullanabilirler; ama, bu dil, ülkenin tanınmış resmi dillerinden birisi değildir ve dolayısıyla eğitim ve öğrenimde, mahkemelerde kullanılamaz, bir Kürt vatandaş meramını Kürtçe bir dilekçe ile anlatamaz vb. Kısacası, Kürtler için etnik bir topluluk olarak kabul edilmeyi ifade eden “alt kimlik”, temel ve eşit hakların üzerinin örtülmesi, ulus gerçeğinin inkar edilmesi anlamına gelmektedir. Başbakan’ın ağzından bugün bir ilerleme gibi görünen –Başbakan’ın savunusunun eğreti ve sallantılı, her zaman geriye çark etmeye hazır olduğunun belirtilmesi gerekir– bu yaklaşım, mevcut statüko ve politikanın biraz tamiratla sağlamlaştırılması anlamına gelmektedir.

ULUS GERÇEĞİ

Bugün “alt kimlik-üst kimlik” tartışmaları ile görmezden gelinen ve açıktan veya üstü örtülü olarak inkar edilen gerçek, Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varoldukları gerçeğidir. Dolayısıyla haklar meselesi gündeme geldiğinde, tartışılması gereken; “alt kimlik”, etnik tanınma değil, onların bir ulus olarak varlıklarınının tanınması, tüm ulusal haklarının teslim edilmesi ile bu sorunun kesin çözümünün bu yolla sağlanabileceğinin kabul edilmesidir. Bugün Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varoldukları inkar edilemez bir gerçektir. Kürt halkı, Türkiye’de on yıllardan beri yığınlar halinde taleplerini dile getirmekte, demokrasi içinde eşit ve özgür yaşam istemektedir. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, Irak’daki Kürdistan gerçeği, bu sorunun daha fazla görmezden gelinmesine kesin bir nokta koymuştur.

Bu gerçek inkar edilemeyecek bir biçimde ülkenin politik yaşamının tam ortasına düştüğü içindir ki, bugün kimlik tartışmaları yapılmakta, ülkeyi yöneten gerici sınıflar tarafından, bu sorun, mevcut “tek bayrak, tek devlet, tek millet” çerçevesi içerisinde bir “çözüme” kavuşturulmak istenmektedir. Ancak bu, başlanılan noktaya geriye dönmek anlamına gelmektedir. Zaten bugünkü hukuki ve fiili durum böyle değil midir? O halde ne tartışılmaktadır? Bu sorunun yanıtı, yukarıda işaret edildiği gibi, sorunun, “etnik alt kimlik” çerçevesinde görülmesindedir. Böyle görüldüğü için de, çözüm olarak, bu “teklik” öne sürülebilmektedir.

Oysa bugün, etnik topluluk boyutlarını aşmış, uluslaşmış bir Kürt halkı gerçeği ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla önerilen, getirilen çözüm de, bu gerçeğe uygun olmak durumundadır. Aksi durum, çözümsüzlük ve sorunun sürgit devam etmesi anlamını taşımaktadır. Bu ise, bir ulusun varlığının inkarı, ezilmeye devam etmesi, dolayısıyla, ülke içi yaşamın istikrarsızlaşması ve demokrasisizlik demektir. Bu, aynı zamanda, büyük emperyalist devletlerin ülkeye çeşitli düzeylerdeki müdahalesine de kapıyı aralamaktadır. Mevcut durum, onlara, bir egemenlik ve yönetim yöntemi olarak, halkları düşmanlaştırma ve biribirine kırdırmada sürekli olarak oynayabilecekleri ve kurcalayacakları bir kozu elde tutma imkanı vermektedir. Bu koz, onlara, bizzat ülkeyi yöneten işbirlikçi egemen sınıflar tarafından sunulmaktadır. Altında yatan neden ise, bölünme korkusudur. Bu korku ile yaşamak tercih edilmekte, buna karşın, emperyalist şantaj ve boyun eğdirmelere kapı ardına kadar açık tutulmaktadır.

Burada, “üst kimlik” olarak Türklüğün kabul edilmesini isteyenlerin tezlerine de kısaca bir göz atmak gerekiyor. Bilindiği üzere, son zamanlarda, bu görüşün en ileri sözcülerinden birisi, CHP lideri Deniz Baykal’dır. Ama o, elbette bu gerici tezin tek savunucusu değildir. Diğer gerici partiler, paşalar ve bütün bunların basındaki sözcüleri, tek bir koro oluşturmaktadırlar. Onlara göre, Türklük, sadece Cumhuriyet dönemi boyunca değil, geçmiş Türk devletleri –Selçuklular, Osmanlılar vb.– süresince de kurulan her devletin asli kimliği olmuştur. Bu nedenle de, “özsel ve kadimdir.” Bu gerici görüş, tarihsel gerçekleri bütünüyle çarpıtmaktadır. Ulus gerçeği, tarihe kapitalizmin gelişimiyle birlikte girmiştir. Modern ulusların doğuşu süreci, kapitalizmin şafağında, 17. yüzyılın ortalarından itibaren başlamıştır.

Örneğin Osmanlıların, 19. yüzyılın ortalarından önce, ulus gerçeğinden haberleri bile yoktur. Onlar, ulusal gerçeklikle, sadece yönettikleri ulusların isyanı –Yunanlılar, diğer Balkan ulusları vb.– sürecinde tanışmışlardır. Türklük ise, Osmanlı’nın aşağıladığı bir etnik topluluktur. Türk milliyetçiliği de, ancak, Osmanlı’nın dağılma dönemi ile birlikte gelişmeye başlamıştır. Kurtuluş Savaşı ile birlikte devleti kuran ve elinde tutan ulusal topluluk, –Kürtlerin emperyalizme karşı Türklerle birlikte ulusal mücadeleye katılmasıyla– Türkler olmuştur. Bu tarihsel gerçeklik, Türklüğün “özsel ve kadim” olduğu iddialarını bütünüyle boşa çıkarmaktadır. Bugün Türkler ayrı bir ulustur ve Kürtlerin de uluslaşma süreci, neredeyse Türklerin uluslaşma sürecine denk düşmektedir. Yani ülke sınırları içerisinde, yan yana gelişen iki ayrı ulus gerçeği ile karşı karşıyayız. Kürt sorununda akılda tutulması gereken ilk ve temel gerçek budur. Çözüm de, ancak bu gerçeğin sağduyuyla kabul edilmesi üzerinden olabilir.

Türklüğün “özsel ve kadim” olduğunu iddia edenlerin asıl üzerini örtmek istedikleri gerçek, özellikle Cumhuriyet tarihi boyunca, tüm ülke tarihinin, politik ve sosyal yaşamın Türklük temeli üzerinde yükselmiş olmasıdır. Onlar bu durumunun değişmesinden büyük bir korku duymaktadırlar. Eğer duvardan bir tuğla sökülürse, tüm duvarın çökecek olmasından duyulan korkudur bu. Bu, aynı zamanda, benzer durumdaki her türlü burjuva milliyetçiliğinin tipik korkusudur.

ÇÖZÜM NEREDE?

Bugün “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”ndan ya da aynı anlama gelmek üzere “anayasal vatandaşlık”tan sıkça söz edilmektedir. Ne var ki, ülkeyi yöneten işbirlikçi egemen sınıfların en azından bir kesimi bu öneriyi ortaya atarken, yeni ve demokratik bir anayasa, bu anayasada Kürtlerin ulusal varlığının kabul edilmesini kasdetmemektedirler. Onların kastı, küçük iyileştirmelerle mevcut durumun kabul edilmesi ve güvenceye alınarak, sağlamlaştırılmasıdır. Ancak bu, sorunun, gerici, gerçekçi olmayan ve demokratizmi dışlayan bir “çözüm” biçimidir.

Kürtler ayrı bir ulustur ve ulus olmaktan kaynaklanan tüm haklarının tanınmasını içeren bir çözüm biçimi, tek gerçekçi çözüm biçimi olabilir. Bu hakların başında da, ulusal kendi kaderini tayin hakkı gelmektedir. Bu hakkın özü, ayrı devlet kurma hakkının tanınmasıdır. Bu hak tanındıktan sonra, ayrılıp ayrılmayacağına sadece ulusun kendisi karar verebilir. Üstelik bu karar, bugünkü koşullar devam ettiği sürece, merkezi parlamentolarda verilemez; dahası, ezen ulus konumunda olan ulusun bu konuda karar verme hakkı bulunmamaktadır. O, sadece ezilen ulusun birlikte yaşamaya karar vermesi durumunda, bu birlikteliğin çerçevesini ezilen ulusla birlikte belirleme hakkına sahiptir, daha fazlasına değil. Demek ki, sorunun temelinde, öncelikle Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlıklarını kabul etme ve bu ulusun temel ve vazgeçilmez haklarının bulunduğunu ilan etme bulunmaktadır.

Ancak bu temel gerçek kabul edildikten sonra, sıra, birlikte yaşamanın çerçevesini belirlemeye gelebilir. Bölgesel özerklik mi, yerel özerklik mi, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” mı, “anayasal vatandaşlık” mı – ancak bu çerçeve de tartışılabilir. Açıkçası, ulusal kendi kaderini tayin hakkının kabulüne bağlı olarak, Türklerin ve Kürtlerin gönüllü birlikteliğine dayanan yeni bir nikah kıyılacak; bu nikahta, öncelikle geçmişte mağdur olmuş ve ezilmiş olan, yeniden ezme girişimlerine karşı ayrılma hakkını elinde bulunduracaktır. Bir benzetme yapacak olursak, kadın, dayakçı kocaya sürgit katlanmak zorunda değildir. Ama bugünkü medeni yasadan da bilinmektedir ki, evlilikte ve kıyılan nikahta ayrılma hakkının olması, her evliliğin ayrılıkla bitmesi ve üstelik bunun arzulanır olması anlamına gelmemektedir.

Birlikte yaşamanın temel koşullarının eşit ve demokratik bir biçimde birlikte kararlaştırılması gerekir. Bunun anlamı ise, ülkenin sosyal, politik ve kültürel yaşantısında tam hak eşitliğinin bulunmasıdır. Yani bir ulusa ve dile üstünlük ve ayrıcalık tanınmayacak, eğer söz konusu olan iki ulussa, bu iki ulusa da eşit haklar tanınacaktır. Biraz daha açılacak olursa, bunun anlamı şudur: Devlet ve ülke yönetiminde eşit haklara sahip olunacak, diller, eğitim ve öğrenim dili olarak, eşitlik içinde olacak, kamusal yaşamda her iki dil yasal bir engelle karşılaşmadan özgürce kullanılabilecek, uluslar kültürel yaşamlarını hiçbir engelle karşılaşmadan geliştirebilecektir. Bütün bunlar yeni yapılacak bir anayasada güvence altına alınacak, vatandaşlar bu anayasa ile belirlenmiş hukuki, siyasal çerçevede “anayasal” ya da “ülke vatandaşı” olacaklardır. Bu koşullarda, örneğin “Türkiyelilik”, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” gibi kavramlarda uzlaşılmışsa, elbette bunların kullanılmasında bir sorun olmayacaktır. Ancak o zaman, bu kavramların içeriğinin değişmiş olacağı ve bunların demokratikleşerek zenginleşeceği gerçeğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Vurgulamak gerekir ki, ulusal sorunun, eğer kapitalist-gerici iktidar devrilmemişse, kapitalizm koşullarında olabilecek en demokratik çözüm biçimi, tutarlı bir demokrasi içerisinde çözümdür.

SONUÇ

“Üst ve alt kimlik” sorununa, iki ulusun varlığını kabul etmeden yapılacak her yaklaşım gerici olacaktır. Bu tür yaklaşımların, Kürt sorununun demokratik ve halkçı bir çözüme kavuşturulmasını engellemeyi amaçladığı açıktır. Ve bu tür çözümsüzlük “çözümleri”, artık erimiş ve yama tutmaz hale gelmiş pantolona yeni bir yama yapmaya benzer. Ancak tarihsel tecrübeler kesin bir biçimde kanıtlamaktadır ki, ulusal sorunlar, üzeri örtülemeyecek sorunlardandır. İngiltere’nin İrlanda sorunu neredeyse iki yüzyıl devam etti. İspanya’da ise, Bask sorunu halen devam ediyor vb. Bu ülkelerin, gelişmişlik düzeyi bakımından –birleşme merkezi olma şansları daha yüksektir– Türkiye’den daha ileri olduklarını, aklı başında hiç kimse inkar etmeyecektir. Buna rağmen onlarda da ulusal sorun devam edegeldi.

Ne kadar üstü örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, şu ya da bu süre içinde, Kürtler tüm ulusal haklarını alacaklardır. Sorun, bu sürecin sancısız tamamlanması, birlikte yaşama olanakları geniş olan iki halkın arasına kanlı düşmanlıklar sokmadan, bu sorunun demokratik ve halkçı bir çözüme kavuşturulmasıdır. Orta ve Yakın Doğu’da emperyalist müdahalelerin derinleşmesi ve yaygınlaşmasına karşı, Türk ve Kürt halklarının birlikte yapacağı çok şey bulunmaktadır. Kürt sorununun halkçı ve demokratik çözümü böyle bir yolun kapısını da ardına kadar açacaktır.

