Sermaye Medyası ve Emekçi Basını

Günlük tirajı yaklaşık 4.5 milyon olan sermaye gazetelerinin ve on milyonları “izleyici” olarak ekran karşısına çeken televizyon kanallarının yaşamımızdaki yeri nedir? Bu sorunun cevabı, sermaye medyasının burjuvazinin bilinç oluşturma, etkileme ve yönlendirme faaliyetindeki yeriyle doğrudan bağlıdır ve bir süre önce açıklanan bir araştırmanın sonuçları bu bakımdan çarpıcı veriler sunmaktadır.

Ankara Üniversitesi (AÜ) İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mine Gencel Bek tarafından hazırlanan “Medya ve Toplumsal Katılım Araştırması İçerik Analizi Sonuçları” başlıklı bu araştırma, “Ocak-Ekim 2005 tarihinde Hürriyet, Sabah, Akşam ve Vatan gazetelerinde konuyla ilgili yayımlanan 16 bin 60 haberin analiz sonuçları”nı irdelemekte ve yapılan haberler içinde ilk sırayı üst sosyoekonomik durumdakiler”e ait olanların aldığını, “en alt katmandakiler”in söz konusu edildiği haberlerin oldukça az yer tuttuğunu ve “kadınların teşhir edildiği haber sayısının 1620 kadar olduğunu ortaya koymaktadır. Bu araştırma, sermaye medyasının başka ülkelerde Türklere karşı gösterilen farklılıklar konusundaki duyarlılığı, kendi ülkesindeki farklı etnik kökenlerden, mezheplerden ve dini inanç gruplarından insanlara karşı taşımadığını; Türkiye’deki Kürtler, Ermeniler, Romanlar ve farklı mezheplere dair haberlerinin reddedici, saptırıcı, suçlayıcı ve aşağılayıcı içerikte olduğunu göstermektedir.[1] Söz konusu araştırma sonuçlarını destekleyen çok çeşitli veri yığınını sıralamak mümkündür ve bunların ortak noktası, sermaye medyasının, “gazetecilik ilkeleri” üzerine lafazanlığının ikiyüzlülükten ibaret olduğu ve onun emek-sermaye ilişkilerine; “ulusal” olan ile uluslararası arasındaki ilişkilere ve farklı ulus, kültür ve diller arasındaki ilişkilere yaklaşımının burjuvazi, tekeller ve emperyalizmin çıkarlarına sıkıca bağlandığıdır. Olay ve gelişmelere yaklaşımının “tipik” özelliklerini görmek için yakın dönem gelişmelerinden bazılarını veri alarak, bu medyaya kısaca bakalım:

• Sermayenin hizmetindeki yazar ve aydınların büyük çoğunluğu, paylaşılan ve “yeniden şekillendirilen” Ortadoğu’da “pay sahibi olmak için masaya oturma zorunluluğu”ndan söz ederek, sömürgeci bir politika yürüttüler ve 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmesi için koro halinde Amerikan savaş marşı söylemeye giriştiler. Siyonist gericilik Filistin Arap halkına karşı kıyım ve işgali sürdürürken, İsrail, “stratejik işbirliği yapılması gereken demokratik-laik bir ülke” olarak övgüye boğuldu. ABD başta olmak üzere Batı’nın büyük emperyalistlerinin mali-askeri, ekonomik ve politik çıkarlarının savunuculuğuyla “Türk Ulusalcılığı”nı bağdaştırabildiler.

• “Milliyetçilik”ten anladıkları Kürt düşmanlığı oldu. Şovenizmi körüklemek için her yol ve yöntemi denediler. “Şehit cenazeleri”, son on yılların en önemli istismar konularından biriydi. Sermaye medyası, halk çocuklarının çatışmalarda kırımını şovenist propaganda malzemesi olarak kullandı. “Şehitlerin emaneti” söylemi “savaş politikaları”nı beslemek amacıyla sürdürüldü ve “terörizme karşı mücadele” adına halktan ek vergi ve “katkı payları” alındı.

• Cinayet, sabotaj, spekülasyon, kadın ticareti ve tefessüh etmiş sözde sanatçı topluluğunun birbirleriyle çevirdikleri entrika ve “aldatma” serüvenleriyle çocuk ve kadın pornosu bu “medya”nın başlıca malzemesini oluşturdu. İşçi ve emekçilerin yaşamıyla ve sorunlarıyla ilgili haber ve araştırmalar ya hiç yansıtılmadı ya da ancak hükümet ve kapitalistlerin çıkarları ve politikalarına yarar sağlayacak biçimde ve daha çok da polisiye olaylar kapsamındaki  haberler şeklinde yansıtıldı. “Düşünce özgürlüğü” ve “farklı seslere açık olma”yı burjuva demokrasisinin “ölümsüz kanıtı” gösteren burjuva basın yayın organları, sistem muhalifi aydınlarla işçi ve emekçilerin ve farklı ulus ve milliyetlerin taleplerini görmezden geliyor; işçi direnişlerine, emekçilerin hak arayışına, öğrenciler başta olmak üzere gençlik kesimlerinin baskı ve haksızlıklara karşı mücadelesine, Kürtlerin hak eşitliği taleplerine ve bu yöndeki mücadeleye ya hiç yer vermiyor ya da ancak “anarşi”, “bölücülük” ve “polisle çatışma” kapsamında yer veriyorlardı.[2] Emekçilerin kitle örgütlerine ve onların yöneticileriyle ilerici aydınlara yönelik saldırı ve cinayetler, saldırgan ve tetikçilerin “genetik yapıları” ve “psikolojik sorunları”yla ilişkilendirilerek, hakim sınıflar ve politik-askeri mekanizma ile ilişkileri örtbas edildi. Cinayet yönlendiriciliğinin sermaye medyasındaki adı “vatan-millet savunuculuğu” oldu. Burjuva demokrasisinin başlıca göstergesi sayılan ‘seçme ve seçilme hakkı’ halk açısından tamamen biçimsel bir özellik göstermesine karşın, sermaye basın-yayın araçları ve burjuvazinin bu alanındaki sözcüleri, burjuva politik sistemi “halkın sistemi”(!) olarak sundular. Sermaye medyası burjuva yönetimleri, halk tarafından görevlendirilmedikleri, görevden almaların da halk tarafından değil yönetici kastın farklı klikleri ve devletin başlıca kurumlarının yönetim çevreleri arasındaki güç ve iktidar kavgaları kapsamında gerçekleştiği burjuva siyasal sistemi “demokrasi” olarak kutsadılar. Bürokratik baskıcı burjuva aygıtın halkın neyi yapacağı ya da yapamayacağını belirlemesinin kararlı ve bağnaz savunuculuğunu yaptılar.

• Susurluk olayı bağlantılı yaygın kontra örgütlenmesi ve kabarık suç dosyasını bu “medya”, olayın “sıcaklığı”, somutluğu ve yarattığı “infial” karşısında zorunlu kaldığı için gündemine almıştı. Ancak “üzerine gitme” tutumunu süreç içinde “makul düzeye çekerek” geçiştirdi; başlangıçtaki “olayın üzerine giden” tutumunu zamanla “yumuşatarak” bir süre içinde “kahraman subay”lar, “fedakar polis şefleri” ve “devlete sadık aşiret ağaları geleneği” üzerine tefrikacılık yönünde yayın faaliyetini istenene uygun olarak yeniden ayarladı.

• Hürriyet başta olmak üzere sermaye basını, Şemdinli provokasyonuyla ilgili haberleri provokatif ve şovenist bir anlayışla düzenlendi. Bombalamayı gerçekleştiren Jitemli astsubayların kimliği açık olmasına, bunlara suçüstü yapılmasına karşın,”Telefondaki linç talimatı” manşet haberiyle işyeri bombalanan kişi ve bombacılara suçüstü yapan Şemdinli halkı zan altında bırakılıyor, sözde “inandırıcı” ‘malzemeler’le süslenmiş ve ilgi çekici hale getirilmiş haberlerle olay saptırılmaya çalışılıyor ve mahkeme tarafından daha sonra 39 yıl ağır hapse mahkum edilen istihbaratçı astsubaylar “bir PKK yöneticisi ve olay yerinde bulunan örgüt üyesi arasında geçen telefon görüşmesinin bant kaydı” iddiasıyla korumaya alınıyordu.

• Newroz öncesinde “büyük olayların çıkmasından korkuluyor”; “PKK Newroz’da vuracak!”, “bölücü örgütün provokasyonlarına dikkat” türünden haberler yapıp Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı’yla emniyet ve valiliklerin bildirilerini yayımlayan sermaye basın-yayın organları, “işinde-gücünde” emekçileri “olaylar çıkacağı” endişesine sürüklemeye ve Kürtlerin salt folklorik bir bayram olarak almayıp kurtuluş mücadelesinde siyasal bir karakter de kazandırdıkları Newroz’u büyük kitlesel katılımlarla kutlamalarına karşı tepkileri örgütlemeye çalıştılar. Newroz kutlamalarını şoven, kışkırtıcı, hedef gösterici, aşağılayıcı haber ve yorumlarla vermede birbirleriyle de yarışan gazetelerin başını Hürriyet çekti ve sansasyonel haber-analizlerle “büyük olayların çıkacağı” beklentisi yaratılmak istendi. 22 Mart tarihli gazete(ler) ilk sayfalarında “Genelkurmay’ın Nevruz kutlama mesajı” ile “peşmerge kıyafeti giydirilmiş çocuk” haberini yan yana verirlerken, sayfalarını Kürtleri aşağılayıcı yorum ve “analiz”lerle doldurmuşlardı. Holding gazeteleri yöneticileri, Bölgede, özellikle de bayramlarda görülen rengarenk giysileri “terörist” ya da “peşmerge kıyafeti” olarak gösteriyorlardı. Aralarından bazıları (örnek Mehmet Yakup Yılmaz) bir adım daha atıyor, Genelkurmay’ın afişinde “militarizmin m’sinin” olmadığını ama, “ağzından ‘barış’ sözcüğünü düşürmeyenler”in çocukları “paramiliter kılıklara sokmak”tan kaçınmadıklarını iddia ederek, militarizmi Kürtlere fatura ediyordu.

Generallerin “Nevruz” kutlamaları güleç yüzlü, düzgün giysili, sevimli kız çocuğu “figür”üyle verilirken, “peşmerge kıyafetli” Kürt çocuğu karşı figür olarak kullanılıyor;  devlet “Nevruz”larına “coşku ve sağduyunun hakim olduğu” belirtiliyor;[3] İstanbul’dakiler başta olmak üzere Kürtlerin ve tüm milliyetlerden emekçilerin ileri kesimlerinin kutlamaları “çocuk ve kadınların ileri sürüldüğü yasadışı bölücü kutlamalar” olarak gösteriliyordu.[4]

• Hürriyet, Milliyet ve Sabah gibi tekel gazeteleri ve aynı şirketlere ait televizyon kanalları, uluslararası “internet arama motoru” Google’ın coğrafya programı Google Earth’te Diyarbakır için “Kürdistan’ın başkenti” diye yazılmış olmasından hareketle, “PKK Google’ı işgal etti” başlıklı haberler (Hürriyet) yaptılar ve fakat Google yetkililerinin “Biz bir arama motoruyuz, yani internette ne varsa ona ulaşma imkanı veriyoruz” açıklamalarını da bilinçli tarzda “atladılar”. Hürriyet yöneticileri Diyarbakır Kayapınar Belediyesi tarafından yaptırılan bir havuzu “Kürdistan Havuzu” olarak gösteren haberler yaparak, DTP’li belediye başkanının saldırı hedefine alınmasına ve “zehirli mektuplar”la yok edilmeye çalışılmasına ortam hazırladılar. “Kürdistan havuzu” ve “Kürdistan başkenti” haberleri türünden provokatif haberciliğin hedefi, “ülkenin bölücü tehdit altında olduğu” düşüncesi ve önyargısı üzerinden Kürtlerin ulusal hak eşitliği için yürüttükleri mücadeleye karşı sermaye cephesini güçlendirmekti.

Sermaye basın-yayın organları (tekelleri) ve onların sorumlu yayın yönetmenleriyle başlıca yazar ve yorumcuları, Kürtlerin hak eşitliği istemi ve mücadelesini “devletin üniter yapısını bozmaya matuf bölücü eylem ve girişimi” olarak gösterirlerken, Kürtleri kalkışmaya iten nedenler üzerinde durma gereğini görmemekte ve katliamlar eşliğinde gerçekleştirilen bastırma eylemlerinin yanında yer almaktaydılar. Kürtçe’nin iki başlıca anadilden biri olarak öğrenilmesi ve öğretilmesine karşı yasakları “Anayasanın amir maddeleri”ne gönderme yaparak savunmakta; ama çeşitli ülkelerdeki Türk toplulukları için “anadilde eğitim hakkı” istemekten de geri durmamaktaydılar. Avrupa ülkelerinde “Türklerin anadil sorunu” üzerinden bu ülkelerin yöneticilerine karşı, sorunu istismara dayalı bir kavga sürdüren ve “dilini unutanın kişiliği bozulur” diye “uzman görüşü” yayımlayan sermaye gazeteleri, Kürtlerin kendi dil ve kültürlerini kullanma ve geliştirme istem ve çabalarını “tek dil, tek ulus, tek devlet” anlayışına karşı ihanetçi bir yaklaşım ve girişim olarak göstermektedirler. Jitem-MİT-Özel Harp Dairesi bağlantılı cinayet ve suikastlarının Susurluk- Şemdinli gibi yerlerde açığa çıkarıldığı, tetikçilerle V. Küçük gibi üst düzey eski generaller arasındaki ilişkilerin deşifre edildiği; Atabeyler, Sauna gibi çetelerin subay ve polis şeflerince teşkilatlandırıldıklarının açıklık kazandığı dönemlerde, Doğan Holding gazetelerinin “amiral gemisi”nin yayın yönetmeni, “derin devlet” savunuculuğu yapmaktan bir an olsun geri durmadı.

• ABD’li “eski Pentagon görevlisi M. Rubin’in açıklamaları”nı “kaynak” göstererek, Hürriyet, kışkırtıcı manşetlerle “Kürtler K. Irak’ta Türk Ordusunu Yenermiş!” haberleri yaptı.[5] Kerkük’e yönelik Türk devlet politikasını eleştiren Barzani’nin “Türkiye Kerkük’e karışırsa, biz de Diyarbakır’a karışırız” sözleri gerekçe gösterilerek, Irak Kürdistanı’na saldırı çağrıları çıkarıldı.[6]

• Amerikan sermaye medyasının yanı sıra çok sayıdaki diğer ülkenin basını ve bu arada Türkiye burjuva basın-yayın organları, Irak ve Afganistan’daki emperyalist haydutluğu -ABD yönetimiyle aynı söylem üzerinden- “özgürlük ve demokrasi götürme” girişimi olarak gösterdiler. Afganistan ve Irak’taki işgalcilere yönelik eylemler ise, bu medyanın en etkili “kalemleri” tarafından “terör” kategorisinde gösterildi.

• Hrant Dink’in katledilmesi sonrasında, holding basınının yetkili yöneticileriyle yayın yönetmenleri, örgütlü kontra güçlerin tetikçi militanlarını, onlar kendilerini ülkücü Türk milliyetçisi olarak adlandırmalarına karşın, “kahve köşelerinde zaman geçiren, mutsuz okey psikopatları” olarak gösterdiler ve şoven ırkçı propaganda desteğindeki faşist-kontra örgütlerin cinayetlerini “varoş psikopatlığı”yla izaha çalıştılar. Sermaye medyası sınıf tutumuyla hareket ediyordu ve aykırı tutumları olan yazar ve gazeteciler, bu sınıf tutumuyla araya çizdikleri sınır ölçüsünde dürüst davranabilmekteydiler.

• Sermaye medyasının faaliyeti açısından en çarpıcı örneklerden birini, sosyalizme karşı hala sürdürmekte olduğu saldırı oluşturuyor. Sosyalizmin Sovyetler Birliği pratiğinde yenilgiye uğratılması ve tek tek ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar mücadelesini püskürtmek amacıyla tüm “Batılı” ve işbirlikçiliğe soyunan “Doğulu ülkeler”de seçme yazar, gazeteci ve entelektüellerin “soğuk savaş” söylemi etrafında birleştirilerek yıkıcı savaşa sürülmeleri ve edebiyat, sanat ve bilimin en etkili ve popüler temsilcileri içinden satın alınabilenlerin anti sosyalist kampanyanın öncü birlikleri olarak örgütlendirilmeleriyle elde edilen başarı üzerinden, bu saldırı, bugün de, sosyalizm henüz yeniden somut bir alternatif oluşturmamasına karşın sürdürülüyor.

Emperyalist burjuvazinin başını çektiği bu saldırı, ideolojik planda, bugün bu “ilk” büyük başarı üzerinden sürdürülmekle kalmıyor, ondan alınan güçle, Amerikan barbarlığının “Ortadoğu’da daha demokratik bir düzen kurmaya çalıştığı” üzerine güçlü bir propaganda yürütülüyor, birçok yazar-gazeteci bu yönde misyoner faaliyeti sürdürüyor; “yerel gericilikler ve diktatör yöneticilerin kötülüğü” kanıt gösterilerek, emperyalist sömürgeci saldırı ve işgaller aklanmaya çalışılıyor. Aynı temel üzerinde ve aynı gerici anlayış temelinde Taliban kuvvetlerinin revizyonist  S. B’ne karşı eylemleri “özgürlük savaşı” olarak onurlandırılırken; ABD-NATO kuvvetlerine karşı savaşları “ezilmesi gereken terör” olarak gösteriliyor. Sermaye medyasına göre, Amerikan uşağı cunta yönetimleri “demokratik”; Saddam gibi  Beyaz Saray-Pentagon karargahlarıyla çelişkiye düşen yöneticiler ise “yıkılması gereken zalim diktatörler”dir!

• ABD dünyadaki tüm nükleer, biyolojik ve kimyasal kitle imha silahlarının yarıdan fazlasını elinde tuttuğu halde, “İran’ın kitle imha silahları üretmek üzere olduğu” propagandasıyla Amerikan emperyalizminin suçları unutturulmaya ve aklanmaya çalışıldı. ABD’nin Nikaragua’ya; Guantanamo’ya, Irak ve Afganistan’a askeri zor yoluyla müdahale etmesi “demokratik ve barışçı bir harekat” olarak gösterildi.

MEDYANIN TEKELCİ KARAKTERİ

Sermaye basın-yayın faaliyeti Türkiye’de de tekelci karakter kazanmıştır.[7] “Medya” şirketleri, basın-yayınla sınırlı olmayan; enerji üretimi ve dağıtımından bankacılık işlemlerine kadar genişleyen bir faaliyet yürütmektedirler. Az sayıdaki tekelci “medya grupları” çok sayıda gazeteye, radyo ve televizyon kanalına sahiptirler ve bu gruplar, üretimden dağıtıma tüm aşamalarında “ürün”ü ellerinde tutmaktadırlar. Tekel, maliyet ve fiyat düşürme olanağıyla rekabet gücünü artırmakta, ideolojik-politik yönlendirme olanağını daha da genişletmekte; medya tekeli ve ekonominin farklı sektörlerindeki faaliyet, ona öteki gruplar ve hükümetle ilişkilerinde önemli avantajlar sağlamaktadır.[8] Başlıca dört gurup; Doğan grubu, Çukurova grubu, Ciner-Bilgin grubu (TMSF eliyle hükümet denetimine girdi) ve “İslami basın”, basın-yayın tekelini ellerinde tutuyorlar. Tekelleşme, pazar kavgalarını ve buna bağlanan politik manevraları daha da sertleştirmiştir. Kısa bir süre önce TMSF tarafından “borçlarına karşılık” denilerek, Bilgin-Ciner medya grubuna el konması, bu kavga kapsamında gündeme geldi. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Yönetim Kurulu, bu durumu, “medya sahiplerinin medya dışı ticari alanlarla, siyaset ve finans sektörüyle ilişkilerinin” sonucu olarak değerlendirirken; Sabah’ın yetkili yazar ve yöneticileri, Bilgin (ve Ciner) grubu “medya”ya el konmasının sektördeki ve bugün artık ekonominin öteki birçok sektöründe faaliyet yürüten basın-yayın tekelleri arasındaki pazar kavgasının sonuçlarından biri olduğunu itiraf ettiler.[9] Sabah Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, “Sabah’a el konulmasını şampanya ile kutlayan rakipler”den söz ederken, gazetenin başyazarı Mehmet Barlas “Eğer Sabah’ın bu dönemde rekabet ortamından çekildiğini düşünenler varsa yanılıyorlar” diyordu. Doğan Holding gazeteleri adına E. Özkök de “Medya şantajları”na işaret eden makalesinde, Sabah-ATV grubuna el konmasını “çok haklı” gördüğünü yazdı.[10] Devlet tekeli durumundaki TRT ile hükümeti destekleyen ve hükümetçe de kontrol edilen “İslami basın” (Kanal 7, Samanyolu TV, Zaman gazetesi, Feza Yayıncılık, Albayraklar ve diğerleri) hükümet politikalarını desteklemektedirler. Sabah-ATV’ye TMSF tarafından el konulmasıyla, daha önce yine aynı kurum tarafından hükümetin emrine alınan Uzan grubuna ait gazete ve televizyonlarla birlikte, AKP ve hükümeti tarafından kontrol altına alınan medyanın etki gücü ve alanı daha da genişlemiştir. Doğan grubu ise, hükümetle şirket alış verişi, vergi indirimi ve ihale kolaylığı karşılığı destek ilişkilerine sahiptir.

Sermaye medyasının tekelci karakteri, özellikle son 10-15 yılda daha da belirginleşmiştir. Tekelci yapı, Murdoch gibi uluslararası bir basın patronunun TGRT’yi satın alması ve Hürriyet’in yurt dışına 360 milyon dolar değerinde yatırım yapmasıyla daha geniş bir alanda pazarı kontrol gücüne ulaşmıştır. Bunun sonucu olarak pazar payı üzerine kavga kızışmış; hükümetlerle ve Genelkurmay başta olmak üzere devletin başlıca diğer  kurumlarıyla ilişkilerin geliştirilmesi yönünde daha fazla adım atılmış,[11] “medyanın yeri”nin “dördüncü kuvvet”ten “birinci kuvvet”e doğru yukarıya çekilmesi için daha iddialı hale gelinmiştir.

Sermaye medyası, özellikle tekelci konumda olanıyla büyük etki ve olanak genişliğine ulaşmış; tekelci karakteri etki sahasını genişletmiş ve ideolojik-politik etkisini artırmıştır. Tekelleşmesi, kapitalist piyasadan beslenme olanaklarını artırmış; gerici karakteri yoğunluk kazanmış; emekçilerin ve tüm ezilenlerin karşısındaki mevzilenmesi daha keskin biçimler almış ve netleşmiştir. Holdinglerle iç içe ve çoğu kez onlardan birinin dolaysız faaliyet alanlarından biri olarak bu medya, sahip olduğu güç ve olanakları halk kitlelerine karşı; halkın sisteme bağlı tutulması amacıyla kullanmaktadır. Pazar ilişkileri ve reklamın rolünden yararlanarak, yurttaş eğilimlerini yönlendirmeye çalışmakta ve bunun için devlet ve hükümet kurulları yanında emekçilere karşı savaşmaktadır. Kitlelere “verileni alma, sunulanı tüketme” dışında olanak tanımamakta; “vatandaş”ı tüketici, müşteri konumuna itmekte; emekçilerin kültürel-ideolojik ‘şekillenmeleri’ için sistemin baskı aygıtı ve araçlarıyla beraber ‘düşünce yönlendirici’ öteki mekanizmalarının da katılımıyla, kesintisiz bir çalışma yürütmektedir.

SERMAYE MEDYASININ İŞLEVİ

Sermaye medyası, egemen sınıfın çıkarlarının ifadesi olan politika, program ve anlayışların topluma hakim düşünce haline gelmesi ve öyle kalmasını temel işlev olarak üstlenmiştir. O, hakim ideolojinin yeniden ve yeniden üretilmesinin günün her saatinde faal, en önemli araçlarından biridir. Olgu ve gelişmeleri bu amaca bağlayarak haberleştirmekte ve irdelemektedir. Burjuva basın-yayın tekelleri muazzam sermaye gücüne, matbaalar ve telekomünikasyon tekeline dayanarak satın aldıkları yazar ve sanatçılarla bilim insanlarının büyük kesimlerinin yeteneklerini halka ve taleplerine karşı seferber ederek, işçi-emekçi basını ve iletişim teknolojisinin halk yararına kullanılmasının önüne güçlü barikatlar örmüşlerdir. İktidar-holding-banka-medya-siyaset ilişkilerindeki tekelleşme, “kurtlar sofrasındaki kapışma”yı daha da sertleştirirken, “Halkın haber alma ve bilgi edinme hakkı” üzerine burjuva söylemi ikiyüzlülüğün ötesine geçmemekte; medyanın mevzileri üzerinden işçi sınıfı ve emekçilere karşı çok yönlü “savaş” yürütülmektedir.

Büyük basımevleri ve teknolojik yeniliklerle donatılmış matbaa olanaklarına sahip olan sermaye “medyası”, burjuvazinin halkla ilişkiler ağının en etkin ve sürekli faal aygıtlarından birini oluşturur ve sistemin en etkin kurumlarından biri olarak, kitlelerin bilinç biçimlerinin şekillendirilmesinde devletin dolaysız eğitim kurumlarının faaliyetiyle birleşir. Burjuva basın-yayın organları egemen sınıfın ideolojik-politik ve kültürel hakimiyetinin ifadesi olan egemen düşüncenin yeniden üretimine güncel-kesintisiz faaliyet üzerinden katılırlar. Sağlıktan eğitime; iş ve çalışma olanağından enerji tüketimine; çalışma koşullarından söz, basın ve örgütlenme hakkına kadar her şeyi denetimde tutan burjuva yönetici kast, ‘düşünce dünyası’nın sınırlarını belirleme olanağını da elinde tutmaktadır. Burjuva basın-yayın organları ve şirketleri, bu güç, olanak ve mevzilerden yararlanarak, egemen düşünce ve kültürün hakimiyetini politik-askeri üst tabaka ile birlikte sağlamaya çalışırlar. Üretimin ve tüketimin “anahtarı”nı elinde tutan kapitalist-tekelci azınlık, “düşünsel faaliyet ve değişim”in kriterlerini belirleme hakkını kendisinde görür ve oluşturduğu ve süreklilik göstermesi için iletişim aygıtları aracıyla kesintisiz yeniden ürettiği kültürel değerler ve düşünsel yargılar “sistemi” dışındaki her davranışı, ezilmesi gereken aykırılık olarak gösterirken, sermaye basın-yayın aygıtı egemen politik yapının savunusunu yapar, özel teşvikler ve reklam desteğiyle güçlenir, ayrıcalıklardan yararlanır ve “sahibinin sesi” olarak davranır. Maddi-manevi tüm alanların burjuva sınıf egemenliği için değerlendirilmesini öngörmekle kalmaz, kendisi de dolaysız sermaye faaliyeti olarak gerçekleşir ve üretim sürecinde sermayenin genişleyen yeniden hareketi olarak, kendini her gün yeniden üretirken, hedef kitlelerin etki altına alınmasının tüm yöntemlerini kullanır. Bu medyada politik yorum ve analizler sermaye çıkarları gözetilerek yapılır; iktisadi yapı, “işverenlerin büyük fedakarlıklar pahasına çalışma olanakları yaratmaları” ve “şirket güvenliği” üzerinden tahlil edilir ve emekçilerin “sadakatinin mutlak gerekliliği”nin “iş olanağı” için kaçınılmaz olduğu propaganda edilir. İşçi ve emekçilerin kendi emeklerinin ürününden daha iyi bir yaşam için yararlanma istekleri, aykırı-zararlı istemler olarak gösterilir; taleplerinde direttiklerinde ise, kapitalistlerin yanında saf tutularak, açıktan saldırıya girişilir; “aldatılmışlıklar”, “ülke çıkarlarına zarar”, “halkın yoksulluğu ve  yüksek işsizlik oranını dikkate almama vb.” propagandasıyla emekçi mücadelesi etkisizleştirilip dağıtılmaya çalışılır.

