1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜ

1 Eylül 1939, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihi. Hitler faşizminin Polonya’yı işgaliyle başlayan bu tarihten sonra 6 yıl süren ve 2 Eylül 1945’te sona eren II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda 22 milyonu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vatandaşı olmak üzere, 54 milyon insan hayatını kaybetti. Yine milyonlarca insan sakat, yaralı, aç ve sefil yaşamak zorunda kaldı. Kızıl Ordu’nun direnişi ve Sovyet halkının mücadelesi savaşa son verdi. Kapitalist dünyanın etkisiz kılınarak savaş karşıtı bir bloka çekilmesi ve dünya halklarının dayanışmasıyla 1945’te Moskova önlerinde durdurulmasından ve Hitler ordularının yenilmesinden sonra, insanlığa büyük acılar yaşatan savaşların bir daha yaşanmaması dileğiyle savaşın başladığı tarih olan 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak ilan edildi.

Ancak başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler kana doymadılar. Daha II. Dünya Savaşı’nın fiilen bittiği günlerde ABD’nin Hroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla Japonya’da 250 bin kişi hayatını kaybetti. Yüz binlerce insan sakat kaldı. ABD, SSCB’nin dünya halkları nezdinde kazandığı büyük saygınlığı hazmedemeyeceğini ve önümüzdeki yıllarda başlatılacak yeni bir rekabet ve çatışmanın ilanı olmak üzere Japonya’ya attığı bombayla birlikte “soğuk savaşı” da ilan etmiş oldu.

Kapitalist Dünyanın tetikçisi Hitler ve yenilgi yılları

Kapitalist dünya ağır sömürü ve baskı koşullarından, yumuşama dönemine yönelmek zorunda kaldı. Sosyalist SB’nin yanı başındaki Avrupa’da “sosyal devlet” olgusu gecikmeden dereye sokuldu. Sosyal demokrasi desteklenerek sosyalizmin önün kesmek üzere atağa geçirildi. İşçi sınıfının hak ve özgürlük talepleri, çalışma koşulları, çalışma süreleri, sendika ve sigorta haklarında genişlemeler gerçekleşti. Kadın haklarında gelişmeler oldu. Gençliğin taleplerinin karşılanmasında ilerlemeler oldu. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere ileri adımlar atıldı. Sosyal hayatın, kültürel yaşamın zenginleşmesi sağlandı. Diller, kültürler, inançlar üzerindeki baskının azaltılması, yerel yönetimlerin, yerel parlamentoların güç kazanması yönlü istekler karşılanmaya başlandı. Böylece “sosyalizme gerek bıraktırmayacak bir gelişme” için adımlar atılırken, diğer yanda emperyalist kapitalist dünyanın güç kazanması, silahlanması, Stalin’in Hitler ile aynı kefeye konularak hedefe konulması ve SSCB’nin içeriden ve dışarıdan kuşatılması süreci de işletiliyordu.

ABD II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını terse çevirmek istiyor.

ABD II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve hiçbir zaman hazmedemediği tabloyu değiştirmek için sürdürdüğü mücadelede atağa geçmiş bulunuyor.

O, bu gün de dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Bir dönemim Nazi Almanyasının rolünü de üstlenmiş olan Bush yönetimi, kapitalizmin doğasında bulunan savaşları, işgalleri ve dünya egemenliği için silahlanmayı hızla sürdürüyor. SSCB’nin kapitalist dünyaya tesliminden sonraki süreç ABD ve müttefiklerinin gemi azıya aldığı yıllar olarak tarihe geçti. Başta SSCB ülkeleri ve halkları olmak üzere Kafkaslar, Balkanlar savaş ve çatışma alanları oldu. İşgaller ardı ardına sürüyor. Adını renklerden alan turuncu vb. “devrimler” peş peşe devreye sokuldu. İç karışıklıklar çıkarmak için provokasyon ve kışkırtmalar devam ediyor. Bölge ülkelerinin bir birine karşı kışkırtılması ve savaşa sokulması son olarak Gürcistan’ın G. Osetya’ya saldırısıyla gündeme geldi. Yeni savaş ve çatışma alanları yaratmak üzere kışkırtmalar devam ediyor. Afganistan ve Irak işgalleri devam ediyor. İran hala hedefte duruyor. Suriye’nin etkisizleştirilmesi yönlü çabalar sürüyor. İsrail’in başta Filistin halkı olmak üzere tüm Ortadoğu’da bir koçbaşı olarak işlev görmesi sürüyor. Türkiye’nin BOP kapsamında öncü rol üstlenmesi ve ABD’nin bölge karakolu işlevi görmesi çabaları hızla sürüyor. Ortadoğu ve Kafkaslar önümüzdeki dönemin yeni savaş ve çatışma alanları olarak ABD’nin hedefinde bulunuyor. Rusya’nın Osetya ve Abhazya üzerinden başlattığı süreç ve Gürcistan’a yönelik saldırgan tutumuyla birlikte ABD ve Rusya’da cisimleşen çatışmanın tüm bölge halklarını bir kapışmanın içine çekecek potansiyel taşıdığını kaydetmek gerekiyor.

Barışı savunmak ve Kürt sorunu

Bu gün barışı savunanların Kürt sorununu atlamamaları gerek. Türkiye söz konusu olunca ve barıştan söz ediliyorsa öncelikle Kürt sorunu ve çözüm yolu ele alınmalıdır. Bir çok yerde gerçekleştirilen barış festivallerinde de bu sorun atlanmadan ele alınmalıdır.

Türkiye Kürt sorunundan kaynaklı olarak bir çatışma süreci içinde bulunuyor ve egemenler cephesinde bunu durdurmaya yönelik bir gelişme görünmüyor. Kürt halkının eşit haklara dayalı barış içinde demokratik bir ülkede yaşa özlemi, ABD güdümündeki yönetim tarafından karşılanmak bir yana, şiddeti ve çatışmaları derinleştirerek sürdürülmek isteniyor.

Ancak gelinen yerde Türk ve Kürt halkının bu çatışma sürecine, her gün önümüze sürülen cenazelere tahammülü kalmamıştır. Sömürü ve baskıyı derinleştirmek, halklar arasındaki kardeşlik duygularını tahrip etmek, silahlanmayı arttırarak, Bölge’yi kan gölüne dönüştürmek isteyen hükümete ve Türkiye egemen güçlerinin silahlı çözümüne karşı mücadeleyi yükseltmekten başka çıkar yol görünmemektedir.

Türkiye Barış Meclisi etrafında daha da güçlendirilmiş bir mücadele ile AKP’den ve egemen güç odaklarından hiçbir beklenti içine girmeden, barışın ancak mücadele ile, iki halkın birlikte örgütlenmesiyle gelebileceğini bilerek ilerlemek gerekiyor. Sosyalistler barışı, barış mücadelesinin tarihini unutmadan, kapitalizme, işgallere ve savaşlara karşı mücadele perspektifiyle, özgürlük ve demokrasi için barış mücadelesinde ısrarcı olmaya devam edeceklerdir.

 

dünyanın yeni kriz bölgesi kafkasya büyük oyunun küçük oyuncusu olmak…

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla başlayan Rusya-Gürcistan çatışması, gerek “ABD’nin dünyanın tek büyük gücü” olduğu, gerekse Türkiye’nin Amerikancılarının, “Türkiye’nin ABD’nin stratejik müttefiki olarak bölgede rol üstlenerek bölgenin önemli gücü olacağı” tezlerine ağır bir darbe oldu.

Rusya-Gürcistan çatışmasının başladığı günden beri, az çok bölgede olanları ve dünyanın gidişatını izleyen herkes; “bu çatışmanın Kafkasya’da ABD’nin mi yoksa Rusya’nın mı sözünün geçtiğini ve geçeceğini belirleyecek bir Amerikan-Rus, hatta Batı dünyası (NATO)-Rusya çatışması” olduğunda hem fikirdir. Bu yüzden de Saakaşvili’nin oynadığı kumarın tutup tutmadığı, Rusya’nın “aşırı güç” kullanıp kullanmadığı tartışmaları tamamen esasa ilişkin olmayan tartışmalardır. Gerçek olan ise, Rusya’nın bu girişimle, Kafkasya’da, Rusya olmadan ciddi hiçbir ekonomik ve siyasi kararın alınamayacağını ve hiçbir barış ya da savaşın olamayacağını dünyaya ilan etmesidir.

GÜRCİSTAN-RUSYA ÇATIŞMASININ ARKASINDAKİ GERÇEK

SB’nin dağılmasının arkasından Rusya’nın içine sürüklendiği büyük parçalanma ve ekonomik kriz sürecinde, ABD, Rusya’yı güneyden kuşatma ve Kafkasya’daki büyük enerji yataklarını ve geçiş yollarını kontrol etmeye girişmenin yanı sıra, aynı zamanda, İran’a yönelik kuzeyden bir tehdit oluşturma hamlesini yapmıştı. ABD bu hamlesini yaparken, Rusya’nın başını beladan uzun zaman kurtaramayacağı bir “Kafkasya düzeni” oluşturmayı da amaçlıyordu. Bunda, Kafkasya’nın küçük halklarının Rusya’yı çok uzun bir süre uğraştıracağı hesabı vardı. Bu amacı doğrultusunda, ABD, dünyanın her yanında terörizme karşı savaştığını iddia ederken, Çeçenistan’da aşırı İslamcı, Vahabi mezhebine bağlı Çeçen güçlerini desteklemekte tereddüt etmemişti. Türkiye de, aynı stratejinin parçası olarak, Kafkasya’daki Müslüman halklarla tarihsel ve kültürel yakınlığını (bu halklardan Türkiye’de yoğun sayılacak bir nüfusun bulunmasını) da gerekçe göstererek, ABD’nin bu politikasına destek verdi. Bu politikanın esası, Gürcistan, Ermenistan gibi batıyla eski ilişkileri olan yönetimlerin Amerikancılaştırılması ve bölgedeki enerji kaynaklarının batıya aktarılmasında, Rusya’nın hem ekonomik ve politik hem de coğrafi olarak dışlanmasını öngörüyordu.

Gürcistan’da “Gül devrimi” ile Şaverdnadze’nin devrilip yerine batı yanlısı Saakaşvili’ni getirilmesi, Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının yapılması ve Rusya’nın enerji geçişi için öneminin azaltılması, bu girişimlerin en önemli meyveleri oldu.

Böylece ABD, Gürcistan’ı, “Sorosçu devrimler”in bir halkası olarak, Rusya’yı güneyden, İran’ı kuzeyden kuşatmanın bir üssü olarak hazırlamaya koyuldu. Türkiye ve ABD, Gürcistan’ı ekonomik olarak desteklerken, ordusunu eğitip donatmak için kolları sıvadılar. Türkiye Gürcistan ordusunun eğitim ve donatım işinde taşeronluğu üstlendi.

Türkiye’yi yönetenlerin büyük bir diplomatik ve ekonomik zafer olarak sundukları Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı, aslında Rusya-Batı çatışmasının ve enerjinin batıya “güvenli” taşınması stratejisinin bir gereği idi; burada da asıl olarak ABD ve Rusya çatışıyordu. Batılı büyük petrol firmaları ise, bu çatışmadan mümkün olduğu kadar yararlanıyorlar; onların hattın nereden geçeceği üzerine manevraları ve fiyatı yükseltme dalavereleri de Türkiye’nin bu petrol tekellerini ikna etmede gösterdiği performans olarak propaganda ediliyordu.

Ancak ABD’nin SB’nin dağılmasından sonra Kafkasya’ya müdahaleleri ve Rusya ile giriştiği hegemonya mücadelesi, Kafkasya’nın nüfusça küçük halkları olan Abhaz, Oset, İnguş, Çeçen, Çerkez, Acar,… halklarına kendilerini koruyabilmek için Rusya’yla iyi ilişkiler kurmaları gerektiğini, ABD ve Batı kaynaklı kışkırtmaların kendileri için felaketlere yol açacağını öğrettiği anlaşılmaktadır. Bu gelişme, elbette, Türkiye’nin de bu büyük oyundaki rolünün ne kadar yanlış olduğunu gösteren gelişmelerden birisi olmuştur. Bu gelişme, Türk milliyetçilerinin yüz yıllık, “Müslüman Kafkasya halklarının Rusya’ya düşman oldukları ve Türkiye’nin kendilerini kurtarmasını bekledikleri” biçimindeki önyargısının ne kadar yanlış olduğunu gösterdiği gibi, bu halkların Kafkasya’daki Amerikan taşeronluğunda Türkiye’nin hazır kozları olacağı varsayımını da yıkmıştır. Çünkü, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı bütün bu halkları teyakkuza geçirirken, aynı zamanda, Türkiye’deki Kafkas kökenli nüfusu da Türkiye’nin ABD destekli politikası ve Gürcistan’a desteğine karşı adeta tek yumruk yapmıştır.

Kafkasya’daki halkların ve onların Türkiye’deki soydaşlarının bu anti-Amerikan, hatta anti-emperyalist çıkışı; Türkiye’nin diplomasisi bakımından herhalde en önemli sürprizlerden birisi olmuştur. Elbette bu çıkış, Türkiye’nin anti-emperyalist güçleri bakımından önemlidir ve en azından Kafkasya’daki anti-emperyalist mücadele söz konusu olduğunda (ki bundan sonra olacaktır), Türkiye’deki Kafkas kökenli nüfusun Türk hükümetinin arkasında durmayacağı, tersine onu ABD karşıtı bir çizgiye çekmek için baskılayacağı anlaşılmaktadır. Bu da; 1-) Türkiye’deki anti-emperyalist mücadele bakımından yeni ve önemli bir dayanağın ortaya çıkması, 2-) Bu nüfusun milliyetçi ve din üstünden siyaset yapan partilerle arasında çelişkiler çıkmasının ve demokrasi mücadelesine yaklaşmasının sıcaklaşması anlamına gelmektedir.

Bu, elbette, ülkemizdeki demokrasi güçleri bakımından son derece önemli bir gelişmedir.

GÜRCİSTAN GÜNEY OSETYA’YA SALDIRINCA…

Saakaşvili yönetimi, Soros’un dolarları ve ABD’nin desteği ile iktidar gelirken, halka; iş, özgürlük, demokrasi ve refah vaat etmişti. Bir de Osetya, Abhazya, Acaristan gibi Gürcistan’dan özerklik ya da bağımsızlık isteyen “sorunlu bölgeleri” Gürcistan’la birleştirmeyi, bu halkların dirençlerini kırmayı! Ne var ki; Saakaşvili yönetimi, halka söz verdiği işsizliği azaltmak, özgürlük, demokrasi, refahı artırmak gibi vaatlerinin hiçbirini yerine getiremedi. Tersine Saakaşvili, Gürcistan’ı faşizan yöntemlerle idare etmeye, baskı ve şiddeti artırmaya yöneldi. Gürcistan ekonomisi iyice çökerken, halkın sefaleti de arttı; muhalefet giderek büyüdü ve yönetimin ayağının altındaki toprak hızla kaymaya başladı. Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, her çürüyen rejim gibi, Saakaşvili yönetiminin alameti farikası oldu. Bu rejimin tek marifeti; Türkiye ve ABD’ye yaslanarak, ordunun ve emniyet güçlerinin yeniden eğitimi ve donatımında görüldü.

Halkı oyalamak için elinde milliyetçilikten başka bir silahı kalmayan Saakaşvili, önce Acaristan’a (Müslüman Gürcüler) saldırdı; Rusya’yla itiş kakışa girişerek, iki ülke arasındaki anlaşmalar çerçevesinde Gürcistan topraklarında bulunan Rus askerlerine militer ve paramiliter güçleri saldırtarak Gürcü milliyetçiliğini kışkırttı.

Bütün bu gelişmeler içinde, Saakaşvili yönetiminin devirdiği Şavardnadze yönetimiyle en önemli farkı, ABD’nin ve Batılı emperyalistlerin Kafkasya politikalarının gereğini yapmaya pek hevesli davranmasıydı.

Türkiye-Gürcistan ilişkileri de, yine ABD’nin bölge ihtiyaçları doğrultusunda gelişti. Türkiye ve ABD, Rusya’nın kendisini toparlaması ve Kafkasya’da ABD müdahalelerine engel olan bir konuma geçmesinin önünü kesmek için Gürcistan’ı kullandı; kendi söyleyemediklerini Gürcistan üstünden söylemeye yöneldiler.

Ama bütün bunlar Gürcistan halkının hoşnutsuzluğunu kesmeye yetmedi. Milliyetçi kışkırtmalar ise, Acarların, Osetlerin ve Abhazyalıların bağımsızlık isteğini artırırken, kendi aralarındaki ittifakı ve bu halkların Rusya’yla olan yakınlaşmalarını da artırdı.

Saakaşvili yönetimi, sıkıntılarını NATO’ya kapağı atarak aşmayı planlıyordu, ama NATO, Rusya’nın tepkisi karşısında Gürcistan’ın başvurusunu kabul etmeyi göze alamadı. Gerekçe olarak da, Gürcistan’da “ayrılıkçı hareketlerin varlığı”nı gösterdi. Çünkü, “Bir ülkede ayrılıkçı hareketler varsa bu ülke NATO’ya alınmaz”mış! Böylece NATO, Saakaşvili yönetimini Osetya, Abhazya ve Acaristan halklarının üstüne sürerek, kendisini kenara çekti.

Rusya ise; kimi zaman açıkça ama daha çok da fazla öne çıkamadan Gürcistan’ı ve onun arkasındaki güçlerin Kafkasya’daki hamlelerini yakından izleyen bir politikayı benimsedi. Bölgedeki etkinliğini ve Kafkas halklarıyla sahip olduğu tarihsel bağlarını kullanarak Gürcistan üstündeki baskısını artırdı. Ve Saakaşvili yönetimini, kendisini uluslararası düzeyde boşa düşürecek, Rusya’nın askeri müdahalesine meşruiyet sağlayacak bir “hata yapmaya” zorladı. Ve Saakaşvili Güney Osetya’ya saldırarak Rusya’nın beklediği fırsatı ona gümüş tepsi içinde sundu.

Açıktır ki, Saakaşvili’nin hesabı; Rusya’nın ABD ve NATO’dan çekinerek güç kullanamayacağı varsayımına dayanıyordu. Böylece kendisi, Güney Osetya’yı, sonra da Abhazya’yı Gürcistan’a bağlayan “kahraman bir Gürcü lider” olarak milliyetçi Gürcü çoğunluktan kredi alacaktı.

Olup bitenlere bakınca, Saakaşvili, Rusya’nın istediği ve muhtemelen de beklediği gibi davrandı. Ama bunu “kedi sıkışmışlığı” ve çaresizliği sonucu mu yaptı, yoksa NATO, ABD, hatta Türkiye’nin örtülü desteği ile mi? Bu belirsizdir. Ama Saakaşvili yönetiminin güdümlülük derecesine bakılınca, onun bu son eyleminde en azından ABD’nin (Bush’un, döneminin sonuna gelmeden, Kafkasya’da bir zafer kazanması Cumhuriyetçiler için de fena olmazdı!) zımnen onayının olduğunu söylemek herhalde gerçeğe en yakın varsayımdır.

TÜRKİYE’NİN KRİZDEKİ ROLÜ

Rusya-Gürcistan çatışmasından hemen sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’ın uçağa atlayarak Moskova’nın yolun tutması, basın ve Türkiye’nin dış politikasını yöneten merkezlerce, “Türkiye’nin vaziyete el koyması” olarak değerlendirildi. Erdoğan’ın Moskova’da Putin ve Medvedev’le yemekte bir araya gelmesini, diplomasiyi “protokol”dan ibaret gören yorumcu takımı, Erdoğan’a Rusya’nın “süper protokol” uygulayarak, çok önem vermesi olarak propaganda ettiler. Dış politika gibi “ulusal konularda” iktidar muhalefet ayırımını unutmayı başaran medya da, diplomasinin üst katlarından kulaklarına üflenen Türkiye’nin başbakanının “büyük atağını”; “Kafkasya sorunlarının çözümünde Erdoğan’ın inisiyatif alması, Türkiye’nin vaziyete el koyması” olarak propaganda etmeye koyuldular. Hatta işi, Erdoğan’ın, Sarkozy’nin AB adına yaptığı Gürcistan-Rusya arasında barış için arabuluculuk girişimini de dışlayarak, “Sarkozy’den rol çaldığı”nı iddia etmeye kadar vardırdılar. (Bu son iddia, Erdoğan tarafından utangaçça da olsa yalanlandı.)

Erdoğan Rusya’ya, Kafkasya’da, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması”nı ön şart olarak benimseyen ve Kafkasya’daki girift sorunların çözümlerinin tartışılabileceği bir “Kafkas Birliği” oluşturmayı önerdi. Bu öneriyi, Moskova’dan hemen sonra gittiği Tiflis’te Saakaşvili’ye de götürdü. Her iki ülke de; gerçekte pek bir karşılığı olmayan bu önerilere, “olursa iyi olur” yanıtı verdiler. Ama sadece bu kadar! Zaten daha Erdoğan Türkiye’ye gelmeden, Rus basınında çıkan haber ve makalelerle Rusya’dan resmi sıfatlı kişiler düzeyinde yapılan açıklamalarda; Türkiye’nin girişiminin Kafkasya sorununun çözümünde Türkiye’yi merkeze koyması bir yana, Türkiye’nin Kafkasya’daki krizde önemli payı bulunduğu ve ABD’nin işbirlikçisi olduğuna dair ciddi eleştiriler yer aldı. Türkiye’nin önerisini temeline koyduğu “Gürcistan’ın toprak bütünlüğü” şartı ise, daha Ağustos ayı bitmeden Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanımasıyla, geçersiz hale geldi.

Rusya’nın stratejik hedefleri bakımından yapılan açıklama önemli görünüyor. Erdoğan’ın daha Moskova’da olduğu saatlerde, Rusya Parlamentosu Uluslararası İlişkiler Danışmanı Aleksander Dugin, Cumhuriyet gazetesine yaptığı açıklamada; Türkiye’yi “ABD’ye fazla yakın olmak”la eleştirerek, Baku-Tiflis-Ceyhan için de değerlendirme yapıyor: “Artık gerek dünya gerekse Batı, enerji hatlarının güvenliğini NATO’nun değil, ancak ve ancak Rusya’nın sağlayacağını gördü. Türkiye’nin enerji politikası konusunda da söylemek gerekiyor ki, Baku-Tiflis-Ceyhan hattı şu anda çalışmıyor ve artık çalışmayacak!