2005’ten 2006’ya

2005; genel olarak kapitalizmin çelişmelerinin keskinleştiği ve çatışmaların artma eğilimi gösterdiği bir yıl oldu. Emperyalistler ve gericilerin birbirleriyle çelişki ve sürtüşmeleri arttığı ve yayıldığı gibi, halka yönelik saldırılarında da gözle görülür bir artış oldu ve gerek emperyalistlerle dünyanın ezilen halkları, gerekse kapitalist egemenlerle başta işçi sınıfı olmak üzere emekçiler arasındaki çatışma konu ve alanları büyüdü, çelişkiler derinleşmeye yöneldi. Emperyalistler ve işbirlikçi gericilikler, bir yandan kendi aralarında dalaşırlarken, diğer yandan dünyanın her köşesinde işçi sınıfı ve ezilen halklara saldırdılar. Bu saldırılar, neoliberal politikaların tavizsiz uygulanmasından; özelleştirmeler, ücret ve sosyal güvenlik gibi geri kalan hemen tüm alanlarda iktisadi ve sosyal içerikli olanlardan, (ulusal alanı da kapsamak üzere) siyasal ve sendikal örgütlenme, düşünceyi ifade, basın, toplanma ve gösteri yapma özgürlükleri, grev hakkı gibi hak ve özgürlükleri “terörizmle mücadele” adına hedefine koyan siyasi içerikli olanlara, doğrudan zora dayalı olarak, işgal vb. yöntemlerle sürdürülen askeri saldırılara, ve en az bu diğerleri kadar önemli olan kültürel-ideolojik saldırılara kadar uzanıyordu. Saldırılara niteliğini veren; emek ve halk düşmanlığının, sömürgen ve zorba genel karakterlerinin yanında ve ötesinde, pervasızlığı, emeği ve halkları, irade ve varlık koşullarıyla birlikte hiçe sayan neoliberal piyasa yüceltisiyle ortaçağcıl en gerici fikir ve konseptlerle beslenmesi, gerçeği tümüyle tersine çevirerek meşrulaştırma ve yasalaştırma tutumuyla sürdürülmesiydi. Irak’ta olduğu gibi, halkın iradesinin ve tüm demokratik haklarının çiğnenmesi, işkence ve kırımlar “demokrasinin yerleştirilmesi” olarak sunuluyor, işsizlik ve sefaletin yayılmasına karşın ekonominin iyileşmesi ve büyümesinden söz ediliyor, Fransa’da refarandumdan “AB Anayasasına Hayır” sonucu çıkması sağcılaşma belirtisi sayılıyordu! Öte yandan, kuşkusuz saldırılar, karşı koyuş ve direnişleri de koşulluyordu. Saldırıların olduğu yerde direnenlerin de olmasında kuşkusuz şaşacak şey yoktur.

EMPERYALİSTLER ARASINDAKİ ÇATIŞMA BÜYÜYOR

Afganistan ve Irak işgallerinin sürmekte olduğu 2005’te, özellikle Irak’a yönelik politikalarda anlaşamayan emperyalist devletler arasındaki çelişki ve çekişmeler azalmadı, tersine arttı.

Yüzeysel bakışla, Irak işgalinde karşı karşıya gelen İngiltere ve İtalya gibi bazıları dışında belli başlı Avrupalı emperyalistlerle ABD’nin örneğin İran ve Suriye politikalarında yakınlaştıkları ileri sürülebilir. Örneğin Fransa Suriye konusunda neredeyse ABD’den “daha şahin” bir tutum içindedir ve “Hariri suikastı” üzerinden Suriye’nin sıkıştırılması ve teslim alınmasında hemen tüm emperyalist ülkeler fikir birliği içinde gibidirler. Ve zaten “Suriye’nin soruşturulması”, Irak işgali sırası ve sonrasında neredeyse tümüyle işlevsizleşen ve varlığı tartışma konusu olmaya başlayan BM tarafından yürütülmektedir. 2005’te, yine gerek Bush ve gerekse C. Rice’ın Avrupa seyahatlerinde, ABD, Irak işgali sırasında aşağılamaya vararak gündeme getirdiği Avrupa’nın bölünmesi formülü olan “eski ve yeni Avrupa” ayrımını geri çekmiş gibi davranmış, kuşkusuz kendisini dayatmayı sürndrürerek, yeniden Avrupalılarla arasını düzeltmeye ve birleşmeye yönelik bir “yumuşama” politikasına geçmiştir. Avrupalı emperyalistler de, başta Fransa ve Almanya olmak üzere, ABD’nin, kendi altlarını oymasına elverişli ortam yaratan zorluklarının farkındadırlar. Fransa ve Hollanda’da AB Anayasası’nın reddi, İngiltere’nin tarım sübvansiyonları üzerinden AB bütçesi payını tartışma konusu yapması ve buralardan yeniden AB’nin işlevi, stratejik amacı ve bileşiminin tartışma konusu olması, bu zorluklardandır. Ve gerek Amerikalı yetkililerin Avrupa gerekse Alman bakanların ABD ziyaretlerinde, Avrupalılar, zorluklarının ve üstelik ABD karşısındaki genel –siyasal-stratejik ve askeri– güçsüzlüklerinin farkında olarak az-çok boynu eğik durmaktan kaçınamamışlardır. Evet, Avrupalı emperyalistler açısından, ABD karşısında “dal-kılıç” davranmalarını önleyen ve bükemedikleri/bükemeyecekleri bileği sıkmaya yöneltici zorluk ve zorunluluklar vardır; ama bunlar, gerçek olmakla birlikte ancak madalyonun bir yüzünü oluşturmaktadır.

Öte yandan, örneğin, en sonuncusu Ukrayna olmak üzere, Avrupa ülkeleri Irak’tan asker çekmeyi 2005’te sürdürdüler. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere, Avrupalı emperyalistlerle ABD arasındaki tarım ve sanayi ürünleri üzerinden ticaret savaşları devam etti ve 2005’in sonuna doğru Hong Hong’ta toplanan DTÖ’nde tarım sübvansüyonları konusunda yine anlaşma sağlanamadı. İran’ın potrolünü Euro üzerinden pazarlama yönelimiyle Euro-Dolar savaşı ise kızışma belirtisi gösterdi.

Yine NATO toplantıları, özellikle yıl ortasında eski Alman Şansölyesi Shröder’in “eşit ortaklık”a vurgu yaptığı ve BM Güvenlik Konseyi Daimi üyeliği istediği konuşmasını yaptığı toplantı, ABD-AB uyumuna değil, ama ayrılık ve çekişmelerine sahne oldu.

Hariri Suikastı ve Suriye konusunda özellikle Fransa ve ABD yakınlaşma içinde görünmelerine karşın, Fransa’nın tutumu, geleneksel ilişkilere sahip olduğu Lübnan üzerinden gelişti ve yine Suriye ile olan geleneksel ilişkiler gözetilerek yürütülmektedir. İran politikası açısından ise, Ahmedinecad’ın İran karşıtlarını birleşmeye yöneltici toptancı tutumlarına rağmen, ABD ve Avrupalı emperyalistler farklılıklarını korumakta ve ABD, Avrupalı emperyalistlerle karşı karşıya gelmekten kaçınarak, İran’ın nükleer araştırmaları geliştirmesi karşısında, “tamam, sizin görüşmeler yoluyla ilerleme sağlanması politikanızın sonuç vermesini bekleyelim, sonucuna göre hareket edelim” tutumu almıştır. Farklılık sürmektedir ve ABD, İran’a karşı bir saldırının hazırlıklarını yapmaktadır. Özellikle 2005 sonlarına doğru, İran’a yönelik bir Amerikan ya da İsrail saldırısına dair haber sızdırmaları artmıştır.

Yine İran ile nükleer araştırma ve santral kurmada yakın ilişki içinde olan, ona uranyum işleme bilgisi, gerekli edavat veren ve işlenmiş uranyum sağlamayı üstlenen Rusya ile özellikle Almanya ilişkilerini ciddi boyutlarda geliştirmektedir. 2005 içinde Rusya ile Almanya arasındaki üst düzeyli karşılıklı ziyaretlerin neredeyse çetelesi tutulamaz olmuştur. İkisi arasındaki iktisadi ilişkiler gelişirken, Rusya’dan Avrupa’ya boru hattı projeleri somutlanmış ve özellikle patronu hapse atılan, ABD ile sıkı ilişkilere sahip enerji şirketi YUKOS’a el konulmasında Alman Deutche Bank “danışman şirket” olarak rol üstlenmiştir.

İşlevine yönelik olarak, AB içinde, ABD tarafından teşvik edilen “ortak dış, güvenlik ve savunma politikası da olan AB mi” yoksa “yalnızca ortak Pazar mı” tartışması, Avrupalı emperyalistleri güçsüzleştirerek sürmektedir; ama bir yandan da bir “Avrupa Ordusu” için bugünkü koşullarda yapılacakların düğmesine basılmış ve her üye ülkenin seçkin birliklerinden belirli sayılarda güçler bugünden “uluslararası operasyonlar” için ayrılmış bulunmaktadır. Almanya, gizlilik içinde nükleer denizaltı üretimine yönelmiş durumdadır ve bu açıdan Çin ile ilişki geliştirmiştir.

Üstelik Avrupalı emperyalistler, siyasal stratejik ilişkilerinde ABD’ye bağımlılığa temel bir yönden son verecek haberleşme, iletişim ve yön bulma/engelleme işlevli son derece iddialı Galileo Projesi’ni, ilk uydusunu fırlatarak, Rusya aracılığıyla, onun uzay teknolojisi ve olanaklarını kullanarak başlattılar. Bu, bu alanda ABD tekeline son vermek anlamına geldiği gibi, ABD’ninkinden en az iki kat güçlü yeni sistemiyle, ABD karşısında üstünlük de demek olacak. Avrupalı emperyalistler, bu sistemle, ABD’nin rakiplerinin iletişimi ve yön bulma sistemlerini işlevsizleştirmesinin, isterlerse, önünü alabilecekleri gibi, onlara olanak sağlama durumunda da olabilecekler. Her şeyden önceyse, kendi iletişimlerini bağımsızlaştırıyorlar. Bir başka önemli olan şey, bu projede, Çin’in de ortaklığı olmasıdır. Öte yandan, bu yeni yatırımın, silahlanma harcamalarını artıracağı kesindir ve ABD, herhalde yeni uydularla kendi sistemini takviye ederek üstünlüğünü yenilemekten kaçınmayacak, bu da, karşılıklı yeni hamleleri koşullayacaktır.

Değinilenlerin ötesinde, hem Rusya ve hem de Çin’in, 2005’i, toparlanma ve atılım yılı olarak değerlendirmeye çalıştıkları söylenmelidir ki, onlarla birlikte Hindistan’ın da adı anılmalıdır. Bu üç ülke, eski anlaşmazlık konularını bir yana bırakarak ya da geri iterek, stratejik bir yakınlaşmaya yönelmişlerdir. Şanghay İşbirliği Örgütü, 2005 içinde sağlamlaşma yönünde gelişmiştir. Ortak askeri tatbikatlar (Rusya-Çin ve Rusya-Hindistan) yanında Rusya-Çin enerji nakil hatları projeleri kararlaştırılmış, Çin bir büyük Amerikan şirketini satın almaya talip olurken, dış borçlarını en kısa sürede kapatmayı kararlaştıran Rusya, yabancı şirketlerin enerji ve maden ihalelerine girmelerini yasaklamıştı. Her ne kadar “stratejik işbirliği” olarak tanımlanan ilişkinin, ŞİÖ ve başlatılan ortak askeri tatbikatların hedefinin ABD olmadığı açıklansa da, öncelikli hedefin o olduğu herhalde açıktır. Afganistan ve Irak’ı işgale gireşen ABD tarafından da asıl olarak hedefe konulmuş olmanın farkında olarak bu ülkeler de 2005 içinde askeri doktrinlerini yenileyerek, “önleyici savaş”a dayandırmışlar, iktisadi hedeflerinin yanında ciddi bir silahlanmaya yönelmişler, ABD tehditi karşısında pozisyonlarını sağlamlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu, “kadife”, “turuncu” vb. “devrimler”in ardından, Rusya’nın, “düşürülen” ve Afganistan işgaliyle başlayan güç gösterisiyle ABD dayatmalarını kabule geriletilen “çevre” ülkelerde kurulan üslerle kuşatılmasına ve aynı üslerle Afganistan’da tutulan “hakim tepe”nin, aynı zamanda Çin’i de sıkıştırmasına karşı, ŞİÖ’nün aldığı Amerikan üslerinin kapatılması kararı, bu kararın en azından Özbekistan’da hemen uygulamaya konması ile de doğrulanmaktadır.

Öte yandan İran da ŞİÖ’ne gözlemci üyedir ve Rusya ile birlikte Çin de, İran’la, başlıca enerji ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak, ama bununla sınırlı olmayan özel ilişkiler geliştirmektedir.

Dolayısıyla, 2005’in; büyük emperyalist devletler ve ilişkileri bakımından, aralarında, başlıca, enerji ve geçiş yollarıyla siyasal-stratejik üstünlükler sağlama ve kuşkusuz dünyanın paylaşımındaki paylarını artırma ekseninde sorunların biriktiği ve karşılıklı saflaşma eğilimlerinin büyüyerek ciddileşmekte olduğu bir yıl olduğu söylenmelidir.