Burjuva basın-yayınında temel sorun ve hedef, işçi ve emekçilerin burjuva sınıf egemenliği altında tutulmasının sağlanmasına nasıl katılacağıdır. Olay, olgu ve gelişmeler bu amaçla olduklarından farklı gösterilir; emekçilerin sisteme ve güçlerine yedeklenmeleri için promosyondan ikiyüzlülüğe; açık saldırıdan hileye kadar her yol ve yöntem denenir. Sorunların kaynağının mevcut sistem ve üretim ilişkilerinde olduğunun üzerini örterek, bunları “kaçınılamaz kader” gösteren ‘ortak’ yayıncılık çizgisiyle “tek ses, tek kanal” durumuna gelmiş olan ve büyük oranda merkezi “protokol haberciliği” yapan bu medyada, işçi sorunları, ancak “işletme çıkarı ve rekabet gücüne sahip olma” kapsamında; öğrenciler başta olmak üzere gençlik sorunları, polisiye olaylar, kapkaç eylemleri, hırsızlık ve uyuşturucu kullanımı çerçevesinde; kadın sorunu, geleneksel-”töre”sel baskı ve yasaklar çemberinde yaşanan “namus cinayetleri”; ‘fuhuş’ haberleri ve ‘kadın skandalları’ kapsamında yer alabilir. Sermaye basın-yayın organları ve aygıtının görevlileri, sosyal hakların gaspını “halkın daha iyi olanaklara sahip olması” gerekçesine; askeri harcamaların savunma hedefini aşan devasa artışını “ülke güvenliği” ihtiyacına; din kurumlarına devlet bütçesinden ayrılan büyük payları “vatandaşların dini vazifelerini layıkıyla yerine getirme zorunluluğu”na bağlarlar. Sermaye basını, gençliğin kapitalist çıkarlar için yedeklenmesine özel gayret gösterir ve bireycilik, yozlaşma ve yabancılaşma “kültürü”nün gelişmesi ve dayanışma ve “toplumsal sorumluluk” yerine bireyci-egoist tutumun; umutsuzluk ve güvensizliğin hakim olması için çaba gösterir. İşgalcileri “mazlum”; ülkelerini savunanları “terörist” gösteren sermaye medyası, iktisadi-mali bağlar üzerinden uluslararası sermayeye ve emperyalizme bağlanmıştır.

Burjuva basın-yayın aracılığıyla sürdürülen sermaye propagandası, “geleneksel fikir ve anlayış”ları, güncel gelişmelere bağlı yeniden şekillendirerek bugüne taşımaktadır. Toplumun yönetilmesi ve yönlendirilmesi için gelişmelerin “geleneğe uygun” izahı “yenilik” olarak sunulmakta, bilginin oluşmasında kullanılan olgu ve gelişmeler, burjuva çıkarlara uydurularak yorumlanmaktadır. “Astroloji ve falcılık uzmanları”nın yalanlarıyla dini önyargıların sürdürülmesine hizmet eden tefrikalar, büyük sermaye gazetelerinin vazgeçilmezleri arasındadır.[12]

Egemen medya, emperyalist burjuva kültürün hakimiyetini güçlendirmeye hizmet eden bir yayıncılık yapmakta, ancak ülke içindeki farklı kültürler söz konusu olduğunda, “çağdaşlık” ya da “üniter devlet ve ulusal bütünlük” adına bu kültürlerin baskılanıp engellenmesini istemekte; engelleyici “düşünsel-politik” ortamın güçlenmesi için  çaba göstermekte, emperyalist kültürün yeniden üretilmesine aracılık yaparken, ezilen ulus ve farklı milliyetlerden halkların kültürlerine karşı kılıç kuşanmaktadır. O, sermaye düzenine “tehdit” ya da “potansiyel tehlike” olarak görülen hedefleri belirlemeyi; bu hedeflere yönelik faşist-gerici ve kontra merkezli saldırıları kışkırtan bir yayın çizgisi izlemeyi; saldırıların gerçekleşmesi durumunda da, ‘kurban ve mağdur’ları ve onları sahiplenenleri suçlama ve “provokasyon” haberlerini öne çıkarmayı tipik yayıncılık taktiği edinmiştir.

Burjuvazinin ayrıcalıklarla ödüllendirilmiş sözcüleri arasında olan sermaye medyasının yönetici görevlileri, ayrıcalıklı burjuva konum ve toplumsal etkiden yararlanmak için, toplumsal ilişki ve gelişmeleri egemen sınıfın “değerleri” süzgecinden geçirirler, yayıncılık çizgilerini buna uyarlar; hazırlanan ‘belgesel’leri, düzenlenen açık oturum’ları, yapılan programların içeriğini, haberlerin seçilişi ve sunuluş sırasını buna göre ayarlarlar. İşletme menajerleri olarak on binlerce dolar karşılığı çalışan asalak üst tabaka, halkın ve emekçilerin yaşamıyla araya kalın bir duvar örmüştür ve tekelci gericiliğin çıkarlarının savunucusu olarak medyayı şekillendirmeye ve kullanmaya çalışmaktadır. Sermaye medyasının tutumu ve yayın çizgisi, egemen sınıfın elindeki güç ve sınıf savaşı aracı olmasından ayrı tutulamaz.[13]

Burjuva gazeteci ve yazarları, emekçileri kuşatan burjuva kültürel etkiyi “makul çoğunluğun aklı selim tutumu” ve “geleneklere bağlılığı” olarak kutsamakta; emekçilerin kendi hakları için ve özellikle de sermayeden bağımsız politik mücadelesini ise “felaket” olarak göstermektedirler.

Sermaye medyası, burjuva partileriyle sistemin sürdürülmesi ortak paydası üzerinden  çıkar ilişkilerine sahiptir ve seçim dönemleri dahil, parti ve hükümetlerle ilişkiler bu çıkarlar temelinde kurulmaktadır. Sermaye gazeteleri ve televizyon kanalları için öncelikli olan “ilke”, pazarda daha fazla pay kapmaya olanak sağlayacak, uluslararası sermayeyle ilişkileri geliştirecek, yeni teşvik olanakları sağlayacak parti ve hükümetlerin yanında olmaktır.[14]

Sermaye medyası, kiminde kendini bütün öteki siyasal-kültürel vb. kurumların yerine koyarak, kiminde de onların üzerindeki bir güç gibi her alanda ve her konuda müdahaleci-yönlendirici işleve soyunarak, kurumlar ve kesimlerle ilişkilerini, haber-haber yorum düzeyini aşan “kurumsal ilişkiler” haline getirmiş, güç ve etkisini artırmıştır. Pazar payının büyütülmesi, vergi indirimi-teşvik primi, ihale kolaylığı, resmi reklam ‘havuzu’ndan yararlanma ve resmi haber kaynaklarına ulaşma kolaylığı gibi çok çeşitli avantajlar için devlet ve hükümetlerle ilişkiler iyi tutulmakta, “devlet medyası olma” bir gururlanma, üstünlük ve ayrıcalık sayılmaktadır. “Karşılık” ise, baskı ve zorbalığın kaçınılmaz ve gerekli gösterilmesi, halkın yaşamının olduğundan başka tanıtılması, emekçilerin örgütlenmesi ve mücadelesinin “ülke çıkarlarına olmadığı” yönünde planlı bir faaliyet yürütülmesiyle verilmektedir.[15] En önemli özelliklerinden biri, hükümet ve devletin politikaları ve uygulamalarını gerekçelendirerek desteklemesi ve bu politikalara karşı tepkinin büyümesini önlemek üzere, emekçi kitleleri iknaya çalışmasıdır. Burjuvazinin örgütlü öteki ideolojik aygıtlarıyla birlikte, ancak daha faal ve etkili olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin hak arayışlarına, Kürtlerin ulusal hak eşitliği mücadelesine, gençlik kitlelerinin daha iyi bir gelecek için gösterdikleri çabaya karşı, “anarşizm”, “terörizm”, “bölücülük”, “ülke çıkarlarının gözetilmemesi”, “ihanet” vb. üzerine söylemi, karalama ve etkisiz kılma amaçlı propagandayı esas almıştır.

Medya-hükümet ilişkilerinin seyri, sermaye gruplarıyla hükümetin ve farklı tekel gruplarının birbirleriyle ilişkilerine göre değişkenlik gösterir. Kapitalistler arası pazar ve kaynak kapma ve daha fazla kâr için kavgaların alan ve araçlarından biri de, sermaye medyasıdır. “Halkın haber ve bilgi edinme hakkı, kamu yararı, yurttaş hakları, dayanışma vb. değerler”in yerine “değişim”, “iş bitiricilik, özelleştirme, köşe dönme” gibi sözüm ona postmodern değerlerin yerleşmesi/yerleştirilmesinde, sermaye medyası önemli bir rol oynamış, karşılığında da medya patronlarıyla şirket menajerleri büyük paralar kazanmışlardır.[16] Çoğu “eski” ve dönme “solcu” olan 25-75 bin dolar maaşlı profesyonel çakallar takımı yönetiminde, “düşünce ve kol emekçileri”nin omuzları üzerinden ve onların da emek güçlerini sömürerek, işçi sınıfı ve kent ve kırın yoksullarıyla tüm ezilenleri kendi durumlarının gerçek bilgisi ve bu durumdan kurtuluşun mücadelesinden uzak tutmak amaçlı bir yabancılaştırma savaşı yürütülmektedir. TV kanallarının en popüler ve kesintisiz yayın programlarını büyük çoğunluğu, halkın yaşamına yabancı ve halk kitlelerini aşağılayan bir asalak tabakanın mensubu olan “magazin dünyasının ünlüleri”nin tefessüh etmiş yaşamları ve onların dedikodu tefrikaları oluşturuyor. Her biri ötekini değişik biçimlerde tekrarlayan “yerli” diziler, ‘kadın skandalları’ üzerine programlar, bunlara eşlik etmektedir. Emperyalist büyük güçlerle uluslararası tekellerin bağımlı ülkelere dayattıkları iktisadi, siyasi, mali ve askeri politikaları “küreselleşme gereği” göstererek, kitlelere yoksullaşma, açlık ve işsizlik getiren bu uygulamaların benimsenmesi doğrultusunda faaliyet yürütmektedir.

Tekelci basın, grubunun çıkarlarını her şeyin başına alarak, devlet ve hükümetle ve kapitalist parti fraksiyonlarıyla ilişkilerini bu çıkarlar üzerinden düzenlemekte; ancak varlığının kapitalist sömürüye ve burjuva sınıf egemenliğine bağlı olduğunun bilinciyle, burjuvazinin “ortak sınıf çıkarı”nı savunmayı da ihmal etmemektedir. Sermaye basını, ideolojik-politik mücadele alanında burjuvazinin en önemli araçlarından biridir ve işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva dünya görüşü doğrultusunda sorunlara ve gelişmelere bakmalarını sağlamak ve böylece burjuva sınıf hakimiyeti ve kapitalist çıkarlar tarafından belirlenen sınırların aşılmasını engellemek, bu basının asli görevleri arasındadır. Bu amaçla en geri-ilkel önyargıları “diriltmek” ten kaçınmaz; emekçilerin bilincinin bu düzeyde kalması için çaba gösterir; “bilinç çarpıklığı” sağlayarak kitlelerin kendilerine ve kendi güç ve örgütlerine güvensizliğini sağlamaya çalışır. Sermaye basınının laiklik-şeriatçılık ‘çelişkisi’ne; milliyet-mezhep ilişkilerindeki sorunlu duruma yaklaşımı; işçilerle kapitalistler arasındaki çıkar karşıtlığına dayalıdır; dönemsel gelişmelere ve iktidar kavgalarına bağlanan tutum değişiklikleri, burjuvazinin sınıf egemenliği ve sınıfsal çıkarları söz konusu olduğunda, geri plana itilmekte ve sınıf çıkarlarının savunusu esas alınmaktadır.

Burjuva basın-yayın kurum ve kuruluşlarının olay ve gelişmeler karşısındaki tutumları, “derin” ilişkilerin; siyasi-iktisadi-mali ve askeri bağlantıların çerçevesi içinde belirlenmekte ve gelişmektedir. Gazete yöneticilerinin büyük çoğunluğu, patronlarının çıkarları gereği, sermayenin politik askeri ve mali kurumlarıyla gönüllü-adanmış ilişki içindedirler ve bu ilişkiden olası en fazla çıkarı sağlamaya çalışmaktadırlar. Gazete ve TV kanallarının iktidara yakın olmaları, hükümet politikaları yönünde kullanılmaları ve devlet ve hükümet politikalarının eleştirilmesinden geri tutulmaları, politik-askeri kasta önemli avantajlar sağladığı gibi, basın-yayın tekellerine de çok yönlü avantajlar sağlamaktadır. Onlar arasında kimi zaman yaşanan sorunlar ise, karşılıklı bağımlılık ilişkileri çerçevesinde, güç ilişkileri ve dönemsel önceliklere ilişkin farklı tutumlardan kaynaklanmaktadır. Siyasetten sanata, spordan ticarete birçok alanda faaliyet yürüten burjuva medyası, elinde tuttuğu gücü halka karşı kullanmakta; “gazetecilik meslek ilkeleri” söylemi burjuva çıkarların için örtüsü olmakta; birey olarak dürüst, objektif haber yapmaya ve olaylara nesnel olarak bakmaya çalışan, halktan yana tutum belirleyen gazeteci, muhabir ve öteki emekçilerin tutumu ise, ancak bir aykırılık olarak ortaya çıkmaktadır.

SERMAYE MEDYASININ ANTİ DEMOKRATİK KARAKTERİ

Kitle iletişim araçlarındaki gelişmenin demokrasinin topluma yaygınlaştırılmasının göstergesi olduğu iddiası, bu araçların kimin elinde, hangi sınıf, grup veya kesimin çıkarları yönünde ve kime karşı kullanıldığı sorusu ve sorununu göz ardı etmektedir. Demokrasiyi burjuva anlamıyla dahi emekçi kitlelerin dışında ve onlar adına sözüm ona seçilmiş kişi ve kurumlar eliyle; görece “toplumun üzerinde” şekillenmiş devlet kurumları eliyle gerçekleştirilir gösteren bu anlayış anti demokratiktir ve burjuva gazeteciliği, televizyonculuğu ve genel olarak burjuva yayıncılığı, bu anti demokratik siyasal, sosyal sistemin savunusunu üstlenmiştir. Bu basının önde gelen yazar ve gazetecilerinin; aydın ve sanatçıların büyük çoğunluğu, sermaye sisteminin eklentisi durumundadırlar ve burjuva bürokratik yönetim aygıtına adapte olmuşlardır. Halkla aralarında kalın duvarlar vardır; kitleleri, yönlendirilmesi gereken “cahil topluluklar” olarak görürler. Burjuva ayrıcalıklarının korunması için, işsizlik, açlık, yoksulluk, sosyal ve politik hak yoksunluğu ve savaşları, pazar kavgaları ve kapitalist üretim sisteminin ürünü ve sonuçları olmaktan çıkararak, kişi ve grupların tutumları ya da “ülkenin zor durumu” ile ilişkilendirirler.

“Demokrasi ve insan hakları” sermaye medyasının en önemli istismar konusu olmakla birlikte, onun tekelci konumu, antidemokratik oluşunu belirleyen temel olgudur.  Sermaye medyası denetlediği pazar payı, yapısı ve uluslararası bağlantılarıyla tekelci ve anti demokratiktir. Ekonominin çok sayıda sektöründe faaliyet yürüten; sınai, ticari, mali, enformal işletme halinde çalışan basın-yayın iletişim kurumlarının “demokrasi ve insan hakları” anlayışı, tekelci burjuvazi yönetimindeki kapitalist aygıtın anti demokratizmine denk düşmektedir. Burjuva (esas olarak tekelci) azınlığı için demokrasi, burjuvazinin işçi ve emekçi kitleleri üzerindeki baskıcı diktasının devamı anlamına gelmekte; iletişim araçları tekeline sahip olma; bu ve “kendine yandaş medya” aracıyla emekçilerin düşünce ve kültür dünyasını denetleme ve yönetme, hükmedenlerin ve onların medyasının önemli hedeflerinden birini oluşturmaktadır. Pazar ve etki alanı mücadelesi “medya” alanını da kapsamakta; “el koyma”,el değiştirme” ve yutma operasyonları, bu kavganın ürünü olarak yaşanmaktadır. Sadece kitleleri etki altına alma ve yönlendirme aracı olarak değil, reklam pastasından büyük pay kapma; ticari, sınai ve mali piyasaya uygun ürünlerle girerek rakipleri püskürtme amacıyla da, medya, kapışma aracı ve alanı olmaktadır. Medya patronları, çıkarları gereği sermaye partileri ve hükümetleriyle işbirliğine giderken, yine çıkarları gerektirdiğinde, bunlardan bazılarıyla daha fazla yakın durarak, ötekilere karşı “çamur atma” da dahil kavga yürütmekten kaçınmamaktadır. İktidar kavgasında medya tekeli, ya doğrudan elde tutularak ya da çıkarlar üzerinden “ittifaklar”a gidilerek, etkin biçimde kullanılmaktadır.[17]

Sermaye medyası, sisteme muhalif gazete, televizyon kanalı ve radyoların engellenmesi, sansür duvarı ve polis baskısıyla kuşatılması karşısında da susarak, baskıyı görmezden gelmekle kalmıyor, suçlayıcı, teşhir edici yayınlarıyla, saldırı cephesinde yer alıp güç veriyor. Bu medya ve onun sorumlu yöneticileri, hükümet sözcüleriyle askeri üst yöneticilerin, “ülke yararı”nı ileri sürerek gelişmelerin haberleştirilmesinde “dikkatli ve özenli davranılması” istemlerinde somutlaşan doğrudan müdahale ve oto sansürü kabullenmişler; yayın durdurma-toplatma ve polis tehdidi ve saldırılarıyla ülke ve dünya gerçeklerinin ortaya konmasına yönelik oluşturulan idari-polisiye barikatın yanında yer almışlar; bazen Kıbrıs, bazen Kürt ve Ermeni sorunu, bazen Ege-Yunan ya da Ortadoğu ve Kafkasya ile ilgili hassasiyetler gerekçesiyle olay ve gelişmeleri saptırarak, egemenler yararına haberleştirmişler, ‘baş yazar’lar Başbakan yanağı okşamaktan, genel yayın yönetmenleri hükümet yalakalığı yapmaktan kaçınmamışlardır. “Kamu yararı” adına ve “ahlakî, dinsel vb. değerlerin korunması” iddiasıyla, basın, edebiyat, sanat ve bilim alanında söz, yazı veya resim gösteriminin ve dağıtımının egemenler ve hükümetleri tarafından izne bağlanması, denetlenmesi veya tümden yasaklanmasına ya susarak destek vermişler ya da doğrudan savunarak ortak olmuşlardır.

Baskı sadece emekçilerden yana sesleri kısmak için yapılan düzenlemelerle değil, politik-askeri üst bürokrasiyle sermaye grupları arasındaki ilişkiler temelinde gündeme gelen tehdit, şantaj ve olanak kısıtlayıcı uygulama ve tutumlar olarak da gerçekleşmekte; muhalif basına yönelik saldırı ve engelleme olarak şekillenmektedir.[18] Basın tekellerinin varlığı, yerel-küçük basın-yayın organlarının üzerinde reklam olanağını sınırlama, haber kaynakları üzerinde baskı oluşturma vb. biçiminde baskı oluşmasına yol açmaktadır.[19] Maddi temeli medya sermayesinin siyasi iktidar ile kredi ve ihale ilişkilerinde yatan sansür, yazılacak ve gösterilecek olanın sınırlarını belirlemekte; buna oto sansürün “perdeleme ve karartma”sı eklenmektedir. Sermaye medyasının “amiral gemisi” olarak gösterilen Doğan grubu gazeteleri ve gazetecilerinin Gündem gazetesinin kapatılmasını, Güncel’in yayınının ve Kürtçe yayın yapan Azadiya Welat gazetesinin dağıtımının durdurulmasını “anti demokratik” bir uygulama olarak dahi görmemeleri ve suskun kalarak geçiştirmeleri, medya-iktidar ortaklığındaki sansürün göstergesiydi.[20] Baskı ve engelleme, Anayasa ve basın kanununa aykırıydı; “ticaret serbestisi”ne uygun düşmüyordu, ama “demokrasi” ve “girişim özgürlüğü” üzerine papağanca lakırdıyı eksik etmeyen ve “piyasa” önünde secdeye kapanan tekel beslemeleri, yine de seslerini çıkarmadılar ve işaret fişeği generaller tarafından atılan saldırı akınına katılmakta gecikmediler.

Sermaye medyasının emekçilere ve haklarına karşı tutumun kapitalist çıkarlar ve sermayenin yönetici kurumlarının politikaları doğrultusunda belirlenmesinin bir biçimi de, sermayenin gazete ve televizyon “sektörü”nde çalışan emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi çabalarına karşı gösterilen reddedici tutumdur. Sermaye ‘medyası’nda muhabir, matbaa çalışanı, fotoğrafçı, ‘sekreter’ vb. olarak çalışan emekçilerle işletme patronları ve yöneticileri arasında sömüren-sömürülen; ezen-ezilen ilişkisi en keskin biçimiyle yaşanmakta ve bu durumun basın emekçileri tarafından “içselleştirilmesi” için çok yönlü baskı uygulanmaktadır. “İletişim sektörü”nde çalışanların çok büyük kesimi sosyal güvencelerden yoksundur ve örgütlenme çabaları baskı ve işten atma tehdidiyle engellenmektedir. Sendikalaşma çalışmaları nedeniyle veya yaptığı haberin, çektiği fotoğrafın çarpıtılmadan kullanılmasını istediği; kendi ‘ürünü’nün patronlarla hükümetin ya da “güvenlik güçleri”yle savcıların istekleri yönünde istismar edilmesine karşı düşünce özgürlüğü mücadelesine giriştiği için çok sayıda gazete çalışanı işten atılmıştır.

SERMAYE MEDYASINA KARŞI EMEKÇİ BASINI: AYDINLANMA, ÖRGÜTLENME VE MÜCADELE ARACI OLARAK YAZILI-GÖRSEL BASININ ÖNEMİ

Kitle iletişim araçları, toplumsal ilişkilerin hangi yönde nasıl ve hangi sınıf ya da sınıfların çıkarları doğrultusunda şekilleneceği bakımından önemli bir işleve sahiptirler. Toplumsal alana ya da doğaya ilişkin bilginin, -ki o olay ve gelişmelerin, insanın birey ve topluluk halindeki ilişkilerinin; kavgaları ve barışlarının; çelişki ve uzlaşmalarının; kültürleri, dilleri ve alışkanlıklarının ’bütünü’nden oluşur- “paylaşılması” ya da bazı sınıf ve kesimler tarafından diğer bazılarına karşı kullanılmasında, iletişim araçları çok büyük role sahiptirler.

Tarih boyunca ezen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadele ekonomik alanda olanla kalmamış, ideolojik-politik tüm alanlara yayılarak, yeni ve devrimci sınıfın kendi iktidarını kurması için hayatın tüm alanlarına ilişkin söylenecek sözü ve yapacak işi olması zorunluluğuna bağlı olarak, çeşitlenmiş ve gelişmiştir. Kapitalizmin ve emperyalist aşamasının, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadelede, ideolojik-politik olanı en temel alanlardan biri durumuna getirmesi, bunun gereği olarak propaganda, ajitasyon ve siyasal teşhirin önemini artırmış; sömürülüp ezilenler, ancak bunun gereğini yerine getirdikleri oranda bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm yolunda ilerleyebilmişlerdir.

İletişim teknolojisindeki gelişmeleri tekelinde bulunduran egemen sınıf ve temsilcileri, elleri altındaki araçlara ve sahip oldukları olanaklara rağmen, işçi sınıfı ve emekçilerin teknolojik ilerleme ve iletişim tekniğindeki gelişmelerden yararlanmalarını, bunları insanlığı kurtuluşa götürecek mücadelenin yol ve yöntemlerinin ortak tutum haline getirilmesi için kullanmalarını engelleyemezler. İşçi sınıfı ve emekçiler, iletişim ve haberleşme araçlarından kapitalist üretim sürecinde tuttukları üretici konum nedeniyle yararlanma olanağı yaratabildikleri gibi, güç ve olanaklarını birleştirip seferber ettiklerinde, bu araçları burjuvaziyle savaşlarında etkili tarzda kullanabilmekte; kendi basın-yayın araçlarını oluşturabilmektedirler. Burjuva ideolojisi, politikası ve kültürel etkisini aşabilecek bir fikri zenginlik ve bilgi edinilmesi olanağını yaratabilmek için, işçi ve emekçilerin kendi propaganda araçlarını geliştirip güçlendirmeye ve çeşitlendirmeye ihtiyaçları bugün daha da artmıştır. Burjuvazi, başlıca basımevlerini, büyük matbaa komplekslerini, radyo, tv şebekelerini, uydu kanallarını, İnternet ağını, sinema ve sanat-edebiyat “kurumları”nı, kağıt fabrikalarıyla iletişim ve ulaşım araçlarını elinde tutarken, işçi ve emekçilerin, yazılı ve görsel basın-yayın araçlarına sahip olmakla kalmayan, ama onları, toplumsal yaşamın gerçek yansısının araçları olarak kullanmasını da bilen, burjuva ve polis baskısının her türünü ve emperyalist tahakkümü sergileyerek, ona karşı halkın öfkesini büyüten, halkın kültürel-zihinsel açıdan gelişmesine ve bilimsel gelişmelerden yararlanmasına yardımcı olan bir yayıncılığa duyulan ihtiyaç artmıştır.

En genel tanımıyla işçi basını (yazılı- görsel), içeriğini, yayın çizgisini ve günlük faaliyetlerini (eylemini) işçi ve emekçilerin sınıf bilinciyle donanmaları ve birleşmiş kitle gücüyle sermaye karşısında yer almaları ihtiyacı üzerinden belirlenmek zorundadır. İşçi-emekçi basın-yayın organları, işçi sınıfı ve ezilenlere kurtuluşun yolunu gösteren, gücün kendi örgütlü birliğinde olduğunu görmesine yardımcı olan araçlarıdır. Bu kapsamdaki işlevin yerine getirilmesi için ise, başlıca olarak sınıfın uluslar arası (ve ulusal) mücadele deneyimi ve tecrübesi “miras” edinilmeli; kendi tarihinden öğrenilmeli, bilim ve teknikteki gelişmelerden olabilir en ileri düzeyde yararlanılmalıdır. İşçi sınıfının bağımsız politik bilince ulaşması için burjuvaziyle cepheden kapışmayı esas alan mücadelesinde, yazılı-görsel; çok çeşitlenmiş düşünce ve bilinç oluşturma araçlarını etkin biçimde kullanmayı başarması; araçlarını çeşitlendirip geliştirmesi büyük bir önem taşımaktadır. Basın-yayın araçlarımız, işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesindeki öncü ve temel rolünü layıkıyla yerine getirmesine hizmet eden aydınlatıcı, örgütleyici ve seferber edici işlevlerini mümkün en ileri düzeyde ve en iyi tarzda yerine getirmek için, yayın çizgisi ve içeriğini toplumun tüm ezilen kesimlerinin hak ve çıkarlarının savunusunu esas alarak belirlemişlerdir ve bunun gereği olarak da, emekçilerin kitle gücü, olanakları ve yaşamlarından güç alma-beslenme; haberciliğinden propaganda kapsamı ve içeriğine, konuların tespitinde hareketin gereksinmelerini ve hareketi ileriye taşıyacak bakış açısını esas almayı daha ileriden başarmak zorundadırlar. Basın-yayınımızın can damarı, kitlelerin yaşamının tüm alanlarında atmaktadır. Fabrika, işyeri, semt, kent ve kır; çalışma ve yaşam alanları haber ve belge kaynağımızdır.