Dugin, belki Rusya’nın somut ve önümüzdeki birkaç aylık pratik tutumunu değil, ama genel stratejisini ifade ediyor. Bu yüzden de, Rusya’nın Kafkasya’daki amaçları düşünüldüğünde, Dugin’in değerlendirmesi orta ve uzun vadede önemlidir. Bu açıdan “Baku-Tiflis-Ceyhan hattı çalışmayacak” iddiası bugünden yarına abartılı görülebilir, ama uzun vade bakımından önemlidir. Ama şimdiden şu söylenebilir: Kafkasya’da artık kuralları ve koşulları birinci dereceden belirleyen güç Rusya’dır. Baku-Tiflis-Ceyhan hattı dahil olmak üzere, bölgedeki enerji kaynaklarının denetimi ve batıya nakli, giderek artan ölçüde, (eğer bugün oluşmaya başlayan yönelimi tersine çevirecek önemli müdahaleler olmazsa) Rusya’nın koyduğu ve koyacağı kurallara göre yapılabilecektir.

“Türkiye’nin krizdeki rolü” denince; Türkiye’nin Gürcistan’a ekonomik rahatlama sağlayan imkanlar sağlaması, Gürcistan ordusunun eğitim ve donatımında rol alıp, bu ülke ile ABD’nin ve NATO’nun himayesinde özel ilişikler geliştirilmesi, elbette ki Gürcü milliyetçilerini ve Saakaşvili yönetiminin maceralara atılmasını cesaretlendirmiştir. Bu nedenle de, olanları yakından izleyen Rusya ve Kafkasya’da Gürcistan baskısıyla karşı karşıya kalan Müslüman halklar açısından Türkiye’nin krizdeki rolü barışçı değil, kışkırtıcıdır. Bu yüzdendir ki, daha çatışmanın ilk gününden itibaren Kafkasya’daki Müslüman halklardan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kafkas kökenli kesimlerden gelen tepkiler, ABD ile birlikte Türkiye’yi de hedef almıştır. Böylece SB’nin dağılmasından sonra, ilk kez, Türkiye’nin Kafkasya politikası, Kafkasya’daki Müslüman halklar ve Türkiye’deki Kafkas kökenli vatandaşları tarafından tepkiyle karşılanmakta; üstelik Türkiye ABD ile aynı sepete konulmaktadır.

ÇATIŞMA SADECE KAFKASYA’DA DEĞİL

Rusya-Gürcistan çatışmasından iki hafta sonra, Rusya’nın, Poti limanı gibi bazı bölgeler dışında Gürcistan’dan askerlerini çekerken, Güney Osetya’daki askeri gücünü artırdığı, bu bölgeye yeni füze bataryaları yerleştirdiği belirtilmektedir.

Ancak Kafkasya’daki askeri ve siyasi koşullar, Gürcistan-Rusya çatışmasından önceki durumla, yerleştirilen füze bataryaları, bölgeye getirilen yeni askerler ve silahlarla ifade edilemeyecek biçimde farklılaşmıştır. Ve bölgenin yeniden çatışma öncesi koşullara döneceğini hiç kimse beklememektedir.

Rusya, artık Kafkasya’da geri alamayacağı bir adım atmıştır. ABD ise, Rusya’nın attığı adımdan hoşnutsuzdur, ama, Rusya’ya Kafkasya’da askeri bir yanıt vermesi zordur. Ne var ki, ABD’nin Rusya’nın atağına karşı sessiz kalması da süper güç olmayla bağdaşır bir şey değildir! Nitekim gözlemciler, ABD’nin Rusya’ya, Doğu Avrupa’da bir yanıt vermesini beklemektedirler. Ama, ABD’nin Doğu Avrupa’daki iki ileri kolundan birisi olan (diğeri Polonya’dır) Sorosçu “Turuncu devrim” ülkesi Ukrayna’da işler yeterince karışıktır. Daha önemlisi, şimdi, Kırım’ın Ukrayna’ya karşı baş kaldırması emareleri de ortaya çıkmıştır. Ve ABD, sadece Polonya üstünden “füze kalkanı kurma” girişimlerin hızlandırarak, bir yanıt vermeye yönelecektir. Bu yüzden ABD’nin Rusya’yı kuşatma planı, hem batıda hem de doğuda dökülmektedir.

Öte yandan Rusya, Belarusya ile savunma anlaşması yaparak (Belarusya’ya füze kalkanı sistemi kurma), ABD’nin Polonya atağına ayrıca yanıt vermeye de yönelmiştir. Buradaki diğer bir gelişme de, AB’nin iki büyüğü Almanya ve Fransa, NATO içinde ABD’nin müttefikidirler, ama Rusya’yla yeni ilişkiler geliştirme eğilimleriyle ABD’nin Rusya’yı kuşatma girişimlerine pek sıcak bakmadıklarını her vesileyle belli etmektedirler. Çünkü, 1-) Fransa ve Almanya, Rus doğal gazı ve petrolüne bağımlılıkları giderek yükselirken, enerji ihtiyaçlarını güvenceye almada Rusya’yla iyi geçinmelerinin gereğine daha çok inanmaktadırlar. 2-) Bu iki ülke, ABD’nin kendilerini ve çıkarlarını dikkate almadan, Avrupa’nın parçası olan Doğu Avrupa ve Kafkasya’da kabadayılık yapmasından hoşnut değildir ve ABD’nin Kafkasya’daki (Ortadoğu’dakine de) başarısızlıklarına içten içe sevinmektedirler.

Ancak ABD’nin Kafkasya’da Rusya’nın dayatmalarını kolayca kabul edeceğini de beklememek gerekir. Nitekim, “Gürcistan’a insani yardım” adı altında Karadeniz’e savaş gemileri gönderip, Montrö Antlaşmasını zorlayarak, Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getirerek, en önemlisi de Karadeniz’de sürekli bir ABD-NATO deniz gücü bulundurma hamlesi yaparak, Saakaşvili’yi cesaretlendirecek girişimlerini sürdüreceğini göstermektedir. Yine ABD, NATO üstünden Rusya’yı tehdit etmeye devam etmektedir. Ağustos ayı ortalarında toplanan NATO Konseyi’nin Rusya’ya karşı dostça olmayan kararı da, ABD’nin Rus hamlesini kolayca sineye çekmeyeceğinin işaretlerindendir.

AHMEDİNECAT’IN TÜRKİYE ZİYARETİ

İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinecat’ın Türkiye ziyareti tam da Rusya-Gürcistan çatışmasının henüz bitmediği ve Erdoğan’ın Moskova ve Tiflis’te olduğu günlere denk gelmiştir.

Elbette ki bu gezi çok önceden planlandığı için geziyi doğrudan Gürcistan-Rusya çatışmasıyla bağlantılandırmak doğru olmaz. Ancak İran’ın konumu ve Gürcistan’a ABD’nin biçtiği rol göz önüne alındığında, İran Cumhurbaşkanı’nın Türkiye gezisi ve Gül’ün Ahmedinecat’a “Batının önerilerini ciddiye alın” çağrısı yapması, bunu açıkça kamuoyuna deklere etmesi, “Gül, Ahmedinecat’a Saddam Hüseyin’in akıbetinin hatırlattı” haberleri, Türkiye’nin, ABD’nin ve batının sözcüsü olarak Ahmedinecat’la masaya oturması, elbette ki, Kafkasya’daki çatışmayla da bağlantılı kimi konuları güdeme getirmiştir. Dahası Türkiye’nin İran’la, bu gezinin en sıcak ve somut amacı olan enerji anlaşması imzalayamaması, bu anlaşmaya ABD’nin çomak soktuğu haberleri de, Ahmedinecat’ın gezisini ve bu gezi nedeniyle verilen mesajları daha da anlamlı hale getirmiştir.

Enerji anlaşmasının yapılmamasının nedenini ABD’nin baskısına değil, ama kimi konularda çalışmaların yetersizliğine bağlayan, “anlaşma daha sonra yapılacak” biçimindeki Enerji Bakanı ve Başbakan’ın yaptığı açıklamalar ise; bütün bu açıklama ve yorumlar içinde en az inandırıcı olanıydı. Belki Türkiye İran’la bir enerji anlaşması imzalayacaktır, ama bu anlaşmanın ABD’nin çizdiği sınırları aşamayacağı da bir gerçektir. Çünkü Türkiye, her şeyden önce, ABD’nin “stratejik hedeflerine bağlanmış bir müttefiki”dir ve ABD’nin İran politikasında enerji sorunu hayati ise, Türkiye bu konuda ABD ile uyumlu davranmak durumundadır!

KAFKASYA ESKİ KAFKASYA DEĞİL ARTIK

Kafkasya’daki son bir aylık gelişmelere bakıldığında şu saptamaları yapabiliriz:

1-) Rusya’nın Güney Osetya sorunu üstünden Gürcistan’la çatışmaya girmesi, Kafkasya’da bir değişimin ancak Rusya isterse olacağını, ABD’nin bölgede elini kolunu sallayarak dolaşma döneminin sona erdiğini ilan etmiştir.

2-) Rusya, Kafkasya’daki petrol ve doğalgaz rezervlerinin güvenliğinin kendisinden sorulacağını, daha önce Rusya’nın içinde bulunduğu krizden yararlanarak geliştirilen Bakû-Tiflis-Ceyhan hattının da ancak kendi koyacağı koşullarda çalıştırılacağını, aksi halde hattın faaliyetini engelleyeceğini göstermiştir.

3-) Türkiye’nin Kafkasya’daki bu gelişmelerden kendi politik, diplomatik imkanlarını genişletmek için yararlanması çok güçtür. ABD’nin stratejik müttefiki ve NATO üyesi olan Türkiye’nin Kafkasya’nın Müslüman halkaları gözünde bir itibarı da kalmamıştır. Onlar Türkiye’yi ABD politikasının uygulayıcısı olarak görmektedir. En başta da Rusya için bu böyledir. Dahası Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerinin de, Türkiye’nin “Kafkas Birliği” önerisinin ciddiyetini zayıflattığı bir gerçektir. Erdoğan’ın 20 Ağustos’ta yaptığı Azerbaycan ziyaretinde, Aliyev “Kafkas Birliği” fikrini desteklemiştir, ama Ermenistan’ın bu birlikte yer alıp almayacağı ya da hangi koşullarda yer alacağı belirsiz olmaya devam etmektedir.

4-) Kafkasya’da etkin olmak isteyen Rusya, elbette ki Türkiye gibi çok önemli bir bölge ülkesinin isteklerine önem vermek zorundadır. Ama bunu yaparken de; doğalgaz ve petrol bağımlılığıyla, turizm ve ticari ilişkileriyle Rusya karşısında çok kıpırdama şansı kalmayan Türkiye’yi, batı ittifakıyla ters düşeceği ilişkiler içine çekmek için manevralar yapması sürpriz olmayacaktır. Bu yüzden de, Türkiye’den gelecek ABD’yi rahatsız edecek önerilere, (“Kafkas Birliği” önerisinin böyle bir öneri olacağı anlaşılmaktadır) gerçekçiliği olup olmamasına önem vermeden sahip çıkması, ABD ve Türkiye’yi karşı karşıya getirecek manevralar yapması herhalde beklenmesi gereken gelişmelerden olmalıdır.

Yine ABD’nin de, Montrö Anlaşmasını zorlayarak ve NATO üyeliğini ve ABD ile ikili anlaşmalarını dayanak yaparak, Türkiye’nin Rusya’yla Kafkasya’da ve enerji politikaları alanında karşı karşıya gelmesi için müdahaleler yapmaktan geri durmayacağı da, dönemin diğer bir önemli gerçeğidir. Gürcistan’a uçak gemisi büyüklüğünde sağlık gemileri gönderme girişimleri, bazı NATO ülkelerinin Karadeniz’e savaş gemisi göndermek için Boğazlardan geçme izni almış olmaları bu çerçevede değerlendirilecek sıcak gelişmelerdir. Aynı girişim, Karadeniz’e sürekli bir NATO-ABD kuvveti göndermenin başlangıcı olarak görülmektedir. Ukrayna ile Rusya’nın çatışmasının giderek ısınması göz önüne alındığında, Karadeniz’deki NATO filosu yeni bir gerilim merkezi olacağı gibi, Türkiye’nin de her bakımdan başını ağrıtacak yeni bir sorun olacaktır.

5-) Saakaşvili rejimi Rusya’nın müdahalesiyle olağanüstü zayıflamıştır. Ve Saakaşvili’nin yakın gelecekte iktidarı terk etmesi beklenmeyen bir şey değildir. Bu ise; ABD’nin Kafkasya’daki 20 yıllık hesaplarının çökmesi, Kafkasya’nın yeniden ve Rusya’nın liderliğinde şekillendiği ve şekilleneceği bir dönemin açılması anlamına gelecektir. Böyle bir süreçte, Türkiye’nin, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması” gibi ilkelerle bir yere varması beklenemez. Tersine önümüzdeki birkaç ay içinde bile Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün tarihe ait bir kavram olması beklenmez değildir. Bu, İran’ın kuzeyden kuşatılması amaçlı ABD emellerinin de sonu anlamına geleceği gibi, İran üstündeki ABD baskısını da azaltacaktır.

6-) Elbette ki, içinden geçtiği süreç göz önüne alındığında, Kafkasya’da büyük küçük demeden tüm halkların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı göstermek; bölgenin sorunlarının bu temelde çözülmesini ve ABD ve batılı emperyalistlerin bölgeden dışlanmasını savunmak, Rusya’nın emperyalist müdahalelerine karşı ortak tavır almayı sağlamak için mücadele, Kafkasya’da barış ve kardeşliğin, Kafkas halklarının gönüllü birliğinin yolunu açacak tek seçenek olarak görünmektedir. Diğer konularda günü kurtaran kimi manevralar yapsa da, Türkiye’nin egemenleri ve hükümetlerinin en çok zorlanacağı konu, irili ufaklı bütün halklar için, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması” ilkesi olacaktır. Çünkü bu durumda, muhatapları (yerine göre ABD, yerine göre Rusya ya da baka bir ülkenin yetkilileri) Türkiye’deki 20 milyon Kürdün kaderini tayin hakkını soracaktır. Onlar sormasa bile, Türkiye’nin yetkilileri “ya sorulursa?” diye düşünecektir. Ama kendi Kürtlerinin varlığını kabul etmekte bile zorlanan Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin Kafkasya sorununda “Kafkas Birliği” önerisinin az çok dikkate alınır bir öneri olması için gerekecek demokratik tutumu alması elbette çok güç, hatta imkansızdır. Öte yandan Türkiye’nin, “ABD’nin stratejik müttefiki” ve NATO üyesi bir ülke olarak, Kafkasya’da ABD’nin evet demediği işlerin ve girişimlerin içinde bulunması son derece zordur. Ve ABD gerilimi tırmandırdıkça da Türkiye-Rusya ilişkileri gerilecektir. Bu da, kendisini bölgedeki halkların gözünde itibarlı bir ülke duruma getirebilecek bir fırsatı kullanamayacak olan Türkiye’yi, tersine, bölgede ABD ve Rusya’nın başını çektiği büyük oyunun küçük oyuncusu durumuna düşürecektir. Bunun belirtileri şimdiden vardır.

*****

Türkiye’nin Ortadoğu’da olduğu gibi, Kafkasya’da ABD’nin stratejik müttefiki ve ABD’nin dünya hegemonyası kavgasının “bölge gücü” olma heveslerine karşı mücadelede, Kafkasya’nın Müslüman halklarının ABD ve Türkiye’ye karşı açıkça tutum almış olmaları (Türkiye’yi ABD politikalarının uygulayıcısı olarak suçlamaları), Türkiye’deki Kafkas kökenli geniş nüfusun da benzer bir tutumla anti-emperyalist bir çizgide tutum almaya yönelmesi, son derece önemli görülmelidir.

Kafkasya’da oluşan konsept, Tayyip Erdoğan Hükümeti’ni,bir yandan NATO ve ABD,öte yandan da Rusya ile ciddi bir biçimde karşı karşıya getirecek olguları barındırmaktadır. Dahası bu yeni konsept, Kafkasya’daki Müslüman halklar ve Türkiye’deki Kafkas kökenli nüfusla hükümeti de karşı karşıya getirecek etkenlere sahiptir.

Bağımsız, özellikle de ABD ve batıdan bağımsız politikalar geliştirme geleneği olmayan Türkiye’nin, Kafkaslardaki gelişmelerden yüz akıyla çıkması çok güçtür. Bu da, Türkiye’nin emek ve demokrasi güçlerini, Türkiye’nin halkını bağımsız ve demokratik bir Türkiye ve bağımsız dış politika konusunda aydınlatmak; halkın ulusal ve uluslararası planda demokrasi mücadelesine, anti-emperyalist mücadele hattına çekilmesi için yeni fırsatlar anlamına gelmektedir. Bu yüzden de, Kafkaslarda olanlar, Türkiye’nin dışında diplomasi ya da enternasyonalist görevler gereği değerlendirilen konular olmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin iç ve dış politikasıyla doğrudan ilgili konulardır. En çok da demokrasi güçlerinin dikkatle takip ettikleri konular olmak durumundadır.

 

alternatif bir “çatı” ya da blok partisi için…

Çatı partisi tartışmalarının ilerlediği günlerdeyiz.* Bir çatı ya da blokta birlik hareketi açısından, bir yönüyle bugüne kadarki en olumlu noktada olduğumuz söylenebilir. Hiç bugünkü kadar geniş bir kesim böyle bir birlik için fikir birliği etmemiş, sorunu bugünkü acilliğiyle ele almamıştı. Şimdi aşılmak zorunda olunan bir dizi eksikliğine aldırmadan “hemen kuralım” diyen kesimler çoğalmış durumda. “Çatı Partisi epeydir olgunlaşmış ve hatta gecikmiş bir girişim” diyenler az değil. Bu yaklaşımın bir yönüyle iyi olduğu kesin.

Ancak diğer bir yönüyle “fikir birliği”nin içerik açısından tartışmaya muhtaç olduğu ve buradan birlikçi olmayan ve “çatıda birlik” yaklaşımıyla çelişen belirli pratik tutum ve sorunların türemekte olduğu da ortada.** Kuşkusuz her parti, çevre ve kişinin dünya ve Türkiye’ye, azami ve asgari toplumsal siyasal amaç ve hedeflere, bunlara yönelik izlenmesi gereken strateji vb.’ye ilişkin farklı yaklaşımları olabilir, vardır ve bu, birlik açısından sorun değil. Ancak “çatıda birlik” konusuna ilişkin en az birkaç farklı genel yaklaşım var ki, adı ne olacaksa olsun parti formunda bir cephe hareketi olarak örgütlenme hedeflendiği için, bu yaklaşımların birleştirilmesi, başka bir deyişle tekleştirilmesi zorunlu. Bu açıdan gecikmeden herhalde söz edilemez.

NİÇİN İHTİYAÇ?

Öncelikle böyle bir birliğin neden ihtiyaç olduğu doğru yanıtlanmalı.

Hangi ihtiyaçtan hareket edilecek? Çatı birliği ya da bir demokratik blok hareketi yaratma zorunluluğu nereden geliyor ve niçin ihtiyaç? Örneğin halkın haklarına ve taleplerine sahip çıkmak için birleşme ihtiyacından mı yoksa tek tek partilerin ya da daha genel olarak “sol”un ihtiyaçlarından mı hareket edilecek?

Birçok “çatı partisi” savunucusu, çatı partisini halkın değil, ama “sol”un ihtiyaçları üzerinden tartışmaya başlamakta, soruna yaklaşımda bugünü ve geleceğiyle “sol”un durumunu hareket noktası edinmektedir. Birkaç örnek:

Türkiye’de sol uzunca bir süredir içinden çıkamadığı bir açmaz yaşıyor.(…) Sol, bugüne kadar bu sorunlara müdahale etmekte oldukça yetersiz kaldı.(…) Sol siyaset arenasında varolan politik öznelerin hiçbiri ne nitel ne de nicel olarak gündeme müdahale edebilecek halde (değil). O zaman bir arada durmak gerektiği ortaya çıkıyor.” (KESK Gn. Bşk. Sami Evren)

…uzun zamandan beri solu, toplumsal mücadelede daha güçlü ve etkin kılmayı başaramamış olmanın sıkıntılarını yaşıyoruz. Ancak öyle görünüyor ki, bugün solu etkili ve dönüştürücü bir siyasal güç haline getirebilme olanaklarımız her zamankinden daha fazla. Eğer bu olanakları doğru kullanabilirsek, solda gerçek bir yenilenme sürecini işletebilirsek, yüzünü sola dönmüş çeşitli toplumsal dinamikleri, siyasal güç ve potansiyelleri Türkiye’nin bugünkü sorunları etrafında kurulmuş bir ortak mücadele programı çerçevesinde bir araya getirmek ve solu etkili ve güçlü bir siyasal güç olarak ayağa kaldırmak mümkündür.” (Eğitim Sen Gn. Bşk. Zübeyde Kılıç)

Solda ihtiyacın ne olduğuna aklıselim ve doğru yanıt verebilirsek, geçmişte yaşadıklarımızdan doğru dersler çıkarabilirsek Çatı Partisi tartışmalarının doğru bir rotaya hızla gireceğinden hiç kuşkumuz olmasın.(…) Bugün solun, demokrasi güçlerinin tartışması veya yanıtlaması gerek temel soru 21. yüzyılda Türkiye’nin temel problemlerine yanıt verecek programatik zemin nasıl oluşabilir sorusudur.(…) 12 Eylül sonrası sol yapılar örgütsel yenilenme doğrultusunda ciddi adımlar attılar. (…)Ama bunu politik yenilenmeyle taçlandıramadıkları içinde tıkandılar, eridiler, hiçbir toplumsal etkisi olmayan yapılar haline dönüştüler.” (Hakan Tahmaz)

Türkiye sosyalist hareketi ise dar grupçuklar halinde neredeyse küçük cemaatler halinde varoluş mücadelesi vermektedir. İdeolojik söylemlerinin enternasyonal nitelikli olması, toplumu dönüştürme ve özgürleştirme ülkülerinin derin bir insanlık birikimine yaslanması anlamlı ve değerli olmakla birlikte varlığı ancak kendi küçük cemaatleri içinde belli bir coşku yaratabilmiştir. Ancak geniş bir toplumsal muhalefetin temsilcisi olmayı başaramamıştır.(…) Kürt siyasi hareketi bir yandan sol değerleri giderek daha çok içselleştirirken, Türkiye sosyalist hareketi de ‘Kürt Sorunu’na daha duyarlı hale gelmiştir.(…) Bu açıdan bakıldığında Çatı Partisi oluşumu tarihi bir görev ve sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır.” (Prof. Cengiz Güleç)

…‘Çatı partisi’ veya ‘solda birlik’ tartışmaları, Türkiye’de emek, demokrasi ve barış güçleri arasında uzun yıllardır tartışılan bir konu.(…) Türkiye’nin kangrenleşen sorunlarına karşı kimsenin tek başına çözüm üretememesi veya önerilerini hayata geçirememesi bizi bu tartışmayı devam etmeye zorluyor. (…)dileğim yenilenmiş birleşik bir sol hareket. (…)barikatın sol yanındaki güçler olarak bu konuyu tartışmalıyız.” (DİSK Gn. Skr. Tayfun Görgün)

Şüphesiz, çatı partisi ya da blok hareketi dendiğinde, akla, “sol” ve sorunları, onun bu sorunları nasıl aşacağı ya da nasıl olup da bir alternatif haline geleceği gelmemek gerekir. Ya da çatı partisi, herhalde “solun durumu vahim, tek tek sol örgütler kendi başlarına bir şey yapamıyorlar, bari güç olmak için birleşsinler, olmuyorsa yan yana gelsinler” yaklaşımıyla “sol”un derdine deva bir “yeni meşgale” olarak anlaşılamaz.* Hele “sol” ve “sosyalist” sözcükleri tartışmalarda birbirinin yerine kullanıldığı için, özellikle, “sol”un durumu, geleceği, zayıflık ve zaafları, bunları aşıp aşamayacağı vb. türü sorunlar, bunların sosyalistlerin sorunları olduğu bilinerek, sosyalistlere ve çözümleri ya da çözümsüzlükleri onların çabasına bırakılmalı, sosyalistler tarafından üstlenilmeli, ama kesinlikle çatı partisine yıkılmamalıdır.