İŞBİRLİKÇİLERİN BİRLİĞİNİN ZEDELENDİĞİ BİR YIL

2002 Kasımında T. Erdoğan ve AKP’si, genel seçimleri, arkasından gelen CHP’ye fark yaparak kazanırken, hemen tüm işbirlikçi gericilik, onun ardında toplanmış sağlam bir birlik görüntüsü vermekteydi. Hele seçimler sonrası ve yerel seçimlere gidilirken, AKP arkasında toplanmış neredeyse “su sızmaz” bir birlikten söz etmek doğru olacaktır. İşbirlikçi tekeller, “her şey sermaye için” tutumundaki bu partinin tamamen arkasındaydı. TÜSİAD’tan yönetimi DYP ve MHP tandanslı bir ağırlığa sahip olmasına karşın TOBB’a, TİSK’e tüm büyük sermaye kuruluşlarını etrafında toplayan AKP, tekelci medya tarafından da hararetle desteklenmekteydi. Seçimlerden bir kısmı silenerek bir kısmı da barajın altında kalarak çıkan düzen partilerinin pek esamisi okunmaz ve sesi çıkmaz olmuştu; “ana muhalefet” CHP de, işlevsiz bir görüntü vermekte ve “türban” türü sorunlarla muhalefet yapmaya çalışmaktaydı. İddialı AB’ci politika izleyen AKP, buradan, ekonominin geleceğini AB’de ve onunla iyi ilişkilerde gören büyük sermaye ve kuruluşlarıyla sözcüleri tarafından liberalleşip “değiştiği” görüşüyle benimsenip desteklendiği gibi, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en Amerikancı politika ve tutumlara sahip bir parti olarak da, işbirlikçiliğinin gereği olarak, siyasal geleceğini “bükemediği bileği öpmek”te bulan aynı sınıf ve temsilcileri tarafından baştacı edilmekteydi. Bu yönelimleri ve uygulamalarıyla, IMF gibi emperyalist kurumların yanı sıra, ABD ve Avrupalı emperyalistler de, kendilerine, tutamayacak olsa bile istenen ve aklına gelen her konuda sözler veren Erdoğan ve AKP şahsında işbirliği özlemini değerlendirip dayanacakları bir seçenek buldukları, hatta, kendisini bir seçenek olarak bizzat kıvama getirdiklerini bilerek, AKP “atına oynama” tercihini geliştirmişlerdi. AKP, onların güçlü ve eşsiz desteği ve kollamalarından birinci derecede güç almaktaydı.

Kuşkusuz Genelkurmay yönetiminde ordu Türkiye’de daima belirleyici bir iktidar gücü olmuş, zaman zaman geriletilse bile, gücü yine ellerinde toplamayı başararak bugünlere kadar gelmişti. AKP hükümet olduğunda, 28 Şubat’ın hatıraları taze olmakla kalmıyordu, o dönemde hapis yatan ve milletvekili olma hakkına bile sahip olmayan Erdoğan parlamento ve Bakanlar Kurulu dışında kalmıştı. Ancak arkasında topladığı iç ve dış destekle, Erdoğan’ın, başbakanlık yolu açılmakla kalmadı, ama Erdoğan ve partisi, özellikle –askerlerin siyasi gücünün kırılması ve örneğin MGK ile birlikte, askerlerin MGK’daki ağırlıklarının azaltılması gibi isteklerde bulunan– AB ve “Kopenhag Kriterleri”nden aldığı güçle, askerlerin gücünü geriletmeyi az-çok başaran bir iktidar odağı haline geldi. Zaman zaman ordudan ve özellikle CHP’den “türban” vb. üzerinden “balans” içerikli salvolara maruz kalsa ve kuşkusuz “ayağını yorganına göre uzatma”ya özen gösterse de, dayanak ve destekleriyle Erdoğan giderek öne çıktı. Büyük sermayenin başını çektiği sermayenin AKP etrafında toplanma eğilimi gelişti.

AKP bundan ve bunun sonuçlarından olduğu kadar koşullayıcı nedenlerinden de olan oy oranının çok üstündeki –E. Mumcu’nun istifasına kadar referandumsuz Anayasa değişikliğinin yeter sayısı 367’yi bulan– parlamento “koltukları”ndan güç alarak, asaleten, ama çoğu da vekaleten yaptığı atamalarla, devlet denetimindeki A.Ş’lerle birlikte devlet bürokrasisinin önemli bir çoğunluğunu yenileyerek kadrolaşmada ciddi adımlar attı, askeri kanadı bir yana, bürokrasiyi ileri düzeyde siyasallaştırdı ve işaretle hareket eder hale getirdi. AKP kadrolaşması yargıyı da kapsadı ve siyasallık düzeyini ilerletti, Van Rektörü’nün tutuklanması örneğinde olduğu gibi, emirle hareket ettirme olanağına kavuştu ya da Amerikan Büyükelçisi Edelmann’ın doğrudan müdahale ettiği, emirle çözülemeyen Bergama ve siyanürlü altın konulu mahkeme kararlarını açıkça uygulamadı. Gücünü, devlet ve devlet işlerinin yürütülmesinin ideolojik biçimlenişine müdahalede kullanan AKP, dini ve dinselliği dünyevileştirerek yalnızca politik yaşamın değil ama, sosyal ve kültürel yaşamla, eğitimin başlıca dayanağı haline getirmede önemli mesafe aldı. Dinsel kıyafet, gelenekler, düşünme ve yaşam tarzının meşrulaştırılıp benimsenir ya da karşı çıkılamaz kılınmasında az gelişme sağlanmadı. Türban yasağı hemen sadece Çankaya kamusalına sıkıştırıldı, uygulamaya sokulan “içki yasağı”, tartışılır olsa bile, Antalya gibi turizm bölgeleri bir yana ciddi tepkilere yol açmadı, gıda ürünlerine TSE damgasının yanında “İslami onay” tartışılır bile olmadı. Tartışma ve hesaplaşma, eğitim alanında ’82 Anayasası ile yetkilendirilmiş YÖK’ün “YEK”leştirilerek hükümete bağlanmasının zorlanmasında çıktı. Henüz geleneksel iktidar odaklarıyla hükümet arasındaki YÖK üzerinden kapışma henüz karara bağlanmış olmaktan uzaktır ve Van Rektörü’nün tutuklanması örneği “belden aşağı” vurmalar, bunların az-çok karşılıklı yıpranmaya neden olması, ama şimdilik geri çekilme ve püskürtmelerle sertleşerek sürmektedir. Yine de müfredat programları dinselleştirildi, İmam Hatipler’e özel uygulama, birkaç yasa denemesinin ardından yönetmeliğe bağlandı. Ali Kırca’ya açıklamalarıyla öyle görünmektedir ki, 3 Kasım öncesinde “itilip-kakılmış” T. Erdoğan, 2005 Aralığının son günlerinde, kendisini cumhurbaşkanı olarak görecek kadar güçlü hissetmektedir.

1 Mart tezkeresinin reddi özellikle ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir gerginlik ve aşağılamalara varan suçlamaların kaynağı oldu. Ağırlıklı olarak orduyu hedef alan Amerikan hakaretlerinin, hatta Erdoğan’ı güçlendirdiği bile söylenebilir; ama tezkere ve ardından gelenler, aşağılamalar ve özellikle Kuzey Irak’taki “çuval hadisesi”, izlenen politikalar kadar, Türkiye’de egemenler arasındaki ilişkilerin de yeniden düzenlenmesi açısından basılmış bir “düğme” işlevi de gördü.

AKP, 2004 sonu ve 2005 içinde AB’den müzakere tarihi alarak, egemenlerin güvenini tazelese bile, ABD’den gelenlerle birlikte, AB kaynaklı dayatma ve aşağılamalar, onun da itibarını zedeledi. AB’den beklentilerin düşüş trendine girmesine paralel “Kızıl Elma”cılık ekseninde AB karşıtlığının yükselişe geçmesi ve güçsüzleşmiş bir dizi düzen partisinin yeniden seslerinin yükselmeye başlaması, AKP etrafında oluşmuş bütünlüğün bozulmaya yüz tuttuğunu gösteren işaretlerden biri oldu. GOP eksenli Amerikan dayatmaları üzerinden eski “kırmızı çizgiler”inden arındırılmak zorunda kalınan dış politika ile birlikte, iç politikayı da kapsayarak egemenlerin ilişkilerinin de yenilenmesinden kaçınılamadı ve bu, sancılara yolaçtı.

Kürt sorununa yaklaşım ve izlenen politika, bu soruna doğrudan müdahil ve hatta taraf olan ABD ve geliştirdiği tutumlar dikkate alınmazlık edilerek sürdürülemez olunca, asıl olarak ABD’ye çağrılarla, ona havale edildi. Yine de bu sorun, “teröre karşı mücadele” ve askeri çözüm konusu edildikçe, silahları elinde tutan Genelkurmay ve ordunun öne çıkmasını –ve MHP’nin gelişmesini– koşulladığı için, AKP’nin “yumuşak karnı”nı oluşturan bir “iktidar paylaşımı” zemini olarak rol oynadı ve 2005, bu sorun üzerinden egemenler arasında bir dalaşmanın da yaşandığı yıl oldu. “Derinlerden” işareti verilen ve MHP’nin de harekete geçmesiyle organize edilen linç girişimleriyle Kürt sorunu üzerinden yaratılan –ve neredeyse iç savaş kışkırtılıyor havası verilen– gerginlik, Kürtleri hedef almasının yanında ve ötesinde, iktidar hesaplaşmasının bir dayanağı olarak askeri yöntemler ve çözüme olan ihtiyaca gönderme yapmak ve iktidar dizginlerini askerlerin elinde toplamak amaçlıydı. Yılın son MGK toplantısında, “Kürt sorunu vardır” ya da “kimlik” türü tartışmalar gereksiz ilan edilerek, askerlerin bu yönde attıkları adımlar benimsendi. Erdoğan, Kürt sorunu üzerinden ayağının altındaki toprağın kaymakta/kaydırılmakta olduğunu görerek, “Aydınlar Bildirgesi”ni vesile etti, imzacılardan bir heyetle görüştü ve ardından Diyarbakır’a gitti. Ankara’da başka Diyarbakır’da başka konuşsa bile –bunda ilk gelen tepkilerin de etkisi olmuştu, ama işi özü, AKP’nin soruna ilgisinin iktidar dizginlerini elden kaçırmamaya yönelik bir manevra yapmakla sınırlı oluşuydu– “Kürt sorunu var” içerikli açıklamalar yaptı. Bu, Genelkurmay’dan gelen, hükümete “Anayasal görevlerini” hatırlatma içerikli oldukça sert bir açıklamayla yanıtlandı. Zaten birkaç ay önce yine Genelkurmay, Başkanı’nın birifingvari basın toplantısında, ülkenin kapsanmadık sorunu bırakmayan hükümet programı niteliğindeki toplu deklerasyonuyla “ben buradayım” demişti. Yine yenilenen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nde “irtica” hala öncelikli tehditler arasında sayılmaktadır ve “irticaya karşı mücadele” gündemden düşmemiştir.

Gerek “teröre karşı mücadele”nin tırmandırılması, gerek AB yolunun “dikenli” olduğunun AB kaynaklı dayatmalar ve “imtiyazlı ortaklık” tutumunun gelişmesiyle anlaşılmaya ve üyelikten umutsuzluk eğilimlerinin gelişmeye başlaması, gerekse ABD dayatmaları, AKP’nin atüaklarından hoşnutsuz olan ve ayağının sürtmesini bekleyen generallerin ağırlık artışına ve yeni bir yükselişe geçmelerine zemin oluşturdu.

IMF ile üç yıllık yeni bir stand-by anlaşması yapmaktan kaçınılamaması, büyük sermayenin “bir dediği iki edilmese” de, düşük enflasyon ve ekonomik büyüme edebiyatının ardında yüksek oranlı cari ve dış ticaret açıklarının yanında kaynağı kontrol edilemeyen “sıcak para”nın yatıyor olmasının “üst sınıflar” ve kurumlarıyla temsilcileri arasında yarattığı tedirginlikle tartışmalara neden olması; Kıbrıs’tan Ermeni sorununa, GOP ve Ortadoğu’ya tümünü kapsayan dış politika, kaçınılmazlıkla ülke-içi ve Irak’taki Kürt sorunu, emperyalistlerle ilişkilerin neden olduğu zorluklarla bir arada, siyasal alana da yansımak üzere, egemen sınıflar arasındaki tartışma, çatışma ve bölünme eğilimini güçlendirdi. 2005 sonunda, 3 Kasım sürecinde Erdoğan ve AKP etrafındaki birlik eğilimi, görmezden gelinemeyecek ölçüde yerini çatışma ve bölünme eğilimine bırakmaktadır.

Kuşkusuz henüz AKP’nin ardındaki bütün destekler çekilmiş değildir ve belirleyici bir güç kaybı ve dağılma görülmemektedir. Ancak hem MHP hem de DYP’nin güç toplamakta oluşları bir yana, E. Mumcu’nun bakanlık ve AKP’den istifasıyla başlayan kopmalar, ANAP’ın Meclis’te üçüncü parti olarak yer almasına vardı. Rakam şimdilik önemli görülmese bile, başlangıçtaki AKP’ye iltihakların “gemiyi terk” eğilimine dönüştüğünü göstermekteydi. Anketlerin AKP’nin oy kaybına işaret etmesi bir başka veri durumundadır. Ve şimdiden AKP’nin yeniden tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayıp sağlayamayacağı tartışılmaya başlanmıştır. Bu tür tartışmalar “elmaya girmiş kurt” gibidir, ilerler ve deler geçer.