Sisteme karşı mücadele, günlük ya da süreli; yazılı ve görsel; sınıf mücadelesinin tüm sorunlarına ilişkin tutum belirleyen; sorunları irdeleyen, nedenleri, kaynakları ve sonuçlarını  sergileyen ve çözüm yolları gösteren propaganda, ajitasyon ve siyasal teşhir araçlarını daha da güçlendirmemizi ve zenginleştirmemizi zorunlu kılıyor. Burjuvazinin işçi ve emekçilerin bu mücadele araçlarına karşı sabırsızlığı ve saldırganlığı dahi, tek başına, onları daha etkili tarzda, daha ustaca kullanmamızın önemine işaret ediyor. İşçi sınıfının, kent ve kır emekçilerinin, ezilen ulus ve milliyetlerin, kadın ve gençlerin taleplerine sahip çıkarak, onların demokratik, anti emperyalist mücadelesinin, bu mücadelenin güçlendirilmesini ve ilerletilmesini amaçlayan örgütlenmesinin ve kültürel alandaki ilerlemelerinin gerçekleşmesi için, bugün var olanı aşan iletişim araçlarına gerek doğmuştur ve emekçilerin doğrudan kendilerine ait televizyon yayıncılığı, bu gereklilik kapsamında gündeme gelmiştir. Bu yenisiyle birlikte, emekçilerin tüm basın-yayın-iletişim araçlarının yetkinlikle kullanılması, en başta işçi sınıfı, kent ve kır emekçileri olmak üzere tüm ezilenlerin yaşamıyla birleşmeyi gerektirmektedir ve burada görev ve sorumluluk, özellikle işçi ve emekçilerin ileri kesimleriyle ilerici-halktan yana aydınlara düşmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamının tüm alanlarının; kentlerin sosyal-kültürel dokusunun; kültürel-sanatsal tarihi birikim ve gelişmenin bu yayıncılığın konularını oluşturması; işçi sınıfının uluslararası mücadele deneyiminin tecrübesine sahip olmayı içeren yayın faaliyetinin amacına ulaşmasına yardımcı olacaktır. Toplumsal sorunları gündeme getirme; emekçilerin doğa ve yaşamın bilgisine ulaşmalarına yardım ve demokratik ilişkilerin tesisine hizmet etme vb. emekçi basınının sorumluluğudur.



[1] Evrensel 27.03.07

[2]Büyük kentlerin çok katlı-yüksek binalarına ya da boğaz köprüsünün koruganlarına tırmanarak kendilerini aşağı atmakla “dikkat çekmeye çalışan”ların dramına ilişkin çok örnek verilebilir. Bunun gibi bir örnek de Filipinler’de yaşandı. Filipinlerde bir okul müdürü, ilgili ‘merciler’e defalarca baş vurmasına karşın okullarının sorunlarıyla ilgilenmeyen ve bu sorunlara yer vermeyen ‘medya’nın tutumunu protesto amacıyla okul öğrencilerini bir otobüse doldurarak onları “rehin tutma eylemi” düzenleyince, haberlere konu olabildi.

[3]Yurtta Nevruz coşkusu” (Bugün), “Nevruz ateşi dostluk için yandı” (Gözcü), “Nazım’lı Nevruz kutlaması” (Hürriyet), “Bir nevruz böyle geçti…” (Milliyet), “Başbakan yaktı, Bakan Koç atladı” (Posta), “Nevruz neşesi” (Star), “Nevruz’da sağduyu galip geldi” (Zaman)

[4]Vatan: “Olaysız Nevruz’a Apo gölgesi”; Cumhuriyet: “Zana yine geriyor”; Güneş: “Zana zırvası”; Tercüman: “İyice azdılar.”

[5] Washington mahreçli haber, CIA ajanı olduğu çeşitli çevrelerce ileri sürülen K. Cindemir imzalıydı.

[6] 10-11-12 Nisan 07 tarihli ve sonraki gazeteler

[7] Tekel dışı yerel ve yaygın ve bölgesel bazı basın-yayın organlarının olduğu elbette bir gerçektir.

[8] ABD’de Murdok, İtalya’da Berlusconi, Türkiye’de Aydın Doğan, Almanya’da Axel Springer vb.

[9] ATV-Sabah’a fon tarafından el konduğu günlerde, Hürriyet, “Türk basınında küresel devrim” diye sunduğu yeni bir yatırıma imza atarak Rusya ve Doğu Avrupa’da basılı ve internet üzerinden seri ilancılık yapan en büyük kuruluş TME’nin yüzde 67.3’ünü 336 milyon dolar karşılığı satın aldı. Bu yatırım, aynı zamanda “Türklerin bugüne kadar yurtdışında gerçekleştirdiği en büyük satın alma” olarak duyuruldu.

[10] Hürriyet, 04.04.07

[11] Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Özkök, “adım ‘Genelkurmay’a yakın gazeteci’ olarak lanse edildiği için herhangi bir kompleksim yok. Tıpkı Hürriyet için ‘devletin gazetesi’ diyenlerin sözlerinden hiçbir rahatsızlık duymadığım gibi…” diye yazmakta sakınca görmüyor. (30 Mart 2007)

[12] Bir süre önce, Rusya’dan İzmir Hayvanat Bahçesi’ne hediye edilmiş Golyat adlı aslanın “Allah diye naralar attığı” haberleri en etkili sermaye gazetelerinde ve televizyon kanallarında günün “flaş haberi” olarak yer alabildi.

[13] Prof Emre Kongar’ın, “Kuvayı Medya” dergisinin 12 Ekim 1998 tarihli 122’nci sayısını kaynak göstererek, 22 Ekim 1998 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan makalesinde açıkladığına göre, o günün “rayiç bedelleri” üzerinden Güneri Cıvaoğlu, (Milliyet- Kanal D) 50.000 dolar; Fatih Çekirge (Uzan Ailesi) 40.000 dolar ; Ali Kırca (atv) 40.000 dolar; Mehmet Ali Birand, (EKO tv) 30.000 dolar; Gülgûn Feyman (İnterstar) 30.000 dolar; Aydın Özdalga (Kanal E) 30.000 dolar; Ufuk Güldemir (İnterstar) 25.000 dolar; Mehmet Barlas (Zaman) 25.000 dolar; Reha Muhtar (Show tv) 25.000 dolar; Savaş Ay (Yeni Yüzyıl, atv) 20.000 dolar ve Rauf Tamer (Sabah) 15.000 dolar maaş almaktaydılar. Ek avantalar bir yana, bu yüksek maaşlar, bugün çok daha yukarıya çekilmiştir.

[14] TRT Genel Müdürlüğü’nün, Milli Eğitim bakanlığı ve bağlı kurumlarla ‘sektör’lerin, üniversite yönetimlerinin  “kamu hizmeti” adına yürüttükleri faaliyetin önemli bir kesimi de buna eklenebilir.

[15] Doğan grubu, hükümetle ilişkilerini iyi tutmak için eleştirel makaleler yayınlayan “Gözcü” gazetesini kapattı.

[16] Holding gazeteleri ve tv’lerinde sorumlu düzeyde görev alanların maaşları.

[17] Doğan ve Ciner grubu gazeteleri arasındaki rekabette, bu gruplara bağlı çalışan gazeteci yazarların büyük bir kesiminin patronlarının emrinde pazar kapma kavgasına katılmaları, gazete sayfalarıyla makalelerin içeriğini buna göre düzenlemeleri, sermaye basınının karakteri, yapısı ve işlevi açısından çarpıcı bir gösterge oldu.

[18] T. Erdoğan’ın 2003 yılının son saatlerinde, Başbakan sıfatıyla Karabük’teki yaşlılar ve çocuk yurdunu ziyareti sırasında, Vatan gazetesi muhabiri Nuri Sefa Erdem’in “Sayın Başbakan, iki yurtta da bazı çocuk ve yaşlılar uyandırılarak sizin için ikinci kez yılbaşı kutladılar. Biliyor muydunuz?” sorusuna karşı,  parmağını gazetecinin yüzüne doğru sallayarak, “İyi niyetli değilsin, edepsizlik ediyorsun” diye karşılık vermesi, Erdem’in “Sayın Başbakan, edebimle soru soruyorum; iyi niyetliyim, bu insanlara üzüldüğüm için bu soruyu soruyorum” diye sorusunu yinelemesi üzerine, geri dönerek “Edepsizlik ediyorsun. Sus, konuşma. Edepsiz, hadi oradan!” diye bağırması ve koruma görevlilerinin “Sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun, Başbakan’la ne biçim konuşuyorsun?” diye bağırıp, Nuri Sefa Erdem’i tartaklayarak çocuk yuvasının giriş holüne götürmeleri, bu baskının örneklerinden biridir.

[19] 545 günlük yayın süresi içinde ‘Yeniden ÖZGÜR GÜNDEM’ gazetesi aleyhine Türk Ceza Yasası’nın 159 ve 169’uncu maddeleri ile Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2’nci maddesinden 315 dava açıldı; sonuçlandırılan 174 davada 293 gün kapatma ve 478 milyar lira para cezası verildi.

[20] RTÜK’ün radyo-tv yayınlarını durdurma; kitap-gazete ve dergi toplatma; film gösterimi yasaklama kararları, İHD bültenlerinin ‘demirbaş’ haberleri arasında yer almaya devam ediyor.

Seçimlerden Bugüne Filistin

Filistin’de, aylardır devam eden siyasi kriz ve Hamas ile El Fetih arasında süren ve yüze yakın Filistinlinin ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına yol açan çatışmaları sona erdirmesi, Filistin’in uluslararası tecritine ve uygulanan ekonomik ambargoya son vermesi amaçlanan ulusal birlik hükümeti kuruldu ve 17 Mart’ta güvenoyu alarak göreve başladı.

Ancak bekleneceği gibi, hemen ertesinde, İsrail ve ABD’nin “veto”suyla yüzyüze kaldı. İsrail hükümeti hızla ulusal birlik hükümetinin boykot edilmesi kararını onayladı ve “uluslararası toplum”a yeni Filistin hükümetini boykot etmeleri çağrısı yaptı. Ki henüz ulusal birlik hükümeti kurma çalışmaları sürerken, İsrail ve ABD, kurulacak ulusal birlik hükümetini tanıyıp tanımama konusunda tam bir anlaşma içinde olduklarını, İsrail’i ve barış anlaşmalarını (İsrail kendisinin onayladığı halde sadık kalarak uyduğu, uyguladığı bir barış anlaşması varmış ve halen adeta canı istedikçe Filistin topraklarına saldırmıyormuş gibi; Filistin hükümetinden barış anlaşmalarını tanımasını isteyebiliyor!) tanımayan, ‘Ortadoğu Dörtlüsü’nün (Rusya, BM, AB ve ABD) çağrılarını yerine getirmeyen bir Filistin hükümetini tanımayacaklarını ilan etmişlerdi.

Yeni kurulan Filistin ulusal birlik hükümetini; BM, Rusya, Arap Birliği, Fransa ve Norveç olumlu bularak, memnuniyetle karşıladılar. Avrupa Birliği Dışişleri sözcüsü Javier Solana, Washington’da ABD dışişleri Bakanı Rice’la görüşmesinden sonra yaptıkları ortak açıklamada; yeni Filistin hükümetini, “uluslararası toplum”un taleplerini yerine getirmediği koşullarda tanımama konusunda anlaştıklarını belirti. Solana, yeni Filistin hükümetinde Hamas üyeleriyle değil, Abbas’a yakın olan hükümet üyeleriyle görüşebileceklerini açıkladı. Türkiye adına açıklama yapan Dışişleri Bakanı da; “… Ulusal birlik hükümetinin bu görevi yerine getirebilmesi ve halkın beklentilerine cevap verebilmesi için uluslararası toplumun tam desteğini arkasına alması temel bir gerekliliktir. Böylece yeni hükümet Filistin ve İsrail arasında diyalog ortamının yeniden tesis edilmesine de yardımcı olacaktır. Bu çerçevede uluslararası toplumun da yeni Filistin hükümetine karşı önyargısız ve teşvik edici bir yaklaşım benimsemesi beklenmektedir.” dedi. Yeni Filistin hükümeti, ABD, İsrail ve “uluslararası toplum”un kendisinden istediklerini, şart ve dayatmalarını yerine getirmelidir ki, “uluslararası toplum”un, İsrail ve ABD’nin tecrit ve ambargosundan kurtulabilsin diyen açıklama, şart koşmanın ve dayatmanın Arapça’sından başka bir şey değildir.

ABD ve İsrail’in şart olarak dayattıkları Ortadoğu Dörtlüsü’nün çağrılarına bakılacak olursa; bu yıl içinde iki kez toplanarak, adeta yeniden diriltilmeye çalışılan Dörtlü’nün, en son 21 Şubat’ta Berlin’de, AB dönem başkanlığını üstlenmiş bulunan Almanya’nın çaba ve insiyatifiyle yapılan toplantısından, tam da ABD ve İsrail’in son bir yıldır Hamas hükümetine, Filistin’e dayattıkları; “İsrail’i ve barış anlaşmalarını tanımalı, terörü reddetmeli” çağrısı çıktı.

SEÇİMLERDEN HAMAS ÇIKINCA…

Geçtiğimiz yıl 25 Ocak’ta yapılan Filistin seçimlerinden Hamas büyük bir zaferle çıkmış ve 132 üyeli Filistin parlamentosunun 76 üyeliğini kazanmıştı. Öncesinde büyük bir çoğunluğa sahip olan El Fetih ise ancak 43 üyelik kazanabilmişti. El Fetih, en güçlü olduğu bölgelerde dahi kaybetti ve El Fetih’in önde gelen yönetici ve adayları meclis dışında kaldılar. Seçim sonuçları, yaklaşık 50 yıldır, Filistin mücadelesinin laik ve demokratik karakterli öncüsü El Fetih’in bu rolünü yitirmesi, İslamcı ve şeriatçı Hamas’ın öncülüğü ele geçirmesi anlamına geliyordu.

El Fetih’in yenilgisi, Hamas’ın zaferi, ortaya çıkan bu sonucun nedenleri, Hamas’ın şeriatçılığı ve Filistin halkının mücadelesinde bugüne kadarki tutumu, eylem çizgisi ve Filistin mücadelesinde bundan sonra üstleneceği rol, Filistin davasını ileriye doğru ve kazanımlarla ilerletip ilerletemeyeceği elbette tartışmalıdır. Ancak ortada; başta işgal koşulları ve İsrail’in çıkardığı güçlükler olmak üzere, bütün zorluklara rağmen yapılmış, özgür ve demokratik seçimler vardır, Filistin halkının tercihi ve iradesi gibi bir gerçeklik vardır.

Ve seçimlerin özgür ve demokratik niteliğine ilişkin bir karşı iddia ya da itiraz olmadığına göre (ki Filistin seçimleri, Ortadoğu’da gerçekleşmiş en özgür ve demokratik seçimler olmuştur), hiç kimse ve hiçbir ülke; Filistin halkına, neden Hamas’ı çoğunlukla seçtin, neden şeriatçı bir örgütü iktidara getirdin diye sorma, onu suçlama ve buradan tutum geliştirme hakkını kendinde bulamaz, bulamamalıydı.

Ancak, durum böyle olmadı, Filistin halkı ve Filistin olmadık tepki, şart koşma ve dayatmalarla karşı karşıya bırakıldı.

İsrail Başbakanı Ehud Olmert, seçimin hemen ertesinde, tek başına hükümet kuracak bir çoğunluk sağlayan Hamas’ı barış ortağı olarak kabul etmediklerini, Hamas’ın yeralacağı bir hükümet kurulması durumunda, Filistin yönetiminin terörizmi destekleyen bir yönetime dönüşeceğini ve bunu hem İsrail’in hem de dünyanın tanımayacağını açıkladı. İşçi Partisi dahil diğer İsrail partileri de benzer açıklamalar yaptılar.

ABD Dışişleri Bakanı Rice, Hamas’ın Bush yönetiminden destek alamayacağını ve Hamas’ın İsrail’i tanımaması durumunda Ortadoğu barış sürecinin tamamıyla duracağını ilan etti. Başkan Bush ise, “Birliğin durumu” konuşmasında, “Filistin seçimlerinin galibi olan Hamas İsrail’i tanımalı, silahsızlanmalı, terörizmi reddetmeli ve kalıcı barış için çalışmalıdır” dedi. Aksi takdirde mali yardımların kesileceği tehditleri Amerikan sözcüleri tarafından ilan edildi. ABD, bu tutumunu, izleyen günlerde, “Hamas yabancı bir terör örgütüdür ve ABD Hamas’la veya onun üyeleriyle görüşmeyecektir”, “Mahmud Abbas’la temas ve görüşmelerimiz sürecek” diyerek, hem olası İsrail­-Filistin görüşmeleri ve barış çabalarını ortadan kaldırma hem de Filistin içinde ve Filistinliler arasında ayrılıkları kışkırtma ve ilişkileri provoke etme noktasına vardırdı.

Avrupa Birliği de, Hamas İsrail’i tanımaz ve terörü reddetmezse mali yardımların askıya alınacağını, AB Dışişleri Sözcüsü Javier Solana aracılığıyla duyurdu. Ortadoğu Dörtlüsü adına yapılan açıklamada, Hamas’ın İsrail’in varlığını tanıması ve silahsızlanması istendi.

Rusya, Batılı emperyalistlerden farklı bir tutum aldı ve Rusya Devlet Başkanı Putin, yıllık olağan basın toplantısında, Filistin seçimlerinden Hamas’ın galibiyetle çıkmasını “Ortadoğuda Amerikan çabalarına büyük bir darbe” olarak değerlendirerek, “Filistin halkına yardımı reddetmek hata olur”, “Hamas barışçı bir diyaloğa girmelidir” ve “Rusya, Hamas’ı hiçbir zaman bir terörist örgüt olarak ilan etmedi” dedi. Putin, böylece, Rusya’nın Ortadoğu meselelerinde ABD ve AB’den farklı tutum aldığını ortaya koydu. Rusya bu tutumunu, Şubat sonunda Hamas’ın sürgündeki Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’i Moskova’ya davet ederek ve görüşmeler yaparak sürdürdü.

FİLİSTİN’E “DOST” VE “KARDEŞ” ÜLKE TÜRKİYE’NİN TUTUMU

Türkiye hükümetinin de irdelenmeyi gerektiren bir tutum aldığı bilinmektedir. Önce Başbakan Erdoğan, Dünya Ekonomik Forumu toplantıları nedeniyle bulunduğu Davos’ta; Hamas’ın silahı bırakması ve İsrail’i tanıması, İsrail’in de üzerine düşenleri yapması ve ‘seçimi tanımıyorum’ anlayışından vazgeçmesi gerektiğini söyleyerek, “Biz iki ülke arasında arabuluculuk görevi üstlenebiliriz. Bu noktada Hamas’ın bundan sonraki adımı büyük önem arzediyor” açıklamasını yaptı.

16 Şubat’ta, Hamas’ın Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal başkanlığında bir Hamas heyeti Ankara’ya geldi ve görüşmeler yaptı. (Hamas Türkiye’ye gelmeden önce, Mısır ve Katarı ziyaret etmiş ve görüşmeler yapmıştı.) Hükümet birkaç gün önce, İsrail dışişleri yetkililerinin Türkiye’den, ‘Hamas’ı kabul etmeyeceğine dair güvence’ isteğine; Dışişleri Bakanı Gül, ‘Hamas yetkilileriyle görüşülmeyeceği’ yanıtını vermişti. Görüşme öncesi, Dışişleri’nden “Ziyaret, Hamas tarafının talebi üzerine yapılmakta olup, Bakanlık ile yapılacak görüşmelerde 25 Ocak’ta yapılan Filistin Yasama Konseyi seçimlerinden sonra ortaya çıkan durum ışığında uluslararası toplumun beklentileri en açık şekilde iletilecektir.” açıklaması yapıldı.

Hükümet bu açıklamayla kalmamış, görüşme öncesinde ABD ve İsrail’li yetkilileri ziyaret ve görüşme hakkında bilgilendirerek, onların telkin ve ‘önerilerini’ almayı da ihmal etmemişti. Amerikan yetkilileri, “uluslararası toplum”un Hamas’tan beklentilerini açıkça ortaya koyduğunu ve Türkiye’den “uluslararası toplum”un beklentileri çerçevesindeki mesajları Hamas’a iletmesini talep etmişlerdi. İsrail Dışişleri Bakanı Livni ise, İsrail’in Hamas’la görüşmelere karşı olduğunu ve Hamas’ın “uluslararası toplum”un da ortaya koyduğu koşulları görüşmeye açık olmadığını belirtmiş; Gül ise cevaben, Türkiye’nin de “uluslararası toplum”un ortaya koyduğu koşulların yerine getirilmesinden yana olduğunu ve bu yöndeki görüşlerini Hamas ile yapılacak görüşmelerde dile getireceğini söylemişti.

Sonuçta, Ankara’ya gelen Hamas heyetiyle görüşmeler, hükümet olarak değil (ki Başbakan Erdoğan Hamas heyetine randevu vermedi, görüşmedi) Dışişleri bakanlığı olarak da değil, AKP olarak yapıldı. Görüşmede, “uluslararası toplum”un (esasen “uluslararası toplumu” hemen her durumda –bazen müttefikleriyle birlikte bazen tek başına– temsil eden ABD ve İsrail’in) talepleri (şart ve dayatmaları demek daha doğru olacaktır), Hamas heyetine Türkiye’nin ‘önerileri’ olarak iletildi. “Hamas İsrail’i tanımalı, silah bırakmalı, terörü reddetmeli, artık Hamas değil Filistin olarak davranmalı ve dünyayı şaşırtan bir tutum almalı”ydı.

ABD, stratejik müttefiki Türkiye’nin, görüşme öncesi ilettiği taleplerine uygun davranacağından emin ve rahattır. Görüşme sonrası, Dışişleri sözcüsü Sean Mc Cormack, “Bunlar nihayetinde ülkelerin kendi kararları. Eğer buna (görüşmeye) karar verirlerse, biz onların, bu tür görüşmeleri Hamas’ın uluslararası beklentileri karşılaması yönünde verilecek samimi mesajlar için kullanmalarını isteriz ve bu ülkeleri bu yönde destekleriz. Henüz Türk tarafından bu görüşmelerle ilgili bilgilendirmeyi almadım. Ancak kesinlikle bu mesajların verildiğini umuyoruz.” demiştir.

Ama İsral’i, görüşme öncesinde bilgilendirilmek, şart ve dayatmalarının Hamas’a iletileceğinin taahhüt edilmesi vs. kesmemiştir. İsrail sözcüsü Raanan Gissin, Hamas’ı ABD ve AB’nin terörist örgütler listesine koyduğunu belirterek, “Türkiye neden böyle bir hata yaptı, anlamıyoruz. Biz, Abdullah Öcalan ile bir araya gelsek, siz ne hissedersiniz?” açıklamasını yaptı.

TÜRKİYE BAĞIMSIZ BİR DIŞ POLİTİKA MI İZLİYOR?

Gerçekten bağımsız bir ülke ve onun yöneticileri; resmen tanıdığı bir ülkenin, bir devletin ya da o ülke halkını belli ölçüde de olsa temsil yetenğine sahip bir partinin temsilcileriyle, yöneticileriyle görüşmek için bir başka ülke ya da ülkelerin yöneticilerinden izin alma gereği duyar mı? Hele de bu olayda olduğu gibi, söz konusu olan, halkı tarafından büyük bir çoğunlukla seçilmiş, parlamentoda çoğunluğu sağlamış ve hükümeti kuran bir partiyse (partinin ideolojik ve politik kimliğinden bağımsız olarak) başka ülke ya da ülkelerin ‘tamam görüşebilirsin, şu şu şartları ve talepleri iletmelisin’ vb. onayına ihtiyaç duyulabilir mi? Elbette hayır, kimseden ya da hiçbir ülkeden izin alma gereği duymayacağı, onayına ihtiyacı olmayacağı gibi, buna karışan, karışmaya yeltenenlere karşı; ‘Bizim ülkemiz bağımsız bir ülkedir. Bizler de bağımsız bir ülkenin yöneticileriyiz, hangi ülkeyle ve hangi ülkenin, hangi temsilcileriyle görüşeceğimizi size soracak değiliz ve sizin de bunu sorma ve karışma hakkınız yoktur. Bağımsız bir ülkenin yöneticileri olarak bizler, hiçbir ülkenin ya da ülkelerin talepleri ve mesajlarının ileticisi değiliz, hiç kimse bize kiminle neyi görüşüp neyi konuşacağımızı öneremez, dikte edemez’ diyerek haddini bildirir.

Ama, büyük ve “bağımsız” Türkiye’nin tutumu nedir? Önce İsrail’in ‘talebini’, “Türkiye’nin Hamas’ı kabul etmeyeceğine” dair güvence isteğini, “Hamas yetkilileriyle görüşülmeyecek” (Dışişleri Bakanı, Gül) diye yanıtla; ardından Hamas’ın ziyaret ve görüşme talebini kabul et, ama ABD ve İsrail’i görüşme öncesinde bilgilendir, talep ve önerilerini al. Önce Başbakan olarak da kabul edip görüşeceğini duyur, sonra randevuyu iptal et. Önce Dışişleri Bakanlığı olarak görüşeceğini açıkla; sonra vazgeç, hükümet olarak değil, AKP olarak görüş. Dışişleri Bakanın da görüşmeye bakan olarak değil, AKP’li kimliğiyle katılsın! İşte “Bağımsız” Türkiye’nin “bağımsız”, “şahsiyetli” ve “aktif” dış politikası.

Türkiye’yi Geniş Ortadoğu Projesi’nin (GOP) ve dolayısıyla ABD’nin bölge politikalarının köprü ülkesi yapmaya ahdetmiş, bölge politikalarında ABD ve İsrail rotasından çıkamayan işbirlikçi burjuvazi ve hükümetlerinin bu tutumu; elbette anlaşılmaz değildir. Kürt sorununu, demokratik ve halkçı bir tarzda çözememiş bir Türkiye için, bu sorun, başta ABD olmak üzere emperyalistler ve İsrail’in elinde, onu kendi politikalarına bağlamak üzere kullanacakları bir şantaj ve tehdit unsuru olmaya devam edecektir.

Hükümet (AKP olarak) Hamas’la görüşmeden bir takım partisel çıkarlar (tabanına, “ben yerimdeyim, değişmedim” gibi bir mesaj verme) ummuş olabilir, ama bu açıdan bile faydası olmayacak, bir ağzına yüzüne bulaştırma durumu ortaya çıkmıştır. Zaten görüşmeyi takip eden günlerde, Hamas’la görüşmenin ABD’nin izniyle olduğu da yazılıp çizildi. Hükümet, ABD’nin Müslüman elçisi işlevi görmüş oldu.