Neden böyle? Sosyalistlerin sorunları yok mu? Kuşkusuz var. Sosyalistler, şüphesiz, işçi sınıfının örgütlenmesi, sosyalist propaganda ve kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin yürütülmesi gibi, yanlarına başkaları da eklenecek özel sorunlara sahipler. Bu sorunları, kapitalizme karşı mücadelenin sorunları olarak üstlenecek ve onları ve çözümlerini temel alan ayrı bir mücadele yürüteceklerdir. Sosyalist bir parti olarak sınıf partisinin örgütlenmesinin ilerletilmesi sorunu da –ve burada tartışılmasına gerek olmayan, varsa zaaf ve zayıflıklarının giderilmesi sorununun ele alınması da– bu kapsamdadır. “Solun birliği” olarak sözü edilen sosyalistlerin birliğinin de aynı kapsamda olduğundan kuşku duyulamaz. Sosyalistler kendi zayıflıklarını şöyle ya da böyle giderebilirler, aralarında birleşirler ya da birleşmezler; ama kesindir ki, kendilerini ve kapitalizm karşıtlığını ilgilendiren bu sorunu, sosyalist olmayan bir platformun bir sorunu varsayamaz ve ona dayatamazlar. Çatı partisi ya da demokratik blok hareketi açısından da önemli olan, sosyalizmin ve sosyalistlerin sorunlarının çözümünü üstlenmek değil, ama halkın mücadelesinin önünü açacak bir mücadele platformu olarak şekillenmektir.

Tersinden de söylemek gerekirse, sosyalistlerin, ancak ve yalnızca işçi sınıfına dayanarak çözebilecekleri kendi özel sorunları olmakla birlikte, günümüz Türkiyesi ve halkının yakıcı başka sorunları da vardır. Kapitalizmi yıkmaya yönelmeden sosyalizmin sorunları tartışılamaz, ancak öte yandan, egemenliği elinde tutan tekeller ve tekelci kapitalizm, yalnızca artı-değere el koymakla ve işçi sınıfına saldırmakla kalmamaktadır. Hedefinde bütün halk vardır. Halkı, tüm yer altı ve yerüstü kaynakları, tüm emek ürünleriyle yağmalamakta ve baskı altında tutmaktadır. Ve neoliberal saldırganlık koşullarında, bu yağma ve baskı, bütün alanlarda hak gasplarıyla derinleşmiş, egemenlerin peşine takılmak üzere bölünüp parçalanarak ve örgütleri dağıtılıp işlevsizleştirilerek siyasetten bütünüyle dışlanmaya çalışılan halk, haklarını savunamaz, savaşçı, şoven, ırkçı ve din istismarcısı zorbalık ve aldatıcılık karşısında nefes alamaz duruma sokulmuştur. Sosyalistler, işçi sınıfının kurtuluşu davasından, sosyalizm için mücadeleden ve gereklerinden kuşkusuz vazgeçmeyeceklerdir. Ancak sosyalisti sosyalist yapanın, tüm sömürülen, yağmalanan ve haksızlığa uğrayıp baskı altında tutulan halk yığınlarını birleştirmek ve mücadelelerini ilerletmek için üzerlerine düşeni yapmak olduğu da kesindir.

Sosyalistler, sosyalizm mücadelesi için işçi sınıfının taleplerinden, demokrasi mücadelesi içinse bütün halkı hedef alan talan, haksızlık ve baskılara karşı halkın taleplerinden hareket etmek durumundadırlar.

Soru şudur: Tekellerin egemenliği altında tüm sosyal ve siyasal hakları çiğnenip gaspedilen, demokrasisizliğe, savaşa, ırkçı ve şoven zorbalığa, laikçi-şariatçı bölünmesine ve dinsel-mezhepsel baskılara, eğitimsizliğe, hastane kapılarında ölüme, işsizliğe, yoksulluğa ve açlığa mahkum edilen farklı sınıf ve tabakalardan, farklı etnik ve dinsel kökenlerden halkın sorunları ve talepleri, dolayısıyla acil ve yakıcı ihtiyaçları nelerdir?

Sosyalist bir örgütlenme ve mücadelenin ihtiyaç olduğu kesindir; ama aynı zamanda tüm halkın demokratik mücadelesine ve bu mücadelenin önünü açacak bir birlik örgütlenmesine ihtiyaç olduğu da herhalde inkar edilmeyecektir. Ve halkın demokratik mücadelesinin, yalnızca halkın talepleri üzerinde yükselebileceği, öyleyse demokratik bir blok hareketinin de “sol”un ihtiyaçlarından değil, ama ancak halkın ihtiyaç ve taleplerinden hareketle kurulabileceği tartışma dışı olmalıdır.

“Çatı”yı gündeme getiren “ihtiyaç” tartışmasının bir varyantı da, “sol”un ihtiyaçlarının yanına Kürt hareketinin ihtiyaçlarının da eklenmesiyle yine darlık tehlikesiyle yüz yüze kalınabilecek olmasıdır. Örneğin SES Gn. Bşk. Bedriye Yorgun’un, “sol”un ihtiyaçlarından hareketle ileri sürülen görüşlere paralel görüşleri, “Kürt hareketinin ihtiyaçları”nı da katıp genişleterek tartışmaya katılması, bu tehlikeye kapı açabilecek niteliktedir:

Türkiye’de hiçbir kesimin salt kendi mecrasında ve kendi tanımıyla sınırlı bir yürüyüşte başarılı olma şansı yoktur. İlkeleri ve stratejisi iyi belirlenmiş, geniş demokratik bir birliktelik aynı mecrada ve yüksek bir debide aktığında ancak sinerjik bir durum açığa çıkabilir. Aslında bunun kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak solun ve Kürt hareketinin bilince çıkardığı bir durum olduğunu düşünüyorum. Çatı Partisi bu ihtiyacın yarattığı bir formülasyondur.

Halkı birleştirmek için yola koyulacak bir birlik hareketi, bir “çatı” ya da blok, çeşitli örgütlerin tek başına başarısız olduğu/olacağı nedeni üzerine kurulamayacağı açık olmalıdır. Evet, özellikle güncel durumda hem Kürt hem de sosyalist hareketin ne Kürt sorununu ne de Türkiye’nin genel sorunlarını çözmeye güç yetirdiği/yetireceği söylenebilir ve her iki gücün de bunun az-çok bilincinde olması bir veri. Bu doğru bir tespit. Ancak “sol”un ihtiyaçlarından hareket etmeye benzer şekilde, bu, kuşkusuz, bu kez “sol”un ve “Kürt hareketinin ihtiyaçları”ndan hareket etmeye ve darlığa götürmemeli. Sorunun, “sol”un ve “Kürt hareketinin ihtiyaçları” ve ikisinin yan yana gelmesiyle gerçekleşecek bir birlik değil, ama –sorunlar ve saldırılar karşısında bunalmış– Türk, Kürt çeşitli sınıf, milliyet ve mezheplerden halkın birlik ihtiyacı olduğu tartışmasız olmalı. Bu şundan önemli ki, halkın ihtiyacı olan birlik, “sol ve Kürt hareketinin ihtiyaçları”, zayıflık ve açmazları üzerinden değil, halkın sorun ve talepleri üzerinden gerçekleşebilir. Bu yaklaşım şu açıdan da büyük önem taşımaktadır ki; “sol ve Kürt hareketinin ihtiyaçları”ndan hareket edildiğinde, iki hareketin sorun, ihtiyaç ve bunlardan türeyecek program ve politika farklılıklarının yol açabileceği uyuma ilişkin problemler, halkın ihtiyaç ve taleplerinden hareket edildiğinde ya tümüyle gündemden düşecek ya da –birinci yaklaşımın kalıntısı olarak gündeme geldiğinde– halkın bağrında çözülecektir.

“SOL BİRLİK” YA DA DEMOKRATİK BLOK HAREKETİ

“Çatı Partisi”, yaygın olarak “solda birlik” özdeşleştirmesiyle sunulmaktadır:

“‘Çatı partisi’ veya ‘solda birlik’ tartışmaları…” (T. Görgün)

“…özgürlük, eşitlik, demokrasi ve barış hedefli sol bir seçeneğin yaratılması acil ve gerekli bir adım olarak önümüzde duruyor.” (Z. Kılıç)

“Çatı partisi ya da solda birlik tartışmaları…” (S. Evren)

Çatı Partisi tartışmasını ortaya atanların temel kaygısı olan, solda güçlü bir odak oluşturma fikri, arayışı anlamlı ve önemlidir.(…) Bugünün temel ihtiyacı bir işbirliğinden daha çok yeni bir sol partinin inşasıdır. Mevcut partilerin bunun için işbirliği yapmasıdır.

Üstelik Tahmaz, “Çatı”da birliğin biçimi olarak önerdiği ya da onun yerine geçirdiği “sol birlik”i, daha da ötesinde “yeni bir sol partinin inşası”nı –halk bir yana, bileşeni olarak öngörmesi gereken bir dizi parti ve çevrenin benimseyip benimsemeyeceği ve ek tartışma ve zorluklar çıkarıp çıkarmayacağına aldırmadan– başına bir dizi sıfat ekleyerek tanımlamaktadır da: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kronikleşmiş problemlerinin çözümünün zemini ya da çözümünde motor gücün, özgürlükçü, demokratik, eşitlikçi sol irade veya odak olacağı yaşanan son gelişmelerle ortaya çıkmıştır.” (H. Tahmaz)

Söylenecek şey şudur: Bunca “sol” parti çokluğunda kimse “yeni bir sol parti” kurma işini demokratik bir blok kurma çalışmasının yerine geçirmeye çalışmamalı, birleşme ihtiyacındaki halkın başına sarmamalıdır. İsteyenin bir yeni “sol parti” daha kurabileceği kuşkusuzdur; bu ihtiyacı tespit eden, işe koyulup partisini kurmaya girişebilir. Ama bunu, ne “hazır birlik tartışması varken” kolaycılığıyla sosyalistlere ne de birleşme sorununu gidermeye çalışan halka dayatmamalıdır.

Ve üstelik, “son gelişmeler”in Türkiye’nin “kronikleşmiş problemlerinin çözümünün zemini”nin “yeni bir sol parti” olduğunu “ortaya çıkardığı”, geniş halk yığınları açısından bakılarak, kuşkusuz ki ileri sürülemez. Bu, son gelişmeleri değerlendiren Tahmaz ya da bir başka “solcu”, sosyalist için doğru olabilir ancak, ama henüz büyük çoğunluğu burjuva düzen partilerine yedeklenmiş durumdaki halkın doğrusu haline gelmediği kesindir.

Ve yine üstelik, “yeni sol parti”nin eskilerinden farkı ne olacaktır? Programı ve politikaları mı? Bu yönüyle bir “yenilik” olanağı olduğu ileri sürülemez; ortalıkta, “yenilik”e alan bırakmamış çok sayıda “sol” program, partileriyle birlikte vardır. “Yenilik”, kendisini ihtiyaç halinde dayatmış “birlik zemini” olabilir ki, bu zemin, halkın birlik ihtiyacı ve arayışının ürünü olarak doğup genişlemektedir ve “solcu” ihtiyaçlarla daraltılıp bozuşturulmasından uzak durulması zorunludur.

Ufuk Uras’ın tartışmaları kızıştıran yaklaşımı da şöyle:

“…demokrasiden, gerçek ve özgürlükçü bir laiklikten, sosyal politikalardan yana, yüzünü sola dönmüş bütün sosyal demokratları, Alevileri, şiddetle sorunun çözülemeyeceğini gören Kürt muhalefetini, solun bütün renkleriyle bir sol koalisyonda toplamamız lazım. Türkiye’nin tek çözüm yolu bu.” (Milliyet, D. Sevimay, (www.timeturk.com/news_print.php?id=14507)

Açıktır ki, “çatı” ya da demokratik bir blok hareketiyle ilgili olarak, üzerinde tartışılan, sosyalist değil, demokratik bir birliktir ve sosyalistlerin –kapitalizme karşı olmadan tartışılması bile olanaksız– kendi özel iş ve işlevlerini demokratik birliğe yüklemeleri, kendi sorunlarını böyle bir birlik üzerinden çözmeyi tasarlamaları anlamsızdır, olabilir değildir. Üstelik demokratik bir birliğin gerçekleşmesini imkansızlaştırıp bozacaktır.

Sosyalistler ve geri kalan “sol”, sosyalist olmayan sol da kuşkusuz çatı partisi ya da demokratik blok hareketine katılabilirler, katılacaklardır. Ancak bilinir ki, sosyalistlerin ve sosyalizmin sorunları, kapitalizm karşıtı bir platformun sorunlarıdır; kapitalizmi bütünüyle dışlayan bir zeminde ele alınıp tartışılabilir, çözümleri aranabilir ve çözülebilir. Oysa çatı partisi ya da demokratik blok hareketi, kapitalizmi bütünüyle karşısına alan bir platforma değil, ama, üzerinde tartışan her parti, çevre ya da kişinin öngördüğü gibi, demokratik halkçı bir platforma sahip olmalıdır, olacaktır.

Herhalde hiçbir çatı partisi tartışmacısı, halkın sosyalist taleplerle ve yalnızca sınıf mücadelesi eksen alınarak birleştirilmesi ve örgütlenmesi gereğini ileri sürmeyecektir, sürmemektedir. Üstelik bu, örneğin Kürt demokratik hareketi içinde ortak bir ulusal paydada birleşip örgütlenmiş farklı sınıf ve tabakalarla, ülke ölçeğinde tekelci yağma ve baskı altındaki örneğin şehir ve kırın küçük burjuvazisi, esnaflar vb.’nin varlığı ve sosyal ve siyasal hak mücadelesine gösterdikleri eğilim dikkate alındığında, olanaklı da değildir. Ancak halkın bütün bu kesimlerinin demokratik hak mücadelesinde birleşebileceği ve birleşmesi için uygun platformuyla bir alternatife ihtiyaç duyduğu da ortadadır.

Dolayısıyla sosyalistlerin halkın demokratik örgütlenmesinde ayrı ve özel sosyalist görevlerinin olması ayrı bir sorundur, bugünkü koşullarda sosyalist bir platformun halkın birlik ve örgütlenmesinin başlıca aracı olarak ileri sürülmesi ayrı. Birincisi sosyalistlerin varlık nedenidir, ikincisiyse, sömürülen yığınlar bakımından, henüz içinde birleşeceği demokrasi mücadelesinin eğiticiliği ve ilerleticiliğine ihtiyacı olan, farklı sınıf ve tabakalardan oluşmuş halkın gerçekliği ve en geniş kesimlerine birleşmeyi dayatan bugün karşı karşıya olduğu sorun ve taleplerinin –iyimser deyişle– anlaşılamaması anlamındadır.

Ancak Türkiye’de bir sosyal demokrat parti boşluğunu da görüp bu boşluğu doldurmaya talip olarak, “sol”un, üstelik halkın bugünkü arayış ve birlik eğilimlerinin geliştiği ve halkçı nitelikte bir birlik çatısı tartışmalarının ilerlediği ve güncelleştiği koşullarda bu eğilim ve gelişmelerden de yararlanarak (ya da bunları yedekleyerek) “yenilenmesi” ve “yeni bir sol partisi inşası” peşinde olan, Marksizmi eleştiri konusu eden ve sosyalist olmayan kesimlerin de olduğu bir gerçektir. Bir dizi ilerici demokratik taleplerin savunuculuğunu yapan ve Uras’ın da içinde olduğu bu kesimler de kuşkusuz “çatı” ya da blokta birlik hareketine katılabilirler, katılmalarında hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Ancak, bu katılım, özel yaklaşım ve çözümlemelerini ve öngördükleri “sol yenilenme”nin problemlerini bu birliğe dayatmalarına neden olmamalı, halkın sorunlarına çözüm arayışı ve bunun için birlik ihtiyaç ve arayışını gündem dışına itmeyi zorlamamalıdır.

Kimsenin sosyalist içerikli bir “çatı” birliği önermediği biliniyor. Öyleyse neden “çatı” tartışması, “solun birliği”, “solda birlik”, “yeni bir sol parti inşası” tartışması olarak yürütülüyor? Sadece buradan bile, itiraz yöneltilmeyen demokratik platformda tasarlanan “sol”un sosyalist olmayan bir “sol”, kendisini demokrasinin savunulmasıyla sınırlayan bir “sol” olduğu anlaşılacaktır! Ama kimin böyle bir “sol”u halka ve sosyalistlere dayatmaya hakkı olabilir? Üstelik “yeni” olduğu ileri sürülen, ama kullanıla kullanıla eskimiş, kapitalist düzeni hedef almayan, “demokratik” sıfatlı düzen-içi “sol”u, halka, gerçek bir demokrasi mücadelesinin önünü kesmek üzere, bütün sorunlarından kurtuluş reçetesi olarak sunmaya nasıl cesaret edilebilir?

Burada, S. Evren’in “KESK, Türkiye’de solda birliğin önündeki kültürel engellerin aşılabilmesinin iyi bir örneğidir.” saptamasına değinmek gerekiyor. Gerçekten öyle mi ve KESK türünden bir “solda birlik” mi önerilmektedir?

Bu saptama, nereden bakılırsa bakılsın içinden çıkılır gibi değildir ve tek bir doğruyu bile ifade etmemekte; ama “sol” ve “solun ihtiyaçları” ile halk ve halkın ihtiyaçlarını, aynı şekilde, “sol” ile halkın (kamu emekçileri halkın bir parçasını oluşturuyor) birlik ve örgütlenme zeminlerini birbirine karıştırmaktadır.

Her şeyden önce KESK bir “sol birlik” platformu değildir, olmamak gerekir. “Solcu” ya da sağcı olabileceği gibi, herhangi bir politik eğilime sahip olmayabilecek kamu emekçilerinin sendikal örgütüdür. Bir sendika konfederasyonu olan KESK üyesi olmak için solculuk şartı olamaz ve dolayısıyla KESK bir “sol örgüt” varsayılamaz. Ancak genişçe bir kesim tarafından böyle varsayıldığı, bir dizi “sol” parti ve çevrenin koalisyonu olarak anlaşıldığı için başına gelmedik kalmamış ve çok sayıda üye kaybetmiştir. Nedeni bellidir: “Sol”un ihtiyaçlarıyla halkın bir parçası olan, çeşitli düşünsel ve politik eğilimlerden kamu emekçilerinin ihtiyaçları çakışmamaktadır. (Aslında, değineceğiz, doğru ele alınsa, sosyalistler, görevlerinin, kendileri ve ihtiyaçlarını kamu emekçilerine ve genel olarak halka dayatmak değil, ama kamu emekçileri ve halkın en geniş mücadele birliğinin sağlanması için üstlerine düşeni yapmak olduğu yaklaşımıyla hareket etseler, bu çakışma gerçekleşecektir. Çünkü sosyalistler, sömürü ve zorbalıktan kurtuluşun başka bir yolu olmadığını bildikleri için, 1) işçi sınıfının ve 2) işçi sınıfının da içinde olduğu halkın en geniş katmanlarının örgütlü birliği ve mücadelesinin ilerletilmesinden ve kurtuluşlarından başka özel bir çıkara ve bu özel çıkarın yön vereceği bir ihtiyaca sahip değillerdir. Dolayısıyla işçi ve emekçilerin birliği ve mücadelesinin ihtiyaçlarıyla “sosyalistlerin ihtiyaçları” arasında bir uyumsuzluk olamaz.)

Kısacası KESK “sol bir örgüt” olmadığı ve olmaması gerektiği gibi, “solda birlik”in platformu olarak kavranamaz. Bu nedenle “KESK solda birliğin iyi bir örneği” değildir, bu yönüyle son derece kötü bir örnektir ve zaten KESK’in sorunu tam da budur!

Öte yandan sendika olması bir yana bırakılsa bile, KESK, “çatı” ve birlik tartışması bakımından kesinlikle bir örnek sayılamaz. Bugünkü somut durumu bakımından gruplar arası koalisyon türü bir örgüttür, örgüt içi demokratizmi sınırlıdır, bürokratizme en azından yatkındır, üstelik düzeni değiştirme amacı da yoktur. Kendisine yüklenen “solculuk”un sınırı, mevcut düzendir; her şey bir yana, iktidar değişikliğini hedef alan bir örgüt değildir.

“SOLDA BİRLİK”İN AÇILIMI OLARAK “SOL KOALİSYON”

Türkiye’nin tek çözüm yolu” olarak sunulan “solun bütün renkleri”ni içinde toplayacak bir sol koalisyon”, Türkiye’nin olmasa bile, Ufuk Uras’ın çözümü. Önceden “Gökkuşağı”, “Zeytin Dalı” vb. adlarla savunulmuş “solda birlik” önerisinin, içerik bakımından eski ama zaman bakımından yeni bir derlemesi.