Üstelik AKP, seçim kazanmayı hedefleyen firma gibi kurulmuş bir partidir ve parti içi koalisyon görüntüsündedir. “Devletin has adamları”, milliyetçi ve MHP eğilimliler, liberaller, dinci ağırlığına sahip olanlar vb. türü bir dizi gruptan bileşmiş AKP, bu haliyle, sert rüzgarlara dayanıklı değildir. Güçlü bir rüzgarın AKP’yi birbirine düşürmesi ve dağılmaya götürmesi olmayacak şey değildir. Emperyalistlerle işbirlikçi tekelci sermaye desteğinin şu veya bu nedenle arkasından çekilmesi durumunda, ileri derecede yolsuzluklara, iç ve dış ihale pazarlıklarına vb. batmış komisyoncu firma görünümündeki AKP’nin, üstelik “tepelerden” alacağı darbelerle, M. Yılmaz ANAP’ına benzetilmesinde herhalde pek zorlukla karşılaşılmayacaktır. Bugünden kimi gruplar ve milletvekilleri pervasız ve dangıl-dungul Unakıtan’a, kimileri başkalarına ve kimileri de bizzat Erdoğan’a eleştiriler yöneltmekte, Meclis Başkanı Arınç başka, A. Şener başka bir telden çalmakta, Ofer vb. ile geceyarısı pazarlıkları yalnızca parti içi ve dışı siyasal çevrelerden değil, ama Koç gibi sermaye gruplarından da tepki almaktadır.

Nitekim Aralık ayı içinde TÜSİAD, onur konuğu olarak davet ettiği Cumhurbaşkanı ile uyum içinde, AKP’ye ciddi eleştiriler yöneltmiş, Erdoğan’ın aynı sertlikteki yanıtıyla ortam gerilmiş ve zar-zor ve şimdilik bir “ateşkes” sağlanabilmiştir.

Öte yandan dağınıklık görüntüsü yalnızca AKP’ye özgü değildir. “Bir baltaya sap” olamayacağını kanıtlamak üzere, –MHP ile gericilik ve milliyetçilik yarışına giren– CHP, 2005 boyunca çalkalanıp durmuş, bir yılda iki kurultay yapmış, bunlardan hasar görerek çıkmıştır. Şimdi Meclis’te CHP’den ayrılanlarla, bir de SHP vardır. Bir ucundan egemenler arasındaki tartışma ve çatışmalara bağlanmış DİSK’in başını çektiği “yeni bir sol parti” ya da iddia edildiği gibi “solun iktidar performansı” tartışması, M. Sarıgül, G. Çapan ve C. Doğan gibi CHP eskilerinin AB’ci liberal sol partileşme çabalarına zemin sağlama hedefli gelişmektedir.

Kürt karşıtlığının da başını çekme görüntüsündeki gerici muhafazakar AB karşıtları, 2005 içinde toparlanma ve güçlenme eğilimi içine girmiştir. “Kızıl elmacılık” güç toplamıştır. AB beklentilerindeki düşüş ve Kürt sorununda çözümsüzlükten güç alan “şahinlik”le karakterize bu akım ya da eğilim, generallerle az-çok paralel tutumlar geliştirmektedir.

Öte yandan tartışma ve farklılıklar, siyasal partiler, generaller ve TÜSİAD gibi kurumları kapsamına almakla sınırlı değildir. Dünyadaki eğilime ve örneğin CIA’nın öne çıkmasına paralel olarak MİT de daha ileri işlevler üstlenmektedir. Bir kolaylık da sağlamak üzere, “aşiret reisi” durumundalarken Barzani ve Talabani ile MİT aracılığıyla yürütülen görüşmeler, ikisi de “devlet başkanı” sıfatı aldıktan sonra da aynı biçimde sürdürülmüştür. Üstelik MİT müsteşarı İmralı’da Öcalan’la da bir görüşme yapmış, ancak “diyalog” ve MİT’ten önerildiği türden “Öcalan’ın kullanılması”na dayalı çözüm yönteminin önü kesilerek, bilinen linçci ve imhaya yönelik “çözüm” tutumu uygulamaya konmuştur.

Sonuç olarak söylenmelidir ki, 2005, 2006’ya, erken seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarını da kızıştıracak ve iki seçim tartışmaları içinde kendileri de kızışacak, emperyalist müdahaleler ve dış ve iç sorunlar üzerinden geliştirilecek tutumların derinleşmeye zorladığı iktisadi, sosyal, siyasal boyutları olan egemenler arasındaki çelişkiler, sürtüşme ve çatışmalarla, gelişme halinde birbirine düşme ve bölünüp saflaşma eğilimlerini devretmektedir.

EMPERYALİSTLERİN SALDIRGANLIĞI ARTIYOR

Rakip kapitalist tekelleri ve emperyalist büyük devletleri birbirlerine düşürmekte ve çatışmaya yöneltmekte olan enerji başta olmak üzere kaynaklar ve pazarlarıyla dünyanın paylaşılması kavgası ve altında yatan kar hırsı (ve kar oranlarının azalması eğilimine güce dayanan ve sonunda zora yolaçmazlık edemeyecek tekelci müdahale ihtiyacı), başlıca emperyalist ülkeleri saldırganlaştırmakta ve dünyanın çeşitli bölgelerine, askeri sefer ve işgalleri de kapsayan müdahalelerini koşullamaktadır. ABD’nin başını çektiği Afganistan ve Irak işgalleri sürmektedir. Bir dizi Doğu Avrupa ve Ortaasya ülkelerinde “Sorosçu” CIA ya da ABD darbeleri gerçekleştirilmiştir. Eski Sovyet Bloku ülkeleri ve SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlık ilan eden ülkelerin Avrupa’daki bir bölümü önceden bir bölümü 2005 içinde NATO’ya alınarak bu saldırgan emperyalist örgüt genişletilmiş ve üstelik NATO, “görev bölgesi” de genişletilerek Ortadoğu vb. de kapsama alanı içine alınmıştır. Bu ülkelerin Asya’daki önemli bir bölümünde ise, Afganistan işgalinin yarattığı koşullardan yararlanılarak, Amerikan askeri üsleri kurulmuştur.

BOP olarak tartışılmaya başlanan ve 2005 içinde Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) adıyla, Atlantik Afrika’dan, Akdeniz ve Ortadoğu’yu kapsayarak Çin’e kadar tüm Ortaasya’yı kucaklayan ve daha çok İslam ülkelerinden oluşan bölge, “Medeniyetler Çatışması” tezini eksen alırcasına ve İslamı kendi dünya egemenliği stratejisine bağlamak üzere, ABD tarafından hedefe konulmuştur. Hıristiyan-Yahudi medeniyetini yücelten ve ona bağlanmış bir “ılımlı İslam” öngören strateji düzeyindeki yaklaşım, ABD’nin bugünkü hedef ve hareket alanını oluşturan dünyanın önemli bir bölümüne dayatılmıştır.

2005, geçen yıl sonunda yeniden seçilen Bush’un ikinci dönemine resmen başladığı yıl olarak, Amerikan saldırganlığının yeni bir hız kazandığı yıl oldu. İkinci dönemine başlarken yaptığı ve hemen tüm gözlemciler tarafından “son 50 yılın en saldırgan konuşması” olarak nitelenen konuşmasında Bush, yeni bir saldırganlık atılımının startını verdi. Konuşmanın iki temel özelliğinden biri, dayanağını “Amerikan yaşam tarzı”nın yüceltilmesinde bulan Bushçuluğun harekete geçirdiği başlıca Evangelist mezhep/tarikata dayanan Hıristiyan Ortaçağının karanlık güçlerine, ideolojik/kültürel, örgütsel vb. değerleriyle dinci gericiliğine yapılan vurgu oldu. Fanatik bir tarikatçı olarak ABD Başkanı, İncil’den yaptığı çok sayıda alıntıyla süslediği konuşmasını, ikinci temel özelliği olarak, başlıca siyasal mesajını oluşturan “ABD’nin demokrasiyi dünyaya yaymaya devam edeceğini ve tiranlıkları bitireceğini” ilan etme üzerine kurmuştu. Irak ve Afganistan işgallerini “çok daha büyük bir görevin parçaları” olarak niteleyen Bush, bir yandan Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği hedefiyle perspektifine ve bunun pratiğe uygulanmasına vurgu yaptı, diğer yandan ise İncil’e başvurarak bunu vazgeçilmez ve geri dönülmez “dinsel bir görev” olarak tanımladı, saldırganlıkta engel tanımayacağını ortaya koydu. İncil’de İsa’nın ağzından, kendisine biçtiği misyon olarak ifade edilen “esirleri özgürleştirmek” ifadesini özellikle kullanarak, Bush, böylelikle kendisini “İsa yerine” koyduğu da göstermiş oldu. Konuşmayla “teröre karşı mücadele”in yerini, artık “tiranlıklara karşı mücadele” ve “özgürleştiricilik”le “kurtarıcılık” misyonları alıyordu. Böylelikle “demokrasi götürme” misyonu pekiştirilmiş de oluyordu.

Irkçılık, milliyetçilik ve Ortaçağ gericiliğinin yardıma çağrılması, bu zincirlerinden boşanmış saldırganın bir ihtiyacı olduğu kadar, onun niteliğini de veriyordu. Yalnızca Amerikan halkının değil ama dünya halklarının da Ortaçağ karanlığıyla beslenmiş çığrından çıkmış gericilikle beslenmesi ve emperyalist dayatmaları içselleştirip benimser hale getirilmesi amaçlanmıştı. Tüm rasyonalizm ve Aydınlanma geleneği, bu amaçla ayaklar altına alınmaya ve yerine bütün biçimleriyle irrasyonalizmle idealist metafizik şarlatanlıklar ve koyu bir dincilikle beslenmiş gericilik geçiriliyor, örneğin Amerikan eyaletlerinden bir kısmında Darwin ve evrim teorisi yasaklanıyordu. Bush, bütün kadrolarını koyu dinci meczuplar arasından seçiyor, Türkiye’de emperyalist müdahaleci saldırgan tutumuyla öne çıkan Edelmann’ın Savunma Bakanlığı’nda yükseltilmesi örneğinde olduğu gibi, “neocon” saldırgan ekip güçlendiriliyordu. C. Rice, dışişlerine, dinci neocon Gonzales Adalet bakanlığına atanıyor, Bush’un hukuk danışmanlığıyla fedaral yargıçlığa yine ortaçağ kalıntısı evangelist şahsiyetler getiriliyordu. Askeri saldırganlıkla beslenen ve onu besleyen bu gericilik, ABD içi ve dışındaki faaliyetleri bakımından istihbari yıkıcılık örgütlerinin tek merkezden koordinesine ve Savunma Bakanlığı’na bağlanarak bütünüyle denetim dışı kılınmasına geçilerek, yıkıcı örgütlerin ve provokosyanları da kapsayan faaliyetlerinin önünün bütünüyle açılmasıyla da pekiştirilme yoluna gidildi. Bu, işkence ve hapishanelerini dünya ölçeğinde yaygınlaştıran CIA’nın işkence uçaklarının yıl sonuna doğru dünya gündemine, özellikle Avrupa’da “bomba” gibi düşmesiyle de doğrulandı ve gizlenemez oldu.

Ve ortaçağın yardıma çağrılmasını da içeren ırkçılık ve milliyetçilikle karakterize gericiliğin yükselişi yalnızca ABD’ye özgü değildi. Avrupa ülkelerinde neofaşist partiler güç kazanır ve Hıristiyan partiler ve yaklaşımlarının ağırlıkıları artarken örneğin Almanya’da sosyal demokratlar tutunamamıştı. Bir yandan Almanya, İngiltere ve Fransa gibi belli başlı Avrupa ülkelerinde milliyetçilik yükselirken, öte yandan AB de, yeni tür bir milliyetçiliğe, “Avrupa milliyetçiliği”ne temel oluşturur bir yönelim içine girdi. Fransa ve Hollanda’da AB Anayasası reddedilirken, Türkiye’nin AB üyeliği tartışılırken, AB bütçesinin belirlenmesinde ipler gerilirken tanık olunan milliyetçi ırkçı yönelişin ağırlık kazanmakta oluşu, yine Paris banliyö olaylarında, Fransa’nın Afrika saldırganlığıyla Suriye atağında, göçmenlerin dışlanması ve yabancı düşmanlığının artışında, “terör yasaları”nın birbiri peşi sıra Avrupa ülkelerinde gündeme gelmesinde, Londra metrosunun bombalanmasının ardından Brezilya kökenli bir kişinin şüphe üzerine düpedüz öldürülmesinde vb. vb.. kendini ortaya koydu.

Bush’un ikinci dönemine başlama konuşmasıyla, aynı zamanda, hedef belirleyici eski “haydut devletler” nitelemesinin yerine de devrilecek “tiranlıklar”a ilişkin niteleme almaktaydı. Ardından önce C. Rice ve sonra yine Bush hedefe konan bu tiranlıkları, eski bildik “haydut devletler”in yanına Beyaz Rusya’yı da katarak ilan ettiler. Suriye ve İran, kuşkusuz öncelikli hedeflerdi.

Irak’ı iki seçimle (biri Anayasa oylaması) “demokratikleştirme”ye girişen ve bu yönde mesafe aldığını ileri süren, gerçekte ise henüz direnişin üstesinden gelmek bir yana az-çok önünü bile alamayan ve askerini çekip işgale son vermeyi şimdilik tartışmaya bile başlayamayan ABD, Irak’ta düze çıkmayı beklemeden, Suriye ve İran’a yönelik şantaj, yalnızlaştırma ve tehdit politikasını, bombalama ve işgal türünden askeri seçenekleri de dillendirerek yürürlüğe koydu.