Türkiye ve yönetenleri, son bir yılda, ABD, İsrail ve Avrupalı emperyalistlerin, Hamas’ı ve Filistin’i tecrit (aslında yürütülen tecrit kampanyası ve ekonomik ambargo doğrudan Filistin halkına yönelmiştir ve sonuçlarını, acısını Filistin halkı yaşamaktadır) etmeleri, mali yardımların kesilmesi, ülkenin siyasi kriz ve iç çatışmalara sürüklenmesine karşı hiçbir şey yapmazken, İsrail’le ekonomik ve siyasi ilişkilerini, her yönden geliştirmiştir. Bu yılın 14-15 Şubat günlerinde, İsrail  Başbakanı Ehud Olmert Ankara’daydı. Olmert ile Erdoğan’ın dışında, Cumhurbaşkanı Sezer, Dışişleri Bakanı Gül, Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve TOBB Başkanı da görüştüler. ABD ile ilişkiler daha da geliştirilerek, geçtiğimiz yıl Temmuz’da Ortak Vizyon Belgesi ile taçlandırıldı. Bu yılın Şubat ayında ise, önce Dışişleri Bakanı Gül, ardından Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, peşpeşe ABD’ye gittiler. Ve Dışişleri Bakanı Gül, ABD’ye giderken, “Hamas’la mesafe” ve “İsrail’le yakınlaşma”dan söz etti.

BURJUVA, EMPERYALİST İKİ YÜZLÜLÜK VE DEMOKRASİ

Filistin seçimleri ve sonuçları; emperyalistlerin bayraktarlığını yaptıkları (“Geniş Ortadoğu Projesi”nde, ‘insan hakları, kadın hakları ve özgürlükler, özgür ve demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş hükümetler; bölge ülkelerinin bunlara dayalı yönetimlere kavuşması’ söylemleri hatırlardadır) özgür, demokratik seçim sloganları ve demokrasi anlayışlarının sahteliğini ve iki yüzlülüklerini bir kez daha (yakın geçmişte Gürcistan, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da yapılan seçimleri ve sonuçlarını tanımama, diplomatik ambargo, ilişkileri kesme tehditleri, seçimi kaybeden işbirlikçi parti ve çevreleri, her yönden destekleyip kışkırtma ve bu yolla seçimleri geçersiz kılma ve yeniletme vb. tutumları hatırlanacaktır) ortaya çıkardı. Bir kez daha tüm açıklığı ile ortaya çıkmıştır ki; “demokrasi”, “özgür ve demokratik seçimler” ve böyle yapılmış seçimlerle işbaşına gelen hükümetlerin ülkeleri yönetmesi, “insan hakları ve özgürlükler”; emperyalist burjuvazi ve devletlerin elinde ve dilinde; egemenlik ve pazar alanlarını genişletme, ülkeleri ekonomik, politik, askeri ve kültürel her alanda bağımlılaştırmanın demagojik araçlarından başka bir şey değildir.

Öz olarak denilen ve yapılan şu olmaktadır: Seçimler ne kadar özgür propaganda ve seçim çalışmaları ortamında, ne kadar demokratik koşullarda yapılmış olursa olsun, istediğimiz sonuçlar çıkmaz ya da hükümeti oluşturacak olan parti veya partiler, şartlarımıza uymaz ve bunları yerine getirmezse; bu seçimi, sonucunu ve oluşacak hükümeti tanımayız ve ekonomik, siyasi ve diplomatik her türlü yaptırım ve ambargoyu uygularız.

Yapılan, ülke ya da ülkelerin içişlerine, ulusların ve halkların iradesine; kendi kaderlerini belirleme haklarına doğrudan bir müdahale ve ambargo koymaktır. Filistin örneğinde de yapılan, Filistin halkının iradesine müdahale etme ve iradesini tanımamadan başka bir şey değildir. Seçimler sonucunda hükümeti oluşturacak parti ya da partilerin politik kimlikleri onaylanmayabilir, eleştirilebilir ama, bir ulusa, bir halka; sen bu parti ya da partileri niye seçtin veya şu partiyi niye seçmedin diye sorulamaz. Bu sorular sorulduğunda ortaya çıkacak olan, ülkelerin içişlerine karışma, ulusların ve halkların iradesini ve kaderini tayin hakkını tanımama ve müdahale etme olacaktır. Temelinde ulusların ve halkların kendi kaderini tayin hakkı ve buna saygı olmayan bir demokrasi olamaz.

HAMAS VE SEÇİM GALİBİYETİ

Hamas’ın, Filistin seçimlerinden net bir çoğunlukla, 132 üyeli parlamentoda 76 üyelik kazanarak galibiyetle çıktığı açıktır. Buna rağmen, şu belirtilmelidir ki; Hamas ile El Fetih’in oy oranları arasındaki fark % 2 civarında iken, kazanılan milletvekili sayısındaki fark 33’tür. Bu durum da seçim sisteminin bir cilvesi olsa gerektir. Hamas’ın galibiyetini; bu örgütün İslamcı, Şeriatçı hattı ve ’93’ten başlayarak bir eylem çizgisi haline getirdiği, halka ve halkın mücadelesine güven duymayan, umutsuz, hatta bazı dönemlerde provokatif bir işlev gören, kör terörcü intihar eylemciliğiyle doğrudan ilişkilendirmek hatalı bir değerlendirme olacaktır. Yani, Hamas’a verilen oyların büyük çoğunluğunun, İslamcılık ve Şeriatçılık veya Filistin halkı içinde sadece ve tek başına bu eğilimin artışı ile doğrudan ilgisi olduğu söylenemez. (Genel olarak Ortadoğu’da ve İslam ülkelerinde, Müslüman halklar arasında dinci eğilimlerin artışı tespit edilmelidir. Ancak bu artışın, ABD ve müttefiklerinin 2001 sonrası başlattığı “haçlı seferi”, Afganistan’ın ve Irak’ın işgali, işgal sonrası Irak’ta Müslüman halkın yaşamak durumunda kaldığı şiddet ve vahşet ortamı, “Medeniyetler çatışması” teorileri eşliğinde beslenip sürdürülen “uygar Batı ve Hristiyanlık”, “ilkel Doğu ve İslam” gibi demagojik karşıtlıklar, İslam’ın ve Müslüman halkların aşağılanması vb. gibi gelişmeler zemini ve koşullarında yaşandığı da tespit edilmelidir.) Bu oyların asıl özelliği; tepki oyları olmasıdır. El Fetih’in başında olduğu yolsuzluk ve adam kayırmanın arttığı, halktan kopma durumuna gelmiş yönetime duyulan tepki; barış görüşmelerinin her seferinde çıkmaza girmesi, işsizlik, ekonomik sıkıntılar, işgal koşullarının yarattığı güçlük ve sıkıntılardan kaynaklı tepkiler.. Mahmud Abbas’ın uzlaşmacı ve İsrail karşısında, Amerika’dan medet uman çizgisine duyulan tepkiler.. Tüm bunlar, El Fetih’in yenilgisi ve Hamas’ın galibiyetinin nedenleri ve zeminini oluşturdu.

Filistin Yönetiminin güvenlik yetkililerinden birinin seçim sonuçlarına ilişkin “Barış sürecinin çökmesi, yolsuzluk ve kanunsuzluk, Filistin halkını, El Fetih’e oy vermenin boşuna olduğu fikrine götürdü” değerlendirmesi anlamlıdır. Yine İsrail’li yazar ve Gush-Shalom barış örgütü yöneticisi Uri Avnery; seçim sonuçlarını “…Hamas’a verilen oyların çoğunun barış, din veya köktencilikle değil, tepkiyle ilgisi vardı. El Fetih’in elindeki Filistin yönetimi yolsuzlukla lekeli. ‘Sokaktaki adam’ tepedekilerin onunla ilgilenmediğini hissediyordu. El Fetih, işgalin yarattığı durumdan ötürü de suçlanıyordu. Bu arada, muzaffer şehitler ve olağanüstü güçlü İsrail ordusuna karşı yürütülen inatçı savaş, Hamas’ın popülerliğini artırdı.” şeklinde değerlendiriyor. Hamas’ın zaferi ve El Fetih’in yenilgisine ilişkin değerlendirmelerin, ortaklaştığı nokta; El Fetih’in elindeki Filistin yönetiminin yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma ve kanunsuzluk içine düşmesi, halktan uzaklaşması ve İsrail’e karşı uyguladığı ABD ve Batı’dan beklentici, uzlaşmacı çizgidir.

HAMAS’IN GEÇMİŞİNE KISA BİR BAKIŞ

Geçmişine bakıldığında, HAMAS’ın Müslüman Kardeşler kökenli, gelişiminde ABD’nin komünizme karşı “yeşil kuşak” stratejisinden epeyce nasiplenmiş, Suudilerin mali desteğine sahip, Arap milliyetçiliğine, ’70’li ve ’80’li yıllarda Filistin ulusal hareketine, FKÖ ve El Fetih’e düşmanlık ve çatışmalarla şekillenmiş, aynı yıllarda, El Fetih, FHKC, FDKC gibi ulusal örgütlere saldırılar düzenlemiş bir örgüt olduğu görülecektir. Hamas’ın kurucusu ve İsrail tarafından öldürülünceye kadarki lideri Şeyh Ahmet Yasin, Arap milliyetçisi ve Filistin ulusal hareketinin destekçisi Mısır Devlet Başkanı Abdülnasır’a yapılan suikast girişimcisidir. Yaser Arafat, Hamas’ın, İsrail’in kurduğu bir örgüt olduğunu iddia etmiştir. Hamas doğrudan İsrail tarafından kurulmuş olmasa bile; Filistin ulusal hareketine, ulusal, laik ve demokratik karakterli Filistin örgütlerine, FKÖ’ye, El Fetih’e düşmanca çizgisi ve saldırılarıyla, faaliyetleri ve gelişip güçlenmesi, İsrail tarafından görmezden gelinmiş, bu yolla teşvik edilmiş bir örgüt olduğu da açıktır. Uri Avnery; “Kimileri, Hamas’ın en başından itibaren bir İsrail icadı olduğuna inanıyor. Bu bir abartma. Ama ilk intifada’dan önceki yıllarda, Hamas’ın işgal altındaki topraklarda serbestçe faaliyet yürüten tek örgüt olduğu doğrudur. Mantık şuydu; düşmanımız FKÖ. İslamcılar, laik FKÖ’den ve Yaser Arafat’tan nefret ediyor. Öyleyse onları FKÖ’ye karşı kullanabiliriz.” diyordu.

Hamas, intihar eylemlerine asıl olarak ’93’de başlamış ve bu eylemleri işgale karşı mücadelenin asıl biçimi haline getirmiştir. Hamas, eylem çizgisi, FKÖ ve El Fetih’e karşı çatışmalara varan tutumuyla, bu süreçte; hem Filistin İsrail görüşmelerini provoke eden, hem İsrail karşısında Filistin yönetimini, FKÖ ve El Fetih’i zora sokan hem de Filistin halkını zor durumda bırakan bir hat izlemiştir. Hamas, sahip olduğu camileri, hastane ve okulları dinci şeriatçı çalışmasının alanları ve araçları olarak (işgalin, halk yaşamında yarattığı yoksunluk ve yoksulluk koşullarının da yardımıyla) ‘iyi’ kullanabilen bir örgüttür. Son yıllarda, yönetimde bulunduğu yerleşim alanlarında, laik yaşama karşı şeriatçı yasaklar koyarak, halkın yaşamını baskılayan ve zora sokan bir yönetim tarzı içinde olmuştur.

HAMAS’IN POLİTİKALARI GERÇEKÇİ DEĞİL, ÇELİŞKİLİ VE TUTARSIZ

Son bir yılda bazı temsilcilerince farklı görüşler dile getirilmiş olsa da, Hamas’ın ‘İsrail’i tanımama’ ya da ‘İsrail yok edilecek düşman bir devlet’ sayma gibi tutumları, gerçekçi ve bölgenin gerçeklerine uygun tutum ve politikalar değildir. Bu, sadece bölgenin gerçeklerine aykırı değil, aynı zamanda Filistin’in ve Filistin halkının gerçeklerine de aykırıdır. Filistin yönetimi ve önceki Filistin hükümetleri, İsrail’i bir devlet olarak tanımış ve İsrail’le, Filistin’in ve Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlığı, sınırlar, Yahudi yerleşimleri, mültecilerin dönüşü ve tüm diğer hakları üzerine görüşmeler yürütmüş, anlaşmalar (içerikleri, zayıflıkları ve uygulanıp uygulanmamalarından bağımsız olarak) imzalamıştır. Bunlar yok sayılamaz ve yok sayılmaları, Filistin’in de, Filistin halkının da yararına değildir.

Hamas politikaları çelişkilidir ve tutarsızlık içindedir. Örneğin Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal, daha önce “yok edilmesi gereken devlet” dediği İsrail’le “belli şartlara uyması halinde, barış müzakerelerine başlayabileceklerini” söyleyerek, çelişik tutumlar almaktadır. Yine Halid Meşal, bu yılın Ocak ayında, Madrid’deki Ortadoğu toplantısı nedeniyle yaptığı açıklamada; “İsrail devletinin bir gerçeklik olduğunu ve Filistin devletinin kurulmasından sonra tanınabileceğini” söyledi. Öte yandan hemen ardında, Hamas sözcüsü İsmail Rıdvan’ın, açıklamasında; “İsrail’in tanınmasının söz konusu olmadığını, Hamas’ın tutumunda bir değişiklik olmadığını” söylemesi gibi, örgüt açıklama ve tutumlarında tutarsızlık ve çelişkiler sık görülmektedir.

İsrail devletinin kuruluşu ve bugünkü pozisyonu, işgalcilik ve saldırganlığı, ABD’nin bölgedeki ileri karakolu durumunda olması; Yahudi halkının varlığı ve devlet olma hakkını yok saymanın gerekçesi olamaz. Kaldı ki, İsrail’in saldırganlığı ve işgal koşulları, çatışmalar ve savaşlar; giderek İsrail halkı açısından da bezdirici ve çekilmez hale gelmektedir. Ve İsrail halkının da önemli bir çoğunluğu; İsrail- Filistin sorununun barışçı görüşmeler yoluyla çözümüne yönelmektedir. 18–19 Mart’ta İsrail gazetelerinde yayınlanan kamuoyu araştırmasına göre; İsrail halkının % 39’u, Hamas-El Fetih hükümetinin tamamıyla, % 17’si ise, El Fetih’li bakanlarla diyalog kurulmasını istiyor.

SEÇİMLERDEN ULUSAL BİRLİK HÜKÜMETİ’NE; KISA BİR ÖZET

Seçimlerden çoğunlukla çıkan Hamas, hükümetini kurdu ve 28 Mart’ta, Filistin meclisinden güvenoyu alarak görevine başladı. Başbakan Haniye, Hamas’ın silah bırakmayacağını ve İsrail’i tanımayacağını açıkladı ve Amerika, Avrupa Birliği, Rusya ve Birleşmiş Milletler’e çağrı yaparak, Ortadoğu barış sürecine yardım etmelerini istedi.

ABD, İsrail ve AB mali yardımları durdurdu. Sadece Filistin’de insani krizi önleme amaçlı yardımlara devam edeceklerini açıkladılar. Rusya ve bazı Arap ülkeleri yardım edeceklerini ve yeni Filistin yönetimiyle diyalog içinde olacaklarını söylerken, ABD Dışişleri Bakanı Rice, çıkacağı Ortadoğu gezisi öncesinde, “Hamas’a mali yardımda bulunmayı aklından geçiren ülkelerin, bunun Ortadoğu’ya yapacağı etkiyi bir daha düşüneceğini umarım” diyerek, bu ülkeleri tehdit etti.

Uluslararası doğrudan mali yardımların durdurulmasının yanı sıra, İsrail’in uyguladığı yaptırımlar; Filistin adına İsrail yönetimince toplanan tüm vergi gelirlerinin dondurulması (Vergi gelirleri aylık 50-60 milyon doları bulan, Filistin açısından önemli bir gelir kaynağı durumundadır), Filistin’li işçilerin (50 bine yakın Filistinli işçi İsrail’de çalışıyordu) İsrail’de çalışmalarının yasaklanması, Filistinlilerin, Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında gidiş-gelişlerinin önlenmesi, Hamas üyelerinin Batı Şeria’da dolaşım özgürlüğünün sınırlandırılması gibi en temel insani hakların kısıtlanması boyutuna vardı.

İÇ ÇATIŞMALAR VE SİYASİ KRİZ

Seçimlerin ertesinde, Hamas ve El Fetih üyeleri arasında karşı karşıya gelmeler, zaman zaman çatışmalara dönüştü. Çatışmaları durdurma açıklamalarını, şu veya bu nedenle, küçük çaplı da olsa, yeni çatışmalar takip etti. Nisan başında, Hamas yönetimi Gazze Şeridi’nde sokaklardan ‘silahları kaldırma’ sözü vermesine rağmen, hemen ertesinde çıkan çatışmalar ölümlere ve yaralanmalara neden oldu. Öte yandan, İsrail saldırı ve operasyonları da şu veya bu vesileyle devam etti.

Hamas hükümetinin yeni bir güvenlik birimi (Hamas militanlarından oluşacak) kurma kararı ve Abbas’ın bu kararı ‘anayasa ve yasalara aykırı’ olduğu gerekçesiyle veto etmesi, Filistin’de bir siyasi krize yol açtı. Halid Meşal, veto kararının ardından, Abbas’ı hükümetin yetkilerini kısmakla, ABD ve İsrail’den talimat almakla, işbirlikçilikle suçlayarak, ‘Siyonistler ve ABD tarafından desteklenen askeri darbe başarıya ulaşamayacak’ dedi ve halkı sokaklara çıkmaya çağırdı. Bu açıklama ve çağrı gerginliği artırdı ve karşılıklı gösterilerde çatışmalar yaşandı. Birkaç gün sonra Hamas ve El Fetih görüşmeleri sonucunda, ‘çatışmaları durdurma, ulusal birliği bozacak bir çatışma içine girmeme’ kararına varıldı ve bu yönde çağrı yapıldı. Ancak bilindiği gibi, iç çatışmalar, Mart (2007) ayı ortalarına kadar, şiddeti azalıp artarak (Başbakan Haniye’nin konvoyuna ateş açılması, Devlet Başkanı Abbas’ın konutuna saldırı gibi boyutlara vardı) sürdü. Ve 100’e yakın Filistilinin ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına sebep oldu.

Filistin’de siyasi krize bir çözüm bulma amacıyla, İsrail cezaevlerinde olan, ileri gelen Filistinli siyasetçiler, Mayıs’ta “mahkumlar belgesi” adıyla, bir bildirge hazırladılar ve bu belge üzerinden, Hamas-El Fetih görüşmeleri yürütüldü. Ancak, “mahkumlar belgesi”ne Hamas’ın itirazlarına karşı, Abbas, belgeyi referanduma götüreceğini ilan etti. Yeniden görüşmeler, Hamas’a belge üzerinde anlaşmak üzere süre tanıma, süre uzatmalar sonucunda, Abbas’ın erken seçim tehdidi ve yine çatışmalar, yeniden bozulmak üzere, çatışmaları durdurma kararları gündeme geldi.

İSRAİL SALDIRISI, YIKIM VE KATLİAM

Haziran sonunda, Hamas militanlarının bir İsrail güvenlik noktasına saldırısı, iki askerin öldürülmesi ve bir askerin kaçırılmasının ardından İsrail oldukça geniş çaplı bir saldırıya girişti. Bu, Filistin’de devlet binaları da dahil kentleri, su ve ulaşım sistemlerini yıkıp yok etmeyi hedefleyen, 8 Bakan, 20 milletvekili, onlarca hükümet görevlisi ve Hamas yöneticisiyle belediye başkanlarının tutuklandığı bir saldırıydı. (İsrail, bu saldırıyı daha sonra, Lübnan’a genişleterek boyutlandırdı, yol açtığı kıyım, yıkım ve sonuçları biliniyor.) İsrail, askeri kaçıran militanların ve Başbakan Haniye’nin ateşkes çağrılarını dikkate almaksızın, iki hafta boyunca, yaktı, yıktı ve katletti. Bu saldırı süresince, 50’yi aşkın Filistinli, çocuk ve yaşlı ayrılmadan katledildi.

Bu saldırı ve sonrasında aralıklarla devam çatışmalar, İsrail ablukası, kesilen mali yardımlar ve vergi gelirleri; bir yandan siyasi krizi boyutlandırırken, bir yandan da ekonomik bir çöküntüye ve halkın yaşamının oldukça kötüleşmesine, ciddi boyutlarda, gıda ve ilaç sıkıntılarına yol açtı. Eylül’e gelindiğinde, 170 bin kamu çalışanı, maaşlarının ödenmesi talebiyle genel greve (2 Eylül) gidiyordu. Mali yardımların kesilmesi ve vergi gelirlerinin dondurulması nedeniyle, maaşlarının küçük bir bölümünün ödenebilmesi; kamu çalışanlarının yoksullaşmasına neden olmuştu.

11 Eylül’de, “mahkumlar belgesi” üzerinden bir ulusal birlik hükümeti kurulması yönünde uzlaşıldığı açıklansa da, sürdürülemeyen ve ilerletilemeyen uzlaşma kadük oldu. 15 Aralık’ta, Abbas, iktidardaki Hamas örgütüyle El Fetih arasında aylardır yürütülen ulusal birlik hükümeti oluşturma görüşmelerinin başarısız olması nedeniyle, bir erken seçim çağrısı yaptı.

Hamas, Abbas’ın erken seçim kararını reddetti. Aynı günlerde, Başbakan Haniye’nin konvoyuna yapılan saldırı ve oğlunun yaralanması sonrasında çatışmalar yeniden başladı. Bu arada ABD, AB ve İsrail, Abbas’ın erken seçim kararını desteklediklerini açıkladılar. Bu açıklamalar ve Abbas’ı “destekleme” tutumları, Filistinli örgütler arasındaki güvensizliği artırıcı ve çatışmaları kışkırtıcı bir işlev gördü.

Hamas-El Fetih görüşmeleri; Ocak’ta Suriye’de, Şubat’ın ilk haftasında da Mekke’de, Mahmud Abbas ve Halid Meşal arasında yapılan görüşmelerle sürdü. Ve sonunda, Mekke’de, iç çatışmalara, kardeş kavgasına son verilmesi ve bir ulusal birlik hükümeti kurulması üzerinde birleşildi. Mekke’de varılan uzlaşma ve anlaşmanın sonucu olarak, çatışmalar durduruldu ve ulusal birlik hükümeti kuruldu. Ulusal birlik hükümeti; Hamas’ın 14, El Fetih’in 7, bağımsızların da 4 bakanlığı paylaştıkları 25 üyeden oluşuyor. Yeni Filistin hükümeti 17 Mart’ta meclisten güvenoyu alarak görevine başladı.

ABD VE İSRAİL’İN KIŞKIRTMALARINA KARŞI FİLİSTİN HALKININ BİRLİĞİ

İsrail, dün olduğu gibi bugün de, gerçek ve adil bir barıştan yana değildir. Ve günümüz dünyasının koşulları; ona bu pozisyonunu sürdürme ve ilerletme olanağını vermektedir. Filistin’de seçimlerden, İsrail’i ve daha önce yapılmış Filistin-İsrail anlaşmalarını tanımayan, ABD ve AB’nin terörist örgütler listesinde yeralan bir Hamas’ın çoğunlukla çıkması, tek başına hükümet olması ve çizgisinde ısrarı, İsrail’in yararlandığı, “Filistin tarafında, barışın ortağı ve tarafı yok” tutumuyla inkarcı çizgisinde ısrar etmesinin yeni bir “olanağı” olmuştur. İsrail seçimlerinde (28 Mart 2006), Başbakan Olmert’in partisi Kadima’nın propagandasının temel unsurlarından biri, “2010 yılına kadar, İsrail’in nihai sınırlarını kendimiz belirleyeceğiz. Hamas’ın İsrail’i tanımasını bekleyecek değiliz” olmuş ve bu planı, son aylarda yeniden gündeme almıştır. Mahmud Abbas, İsrail planını, tepkiyle karşılamış ve bunun “Filistin-İsrail savaşının yeniden başlamasına davetiye çıkarmak” olacağını belirtmiştir.

ABD ve İsirail, bir yıl boyunca, seçimler ve sonuçları üzerinden dayatmalarda bulunmakla kalmaksızın, Filistin’in içişlerine her yolla karışmaktan geri durmadılar. Bir yandan Filistin halkının iradesini tanımazken, öte yandan “Abbas’la görüşmelere devam edeceğiz” tutumlarıyla; Filistin’e mali yardımları durdurup, vergi gelirlerinin ödenmesini askıya alır, Filistin halkını kıtlığa, ilaçsızlığa iter ve Filistin halkını en temel insani haklarından mahrum ederken, Mahmud Abbas’ın kendi güvenlik biriminin organizasyonunda kullanması için 86 milyon dolar (bu paranın gönderilmesi ABD Kongresi tarafından askıya alındı) gönderme tutumlarıyla Filistin içindeki ayrılıkları büyütme ve kışkırtma tutumu izlemişlerdir. Benzer müdahale ve kışkırtmaların süreceği açıktır. Filistin halkı ve temsilcileri ABD ve İsrail’in bu ve benzeri oyunlarına karşı uyanık olmayı ve bozmayı bilecektir.

Hamas’ın; geçmişi, ideolojik, politik hattı ve eylem çizgisi, (geçmişte FKÖ’ye karşı saldırgan ve provokatif tutumları biliniyor) çelişkili ve tutarsız politik tutumları ve seçimden zaferle çıkmanın verdiği “güven”le, son bir yılda yaşanan iç çatışmalarda, önemli bir payı olduğu açıktır. Sözcülerinin, çeşitli gelişmeler karşısında yaptığı açıklamalar, çatışmaya çağrı (Abbas’ı; “siyonistlerden ve ABD’den talimat almak”la, “işbirlikçilik”le ve “askeri darbe yapmak”la suçlaması vb.) işlevi görmüştür. El Fetih’in ise, seçim yenilgisine tepki ve hazmedememe gibi nedenlerle, gerginlik ve çatışmaları yaratmış olmasa da, sürmesinde, yayılmasında payı olduğu açıktır.

Ulusal birlik hükümetinin kurulması ve çatışmaların bitirilmesi üzerinde anlaşılmış olması önemli bir adım olmakla birlikte, mevcut koşullarda yeni çatışmaların çıkabilecek olması beklenmez değildir. Filistin davasını ve halkın birliğini ve çıkarlarını öne alan bir tutum, provokasyonları ve provokatörleri püskürtebilir, yeni çatışmaların önüne geçebilir.

FİLİSTİN DAVASI, FİLİSTİN HALKININ MÜCADELESİ VE GELECEĞİ

Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasının; Filistin davası ve Filistin halkı ve iç çatışmaların önüne geçebilme açısından olumlu bir gelişme ve ileriye doğru atılmış bir adım olduğu açıktır. Her iki örgüt ve hükümetin, Filistin mücadelesi ve Filistin halkının zorlukları ve sorunları karşısında sorumlulukla ve bağlılıkla hareket etmesi, yeni gerginlik ve iç çatışmalara meydan vermemeleri zorunludur.