Uras’ın sosyalistlerden sosyal demokratlara, liberallere kadar “sol”u birleştirmeye ilişkin eski yaklaşım ve önerileri biliniyor. Şimdi Uras, “çatı partisi” tartışmaları ortasında aynı içerikli önerisini yinelemiş bulunuyor. Önerisi, önceki ara başlıkta üzerinde durulan zemine oturuyor. Uras, “sol”u, sosyalist değil, ama burjuva karakteri tartışmasız olan demokratik zeminde birleştirmeyi öngörüyor. Kapitalizmi karşısına almadan, mevcut düzen sınırları içinde bir “sol”, Uras’ın birleştirmeyi tasarladığı “sol”. Bu amaçla yaz başlarında Türkiye’nin çeşitli yerlerinde “AKP’ye karşı sol seçenek” toplantıları düzenledi. Tartışılan “çatı” mı oluşturmayı amaçladığı “seçenek”, yoksa “birlik” tartışmaları zemininde parsa toplamak mı, yoruma açık olduğu ileri sürülebilir, ama bu “seçenek” için Uras’ın kendi başına kolları sıvadığı gerçek.

Peki önerisi, halkın ihtiyaçlarından mı hareket ediyor? Uras öyle iddia ediyor ve “Anadolu’da AKP’ye karşı ciddi bir siyasi adres arayışı var. Biz de bu arayışın ortak aklını oluşturmaya çalışıyoruz.”, “Gittiğimiz her yerde oradaki toplumu şekillendiren değişik renklerdeki kanaat önderleriyle buluşuyoruz.(…) Ve hepsiyle hemen hemen temel meselelerde mutabakata varıyoruz.” (http://www.timeturk.com) diyor.

“Kanaat önderleri”ni halkın yerine koyması bir yana, Uras’ın peşinde olduğu “yeni sol”un düzen-içiliğini kanıtlamak üzere “AKP’ye karşı siyasi adres arayışı”nı esas alması ve “seçenek”ini “AKP’ye karşı” oluşturmaya girişmesi, halkın ihtiyacını mı ifade ediyor? Bu bir yarım-ihtiyaç değil mi ya da en azından Uras dolaştığı yerlerde kanaat önderleriyle mutabakat sağlamışsa, fazlaca AKP’nin etkinlik alanlarının dışında dolaşmış olmasın? Halk örneğin çetecilik ve darbecilikle temayüz eden “ulusalcı” denen zorbalarla sorunlu değil mi? Yoksa onlardan hoşnut mu?

Uras’ın seçeneği, her şeyden önce halka yönelik talan ve saldırı düzeninin yalnızca bir politik fraksiyonunu hedef almakla sakatlıdır. Onunla çatışma halindeki ikinci –“ulusalcı”– fraksiyonun karşısına almadığı ana politik temsilcisineyse göz kırpmaktadır. D. Sevimay “sağladığı mutabakat”la ilgili olarak, “Buna CHP ve DSP de dahil mi?” diye sormakta ve Uras da yanıt vermektedir: “En azından seçmenleri dahil. Eğer genel merkezleri de ön seçimi kabul ediyorlarsa, ki büyük parti oldukları için zaten kabul etmeleri gerekir, o zaman elbette partiler de dahil.” (Agy) Sosyal demokrasiyle “sol birlik” oluşturma tutumunu yeni açıklıyor da değil Uras. Bu, eski “Gökkuşağı” “açılımı”.

Uras’ın halka karşı, emeğe, barışa, demokrasiye karşı politikalarıyla ünlenmiş örneğin CHP’ye birlik için koyduğu tek kayıt “ön seçimi kabul ediyorlarsa”dır! Yanıtına, “seçmenleri dahil” ile başlaması ise, yumuşatmadan başka şey olmasa gerek.

Uras’ın başka ülkelerden verdiği örnekler de önerisini açıklayıcıdır. “…esnek koalisyon tipinde bir yan yana diziliş olabilir. Tıpkı Latin Amerika’da, Avrupa’da olduğu gibi…” (Agy) Uras tek değildir ve bu örnekler “çatı partisi ya da solda birlik” diye başlayıp birlik tartışmasına katılan başkaları tarafından da verilmektedir. Bir örnek:

Örneğin Portekiz’deki ‘Birleşik Sol’ (Bloco de Esquerda) Çatı Partisi tanımlamasına uyuyor. Kendi siyasi ve örgütsel varlığını sürdüren çeşitli gruplar Birleşik Sol olarak seçime giriyorlar, kampanyalar yapıyorlar ve ortak araçları kullanıyorlar. Bloco birlik içinde çeşitliliği sağlıyor(…)Bir diğer örnek Almanya’dan, Die Linke. (Sol Parti) Sendikalarla daha yakın bir deneyim. PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) yenilenme tartışmaları yaptığı dönemde, SPD’den ayrılan sol, sosyal demokratlar ve çok sayıda sendikacının katılımı ile Sol Parti’yi kurdu. Yeni parti, sol sosyal demokratları, sosyalistleri, göçmenleri ve işçi sınıfının örgütlü kesimlerini bünyesinde buluşturdu.(…) Yunanistan’da Sol İttifak (Synaspismos)…” (T. Görgün)

L. Amerika ve Avrupa’da verilen tüm örnekler “sol” adına sosyal demokrat parti ve güçlerle kurulan seçim koalisyonlarına ilişkindir.

Burada “seçime yönelik birlik mi, uzun erimli birlik mi” tartışmasına geliyoruz. “Çatı” tartışmasına katılan hemen herkes uzun erimli birlik derken, Uras “seçimlik birlik” peşinde ve örnek veriyor:

Bugün yüzde 30 civarında kararsız var. O kararsızları örgütlemek mümkün, yeter ki karşılarına istedikleri gibi ortak adaylar çıkarılsın. Ortak aday gösterildiğinde neler yapılabildiğini benim seçilmem sırasında gördük. İstanbul Birinci Bölge’den 82 bin oy aldım. O oyların 3’te biri Kürtlerden, 3’te biri soldan, 3’te biri de Alevilerden geldi. Yani tam Türkiye İşçi Partisi’nin 1960’lardaki hali gibi… Şimdi biz bunu daha da esnek bir koalisyona dönüştürebilir ve Türkiye’yi AKP’den demokratik yollarla kurtarabiliriz.” (Agy)

Tam bir seçimcilikle sınırlı mantık. Halkın sorun ve talepleri, bunların çözümü için birliği ve mücadelesi bir yana, seçilmek ve koltuk sahibi olmak bir yana! Halk katmanları açısından tek önemli şeyin, “karşılarına istedikleri gibi ortak adaylar çıkarılması” olduğunu düşünüyor Uras! Tasarladığı “sol birlik” bunun için. Halkın kendi taleplerini savunmak üzere bir araya gelip mücadele etmesi için uygun araçlar geliştirilerek vb. çaba harcanması gerekmiyor Uras’a göre; tersine halk, yalnızca karşısına doğru adaylar çıkarılması gereken edilgen bir topluluk durumunda. Konuşulup sohbet edilerek, en çok da kanaat önderleriyle “mutabakat” sağlamaya önem verilerek oyu istenecek bir kategori olarak görüyor bu önerisiyle Uras halkı; kendi örgütünü kurması ve kendi talepleriyle kendi mücadelesini yürütmesi için “onlar arasında biri” olunacak, aktif, mücadeleci bir özneye dönüşmesine katkıda bulunulacak bir kategori değil!

Bunun bir sosyal demokrat içerikli “sol yenilenme” önerisi olduğu ortada. Ancak, “çatı partisi” ya da demokratik blok hareketi açısından, bunun bir düzen-içi “sol” önerme olmasından daha önemlisi, “solda birlik” ya da “sol koalisyon” öneri ve girişimleriyle sosyal demokratlaşma eğilimindeki “sol”un hastalıklarının halkın birliği yönündeki ciddi çabaya bulaştırılması ve çatı ya da blok birliğinin baştan bozuşturulmasıdır. “Sol Koalisyon”culuktan gelmekte olan tehlikeler arasında, halkın birlik eğiliminin ve mücadelesinin önünü açmak yerine, AKP karşıtlığıyla sınırlanma dolayısıyla “ulusalcı” statükoculuğa ve mevcut baskı düzenine yedeklenme ve parlamentoculuğa sürüklenme en önemlilerindendir.

Öte yandan, en az sosyal demokratlaşma eğilimindeki “sol”un düzene yedekleyiciliğiyle halkın mücadelesinin kötürümleştirip önünü kesmesi kadar tehlikeli olan ve kaçınılması gereken bir başka şeyin koalisyonculuk ve koalisyon peşine düşmek olduğu belirtilmelidir. Koalisyonculuk, en az iki grubun varlığını öngörür ki, halkın birliği ve birlik örgütlenmesi başka, grupların ya da aynı anlama gelmek üzere fraksiyonların birliği ve örgütü başka şeydir.

Fraksiyonculuk ya da grupçuluk Türkiye soluna geçmişinden yadigar en kötü ve tehlikeli eğilimlerden biri ve belki başlıcasıdır. Türkiye’de “sol” ve “solun ihtiyaçları” ileri sürülerek yerleşik hal alan fraksiyonculuk, “üst”tencidir, “yukarıdan”cıdır, işçilerden ve halktan kopukluğu ve işçilerle halkın yerine kendi çıkar ve ihtiyaçlarıyla fraksiyonun geçirilmesini ifade eder. Fraksiyoncu için kangrenleşmiş sorunları ve talepleriyle halkın, birliği ve mücadelesinin önemi yoktur; varsa yoksa fraksiyonun çıkarları ve esenliğini gözetir; halk yerine “sol”, halkın birliği yerine “solun birliği” der, kendisini, gözlem ve önerilerini kopuk olduğu, ancak dışarıdan ve genellikle masa başından gözlemekle yetindiği halka tepeden dayatmaya uğraşır. Fraksiyoncu, halkı, sorun, çıkar ve taleplerini görmez, bunları esas almaz; halkın adına kendisi saptamalarda bulunur, kararlar verir, program ve projeler üretir ve politikalar geliştirip uygulamaya yeltenir. Ve tüm saptama, karar, program, proje, politika ve uygulamalarına damgasını vuran, halktan kopukluğu ve kendisini halkın yerine koymasıdır; kaçınılmaz olarak, baştan beri üzerinde durulan halk ve ihtiyaçları yerine kendisinin (söz konusu olan “sol” fraksiyonculuk olduğuna göre, “sol”un) sorun ve ihtiyaçlarından yola çıkmasıdır. En ileri biçimiyle “sol koalisyon” önerisinde dile gelen fraksiyonculuk hastalığının halkın demokratik birlik örgütlenmesine kesinlikle bulaştırılmaması için bütün dikkatin gösterilmesi gerektir.

Uras’ın seçimlik “sol koalisyon” önerisinin olumsuzlukları bunlardan ibaret değil.

Önerisinin önemli bir olumsuz yanı, şimdiye kadar söylenenlerin bir ürünü olarak şekilleniyor: Kendisinin (ne olabilir!) ve öngördüğü “sol”un ihtiyacına göre, Uras, “seçmece karpuz” tezgahının başında durmuş iki eliyle şaplatır gibi, koalisyon ortağı tanımlayıp seçiyor! Halkın sorunları, ihtiyaç ve çıkarları etrafında ve talepleri için mücadelede hangi siyasal eğilimden olursa olsun, kim birleşiyorsa onlarla birleşilmeli demiyor; siyasal-düşünsel eğilim belirlemeleri yapıp birleşebileceği güçleri tanımlıyor. Bu, kuşkusuz kendi eğilim, yakınlık/uzaklıklarına ve cesaret ve cesaretsizliklerine göre yapılmış tanımlama oluyor.

…demokrasiden, gerçek ve özgürlükçü bir laiklikten, sosyal politikalardan yana, yüzünü sola dönmüş bütün sosyal demokratları, Alevileri, şiddetle sorunun çözülemeyeceğini gören Kürt muhalefetini, solun bütün renkleriyle bir sol koalisyonda toplama”nın sözünü ediyor Uras. Bir tek Alevilere şerh koymuyor ve onları “sol koalisyon”a toplumsal kategori olarak davet ediyor. Gerçi onların da, tüm “koalisyon ortağı” olarak öngörülenleri tanımlamak üzere sayılmış “demokrasiden, gerçek ve özgürlükçü bir laiklikten, sosyal politikalardan yana, yüzünü sola dönmüş” sıfatlarını hak etmeleri gerektiği anlaşılıyor. Ama diğer tüm çağrılı “ortaklar” sadece düşünsel ve politik eğilimlerdir. Ne demekse, “yüzünü sola dönmüş sosyal demokratlar”! “Sol”. Ve Kürtler değil, belirli bir sıfatla tanımlanmış Kürt muhalefeti. Uras’ın Kürt hareketiyle yan yana gelip koalisyon kurmak için şartı var: Hareketin “şiddetle sorunun çözülemeyeceğini gören” “kanadı” kapsama alanına giriyor!

Öte yandan, halkın birliğinin “söyle bakalım, şöyle mi böyle mi” ayrımcılığıyla gerçekleşemeyeceği; söz konusu olan Kürt sorunuysa, ulusal baskı ve eşitsizliklere ve buradan oluşmuş tüm haksızlıklara karşı hak ve eşitlik arayışı içindeki Kürtler ve zorbalığa karşı, hak eşitliğinden yana olan ve barış isteyen Türklerin ön koşulsuz ve düşüncelerine göre tanımlanmamış birliğinin esas alınması zorunludur. Ama Uras “sol” adına, Kürt halkı ve uğradığı haksızlıkların üzerinden atlayarak Kürt muhalefetine geliyor ve ona da tek yanlı silah bırakma şartı koşuyor. Anlaşılır gibi değil!

Başka? Uras’ın, “sol koalisyon” ya da “solun yeniden yapılandırılması”na aynı –halkın çıkar ve talepleri yerine– mevcut düzen savunuculuğu kapsamında biçtiği görevse, belki de en önemlisi. “Sol” iddiası adına utanç verici olduğu kadar, iddiasında bulunulan “solculuk”un tamamen düzen solculuğu, halkın sorun ve taleplerinden hareket edilmediğinde sonuçta varılacak yerin halkı baskılayan düzen savunuculuğu olduğunu belirten bir görev bu:

Türkiye’nin yeniden yapılanmasıyla solun yeniden yapılanması ilk defa bu denli örtüştü. Bu bir fırsat. Aynı şekilde Türkiye’nin demokratik dönüşümüyle Avrupa’nın geleceğini de senkronize etmek lazım. Bu ikisinin de örtüşen bir yanı var. Yani Türkiye’nin bu yol ayrımından siyasetin alanını genişleterek, krizin rejim krizine dönüşmesini ve Türkiye’nin felce uğramasını önleyerek, demokrasiyle çıkmak mümkün. Bunu da yaparsa bir tek sol yapabilir.” (Agy)

Türkiye’nin demokratik dönüşümüyle Avrupa’nın geleceğini senkronize” etme tartışmasına girmiyoruz. “Sol” iddiasıyla krize ve krizin Türkiye’yi felce uğratmasına çözüm aramanın arayışçı “sol”un tam bir düzen solu yapacağı, öyleyse halkın sorunlarına yanıt verebilecek, dolayısıyla halk için etrafında birleşilebilecek bir alternatif olmadığını kanıtlayacağı söylenmelidir. Kriz halkın değil, tekellerin krizidir, rejim krizi de bu temelde oluşabilir, felce uğrayacak olan tekellerin egemenliğindeki mevcut yağma ve zorbalık düzenidir, ki bu durum, eğer uygun biçimde –en başta demokratik halkçı bir alternatif oluşturularak– değerlendirilirse, halk için bir fırsattır. Sosyalistin hiç yapmayacağı şey düzenin, egemenlerin krizine çözüm aramaktır!

Doğrusunu, krize çözüm arama durumundaki Uras değil, ama örneğin, “Siyaset halkın ve toplumun sorunlarına, ihtiyaçlarına göre değil de devletin ve sistemin ihtiyaçlarına göre yapıldığı”nda, onu “statükonun sözcülüğünü yap”mak olarak tanımlayan ve onun tersine, “halkın temel sorunlarına çözüm üretecek bir siyaset” ihtiyacını vurgulayarak, “Çatı Partisi(nin) bu nedenle alternatif demokratik siyaset işlevi görece”ği belirten Ahmet Türk önermektedir.

*

Tüm bunlardan, “sol” adına, neden “sol”la halkın ihtiyaçlarının farklılaştırılıp karşı karşıya konduğu anlaşılmış olmadır. Aslında, gerçek bir sol yaklaşıma sahip olanlar için, halkın kendi ihtiyaçlarının peşine düşerek bir alternatif arayışına girmesi ve buna yanıt olarak bir birlik olasılığının gündeme gelmesi yalnızca sevindirici olabilir. Böyle bir birlik olasılığı güncel olmasaydı bile, gerçek bir sol yaklaşıma sahip olanların, sosyalistlerin, böyle bir birliğin koşullarının geliştirilmesi için çalışarak halkın birleştirilmesini amaç edinmeleri gerekeceği kuşkusuzdu. Çünkü kendisinin işçi sınıfı ve halkın ihtiyaçlarından başka ihtiyacı olmayan gerçek sol, yaklaşan kriz ve halk içindeki hareketlenme ve arayışların arttığı koşullarda, devrimin hazırlığını ilerletmek anlamına da gelerek, halkı birleştirip mücadelesinin ilerlemesine katkıda bulunmayı birinci görevi edinmeden edemezdi.

Ancak tersinden, kendisine düzen içinde bir yer arayan, bunu en başta krize çözüm arayışından ve “sol”la halkın ihtiyaçlarını bunca karşı karşıya koyuşundan anladığımız sosyal demokratlaşma yolundaki liberal solculuk da, kuşku yok ki, halka dayanamaz, onun sorun ve taleplerini hareket noktası edinemez ve halkın birliği ve düzeni karşısına almadan edemeyecek mücadelesinin gelişmesinin önüne düşemezdi. Halkın sorunları, talepleri ve buradan gerçekleşip gelişecek birliği ve mücadelesinin, düzeni zora sokacağı ve devrimin dayanaklarını güçlendireceği açıkken, düzen-içiliği, onun krizine çare aramayı vb. esas alan bir “sol”un, liberal, sosyal demokrat belirgin eğilimleriyle, dayanaklarını burada aramaması ve halkın ihtiyaç, birlik arayışı ve mücadelesinin ilerletilmesine katkıda bulunmak yerine, önünü kesmeye yönelmesi ve halkın ihtiyaçlarının karşısına, onunla çelişen kendi liberal sol ihtiyaçlarını dikmesi herhalde anlaşılırdır.

Sorun, anlaşılması gerektiği gibi, “sol” olarak ileri sürülen yaklaşımlarda, onun liberalizmi ve sosyal demokratlaşmayı esas alan ve dolayısıyla halkın ihtiyaçlarını kendi ihtiyacı bilmeyen, halktan kopukluğu ve halkı böyle bir “sol”a yedeklemeye çalışmasındadır. Yoksa gerçek bir solun halkın ihtiyaçlarından farklı ihtiyaçlarının olmadığı ve sosyalistler açısından “sol”un çıkar ve ihtiyaçlarıyla halkın çıkar ve ihtiyaçlarının karşı karşıya konmasının sözünün bile edilemeyeceği açıktır.

Sorun şöyledir: Sosyalist olan, “sol” adına davranan, hiç kıvırtmadan, halkın ihtiyaçları ve birlik arayışının, buradan bir alternatif oluşturmanın içinde yer alır, önüne düşer. “Çatı” ya da blok birliğinin sorunlarını en ileriden o omuzlar. Aksi tutum solu halkın karşısına diken tutumdur ki, CHP ve benzerleri varken, halkı sorun, ihtiyaç ve talepleriyle karşısına alan böyle bir “sol” ve “solculuk”a, bu yaklaşımla “yenilik” arayışlarına kesinlikle gerek yoktur!

*

“Yeni bir sol parti” ya da bir “sol koalisyon” net olarak Ufuk Uras ve yakınlarından önerilmektedir. Ancak çatı partisi ya da halkın demokratik blok hareketini, çeşitli “sol” parti, grup ve kişiler arasında “koalisyon” türü bir örgütlenme olarak ya da çeşitli biçimlerde uç veren “koalisyoncu”/fraksiyoncu yaklaşımlarla “partiler ve gruplar birliği” olarak kavrama eğilimi küçümsenmeyecek ölçülerdedir. Bu eğilim, bir koalisyon önermesine sahip olmayan bir dizi tartışmacının “çatı”da birleşmeye ve birleşmenin çeşitli sorun ve yönlerine ilişkin görüşlerinde kendisini ortaya koymaktadır. Bu açıdan devam edersek…

“BİLEŞENLERİN ÖZGÜNLÜKLERİNİ KORUMASI”…

“Çatı” tartışmasına katılan çoğu tartışmacı, evet, açıktan bir koalisyon türü “sol birlik” önermemektedir. Ancak “bileşenlerin özgünlüğüne” ve bu özgünlüğün korunmasına öyle vurgu yapmaktadır ki, “çatı” ve “çatıda birlik”, kendi özgünlüklerine sahip olacak katılımcı örgütlerin koalisyonuna dönüşmekte ve “özgünlük” vurgusu yapanların “koalisyoncu/fraksiyoncu kavrayışını belirtmektedir.

Bir “solcu” olmayan Ayhan Bilgen’in görüşlerinden başlamak, sorunu anlaşılır kılıcı olacak. Bilgen farklı örgütler ve birlik üzerine şunları söylüyor:

Herkesin kendi alt siyasi grubu içindeki çalışmalarını tasfiye etmesini dayatan bir çatı yapılanması sağlıklı olmayacağı gibi zoraki birlikteliğin getireceği erken kopuşlar da kaçınılmaz olacaktır. Uzun dönemde doğrudan tek adreste buluşma hedeflenebilir ama bir geçiş dönemi için şemsiye örgütlenmesi daha doğru bir tercih olacaktır. (…)Farklılıklarla birliktelik… Her örgütlü yapı ya da bağımsız bireyin kendi özgünlüğünü koruyabileceği bir uzun erimli birliktelik…

Bilgen’in söyledikleri, eğer aşırıya vardırılıp yanlış sonuçlar çıkarılmak üzere çekiştirilmezse, doğrudur.