Hariri suikastıyla –CIA ya da CIA bağlantılı MOSSAD operasyonu olması muhtemeldir– Suriye’ye yönelik saldırganlığı pratiğe uygulayan ve bu açıdan belli başlı Avrupalı emperyalistlerle de işbirliğini sağlayan ABD’nin ilk hedefi olarak, Suriye görünmektedir. BM soruşturmasıyla sıkıştırılmaya ve rejimi dağıtılarak çökertilmeye çalışılan Suriye içten ele geçirilme çabasındadır. Aralığın sonunda eski başkan yardımcısı A. Haddam’ın Esadı ağır biçimde suçlayarak muhalifliğini ilan etmesi herhalde bu kapsamda görülmelidir. Yıl içinde, Suriye ile Türkiye arasındaki üst düzey (cumhurbaşkanı ve başbakan düzeyinde) temaslar, ABD ile Türkiye arasında sorun yaratmış ve Suriye’nin entegrasyonuna aracılık etme ve prim sağlama tutumunu sürdürme peşindeki Türkiye, sonunda Suriye’nin kuşatılmasına katılmaya “ikna edilmiş” ve Amerikan ağzıyla konuşma ve tutum alma çizgisine geriletilmiştir.

Suriye geriletilir ve olası bir “çözülme” açısından yumuşatılırken, tehditler ve güç politikasının diğer hedefi İran ise “çetin ceviz” durumundadır ve özellikle Ahmedinecad’la birlikte sertliğe sertlikle yanıt verdiği gibi, Suriye ile dayanışmaya da yönelmiş, hatta iki ülke arasında savunma amaçlı stratejik işbirliği anlaşması da gerçekleştirilmiştir. Uzun menzilli füze üretip nükleer kapasitesini geliştirmeye, Rusya ve Çin’den silah satın alarak ordusunu güçlendirmeye yönelen İran, Suriye’nin tersine “esneme” ve gerileme belirtisi göstermemektedir. (Bu nedenle, ABD, içlerinde Çin ve Rus devlet şirketleri de bulunan bir dizi şirketi “kara liste”ye almış ve yaptırım uygulamaya başlamıştır.) Ancak nükeer kapasitesini artırma çabası üzerinden olduğu kadar “tiranlık” olması nedeniyle de suçlanmakta, tehdit edilmekte ve baskı altına alınmaktadır. İran’a yönelik yıl boyunca süren tehditlerin, yıl sonuna doğru ABD ve daha da çok İsrail’in İran nükleer tesislerine yönelik hava bombardımanına ilişkin söylentinin yaygınlaştırılmasıyla artmasının yanında, İran, Arap petrol bölgesi Kuzistan’da karışıklık ve Azeri bölgesinde yeraltı gruplarının organizasyonu ile de baskılanmaktadır. Hatta yıl ortalarında Amerikan özel kuvvetlerinin İran’a sızarak operasyon düzenlemeleri şayiası bile çıkarılmıştır.

İsrail Siyonizminin tırmandırdığı saldırıların ve Yaser Arafat’ın ölümünün ardından, Filistin’e dayatılan Amerikan barışının Şarmel-Şeyh’te, Ürdün kralı ve Mübarek’in de katılımında imza altına alınması, Ortadoğu’ya yönelik stratejik Amerikan planlarında yer alan Filistin’in bir direniş odağı olarak bölgeyi etkilemesine son verilmesi yönünde atılan, nihai olmasa bile, önemli bir adım oldu.

Türkiye, İran ve Irak’a yönelik emperyalist plan ve uygulamaların dışında değildir, istese bile kalamamaktadır. Kuzey Irak’ta Kürt devleti üzerinden sıkıştırılan Türkiye, bunu kabule (çünkü ABD, Irak’ın bütünü açısından zorlansa bile, başlıca K. Irak’ta yerleşmeye ve buradaki dayanaklarını sağlamlaştırmaya çalışmakta, bu, Türkiye ile ilişkileri kadar, Türkiye Kürtleri dahil Kürt sorununa yaklaşımını belirlemektedir) ve PKK karşılığı İran’a yönelik bir emperyalist girişimde rol almaya zorlanmaktadır. Yıl sonuna doğru Türkiye’ye birbiri ardına doluşan FBI, CIA ve NATO yetkililerinin başlıca bu içerikte görüşmeler yaptıkları ve dayatmalarda bulundukları herhalde kesindir. Yıl içinde İncirlik’in kullanma amaçlarının genişletilmesi ve bir dizi başka havaalanı ve limanın Amerikan kullanımına açılmasının gündeme gelmesi, ABD’nin bir ileri adımı olarak, Türkiye’yi sarmalayan bağımlılık zincirlerini sıkılaştırmıştır.

Emperyalistlerin saldırganlığının yalnızca askeri boyutlu olmadığı ortadadır. Özelleştirmeler aracılığıyla şirketleriyle dünya halklarının kanını emmeye hız verdikleri gibi, IMF ve DTÖ gibi emperyalist örgütler aracılığıyla bütün ülkelere ve halklarına dayatmalarını geliştirmektedirler. Enerji başta olmak üzere kaynaklara ve pazarlara yönelik ele geçirme ve bağımlılaştırma politika ve uygulamaları yıl boyunca hayata geçirilmiş, bu bir yandan direnme eğilimlerine yol açarken, bir yandan da çok sayıda ülke ve bu arada Türkiye üzerindeki bağımlılık zincirleri perçinlenmiştir. AB, NAFTA, Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması gibi birliklerle, emperyalist bağımlılık ilişkileri ve sınırsız yağma serbestisinin yerleştirilmesine çalışılmaktadır.

Ortaçağ gericiliğiyle de birleşmiş emperyalist kapitalist gericilik, dünya işçileri kadar kendi ülkelerinin işçilerini de, işçi hareketlerini de baştan engellemeye, dağıtıp geriletmeye yönelerek, hedefine koymuştur. Son örneği New York ulaşım işçilerinin grevinin yasaklanması olan grev yasakları, Fransa-Marsilya’da uygulandığı şekilde grevcilere yönelik askeri operasyonlar düzenleme, sendikaları işlevsizleştirme vb. yöntemleri yürürlüktedir ve bunlar “demokrasi” sınırlarının nereye kadar uzandığını gösterir içeriktedir. Tamamen güdükleştirilmekte olan gerici burjuva demokrasisinde işçi sınıfının haklarına ve çıkarlarını savunmalarına, sınıf mücadelesi yolunda yürümelerine yer yoktur!

GERİCİLİK TIRMANIŞTA

2005, Türkiye’de, kapitalist gericiliğin işçi ve emekçilerle Kürtlere karşı saldırganlığını tırmandırdığı bir yıl oldu.

Özgürlük Dünyası’nın 2005 sayılarında geniş olarak işlenen ekonomik ve sosyal alanlardaki emeğe yönelik gerici saldırılar özetlenecek olursa tablo şudur:

Bütün büyüme ve iyileşme iddialarına karşın, işçi ve emekçiler, halk sözü edilen büyümeden hiçbir biçimde yararlanamamış, tersine ekonominin bütün yükü sırtlarına bindirilmiştir. Emekçilerin gerçek ücretleri ve dolayısıyla alım gücü artmamış, düşmüş, yoksullaşma büyümüştür. Zorunlu tüketim maddelerine, ekmeğe, gıdaya, tekele, ulaşıma vb. zamlar ise eksik olmamıştır.

Gelir ve kurumlar vergilerinde indirime gidilerek emek aleyhine sermayeye kaynak aktarımı gerçekleştirilmiştir. İndirimle oluşan açığın bütçede kapıtılmasının vergilendirme açısından tek geçerli yolu, emeği hedefine koyan ve kapitalistlerle emekçileri tüketiciler olarak eşitleyen dolaylı vergilerin artırılması olacaktır.

Geçen yıl kabul edilen iş yasalarıyla sözleşmeli ve esnek çalışma, taşeron işçilik vb. yöntemlerle birlikte yerleşik hal almış, esnekliğin toplu sözleşmelere girmesi zorlanmış, bazıları yerlerde başarılmıştır. Bu, çalışma koşullarını olağanüstü kötüleştirdiği ve sömürü oranını büyüttüğü ve geçim koşullarını zorlaştırdığı gibi, birkaç işçinin işini bir işçinin yapmasının dayatılmasıyla, işsizliğin büyümesine ve başlıca iktisadi ve sosyal sorunlar arasında öne çıkmasına götürmüştür. İşsizlik rakamları, tüm aldatıcı hesaplamalara rağmen, rekor düzeye çıkmıştır.

Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi gündeme alınmıştır. 9000 işgünü pirim ödenmesi ve 67 yaşında emekliliğe, emekli aylıklarında indirimle birlikte tedrici geçişe dair yasa hazırlığı tamamlanmıştır.

Kıdem tazminatlarının kaldırılması ve bölgesel asgari ücret belirlenmesi gündeme dayatılmıştır.

Genel Sağlık Sigortası adı altında sağlık sigortasının koruma kapsamını daraltma ve masraflı tedavileri özelleştirme projesi gündeme alınmış, bireysel sağlık sigortasının yerleşmesinin önü açılmış, bunun temel bir adımı olarak, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi kapsamında, tüm SSK vb. hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri gerçekleştirilmiştir.

Devlet okulları aleyhine özel eğitim kurumlarına sağlanan teşviklerle eğitimin özelleştirilmesinin önü bütünüyle açılmış, okullarda sözleşmeli öğretmenlik yerleştirilmiştir.

Personel reformu olarak lanse edilen yasal değişiklik hazırlıkları tamamlanmıştır ve bununla, 657 tarihe karışacağı gibi, memur sayısının azaltılmasının yanında performansa göre ücret ve sözleşmeli çalışmanın yerleştirilmesi öngörülmektedir.

Sendikalar yasası ile grev ve toplu sözleşme yasalarında öngörülen değişiklikle sendikal alanın yeniden düzenlenmesi gündeme alınmıştır. Bu değişikliklerle, sendikaların, grev ve toplu sözleşme hakkının işlevsizleştirilmesinin yasaya bağlanması amaçlanmaktadır.

2005’te sıra büyük ve stratejik devlet işletmelerinin özelleştirilmesine sıra gelmiş ve bu kapsamda, TÜPRAŞ, SEKA, Seydişehir Alimünyum, Erdemir ve İsdemir özelleştirilmiş, PETKİM, TEKEL, Telekom’un özelleştirilmesi hazırlıklıkları tamamlanmıştır.

Limanların özelleştirilmesi tamamlanmaktadır. Yasal değişiklikler ve gece yarısı pazarlıklarıyla Kuşadası limanı ve Galataport MOSSAD’ın “kasası” konumundaki Ofer’e, İstanbul’un göbeğindeki alanlar Dubai Şeyhi’ne peşkeş çekilmiştir. Özelleştirmeler ve yolsuzluğa batmış ihalelerle, ekonominin dışa bağımlılığı ciddi boyutlara ulaşmıştır.

Bağımlılığı pekiştiren iç ve dış borçlanmaya dayalı iktisadi ve mali politikalar sürdürülmüş, iç ve dış borçlanmada rekor rakamlara ulaşılmış, işsizliği tırmandıran yatırımların ve kamu harcamalarının “sıfırlanması”na dayalı faiz dışı fazla hedefleri korunmuştur. Rant ekonomisi, faizden beslenme, borsa ve döviz spekülasyonu üzerinden yabancı ve yerlivurgunculuk devam etmektedir. Ekonomi, vurgun ve siyasi nedenlerle dışa kaçma riski olan “sıcak para” üzerinden dönmekte; işsizliğin tırmanması, yoksullukta artış ve alım gücünün düşmesi, ama faizlerin hala yüksek seyretmesi yanında “kur çıpası”yla aşırı değerlenen TL’nin neden olduğu dış ticaret açığı ve borç ve faiz ödemesi kıskacında büyüyen cari açık türü etkenlerle birlikte, bu, bir iktisadi mali kriz ihtimalini koşullamaktadır.

İşçi ve emekçilerin, halkın sıkıştırıldığı bu cendere içinde, yönelmekte olduğu ve büyümesi muhtemel hoşnutsuzluk ve tepkilerinin önünü almak ve geliştiğinde bastırılmaları amacıyla alınan tedbirlerin başında ise, “gizli Anayasa” olarak tanımlanan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nin yenilenmesi gelmektedir. Belgede sıralanan tehditlere, ciddi grevlerin oluşturabileceği tehditin yanında, iç göçle de birlikte “varoşlar”daki yığılmanın oluşturabileceği “sosyal patlama” tehditi de eklenmiş ve bu ihtimallere yönelik önlemlere vurgu yapılmıştır. Bugünden grevci işçilerle, mücadeleci memurlar başta olmak üzere, işçi ve emekçilerin, izinli mitingler bir yana bırakılırsa, güvenlik güçleri tarafından yasaklanmayan ve saldırıya uğramayan hemen hiçbir eylemlerinin olmaması, bu vurgu kapsamında anlaşılmalıdır. “Terörle mücadele”nin ihtiyaçları ileri sürülüp İngiltere’de çıkarılan yasa örnek gösterilerek generaller tarafından gündeme getirilen yeni TMY isteğinin 2005 içinde karşılanmamış olması, AB ilişkilerindeki bir dizi sıkıntı ile ilişkilidir ve herhalde 2006’ya sarkmıştır.

Sözümona Avrupai demokratikleşme paketleri kapsamında “reformlar”dan olan ve 1 Haziran’da yürürlüğe giren yeni TCK, eskisini aratır durumdadır. CMK ile birlikte anti-demokratik maddeler toplamından ibaret bu yasa, yıl sonunda “düşünce suçu”na ilişkin 301 ve 305. maddeleri dolayısıyla tartışılmaya başlanmıştır; ancak emekçileri hak ve kurtuluş mücadelelerinde kımıldayamaz kılmayı amaçlayarak, bütünüyle düşünceye, ifade edilmesine, basın ve toplanma özgürlüğüyle örgütlenme özgürlüğüne yönelik sınırlamalar ve yasaklarla doldurulmuştur.