Filistin halkı, 50 yıldan bu yana, işgale son vermek için, bağımsız ve özgür bir Filistin için mücadele ediyor. Filistin davası ve Filistin halkının geçmişi; direnişler, savaşlar, çatışmalar, görüşmeler, uzlaşmalar ve yine direniş ve mücadeleler, intifadalar tarihidir. Filistin halkının kazanımları, bu uzun ve dirençli mücadelesi sayesinde olmuştur. Filistin halkının en önemli kazanımlarından biri, işgal koşullarını kıramamış olsa bile, bir yönetim olarak örgütlenmesidir. Uluslararası tanınma, sorunlara rağmen her dönem birliğini koruma ve bağımsız ve özgür Filistin için her koşulda mücadeleyi sürdürme kararlılığı da; Filistin halkının önemli kazanımlarındandır. Bugün, Filistin halkı, kazanımlarını savunma ve geliştirmekle yüzyüze.

ABD ve İsrail, kendi şart ve dayatmalarını, “uluslararası toplumun talepleri” ve dayatmaları haline getirebilmiş ve buradan da güç alarak, Filistin halkını ve yeni Filistin hükümetini, siyasi, mali, diplomatik açılardan çok yönlü sıkıştırma, Filistin halkının boğazını sıkma ve boyun eğdirmeye yönelmiştir. İsrail’in tanınması-tanınmaması sorunu; “uluslararası toplumun” (ABD ve İsrail’in) elinde, Filistin halkına, baskının ve ambargonun, en önemlisi; işgali ve ilhakı sürdürmenin hatta genişletmenin “gerekçesi” haline getirilmiştir; aynı zamanda içerde İsrail halkını, Filistin halkına karşı yedeklemenin, barıştan yana emekçi ve ileri kesimleri geriletmenin de demagojik bir olanağı olarak kullanılmaktadır.

İsrail emekçileri, barışçı ve demokratik güçleri açısından, Filistin yönetimi ve önceki Filistin hükümetlerinin, İsrail bir devlet olarak tanıdıkları ve anlaşmalar yaptıkları bilinen bir gerçektir. Ama İsrail Siyonizmi ve gericiliğinin buna rağmen,  Filistin sorununun adil bir barışla çözümü için yapması gerekenleri (işgale son verme) yapmadığı, yapmak istemediği de bilinmez değildir. Yani İsrail Siyonizmi ve gericiliği, İsrail’i tanıyan Filistin hükümetleriyle de barışmak için değil barışmamak için uğraşmış, yapılan analaşmalara uymamış, gereklerini yerine getirmemiştir. Bu yüzden, Hamas’ın İsrail’i tanımaması, Siyonistler için bir demagojiden başka bir şey değildir. Gerçekte İsrail Siyonizmi ve gericiliğinin Filistin’de ve Ortadoğu’da barış diye bir derdi yoktur. Seçimlerden Hamas’ın çıkması da Siyonistler ve gericilik için bulunmaz bir fırsat olmuştur.

Yeni Filistin hükümeti ve asıl olarak da Hamas, İsrail’i tanımamalarını; ABD, İsrail ve emperyalistler elinde Filistin halkına ve Filistin’e karşı kullanılan demagojik bir koz olmaktan çıkarmalıdır. Üstelik yakın geçmişte Filistin yönetimi ve Filistin hükümetleri, İsrail’i hem tanımış, hem de onunla anlaşmalar imzalamışlardır. Filistin halkı bu nedenle bir şey kaybetmemiş, ama kazandıkları olmuştur. Filistin halkının mücadelesinde en yakın müttefikinin (sorunun sıkıntı ve acısını da çeken) İsrail emekçileri, barışçı ileri güçleri olduğu unutulmadan, İsrail emekçilerini ve barışçı güçlerini gericilik karşısında güçlendirmek gözetilmelidir.

Çünkü, Filistin-İsrail sorununun, gerçek, adil bir barışa dayalı çözümünün asıl güçleri Filistin ve İsrail halkıdır. İsrail emekçilerinin barış hareketlerini ve İsrail Siyonizmine karşı mücadelesi, bugün de görmezden gelinemez bir güçtür. Ve İsrail halkı içinde, Siyonizme ve gericiliğe rağmen, Filistin ulusal birlik hükümetinin tanınmasını ve görüşülmesini isteyenler, küçümsenemez bir çoğunluk oluşturmaktadır.

Sorunun aslı; İsrail’in tanınıp tanınmaması değil, İsrail’in Filistin topraklarında işgalci olarak varlığı ve bundan kaynaklı sorunlardır. İşgale son verilmesi, İsrail’in ’67 öncesi sınırlarına çekilmesi, Filistinli mültecilerin geri dönüşünün sağlanması, Yahudi yerleşimlerinin boşaltılmasıdır. Yapılacak adil bir barış, temeline, İsrail’in güvenliğini değil, Filistin halkının taleplerini koymalıdır. İsrail’in güvenliği, böyle bir barış sağlandığında, sorun olmaktan çıkacaktır.

Filistin davası ve Filistin halkının zor bir dönemden geçtiği tüm açıklığı ile ortadadır. Ama 50 yıllık mücadeleci tarihine bakıldığında; Filistin halkının daha zor dönem ve koşullarda davasına sahiplenerek direniş ve mücadelesini sürdürmüş, birliğini korumayı bilmiş bir halk olduğu görülecektir. Filistin halkı, geçmişinden de güç alarak, birliğini güçlendirecek ve bağımsız ve özgür Filistin yolunda ilerleyecek, direnen Filistin kazanacaktır.

Geleneksel Solcuya Zorunlu Yanıt

Özgürlük Dünyası’nın 176. sayısında, “Geleneksel solculukla anti-emperyalizm üzerine bir tartışma” başlıklı bir makaleyle, bir süre önce yayımlanan TKP/Yurtsever Cephe’nin anti-emperyalizm sorununa yaklaşımını eleştiren makalemizin H. Meriç Algün imzalı eleştirisinin eleştirisine yer vermiştik. Yine bir süre sonra bir yanıt aldık. Eğer denebilirse, “yanıt”tı.

Gelenek yazarı H. Meriç Algün’le bir konuda anlaşıyor gibiyiz. Tartışmayı sürdürmek fazla yararlı olacak gibi görünmüyor. Kuşkusuz bu sonuca farklı hareket noktalarından geliyoruz, ancak görünen bu. Bir “sağırlar diyaloğu” yaşanıyor. İleri sürülen görüşler yanıtlanıyor, yanıtlanmamış sayılıyor. Sorular soruluyor, yazar üzerine alınmıyor, en ileri noktada topu taca atıyor, şu şu yazılarda yanıt bulunabilir diyor ve aklınca “dalgasını geçiyor”: Gelenek dergisinin hangi sayılarını okumalıymışız!

Daha da önemlisi, yazar ve ondan önce arkadaşları (örneğin K. Okuyan) “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez.” tezini temel bir tez olarak ileri sürdükleri için, buradan tartışıyoruz, örnekler veriyoruz; Lenin’e, Stalin’e, Komintern belgelerine baş vuruyoruz. Tezin anlamı açık değil mi? Tezin, sosyalizmi savunmayanların, politik tutum bir yana, nesnel olarak bu politik tutumu almaları olanaksız olanların, yani örneğin köylülüğün, yani şehir küçük burjuvazisinin, yani genel olarak burjuvazinin emperyalizmle çelişmelere sahip olmadıkları ve emperyalizme karşı bir mücadele yürütmelerinin olanaksız olduğu anlamı taşıdığı ortada. Zaten 1848’den bu yana burjuvazinin gericileşmesi olgusunu mutlaklaştıran yazar, bu “gericileşme” savunusu dolayısıyla da tezi pekiştiriyor. İtiraz ediyor ve Lenin’le Stalin’e, Komintern belgelerine bu noktada atıfta bulunuyoruz. Aynı zamanda proleter nitelik taşısın ya da taşımasın, proletaryanın önderliğinde olsun ya da olmasın, Lenin’in Junious broşüründe dediği gibi “emperyalist devletlere karşı milli savaşlar sadece mümkün ve muhtemel değil, aynı zamanda kaçınılmaz, ilerici ve devrimci” olduklarını ve 3. Enternasyonal 2. Kongresi’ne Lenin sunduğu raporda belirttiği gibi sömürgelerdeki burjuva demokratik hareketler “ulusal devrimci” nitelikte olduğunda bu burjuva kurtuluş hareketlerini desteklemek gerektiğini söylüyoruz. Neden söylüyoruz? Sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez” tezini, Lenin ve Stalin’e dayandırılmış ‘hayır, işçi sınıfı elbette sosyalizmi perspektif edinecektir, ancak sosyalist iktidarı hedeflemeden de emperyalizme karşı mücadele eden ve desteklenmesi gerekenler, yalnızca olabilir de değil, olur’ teziyle geçersizleştirmek için. Yazar, ilk olarak, “oradan buradan aktarmalarla süslenmiş bir laf salatası” yapmak ilan ediyor, bu çabayı. “Oradan buradan” dediği, Lenin, Stalin, Komintern! Ve herhalde şöyle anlamak işine geliyor: Biz, emperyalizme karşı mücadeleyi burjuvaziye bırakma yanlısıyız da yazarımız itiraz ediyor.* Demeye getiriyor ki, biz ustalara onca başvuruyu anti-emperyalist mücadeleyi burjuvaziye terk etmek için yapmaktayız! Bu demogojik tutumu, “İşçi sınıfının tutumu ne olmalı?” alt başlığı altında söylediklerimizin “aslında bir EMEP’liye yakışmadığı” ve “bu bölüm(ün) yazının bütününden ileri” olduğuna ilişkin söylediklerinden de çıkarılabiliyor. Biz sözde tüm yazı boyunca burjuvaziyi savunuyor, anti-emperyalist demokratik devrimi ona ihale ediyoruz, ama sona gelince “toparlıyoruz”! Yazar ya tezinin tartışıldığını bile anlamıyor ya da gerçekten sağlam bir demogog.

Bizce ikisi birden. Çünkü (bize dediğinin tersine kendisi için geçerli olmak üzere) yazısının sonunda “..sosyalist iktidar mücadelesi vermeyen, yalnızca bağımsızlık ve demokrasi talepleriyle emperyalizme karşı mücadele eden güçlerin varlığından herhangi bir şikayetimizin olmayacağının bilinmesini isteriz. Yalnızca bunu Marksizm adına yapanlar olursa…” diyor demesine ve bu sözleriyle kaç yazıdır tartışılan temel tezini tümüyle berhava ediyor, ama yine de bu tezini dayandırdığı eski “incileri”nde ısrardan vazgeçmiyor. Son paragrafın sondan bir önceki cümlesine sıkıştırılan bu cümle, Okuyan’ın tezine karşıdır ve önceden söylenmiş olsaydı tartışma sadeleşebilirdi. Biz, örneğin işçi sınıfından başka sınıf ve tabakaların da emperyalizme karşı mücadele edebileceğini, işçi sınıfı ve sosyalistlerin bu olguyu görmek ve bu tür mücadeleleri desteklemek durumunda olduğunu kanıtlamak üzere yazmak zorunda kalmazdık. Peki böyleyse, Okuyan’ın tezi ne olmaktadır? O tez, yalnızca “Marksizm adına” davrananlara mı yöneliktir? Eğer öyleyse “tez” mi olur? Neyse, şimdi öğreniyoruz ki, proletarya ve sosyalizm davasını savunanlar dışında da emperyalizme karşı mücadele yürütülebiliyor. Sorun yok. Ama bunu söyleyen yazar, bizim bu yönde yazdıklarımızı neden çekiştirme ihtiyacı duyar? Neden köylüler, küçük burjuvazi ve “tekel-dışı” burjuvazi anti-emperyalist mücadele yürütebilir (illa yürütür de demedik, yürütebilme imkanı vardır) ve anti-emperyalist demokratik cephe bu kesimleri “içinde birleştirebilir” (birleştirir değil, birleştirebilir) dediğimizde, “vay, yakaladık” edasıyla ne “kıvrandığımızı” ne de “kendimizi açığa vurduğumuzu” bırakır? Yazar, kendi kurgusuna fazla kapılmış ve bizi Aydınlıkçılarla karıştırır olmuş! Yazımızın bütünüyle sonu arasında çelişme bulması da bundan. Algılama sorunu da var, ama demogojide sınır tanımıyor ve temel tezlerini geçersizleştirmek üzere köylüler de, tekel-dışı burjuvazi de anti-emperyalist mücadele verme potansiyeline sahiptir dendiğinde, anti-emperyalist demokratik devrimin –ya da anlaşmazlık konusunu olmasın diye söyleyelim– anti-emperyalist mücadelenin burjuvaca kavrandığını ve burjuvazinin gönüllüce yedeği olmanın kabullenildiğini anlıyor ya da anlar gibi yapıyor.

Bu durumda Chavez’e, Hizbullah’a ilişkin sorduğumuz sorular gereksiz hale geliyor. Demek sosyalist iktidar mücadelesi vermeksizin emperyalizme karşı mücadele edilebiliyormuş!

Peki yazarın yazısının son sayfasında söylediği doğruysa, böyle bir anti-emperyalist mücadeleyi yürüten ve yürütebilecek olanlar kim olabilir? Köylülük üzerine 1, 2, 3, 4 diye numaralandırarak yaptığı anlamsız çeşitlemelere rağmen, iç gericilik içinde yer alan büyük toprak sahipleri bir yana, kuşkusuz kendi içinde sınıf farklılaşması yaşamasına karşın, bütün köylülük (üst kesimlerinden alt kesimlerine doğru mücadele potansiyeli artarak) böyle bir mücadele eğilimi taşımaz mı? Tıpkı, aralarındaki sınıf farklılaşmasına rağmen, Lenin’in “bütün köylülükle birlikte Otokrasiye karşı” dediği gibi, “bütün köylülükle birlikte emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe  karşı” mücadele imkanından söz edilebilir mi edilemez mi? Böyle bir imkan var mıdır yok mudur? Yoksa çeşitlemedeki gibi, “köylülük ancak iç sınıfsal ayrışması sayesinde devrimci olanaklar açısından anlamlı hale (mi) gelecektir”? Köylülüğün burjuva (genellikle küçük burjuva) kesimleri, burjuvazinin mutlak gericileşmesinden payını aldığı için, hiç mi emperyalizme karşı mücadele imkanına sahip değildir? Tarım işçileri soruluyorsa, onların proletarya ile birlikte örgütlenmeye çalışılmasından başka bir şey yapılamaz. Hatta bu, olabildiğince yarı-proleterler açısından da geçerlidir. Ancak her şey bir yana, herhalde hala köylülüğün ana gövdesini oluşturan küçük ve orta köylü kategorisine giren bir küçük üretici kesimi vardır, bunlar anti-emperyalist mücadele verebilirler mi veremezler mi? Ve daha ötesinde, örneğin bu proleter olmayan kesim, –üreticiliklerine özgü kendi özel taleplerinin yanında– anti-emperyalist taleplerle anti-emperyalist mücadelede proletaryanın yedeği olarak örgütlenebilirler mi örgütlenemezler mi?

Orta kesim burjuvazi, söylendi, koşula bağlıdır ve geçicidir, çünkü aslolan tecritleridir, ancak anti-emperyalist bir eğilim gösterdiklerinde ne yapılacaktır? Olmaz, böyle yapamazsın mı denecektir? Yaptıkları seyir mi edilecektir? Yoksa hegemonya mücadelesi sürdürülürken, onlarla da anti-emperyalist mücadelede bir ilişki tutturulacak mıdır? Bu durum eğer doğarsa, olguyu saptamak ve gereğini yaparak, anti-emperyalist mücadelede kuşkusuz geçici bir koordinasyon sağlamak için burjuva olmak ya da mücadeleyi burjuvaziye terk etmek ya da önderliği ona bırakmak gerekmeyecektir. Örneğin anti-faşist savaşta Fransa’da bile olabilenin benzeri bu kez anti-emperyalist mücadele kapsamında neden başka yerde olmasın? (Üstelik hatırlanmalı ki, De Gaulle’cüler orta kesim burjuvazinin temsilcisi de değillerdi.) Ama bunca geniş perspektifle düşünebilmek ve davranabilmek için en başta şabloncu olmamak ve “ya sosyalist iktidar mücadelesi ya hiç” yaklaşımıyla sakatlanmamış olmak gerektir. Baştan bilinmelidir ki, her şey sosyalizm için yapılacak, taktikler sonunda sosyalizmin zaferine bağlanacak ve bunun için işçi sınıfına, davasına ve bağımsız mücadelesine dayanmak yeterli olacaktır.

Bu son söylenen yazarımızın perspektifinde olmadığından, işçi sınıfı ile ilişkiyi kendini (bireysel olarak değil, politik hareket olarak) işçi sınıfı yerine koymak olarak anladığından, nesnel sınıf tutumları ve olanaklı olan sınıfsal eğilimler açısından değil, ama bundan kopuk politik varsayımlar üzerinden davrandığından, karmaşadan kurtulamamakta ya da kurtuluş için şablonlara sığınmaktadır. Onun için işçi sınıfı yoktur, TKP vardır, işçi sınıfının değil TKP’nin tutumları önemlidir. İşçi sınıfı önemli olmayınca sendikaları da önemli değildir, sendikalarının işçilerin kendilerinin (evet, öz) örgütleri olması hiç önemli değildir! TKP, bu işçi örgütlerinin üzerini bir kalemde çizebilir, çizmektedir. Demogojiye yer yoktur: Sendikalarla ilgili K. Okuyan’ın yazdıklarını her okuyan farklı anlayamaz. Sorun “kalınlaştırma” (altını çizme) sorunu değildir. Anlatmıştık. Sendika ya da işçi örgütü farklıdır, sendika yönetimleri farklıdır. Sendikaların “bugünkü çerçevesi”ni beğenmiyorsan –ki biz beğenmiyoruz– çerçeveyi (yani yönetimlerini) değiştirmeye çalışırsın, sendika buradan sağlamlaşır; ama sendikaların zayıflamasına memnun olmazsın. Çünkü zayıflayan, en başta, işçi örgütü olan sendikadır. Evet, bürokratik yönetimlerin, sendika bürokrasisinin zayıflaması iyidir, üstelik bunu biz yapmalıyız; ama nerede sendika zayıflıyorsa, işçinin örgütlülüğünde zayıflama oluyor demektir. Sonra, “Yazar ve arkadaşları üç işçi ile bir araya gelmemiştir, işçilerin dertlerinden, ihtiyaç ve arayışlarından habersizdir.” deyince alınganlıkla “gel şimdi bunu ispat et” demektedir. Ayrıca ispata gerek var mı? Sendikanın işçi için öneminden habersizdir yazar, her gün kaç işçinin sendikalaşmak için çaba gösterdiğini, bunun için işinden olduğunu vb. bilmemektedir. Sendika ile bürokrasiyi birbirine karıştırmaktadır. (İki olguyu öylesine karıştırmaktadır ki, sendikaların zayıflamasında memnun olunacak bir şey bulmadığımız için, bize “sendikal yapıların bugünkü çerçeveleriyle güçlenmesini istiyoruz” dedirtme uğraşındadır.) Belki yeni yeni haberdar olduklarından söz edilebilir: Adında “komünist” ibaresini taşıyan bir parti için yüzkarası sayılması gereken bir olguya işaret etmek üzere, TKP’nin ancak 8. Kongresi’nde işçi sınıfı içinde çalışma kararı alınmıştır. Bir de, “üç”ten, “üç kaz bile gütmemiş” deyişinin “üçü”nü kastettiğimizi de anlamamaktadır. Üzerinde durduğumuz, fabrika çalışmasının, işçi sınıfı içine “kök salma” çabasının olmaması, bunun uvriyerizm varsayılmasıdır.

Bu konuyu yeniden tartışmak gerekli görünmüyor. Örnekler vererek, sosyalizmin işçi sınıfına mal edilmesinin, sınıf içinde bulunmayı ve sınıfın acil talepleri uğruna mücadelesiyle anti-emperyalist demokratik talepler uğruna mücadelenin sosyalizmin propagandasıyla birleştirilmesini gerektirdiğini anlatmıştık. Sosyalizm sınıfın mücadelesine nüfuz etmelidir. Sosyalizm propagandası “kamuoyu”na yöneltilemez. Ama sınıfa ve sınıf içinde çalışmaya yönelmek uvriyerizm olmaktadır! Yazar da eline kalemi alıp döktürmektedir: Maocu “köylücülük”ten “işçicilik”e, bu, sendika bürokrasisinin kuyruğuna takılmak olarak tanımlanmaktadır; oradan da, bürokrasi ve işçi hareketi zayıf olduğunda, başka “dayanacak güç” aramaya!.. Yazar, sendika bürokrasisinden umulan bulunamayınca “Kürt ulusal hareketine bağlanma” “taktiği”ne geçildiğini ciddi ciddi yazmaktadır. Sonra da “sert” yazdığımızdan, “hakaret” ettiğimizden söz açmakta, saygı eksikliğinden bahsetmekte, kolejli dediğimizde kızmaktadır.

Neye dayandırmaktadır bu suçlamalarını yazar? Sendika bürokrasisi ile el ele midir Özgürlük Dünyası ya da EMEP? Günlük gazetenin ve dergimizin sayfaları sendika bürokrasisi ve uzlaşmacı sarı sendikacılığın eleştirisi üzerine güncel ve genel yaklaşım ve materyallerle doludur. Güncel olarak belirli sendikacılardan ve bazen bürokrasiden olanlardan da görüşler alınmaktadır. Bu mudur acaba sendikal bürokrasiye dayanmak? Ya da bazen arkadan güncel olarak hançerlemediklerinde suçlanmamaktadırlar. Yoksa bu mudur? Ama hayır! Yazar sendikal bürokrasi ile herhangi ilişkiyi, örneğin geçen 1 Mayıs’ta olduğu gibi, Avrupacılık vb. yapan sendikacıların düzenledikleri 1 Mayıs’a katılmayı, bu tür sendikacıların oldukları yerde olmayı ve eleştiri yazımızda söylendiği gibi “gerici sendikalarda çalışma”yı sendika bürokrasisine dayanmak olarak anlamakta ve eleştirmektedir. Peki, şimdi ne olmuştur da örneğin, TKP DİSK’in düzenlemekte olduğu 1 Mayıs’a katılmakta, ama kendi ayrı “1 Mayısı”nı düzenlememektedir? DİSK Avrupacı tutum ve yaklaşımlarından, fonculuğundan mı vazgeçmiştir? Yoksa DİSK yönetimi sendika bürokratlığından uzaklaşmış mıdır? Sorun şöyledir: Sendika bürokrasisi ile aynı mekanları paylaşınca ya da daha temelli olarak “gerici sendikalar”da çalışınca onlarla uzlaşılmış, onlara dayanılmış olunmaz; bu çalışmanın kendisine, sınıfa dayalı olarak yürütülüp yürütülmemesine ve içeriğine bağlıdır.

Ve Kürt ulusal hareketi ile güç birliği neden yanlış olsun? Neden ezilen ulusun demokratik hareketi desteklenmesin? Bunlar tartışıldı. Yazarın yaptığı Lenin ve Stalin eleştirisidir. Ezilen ulusun ulusal baskıya karşı demokratik içerik taşıyan hareketinin desteklenmesi, bırakalım sosyalizmi demokrasinin bir gereğidir. Ve bırakalım, ulusal hareketin ulusal baskıya karşı taleplerinin desteklenmesinin “kuyrukçu” bir “bağlanma” ve “dayanma”cılık oluşunu, bu tutum Marksistim diyenler için zorunludur; bu alandaki TKP/Yurtsever Cephe tutumunun İP/Aydınlık ile yakınlığının işareti olduğunu söylemiş ve M. Papuç’un bir miting konuşmasını örnek göstermiştik. Aldığımız yanıt sadece demogojiydi: İskenderun’daki anlamlı miting organizasyonunu neden karalamak istermişiz!? Anlaşılır değilmiş! Miting “kitlelere doğrudan sosyalizm eğitimi vermeyi değil, …ABD planlarını deşifre etmeyi ve anti-emperyalist mücadelenin gereklerini tarif etmeyi hedefliyor”muş! “Ele verir talkımı kendisi yer salkımı”! Başkası söyleyince “köylücülük”, “Maoculuk” falan oluyor, beyzade savunduğunda sosyalistliğine halel gelmiyor. Demek ki anti-emperyalist mücadeleyle sosyalizm mücadelesi o kadar da birleşmese olabiliyormuş!

Hala bir sorun kalıyor: Pabuç örneğini, tıpkı Maoculukla Kuruşçev-Brejnev revizyonizmini ilişkilendirmede olduğu gibi, “tencere dibin kara…” deyişinin hatırına vermemiştik. Yani, “ama siz de şöylesiniz” deyip aklamacılık değildi kuşkusuz amacımız. Biz gerçek bir yakınlığa işaret ettik: İP ile TKP’nin ulusal sorundaki tutumu fazlaca benzer ve inkarcıdır. Ulusal baskıyı onaylamakta ve bu baskıya karşı mücadeleyi ve demokratik içeriğini yok saymakta ve “düşene vurmakta”dır. Papuç şunları söylemişti: “..Yirmi sene Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üniformasını üzerimde onurla taşıdım… Sizlere bir stratejist ve analist olarak değil gerektiğinde yurtseverlik adına ölümü göze almış ve bu yurdun evlatlarına her şart ve konumda emir komuta etmiş bir kardeşiniz olarak sesleniyorum…” Burada, Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen “düşük yoğunluklu savaş”ta “sadece stratejist ve analist olarak değil gerektiğinde yurtseverlik adına ölümü göze almış” ve “her şart ve konumda emir ve komuta etmiş” olmakla öğünme var. Yok mu? Perinçek hiç değilse “yapın, edin” diyor, beriki yapmış/etmiş olmakla öğünüyor. Sorun miting yapmak ve onu karalayıp karalamamak değil kısacası; bizim desteklemekle suçlandığımız ulusal hareketin bastırılmasında hasbelkader görev almış olmak da değil, ama bunu öğünme vesilesi yapmak! Papuç’un önemi burada ve anlamazlıktan gelerek kurtuluş yok! Desteklememek bir suçken, bastırılmasına katılma ve hele bununla öğünmenin, bu öğünmeyi gizlemenin adını koymayı ise yazara bırakalım.

Gelelim Maoculuk sorununa. Lafı dolandırmayıp ne demiştik? “Yazar (İP ile) ‘benzerlik’ten söz ettiğinde herhalde ‘Maoculuk’u kastediyor olmalıdır. Evet, bir dönem Aydınlıkçılar Maocudurlar. Ama hiçbir dönem devrimci olmamışlardır. Sağ Maocu diye anılabilirlerdi. Deng Siao Pingci idiler. Şimdi bundan bile caymışlardır. Bizim geçmişimize gelince, ’77 1 Mayıs’ında açık ve köklü eleştirisi başlatılan, birkaç yıllık ‘Maoculuk’ değil ama, bir Mao’dan etkilenme dönemi vardır. Ama o zaman da, herkesi ‘Maocular’ kategorisine sokuşturan modern revizyonistler bir yana, kimsenin aklına bizi Aydınlıkçılarla benzeştirmek gelmemişti.” Ve eklemiştik: “Bizde ‘pisliğini örtme’ yoktur. Bir dönem etkilendiğimiz olumsuzlukları gizlemeyiz.” Niçin söylemiştik bunları? Yalnızca, yazarın demokrasi ya da anti-emperyalizm sorununa yaklaşım üzerinden benzetmeler aramak üzere zorlanmaması, ama kastettiği Maoculuk ise, “dilinin altındaki baklayı çıkarması”, ancak buradan benzetiyorsa bir kez daha düşünmesi gerektiği, çünkü bunun “ayıplı” bir yaklaşım olacağını belirtmek üzere. Yani demiştik ki, bunu kastediyorsan, Mao’dan etkilenmenin özeleştirisi yapıldı; hala bu noktada takılmışsan, varsa bir eleştirin söyle, eğer bu yönde yeni bir söyleyeceğin varsa söyle, aksi halde, vazgeç bu “sevda”dan!