Evet, parti ve grupları dağıtmadan birlik. Her parti ve grubun kendi bağımsız örgütlenmesini koruyacağı bir birlik. Neden? Çünkü farklı sınıfsal ve ideolojik platformlarıyla, bir mücadele birliği ya da blok oluşturabilecek, ama birbirlerinden nitelikçe farklı örgütler söz konusudur. Bir blokta ya da bir cephe türü örgütlenmede bir araya gelebilirler; ancak bileşenlerin tek bir parti içinde eriyecekleri ve kendi ayrı ve bağımsız örgütlerini feshedecekleri tek bir parti içinde birleşmeleri imkanı –tartışmaya neden olmamak açısından, en azından bugün için diyelim– yok. Öyleyse bir “çatı” ya da demokratik blokta birlikleri, Bilgen’in dediği gibi, “farklılıklarla birliktelik” olacaktır. Öyleyse birlik içinde özgünlükleri olacak ve bu özgünlüklerini koruyacaklardır. Bunlar doğrudur. Yanlış bundan sonra başlayabilir: Birlik örgütünü birliktelik mi tanımlayacaktır yoksa özgünlükler mi?

Soru ve yanıtı netlik gerektiriyor: Birlik örgütü bu özgünlüklere göre bir örgüt mü ya da bir özgünlükler koalisyonu mu olacak; yoksa özgünlükler, çatı ya da blokta yer almakla birlikte kendi ayrı örgütünü korumakta olan parti ve/veya gruplar ve kişiler tarafından, birliğin değil, ama ayrı parti, grup ya da kişilerin birlik dışındaki bağımsız örgütsel veya kişisel etkinlikleriyle mi ifade olunacak? Başka bir deyişle, farklılık ve özgünlüklere sahip parti, grup ve kişiler, farklılık ve özgünlüklerini, birlik örgütü içinde ve onun etkinliği olarak mı tartışma, uyumlandırmaya çalışma ve eylemli olarak ifade etme durumunda olacaklar; yoksa bu özgünlükleri, birlik örgütünün dışında, bağımsız varlığını sürdürmeye devam eden kendi farklı örgüt ve kişiliklerinin bağımsız etkinlikleri olarak mı gerçekleştirecekler?

Doğrusu, ikincilerdir. Kendi örgütlerinin bağımsızlıklarını koruyan parti ve gruplarla, bağımsız kişilikler olarak kişiler, kendi örgütlerinin etkinlikleri ya da kişisel etkinlikler olarak özgünlüklerini ayrı ve bağımsız eylemler olarak birlik örgütü dışında sürdürebilirler. Ama bu özgünlükleri birlik örgütünde sürdürme çabasında olmamalıdırlar. Birlik örgütü, katılımcı parti, grup ve kişilerin zaten asgari müşterekleri olarak halkın çıkar ve taleplerinin savunulması üzerinde kurulacaktır. Ve bu birlik örgütünü özgünlüklerin tartışılmasıyla meşgul etmemek, birbiriyle çelişebilecek bağımsız özgün eylemlerin arenasına dönüştürmemek asıl olmalıdır. Bu, “çatı” ya da demokratik blok olarak birlik örgütünü halkın –taleplerini savunan– mücadele örgütü olmaktan çıkarır ve etrafında geniş halk kesimlerini toplayacak bir birlik ve mücadele örgütü olmasını olanaksız kılarak, gruplar/fraksiyonlar arası tartışma örgütüne dönüştürür ki, bu durum, birlik örgütünü hem işlevsizleştirerek halklaşmasının önünü keser hem de iş yapamaz hale getirir.

O nedenle, katılımcı örgüt ve kişilerin farklılık ve özgünlüklerini birlik örgütünün dışına bırakarak, “çatı” ya da demokratik bloğun etkinliği olarak birlikteliklerini belirleyen etkinlikleri, halkın taleplerinin kazanılması mücadelesini yürütmeleri zorunlu sayılmalıdır.

Ancak bu birlikteliğin, herhalde “Bugünün temel ihtiyacı”nın “yeni bir sol partinin inşası” olduğu düşüncesinde olan H. Tahmaz’ın önerisindeki gibi olması olanaksızdır: “…dört başı mamur bir politik odak yaratmak ve var olanların artık siyasal tarihimizin müzesinde yer almasını sağlamak”. Bu, tartışmasını yaptığımız bir başka –sosyalist– platformun işi olabilir, ama “çatıda birlik” tartışması platformunun değil. “Çatı” ya da demokratik blok birliği açısından “var olan” parti ve örgütlerin müzelik sayılması ne gerçekçidir ne de “çatı” tartışmasıdır işidir; bu sorunu çıkmaza sokar. Anlamı, “çatı”ya gerek yok, kurulmasın demektir.

Ancak öte yandan Tahmaz önemli bir doğruyu da vurgulamaktadır ki, bu, “Grup, çevre hukuku kesinlikle reddedilmeli, kolektif hukuk örgütsel yapının temel direği olmalıdır. Bireyleri, çevre, grup ve topluluklar karşısında koruyan hukuksal yapı oluşturulmalıdır. görüşüdür. Ancak bu doğruya iki kayıt düşmek gerektir: Birincisi, bu, ancak bir kez “çatı”da ya da demokratik blok hareketinde bir araya gelindikten sonra uygulanabilir ve ikincisi “çevre ve grup hukuku”ndan kuşkusuz “birey” lehine değil, “toplumsal bireyler toplamı” olarak tanımlanabilecek halk ve onun çıkarları ve hukuku lehine vazgeçilmelidir.* Öte yandan, fraksiyonculuğa/grupçuluğa karşı halkçılık bakımından önemli olan bu grup hukuku reddinde, yine de hassas olmak ve grupçuluğun dağıtıcılığı vb. açısından belirli bir geçiş sürecine ihtiyaç olabileceğini öngörmek ve özenli davranmak yerinde olacaktır. Ancak kesindir ki, halkın alternatif birlik ve mücadele örgütü, gruplar/fraksiyonlar arası dengeler ve pazarlıklara, grup hukukuna dayanarak kurulup geliştirilemez. Elbette, bir “çatıda birlik”in yeni dayanışmacı, mücadeleci, aşağıdan ve birlikte düşünüp davranan bireyciliği ve bencilliği aşan halkçı bir kültür ve eşitlikçi bir hukuku da kapsayarak kurumsallaşması esas alınmalıdır. Bu yaklaşımla siyasal hayata katılacak bir birliğin, kültürüyle, hukukuyla böyle bir yenilenmeyi teşvik edip yerleştirmesi ve unutulmaya yüz tutmuş insani değerleri canlandırmasına tanıklık edeceğimizden kuşku duyulamaz.

Herhalde, Sosyalist Parti Girişimi Koordinatörü Selahattin Gümüş’ün öngördüğü gibi “Çatı Partisi esnek federal bir yapı, bileşenlerinin özerk olduğu bir cephe örgütü” de olamaz, olmamalıdır. Gümüş’ün “çatı partisi”nin “parti şeklinde örgütlenmiş bir cephe yapılanmasına tekabül ettiği” görüşü bütünüyle doğrudur, ancak bu doğrudan “özerklik” ve “federal” yapı sonucu çıkarılmamalıdır. Bileşenlerinin özgünlüklerini gerçekleştirecekleri ayrı bağımsız parti ve örgütleri kuşkusuz olmalıdır, olacaktır; ancak bu özgünlüklerin “özerklik”ler olarak çatı ya da bloğu bir federal yapıya dönüştürmesinin savunulması, özgünlüklerin birliği teslim almasını ileri sürmek olur ki, bu, koalisyoncu/fraksiyoncu yaklaşımın göstergesi olacaktır. Çatı ya da bloğun herhalde bir kurumsal yapısı ve işleyişi olmalıdır ve bu grupları öne çıkaran ve gruplar birliğinin belirtisi olan federal değil, ama bir birlik yapısı olabilir. Aksi durumda, birlik, kendi içinde, sürekli kendisiyle uğraşacak demektir.

Aynı şekilde “çatıda birlik” ya da blok oluşturma sorunu, T. Görgün’ün “Herkesin kendi olmazsa olmazları ve kırmızı çizgileri bulunabilir. Temel şart ise birbirimizi anlamamız ve saygı duymamızdır.” yaklaşımı üzerinden de herhalde çözüme kavuşturulamaz. Burada da bir koalisyoncu tutumdan hareket edilmektedir. Önemli olan, bileşimde yer alacak parti, grup ve kişilerin “olmazsa olmazları ve kırmızı çizgileri” olamaz, olmamalıdır. Önemli olan, halkın olmazsa olmazları ve kırmızı çizgileri”dir. Kısacası, halkın sorunları, talepleri ve bunların çözümleri önemli sayılıp hareket noktası edinilmelidir. Bir araya geliş zemini, yalnızca bu olabilir, yoksa grupların/fraksiyonlar, onların olurları ve olmazları değil. Tamamen anlaşılırdır ki, parti ve gruplar, eğer bir araya geleceklerse, halkın çıkar ve taleplerinin savunulması üzerinde birleşerek, halkın mücadelesinin önünü açmak üzere bir araya geleceklerdir. Parti ve grupların “kırmızı çizgileri” varsa ve olacaksa, buraya kadardır. Örneğin bir partinin halkın çıkar ve taleplerini değil ama düzeni savunmak için bir araya gelinmesini, düzenin savunulmasını “kırmızı çizgi” sayıp itiraz etmesi ve birliğe katılmaması tamamen anlaşılırdır. Ya da bir düzen savunucusunun, düzene karşı bir bir araya gelişe, “kırmızı çizgisi”nden hareketle katılmaması da anlaşılırdır. Ama bir kez halkın temel sorun ve taleplerinin çözümü ve bu amaçla mücadele amacıyla bir araya gelindikten sonra, bu zemin/platform korundukça, artık “kırmızı çizgiler” ileri sürülmesi, halka ve çıkarlarına değil grup ve fraksiyona, fraksiyonculuğa dair itirazlar olur ki, bu tür “kırmızı çizgicilik” ve bunu meşru gören bir “birlik” tutumu birlikçi ve savunulabilir değildir.

İki sendikacının bir yanıyla çelişik bir yanıyla birlik içinde olan görüşlerine değinerek bu bölümü bitirelim:

SES Gn. Bşk. “…örgütsel model temsiliyetin tepeden kurgulandığı ve farklı bileşenlerin salt tepede temsil edildiği, herkesin benzeşip, farklılıkların silindiği bir yapılanma olmamalıdır” derken Eğitim Sen Gn. Bşk. “…çeşitli siyasal özneler arasında ‘yukarıdan’ kurulacak ittifakların, aritmetik toplam girişimlerinin toplumsal yaşamda köklü bir karşılık üretmekte yetersiz kaldığı”nı belirtip, “Kabaca sosyalistlerin bir araya gelmesi ve daha sonra dışa açılmanın koşullarının belirlenmesi” yaklaşımını doğru bulmamakta ve “bitmek bilmez ideolojik ilke tartışmaları solun önemli geleneklerinden biridir ve asıl olarak enerjinin içe dönük harcanmasına sebebiyet vermektedir” demektedir.

Temsiliyetin yukarıdan aşağıya her düzeyde olması yaklaşımı, her düzeyde grupların ve bir hastalık olarak grupçuluğun esas alınması anlamına gelecektir ki, koalisyoncu yaklaşımın belirtisi sayılmalıdır. Eğer halkın çıkar ve taleplerinden hareket edilecekse, grupların temsiliyetin önemsizleşmesi herhalde bunun doğal sonucu olacaktır. Sorun demokratik bir birlik örgütü yapılanmasıysa, evet, birlik örgütü en demokratik biçimde yapılanmalıdır. Bu açıdan, hiçbir parti ya da grubun dayatma ve emrivakileri asla kabul edilemez. Ancak bunun da kaynağı grupçuluk ve grupların ve esas alınmalarının meşruluğunun varsayılmasıdır ki, birlik örgütünün, çatı ya da bloğun demokratik örgütsel biçimi, herhalde gruplar arası ilişkiler gözetilerek ve grupların şu ya da bu düzeyde temsiliyle değil ama, işlerliğinin demokratikliğiyle sağlanabilir. İşte bu noktada dayatma ve emrivakilere ve kaynağı olarak birlik örgütünü gruplara ve çıkarlarına, özellikle kendi grubuna ve çıkarlarına, kendi grupsal yaklaşımlarına (halkın sorunlarını ve sorunların birbiriyle bağlantılarını bir türden, ama kendine göre ele almaya, grubu vareden ya da varettiği düşünülen programatik vb. belirlemeler ve eğilimlere) endeksli bir örgüt olarak algılamaya yer yoktur. Emrivakici tutum ve yaklaşımlarlaysa zaten bir birlik örgütü kurulamayacağı ortadadır. Birlik örgütünün demokratikliğinin garantisiyse, birliğin halkçılığı, halka dayanması ve her düzeyde halkın katılımını öngörmesi, buna açık olması temelinde karar ve mücadele süreçlerinin herkese (bu “herkes”le kastedilen gruplar değil, gerçek anlamda tüm mücadeleci halktır) açık ve demokratik olmasıdır. Örnekse, başlangıçta –zaten kendilerini temsil ederek– bir araya gelen gruplardan çoğu belirli bir yerelde (ki bu, yerellerin ezici çoğunluğu için geçerli sayılmalıdır) örgütlü olmayabilir. Bu durumda ne olacaktır, bileşenlerin temsili nasıl sağlanacaktır? Sorun burada değildir. Birlik örgütü, sözü edilen yerelde, hiçbir parti ya da örgütün temsil edilmediği bir bileşimle, sadece o yerelin saygın mücadeleci kişilikleriyle, örneğin belirli sendikacılar ya da hiçbir örgütlü pozisyona sahip olmayan kişilerce temsil olunabilir ve bunda hiçbir sakınca olmamalı ve tersine böyle temsiliyetler öngörülüp teşvik edilmelidir. Üstelik, bazı tartışmacılar birlik örgütünü bir tartışma örgütü ya da kulübü olarak anlama ve örgüt içi tartışmaları yüceltme/gerekli sayma eğiliminde olsalar da, her düzeyde grupsal temsil arayışının Eğitim Sen Başkanı’nın dediği gibi, sonu gelmez ideolojik-politik tartışmaları öngörmek demek olacağı, bunun da birlik örgütünü iş yapamaz hale getireceği, bu nedenle de, grupların ve grupsal temsiliyetin esas alınmaması gerektiği kabul edilmelidir.

Ama evet, sözü edilen sadece “yukarıdancılık”, her şeyi üstten halletme mantığıysa, bu, reddedilmelidir. Demokrasinin temel bir engeli yukarıdancılıktır. Yukarıdancılığın seçkincilik, “bencilik” ve bencillikle, ama aşağıdan düşünme ve davranmanın halkçılıkla ilişkisi kesindir. Bu nedenle “çatı” ya da demokratik blok hareketinin aşağıdan örgütlenmesi, tayin edici önemdedir. “Çatı Partisi” ya da demokratik blok hareketinin “yeni bir sol parti inşası” ya da bir “sol koalisyon” olmaması bir yana, koalisyoncu/fraksiyoncu mantıkla sadece “yukarıda” bazı –önerilen “sol” partilerin yan yana gelmesidir, ama bu da önemsizdir; “sol” olsun olmasın– partilerin bir araya gelmesiyle kurulabileceğinin düşünülmesi, yine yukarıdancı ve halktan kopuk, dolayısıyla tehlikeli bir yaklaşım olacaktır. Sendikalar, kitle örgütleri, odalar, Alevi ve yöre derneklerinin katılımın sağlanması ihtiyacı şart olmakla birlikte, bunun ötesi, en az onların katılımının sağlanması kadar önemlidir. Kendi sorun ve taleplerini sahiplenme durumundaki, hareketlenme ve arayış içindeki işçi kümeleri (örneğin aylardır direnişte olan Susurluk Yörsan işçileri, ölümlerle boğuşan Tuzla tersane işçileri…), benzer durumdaki köylü kümeleri (örneğin toprakları için aylardır mücadele yürüten Sinan köylüleri…), kentsel dönüşüm saldırısına karşı direnen –kadınlar başta olmak üzere– yıkımla yüz yüze bırakılan mahalle sakinlerinin oluşturduğu kümeler, SSGSS karşısında hareketlenen ve çeşitli mücadele platformları oluşturan sağlıkçı, eğitimci vb. memurlar, ÖSS’ye karşı mücadele eden liseli ve dershaneli gençlik, YÖK’e karşı çıkan üniversiteliler, direnişçi/mücadeleci kadın grupları, çevre sorunundan hareketlenen başta köylüler (örneğin İnay köylüleri, Kazdağı-Bayramiç vb. köylüleri), göç mağdurları vb. katılımcısı kılınmadan, yanlarına bazı sendikal örgütler bile eklense, birkaç partinin bir araya gelmesiyle örgütlenecek “çatı partisi”nin ayağı yere basmayacağı ve halkın umudu ve gerçek bir alternatifi olamayacağı herhalde tartışmasızdır. Bazı tartışmacıların üzerinde durdukları yerel konferanslar, bu açıdan önemlidir. Ve, gruplar arası ilişkiler, koalisyoncu yaklaşımlar ve grup hukukunu esas alma tutumu yukarıdancılığı dayatırken, mutlaka temel bir tutum edinilmesi gereken bu aşağıdan örgütlenme ve yerelliğe, kuşkusuz halka, ilk elde onun hareketlenme ve arayış içindeki öne çıkmış unsurlarına dayanma, birlik örgütünü gerçek bir halk örgütü olarak inşa etmeyi olanaklı kılacağı gibi, demokratik örgütlenme modeline sahip olması sorununu da çözecek başlıca dinamiklerdendir.********

Her şey bir yana, bu nedenle, “sol” parti ve gruplar, hukukları ve aralarındaki uyum vb. üzerinde düşünmekten bin defa daha fazla ve derinlemesine, işletmesinde, köyünde, mahallesinde, sokağında, okulunda, hastanesinde… hareketlenmekte olan işçi, köylü, memur, genç, kadın… halk katmanlarının, kümeler halinde “çatı” ya da blokta birliğe katılmalarının sağlanması için ne yapılması, nelere önem verilip, nasıl çalışılması üzerinde kafa patlatılmalıdır.

Barış Meclisi’nin oluşumu, bu açıdan belirli olumlu bir deney de sunmaktadır. İllerde konferanslar aracılığıyla, o zamana dek bir araya gelmekte zorlanmış aydın sanatçı, emekçi vb. genişçe kesimler bir araya gelebilmişlerdir.

PROGRAM SORUNU

Buraya kadar söylenenlerden, “çatı partisi” ya da demokratik blok hareketinin, halk yığınlarını birleştirecek bir alternatif ve cephe türü bir örgüt olarak, halkın sorun ve talepleri ve çözümlerini içerecek bir platform ve bunu özetleyen bir programa sahip olması gerektiği kendiliğinden çıkmaktadır. Eğer “yeni bir sol parti inşası” ve “sol koalisyon” önerileri sayılmazsa, çatıda birlik sorununa ilgi gösterenler ve tartışmacıları arasında bu konuda ciddi bir farklılık yok gözükmektedir.

Bu nedenle, öncelikle çözümlenmesi gereken, “yeni sol parti” ya da “sol koalisyon” önerisinin neden olduğu sorundur, ki buradan program konusunda da farklı bir öneri türemektedir.

Öncelikle bu öneri, AKP karşıtlığıyla sınırlı olarak gündeme getirilmiştir ve yalnızca AKP’yi hedefine koymaktadır. Buradan ancak bir hükümet değişikliği amacı çıkar, ki herhalde yetersizdir. On yıllardır gelip giden hükümetlerin, halkın temel sorunlarının çözümünde yalnızca aciz kalmadıkları, ama bu sorunların kangrenleşmesine katkıda bulundukları ortadadır. Öyleyse birlik programı, AKP’yi hedef almakla yetinen bir program olamaz, tersine halkın tüm temel sorkunlarının çözümünü amaçlamalıdır.

İkinci olarak, “sol koalisyon” ya da “yeni bir sol parti” önerisi, halkın temel sorunlarının çözümünü temel alacak bir program yerine, tasarlanan “sol” partinin belirli bir “sol” yaklaşımla kurgulanmış, ona uygun “sol” saptama ve tanımlara dayalı, yine “sol” jargonlu programını önermektedir. Örneğin Tahmaz, “Sol bir alternatif olabilmesi, fikri ve programatik yenilenmesiyle gerçekleşebilir. Kapitalizmi aşmayı ve emek egemen bir toplum yaratmayı hedefleyen programatik zemine ihtiyaç var.” düşüncesindedir programla ilgili olarak ve şunlar şunlar olmazsa programında “sol 21. yüzyılın solu olamaz” demektedir.

İhtiyacın “sol”un “yenilenmesi” olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur ve “çatı” ya da blokta birliği katiyetle ilgilendirmemektedir. Bu “yenilenme”yi “çatı birliği”ne yüklemek, onu olmaza yöneltmek olur. Tıpkı, tespitin içeriğinin doğruluğu yanlışlığı tartışması ile birlikte, “kapitalizmi aşma” ve “emek egemen bir toplum yaratma”yı hedefleyen bir programın tartışılıp kararlaştırılması gibi, “sol”un fikri ve programatik yenilenmesi” de “çatı” ya da blokta birliğin “çatı” ya da blokta birlik platformunun sorunu ve işi olamaz. Burjuvalar ve küçük burjuvaların ve çıkarlarının da geçerli olduğu ve dikkate alınması gerektiği bir platformda bu tartışma nasıl yürütülebilir. Öte yandan yürütülebilir sayılması da göstermektedir ki, “sol” ve “yenilenmesi” burjuva karakterli bir sorun sayılmakta ve sosyal demokrat içeriğiyle ele alınmaktadır. Bu, kapitalizmin “tasfiyesi” yerine “aşılması”ndan söz edilmesinde de kendisini açığa vurmaktadır. Ama konu açısından önemli olan bu değil, bu sorunlarla “çatı” ve halkın birlik arayışının meşgul edilmesinin yanlışlığıdır. “Çatı”da birliğin programının, buralardan değil, ama halkın temel sorun ve talepleri üzerinden ve çözümlerini kapsayacak bir program olarak düşünülmesi herhalde doğru tutum olacaktır.

Birlik programı, yine aynı nedenle ve yine “sol”un zihniyet ve program olarak “yenilenmesi”yle ilişkili sayılması gereken ve uzun yıllardır tartışılan ve daha da tartışılacağı anlaşılan, çoğu, kavramlara ve teorik analizlere, azami ve asgari amaçlara ilişkin olan saptama ve formülasyonlara dayanmamalı, bunları kullanmamalıdır. Tüm bunların yerine, “çatı” ya da demokratik blok olarak birliğin programı, basitçe kaleme alınacak, halkın temel sorunları, talepleri ve çözüm önerilerinin özetlenmesiyle yetinmelidir. Çünkü bu program, halkın mücadele platformu ve etrafında toplanacağı anlaşılır alternatifi olmak ihtiyacındadır.