Gericiliğin tırmanışı kuşkusuz yalnızca yasal düzenlenmelerle sınırlı kalmamış, emek mücadelelerinin fiilen saldırıya konusu sayılması yanında, demokratikleşmenin temel bir konusu olan Kürt sorununda inkarcılık, yasakçılık ve dağlarda kulak-burun kesiciliğinin yanında köyler ve şehirlerde faili meçhullerle Şemdinli’de suç üstü yakalanan kontrgerillanın Şemdinli’yle sınırlı olmayan provokatif bombalamaları ve aynı kaynaklı bayrak provokasyonları ve linç girişimlerine kadar uzanmıştır. 12 yaşında “terörist” sayılarak babasıyla birlikte küçük Uğur’un öldürülmesiyle girilen 2005, Kürt sorunu bakımından şoven milliyetçi saldırganlığın tırmandığı ve çatışmaların yaygınlaştığı bir yıl olmuştur. Newroz’da Mersin’de bayrak provokasyonu ile başlayan Kürtlere yönelik saldırılar, yaz boyu tatil beldelerinde ve ardından Bozoyük’teki linç girişimiyle tırmanmış ve en son Şemdinli suçüstüne gelip dayanmıştır.

“Gizli Anayasa”da “aşırı sağ”ın tehdit sayılmaktan vazgeçilmesiyle devletin doruklarından beslendiği açık olan linç girişimleriyle yükselen saldırganlığın resmi-sivil işbirliğine dayalı Kontgerilla operasyonu olduğu, Şemdinli faillerinden ve bu faillerin “iyi çocuk” sayılmalarından bellidir.

Kürt sorunu kapsamında, Erdoğan’ın, yıl ortalarında tek taraflı bir silah bırakma çağrısı niteliğindeki “Aydınlar Bildirgesi” üzerinden yaptığı açıklamalar, önce Diyarbakır ve suçüstünün ardından Şemdinli’ye gitmesi, gericilik içindeki hesaplaşmaya ve Kürtler içinde bir “Kürt AKP’si” oluşturmaya yönelik manevradan öteye geçmemiştir. H. Cemal ve T. Akyol tarafından da işlenen “iyi Kürtler-kötü Kürtler” ayrımı üzerinden, yine sorunu “terör sorunu”na indirgeyerek ve Barzanici “iyi” Kürtler ve aşiretlerle ilişkilenerek, ABD politikalarıyla uyum içinde “Kürt sorunu”ndan söz etmekle, AKP ve Erdoğan, muhtemelen ABD ile dayanışma halinde uygulanmasına geçilecek, Kandil’in kuşatılması ve belki imhasını da içerecek ve “teröre karşı mücadele” olarak geliştirilecek Kürtlere yönelik “yeni” politik yönelimleri, gericilik cenahından, diğer gerici mihrakları önceleyerek savunmaya başlamıştır ki, ulusal mücadelenin bedeller ödeyerek dayattığı TV hakkı ve “kimlik” vb. konulu bir dizi kabul durumunda kalınanlar bir yana, demokratik içeriğe sahip değildir.

2005, gericiliğin halka yönelik saldırıları bakımından da, 2006’ya, her yönüyle tırmandırılma durumunda bir gericilik devretmektedir.

HAK MÜCADELELERİ VE KARŞI KOYUŞLAR

2005’in emperyalist ve gerici saldırganlığın yükselmesi yanında, bu saldırganlık tarafından da teşvik edilen hak mücadelelerine sahne olduğu ve altan alta kurtuluş mücadelelerini de mayalandırdığı belirtilmelidir. Henüz yeni bir devrim dalgasından söz edilemeyecek olduğu ortadadır. Ancak, dünya ölçeğinde işçi ve emekçilerin bir hareketlenme içine girdikleri de söylenebilir. Üstelik bu hareketlilik, belirli durumlarda, işçi sınıfı önderliğinde olmasa bile, politik ileri atılışlar düzeyindedir.

Amerikan işgali karşısında hem Afganistan ve hem de Irak’ta direniş sürmektedir, bastırılamadığı gibi, geriletilmekten de uzaktır. Provokatif El Kaide örgütünün verdiği zararların ötesinde hatta direniş ülke ölçeğinde merkezilenme yönünde gelişmekte ve mezhep bölünmelerinin üstesinden gelme işaretleri vermektedir.

Amerikan emperyalizminin olanca şantaj, tehdit ve baskılarına karşın İran gerilememektedir.

Latin Amerika’daki anti-emperyalist hareketlilik ileri düzeye varmıştır. Chavez’in Venezüellası’nın Küba’nın yanına katılmasıyla genişleyen anti-emperyalist Latin cephesi, Brezilya ve Arjantin’in “titrek” de olsa desteği (bu, son olarak, Amerikan dayatması olan birlik ve tecrit planlarıyla, Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması’nın onaylanmayışında görülmüştür), son olarak E. Morales’in Bolivya’daki gaz özelleştirmesine karşı patlak veren ayaklanmanın ardından elde ettiği seçim başarısıyla genişlemiştir. Kolambiya’da gerillanın önü alınamaktadır ve yardımcısının yerine geçmesiyle şimdilik yatışma sağlansa da, Ekvator’da ayaklanan halk sabık başkan Guiterez’i devirmiştir. L. Amerika’da anti-emperyalist hareket, bir dalga oluşturarak, yükselmekte, işçi ve emekçiler sosyalizme ilişkin talep ve özlemlerini yüksek sesle ve yaygın olarak dile getirmeye yönelmişlerdir.

Avrupa hareketsiz değildir. 2005 içinde, az sayıda olmayan grevlerin yanında, Fransa, İtalya, Yunanistan ve İspanya’da milyonları kapsayan genel grevler gerçekleşti. Almanya’da, emekçilere yönelik Hartz saldırılarının ardından, yeni kurulan Sol Parti, seçimlerde ciddi bir başarı gösterdi ve 50’nin üzerinde milletvekiliyle parlamentoya girdi. Fransa ve Hollanda’da AB Anayasası’nın reddedilmesi, başlıca neoliberal politikalara karşı tepkinin bir ifadesi oldu. Paris banliyölerindeki “isyan”, göçmenlerin tecrit edilmiş tepki patlaması olarak şekillense de, yoksulların içinde bulunduğu patlamaya hazır duruma, ama aynı zamanda, ırkçı milliyetçiliğin etkisine ve sosyalist politik çalışmanın gerekliliğine dikkat çekti.

2005’te Irak işgalinin ardından anti-emperyalist mücadele belirli bir durgunluk içine girerken, Türkiye’de, şurada burada, neredeyse hak ve ücret talepli grev ve direnişlerin görülmediği gün olmadı, ancak, bunlar tecrit edilmiş yerel mücadeleler olarak kaldılar ve işçi hareketinin genel bir yükselişe geçmesini koşullayamadılar. Asıl işçi direnişleri ise, özelleştirme dayatmaları karşısında ve hemen daima son anda ve başka bir çare kalmadığında, fabrika işgalleri, polisin saldırısına karşı koyup püskürtme gibi ileri biçimler de alarak yaşandı.

Önce SEKA, Bitlis TEKEL’den başlayarak Adana, Malatya ve İstanbul TEKEL’in direnişe geçmesini de tetikleyerek ve işyerlerinin Belediye’ye devrine kararına karşı direnişe geçerek AKP üyelik kartlarını yırtan ve bayramı işyerinde geçiren Et Balık Kurumu Kayseri Kombinası işçilerinin mücadelesiyle de birleşerek ileri atıldı. Direniş, tütün üreticileriyle de birleşerek gelişme eğilimi gösterdi; ancak özelleştirme kapsamındaki, sonradan sıra kendilerine gelecek olan diğer büyük işletmelerin işçileri ve mücadeleleriyle birleşmeyi başaramayınca, Türk-İş ve Selüloz-İş yönetimi tarafından arkadan hançerlenerek bitirildi.

Hemen ardından Seydişehir ve Erdemir işçileri özelleştirmeye karşı harekete geçtiler ve ileri eylemlere giriştiler, ama onlar da aynı nedenle yenildiler. Şimdi sırada Telekom var.

Türkiye’de henüz aşılamayan zaaf, bünyeseldir; sendikal bürokrasinin zehirleyici etkisinin de rolünü oynamasıyla, az-çok genel ve siyasal niteliğe sahip talepler etrafında birleşemeyen ve birleşik bir işçi mücadelesi olarak genişleyerek gelişmeyi başaramayan yerel mücadeleler ilerleyememektedir. Siyasallaşma ve birleşik hareketin ortaya çıkışı, dört bir yandan kapitalistler ve gericilerin saldırısı altındaki geniş işçi yığınlarının hak ve kurtuluş umutlarının ifadesi olarak, 2005’ten 2006’ya kalarak devrolmuştur.

Öte yandan, tahammül sınırlarını zorlayan çalışma ve yaşam koşullarıyla, Organize Sanayi Bölgeleri ve havzalarda bir araya toplanmış milyonlarca işçi, hem hoşnutsuzluk hem de arayış içerisindedir.

Özel koşullarıyla Latin Amerika bir yana bırakılırsa, dünya ölçeğinde ve Türkiye’de koşullar ve sermayeyle gericiliğin saldırıları işçilerin öfke ve arayışlarına yol açmakla birlikte, örgütlü ve ileri işçilerin politik düzeylerinin geriliğiyle “sosyal diyalog” peşindeki sendikal bürokrasinin egemenliğini kıramamış oluşları ve ana gövdeyi oluşturan geniş işçi yığınlarının örgütsüzlüğü ve dağınıklığı, işçi hareketinin yeni bir kabarışının önündeki engeller durumundadır. Bu engellerin kırılacağına kuşkusuz güvenilebilir, ancak bu, çalışma ve daha çok çalışmaya ihtiyaç göstermektedir. Yazının girişinde ele alanın emperyalist ve gericiler arasında derinleşmekte olan çelişme ve çatışmaların, toplumu, emekçilerin katiyen yararına olmayan –ama gericiliğin şu ya da bu kesimine yedeklenecekleri– bir kör dövüşüne götürmemesi, ama anlamlı ve uluslararası burjuvazi ve gericiliğin halka yönelttiği saldırıları püskürtme, hak elde etme ve kurtuluş mücadelesini kolaylaştırıcı ve ilerlemesine olanak sağlayıcı olabilmesinin ön koşulu, bu olanakları değerlendirecek, bağımsız işçi hareketinin –demokratik, ulusal muhalefeti de etrafında toplayacak– varlığı ve gelişmesidir. Bu, yerel hareketlerin birleştirilmesinin ve birleşik emek hareketinin yaratılmasının başarılması amacıyla çalışmanın ve bu çalışmada ileri işçilere düşen tayin edici rolün önemini artırmaktadır.

Emekçi memur hareketi açısından benzer şöyler söylenebilir. 2005’te gerek dünyada gerekse bu alanın henüz tümüyle bürokrasinin eline geçmediği Türkiye’de memurlar, özellikle eğitimciler ve sağlıkçıların işçilerden geri kalır yönleri olmamış, hem dünya hemde Türkiye’de önemli memur eylemleri görülmüştür. Hatta Türkiye’de birleşik emek hareketinin yaratılmasında oynayabileceği rol bakımından KESK olarak örgütlü memurların olanaklarının genişliğine vurgu yapılmalıdır.

Demokratik içerikli ulusal hareket olarak Kürt hareketi, kuşkusuz güçlükler içindedir. Ancak 2005, Akyıl direnişinin gösterdiği gibi, Kürt işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin gelişme olanaklarını ortaya çıkardığı kadar, Kürt halkının demokratik içerikli ciddi hak ve kimlik mücadelelerine de sahne olmuştur ki, bunlardan Şemdinli’de suçüstünü gerçekleştiren halkın duyarlılık, mücedeleci birikim ve tutumuna değinmek bile yeterlidir.

Emek ve Kürt hareketinin birleşmesi ihtiyacının karşılanmasının 2005’ten 2006’ya aktarılan başlıca görevler arasında olduğu açıktır. Hem toplumsal hem de siyasal düzeyde bu birlik yaşamsal önemdedir ve gerçekleşmesinin anahtarı, Türkiye işçi sınıfının Kürt sorununu, kendisinin ve ülkenin temel sorunlarından sayması ve böyle kavramasındadır.

 

2006, sosyalist çalışma ve işçi hareketiyle demokrasi mücadelesinin yükseleceği bir yıl olsun!

Bir gazetecinin kendi ‘Berlin Duvarı’ile savaşı

Gazeteci Hasan Cemal’in, geçtiğimiz ay yayımlanan “Cumhuriyet Gazetesi’ndeki iç savaşın perde arkası – Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” başlıklı kitabı, herhalde geçtiğimiz ayın en çok tartışılan kitabıydı. Tartışmanın farklı biçimlerle bundan sonra da sürmesi muhtemel. Bunun birkaç nedenden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Öncelikle, kitap, mesleki bir tartışmayı ya da bir gazetecinin mesleki serüvenin bir dönemini, tamamen ideolojik ve politik bir tartışmanın içine oturtuyor.