Vay biz miyiz diyen! Bir somut eleştiri de yapmadan, “hah, işte itiraf ettiler” diyerek, yazarımız, işi, bize Maocu muamelesi yapmaya vardırıyor. Ya da buna tevessül ediyor. Meğer, nezaketten söylemiyormuş! “Özgürlük Dünyası sayfalarında da kabul edildiğine göre artık rahatça yazabiliriz” diye başlayıp, yaftayı yapıştırmaktadır: “EMEP Maoculuktan ‘etkilenerek’ doğmuş bir siyasi harekettir”! “Doğuşta kazanılan bir takım özellikler, özel bir çaba ile sistemli bir biçimde mücadele edilmediği sürece kalıcı izler bırakır”mış! Onlar sağ Maoculuk-sol Maoculuktan anlamazlar, Maocuların iç işlerine karışmazlarmış, Maocu Maocuymuş! Pes.. Dilinin altında böyle bir bakla varsa, utan, vazgeç deniyor; adam üzerine atlıyor!

Biz üstelik EMEP’ten değil, yazarın aklından geçebilir düşüncesiyle geçmişten söz ettik. EMEP’in doğumunda Maoculuğun zerresi yoktur. Var diyorsan, işte meydan, tartışır eleştirirsin.**

“Reel sosyalizm”e ya da Kruşçevci-Brejnevci modern revizyonizme gelince, yazarın anladığı yanlıştır: “bizim Maoculuğumuz”u yazar ve arkadaşlarının revizyonizmi ile örtme çabasına girmiş değiliz. Sizinkini bilmeyiz, ama bizim yaklaşımımız “tencere dibin kara…” yaklaşımı değil.

Diyalektiğe bile gerek kalmadan, gündelik mantık bile yürütülerek, göğsümüzü gere gere geçmişteki Maocu etkilenmeden söz edebildiğimize göre, herhalde Maoculuğu eleştirdiğimiz, en azından bildiğimiz kadarıyla, ama onu “Maoculuk”, Maocu revizyonizm olarak nitelendirecek kadar eleştirdiğimiz ve karşısında pozisyon aldığımız düşünülmelidir. Maocu platformdan konuşmadığımız herhalde tartışılabilir değildir. Yani, iki değil tek “tencere” vardır. Ve “dibi kara”dır. “Reel sosyalizm” ya da Kruşçevci-Brejnevci modern revizyonizm “karası”! Bu, Maoculuktan fazlası olan ama eksiği olmayan bir “kara”dır. Ve öyle Maocuların ayrımları sizindi, “Stalin ve Andropov’un farkları.. bizim” bölümlemeleriyle tartışmadan yan çizilemez. Sorun böyle de konulamaz. Oportünist ve revizyonistler bir taraftır, proleter devrimciler, Marksist-Leninistler bir taraf. Revizyonist revizyonisttir, komünist komünist. Sınıf nitelikleriyle de tek bir bütünün parçası değillerdir, iki ayrı ve karşıt sınıfa, burjuvazi ve proletaryaya aittirler.

Maoculuğun karasını kabul edenin kim olduğu belli”ymiş, “Gelenek ise, kendi geleneğini sahiplenmeye devam etmekte, benzeri bir özeleştiri vermeyi hiç düşünmemekte”ymiş!

Yazarımızın revizyonizmi oradadır ki, Andropov ve Cavuşeşku’nun revizyonizmine, Kruşçev ve Brejnevinkine sahip çıkmaktadır. Peki söyler misiniz? Trotsky’ye, Menşevizme de sahip çıkıyor musunuz? Ya da hangi revizyonistlere sahip çıkıyor, hangilerine çıkmıyorsunuz? Genel olarak revizyonizme karşı mısınız değil misiniz? Yazar “Sovyetler Birliği’nde reel karşılığını bulan sosyalist kuruluş sürecini bütünüyle mirasımız sayıyor”uz diyor. “Söz konusu olan Sovyetler Birliği olduğunda tavrımız hala aynı; hatalarımız olabilir, bunlar da bizimdir, utanacak bir durumda da değiliz; hatalarımız daha iyi ve daha gelişkin ama yine ‘reel’ bir sosyalizmi kurma sürecimizde başvuru kaynaklarımız arasında yer alacaktır.” diye altını çiziyor. Bir soru daha soralım. Yugoslavya’da Tito’nun inşa ettiği de “reel sosyalizm” miydi ve “özyönetimci sosyalizm” üzerine gevelemeleriyle Tito revizyoizmi Kominform’dan atıldığında yanlış mı yapıldı, siz Tito’yu da sahipleniyor musunuz?

İlerlemeden, “reel sosyalizm” tanımının nereden türediğini yazar düşünmüş müdür? Lenin ve Stalin’de bu nitelemeyi gösterebilir mi, yoksa kaynağı modern revizyonist dönem midir? Teori ve pratik arasındaki açı açılarak mesafe uçuruma dönüştüğünde, ikisi arasındaki farkı belirtmek ve uygulamadaki pespayeliği “kitap”ta, Marksist-Leninist öğretide aramaktan uzak durmayı dayatmak üzere geliştirilmiş bir kavramdır. Yoksa biz sosyalizmi sosyalizm olarak biliriz, Stalin döneminde de “reel”i falan değil, bildiğimiz sosyalizm inşa edilmiştir ve kimsenin aklına inşa edilen sosyalizme “reel sosyalizm” demek gelmemiştir. Bu ad, sosyalizmin sosyalizm olmaktan çıkması sonrasında, olağan olarak tanımlanamayana takılmıştır.

Yine de hatalarıyla sahiplenmek güzel bir tutumdur, yeter ki baştan aşağı “hata” olan modern revizyonizmi sahiplenmeyi içermesin. Biz örneğin, proletarya diktatörlüğünü sürecini, Lenin ve Stalin dönemini “hatasıyla sevabıyla” sahipleniriz; Sovyet deneyi bizim deneyimizdir. Ama yazarın sahiplendiği modern revizyonizm, Sovyet proletaryasını yeniden tam köleliğe, bugünkü açık burjuva iktisadi ve siyasi egemenlik koşullarına getirenden başkası değil. Öyle değilse, yazarımız, Sovyetler Birliği’nden bugüne nasıl gelindiğini söylesin.

Modern revizyonizm ya da “reel sosyalizm” sorunu uzunca tartışılacak bir sorundur, ancak zorunlu bir yanıt olduğu için birkaç soruyla bitirelim.

Kruşçev revizyonizminin Marksizmin temel tezleri yerine gündeme getirdiği tezlere ne diyeceksiniz, savunuyor musunuz? Örneğin kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadeleyi proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi temelinden koparan ve iki kamp (sosyalist kampla kapitalist kamp) arasındaki ekonomik ve teknolojik yarışa indirgeyen “barış içinde bir arada yaşama” ve “barışçıl yarış” tezi? Ya da proletarya diktatörlüğünü gereksiz ilan eden “bütün halkın devleti” ile işçi sınıfı önderliğini gereksiz ilan eden “bütün halkın partisi” tezi? Ya Brejnev döneminde pazar ekonomisi yönünde atılmış ilk resmi adım olan Libermann reformları? Sonra devlet mülkiyeti aleyhine grup mülkiyetine yönelme adımları? Merkezi planlama aleyhine fabrika yönetimlerine tanınan yetkilerin artırılması? Devam edilebilir. Bunlar savunduğunuz “hatalar”dan mıdır? Ya “perestroyka”sı ile Gorbaçov? Uygulamaları hata ve siz, Çavuşesku gibi gibi, onun da mirasçısı mısınız? Tamam, Kruşçevci ve Brejnevcisiniz. Gorbaçovcu da mısınız? Sovyetler Birliği’ni dağıtma kararını o ve yönetimi aldı. Oncu olmaya ne diyorsunuz? Değilseniz, nereden itibaren modern revizyonizmden ayıracaksınız kendinizi? Grbaçov’dan bir öncekinden itibaren mi? Neye göre?

Ama herhalde bir noktada bir farklılaşma olmalı, ya “bıçakla kesilir gibi” ya da bir “süreç içinde”. Siz hala örneğin önce Yeltsinci ve şimdi Putinci değilseniz, süreçten ne zaman ve nerede ayrılmayı uygun göreceksiniz? Ve son olarak, şimdi ABD’nin yaptığı gibi, Afganistan’a yönelik revizyonist sosyal-emperyalist işgali hala destekleyecek misiniz? Ya da ABD’nin sağa-sola “demokrasi ihraç etmesi” gibi, örneğin Afrika’ya, Angola’ya Mozambik’e müdahale edilirken devrim mi ihraç ediliyordu diyeceksiniz hala?

Üstelik Sovyetler Birliği ve revizyonizmin egemenliği altında orada kapitalizmin restorasyonuyla iş bitmiyor. SBKP’nin Kuruşçev eliyle revizyonist yozlaşma ve kapitalizmin restorasyonu yoluna sokulmasının kapitalist ülkelerdeki, başta Avrupa’daki dev komünist partileri üzerindeki etkilerine, özellikle İtalyan, Fransız ve İspanyol partilerinin “Avrupa komünizmi”ne yönelmelerine ne diyorsunuz? “Avrupa komünizmi” de sahiplendiğiniz “hatalar”dan mı? “Mezhep genişliği” nereye kadar? Ve son olarak, Maoculuğun dışında olduğunuzu söylüyorsunuz, güzel, peki, bugün, size benzer biçimde, hala “komünist” adını kullanan Çin partisine ne diyorsunuz? Artık Maocu değiller ve onlar da sahiplendikleriniz arasında mı? Yoksa Küba gibi Çin de “sosyalist” bir ülke mi? Herhalde Çavuşesku Romanya’sından daha az “sosyalist” olmamalı. Ya da Batı’yla işbirliğine yönelmeden önceki toprakların büyük bölümünün Kilisenin mülkü olduğu Polonya’dan da daha az “sosyalist” değildir Çin!



* Zorlama ve demagojinin bu kadarı ancak olur: Yazarımız, farklı devrim tipleri ve demokratik ve sosyalist devrim ilişkisi üzerine yürüttüğümüz en başta Lenin’e dayandırılmış tartışmayı, “evrensel doğru olan proletarya devrimine (çağımızın emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı olduğu kuşkusuzdur) karşı “evrensel bir teorik doğru olarak demokratik devrimi savunma” olarak çarpıtıyor. Bu, 19. yy’da savunulabilirdi ancak ve biz böyle bir görüş ileri sürmedik. “Teorik olarak konuşulduğunda” denince böyle oluyormuş! Lenin’den Stalin’den “derleme laf salatası” yapıyoruz ya! Ekim Devrimi hala “temel referans kaynağı”ymış! Biz değil demişiz gibi, Ekim Devrimi ve hazırlanış sürecine ilişkin bunca aktarmamızdan sonra, bunu bize söylüyor! Ve yine büyüklük taslıyor: “Lenin’in Emperyalizm kitabı bir kenara bırakılmakta”ymış, bulup okumalıymışız! Ve “sosyalist dönüşümlerin hızı”na dair, NEP’i örnek veren anlaşılmaz ve tuhaf bazı sözler.. Ve çocukça karşı sorular.. Biz “sömürge, yarı sömürge, bağımlı ülkelerde sorunlar yalnızca emek-sermaye çelişkisi dikkate alınarak anlaşılıp çözülemez” diyoruz, o soruyor, “peki tersi doğru mu”ymuş, “gelişkin kapitalist ülkelerde” öyle çözülebilir miymiş! Oysa Lenin’e atıfla anlattığımız, sosyal devrimin “saf” bir süreç olmadığı ve ama çeşitli devrimci süreçlerden bileştiğiydi.

** İP ile program karşılaştırmalarıyla uğraştığına göre, yazarın kafasında anti-emperyalist demokratik devrimin savunuluyor olması “Maocu format”a oturmaktadır. Önceki yazımızda üzerinde durmuştuk, yazar, demokratik devrimin savunulması ve demokratik ve sosyalist devrimler arasındaki kesintisiz geçiş ilişkine yönelik eleştirisini Mao’ya değil, Lenin ve Stalin’e yöneltmektedir.

Eğitim Sen Program Kurultayı Üzerine -2

Eğitim Sen Program Kurultayı ile ilgili genel izlenimler ve süreç, Özgürlük Dünyası’nın Mart 2007 sayısında ana hatları ile ifade edilmişti. Bu bölümde, program kurultayı sürecinde Emek Hareketi tarafından hazırlanan raporumuzu özetliyoruz. Kurultay çalışmaları öncesinde bir merkez komisyon aracılığıyla, ikinci bölüm konu başlıklarına yönelik olarak, kapsamlı bir çalışma yapılmış ve bir rapor metni oluşturulmuştur. Parti materyallerinin yeterince zengin bir birikim oluşturduğu düşünülerek birinci bölüm konuları ile ilgili ayrı bir çalışma yapılmamıştır. Emek Hareketi’nden eğitim emekçileri şubelerde yürütülen çalışmalarda bu materyalleri değerlendirmişlerdir.

Eğitim Sen Program Kurultayı ikinci ana başlığı; Kapitalist Küreselleşme, Emek Süreci ve Sendikalar konusu olmuştur. Bu başlık altında sırasıyla; Çalışma İlişkilerinde Yaşanan Değişimler ve Sendikalar; Sendikal Örgütlenmede Hedef, Strateji ve Mücadele Biçimleri; Sendikal Demokrasi Karar Alma Biçimleri ve Seçim Sistemi; Sendikal Örgütlenmede Yaşanan Sorunlar; Örgütlenme Modeli; Farklı Statüde Çalışanlar ve Eğitim Fakülteleri Öğrencilerine Yönelik Çalışmalar şeklinde belirlendi. Emek Hareketi Merkez Komisyonu tarafından hazırlanan raporların özetini birinci yazımızın devamı olarak sunuyoruz.

ÇALIŞMA İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİM VE SENDİKALAR

Kapitalist gelişmenin tarihine baktığımızda, hem niceliksel, hem de niteliksel değişimlerle sürdüğü kolaylıkla görülebilir. Kapitalist üretim tarzının temel ilişkilerini yeniden üreterek ve mevcut sistemi buna göre yeniden düzenleyerek sürmesi sırasında, dönem dönem, krizlerle karşı karşıya kalınır. Kriz dönemleri, üretimde büyük gerilemelerin olduğu, kar oranlarının düşmeye başladığı, toplumsal kurumların zayıfladığı dönemler olarak belirginleşir. Yine kriz dönemleri, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın daha belirgin olarak açığa çıktığı, koşulların, sınıf mücadelesinin güçlenmesini dayattığı, bir bütün olarak toplumsal koşullarda ve emek sürecinde köklü değişmelerin kendisini zorladığı dönemlerdir.

Üretim sürecinin bir taraftan kendi içinde parçalara ayrılırken, diğer taraftan hızlı bir şekilde esnekleşmesi, her parçanın en uygun yere yerleştirilmesini, üretimi en az maliyetle gerçekleştirme ve emeği en verimli şekilde kullanabilme olanaklarını yaratmıştır. Üretim, bir ülkeden diğerine, aynı ülke içinde farklı bölgelere, fabrikalardan sokaklara ve evlere taşınabilmiştir. Farklı mekanlarda gerçekleştirilen üretim faaliyetleri, kullanılan emek biçimini de değiştirmiş, 19. yüzyılın başında olduğu gibi kadın ve çocuk emeği kullanımı sürekli artmıştır. Tüm bu gelişmeler üretimde yaşanan esnekleşme ile birleşerek, işçi sınıfının 19. yüzyılda bizzat tanık olduğu vahşi kapitalizm görüntülerini 200 yıl sonrasına, 21. yüzyıla taşımıştır.

Esnek üretim sistemlerinin, üretimin parçalanması ile birlikte en önemli sonuçlarından birisi, üretimin parçalanması ile birlikte görülen “adem-i merkezileşme” olmuştur. Bu durum, emek talebinin esnekleşmesine olanak sağlayarak, tam zamanlı, sürekli istihdamın daraltılması ve kısmi süreli çalışmanın yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Esnek istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasının temelinde, emek maliyetlerini düşürmek ve buna bağlı olarak kar oranlarının artışı, dolayısıyla sermaye birikiminin istikrarını koruma kaygısı yatmaktadır.

Yeni bir sermaye birikim stratejisi uygulanmak istendiğinde, yalnızca üretim sürecinin yeniden örgütlenmesi yeterli olmaz, ayrıca emekçiler ile üretim araçlarının sahibi olan sınıflar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumsal yapılar ile çalışma ilişkilerinin ve toplumsal denetim mekanizmalarının da yenilenmesi gerekir. Bu alanda yaşanan yenilenmenin sonuçları sermaye açısından ne kadar umut verici olursa, emek açısından o kadar ciddi bir yıkımın eşiğine gelindiğinin işaretleri görünmeye başlanmıştır denilebilir.

Günümüz kapitalizmine yönelik belirlemelerin başında, sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi biçimleri açısından farklı bir toplumsal örgütlenme modeline doğru yönelme tartışmaları gelmektedir. Günümüzde, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde son yarım yüzyıla damgasını vuran “Refah Devleti” toplumundan gerek içerik gerekse biçim açısından tamamen farklı toplumsal ilişki türleri gelişmiştir. Bu gelişmenin gerisindeki en önemli etken, sınıflar ve ülkeler arasında daha önceki dönemde geçerli olan “rızaya” ve “uzlaşmaya” dayanan güç ilişkileri çerçevesinde artık kapitalist üretimin varlığını sürdüremeyeceğinin anlaşılmış olmasıdır. Bu yüzden sermaye, sınıf iktidarını yeniden üretebilmek için, bir yandan emeğin ve emek örgütlerinin sermayeye koşulsuz itaatini isterken, diğer yandan yoksul ülkelerin bağımlılığını artıracak araçlara gereksinim duymaktadır.

Toplumsal yapılarda, kurumlarda ve sınıf ilişkilerinde yaşanmakta olan dönüşüm, yalnızca teknik emek süreci ya da ekonomik güç ilişkileri ile sınırlı kalmamıştır. Fordist kitle üretim biçimlerinin terk edilmeye başlanmasıyla birlikte, ona ait üretim ilişkilerinin dayandığı yoğun birikim süreçleri ve onları düzenleyen kurumsal yapıların, yaşanan dönüşüm sürecine nasıl uyum sağlayacağı tartışmaları başlamıştır. Bu yüzden üretim ve emek süreçlerinin baştan sona yeniden örgütlenmesi ve bunları düzenleyen tüm kurumsal yapının kökten değişmesi zorunluluğu kendisini dayatmıştır. Böyle bir köklü bir dönüşümün, emek ile sermaye arasındaki ekonomik-toplumsal ve siyasal güç ilişkilerini de kapsaması kaçınılmaz olacaktır.

Çalışma ilişkilerinde yaşanan değişimleri, emek sürecinin dönüşümü ve bu dönüşüm sürecinde ortaya çıkan sonuçlar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Soruna sendikalar açısından bakıldığında, emek sürecinde yaşanan dönüşümün sendikal yapılara ve örgütlenme biçimlerine doğrudan etkileri kolaylıkla görülebilir. Söz konusu etkiler, öncelikle üretimin, istihdamın parçalanması şeklinde ortaya çıkmış ve sendikaları olumsuz yönde etkilemiştir. Fabrikada yaşanan üretimin parçalanması sonucu, üretim, tahminlerin çok ötesinde bölünme ve farklılaşma yaşamıştır. Üretimin kilit noktalarının bölünmesi, bölünmeyen kısımların esnekleşmesi, nerede örgütlenilirse örgütlensinler, işçilerin ve emekçilerin hak ve çıkarları için örgütlenmesinin koşulları daha zor hale getirmiştir. Üretimin parçalanması sonucu ortaya çıkan tabloyu ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse;

Ø        Üretim, binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar içinde, ama çoğunlukla dışında oluşturulan atölyelerde yapılmaya başlanmıştır. Bu durumun en somut sonucu, fabrikada çalışan işçilerin sayılarının azalması, küçük atölyelerden oluşan çok sayıda sanayi bölgeleri ve yeni işçi havzalarının ortaya çıkmasıdır.

Ø        Fabrikalarda üretimin “alt işveren” olarak adlandırılan taşeronlaşma işlemi ile üretim sürecinin içeride de parçalı hale gelmesi sağlanmıştır. Önceleri fabrikadaki işgücünün küçük bir bölümünü oluşturan örgütsüz taşeron işçilerin sayısı zaman içinde artmış ve örgütlü-kadrolu işçileri geçerek, sendikalardan kaçışı hızlandırmıştır.

Ø        Sürekli, stok biriktirmeye yönelik üretimden vazgeçilmiş, üretimde teknolojinin olanakları ölçüsünde talebe/siparişe göre üretim (yalın üretim) ilkesi benimsenmiştir. Sipariş olmadığında, üretime ara verilmeye, işçiler ücretsiz izine gönderilmeye başlanmış, böylece emek maliyeti azaltılmıştır.

Ø        Her fabrika kendi yan sanayisini oluşturmaya başlamış ve üretim yükünün önemli bir bölümünü buralara kaydırmıştır. Ayrıca oluşturulan yan sanayiler, ana sanayi olan farklı fabrikalara üretim yapmaya başlamıştır. Fabrikanın altında yan sanayiler, yan sanayilerin altında da daha küçük üretim birimleri oluşturulmaya başlanmış ve fabrikanın üretim yükünü azaltan alt üretim zincirleri oluşturulmuştur. (Bu değişimi özellikle Ford, Toyota, Honda ve Hyundai gibi büyük otomobil fabrikalarında açıkça gözlemlemek mümkündür.)

Ø        Oluşturulan üretim zincirleri sadece ulusal sınırlar içinde kalmamış, aynı örgütlenme mantığına bağlı kalarak, emeğin bol ve ucuz olduğu ülkelerden gelişmiş ülkelere bağlanan uluslararası üretim zincirleri yaygınlaşmıştır.

Kapitalizmin yeniden yapılanma politikalarının benimsenme düzeyleri ve uygulanma yöntemleri her ülkede farklı olmakla birlikte, çeyrek yüzyılı aşan bir süreç içerisinde ekonomik, toplumsal ve değerler sisteminde önemli bir değişim yaşanmıştır. Bu değişim karşısında, kendisini büyük ölçüde 1945 sonrası yaklaşık 20 yıl süren refah döneminin toplumsal koşullarına uygun biçimde yapılandırmış olan sendikalar, ciddi bir uyum sorunu ile karşılaşmışlardır.

Yaşanan dönüşüm sürecinin sendikalara en somut etkisi; farklılaşan, parçalanan ve esnekleşen istihdam biçimleri karşısında yaşanan örgütlenme sorunlarının ortaya çıkması olmuştur. Sendikal örgütlenmeyi olumsuz yönde etkileyen faktörlerin başında, kapitalist devletin üretim ve hizmetlerden çekilmesi ve özelleştirme uygulamalarının yaygınlaşması gelmiştir. Özelleştirme ile birlikte, toplam istihdam içinde önemli bir yere sahip olan ve sendikalı emekçilerin birçok ülkede çoğunluğunu oluşturan kamu işletmelerinde önemli ölçüde istihdam azaltması yaşanmıştır. Böylece, hem işsizlik nedeniyle yedek işçi ordusu artmış, hem de sendikalar önemli oranda üye kaybı yaşamışlardır.

Sendikaları olumsuz etkileyen diğer bir neden, üretim ve yönetim sistemlerinde meydana gelen değişikliklerdir. Fordist üretim sisteminde yaşanan değişim ile birlikte, üretim aşamalarının büyük bölümünü tek çatı altına toplayan ve başta örgütlenme olmak üzere sendikal faaliyetlerin etkin biçimde gerçekleştirildiği çok sayıda işçinin bir arada istihdam edildiği fabrika tipi üretim organizasyonu önemli bir parçalanma yaşamıştır. Bunun yerine, sadece montaj aşamasının fabrikalarda yapıldığı, örgütlenme ve diğer sendikal faaliyetlerin gerçekleştirilmesinin oldukça güç olduğu küçük işletmelerin ve taşeron uygulamalarının önem kazandığı esnek üretim örgütlenmesi modeline geçilmiştir. Yeni manüfaktür olarak da adlandırılan yeni sistem, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere çok sayıda ülkede hızlı bir şekilde yayılmıştır.

Türkiye’deki işletmeleri büyüklük açısından değerlendirdiğimizde, % 92’sinin küçük ve orta büyüklükte, % 8’inin büyük ölçekli olduğu görülmektedir. Şekilsel olarak bakıldığında, küçük ve orta boy işletmelerin çokluğu, sanayinin daha çok imalat sanayii alanında gelişmiş olması, sendikal örgütlenmenin daha güç koşullarda yapılmasına neden olmaktadır. Çünkü üretim ne kadar küçük ve parçalı birimlerle gerçekleştirilirse, o alanlarda çalışan işçilerin mücadelesinin sendikal anlamda birleştirilmesi büyük işletmeler yada fabrikalarda olduğundan daha zor olmaktadır.

Üretim ve yönetim sistemlerinde yaşanan değişimlerle birlikte esnek üretim biçimlerinin ve buna bağlı olarak standart dışı çalışma biçimlerinin yaygınlaşması artmıştır. Zaten burada esas amaç, her ne kadar aksi iddia edilse de, sendikal örgütlenmenin, sınıf mücadelesinin yeniden güçlenmesinin önünü kesmektir. Bu amaçla, bir taraftan aynı fabrika içinde birbiriyle rekabet eden farklı çalışma grupları ve statüleri oluşturulmuş, diğer taraftan işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu kısmi süreli çalışma, esnek süreli çalışma, evden çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaşmıştır. Bunun yanı sıra, daha düşük ücretle çalıştırılabildikleri ve standart dışı çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen kadınlar, gençler ve çocukların toplam istihdam içindeki paylarının artmaya başladığı görülmektedir.

21. yüzyılda “nihai zaferini” ilan eden kapitalizm, artık sendikalara ihtiyaç  duymadığını ilan etmiştir. İşçi sınıfının bittiği, sınıf mücadelelerinin tarih olduğu tezleri üzerinden geliştirilen “sendikalara elveda demenin vakti geldi” yaklaşımı, üretim sürecini küçültüp parçalara ayırdığı gibi, işçilerin örgütlenmesini de sadece işyeri ya da fabrika ile sınırlı bir alana kapatmıştır. Tek tek, işyeri örgütlenmeleri yaygınlaştırılmış, İnsan Kaynakları Yönetimi, Kalite Çemberleri, Toplam Kalite Yönetimi, yönetişim gibi uygulamalarla, işçi sınıfının kapitalist sisteme uyumlu bir yapıda yeniden örgütlenmesinin araçları geliştirilmeye çalışılmıştır. Üstelik tüm bunlar yapılırken, eskiden olduğu gibi baskıcı uygulamaları sürdürmenin yanı sıra, işçilerin rızasına dayanan örgütlenme modelleri geliştirilmeye özen gösterilmiştir. Ayrıca her işletme ya da fabrikanın tek tek üretim birimleri olarak örgütlenmesi sağlanmış, bu birimlerin birbiri ile ilişkiye geçmesi engellenmiştir. Tüm bu uygulamalar sonucunda sendikalar ciddi bir örgütlenme sorunu ile karşı karşıya kalmışlar, pek çok sendika, TKY, kalite çemberleri gibi uygulamaları desteklemesinin bedelini, ciddi üye kayıpları ve işçiler içindeki itibar kaybı ile ödemiştir.