Bu nedenle örneğin, amaçlanan demokrasinin “parlamenter demokrasi” mi olacağı ya da olmayacağı tartışmalı ve halkın birliği ve mücadelesine katkısı bakımından önemsizdir ve programda yalnızca “demokrasi” olarak yer alması yeterlidir. Gerisini, mücadelenin gelişmesinin kararlaştırmasına bırakmak yerinde olur. Aynı şekilde “demokrasi”nin başına bir de “çağdaş” kavramı eklenmesiyle yine onun içeriğine ilişkin kavramsal tartışmalar açılmasına gerek olmamalıdır. Halkın ihtiyaç duyduğu, gasp edilmiş hak eşitliği ve düşünce, örgütlenme vb. özgürlüklere, kısaca siyasal demokrasinin hedeflenmesine vurgu yetecektir.

Ya da mücadelenin hedefinin “askeri vesayet rejimi” olup olmaması, yerine “sivilleşme”nin mi başka bir şeyin mi konacağı yine tartışmalı ve önemsizdir, program bu kavram ya da formülleri kapsamamalıdır; “düzeni” ya da “mevcut düzeni” hedef alacağının belirtilmesi yetecektir, şimdilik isteyen bundan istediğini anlayabilir ve yine nasıl anlaşılması gerektiğini mücadelenin gelişmesinin kararlaştırmasına bırakmak doğru olacaktır.

Özetle, birlik programı tartışmalı ve bu tartışmalardan sonuç alınmamış, en azından bu haliyle ve şimdilik bu tartışmaların katılımcı tarafı olmayan halkı ve birliğini ilgilendirmeyen, üstelik ipe un sericiliği ve dağıtıcılığı ortada olan kavramlar, analizler ve formülasyonlar programı değil, halkın temel sorunlarından hareket eden açık, anlaşılır bir mücadele ve eylem programı olmalıdır. Bu kavram ve formüllerin “sol”un, üstelik kendi içinde tartışmalı kavram ve formülleri olduğu, nesneli tanımlama iddiasındaki öznelliği yansıttığı, ama halkın birlik programının sadece halkın nesnel sorunları ve basit ve anlaşılır çözümlerini içermesi zorunlu sayılmalıdır. Burada koalisyoncu bir tutumla grupların anlayışlarının, programatik yaklaşımları ve kavramsallıklarının uyumlaştarılması ve bir ortak nokta bulunmasına değil, ama birliğin programını oluşturmak üzere halkın sorunları ve çözümlerinin basitçe özetlenmesine ihtiyaç olduğu tartışmasız olmalıdır.

Kuşku yok ki, halkın temel sorunlarının sahiplenmesi ve çözümleri üzerinde birleşecek tüm parti, grup ve kişilerin, diğer parti, grup ya da kişilere doğru ya da yanlış gelebilecek düşünce, eğilim, formül ve kavramsallıkları, bir araya gelmelerine hiçbir biçimde engel değildir, engel sayılamaz. Tabii ki, farklı düşünce ve eğilimlerle, farklı formül ve kavramlara sahip olarak bir araya gelinecektir. Söylediklerimiz, farklılıklar ve hele tartışılması uzun, ama anlaşılması neredeyse imkansız formül ve kavramlar üzerinden yürümeye yönelmemek ve hiçbir soruna neden olmayacak ve üzerinde kolaylıkla birleşilebilecek zemin olan halkın temel sorunları, buradan türeyen talepleri ve çözümlerinin özetlenmesi üzerinde birlikteliği esas almak olarak anlaşılmalıdır.

“Sol koalisyon” önermesi bir yana, bu programın demokratik halkçı bir program olması, başlıca siyasal demokrasiyi (düşünce, inanç, örgütlenme vb. özgürlüğü ve hak eşitliği), emeğin haklarını ve barışı savunması üzerinde bir mutabakat görünmektedir. Bu yeterli sayılmalıdır.

KÜRT PARTİSİ Mİ TÜRKİYE PARTİSİ Mİ?

“Çatı” ya da demokratik blok hareketi olarak birliğin yarı çözülmüş gibi duran, ama hala tam olarak çözüme kavuşturulması ihtiyacı gösteren bir sorunu daha var. Bu, birliğin Kürt sorununu nasıl ele alacağı ya da kendisiyle Kürt sorununu nasıl ilişkilendireceğine ilişkin olan sorundur. Ve “çatıda birlik”in başarısını tayin edecek sorunlardan biri durumunda.

Net olarak çözülmesi ihtiyaç halinde: “Çatı Partisi” ya da demokratik blok hareketi, başlıca Kürt sorunu üzerinden mi kurulacak; Türkler tarafından desteklenen bir Kürt örgütü ya da –çatı– partisi mi olacak, geri kalan bileşenlerinin destekçi ya da “eklenti” konumunda olduğu demokratik Kürt hareketine endeksli bir örgütlenme mi olacak, yoksa başlıca genel olarak demokrasi sorunu üzerinden mi kurulacak; Türklerle Kürtler arasındaki ilişkinin destekçilik ve tabilik değil eşitlik ilişkisi olacağı bir Türkiye partisi mi olacak? Bu doğru ve gerçekçi yanıtlanması gereken can alıcı bir sorundur. Aslında, en başta Kürt hareketi, bırakalım birlik örgütünün, Kürt partilerinin bile Türkiye partisi olduğunu/olması gerektiğini uzun süredir açıklıyorlar. Ama bu açıdan hala çözülmesi, en azından tamamen netleşmesi gereken bir sorun yok mu? Var.

Bir tez, Kürt sorununun tek temel ve öncelikli sorun olduğu ve Türkiye’nin bütün diğer (temel) sorunlarının buradan kaynaklandığı ve çözümlerinin Kürt sorununun çözümüne bağlı olduğu şeklindedir. (Ulusal sorunla ilgili bu tezin tam karşıtı, milliyetçi solcuların Kürt sorununun çözümünü sosyalizme bağlayan ve buradan Kürt sorununu ve ulusal demokratik mücadeleyi sosyalizme endeksleyen tezidir.) Örneğin E. Ayna arkadaşımız, yaygın bir yaklaşımı dile getiren şu görüşleri ileri sürüyor: “Anti-demokratik uygulamaların ortadan kalkmamasının nedenini, Kürt sorununun çözümsüzlüğü oluşturuyor”. “Tüm bu temel anti-demokratik uygulamaların başlangıç noktasının Kürt sorununun çözümsüzlüğü olduğu tespitini yaparak, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümünü amaç olarak önüne koyan bir yürüyüşe çıkmak zorundayız”. “Hepimiz şu konuda mutabıkız: ‘Kürt sorunu çözülmeden ekonomi alanındaki hiçbir programı hayata geçirmek ya da güvenilir kılmak mümkün değildir. Savaş harcamaları diye bir kavram varken ve ölümler yaşanıyorken özelleştirmenin zararlarını veya yararlarını halkla tartışmak bile mümkün olmuyor. Ya da o kadar çok gizli ödenekler, gizli harcamalar var ki, savaş nedeniyle sorgulayamıyorsunuz bile.’ O nedenle de öncelikle demokrasi sorununu, özgürlük ve eşitlik sorununu çözmek gerekiyor.

Kürt sorununun Türkiye’nin ve demokratikleşmenin temel ve çok önemli bir sorunu olduğu kuşkusuz doğrudur ve milliyetçi solcuların yaptığı gibi, böyle olmadığının ve örneğin sosyalizmde çözüleceğinin düşünülmesi kabul edilemez. Bir adım daha atılırsa, Kürt sorununun demokrasi genel sorunu içinde özel bir önem ve ağırlığa sahip olduğu, gerçekten halkın ve demokrasinin diğer sorunları üzerinde onları ağırlaştırıcı, hatta kötürümleştirici bir etki yaptığı da doğrudur. Buradan Kürt sorununa özel bir önem ve ağırlık tanımak sonucu çıkar; ama halledilmesi gereken sorun odur ki, ülkenin, dolayısıyla halkın ve demokrasinin bütün diğer temel sorunlarının Kürt sorunundan kaynaklandığı ve Kürt sorununun diğerlerini ve çözümlerini önceleyen, Kürt sorunu çözülmeden hiçbir temel sorunun çözülemeyeceği ve öyleyse bütün temel sorunlar ve çözümlerinin Kürt sorunu ve çözümüne endekslenmesi sonucu çıkmaz. Ya da çıkar mı? Demokrasi sorunu Kürt sorununa indirgenebilir mi; eşitlik ve özgürlük sorunu, başlıca Kürt sorunu olarak ele alınabilir mi?

Yine bu yaklaşımla bağlantılı, hatta onun ürünü olan, “Kürtlerin sorunu iş ya da ekmek değil, ama onur sorunudur, kimlik sorunudur” saptaması doğru sayılabilir mi?

Ekonomik sorunları, işsizlik, yoksulluk ve açlık sorununu ele alalım. Bu sorunların kaynağında Kürt sorunu mu vardır? Kürt sorununun çözümsüzlüğünün bu sorunları ağırlaştırdığı kuşkusuz, ancak tüm bu sorunların kaynağının tekelci kapitalizm olduğu ve özellikle bugünkü gibi kapitalizmin derinleşen kriz koşullarında, bu sorunların derinleştiği ortadadır.

Kürt, evet kimlik sorununa sahiptir ve bu Türkiye’nin tüm diğer sorunlarını da kangrenleştirmekte olan temel bir sorunudur. Ancak Kürtün de, halkın geri kalanı gibi, hatta bölgedeki işsizlik ve yoksulluğa ilişkin rakamların ortaya koyduğu duruma göre, özellikle ağırlaşmış haliyle, iş ve ekmek türü sorunları vardır. Tüm Türkiye halkının, Kürt sorununun yanı sıra, işsizlik ve yoksulluk ve bundan kurtulma türünden bir başka temel sorunu daha olduğundan kuşku duymamak gerekir ve bunun kaynağı şüphesiz Kürt sorununun çözümsüzlüğü değil ama kapitalizmdir.

Öte yandan demokrasi sorununun Kürt sorunundan ibaret olmadığı, ama örneğin inanç ve mezhepler üzerindeki baskıdan kurtuluş ve halkı bölmenin manivelası kılınmaya çalışılan laikliğin (devletin inançlar karşısındaki tarafsızlığı ve inanç özgürlüğü olarak) ayakları üzerinde dikilmesini de kapsadığı tartışmasızdır. Daha da önemlisi, hak eşitsizliği, Kürtleri hedef aldığı gibi, sendikasızlaştırılma/örgütsüzleştirilme baskısı altındaki işçi ve memuru, düşünce suçuyla suçlanan her ağzını açanı, insan yerine konmayan ve siyaset dışına itilen tüm halkı hedef almaktadır.

Ve demokratik mücadele tüm bu baskılara mahkum edilenlerin, yağmalanan ve ezilen sınıf ve tabakalarla, milliyet ve mezheplerin, hak arayışındaki tüm halkın birleşik mücadelesi olarak öngörülebilir. Öyleyse demokrasi mücadelesinin diğer yönleri, Kürt sorununun öncelikli çözümüne bağlanmak yerine, bu sorunun çözümüne güç verecek bir dinamik olarak, Kürt halkının hak eşitliği mücadelesiyle birlikte ele alınıp, demokrasi genel davasının birbirini besleyen bileşenleri yaklaşımıyla, öncelik sıralaması yapılmadan ve biri diğerine endekslenmeden yürütülmek zorundadır.

Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümünün tek amaç edinilmesiyle (ve bunun gereği olarak tüm diğer demokrasi sorunlarının çözümünün bu sorunun çözümüne endekslenmesiyle) ne Türkiye’nin demokrasi sorunu ne de Kürt sorunu çözülebilir. Üstelik bu amaçla bir Türkiye partisi de kurulamaz, ama ancak Kürt hareketini destekleyenlerin de katılımıyla bir Kürt partisi kurulabilir. Ama böyle bir parti zaten vardır ve bize, onun da içinde yer alacağı bir Türkiye partisi gereklidir: Türkiye’nin, halkının tüm temel sorunlarının çözümünü amaçlayan bir halk partisi.

Halkın tüm temel sorunları ve çözüm ihtiyacı üzerine kurulmayan bir “çatı partisi”nin, Türkiye partisi olmayacağı gibi, Kürt sorununun çözümüne de bir katkı sağlayamayacağı kabul edilmelidir. Kürt sorununun çözümünün, Kürtlerde olduğu kadar Türklerde, milliyetçiliğin etkisinden kurtulacak ve kendi sorunlarına sahip çıkarak bu yönde mücadeleye atılacak işçi ve emekçilerde, Kürtlerin ve emekçilerin mücadele birliğinde olduğundan kuşku duyulamaz. Ama Türkiye işçi ve emekçilerinin Kürt sorunu ve Kürt halkının kimlik mücadelesinin desteklenmesi ihtiyacı üzerinden birleşip örgütlenemeyeceği, bunun, ancak ve ancak sorunlarına çözüm arayışıyla mücadeleye atılacak ve bu mücadele içinde Kürt sorununun çözümsüzlüğüyle kendi sorunlarının çözümsüzlüğünün ortak nedeni/zemininin egemen sınıflar ve mevcut yağma ve baskı düzenleri olduğunu görüp anlayacak Türkiye halkının kendi sorunlarına sahip çıkmaya başlamasıyla olanaklı olduğu bir gerçektir. Ve her farklı sınıf, tabaka ve kategorinin kendi sorun ve taleplerini sahiplenerek mücadeleye atılmasının, nesnel olarak, hedefi ortak olan (egemen gericilik ve mevcut düzen) bu mücadelelerin genel bir demokrasi mücadelesi içinde birleşeceği ve birbirini güçlendireceği anlaşılır bir şeydir. Tersi ise olanaksızdır: Hiçbir sınıf, tabaka ve kategori, kendi sorun ve taleplerinden hareket edilmeden, sorun ve talepleri (sonuçta ortak bir demokrasi davasına bağlansa da) farklı olan bir diğerinin desteklenmesi üzerinden birleşip örgütlenemez ve mücadele içine giremez. Bu, “düzü” ve tersiyle, demokrasi sorununun sadece ya da başlıca Kürt sorunundan ibaret olmayıp, tüm Türkiye halkının sorunu (ya da sorunlarının toplamı) ve giderilmesi gereken engelinin egemen gericilik ve baskı düzeni olduğu anlamındadır.

Somut olarak sorulacak olursa, Türkiye işçi ve emekçileri, dolaysızca Kürt sorunu ve Kürt halkının kimlik mücadelesinin desteklenmesi hedefiyle mi, yoksa kendi işsizliğe, yoksulluğa, hak eşitsizliğine ilişkin talepleriyle, bu talepleri elde etmek için mi birleşip örgütlenebilir ve mücadeleye atılabilir? Ve ikinci somut soru: Kendisini Kürt sorunu ve Kürtlerin kimlik mücadelesinin desteklenmesi üzerinden örgütlemesi olanaksız Türkiye işçi ve emekçilerinin, örgütlenip mücadeleye atılmadıkça Kürt sorununun çözümünde bir desteğinin olması olanağı var mıdır? Açık ve kuşkusuzdur ki, Türkiye işçi ve emekçileri, ancak kendi sorunları ve bu sorunlara çözüm arayışıyla örgütlenip mücadeleye yöneldikçe Kürt sorununun çözümü açısından gerçek bir destek gücü oluşturabilir. Ve başka türlü kendisinin örgütlenmesi ne de Kürt sorununun çözümünün bir gücü olması olanağı vardır.

Tüm bu nedenlerle; Türkiye’nin temel sorunları, biri diğerine öncelenmeden, birinin diğerinden kaynaklandığı ve öyleyse ona endekslenmesi gerektiği düşünülmeden, tümü, birbirleriyle birleşip birbirlerini besleyip güçlendirecek genel demokratik mücadelenin bileşenlerini oluşturan “özel” mücadelelerin (kimlik mücadelesi, emeğin hakları için mücadele, Alevilerin, kadınların, gençliğin hak mücadelesi vb.) kaynak ve zemini olarak anlaşılmalı ve “Çatı partisi” ya da demokratik blok hareketi, bir Türkiye partisi ya da hareketi olarak, bu sorunların tümü üzerinde ve tümünün çözümünü amaçlayarak kurulmalıdır. Bu, hem Türkiye’nin temel sorunlarının, genel olarak demokratikleşmenin, hem de Kürt sorunu gibi her özel temel sorunun çözümünün yakınlaştırılması ve güçlendirilmesi için temel bir ihtiyaçtır.

*

Tüm dünyayı pençesine almış emperyalist kapitalist sistem tıkanma belirtileri göstermektedir. “Yeni Dünya Düzeni” ve ardından “küreselleşme” olarak, “barış, demokrasi, özgürlükler ve refah” getireceği iddiasıyla yüceltilen, ama halklara yöneltilmiş pervasız bir saldırganlık olan tekelci politikalarıyla, dünya kapitalist sisteminin, halkların ihtiyaçlarını karşılayamaz olduğu ve onlara vereceği şey kalmadığı her geçen gün daha fazla görünür olmaktadır. ABD’den başlayarak yayılmakta olan ekonomik krizin de beslediği bu süreç ilerlemektedir.

Öte yandan emperyalistler arası çatışma etkenleri de artmakta, Irak ve İran dolayısıyla Türkiye’nin kapısına dayanmış olan çatışma ve savaş, şimdi Kuzey’den ve Boğazların da tartışma konusu haline gelişiyle ülkeyi dolaysızca etkilemeye başlamıştır.

Yine uluslararası kapitalizme bağlanmış Türkiye ekonomisi, sosyal ve siyasal sorunları içinden çıkılmaz kılarak ve “büyüme” masalının da sonuna gelinerek, tehlike çanları çalmaya başlamıştır.

Halkın elinde, şimdiden ne geçim ve yaşam araçları ne de hak bırakılmış durumda. İşsizlik tam bir bela. Yoksulluk ise hızla tırmanıyor. Ücretler düşüyor. En son, memurlara enflasyonun altında bir zam verildi. Metal ve lastik başta olmak üzere birçok işkolunda işçiler toplusözleşme dönemindeler ve onlara da memurlardan farklı davranılacağı yok. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere, kamu alanı çoktan piyasaya bağlanarak tekellerin kâr alanına dönüştürüldü. Kentler, kentsel dönüşüm aracılığıyla yine tekellere peşkeş çekiliyor ve evleri halkın başına yıkılmaya girişiliyor.

Hak arama, ekmek gibi aslanın ağzında. Örgütsüz ve birleşik olmayan hak arayışları saldırıya uğruyor. İşçiler sendikasızlaştırılmaya, memurlar örgütsüzleştirilmeye çalışılıyor. Köylü, gençlik ve kadın yığınları zaten örgütsüz. Egemenler arasındaki çatışma, bugüne kadar halka karşı cinayet başta olmak üzere ağır suçlar işleyen çeteler ve darbecilerin –Ergenekon– açığa çıkmasına neden oldu, ama, ortaya çıkanlar, cinayet çetelerinin küçük bir bölümünü oluşturuyor. Şimdiye kadar yüzlerce, binlerce faili meçhulün failleri olanlar, bir yandan da yeni saldırılar için yeniden örgütleniyorlar.

Uzun yıllardır süren Kürt savaşı artık tahammül sınırlarını zorluyor. Kürtler, hak eşitsizliğinin pençesinde, eline silah almak ya da teslim olmak seçenekleriyle yüz yüze bırakılıyor.

Düşünce, örgütlenme, basın, gösteri vb. özgürlükleri ayaklar altında. Gençlerin bugünleri karanlık, gelecekleri çalınmış durumda. Kadınlar karanlığa mahkum ediliyor. İnançlar baskı altında. Halk türbanlı-türbansız vb. olarak bölünmeye çalışılırken, Alevi zorunlu din dersi dayatmasıyla ve Diyanet baskısıyla karşı karşıya. Sünni’nin ise kılık kıyafet hakkı tanınmıyor.

Ve dini de istismar eden AKP’nin bir alternatifi görünmüyor.

Oysa üzerine yöneltilmiş yağma ve baskı artarken, halk dağınık, örgütsüz, dolayısıyla haklarını savunamaz duruma sıkıştırılmış ve alternatifsiz.

Bunlar, halkın etrafında toplanabileceği demokratik halkçı bir alternatifin zaman geçirilmeden ortaya çıkarılmasını dayatıyor. AKP’nin elinden çeken ve diğer düzen partilerinden de umudu olmayan halkın etrafında toplanacağı ve haklarını savunabileceği, sorunlarının çözümü için harekete geçebileceği bir mücadele merkezine olan ihtiyaç acil.

Bu nedenle, solcu-sağcı, Türk-Kürt, Alevi-Sünni vb.. demeden, tüm haksızlığa uğrayanların sorunlarını sahiplenip haklarını savunabilecekleri, elbette, farklı düşünce ve eğilimleriyle, komünist, liberal, dinci, sosyal demokrat demeden, haklarını savunmak için mücadele eğiliminde olan her sınıf ve tabakadan, her milliyet ve inançtan halkı kucaklayacak bir alternatif.

Kan içici Ergenekoncu çeteler ve darbecilerle de, işçi ve emekçiyi, Kürdü, Aleviyi, halkı insan yerine koymayan AKP zalimliğiyle de, şoven milliyetçilik ve ırkçılığın oluşturduğu baskıyla da, emekçileri çalışamaz, geçinemez ve yaşayamaz duruma mahkum eden tekellere ve Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler… üzerinde bir baskı rejimi olan iktidarlarına karşı bir alternatif. Demokrasi alternatifi. Demokratik bir alternatif.

İşçi, köylü, memur, esnaf, genç, kadın, Kürt, Alevi, evi yıkılan, tarlası, çevresi tahrip edilen bütün halkın “benim” diyebileceği, öyleyse sorunlarını sorun, dertlerini dert edinen ve inandırıcı çözümlerini yüksek sesle dile getiren, halkın politika yaptığı/yapacağı bir alternatif.

Gecikmeden! Koşullar ağırlaşmaktadır ve ağırlaştıkça zorluklar büyüyecektir. Hem karşı koymak için hem alternatif oluşturmak için.


* Örneğin Alternatif gazetesi bir aya yakındır bir dizi tüzel ve özel kişilerle söyleşiler yayınlıyor. Makalemizde daha çok burada ortaya konan görüşlerden yararlanacağız. Bu nedenle, başka bir kaynak gösterilmemişse, üzerinde durulacak görüşlerin Alternatif’te yayınlanan söyleşi dizisinden alındığı anlaşılmalıdır.