Kitaba dair çeşitli medya organlarında yapılan tartışmalarda, Cumhuriyet gazetesine sahip olan ailenin, gazetenin yazarlarının, yöneticilerinin kişisel özelliklerine dair bolca ayrıntı bulunması da değerlendirme konusu yapıldı. Bunlar da, kuşkusuz kitap içinde epey bir yer tutuyor. Ancak, kitapta söz konusu edilen kişisel bilgilerin neredeyse tamamına yakını, Hasan Cemal’in eski yol arkadaşlarıyla giriştiği mesleki ve politik hesaplaşmanın bir unsuru olarak gündeme geliyor ya da öyle bir noktaya bağlanıyor. Ağırlıklı olarak İlhan Selçuk’a ve Hasan Cemal’in yazı işleri ekibinde yeralmış olan Kerem Çalışkan’ın tabiriyle, “Şeker abiler”i oluşturan, Ali Sirmen, Uğur Mumcu, Oktay Akbal vb.’lerine yöneltilen kişisel eleştiriler de, sonuçta “muhafazakarlıkla” hesaplaşma adına, ideolojik politik bir temele oturtuluyor. Çekişmeler, didişmeler hep böylesi bir çerçeve içinde seyrediyor.

Hatta bu didişme, aynı çerçevede, Hasan Cemal Cumhuriyet’ten ayrıldıktan yıllar sonra bile, onun için devam ediyor. Örneğin Hasan Cemal, 11 yılını yönetici konumda olmak üzere, 18 yılını geçirdiği Cumhuriyet’ten ayrıldıktan yıllar sonra, dışarıdan şu tahlili yapıyor: “İlhan Selçuk hiç değişmedi. 30 Aralık 2004’te, Cumhuriyet’teki ‘Pencere’ köşesinin başlığı şöyleydi: ‘Lenin haklı çıktı..’ İşte belki Cumhuriyet’teki kavga, İlhan Selçuk’un bu sözünde düğümleniyordu.” (s. 145) Selçuk’un bu yazısı, Hasan Cemal’in Cumhuriyet’ten ayrılışından 12 yıl sonra yayımlanmış bir yazı.

Türkiye’de, neo-liberal ekonomi politikalarını savunan sermaye politikacılarının birçoğu, özelleştirme konusunda biraz rezervli davranarak “devletçiliği” savunanları, “Eski sosyalist ülkelerin bile terk ettiği şeyleri savunuyorsunuz” diyerek eleştirmişti. Hatta piyasa ilişkilerinin Türkiye’de hiçbir engelle karşılaşmadan uygulanmasını isteyenlerin, “tek sosyalist ülke Türkiye kaldı” diyerek, eleştirilerini dillendirdikleri de biliniyor. Hasan Cemal’in, eski gazetesi Cumuriyet’e ve onun etkin kalemlerine ilişkin tepkisi de aynı mantığa dayanıyor özünde.

BERLİN DUVARININ ÇÖKÜŞÜ HASAN CEMAL İÇİN MİLAT

Peki, Hasan Cemal, İlhan Selçuk ve Cumhuriyet’in diğer bazı yazarlarıyla neden anlaşamamıştı? Kitabında, bu sorunun yanıtını şöyle veriyor Cemal:

Uğur Mumcu, DYP-ANAP Koalisyonu’na karşı çıkarken, TÜSİAD’ı eleştiriyor, ekonomik konularda her zamanki kafa karışıklığını, ‘IMF patentli ekonomilerin militarizasyonu modeli’ diye sergiledikten sonra, bu modelin iş ve sermaye çevreleri tarafından Türkiye’ye DYP-ANAP Koalisyonu’yla dikte edilmek istendiğini söylüyordu. Uğur’a göre bu koalisyon, ‘TÜSİAD hükümeti’nden başka bir şey değildi. İlhan Selçuk’a göreyse, bu hükümet modelini Babıali’de savunanlar önemli firmaların faksları haline dönüşüyorlardı.

Bana bu usluptan gına gelmişti. Ben de Osman Ulugay’dan farklı düşünüyordum. Fakat gerekçelerim bizim yazarlardan farklıydı. Ayrıca TÜSİAD’ı, iş dünyasını, ‘Türkiye’nin düşmanı’ olarak görmüyordum. Demokrasinin ayrılmaz parçası olan ‘sivil toplum’ kuruluşlarının ön saflarında gelen bir kuruluştu.

İşadamları ‘sınıf düşmanları’ değildi! Pazar ekonomisi değil, devletçilik ya da ‘komuta ekonomisi’ydi bir işe yaramayan. Berlin Duvarı’nın yıkılması, komünist partilerin ve Sovyetler Birliği’nin tarih olma yönündeki serüvenleri de bu ekonomilerin, totaliter rejimlerin iflasını kanıtlamıştı. ‘İç ve dış sermaye çevreleri’ gibi öcüler yaratmanın artık zaman tünelinde kalmış olan, kalması gereken bir anlayış olduğunu düşünüyordum uzun zamandır. Berlin Duvarı’nın çöküşüyle birlikte siyasette ‘sınıfsal’ bakış açılarının da çöktüğüne inanıyordum. İşte bu nedenle anlaşamıyordum başta İlhan Selçuk olmak üzere yazarlarımızla…” (s. 465)

Kitabın başka bir yerinde ise şöyle diyor: “İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Uğur Mumcu ‘Pazar ekonomisi’ sözü kulaklarına çalınınca cin çarpmışa dönebilirlerdi…” (s. 117)

Aynı sınıfsal bakış açısı farklılaşması, Hasan Cemal’in, Cumhuriyet’in kurucu ekibiyle arasındaki diğer tüm –kopuşmayı koşullayan– konulara da yansıyor. Örneğin, “demokrasi” temel başlığı altında toplanabilecek konulardaki farklılaşma da, aynı “Soğuk Savaş” dönemi çatışmasının izlerini taşıyor, onun etkisinde biçimleniyor.

Bu farklılaşmayı en iyi anlatan bölümlerden birisi de, Karl Popper’e dair. Sözü burada yine Hasan Cemal’e bırakalım: “Şahin Alpay Cumhuriyet’in haftalık ‘Siyaset 84’ ekinin 10 Aralık sayısında iki tam sayfayı Karl Popper’e ayırmıştı. 20. yüzyılın en büyük siyaset ve bilim felsefecilerinden Popper’i ben de yeni öğreniyordum. Faşizm olsun, komünizm olsun totalitarizme karşı felsefi planda yüzyılın az sayıdaki en etkili demokrasi ve ‘açık toplum’ savaşçılarından biriydi.

Ama İlhan Selçuk’a göre ‘karşı devrimci’ydi. Bu nedenle kıyamet kopmuştu aramızda. Cumhuriyet’te ‘karşı devrimci sızıntılar’ vardı. Adını açıkça koymuyordu, ama bunların başında Şahin Alpay geliyordu. Ve ben, genel yayın müdürü olarak bu ‘sızıntılar’ konusunda görevimi layıkıyla yapmıyordum.” (s. 141)

KARL POPPER’IN “AÇIK TOPLUM”U ARAYI AÇIYOR

Aslında gerek Şahin Alpay, gerekse de Hasan Cemal, Karl Popper’i epey geç keşfetmişlerdi. Cumhuriyet’teki ideolojik ayrışmayı su yüzüne çıkartan görüşlerini, Popper, 1945 yılında basılan “Açık Toplum ve Düşmanları” başlıklı kitabında dile getirmişti. Kitabın, Türkçede ilk basımı 1967 yılına dayanıyor. Kitabın çevirmeni olan Mete Tunçay, Popper’i bu kitaptaki görüşleri nedeniyle “liberalliğin partizanlığı”nı yapan bir polemikçi olarak nitelendirmişti.

“Açık” ya da “liberal” toplum anlayışının önde gelen savunucularından biri olan Popper, 1945’de yayınlamış olduğu “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabında, Nazizm ile komünizmi, “totalitarizm” üst başlığı altında, birlikte hedefe koyar.

Popper’in bu görüşlerinin yaygınlık kazanmasında, Nazi Almanyası’na karşı ABD’nin “liberal dünya”nın hakim gücü haline geldiği sürecin sağladığı rüzgar etkili olmuştur.

Batı kapitalizmi içinde üstünlüğü ele geçirdikten sonra, kendisini “Hür Dünya”nın temsilcisi olarak ilan eden ABD, “açık toplum” bayrağını, sadece Nazizme değil, aynı zamanda demogojik bir biçimde sosyalist bloloğa karşı da yükseltmiş bir emperyalist güçtür.

Popper’in görüşlerinin Türkiye’de gündeme gelmesi de, böylesi bir konjenktürel rüzgarın desteği ile olmuş, Türkiye’nin kendi içsel çelişkileri de bunu beslemiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da çok uzun bir süre tek parti yönetimi altında yaşamış olan Türkiye’de, “totaliterizm”in baskısından muzdarip olan kesimler için, Popper önemli bir isim olmuştur. İslami çevreler içindeki birçok yazarın Popper’i olumlu biçimde kaynak göstermesi de aynı nedenledir.

Türkiye’de, geçmişinde şu ya da bu renkte solcu bir geçmişi bulunanların, bu geçmişle yaşadıkları ayrışmalar sırasında, kendilerine, uluslararası planda düşünsel ve politik dayanaklar aramış oldukları biliniyor. İşte Popper, tam bu yönüyle, Hasan Cemal ve Şahin Alpay gibi isimler için, bir anlamda, geçmişleri ile bugünleri arasında bir köprü olmuştur. Bugün o köprünün bir ucunda Fethullan Gülen, diğer ucunda da, Popper’in “Açık Toplum” görüşünü kendisine klavuz edinen uluslararası spekülatör Soros bulunmaktadır. Soros tarafından finanse edilen ve onun desteklediği güçlerce Rusya’nın “arka bahçesi”nde gerçekleştirilen “turuncu devrim”lerin fikir babası da, aslında felsefi planda Karl Popper’dir. Bu açıdan, şu rahatlıkla söylenebilir ki, Soros, sağladığı finansmanla Popper’in düşüncelerini bugün yeniden canlandırmıştır.

Gazeteci Can Dündar, Soros ile yaptığı görüşmeyi aktarırken, şöyle demişti:

Popper’le tanışma: Savaştan sonra Ruslar gelmiş ve George, 14-16 yaşlarında komünizm tecrübesini yaşamış. Baba Soros, Naziler gibi, Rusların da özgürlük getirmeyeceğini erken görmüş. Demir Perde inmeden Londra’ya taşınmışlar. George, 17 yaşında Londra’da prestijli London School of Economics’e girmiş ve orada hayatını kökten değiştirecek filozofun öğrencisi olmuş: Karl Popper…

Popper, ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ kitabında ‘Aklımızı kullanıp hem güvenliği hem özgürlüğü sağlamanın bir yolunu bulmalıyız’ diyordu. Bu felsefe, Soros’u derinden etkiledi: ‘Okulda onun kitaplarının ve Açık Toplum felsefesinin etkisi altına girdim. Bu felsefe başarıma büyük katkı yaptı. İşin komik yanı, bunlardan hem para kazanmakta hem o parayı harcamakta yararlandım”. (12 Mayıs 2005, Milliyet)

CUMHURİYET-HASAN CEMAL KAPIŞMASI,
DEVLETÇİLİKLE-ÖZELLEŞTİRMECİLİĞİN SAVAŞI

Aslında, Cumhuriyet’te, Hasan Cemal dönemi ile birlikte yaşanan çatışma ve değişim süreci, dünyanın ve o dünya içinde Türkiye’nin yaşadığı çatışma ve değişimin küçük bir profilini sunuyor.

Peki bu çatışmanın sınırı nerede başlıyor, nerede bitiyor? Cumhuriyet’in kurucu kadroları ile Hasan Cemal, Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Osman Ulagay, Okan Gönensin gibi “reformcu” kadroları arasındaki çatışma, aslında “devletçilik ile özelleştirmecilik” arasındaki çatışmaydı, bunun ideolojik plandaki karşılığı ise, “statükoculukla” “açık toplumculuk” arasındaki çatışma gibiydi. Cumhuriyet gazetesinin İlhan Selçuk gibi kurucu kadrolarının, Kürt sorunundan Kıbrıs sorununa kadar, temel demokratikleşme konularındaki “devletçi” yaklaşımlarına karşı, Hasan Cemal ve arkadaşları “piyasa demokrasisi”ni savunuyorlardı. Piyasacılıkla “devletçilik” arasındaki çatışmada, günlük gelişmeleri algılama biçimi arasındaki farklılaşmalar, Cumhuriyet binasında, o gelişmelere dair değerlendirmelerin yapıldığı yazıişleri masasına da yansıdı; yazarlar katındaki tartışmalara da, Nadir Nadi’nin odasındaki tartışmalara da.

Bu çelişkilerin Hasan Cemal’in kitabına nasıl yansıdığına dair onlarca örnek verilebilir. Bunlardan bir tanesi şöyle: “Bir keresinde, hiç unutmuyorum, konumuz Polonya’ydı. General Jaruzelski, Mokova’nın desteğinde ‘askeri darbe’ yapmıştı ‘işçi sınıfına’ karşı. Dayanışma Sendikası’nın yükselen muhalefetinden kurtulmak için Polonya’da olağanüstü hal ilan etmiş, rejim muhaliflerini toplayıp hapse atmıştı. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de Mokova yanlılarının kafası karışıktı. Alaylı bir dille ‘Yahu bu Polonya’da işçi sınıfı iktidarda değil miydi’ diye sorduğumuzda, verecek çok fazla yanıtları olmazdı. Çünkü ‘işçi sınıfı’nın iktidarda olduğu bir ülkede bir sendika, Dayanışma da nereden çıkıyordu. Grevler, iş bırakmalar da ne oluyordu? Hele hele askerin darbe yapması, olağanüstü hal ilan etmesi de ne demekti?… Bizim eski tüfeklerin ezberleri bozulmuştu! Açıklayamıyorlardı olup biteni… Bir akşamüstü bu konuda İlhan Selçuk’u benim odamda fena sıkıştırmıştık. Yazılacak bir ‘Olayların ardındaki Gerçek’in çerçevesini birlikte çizmeye çalışmıştık. Okay Gönensin’i, Osman Ulagay’ı, Ümit Kıvanç’ı anımsıyorum. Neşeli bir muhabbetti. Sonunda İlhan abinin gülerek ‘Yeter artık bir sarmaya aldığınız. Neredeyse çarmıha gereceksiniz’ deyip gittiğini anımsıyorum.” (s.116-117)

Hasan Cemal ve daha sonra kendisiyle birlikte kopacak olan liberal ekibin derdi de, yukarıya alıntılanan bölümden de anlaşılacağı gibi, sosyalizm lehine bir sonuç çıkarmak değil, onun açıklarını aramak ve “duvarların yıkılmaya başladığı” gerçeğine “şeker abileri”ni ikna etmekti.