Kamu açısından bakıldığında, esneklik; emekçilerin, çalışma biçimi, sayısı, çalışma koşulları, ücreti, çalışma süresi ve çalışma yetenekleri bakımından “piyasa koşulları” neyi gerektiriyorsa o koşullarda istihdam edilebilmesini ifade etmektedir. Eğer “piyasa koşulları” emekçilerin sayısının azaltılmasını, ücretlerinin düşürülmesini ya da çalışma saatlerinin yükseltilmesini gerektiriyorsa, işveren ya da yönetim, hiçbir yasal engel ile karşılaşmaksızın emekçi sayısını azaltabilmeli ya da çalışma saatlerini arttırabilmelidir. Bu haliyle oluşturulacak olan yeni istihdam biçimi, kapitalizmin sermaye birikiminde yaşadığı tıkanıklıklar karşısında bir “can simidi” vazifesi görecektir. Çünkü önemli olan; kaç kişinin istihdam edildiği, kaç kişiye “ekmek verildiği” değil, üretim süreci içinde “piyasada” oluşan arz ve talep dalgalanmalarına “nasıl” ve “ne şeklide” yanıt verebileceğidir. Şimdiye kadar daha çok işçileri ilgilendirdiği sanılan “esnek çalışma ilişkileri”, artık sadece maddi mal üreten atölyeler ya da fabrikalarda çalışan işçileri değil, hizmet üreten işyerlerinde çalışanları, özel-kamu ayrımı yapmaksızın tüm istihdam alanlarını kuşatmıştır. Böylece kamuda iş güvenceli, tam zamanlı çalışma yerine, güvencesiz, kısmi zamanlı çalıştırma tercih edilir olmuştur.

Sendikal yapılardaki değişiklikler çeşitli biçimlerde ortaya çıkmaktadır; işkolu sendikacılığından işletme sendikacılığına yöneliş, daha “uzlaşmacı” ve “işbirlikçi” bir sendikal anlayışın gelişmesi, mücadeleci sendikacılığın iyice zayıflaması, militan ve ilerici sendikal yapıların geri sendikal anlayışlarla kuşatılarak eritilmesi veya sendikal örgütler arasındaki rekabetin artması gibi değişiklikler, son dönemde en çok gözlenen gelişmelerdir.

Türkiye’de yıllardır yaratılmak istenen yeni çalışma ilişkileri, tıpkı Avrupa deneyimlerinde olduğu gibi, emekçi sınıfları, tümüyle işin, işyerinin ve işverenin istek ve beklentilerine, ihtiyaçlarına göre çalıştırmayı ya da çalıştırmamayı ilke edinen bir anlayışın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Son on yılın Avrupa’sına baktığımızda, iktidara gelen hükümetlerin kamu istihdam rejimlerine esneklik unsurlarını daha fazla sokmaya başladığı görülebilir. Avrupa Birliği’nin ekonomik ve siyasi bütünleşmesi bağlamında önemli bir yeri olan esneklik uygulamalarının, uyulması gereken Maastrich kriterleri, yeni teknolojilere uyum ve özelleştirme uygulamaları ile birlikte kamu kesiminde istihdam daralmasını hedeflediği kısa sürede ortaya çıkmıştır. Kamu personel sistemi açısından AB ülkelerinin önceliği, “performansa dayalı ücret”, kamu hizmet sunumunun “müşteri odaklı” olarak gerçekleştirilmesi, emekçiler arasında rekabet yaratılması gibi “serbest piyasa ekonomisi” ilkelerinin hayata geçirilmesidir. Bu ilkelerin hayata geçmesinin en somut sonucu ise, çalışma ilişkilerinin esnekleşmesi, kamu istihdamının daralması ve bunların sonucu olarak sendikal örgütlenme ve yapıların yeni sorunlarla karşı karşıya kalması şeklinde ortaya çıkmaktadır.

SENDİKAL ÖRGÜTLENMEDE YAŞANAN SORUNLAR

Sendikaların güçlü birer örgütlenme ve mücadele merkezleri olabilmeleri, öncelikle, işyerlerindeki güvenilir örgütsel yapılarına ve üyelerini/emekçileri eylem ve etkinliklerine katma düzeyine bağlıdır. Sermaye ile emek arasındaki çatışma ve çelişkilerin ilk işaretleri işyerlerinde görüldüğünden; çalışma koşullarındaki olumsuzluklara, baskı sürgün ve cezalara, her türlü etnik, sınıfsal ve cins ayrımcı politikalara, insanca çalışma ve yaşama koşullarına, işkoluna özgü sorunlar ile diğer birçok soruna müdahalenin adımı işyerlerinde atılmak zorundadır. Sendikal örgütlenme ve mücadelenin gelişmesi ve kalıcılığı, öncellikle buna bağlıdır. Yukarıda belirtilen sorunlara müdahalenin adımı işyerlerinde atıldığında, sendikal yapı güçlenir ve bununla ilişkili olarak mücadele de gelişir. Sendikal örgütlenme ve mücadelenin gelişmesi ve kalıcılığı, işyerlerinde ne kadar örgüt olduğumuzla ilişkilidir.

Sendikal sorunlar ve zayıflıklarda çeşitli etkenler rol oynamaktadır. İç etkenler, önemli oranda belirleyici durumdadır. Ancak sendikalar, iç etkenlerin yanı sıra dış etkenleri de görmeli ve en uygun tedbirleri almalıdır.

Sendikal sorunların yaşanmasında etkili olan dış etkenler

Sendikal örgütlenme sorunlarının bir bölümü sendikaların dışından kaynaklanan nedenlerle ortaya çıkar. İç etkenler aşılabildiği oranda, bu etkenlerin tahribatını azaltmak mümkün olabilecektir. Bu bağlamda sendikal sorunların yaşanmasında etkili olan dış etkenler;

·     Esnek çalışma ve bunun kışkırttığı çalışma ortamındaki rekabet, (ücret ve statü ayrıştırılmasından kaynaklı rekabet, her türlü ayrımcılığın kışkırtılması sonucu bölünme ve parçalı duruşlara yol açan rekabet, sendikal rekabet, siyasal-düşünsel farklılıkların kışkırtılmasından kaynaklı rekabet vb.)

·     Sendika üyelerine, sendikalaşmaya yönelik idari ve siyasi baskılar,

·     İşçi ve emekçiler arasındaki birliği zorlayıcı unsurlar, geleneksel önyargılar,

·     Haklarda ve kazanımlarda yaşanan geriye gidiş nedeniyle, sendika üyesi olan/olmayan emekçilerin, örgütlenmeye ve sendikalara olan inançsızlık ve güvensizlik eğilimlerinin artması,

·     Devletin, sermayenin çıkarlarını/ihtiyaçlarını gözeten ve emekçilerin örgütlülüğünü dağıtmayı hedefleyen yasal düzenlemeler,

·     Yeni saldırı politikalarına, emek hareketine ve sendikalarına yönelen saldırılara karşı tüm halk güçlerini seferber edebilecek, mücadelede öncü rolü oynayabilecek, ülke çapında mücadeleyi birleştirecek siyasal önderliklerin zayıflıkları gibi sorunları sıralayabiliriz.

Sendikal sorunların yaşanmasında etkili olan iç etkenler

Sendikal sorunların yaşanmasında iç etkenler, kimi zaman dış etkenlerle iç içe geçmiştir. İç etkenlerden kaynaklı sorunlara öz eleştirel yaklaşılarak analiz yapılması önemlidir. Sendikal politikaların belirlenmesi ve bu politikalara uygun örgütlenmenin yapılabilmesi, sağlam bir örgüt yapısına bağlıdır. Böylesi bir örgüt yapısı ise, belirlenecek doğru strateji ve bu stratejinin başarısına odaklanmış doğru taktiklere bağlıdır. Örgütsel ihtiyaçlara yanıt verecek doğru taktik adımlar, sınıf hareketinin güçlenmesini ve mücadelenin gelişmesini sağlayacağı gibi, sendikal sorunların aşılmasına da hizmet edecektir. Bu anlamda kamu emekçileri sendikaları için;

·           4688 sayılı yasanında etkisiyle yaşanan yıpranma ve daralmalar,

·           Genel Merkezler, şubeler ve işyerleri arasında koordinasyondaki zayıflıklar,

·           Her düzeyde iletişimsizlik, ciddi bilgi eksiklikleri ve işleyişte yaşanan sıkıntılar,

·           Taban-tavan arasındaki açının artması ve her düzeyde güven ilişkisinin zedelenmesi,

·           Mücadeleyi birleştirme görevinin yerine getirilebilmesi için gerekli iradenin gösterilememesi, ortak iş yapma fikrinin zayıflaması,

·           Kadro ve yöneticilerin birçoğunda görülmeye başlanan umutsuzluk, çaresizlik ve süreçten kopma eğilimleri,

·           Kolektif görev üstlenmenin zayıflaması sonucu eleştirel ve tepkisel duruşa yönelme,

·           Sendikal anlayışına ve duruşuna göre dışlama ve dağıtıcı tutumlar,

·           Sendikaların bir okul olarak algılanmaması ve değerlendirilememesi,

·           Günlük mücadelede fikri boşluk bırakılması ve gündemin gerisinde kalınması,

·           Özelleştirme vb. saldırılarda yerinde ve zamanında birleşik bir tutum alınarak güçlü karşı duruşların gösterilmemesi,

·           En aşağıdan en üste kadar kurulların, ihtiyaca yanıt verecek biçimde yeterince işlememesi/işletilememesi,

·           Her düzeydeki kadro ve yöneticilerimizin, önemli oranda toplumdan izole bir yaşam alışkanlığını sürdürmesi,

·           Örgüt içi demokrasinin yeterince işlememesi/işletilememesi,

·           Mesajla iletişim öne çıkartılarak, işyerlerinde yüz yüze faaliyetin unutulması,

·           Alınan eylem ve etkinlik kararlarının işyerlerine, üyelere taşınmasında atalet ve ciddiyetsizlik,

·           Emekçileri bölme/parçalama amaçlı her türlü rekabete karşı, başta emekçi kimliği üzerinden birliği sağlamaya dönük birlik stratejisi oluşturulmaması,

·           Eylemde ve mücadelede birliği sağlayarak ortak örgütlülüğe yönelecek, birlik stratejisine hizmet edecek taktiklerin geliştirilememesi,

Alınması Gereken Önlemler

1- Bugün için sendikaların en önemli sorunu; belirli, sürekli ve kapsamlı bir örgütlenme stratejisinin bulunmamasıdır. Pek çok sendika, faaliyetlerini günlük, rutin işlerle uğraşarak sürdürmekte, sendikal faaliyetin sadece bu işlerle sınırlı olduğuna inanmaktadır. Oysa sendikal faaliyetin temelinde örgütlenme yatar. Dolayısıyla örgütlenme stratejisi olmayan bir sendikanın, ne büyümesi ne de sınıf mücadelesinde söz sahibi olması mümkündür.

Sendikalar canlı birer organizma gibidir; ya gelişecek, büyüyecek ya da her geçen gün etkisizleşerek, mevcut sistemin bir parçası haline gelecektir.

Örgütlenmede başarıya ulaşmanın yolu; sendikal örgütlenmeye yönelik stratejiler oluşturmaktan, bu alana ilişkin plan ve projelerin belirlenmesinden geçer. Sendikal örgütlenme için stratejiler tespit etmek bir zorunluluktur. Ancak stratejiler iyi tespit edilmediği ya da edilmesine rağmen benimsenmediği, içi doldurulmadığında bir anlamı olmayacaktır.

2- Sendikalar açısından “sürece müdahale” temel yaklaşım olmalıdır. Sürece, zamanında ve doğru tarzda müdahale olmadığında “sonuca itiraz” etmekle sınırlı kalınmaktadır. Oluşturulacak örgütlenme stratejisini, bu iki seçenekten birine dayandırmak söz konusu olduğunda, “sürece müdahale” seçilmek durumundadır. Diğer yaklaşım, sendikaların bugün içinde bulundukları olumsuz sürece girmelerine neden olan pasif tutumun bir yansımasıdır.

3- Emeğe yönelik genel saldırılar, düşük maaşlar, idari baskılar, siyaset yasağı vb. sorunlara, ve hükümetin IMF direktifleri ile hazırladığı saldırı yasalarına karşı geliştirilecek mücadele, bize, tüm kamu emekçilerini, KESK ve bağlı sendikalar etrafında toplayabilecek tarihi bir fırsat sunmaktadır. Burada sorun, söz konusu saldırılara karşı mücadelenin mevcut kadrolarla mı sınırlanacağı, yoksa mevcut kadrolar da dahil, mümkün olan en fazla üyenin sürece katılmasının mı sağlanacağıdır.

Sendikal alanda yaşanan saldırılara karşı bildiri, afiş, paneller, işyeri gezileri, işyeri toplantılarış sendikalarda aydınlatma ve eğitim etkinlikleriyle, emekçilerin ülke genelinde birlikteliklerinin sağlanması yolunda önemli adımlar atılabilir. Bu noktada, sendikal eğitim çalışmalarının işyeri temsilcileri aracılığıyla özellikle işyerlerine taşınması son derece önemlidir. Bu faaliyetlerin sadece sendika üyelerini değil, sendika üyesi olmayanları da kapsaması, amaçlananın çok ötesinde bir etki yaratacaktır.

4- Sendikalara ve sendikal örgütlenmeye ilişkin eleştiri ve taleplerin, sendika üyelerinin talepleri ve eleştirileri üzerinden yükselmesi son derece önemlidir. Sendikal faaliyetler temelinde yapılacak eleştirilerde, varsa yapılan iş üzerinden eleştirileri sunmak gerekir. Eğer eleştiri yapılacaksa; örneğin, “Kitlelere saldırıların niteliğini anlatmak için kaç gün, kaç saat zaman ayrıldı?”, “Kaç işyeri gezildi?”, “Kaç toplantı yapıldı?”, “İşyerlerinde yapılan toplantıların sonuçları nelerdir?”, “Üyeler sendikaya hangi önerilerde bulunuyor?”, “Saldırıları geriletmek için hangi politikalar geliştirildi?” vb. türünden sorular üzerinden yapılacak eleştirilerin büyük anlamı vardır.

5- Sürekliliği olan ve kimi zaman da hızlandırılmış dönemsel örgütlenmeye yönelik çalışmalar, iyi planlanmış ve organize edilmiş sendikal faaliyetlerle birlikte yürütülmelidir. Merkezi örgütlenme programlarının yanı sıra örgütün her organının da bir programı olmalı ve aşağıdan yukarıya-yukarıdan aşağıya denetlenmelidir. Bu programlarda il, işyeri, okul hedefleri belirlenmeli, merkezi hedefe odaklanmalıdır.

Sendikal örgütlenmede umutsuzluk ve inançsızlıktan uzak durmak, öncelikli koşuldur. En üst organlardaki yöneticiler başta olmak üzere, yükü omuzlamış her kademeden yönetici ve kadrolar, umutlarını diri tuttukları ve kararlılıklarını gösterdiklerinde tüm üyeler ve diğer emekçilerde de sendikalara ve kendilerine güven duygusu gelişecektir.

6- İş kollarımızdaki tüm emekçilerin işe başlamadan önce yaşadıkları bir okul süreci var. Bu süreci görerek, buna ilişkin sendikalarımızın tanıtımını da içine alan örgütsel projelerimiz olmalıdır. İş kollarımızda çalışacak olan gençliğe yönelik her türden faaliyetimiz, sendikal örgütlülüğümüzün zeminini hazırlayacak ve işlerimizi kolaylaştıracaktır (Eğitim Fakülteleri-Yüksek Okullar-Mesleki Okullar vb.)

7- Sermayenin öngördüğü örgütsüzlüğü aşmaya dönük yeni örgütlenme taktikleri üzerine yoğunlaşılmalıdır. Yaygınlaştırılmak istenen yeni istihdam biçimlerinin olumsuz etkilerini, kadrolu istihdam talebini öne çıkararak ve bu çağrımıza uygun örgütsel adımları fiili olarak attığımızda aşabiliriz. Bu konuda fikri ve iradi birliğe ihtiyacımız vardır. Öncelikli olarak; işyerlerine özgü taleplerin çevresinde mücadelede birliği sağlamak gerekmektedir. Eylemde birlik, mücadelede birlik, her türlü önyargıyı kırmayı kolaylaştıracak ve birleşik mücadelenin önünü açacaktır. Zemini olgunlaştırıldığında fiili örgütlenmeden kaçınılmamalıdır. Statüsü farklılaştırılmış ya da esnek çalışmanın gereği olarak farklı adlandırmalarla işe başlatılmış (sözleşmeli, ücretli, taşeron vb..) emekçilerin sendikalara üye olma, birlikte aynı sendikada örgütlenme taleplerine, örgütlenme hakkının meşruluğu üzerinden bakılmalı ve bu kesimler fiili olarak örgütlenmelidir.

8- Üyelerimiz ile örgüt bağını güçlendirmeyi esas alan, kadro ve her düzeyden yöneticimizin sendikal politikalarda yetkinleşmesini hedefleyen eğitim çalışmaları, zorunlu faaliyetlerimizdendir. Örgütlenmeyi güçlendiren ve ayakta kalmasını sağlayan eğitim çalışmalarıdır. Her türlü olanak, eğitim için seferber edilmelidir.

Örgütümüzün her düzeyinde bir beklenti vardır. Ancak yaşadığımız sorunlar büyük olduğundan, beklemeye tahammülümüz yoktur. Nitelikli kadrolardaki emeklilik oranının artması, yeni kadro yetiştirme ihtiyacı, tüm sendikalarımız için yaşamsal önemdedir. Bu konuda atılacak her olumlu adım, örgütlenmeye hizmet edecek ve mücadeleyi güçlendirecektir. İşyerlerine kadar inecek sürekli bir eğitim faaliyeti, sorunların aşılmasının da anahtarıdır.

9- İşyerlerinden şubelere, şubelerden genel merkezlere yazılı rapor sistemi oturtulmalıdır. Gelen yazılı raporların içeriği, bir üst yönetici organ tarafından özenle ve ciddiyetle değerlendirilmeli, yapılması gerekli olanlar gecikmeden yapılmalıdır. Sonuçlarına ilişkin bilgilendirme, diğer merkezi kararlar ve çağrılarla birlikte işyerlerine kadar zamanında gitmelidir. Bu konudaki keyfi tutumlar mahkum edilmeli ve alışkanlığa dönüşmemelidir. Yazışmalar başta olmak üzere iletişim ve işleyişteki hatalar, eksiklikler, umursamazlıklar ve keyfilikler bir an önce aşılmak zorundadır.

Sendikal sorunlarda dış etkenlere karşı yürütülecek mücadeledeki başarı, örgütlerimizdeki çalışmamıza bağlıdır. Örgütlenmeyi zorlaştıran dış etkenleri az-çok biliyoruz. Ancak iç etkenleri ortadan kaldırmadan ilerlememiz zordur. Bu konudaki eksiklik, alışkanlık ve keyfiliklerin giderilmesinin yolu, ortak çalışma kültürünün yerleşmesi ve sorumluluk duygusunun ileri bir noktadan edinilmesinden geçiyor. Örgütün bütününü gözeten geniş bir ufuk, birliği ve dayanışmayı sağlayacak kolektif çalışma alışkanlığı, örgütün bütününün iradesi üzerinde demokratik kararlaşma, kolektif irade, emek ve demokrasi mücadelesinde takınılacak ikirciksiz tutum, sendikal sorunların giderilmesinde çıkış yoludur.

FARKLI STATÜDE ÇALIŞANLARIN ÖRGÜTLENMESİ VE EĞİTİM FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİYLE İLİŞKİLER

Uluslararası sermaye kendisine sürekli yeni kar alanları aramaktadır. Bu, yeni alanların başında da kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi gelmektedir. Sermaye bu saldırıları IMF, DB, DTÖ gibi kuruluşlar aracılığıyla yürütmektedir. Kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi için yapılan en önemli uluslararası anlaşma ise DTÖ bünyesindeki GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması)’dır. Türkiye’nin de imzaladığı GATS ile birlikte kamu hizmetleri serbest piyasaya açılarak kamusal alan tasfiye edilmek istenmektedir. Bu süreçte, bir taraftan kamu hizmetleri özelleştirmeler yoluyla özel sermayeye açılırken/piyasalaştırılırken, diğer yandan kamuda çalışanların statüleri değiştirilerek sözleşmeli hale getirilmekte, performansa dayalı ücret sistemi, toplam kalite yönetimi, norm kadro vb. uygulamalar dayatılmaktadır.

Kamu Personel Reformu adıyla getirilmek istenen bu uygulamalar, Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nun Cumhurbaşkanının vetosuna takılmasından sonra parça parça uygulanmaya konulmuştur. Başta sağlık işkolu olmak üzere birçok işkolunda uygulamalar yaygınlaşmaktadır. Eğitim işkolunda da norm kadro uygulamasıyla istihdam daraltılmaya başlanmıştır. Son yıllarda eğitim alanında sözleşmeli, ücretli, vekil vb. öğretmen çalıştırma uygulaması ciddi biçimde artmıştır. İstihdamdaki daraltma, sözleşmeli çalışma uygulamasıyla yaygınlaştırılmaktadır. Bu sürecin esnek çalışma sistemini dayattığını da görmekteyiz. Kısmi zamanlı sözleşmeli olarak çalıştırılan öğretmenlerin sözleşmeleri, son alınan kararlarla geçiş sürecini kolaylaştırmak için 12 aya çıkarılmıştır. Şu anda toplam öğretmen sayısına göre sınırlı sayıda olan sözleşmeli çalışanların oranı giderek artmaktadır. Sözleşmeli çalışanlarla kadrolu çalışanlar aynı iş yerinde aynı işi yapmalarına karşın, farklı ücret ve farklı özlük haklarına sahiptirler ve sendikalarda örgütlenme hakları yoktur.

Eğitim Sen yeni örgütlenme stratejisini oluştururken, bu gelişmeleri dikkate almak durumundadır. Aynı işyerinde aynı işi yapan sözleşmeli-kadrolu tüm eğitim emekçilerinin (hizmetli ve memurlar dahil) aynı sendikaya üye olması gerekmektedir. Sayısı giderek azalan kadrolu çalışanlar ile birlikte sendikaların da erimesi ve üye kaybetmesi kaçınılmazdır. İşyerlerinde farklı statüde çalışanlar (kısmi sözleşmeli, sürekli sözleşmeli, memur, hizmetli, kadrolu vb.), talepleri etrafında işyeri komitelerinde birleştirilmelidir. Bu komiteler aracılığıyla sözleşmeli çalışanların sorunlarıyla ilgili de çalışma yapılarak, tek bir mücadele cephesi oluşturulmalıdır. Sözleşmeli  çalışanlar sorunlarına sahip çıkıldığı oranda sendikayı sahiplenecektir. Yasal engelleri aşmak içinse fiili olarak üye yazılmalıdırlar. Karar alma süreçlerine katılmaları sağlanmalı, kadrolu-kadrosuz çalışanların aynı mücadele cephesinde birleşmeleri hedef olarak belirlenmelidir.

Göreve yeni başlayan öğretmenlerde sendikalara üye olma konusunda tutukluklar bulunmaktadır. Bunda sendikaları hedefe koyarak yapılan karşı propagandanın yanı sıra sendikaların kendilerini anlatamamalarının da etkisi olduğunu vurgulamak gerekir.

Eğitim Sen’in gelecekteki üye potansiyelini oluşturan, üniversitelerin öğretmen yetiştiren fakültelerinde okuyan öğrencilere ayrı bir önem verilmelidir. Bu fakültelerde oluşturulacak birimlerle (bunların adı Eğitim Sen Gençlik Komisyonu vb şekillerde olabilir) sendikalar ve faaliyetleri tanıtılmalıdır. Bu komisyonlar büyük şehirlerde üniversiteler şubesine, diğer şehirlerde de mevcut şubelere bağlı olabilir. Bu komisyonlar, şubelerin denetimi ve işbirliğinde çalışmalı ve tüm eğitim fakültesi öğrencilerine açık olmalıdır. Bu komisyonlara üye olan öğrenciler de sendikaya fahri üye olmuş sayılmalıdır. Öğrencilerin kendi alanlarıyla ilgili konularda karar alma süreçlerine katılımı da sağlanmalıdır. Ama her şeyden önce sendikaların kapıları öğrencilere açılmalı, onların sorunları sahiplenilmeli ve üyelere de sahiplendirilmesi için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

ÖRGÜTLENME MODELİ

Sendikaların işyerlerinden yükselen, sendika-üye ilişkisini güçlendiren ve bir sınıf örgütü olarak yeniden mücadeleci birer sınıf örgütleri haline gelmesi, başka bir ifade ile sendikaların işçi ve emekçilerin birleşme ve mücadele merkezleri olarak yeniden inşası, içinde bulunduğumuz dönemde sendikal hareketin temel sorunlarından birisidir.

Sermayenin saldırılarına karşı mücadele, tüm yönleriyle sendikaları hareketlendirmeyi, emekçi kitleleri sendikalar aracılığı ile ekonomik ve siyasal mücadele içine çekmeyi öncelikli görev haline getirmiştir. Emekçilerin, birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaları yeni baştan inşa etmeleri bu amacın gerçekleştirilmesi için atılması gereken ilk adımdır.

Özellikle son yirmi yılda, sınıf mücadelesini ve sendikaları reddeden yaklaşımların arttığı belirgin bir şekilde görülmeye başlandı. Sendikaları, işçi sınıfının, sermayeye karşı mücadele eden bir “sınıf örgütü” olmaktan çıkarıp, büyük ölçüde bir “baskı” örgütü ya da “sivil toplum örgütü” haline getirmeye çalışan “liberal sol” akımlar, her ne kadar bunu tamamen başaramasalar da, epey bir yol kat ettiler.

Sendikal hareketin bugünkü dinamiklerini ve zayıflıklarını görmeyen; bunların talep ettiği görevleri yerine getirme, güncel ihtiyaçlarını karşılama yeteneği göstermeyen bir politikanın işçi ve emekçi sınıflar tarafından benimsenmesi ve başarılı olması mümkün değildir­. Sendikal hareketin mevcut mevzilerini koruması ve iler­letmesine her gün yardım edecek görevler yerine getirilmediği, sendikaların önündeki olanak ve fırsatlar değerlendirilmediği ve zayıflıkları aşmaya yönelik çalışmalar bugünden yapılmadığı taktirde, sendikal hareketin ilerlemesi, sendikal örgütlülüğün genişletilmesi mümkün değildir.

Sendikalar üyeleriyle vardır. Üyeler ise hizmeti işyerlerinde üretmekte ve işyerlerinde bir araya gelmektedir. Bu nedenle, işyeri çalışması temel alınmadan önerilecek her çalışma ve örgütlenme tarzı başarısızlığa mahkumdur. Sınıf mücadeleleri tarihine bakıldığında, toplumsal dönüşümlere ve sosyal kazanımlara yol açan tüm büyük emekçi eylemlerinin üretim alanlarına, işyerlerine dayandığı görülecektir. Sendikal hareketin yükselmesi; kitlelerin günlük sorunlarıyla ilgilenmesine, kitlelerin en küçük taleplerinin önemsenmesine, eylem ve etkinlik önermelerinin karar organlarına taşınmasına ve geniş yığınların talepleri ve mücadelesinin benimsenmesine bağlıdır. Sınıf bilinçli her işçi, kamu emekçisi; temsilci olmak ve temsilcilik kurumunun işlemesi için çalışmalı, sendikalarda saldırıların kitleler tarafından bilince çıkarılması için yeni etkinlikler önermeli, ama sadece önermekle kalmayarak, çalışmaların işyerlerine ulaşması ve kitlelerin aktif katılımını sağlamak için azami çaba göstermelidir.