** Örneğin yakın zamanda ve “çatıda birlik” tartışmalarının ilerlediği koşullarda yapılan Eğitim Sen ve KESK kongrelerinde, üstelik “çatı birliği” ve bunun gerektirdiği ittifaklar adına, birliğin katılımcıları olarak öngörülen çeşitli parti ve grupların yan yana değil ama karşı karşıya geldikleri ve bunun birlikçi tutumla açıkça çeliştiği gibi, bir “çatı”da birliğinin önünde henüz aşılması zorunlu sorunlar olduğunu gösterdiği biliniyor.

* Bu yaklaşım, ÖDP ilk kurulurken, onun önemli bir kuruluş gerekçesi edinilmişti. Günümüzde de, çatı partisi tartışmalarında, deney olarak adı anıldığı ve yolundan yürünmesi önerildiği için, belirtilmelidir ki, dayanağı olarak ileri sürülen yaklaşımla birlikte ÖDP deneyi, izlenmesi gereken değil, uzak durulması gereken bir deneydir: 12 Eylül zorbalığının ardından yeni yeni soluk almaya başlayan, ama önemli darbeler yemiş, kendisini her yönüyle gözden geçirmeye koyulmuş, en önemlisi de kendine olan güveni törpülenmiş, işçi sınıfı ve emekçi halka karşı zaten bir güvensizlik sorunu olan, hem toplumsal tabanlarıyla ilişkileri hem de örgütlülükleri bakımından mecalsizleşmiş “eski” “sol” örgüt ve gruplar, ÖDP’de bir araya gelerek zayıflık ve zaaflarını aşmaya çalışmışlar, ancak bu deney, en azından bir birlik deneyi olarak fiyaskoyla sonuçlanmıştı.

* Burada, yine Tahmaz’ın önerdiği, ancak başkaları tarafından da ele alınan partiler ve siyasal gruplarla bireyler ve bireyler olarak aydınlar arasındaki ilişki ve bu ilişkinin “çatı” ya da blokta birlik sorunuyla bağlantısına değinmek gerek. Tahmaz, “çalışmanın üzerine oturacağı zemin, mevcut örgütlü yapılar mı olacak, yoksa aydınlar ve bireyler mi olacak sorusu bence bu tartışmanın en can alıcı birkaç sorusunda birini oluşturmaktadır. Kanaatimce bugün siyasal alanda etkin konumda olmayan ancak ciddi enerji oluşturabilecek olan esas güç herhangi bir siyasal örgütsel aidiyet bağı olmayan birey ve aydınlardır.” diyor ve partilerle aydınlar arasındaki ilişkinin abartılı bir çözümünü ve birlik örgütünün başlıca aydınlar üzerinden kurgulanmasını öneriyor. Kuşkusuz birlik sürecine aydınların katkısı reddedilemez; ancak bu ele alış, bir yandan bireyi esas almaya ve örgütsüzlük eğilimine bir övgü, diğer yandan da gerçekçi olmayan bir yaklaşım oluşturuyor.

 

gençliğin birleşik mücadele ihtiyacı; olanak ve araçları…

Türkiye’deki ve dünyadaki siyasal gelişmelerin giderek yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. En son Rusya ve Gürcistan arasındaki savaştan sonra, emperyalist tekel ve devletler arasındaki hegemonya mücadelesi, Kafkasya’ya doğru “geniş”leyerek artacak gibi görünüyor.

Türkiye, bilindiği gibi hem Ortadoğu’da hem de Kafkaslarda, emperyalistler arasındaki bu hegemonya mücadelesinin hem göbeğinde ve alanı hem de önemli bir “aracı” konumunda. Türkiye egemenleri, özellikle ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”nin (GOP) bölgedeki ön önemli aktörlerinden biri olmak istiyorlar.

Türkiye’de son birkaç yıldaki siyasal gelişmelerin -Cumhuriyet Mitingleri, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, türban tartışmaları, en son Ergenekon ve AKP’nin kapatılma davaları vb.- bir ucu hep ABD’nin bu konseptine bağlanarak ilerliyor.

Özellikle “Ergenekon Davası”yla gündeme yoğun olarak taşınan, ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla tam olarak örtüşmeyen devletin “derin” örgütlenmesinin -kontrgerilla- içindeki belirli unsurların tasfiye edilerek, bu aygıtın yeniden yapılandırılması konusu, aslında hemen tüm alanlar için de geçerli. Deriniyle, bürokrasisiyle, polis teşkilatıyla devlet aygıtı; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamunun temel alanları, üniversiteler, sanayi ve kentler (ve kent planları), üretim alanları, bu dönüşümü destekleyecek ideolojik ve kültürel arka plan; yani aslında hemen her şey, tekelci gericiliğin çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirilmek isteniyor.

Bu yeniden biçimlendirme, yalnızca Türkiye’de değil; dünyanın hemen her coğrafyasında işletilmeye çalışılıyor. Türkiye’de bu süreç, başta Kürt sorunu ve laisizm olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin çözemediği temel sorunlarının da etkisiyle, daha sancılı ve zor ilerliyor.

Dünya ve Türkiye’deki tüm bu gelişmeler, kitlelerin politikayı tartışma, politikaya dâhil olma düzeylerini arttırıyor. Günlük kullanımıyla politika, toplumun bütün kesimlerince daha fazla konuşulur, tartışılır hale geliyor. Elbette ki, politikaya dâhil olmadaki bu artış önemsenmesi, üzerinden atlanılmaması gereken bir nokta. Çünkü kitleler, düne göre gelişmeleri daha fazla sorguluyor, bugüne ve geleceğe dair beklentileri için daha fazla arayış içerisine giriyor.

Böylesi bir tabloda, dünya ve Türkiye’deki sorunları “doğru bir pencere”den anlatma olanakları genişliyor; ancak kitleler içindeki bu politikleşme eğilimi, bu doğru pencerenin dışında kaldığı her alanda, halk içindeki ayrışmaların, kutuplaşmaların derinliği de artıyor. Türkiye özgülünde ifade edersek, halklar; Türk-Kürt, laik-anti laik, sağcı-solcu, Alevi-Sünni gibi ayrımlarla bölünmek, karşı karşıya getirilmek isteniyor.

Kuşkusuz gençlik içinde de benzer bir ayrışmadan söz etmek mümkün. Ayrıntısına çok girmeden ifade edersek; Türkiye’deki temel sorunlardan, bugün gençliğe yönelmiş sosyal, ekonomik saldırılara, Kürt sorunu başta olmak üzere demokrasi mücadelesinden, ABD emperyalizmine karşı mücadeleye kadar hemen her konuda gençliğin, doğru bir politik mücadele etrafında birleşmesinin önüne çoğu kez bu yöntemle geçiliyor.

Gençliğin, taleplerini ve geleceğini sahiplenerek bir politik mücadelede birleşememesi; bir başka ifadeyle, bugün iki kutup/cephe gibi görünen egemen güçler arasındaki saflaşmayı aşarak, gerçek bir cephe/birlik içindeki yerini alamamasındaki en önemli etkenlerden biri de; gençliğin hemen tüm kesimlerinin ekonomik-sosyal, mesleki-akademik, demokratik talepleri etrafında birleşebileceği araçlara ya sahip olmaması ya da bunları doğru bir biçimde kullanamamasıdır.

Makalemiz boyunca, bu sorunu işlemeye, bu araçların aktifleşmesi, yoksa oluşturulması için gereken perspektifleri, yöntemleri; bunların önündeki engellerin nasıl aşılabileceğini tartışamaya çalışacağız.

 

YOL AYRIMINDAKİ SORU

Bu konuya geçmeden altını kalın çizgilerle çizerek belirtmek gerekiyor ki; konuyu ele aldığımız dönem, uluslararası kapitalizmin krizinin gün be gün belirginleştiği, dünyada işçi, halk ve gençlik hareketlerinin son birkaç yılda daha fazla güçlendiği, kapitalizmin kitleler karşısındaki aldatıcı maskesinin de yavaş yavaş düşmeye başladığı, halklara ve gençliğe, savaşlardan, sömürüden, açlık ve yoksulluktan başka hiçbir şey veremeyeceğinin ortaya çıkmakta olduğu, tarih sahnesindeki sonuna yaklaşmakta olduğu bir dönemdir.

Bu nedenle, tartışacağımız konuyu, bu bütünlüğün içinde ele almak hayati önem taşımaktadır. Gençlik kitlelerini, bu sistem karşısına dikebilecek en geniş ve en güçlü birliktelikleri, platformları oluşturabileceğimiz nesnel koşullar bugün mevcuttur. Yol ayrımındaki soru şudur: Ya gençlik kitleleri bu dönemde böyle örgütlere, mücadele kanallarına sahip olacak ya da bölünmelerle/kamplaşmalarla, çoğu kez yanlış bir safta yoluna devam edecek.

 

***

Gençlik kesimlerinin, bir süreç içerisinde, mahallesinde, üniversitesinde, lisesinde, çalıştığı atölyede oluşturduğu çeşitli birlikler, öz örgütler-örgütler mevcut. Bu örgütler, bazen gençliğin bir soruna karşı mücadele edebilmek, bazen ilgi ve yetenekleri doğrultusunda, kendisine sunulan olanakları genişletebilmek için kurduğu, bazen gençlik mücadelesi içinde oluşan, bazen çeşitli kurumların, yerel derneklerin gençlik için kurduğu örgütler. Gençlik evleri/dernekleri, genç işçi dernekleri, lise ve üniversitelerdeki öğrenci kol ve konseyleri, kulüpler, topluluklar, belediyelerin gençlik meclisleri, yöre gençlik dernekleri… vb.

Alana ve eğitim-üretim birimine göre değişiklik gösterse de, tüm bu örgütler, işlevlerinden bağımsız olarak, gençliğin yan yana geldiği, iyi ya da kötü bir şeyleri tartıştığı; yani ortak bir paydada buluşup hareket ettiği araçlar. Bu araçlar, elbette ki, hem niteliksel hem de niceliksel olarak yetersiz; bunun yanında, bırakalım gençliğin her türden talebini çözmeyi, çoğu zaman gençliğe karşı kullanılan aygıtlar olarak da konumlanabiliyor.

Ancak önemli olan, bu birliklerin, bazen onlarca, yüzlerce genci yan yana getirebilmesi/getirebilecek potansiyele sahip olabilmesi ise, bunların, gençliğin, talepleri etrafında birleşebildiği ve sistemin saldırılarına karşı en geniş gençlik kesimlerinin mücadele ettiği örgütler olmasının mücadelesini vermek gerekiyor.

Kilit nokta, bu öz örgütlerin-örgütlerin en başta, Türk-Kürt, sağcı-solcu, ilerici-gerici, … vb. demeden, kendisini burada ifade etmek isteyen, sorun ve istemlerini çözmek için buraya adım atan her genci kucaklayabilecek bir yapı ve işleve sahip olması. Ve yine bu öz örgütlerin-örgütlerin; “Şu sorundan mağdur olan her genci kucaklamalıyız”, “Kendisini bu alanda ifade etmek isteyen her genç burada yer alabilmeli” mantığına sahip olmasıdır. Elbette ki bu örgütlerin oluşturulmasından yürütülmesine, burada bir kararın nasıl alınacağından, bir işin nasıl yürütüleceğine, bu birlikteliklerin olası saldırılar, bölme girişimleri karşısında nasıl savunulacağına kadar bir dizi mesele de, aynı öneme sahiptir. Daha somut ve anlaşılır olması bakımından, çeşitli gençlik kesimleri içindeki öz örgütleri-örgütleri örnekleyerek, tartışmayı sürdürmek gerekiyor.

 

ORTAÖĞRENİM GENÇLİĞİ VE ÖRGÜTLERİ

Ortaöğrenim gençliği, başta –adı ve sistemi değişse de mantığı aynı kalacak olan– ÖSS olmak üzere, birçok sorunla karşı karşıya. Sayısı artık her yıl milyonla ifade edilen “sınav mağdurları” var. Yine hemen her lisede, bütün öğrencilerin gündeminde olan onlarca sorundan söz edilebilir:

Okulların fiziki-teknik koşullarının yetersizliği (spor salonu, sahne eksikliği), sınıf ve öğretmen sayısının azlığı, lise kayıtları için istenen paralar, öğrenim dönemi boyunca çeşitli adlar altında öğrencilerden alınan paralar (tebeşir parası, karne parası, fotokopi parası, spor parası, … vb.) idarenin öğrenciler üzerindeki anti-demokratik, keyfi uygulamaları (öğrencilerin giyiminden saç şekline, okul içerisinde okuduğu yayınlara, derslerin işlenişine kadar her şeye müdahale etmesi) hemen her öğrencinin şikayetçi olduğu, değişmesini istediği sorunlar arasında. Bu uygulamaların değişmesini istiyor musunuz? sorusuna Evet yanıtı veren tüm öğrencileri kapsayabilecek ve öğrencilerin sorunlarını birlikte çözebilmesi için mücadele edebileceği platformları oluşturabilmek gerekmektedir.

ÖĞRENCİ TEMSİLCİLERİ KONSEYİ

Öğrenci Temsilcileri Konseyleri (ÖTK) –adı bazen çeşitli liselerde değişse de işlevsel olarak aynı kalıyor– sınıflardan başlayarak, şubelere, oradan okulun bütününe uzanan bir sistem içerisinde öğrencilerin temsilcilerini “seçtiği” bir mekanizma. Yine okullarda seçilen bu temsilciler arasından ilçe ve il temsilcileri de belirleniyor. Yani ÖTK, sınıflardan başlayarak, ildeki tüm okulları kapsayan bir örgütlenmeye sahip. Seçimler okullar açıldıktan sonra ilk bir-iki ay içerisinde yapılıyor. Genellikle bu seçimlerden, ya öğrencilerin çok büyük bir kısmının haberi olmuyor ve çoğunlukla kâğıt üzerinde ve göstermelik oluyor. Ya da seçimler yapılsa bile, idare ve idareye yakın öğretmenler tarafından belirlenen öğrenciler, temsilciliklere getiriliyor. Böyle olunca da, ÖTK’lar genellikle idare ve öğrenci arasında “köprü” kuran mekanizmalar haline geliyor.

Bu nedenle, okulun açılacağı ilk günden itibaren, öğrencilerin hepsinin ÖTK seçimlerinden öncelikle haberdar olması, daha sonra okullardaki sorunları çözmek için mücadele etmeye aday, öğrencileri gerçekten her anlamda temsil edecek genç öğrencilerin sınıf, şube ve okul temsilcisi olmalarını sağlayabilmek gerekiyor. Elbette bu iş çok kolay değil. Ancak okulun ilk gününden başlanarak ve öğrencilerin en temel sorunları etrafında sürdürülecek olan bir çalışma, öğrencilerin hemen hepsinin görüşlerinin bu süreçte ifade edilmesi, temsilci adaylarının, kendisi gibi düşünen diğer temsilci adaylarıyla birlikte hareket etmesi, sınıflarda öğrencilerle konuşmalar, toplantılar yapılması, bilgilendirici dokümanların hazırlanıp dağıtılması gibi çalışmalardan sonra da, ÖTK’ların “kazanılması”nın önünde hiçbir engel yok. Bu çalışmaya, bu eksende düşünen hocaların ve velilerin dâhil edilmesi, böyle düşünen hiçbir öğrencinin dışarıda bırakılmaması, seçimde oldukça önemli bir role sahip.

Başlıklar halinde özetler ve sıralarsak:

· ÖTK’yı anlatmak, tüm öğrencilerin bu konu hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamak,

· Öğrencilerin sorunlarını çözmeye aday, öğrenciler içinde saygınlığı ve etkisi iyi olan ve yine öğrenciler tarafından seçilen temsilci adaylarının koordineli bir şekilde, birlikte hareket etmesi,

· Bu eksende düşünen ve sorunlarıyla kendisini sahiplenen tüm öğrencilerin tartışmaya, karar alma süreçlerine dâhil edilmesi, tüm kararların öğrencilerin çoğunluğu tarafından birlikte alınması,

· Öğretmen ve velilerle birlikte hareket edilmesi,

· Başından sonuna kadar tüm ayrıntıların okulun ilk gününden planlanarak hazırlanması,

· Öğrencilerin genel talepleriyle şu okulda farklı bu okulda farklı olabilecek öğrencileri en yakından ilgilendiren öne çıkan taleplerin eksiksiz ve doğru formüle edilmesi ve bunların sınıflarda konuşma ve toplantılarla ifade edilmesi ve bütün öğrencilerin arkasında durduğu talepler haline gelmesi,

· Sınıflardan şubelere, okullardan ilçe ve il temsilciliklerine kadar; yani en alttan en üste bütün birimlerde bu perspektifle çalışılarak öğrencilerin ayrım göz etmeksizin birleştirilmesi.

Tüm bunlar yapılsa bile ÖTK’lar kazanılamayabilir; ancak “kazanılacaksa da böyle kazanılması, rasgele kazanılmasından daha iyi olacaktır.” demek çok da yanlış değil. Bu süreç boyunca, birçok engelle (bürokratik engellemeler, idarenin tehditleri, … vb.) karşılaşılabilir; ancak öğrencilerin büyük bir kesimi bu sürece dâhil olmuşsa, bunlar da kolaylıkla aşılacak engellerdir.

Böyle bir çalışma, hem bütün öğrencilerin haklarını az-çok bilerek seçimlere dâhil olmalarını, hem de seçilen temsilcilerin daha sonra tabandan denetlenebilmesini ve kendilerine oy verenlere karşı sorumluluk duymalarını sağlar.

Oldukça önemli olan nokta; ÖTK’nın kazanılması demenin; ÖTK’lara adam yerleştirme, ÖTK’ları ele geçirme demek olmadığıdır. Bu aracın,tüm liseli gençleri kucaklamak üzere, tek tek her öğrenciden, en yukarıya kadar demokratik bir işleyiş içerisinde ve öğrencilerin talepleri etrafında şekillenmesi, kendi işlevine uygun çalıştırılması demektir.

Aslında asıl iş, seçim kazanıldıktan sonra başlamaktadır. İster sınıf temsilciliği, ister şube, isterse de okul ya da il temsilcilikleri kazanılmış olsun, öncelikle yapılması gereken, hangi haklara sahip olunduğunun iyi bilinmesi. Bunun için yönetmelikler iyi öğrenilmeli, gerekirse öğretmenlerle birlikte okunup sonuçlar çıkarılmalıdır. Bu eğitim sisteminde dâhi, oldukça sınırlı ve çok da demokratik olmayan yapısıyla bile, temsilciliklerin, öğrencilerin aslında bilmedikleri birçok hakkı var: Öğrencilerin istedikleri zaman, idare ya da öğretmen olmaksızın kendi aralarında toplantı yapabilmeleri, okulun gelir-gider işlerinde bilgi sahibi olmaları, çeşitli kararlarda onay verebilme haklarının olması, “Öğrenci Hakları Komisyonu” gibi mekanizmaları kurup idareden haklarını talep edebilmeleri, … gibi.

Unutulmaması gereken, ÖTK’nın bir amaç değil, bir araç olduğudur. Anlatılanlar, elbette “olması gereken”e yakın şeyler ve hayat içerisinde bu süreç bu kadar “temiz” işlemeyebilir, çeşitli sorunlar çıkabilir. Ancak bu kısıtlı haliyle bile, ÖTK’lar, ortaöğrenim gençliğinin, kendilerini ve taleplerini sahiplenerek, çözümleri uğruna sağlamaları gereken birlikleri ve yürütmeleri gereken kitlesel mücadeleleri için önemli araçlardır ve bu araçların bu mücadele içinde öğrencilerin ana gövdesini kucaklayarak harekete geçirebilecek bir işlevle yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.

KULÜPLER, OKUL DERGİLERİ, ÇEŞİTLİ PLATFORMLAR…

Liselerde ÖTK’lardan ayrı olarak, öğrenci kol ve kulüplerine, okul dergilerine ve çeşitli alanlarla ilgili öğrenci platformlarına rastlamak mümkün. ÖTK’yı bunlardan ayrı olarak ele almamızın nedeni, en başta ÖTK’nın gençliğin bir öz örgütü olması, ÖTK’nın en alttan en üste kadar örgütlü bir yapıya sahip olması ve tüm öğrencilerin ÖTK’ların doğal üyesi olmaları. Örneğin, bir müzik kulübünde, müziğe ilgi duyan öğrenciler yer alabiliyor ve faaliyet alanı müzikle sınırlı olabiliyorken, ÖTK’da her öğrenci yer alabiliyor ve ÖTK’larda hem doğrudan somut öğrenci talepleri tartışabiliyor, hem de istenirse farklı konularda da etkinlikler düzenlenebiliyor. Bu nedenle, ÖTK’lar, örgütlenme modeli ve çalışma işlevi olarak farklılık gösteriyor.

Elbette kulüplerin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor, bu farklılık. Kulüplerin de ÖTK’lardan ayrıştığı birçok nokta var. Kulüpler, sosyal-kültürel ve politik konularda tartışmalar, etkinlikler düzenleyebiliyor, okul içerisinde çeşitli yayınlar çıkarabiliyor, bazen diğer kulüplerle yan yana gelerek çeşitli konulara ilişkin faaliyetler organize ediyor/edebilir. Bir tiyatro kulübü, dönem ya da yıl sonunda, çalıştığı bir oyunu tüm öğrencilere sergileyebiliyor ya da edebiyat kulübü, okulun imkânlarıyla bir dergi çıkarabiliyor. Yine bu kulüpler, bazen il düzeyinde yan yana gelerek, seminerler, konferanslar düzenleyebiliyor.

Örneğin İzmir’de, İzmir Felsefe Platformu adlı bir çalışma topluluğu var. Bu topluluk, Ege bölgesi liselerinde yapılan felsefe etkinliklerini desteklemek, ortak etkinlikler düzenlemek amacıyla kurulmuş. Bünyesinde, Anadolu ve fen liselerinden, düz liselerden, kolejlerden gelen liseliler yer alıyor. Yıl boyunca okullarda çeşitli konularda oturumlar düzenleyebiliyor ve bu oturumlara yüzlerce öğrenci katılıyor. Kuşkusuz bu “olumlu” bir örnek ve çok yaygın olduğunu söyleyemeyiz. Ancak iline, okuluna ve alanına göre değişiklik gösterse de, bu tür platformlar, birlikler mevcut, bunları iyi takip etmek, katılmak ve tartışmalara yön vermek gerekiyor.

Kulüpler de yıl sonunda çoğu zaman “Okul-Aile Birliği”nin düzenlediği “pilav günleri” gibi yerlerde etkinliklerini birleştirebiliyor. Eğer kulüpler böylesi yerlerde birleşebiliyor ve bir şeyler sergileyebiliyorsa, demek ki farklı zamanlarda da birleşebilir; sosyal, kültürel çeşitli konularda çalışmalarını sergileyebilirler.