BİR NEO-CON’UN “MUHAFAZAKAR”LIKLA SAVAŞI

Ve bu çelişki, kitapta da ayrıntılarına yer verildiği gibi, Osman Ulagay’ın açık piyasa ekonomisi savunusu içeren yazılarının, İlhan Selçuk, Ali Sirmen gibi isimler tarafından, gazetenin varlığını tehdit eden, dengelerini bozan bir içerikte görülüp müdahale edilmesine kadar, değişik biçimlerde sürdü. Bu müdahale de, gazeteden, önce İlhan Selçuk ve ekibinin ayrılması, daha sonra da, yüz binin üzerindeki tirajın 40 binlere kadar düşmesinin ardından, Hasan Cemal’in artık yenildiğini kabul edip çekilerek, Cumhuriyet’teki hikayesini sonlardırmasına kadar sürdü.

Cumhuriyet’in temsil ettiği devletçi “demokrasi” ve liberal ve devletçi kırması bir ekonomi anlayışı ile Hasan Cemal’in çatışması bugün de devam ediyor. Kitabında birkaç kez “tımarhane” olarak andığı Cumhuriyet’te, bugün hâlâ, onu “deli eden şeyler” sürüyor. Aslında bakılırsa, Hasan Cemal’in yayın yönetmenliği döneminde, Cumhuriyet’in kurucu ekibiyle onun ekibi arasında yaşanan ve Hasan Cemal’in “sınıfsal” olarak nitelediği ayrışma, bugün aynı noktada da değil. Örneğin hakkında en çok şaibe olan işadamlarından biri, Gürbüz Çapan, bugün Cumhuriyet’te köşe yazıyor. Ama tüm bunlara rağmen, Cumhuriyet gazetesi, bugün de, Cumhuriyet rejiminin verili statükosunu en çok temsil eden günlük biri gazete olarak, bir ölçüde ayak bağı olarak görülüyor. En azından Hasan Cemal’in dünyasında bu böyle.

Hasan Cemal’in, İlhan Selçuk ve yakınındakileri “Kızıl Elmacı” olarak nitelendirip taraftar toplama arayışı da, ancak siyasete liberal rüzgârların etkisinden bakan kesimler nezdinde etkili olabilecek nitelikte. Çünkü İlhan Selçuk ve ekibinin içine düştükleri “Kızıl Elmacılık” kadar, Hasan Cemal’in de, “küresel jandarma”ların toplantısı olan Bilderberg’in 2004’te düzenlenmiş toplantısına katılmış olmak gibi bir “sicili” var. Yani Hasan Cemal, “küresel kızıl elmacı”ların rüzgarını arkasına alarak, “yerel kızıl elmacı”larla çatışmaya girmiş oluyor bu yönüyle. Dolayısıyla, bu açıdan da, iler tutar yanı bulunmuyor.

Hasan Cemal’in Cumhuriyet’çilerle savaşını bir neo-muhafazakarın, “muhafazakar”lıkla savaşı olarak değerlendirmek gerekir. Nasıl ki, Bush ve çetesinden oluşan Beyaz Saray’ın neo-con’ları Ortadoğu’daki “statükoyu” değiştirmek için büyük bir saldırı dalgası başlatmış ve bunu da “Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi” olarak sunuyorsa, Hasan Cemal’in Cumhuriyet gazetesi üzerinden girmiş olduğu polemik de, sonuçta aynı emperyalist ilişkilere bağlanıyor. Kitabında Uğur Mumcu ile kendisi arasındaki farkı tanımlamak için, o “Anti-Amerikancı idi, ben değildim” diyen Hasan Cemal, kendi liberal ekibiyle Cumhuriyet’in geleneksel kadroları arasındaki çatışmayı anlatırken, Turgut Özal’ın uyguladığı piyasa ekonomisi programına karşı yaklaşımdaki farklılığa da uzun uzun yer veriyor. Özal çizgisi ile Türkiye’nin sürüklendiği “değişim rüzgarı”, Hasan Cemal ve ekibi için adeta bir “devrim” niteliğinde. Bu programa yelken açmak Cumhuriyet’i Cumhuriyet olmaktan tamamen çıkraacağı için de, ister istemez onun ekibiyle geleneksel Cumhuriyet kadroları arasında sık sık çatışma gündeme geliyor.

Sonuç olarak, Hasan Cemal bu kitabında, kendi “Berlin duvarı” ile savaşıyor. Bir neo-con ruhuyla giriştiği ve demagojik bir söylemle “demokrasi” mücadelesi olarak yutturmaya çalıştığı bu hesaplaşmada, attığı her adımla, emperyalizmin neo-con çetesinin planlarını güçlendirmeye hizmet ediyor. Ancak tüm çabalarına karşın bu “hizmet”, onun açısından bir “hezimet”ten daha fazla bir sonuç da vermiyor.

11.Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı(CİPO-ML)


Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın 11.si, Ekim ayında Avrupa’da yapıldı. Konferansa şu parti ve örgütler katıldılar:

Almanya Komünist Partisi (KPD)

Brezilya Devrimci Komünist Partisi (PCR)

Danimarka İşçileri Komünist Partisi (APK)

Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi (PCT)

Ekvador Marksist Leninist Komünist Partisi (PCMLE)

Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)

İran Emek Partisi (Tufan)

İspanya Komünist Ekim Örgütü (Octubre)

İspanya Komünist Örgütler Ulusal Komitesi (CEOC)

Kolombiya Komünist Partisi (Marksist-Leninist) (PCC-ML)

Meksika Komünist Partisi Marksist Leninist (PCMML)

Norveç Marksist Leninist “Devrim” Örgütü

Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT)

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP)

Yukarı Volta Devrimci Komünist Partisi (PCRV)

Yunanistan Komünist Partisini Yeniden İnşa Örgütü

Bu toplantı, Ekvador’da yapılan bir önceki Konferans’ın almış olduğu kararlarla ilgili bir değerlendirme yaptı. Yani,

Konferans’ın organı olarak “Birlik ve Mücadele” dergisinin yayınlanması,

Bu sene dokuzuncusu gerçekleştirilen “Latin Amerika Devriminin Sorunları Semineri”nin düzenlenmesi,

Dominik Cumhuriyeti’nde gerçekleştirilen “Latin Amerika ve Karayip ülkeleri Sendikal Buluşması”,

Kolombiyalı devrimci komünist yönetici Francisco Caraballo yoldaşla dayanışma kampanyası,

Ve Konferans partileri tarafından gerçekleştirilen ve uluslararası planda Konferans’ı tanıtan bir dizi başka etkinliğin değerlendirmesi yapıldı.

Konferans, Fransa’da ve ardından Hollanda’da Avrupa Birliği anayasasına hayır oyu çıkmış olmasının öneminin altını çizdi. Bir emperyalist blokun inşası projesine ve neoliberal politikalara karşı, Marksist Leninist partilerin, işçi sınıfı ve demokratik güçlerle birlikte kararlı bir muhalefeti geliştirmesinin zorunluluğuna vurgu yaptı.

Marksist Leninist güçler olarak, emperyalizmin egemenliği nedeniyle kendi ülkelerinde yaşanan sefaletten kaçan göçmenleri, Ceuta ve Melila’da görüldügü gibi aşağılayan, katleden saldırgan Avrupa politikasını mahkum ediyoruz.

Konferansımız, emperyalist egemenlik sistemini saran krizin derinleşmesine ve yoğunlaşmasına, Asya Afrika ve Latin Amerika halklarının ve işçilerinin giderek genel bir özellik kazanan anti-emperyalist mücadelelerine dikkat çekti. Yerel gerici savaşların, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin terörist, kriminal ve saldırgan eylemlerinin halklar tarafından reddedildiğine vurgu yaptı.

Konferans, dünya emperyalizminin hizmetindeki burjuva hükümetlerin uyguladıkları neoliberal politikalara, özelleştirmelere, halk düşmanı önlemlere karşı işçi sınıfı ve halkların muhalefetinin önemine vurgu yaptı. İşçi sınıfı ve halkların mücadele ve örgütlenmesini, bu gerici projelere karşı ve kapitalist dünya sisteminin genel krizine alternatif olarak ileri sürdüğümüz devrimci toplumsal değişim perspektifiyle ilerletmenin önemine dikkat çekti.

Konferansımızın 11. oturumu, ülkelerinin Amerikan emperyalizmi ve mütteffiklerinin ordularınca işgal edilmesine karşı kahramanca direnen Irak halkı ile dayanışmasını ifade eder. Amerikan emperyalizmince desteklenen siyonist İsrail saldırganlığına karşı, kendi ulusal hakları için direnen Filistin halkının mücadelesine desteğini ifade eder. Konferansımız, kriminal ve fetihçi yüzü iyice açığa çıkan Bush rejimi tarafından özellikle İran ve Suriye’ye yöneltilen saldırı tehditlerini mahkum eder ve mücadele görevlerine dikkat çeker.

Konferansın 11. oturumu, kendi mensuplarına, işçi sınıfı ve halkın ileri kesimlerine emperyalizme, tekellere ve dünya gericiliğine karşı mücadelede genel rehber görevi görecek olan bir taktik platformu tartıştı ve onayladı. Bu, her bir ülkenin kendine özgü koşullarında, devrimci mücadelenin her bir aşamasında devrimci parti ve örgütlerin, insanlığın ortak düşmanlarına karşı mücadelesini birleştirmek üzere ileri sürecekleri eylemlere klavuzluk edecek bir araçtır.

Konferans, Venezuella’da yürürlükte olan demokratik halkçı sürece karşı çıkan ve emperyalizmin ve gericiliğin hizmetinde bir faaliyet yürütmeye devam eden Venezuella Bandera Roja Partisi’nin saflardan atılması kararını onayladı.

Konferansımızın bu oturumunda, emperyalizme, burjuvaziye, dünya gericiliğine karşı mücadeleyi ileriye taşımak, işçi sınıfı ve halkların kurtuluşunu yakınlaştırmak üzere, başkaca da bir dizi kararlar alındı, görevler belirlendi.

Marksist Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı 11. Oturumu

Ekim 2005, Avrupa



İRAN’DA İŞÇİ SINIFININ İŞ VE YAŞAM KOŞULLARI ÜZERİNE KARAR:

Iran işçi sınıfının dramatik durumunu, ekonominin bazı sektörlerinde işçilerin aylardır ücretlerini alamadıklarını,

Mollalar rejiminin işçi sınıfı üzerinde baskı, taciz ve dini despotizm uyguladığını,

Dini yetkililerle suçortaklığı içinde bulunan patronların, emekçileri utanç verici bir tarzda sömürdüklerini,

Dikkate alan Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı;

– Iran’daki İslami rejimin gerici tutumunu kararlılıkla mahkum eder.

– İşçi ve emekçilerin şu meşru taleplerle yürüttükleri mücadeleyi destekler:

a) Birikmiş ücretlerin ödenmesi,

b) Geçici sözleşmelerin kaldırılması ve toplusözleşme hakkının tanınması,

c) Bağımsız sendikal örgütlerde serbestçe örgütlenme hakkı.

– İran halkını, haklı mücadelesinde işçi sınıfını desteklemeye çağırır.

– İran işçi sınıfı ve halkının, ABD emperyalizminin ve mütteffiklerinin saldırı tehditlerine karşı ulusal egemenliklerini savunma mücadelesini kararlılıkla destekler.



IRAK ÜZERİNE KARAR:

Irak Yurtsever Cephesi’ne ve tüm Irak direniş hareketine

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı 11. oturumu, Irak halkının Amerikan emperyazmizmine ve mütteffiklerine karşı sürdürmekte oldukları kahramanca direnişi selamlar.

Direniş, bombalara, saldırılara ve işkencelere rağmen giderek gelişmekte ve güçlenmektedir. ABD emperyalizmi, sözde demokrasisini ve uşaklarını dikte ettirmekte zorlanmaktadır.

Kahramanca direnişiniz, dünyanın her tarafında komünistler, Marksist Leninistler tarafından aktif olarak desteklenmektedir. İşgal ve baskı altındaki halkların, işçi sınıfının ve emperyalizme karşı direnenlerin güçleri, Amerikan emperyalizminin dünyayı fethetme ve egemenlik kurma girişimi karşısında birleşmektedir.

Irak halkının ve direnişinin zaferi ve özgürlüğü, dünya işçileri ve halkları için büyük bir önem taşımaktadır. Cesaretli mücadeleniz, ABD emperyalistlerine ve Bağdat’taki işbirlikçilerine unutamayacakları bir yenilgi tattıracaktır. Irak halkının direnişi yalnız kendisi için değil, aynı zamanda Amerikan imparatorluğu tarafından “koruyucu savaş”la  tehdit edilen öteki halklar içindir de.

Yaşasın Irak Direniş Hareketi !

Tüm politik tutuklulara özgürlük !

Kahrolsun ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri !

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