İşyerlerinde sağlam bir sendikal örgüt oluşturmak, emekçilerin en geniş kesimlerini sendikal mücadeleye çekerek, sendikal taleplerle kararların yine en geniş kesimlerle birlikte oluşturulması önemlidir. İşyeri örgütlülüğünde sendikalılar ile sendikasızlar ya da başka sendikalara üye olanlar arasında ayrım yapmak gibi her anlamda işyeri örgütlülüğünü zayıflatacak tutumlardan özellikle kaçınmak gerekir.

Sendikaların en küçük üretim birimindeki örgütlenmeden, en tepedeki uluslararası örgütlenmelere kadar, tüm aşamalarında canlılık göstermesi gerekir. Bunu sağlamanın yolu, işyerlerinden başlayarak, tüm aşamalarda sendika organlarının aktif olarak işlemesi ve sorunlara anında müdahale etme becerisinin gösterilebilmesidir. Bu anlamda benimsenecek örgütlenme modelinin dikkatle seçilmesi gerekir. Sendikalarımızda özellikle kararların tartışılması ve alınması aşamasında yoğunlaşan merkezileşme süreçleri, kamu emekçileri sendikalarının giderek hiyerarşik-bürokratik bir yönetim biçimini benimsemesine neden olmaktadır. Bu durum, sendika yönetimlerinin üyelerin sorunlarına yabancılaşmasını ve işyerleri ile olan bağların zayıflamasını beraberinde getirmiştir. Sözü edilen durum o kadar yaygınlaşmıştır ki, sadece genel merkezler değil, şube yönetimleri ve temsilciliklere kadar bütün yönetim kademelerinin işyerleri ile olan bağlarında ciddi zayıflıklar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Sendikal hareketin yeniden canlanması ve en geniş emekçi kesimini çatısı altında bir araya getirmesi, işyerinden başlayarak, en üst organlara kadar, tüm yönetim kademelerinin ve örgütlenme biçimlerinin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bugün emek hareketini güçlendirmenin yolu, sendikal örgütlenmenin daha da merkezileştirilerek bürokratikleştirilmesinden değil, sendikaları ve sendikal mücadeleyi mümkün olduğu kadar yerelleştirip, yaygın ve etkili bir örgüt modelinin hayata geçirilmesinden geçmektedir.

Modeli yukardan aşağı kısaca şöyle bir ifade edebiliriz. En yetkili karar organı, 3 yılda bir toplanan Merkez Genel Kurul’dur. Ardından Genel Kurul tarafından seçilen yedi kişilik MYK daha sonraki karar organıdır. MYK ‘nın yanında Merkez Denetleme ve Merkez Disiplin Kurulları olmak üzere merkez organları vardır. Ayrıca MYK’ya bağlı bazı daire ve bürolar bulunmaktadır. MYK’nın altında şubelerin yönetim kurulları ve il temsilcilikleri, bunlara bağlı ilçe temsilcilikleri ve hem şubeye, hem ilçe temsilciliklerine bağlı işyeri temsilcilikleri vardır. Aslında model sade bir modeldir. Ama bizim örgütlenme alanımız ve işyerlerinin yaygınlığı ve dağınıklılığı düşünülürse, bu haliyle ihtiyaçlara yanıt veremez durumdadır.

Tüzüğümüze göre, şubeler sadece il merkezlerinde açılabilir. Buna aykırı üç ilçe şubemiz vardır. Bunlar Gebze, İskenderun ve Tarsus’tur. Bu şubeler yasada önceden var olduğu ve üye sayısı olarak o dönem 500’ü aştığı için korunmuştur. Ayrıca İstanbul’da 8, İzmir’de 6, Ankara’da da 5 şube vardır. Bunlardan birer tanesi üniversitelerde örgütlenmiştir. Görüleceği gibi örgütte bir standart yoktur. Örgütlenme modelimiz, bu haliyle, yeniden inşayı zorlaştıran bir rol oynamaktadır. Kuşkusuz zorluklarımızın tek nedeni olarak örgüt modeli görülmemelidir. En mükemmel örgüt modeline sahip olsanız bile, başka birçok şey bir araya gelmezse, mükemmel model de işlemeyecektir. Bizim önerdiğimiz model, kuşkusuz mükemmel bir model değildir. Ama işyerlerindeki örgütlerimizi yeniden inşa edecek, var olanları canlandıracak ve içinde bulunduğumuz durumdan çıkışı kolaylaştıracak bir modeldir.

Örgütlenme modelleri oluşturulurken kalıplara sıkışılıp kalınmamak, örgütün ihtiyaçları doğrultusunda esnekliği de gözetmek gerekir. Öte yandan bürokratik organların yaratılmaması da önemlidir. Bu açıdan baktığımızda, temel ilke olarak, işyeri-şube, şube-genel merkez arasında herhangi bir ara organın bulunmaması gerekir (Şube olamayan ilçelerdeki ilçe temsilcilikleri ve bunların yönetimleri hariç). İşyeri, şube ve genel merkez arasındaki her ara organ yeni bir bürokratik kademe ve hiyerarşi demektir.

Örgüt modeli oluşturulurken, tamamen örgütün ve mücadelenin ihtiyaçları üzerinden tartışmak gerekir. Kurumsallaşma adına, işverene paralel bir örgütlenme kesinlikle savunulmamalıdır. Muhataplık ilişkisi üzerinden bir örgütlenme anlayışına gidilmesi durumunda, işverenin her organının karşısına Eğitim Sen’in de bir organ koyması gerekir ki, bu, organ anarşisine yol açacaktır. Böyle bir uygulama sorunları çözecek olsaydı, MEB’in teşkilat şemasını alır, oradaki her kurulun, birimin vb. karşısına biz de bir organ koyar, sorunu çözerdik. Ancak bürokratik bir örgütlenme olan Bakanlık örgütlenmesi ile her yönüyle dinamik bir yapı olan sendikaların birbirine karıştırılmaması gerekir. Ayrıca bu, işverene paralel bir örgütlenme olur ki, bu durumda işverenin teşkilat yapısında yapacağı her değişikliğe karşılık bizim de aynı değişikliği yapmamız gerekecektir.

Fiili ve meşru mücadele geleneğinden gelen bir sendikanın örgüt modeli, mücadele geleneğine ve ilkelerine uygun olmalıdır. Bizde yeni şubelerin açılabilmesi, devletin mülki yapılanmasındaki değişikliğe bağlıdır. Bugün devlet bir ilçeyi il yaptığında, biz de orayı şube yapıyoruz. Bunun örnekleri Düzce, Bartın, Karaman vb.’dir. Biz devletin bir yeri il yapmasında göre şube sayısını arttırıp azaltmamalıyız. Siyasi iktidarın il sayısını arttırması onun kendi yapısal, yönetsel ve siyasal ihtiyacından kaynaklanır. Eğitim Sen’se, kendi yapısal, yönetsel, örgütsel ve mücadele ihtiyaçları üzerinden kendi şubeleşmesini gerçekleştirmelidir. Yoksa çelişkilerle dolu bir modelle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olur. Örnek vermek gerekirse, Bartın Zonguldak iline bağlı bir ilçeyken il yapıldı. Biz de orayı şube olarak örgütledik. Bu örgütlenme, Bartın açısından kuşkusuz iyi olmuştur. Ama aynı Zonguldak ilinin Ereğli ilçesinde şube olmaya yeter sayıda üye varken, biz halen Ereğli’yi temsilcilik olarak çalıştırmaya ve bunun üzerinden örgütlenmeye çalışıyoruz. Aynı şey Konya’dan ayrılıp il olan Karaman ve halen Konya’ya bağlı ilçe olan Konya-Ereğli için de geçerlidir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bizim tartışmamız gereken, bu ilçelerde şube kurmanın ihtiyaç olup olmadığı, bunun örgüte yararlı olup olmadığıdır. Şube kurmayı il olup olmamaya bağlamanın çok doğru olmadığı açıktır.

Önceki mücadele deneyimlerine, ülkemizdeki işçi sendikalarına ve öncel örgütlerimize baktığımızda, mücadele diye bir derdi olan örgütler şubeleşmeyi hep teşvik etmiş ve şube sayıları yüzün katları ile ifade edilen boyutlarda olmuştur. Kuşkusuz ki, şube olmaya bir kıstas getirmek gerekir. Şubeler işyerlerini bir araya getirecek, oralara faaliyet götürecek, oraları örgütleyecek oraların mücadelesini birleştirecek ve yönetecek organlardır. Yeni şubeler, devletin yapılanması, coğrafi özellikler, sayısal birikim (üye ve işyeri) mücadelenin ihtiyaçları vb. şeylerin bir araya gelmesi ile oluşturulmalıdır. Bu yüzden şubelerin kurulacağı en küçük yerleşim birimi ilçe olarak belirlenmeli ve belli bir üye sayısının, işyerinin bir araya gelmesi aranmalıdır.

Şu anda örneğin 400 üye sayısına sahip ilçe merkezlerinde şube açılmalıdır. Metropol illerde de her metropol ilçenin üye sayısı yeterli ise (veya yeterli orana geldiğinde) şube olmalıdır. Yeterli üye sayısına sahipse her üniversitede bir şube açılmalıdır. Metropol illerdeki taşra ilçeler (şube olamıyorlarsa) coğrafi yakınlık gözetilerek metropol ilçelerdeki şubelere bağlanmalıdırlar. Böylelikle şubelerin örgüte (üyelerine, işyerlerine) vakıf olmaları kolaylaşır. Bugün modeli bu kadar tartışmamızın temelinde, örgütün yeniden inşasına duyulan ihtiyaç vardır.

Dağınık, gevşek bağlarla örgüte bağlı, ülkede ve dünyada esen her rüzgardan etkilenen üyelerin ve işyerlerinin çokluğu düşünülürse, şubelerden gerçekleştirilecek müdahale ile örgütün yeniden inşasını gerçekleştirmek kolaylaşacaktır. Yoksa kendiliğinden bir yeniden inşa, örgütü diriltmeyi, mücadeleye sevk etme ve yeni örgütler kurmayı başaramayacaktır. Şubelerden işyerlerine müdahale ile örgüt yeniden kurulacaktır. Yani bozulan işyeri örgütlülüğünün yenilenmesi, işyeri temsilciliklerinin oluşturulması, var olanların güçlendirilmesi için mutlaka şubelerin müdahalesi ve görev üstlenmesi gerekiyor. Şubelerin üzerine düşeni yapabilmesi için de örgütlenme alanlarının daraltılması ve faaliyet götürecekleri işyeri sayısı ile başa çıkabilir olmaları için, işyeri sayısının sınırlandırılması-azaltılması, örgütlenme alanını, üyelerini, eğitim ve bilim emekçilerini tanıyabilmeleri gerekir. Alanlarına yetebilme olanaklarının şubelere verilmesi gerekir.

Şube sayısının çoğalması ile faaliyetin içine giren ve görevleri tanımlanmış yönetici sayısı da artacaktır. Bu, şu an var olan yöneticilerin yükünü de azaltacaktır. Şu anda 100 şubede (100 x 7=700) toplam 700 yönetici koşturuyorsa (hepsinin çalıştığını var sayarsak), yarın sayı 150 şubeye çıktığında (150 x 7=1050), 1050 yöneticinin aynı işler için seferber olması anlamına gelir ki bu, yükü azaltan ve faaliyeti kolaylaştıran bir rol oynayacaktır. Aynı işleri 700 yerine 1050 kişinin yapması, hem daha kolaydır, hem de ulaşılamayan yerlere ulaşmak, gidilemeyen alanlara gitmek bakımından önemli olanaklar doğurur. Şube sayısının fazlalaşması, çok sayıda kadronun hem önünün açılması, hem de yetişmesi için bir olanaktır.

Örgütlenme modelimizin özü, işyeri-şube (şube olamayan ilçelerde ilçe temsilciliği)-Genel Merkez ve bunlara paralel karar organları (üyelerden oluşan işyeri kurulları, ilçe temsilciler kurulu,şube temsilciler kurulu, başkanlar kurulu, merkez temsilciler kurulu vb.) oluşturma şeklindedir. Örgüt modeli, eğitim emekçileri ile sendika arasında doğrudan bağ kurmak ve işyeri çalışmalarını daha canlı hale getirmek açısından tartışılmaya ve geliştirilmeye de açıktır.

SENDİKAL DEMOKRASİ, SEÇİM SİSTEMİ VE KURUMSALLAŞMA

Sendikalar kendi iç demokrasilerini kurarken, üyelerinin de toplumsal yaşam içerisinde demokrasi mücadelesine katılımının yolunu açarlar. Yani sendika bir demokrasi okuludur. Sendikal demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi “demokratik merkeziyetçilik” ilkesidir. Kamu emekçilerinin mücadele sürecinde sık sık tekrar edilen ve üzerinde durulan bir kavram olmasına karşın, demokratik merkeziyetçilik ilkesinden zaman zaman ödün verildiği ya da bazı kişi ve gruplar tarafından doğru yorumlanmadığı görülmektedir. Demokratik merkeziyetçilik; üyelerinin eleştiri ve öneri haklarını kullanmalarını sağlayan, karar süreçlerine doğrudan katılmalarının kanallarını açan bir ilkedir. Üyelerin karar alma süreçlerine değişik organlar ya da çalışma grupları aracılığı ile katılmaları demokratik yanı oluşturur. Alınan kararların yaşama geçirilmesi, örgütsel iradeye dönüştürülmesi, tüm üyelerin kararlara katılma sorumluluğunu duyması ise, merkezi yanı oluşturur.

Bu anlamda; Danışma Kurulları olarak konumlanan kurulların karar organı olması, Temsilciler Kurulu vb. gibi katılımın yoğun ve örgüt iradesinin yansıtılma olanağının fazla olduğu organların karar alma yetkisine kavuşturulması, alınan kararların demokratik yanını güçlendirecek ve örgüt içi demokrasinin oluşmasını pekiştirecektir. Bu süreçte, işyerinin ve işyerindeki üyelerin karar organı olarak yapılandırılması ve karar süreçlerinin mutlaka işyerlerinden başlayarak yukarıya doğru işletilmesi gerekmektedir.

Sendikal demokrasi, emekçilerin sendikaya karşı ilgilerinin ve mücadele isteğinin gelişmesi ve sürece müdahalesinin aracı ve biçimidir. Sendikal demokrasiyi ortadan kaldıran en önemli etken sendikal bürokrasidir. Sendikal bürokrasi, kitleleri sendikal mücadelenin dışında tutmayı, örgüt içi yaşam kültürünün oluşumuna engel olmayı, sendikaya ve sınıf mücadelesine ilgi, istek, sorumluluk, katılım ve duyarlılığın gelişimine engel olur.

“Sendikal bürokrasi” ve “sendikal demokrasi” nesnel olgular oldukları kadar, anlayış sorunudur da. Her ikisi de temsil ettiği sendikal anlayışın gereklerine göre yolunu belirler. Sarı sendikacılığın, “sınıf işbirlikçisi”, “uzlaşmacı” sendikacılığın temsilcisi “sendikal bürokrasi”, sendikal hareketin tarihi boyunca sendikalarla emekçi kitleler arasında set oluşturmuştur. Sendikal hareketin bugün içine sürüklendiği bunalıma çekilmesine yol açan nedenlerden birincisi; emekçilerin sendikal mücadelenin dışına itilerek, sendikal mücadelenin yönetim kadrosundaki sendikacılarla yürütülen mücadeleye indirgenmiş olmasıdır. Aktif sendikacı-pasif kitle (taban) ayrımının üstünde şekillenen bu bürokratik sendikacılık; yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.

KESK’e bağlı sendikalar; mücadelenin en önünde yer alan çok aktif yöneticiler ve aktif bir taban ilişkisi üstünde yükselmiştir. Bugün ise, ne yazık ki; “aktif yöneticiler” (bu aktivite basın açıklaması, miting çağrıları, görüşmelere katılma olarak gözlenmektedir) ve “pasif kitle” (olup biteni izleyen, zaman zaman yapılan eylemlere çağrılan, ama bunlara pek katılmayan) ilişkisine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunun önleminin mutlaka alınması gerekmektedir.

Sendikal demokrasinin önündeki engellerden biri de grupçu davranışlardır. Kamu emekçileri sendikalarındaki grupçuluğun temelinde, örgütlenebilir bir milyondan fazla emekçiyi bünyelerinde toplayamamış olmak da yatmaktadır. Kamu emekçileri sendikalarının grupçuluk hastalığından kurtulmak için kuruluş sürecinde olduğu gibi, üyelerin sendikaların etkinliklerine katılmalarını sağlamak ve ikincisi ise, örgütlenebilir bir milyondan fazla kamu emekçisini sendikaların çatısı altına çekmek ve kitleselleşerek yığınların sorunlarıyla haşır neşir olmaktır.

Sendikalarımıza olur olmaz yapılan eleştiriler ve gruplar arası tartışmalar, sendikaları geliştirmeye değil, kitlelerin sendikalara güvensizliğini geliştirmeye hizmet etmektedir. Eleştiriyi şu temele oturtmak, sendikal mücadelenin gelişmesi bakımından yararlı olacaktır: İş yapmak, politika üretmek, yapılan iş ve üretilen politika üzerinden eğer varsa eleştirileri sunmak.

İşyeri örgütlenmeleri, iş yapma ve pratik faaliyetler üzerinden siyasallaşan sendika kadroları ve ileri emekçiler, sendikalarda demokrasi için; işçi ve emekçilerin sendikanın her türlü bilgisini alma, irade oluşturma, örgütünü yönetme, denetleme bilinç ve girişkenliğinin gelişmesi için özel bir mücadele yürütmek zorundadırlar. Her şeyden önce, emeğin politikalarını benimsemiş kamu emekçileri, siyasallaşan sendika kadroları ve ileri emekçiler, sendikal örgüt yaşamının oluşmasında kendilerini asıl sorumlu olarak görmek durumundadırlar.

Unutulmamalıdır ki kamu emekçileri sendikaları, bilinçli, siyasallaşmış önderliği ile ve grupçuluğu, bürokrasiyi aştığı, şekilci sendikacılık alışkanlıklarından kendisini koruduğu ölçüde ilerlemiştir.

Genel kurullarımız çoğu zaman; ülkenin iktisadi, sosyal ve siyasal koşullarının tartışılarak önümüzdeki yılların mücadele taktiğinin belirlenip üyelere ilan edildiği kurullar olarak değil, sendikal demokrasinin tıkanmasının bir başka örneği olarak cereyan etmektedir. Genel kurullarımız, sadece seçime endekslenmiş, dar-grupçu ve “son ana kadar gerilen” tutumların belirleyici olduğu kurullar olmaktan çıkarılıp, işyerlerinden başlayarak, emekçilerinin sorun ve taleplerinin tartışıldığı, mücadele programının oluşturulduğu, mücadeleci unsurların önünün açıldığı süreçler olarak değerlendirilmelidir.

Seçim sisteminin ya da seçim yönetmeliğinin tartışılması ikincil sorundur. Öncelikli sorun, emekçilerin birlikteliklerini yok etmeyi hedefleyen saldırlar karşısında sendikalarımızı daha güçlü emek örgütlerine dönüştürme, hak kazanımlarının korunması ve yeni hakların kazanılması mücadelesinin başarılmasında etkili olacak politikaları belirleme, buna uygun taktikler geliştirme ve bu politikaları yaşama geçirecek sendika organ ve yönetimlerinin belirlenmesi sorunudur.

Genel Kurul süreçleri ve seçimler, işyerlerinden başlayarak mücadelenin ihtiyaçlarının tartışıldığı, sendikaların üyelerle ve hedef kitlelerle buluştuğu süreç olarak algılanmalıdır. Genel Kurul atmosferinin işyerlerinde yaşanması, tüm üyelerin, hatta üyeleri de aşan oranda emekçilerin, sendikal mücadeleyi anladığı, kavradığı, benimsediği süreç olarak değerlendirilmesi, işyeri sendika örgütlülüğünü geliştiren-pekiştiren bir unsur olacaktır.

İlkesel olarak üyelerin doğrudan katılımı ile yapılacak seçimlere bir itirazımız olamaz. Birini diğerinin önüne koymuyoruz. Mükemmel bir seçim sistemi de yoktur. Veya seçim sisteminin iyi olması bütün sorunları halletmiyor. Ayrıca doğrudan katılım, seçimin her aşamasında mümkün de değildir. Merkez organların seçiminde mutlaka temsili seçimler de olmak durumundadır. Olumlulukları-olumsuzluklarıyla seçim sistemleri tartışılabilir. Ancak, üyelerin büyük bir çoğunluğunu katabilme imkanına sahip örgütlenme alanlarında (temsilcilik ya da üye sayısı az olan şubelerde) ihtiyaca göre doğrudan seçim yöntemi değerlendirilebilir, uygulanabilir. Bu anlamda mevcut sistemdeki ilçelerin doğrudan katılımla yaptığı seçimler korunarak, şubeler için de mevcut delegasyon daha da genişletilerek sürdürülebilir.

KURUMSALLAŞMA

Kurumsallaşma, bir örgütün yönetim, denetim ve işleyişinin kişi ya da kişilere bağlı olmaması, ama tüm üyeler tarafından kabul görmesi ve benimsenmesinin çizgisidir. Yönetim ve organlarda değişim olsa bile kurumsallaşmanın araçları fazla bir değişiklik göstermeyecektir.

Kurumsallaşma, yönetim organları ile üyeler arasındaki ilişki ve iletişimi düzenli, sürekli, sağlıklı, anlaşılır, yaygın kılmaktır. Kurumsallaşma, örgütteki gelişmeleri, kararları üyelerle ve kamuoyu ile paylaşmaktır. Kurumsallaşma, örgütü üyelere daha fazla benimseten, örgüt kültürünü üyelerine içselleştiren, üyeler arasında ortak bilinç, dil, kültür, mücadele anlayışı oluşturma çabasıdır. Kurumsallaşma, taban ile yönetim arasında ilişkinin korunması, yönetim ile taban arasında olası güvensizliğin yaşanmamasının sağlanmasıdır. Bunun için;

Örgütün yetkili kurullarının toplantı sonuçları, üyelerle, kamuoyu ile zamanında paylaşılmalıdır. Olumlu ya da olumsuz her türlü gelişme açıklanmalıdır. Alınan kararlar, yapılan işler sahiplenilmeli, soru işaretlerine, kuşkulara fırsat verilmemelidir.

v  Aleniyet ilkesi gereğince, örgüt yönetim organlarının tabana, kamu oyuna karşı açıklığını koruması, güveni pekiştirecektir. Aidatların elden toplandığı süreçte yarattığımız gelenek tekrar yaşama geçirilmelidir. Sendikalar düzenli yayınlarında aylık olarak mali bilançolarını yayınlamalıdır.

v  Eylem ve etkinliklerin, üyelerin sendikal mücadeleye katılımının, işyeri-sendika ilişkisini geliştirmenin aracı olduğu unutulmamalı; eylem ve etkinlikler işyerlerine kararlılık ve ciddiyetle taşınmalıdır. Teknolojik gelişmelerden yararlanmak, iletişim hatları geliştirmek adına mesajla eylem ve etkinlik duyurusunun alışkanlık haline gelmesinin önüne geçilmelidir. Her eylem ve etkinliğin sonuçları da üst organlara bildirilmelidir. Bunun geri bildirimi de merkezden şubelere ve işyerlerine ulaştırılmalıdır.

v  İşyeri gezileri, sendikal politikaların işyerlerine taşınması yeniden önemsenmelidir. İşyeri gezilerinin yapılmaması, işyeri sendika ilişkisini yok etmektedir. Yöneticiler işyerlerine, üyeler sendikaya yabancılaşmaktadır. Örgütlenmenin en güçlü propaganda yöntemi, yüz yüze ilişkiye dayalı sözlü propagandadır.

v  Şube işyeri gezi programları, sonuçları vb. genel merkez yönetimlerince izlenmeli, dönemsel raporlar ile şube çalışmalarına yön verilmelidir.

v  Sendikal mücadelenin daha çok üye tarafından sahiplenilmesi ve üyelerin sendikal faaliyetlerin içinde yer almasının araçlarından biri de genel merkez ve şube komisyonlarıdır. Sendikal politika ve mücadele-örgütlenme araçlarının yoğun olarak üretildiği ve üretenlerin ise sorunun asıl sahiplerinin olduğu çalışma gruplarıdır. Komisyonların gerekliliği, işlevi, nasıl oluşturulması gerektiği, çalışma ilkeleri vb. yeniden değerlendirilmeli ve örgütte yukarıdan aşağıya sendikal eğitim olarak algılanmalıdır.

Emek Hareketi’nden eğitim emekçilerinin özetlenen görüşleri, elbette sadece Program Kurultayı’na yönelik olarak oluşturulmamıştır. Yapılan tespitler ve ileri sürülen öneriler, genel olarak sendikal harekette, özelde ise Eğitim Sen’in örgütlü olduğu eğitim ve bilim işkolunda yaşanması gereken yenilenmenin, başka bir ifade ile yeniden inşa sürecinin temel noktalarını oluşturmaktadır. Böylece Eğitim Sen’i yeniden güçlendirecek ve eğitim emekçilerinin en geniş kesimlerini mücadeleye sevk edecek bir sendikal çizgi oluşturmak ve eğitim emekçilerini bu çizgi etrafında bir araya getirmek mümkün olabilir.

SONUÇ

Tüm alanlarda olduğu gibi, eğitim ve bilim işkolunda da başta istihdam yapısı olmak üzere ciddi bir parçalanmışlık yaşanmakta, bu durum sendikal zemindeki parçalanmışlığı beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, öncelikli olarak işyerlerinden başlayarak büyüyen bu parçalanmışlığın yarattığı dağınıklığı doğru analiz etmek, mücadele araç ve biçimlerini bu analiz çerçevesinde etkin kullanmak zorunludur. Bu noktada emekçiler arasında rekabeti kışkırtan her türlü yöntem ve uygulamaya karşı koyabilmek için eğitim emekçilerinin siyasallaşma sürecinin hızlandırılması gerektiği ortadadır.

Farklı statülerden eğitim ve bilim emekçileri arasında rekabeti değil, birlik ve dayanışmayı esas alan, somut taleplerin belirlendiği, mücadelenin bu somut talepler etrafında şekillendiği mücadeleci bir sendikacılık anlayışının Eğitim Sen’de hakim hale gelmesi için koşulların düne göre daha uygun olduğu söylenebilir. Bu, uzun soluklu ve tek tek her işyerinde özverili bir çalışma yürütülerek gerçekleştirilebilir.

Sendikalarımızın daha mücadeleci, emekçilerin ana kitlesinin mücadeleye katıldığı bir sendikacılık tarzıyla; demokratik, tabanın iradesinin sendika yönetimlerinin en üst kademelerine kadar yansıdığı kurumlar olarak yenilenmesi gerekir. Bunun, her şeyden önce, mevcut sendikal yapıların yenilenmesi; sendika-üye ilişkisinin doğrudan kurulması, sendikal yapının buna paralel olarak oluşturulması üzerinden sağlanacağı açıktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