Kulüpler için de, ÖTK’larla ilgili söylediğimiz konunun bir benzerini söyleyebiliriz. Buralar da, içine girip ele geçirilmesi, “bizim” olması gereken yerler değil. Bir kulübün amacına uygun çalışması, öğrencileri buluşturması ve birlikte tartışıp birlikte üretmelerini sağlaması asıl nokta. Asıl olan, liseli gençliğin kendi sorun ve talepleri etrafından, kendilerini ve geleceklerini sahiplenerek birleşmeleridir. Buradan hiçbir kötülük ya da yanlışlık türemez, ama bunun daha ileri ve geleceğe yönelik tüm olumlu gelişmelere dayanaklık edeceği tartışmasızdır. Bu nedenle, tartışmaların ve üretimlerinin içeriğinden önce bunun sağlanması, bu araçların işlevli hâle getirilmesi gerekiyor. Düşünen, tartışan; sosyal, kültürel, sportif faaliyetlerin yer aldığı bir lise tüm öğrencilerin hakkı ise, önce var olan kulüplerin bu işleve uygun hale getirilmesi; eğer bunlar mevcut değilse kulüplerin, toplulukların kurulması, bunlar için gerekli ödeneklerin ayrılmasının talep edilmesi gerekiyor.

Okul dergileri, çeşitli liselerde öğrencilerin kendi olanaklarıyla çıkardıkları fanzinler de, öğrencilerin birlikte ürettikleri ve önemsenmesi gereken araçlar arasında…

Anlatılanların hepsi, aynı ildeki, hatta aynı mahalledeki liseler içinde bile farklılık gösterebilir. Düz liselerin sorunları, düz liselerdeki ÖTK’lar ve kulüplerin işleyişi, Anadolu liselerinden, Anadolu liseleri de kolejlerden ya da meslek liselerinden ayrılacaktır. Ya da Bölge’deki illerde, kayıt parası, idare baskısı gibi taleplerin yanına eklenmiş bir “savaş olgusu”nda işin rengi elbette değişecektir.

Ne var ki, sorunlar değişse de, okulun yapısı değişse de “öz” olarak anlatılmak istenen aynıdır. Somut ve hemen her gencin birleşebildiği talepler etrafında birleşme, bu birleşmeyi sağlayabilecek araçları da kullanarak mücadele etme… Uygun talebi, uygun araçları birleştirme özgünlüğünü bulma sorunu, bu “öz”ü değiştirmemektedir.

ÖTK’lar başta olmak üzere, orta öğrenim gençliği içindeki tüm örgütler, platformlar içinde çalışmanın ana hedefi; lise ve dershane öğrencilerinin sorunlarını çözebilmeleri, eğitimlerini ve geleceklerini savunabilmeleri için geniş “birlik”leri kurabilmektir. Bu birliklerin, aşağıdan yukarıya inşa edilmeleri ve hiçbir genç dışlanmadan, lise ve dershane gençliğinin kendi kararları ve mücadeleleri ile kurulmaları gerekir.

Yukarıdan onlara dayatılan yeni bir örgüt değil; aşağıdan kurulan ve hemen her lise ve dershaneliyi kapsayabilecek gerçek bir mücadele ve hak alma örgütü. Bugünkü temel ihtiyaç budur.

YÜKSEK ÖĞRENİM GENÇLİĞİ VE ÖRGÜTLERİ

Yükseköğrenim gençliği içinde de birçok özörgüte/örgüte rastlamak mümkün. Liselerde olduğu gibi, üniversitelerde de, sınıflardan başlayarak, bölümlere, fakülteye ve üniversitenin/üniversitelerin geneline uzanan bir Öğrenci Temsilcileri Konseyi mevcut (yeni adıyla Öğrenci Konseyi). Yine sosyal, kültürel, sportif, bilimsel ve mesleki alanlarda çeşitli öğrenci kulüp ve toplulukları, çeşitli mesleki örgütlenmelerin gençlik kolları ve komisyonları, dernekleri bulunuyor.

Üniversitelerdeki özörgütlere/örgütlere geçmeden önce, bu yıl üniversitelere doğrudan yansıyan tartışmalara ve üniversite bileşenlerinin durumuna kısa da olsa değinmek gerekli; çünkü üniversitelerde, öğrencileri birleştirebilecek araç ve yaklaşımlar, liselere göre daha farklı ve karmaşık.

Hatırlanacağı gibi, üniversiteler, AKP ve statükocu “ulusalcı güçler” arasındaki mücadelenin sürdüğü önemli “arena”lardan biri oldu. AKP, “YÖK’ü kaldıracağım”, “değiştireceğim” derken, kendi YÖK Başkanı’nı getirdi ve ülkedeki gerilim doğrudan üniversitelerin içine de yansıdı. 12 Eylül faşist darbesinin üniversitelerdeki kurumu olan YÖK, bir anda, hem AKP’den yana olan ya da İslamî değerleri görece fazla olan kesimler açısından hem de “ulusalcı” güçler açısından meşru bir kurum haline geldi. Şöyle ki, AKP’yi destekleyen büyük bir öğrenci kesimi açısından, YÖK, kendilerine “özgürlük getirecek” bir kurum olarak görülürken; “ulusalcı” görüşteki öğrenciler açısından da “işgal altındaki bir kale” olarak ele alındı.

Kuşkusuz kazın ayağının öyle olmadığı; YÖK Başkanı’nın “üniversiteler paralı olmalıdır” mealindeki açıklamalarından sonra anlaşıldı. Yusuf Ziya Özcan’ın bu söylemi, öğrencisi, öğretim üye ve görevlisiyle, üniversitenin bütün bileşenleri için bir saldırı parolasıydı.

Bu açıklamayı türban tartışmaları izledi ve üniversite öğrencileri ve öğretim görevlileri, “Türbana evet mi/hayır mı?” sorusu üzerinden iki kampa ayrılmaya zorlandı. Şimdilerde ise, rektörlük atamaları etrafında bir tartışma sürüyor ve akademik yıl başladığında bu tartışmaların dozu yükseleceğe benziyor.

“Arena”da bu tartışmalar cereyan ederken, üniversite bileşenleri açısından şöyle problemler de yaşanıyor: Yetkin mühendislik, sözleşmeli öğretmenlik, KPSS, stajyer avukatlık gibi uygulamalarla artık üniversiteyi bitiren öğrenciler; kendi mesleklerine doğrudan sahip olamıyor ya da olamayacaklar. Ya bir sınava daha girmek zorundalar ya da çeşitli staj ve kursları tamamlamak zorundalar. Yine barınma ve ulaşım ücretleri de can yakan bir problem. Üstelik üniversiteler bilimle uğraşmaktan uzaklaştırılıyorlar ve “disiplin” ve “güvenlik” uygulamaları dışarıdan saldırıları teşvik ediyor, ama üniversiteleri de kışlalara dönüştürmüş durumda.

Üniversitelerde tablo özetle böyle. Üniversite içindeki özörgütleri/örgütleri tartışırken bu tabloyu referans olarak tartışmak, tartışmanın netliğe kavuşması için bir turnusol işlevinde.

ÖĞRENCİ KONSEYLERİ

Örgütlenme modeli ve temsil hakkı açısından, Öğrenci Konseyleri liselere fazlasıyla benziyor. Öğrenci Konseyi temsilcisi, rektör ve dekanlarla aynı toplantılara girebiliyor, senatoda söz sahibi olabiliyor. Yine liselerde olduğu gibi, konsey seçimleri, ilk bir-iki ayda ve nedense çoğu zaman vize dönemlerinde gerçekleşiyor.

Profesörsüz, laboratuarsız üniversitelerin olduğu bir ülkede, üniversite eğitiminin niteliğini, birkaç üniversiteyi dışarıda tutarsak tahmin etmek çok da zor olmayacaktır. Konsey seçimleri sırasında tıpkı liselerde olduğu gibi, üniversite bileşenlerinin hemen hepsinin ortaklaşabileceği temel talepleri belirlemek ve çalışmayı bu talepler etrafında sürdürmek gerekiyor. Fakültelerin durumu, öğretim görevlisi sayısı, laboratuar, kütüphane gibi olanakların artırılması, öğrenci yurtlarının ve kantinlerinin ücretlerinin düşürülmesi, ulaşım için öğrenci servisleri gibi talepler öne çıkan talepler arasında. Ortaöğrenim gençliği ile ilgili bölümde ÖTK’larla ilgili olarak söylenenler, seçim süreci, sonrası gibi yönleriyle, özgünlükleri kuşkusuz olmakla birlikte, üç aşağı beş yukarı, aynı özüyle üniversiteler için de geçerli. Bu nedenle ayrıntısına çok girmeyeceğiz. Ancak burada da, öğrenci ve akademisyenlerin görüş ve düşüncelerinden dolayı dışlanmaması, üniversitelerin ilk gününden başlanarak ve bütün öğrencileri sürece dâhil ederek, ÖTK’ları anlatarak bir çalışmayı sürdürmek oldukça önemli.

KULÜPLER, TOPLULUKLAR, KOMİSYONLAR…

Üniversitelerde kulüp ve toplulukların, kampüs yaşamına, üniversitenin sosyal-kültürel yaşamına müdahalesi liselere göre çok daha fazla. Hemen her üniversitede onlarca kulüp ve topluluk var. Bu kulüp ve toplulukların yanında Tıp Öğrencileri Kolu, Mühendis ve mimarlık alanında TMMOB’nin öğrenci oda komisyonları, eğitim fakültelerinde çeşitli öğrenci dernekleri bulunuyor.

Tüm bu örgütler, yıl içersinde birçok etkinlik düzenliyor, yayınlar çıkarıyorlar. Ancak bu özörgütlerin/örgütlerin sayısı, maddi-fiziki olanakları yeterli düzeyde değil. Çoğu üniversitede bu kulüplerin bir birliği var. Dönem dönem kulüpler birlikte hareket edebiliyor, çeşitli faaliyetler düzenleyebiliyorlar.

 

GEÇEN YILKİ BİRKAÇ PRATİKTEN ÖRNEKLER

Bahsettiğimiz bu örgütlerden bazıları, geride bıraktığımız yılda bazı önemli işlere imza attılar: Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde 50’den fazla topluluk, sınır ötesi operasyonların gerçekleştiği bir dönemde “ODTÜ Barış Günleri”ni düzenledi. Katılan kulüp sayısı ve etkisi ODTÜ’ye göre sınırlı olmakla birlikte, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Galatasaray Üniversitesi’nde de Barış Günleri düzenlendi. SSGSS’ye karşı, birçok tıp fakültesinde Tıp Öğrenciler Kolu’nun çağrısıyla zaman zaman sayısı bini bulan öğrenci eylemleri gerçekleşti. 3 Kasım’da çeşitli sendika, demokratik ve mesleki kitle örgütlerinin düzenlediği eyleme, oda öğrenci komisyonlarından yine sayıları binlerle ifade edilen öğrenci katıldı. Birçok üniversitede kulüpler ‘alternatif’, sponsorsuz şenlikler düzenledi. Kulüp ve toplulukların düzenlediği öğrenci kongrelerine yüzlerce öğrenci katıldı ve zaman zaman oldukça nitelikli sunumlar gerçekleştirildi…

Örnekleri çoğaltmak, detaylandırmak mümkün; ancak vurgulanmak istenen nokta için yeterli düzeyde. Yükseköğrenim gençlik mücadelesi açısından, öğrencilere yönelik ekonomik-mesleki, akademik ve sosyal alanlarda saldırıların yoğunlaştığı bir dönem içinde, yukarıda sıraladığımız küçük örnekler bile yürünecek yola işaret eder nitelikte.

Liselerde vurguladığımız noktayı, önemi bakımından üniversitelerde de vurgulamak gerekiyor. Konseyler, kulüp ve topluluklar, öğrenci komisyonları; ne olursa olsun, tarihsel süreç içinde oluşmuş birlikler. Çoğu işlevlerinin dışında kullanılıyor; ancak bunları doğru bir mücadele hattı etrafında yeniden inşa etmek, birleştirmek gerekiyor ve bu, hareketin genişlemesi ve güçlü birliklerin oluşması bakımından oldukça önemli. “Ele geçirmek” ya da “adam sokmak” değil; önce işlevine uygun çalışmalarını, aktifleşmelerini sağlamak, üye olan öğrenci sayısını artırmak; tartışmaların, etkinliklerin niteliğini ve niceliğini yükseltmek; sonra birleştirmek ve mücadele içinde doğru yerlerine oturtmak…

Talep, alan, araç değişiklik gösterebilir; ancak “öz” yine aynı…

 

İŞÇİ GENÇLİĞİN ÖRGÜTLERİ

Genç olsun olmasın işçilerin özörgütlerinin sendikalar olduğu bilinir. Ancak genç işçilerin çok büyük bir kısmının sendikasız çalıştığı da bir gerçek. Genç işçiler, yoğun sömürü koşulları altında, günde 12-13 saat ve düşük ücretlerle çalıştırılıyor ve genç işçiler çoğunlukla, gençliklerinden gelen özlemleri ya karşılayamıyor ya da çok sınırlı bir düzeyde karşılayabiliyor. Çoğu işçi gencin, düne oranla spordan tiyatroya, müzikten bilişime kadar birçok alana daha fazla ilgi duyduğunu biliyoruz. Genç işçiler, hem çalışma ve yaşam koşullarıyla ilgili sorunları çözebilmek, hem de ilgi ve yetenekleri doğrultusunda bir şeyler yapabilmek için dernekler kuruyor ya da çeşitli gençlik derneklerine (yöre dernekleri, gençlik evleri, … vb.) gidiyorlar. Ve yine Birleşik Metal-İş gibi sendikaların genç işçilerin sendikalaşma mücadelesine daha fazla önem verdiğini, çeşitli faaliyetler düzenlediğini takip ediyoruz. Genç işçi kuşaklarının örgütlenme ve mücadeleye katılma eğilimlerini iyi gözlemlemek, bu sendika ve dernekleri takip etmek oldukça önemli.

Ayrıca, öğrenci gençlikle işçi gençliği, onların özörgütlerini/örgütlerini yan yana getirerek buluşturabiliriz. Bu, hem öğrenci gençliğin, sınıfın genç unsurlarıyla tanışmasını hem de işçi gençliğin kültürel-sportif taleplerinin, öğrenci gençlikle yan yana gelerek, ortak paydada buluşarak karşılanmasına olanak tanır.

Yine çeşitli yöre dernekleri, gençlik evleri, belediyelerin gençlik meclisleri yüzlerce gencin yan yana geldiği yerler. Bu yerlere de aynı mantıkla yaklaşmak, gençliğin enerjisinin ve birlikte üretme isteğinin doğru bir kanala evirilmesini sağlamak gerekiyor.

 

***

Makalemiz, başta bahsettiğimiz üzere, gençliğin talepleri etrafında en geniş birlikler kurması için özörgütlere/örgütlere nasıl yaklaşması gerektiğine dair bir perspektif çizmeye çalıştı. Eğitim yılı açılırken, bu perspektifi geliştirmek ve her alana dair ayrıntıları derinleştirmek büyük önem taşıyor. Bu yazı, bu yıl için bir “giriş” niteliğindedir, ele aldığımız bu konu, çeşitli yayınlarda detaylandırılacak ve daha ayrıntılı işlenecektir.

Bunun da ötesinde, yazılan ve çizilenlerin pratik içinde denenmesi ve bu pratiklerin sonucunda, en geniş “öğrenci birlikleri”nin oluşturulması için mücadele edilmesi, her bir deneyimin biriktirilerek genele yayılmaya çalışılması çok daha önemlidir.

BİTİRİRKEN…

Yazımızın başında değindiğimiz gibi, politik gelişmelerin yoğunlaştığı ve hızla değiştiği bir dönemdeyiz. Böyle bir dönemde, gençliğin kitlesel olarak birleşip örgütlenmesi tayin edici önem kazanmıştır ve öte yandan özörgütlerin/örgütlerin içinde nasıl çalışılacağı, gençliğin bu kanallar aracılığıyla nasıl birleştirilebileceğine dair bir tartışma; böyle bir dönemde “politikadan yan çizmek” anlamına gelmemektedir. Yine açıktır ki, “önce ekonomik-mesleki taleplerimizi çözelim, daha sonra politik mücadele veririz” ya da “bu mücadele politik mücadeleye dönüşecek” gibi yaklaşımlar, tamamen yanlıştır.

Sorun, politik atmosferin yoğunlaştığı, emekçi sınıflara ve onların gençliğine yönelik saldırıların arttığı bir dönemde, bu politikleşme düzeyinde, asıl bölünmeyi perdeleyen bölünmeler yaratılmasının önüne geçebilmeyi de kapsamak üzere, halkın ve gençliğin somut ve acil talepleri etrafında bu bölünmeleri aşan geniş birliklere olan ihtiyacının acil ve yaşamsal bir önem kazanmış olmasıdır.

Belirtmeye gerek yoktur ki, gençlik kesimlerinin politik reflekslerinin görece gelişkin olduğu, ABD karşıtı duygu ve düşüncelerin yüzde 90’lara ulaştığı, gençliğin giderek genişleme eğilimi gösteren kesimlerinin “bağımsız ve demokratik bir Türkiye” talebini dile getirmekte olduğu bir dönemde, politik tartışma ve görevleri ertelemek, kuşkusuz kabul edilebilir değildir. Önemli olan nokta, mücadelenin birbirinden farklı talep ve yönlerinin nasıl ustaca birleştirilebileceği, hangi taktiklerin hangi stratejiye bağlanacağının farkında olunmasıdır.

Ve yine, gençliğin bağımsız, demokratik bir Türkiye ve sosyalizm için mücadele veren en ileri unsurlarının, devrimci sınıf partisinin gençlik örgütünde birleşeceği ve gençliğin bu en ileri unsurlarının örgütünün de en geniş gençlik kitlelerin ve onların yukarıda bahsettiğimiz birliklerinin içine ve arasına gömülüp mevzilenmesi gerekeceği açıktır. Gençliğin somut talepleri için kuracağı hak alıcı örgütler, gençliğin politik örgütünün dışında olduğu örgütler olmayacak; tam tersine, gençliğin ileri unsurları, kitleselliğini kuşkusuz gözeterek, bu örgütlerin, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadeleyi platform edinmesi için çalışacak ve bu örgütlerin kitlesel hak mücadelesi de, gençliğinki de içinde, işçi sınıfı ve emekçi halkın politik mücadelesini güçlendirecektir.

Aslında makalemizde belirttiğimiz “yol ayrımındaki soru” nettir. Bu soruya “bağımsız demokratik bir Türkiye”, “gerçek bir halk iktidarı” yanıtı verenler için, açıktır ki, anlatılanlar da nettir.

Bugünkü dünya ve Türkiye tablosu, kapitalizmin içinden geçtiği süreç, kitlesel mücadele olanaklarının genişlediği, görevlerimizin arttığı bir dönemdir. Daha emin, daha cesur ve daha bilinçli bir mücadele bugünün hem bir zorunluluğu hem de acil bir görevidir.

Her gün ve her gün kendimizi, araçlarımızı, mücadelemizi yenilemek gerekmektedir; kapitalizmin tarih sahnesindeki son anlarını daha yakına çekmek için…

 

keynes ve keynescilik nedir?

Hatırlanacağı gibi, 1990’lı yılların başında “küreseleşmeci” burjuva düşünürlerin ağızlarından düşürmedikleri savların başında, “küresel refah” veya “adaletin” var olabilmesi için neo-liberal ekonomi politikaların kayıtsız ve şartsız tüm kapitalist ülkelerde uygulanması gereğini belirten savı geliyordu. Burjuvazi ve sermayenin önündeki tüm sınır ve kısıtların ortadan kalkması kaçınılmaz görülüyordu. Bunu başarmanın formülü, “küçük ve pasif devletler” ve “büyük ve aktif piyasalar” yaratmaktı. Başka bir deyişle, piyasaların “sihirli eli”nin her şeyi düzene sokacağı savunuluyordu!

Batı Avrupa ve ABD’de konut kredisi (mortgage) krizinin tetiklediği mali krizler veya durgunluk, bu argümanın cilasını döktü. Serbest piyasa ekonomisinin temelleri ve içeriği tekrar masaya yatırıldı. Daha düne kadar ekonomiye devlet müdahalesini horlayan ve her derde deva neo-liberalizmi göklere çıkartan burjuva düşünürleri, bugün devleti imdada çağırmaktadır. Dolayısıyla, serbest piyasa ekonomisi yerine “Keynesci ekonomi politikaların uygulanması” veya “Keynesci önlemlerin alınması” gerektiği sıkça dile getiriliyor.

Burada orijinal veya yeni bir durum söz konusu değil. Her emperyalist kapitalist kriz döneminde, burjuva iktisatçı ve siyasetçileri, Keynesciliği öne sürerek, krizlerin kapitalist ekonomi politikaların kaçınılmaz bir sonucu olmadığını; bir planlama ve “onarma” sorunu olduğunu dile getirmeye çalışır. Zaten İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in ekonomi politikası, tarih sahnesine 1929 yılında, iktisadi krizle boğuşan kapitalist ekonomileri “onarma” göreviyle çıkmıştı. Başka bir deyişle, Keynesciliğin sosyal temeli, tekelci kapitalizmin çürümüşlüğünde yatıyor. Bugün dünyayı saran iktisadi krizle de görüldüğü gibi, tekelci kapitalizmin başı dara girdiğinde, serbest piyasa karşıtlığıyla Marksizm karşıtlığının sentezi olan Keynesciliğe sarılır. Dolayısıyla, bugün Keynesciliği anlamak ve irdelemek akademik, güncel ve siyasal bir ihtiyaç haline gelmiştir. Keynesciliğe giriş işlevi taşıyan bu makaleye bundan dolayı yer vermekteyiz.

keynes ve keynescilik nedir?

SİNAN ALÇİN

GİRİŞ

Bir tarafta tarihe 1929 Ekonomik Buhranı olarak geçen ve kapitalizmin en büyük ve uzun süreli krizi ve diğer tarafta Sovyetler Birliği’nin plânlı ekonomi deneyi sayesinde Sovyet halklarının bu kapitalist bunalımdan etkilenmemesi, kapitalist ekonominin sürdürülebilirliğini imkansız hale getirmiştir. Bu durumu aşmak için sermayenin organik iktisatçıları hummalı bir araştırma ve çalışma içerisine girerler. Bunlardan biri ve en önemlisi de İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’tir. Klasik liberal görüşe bir karşı çıkış gibi gösterilmek istenen Keynes’in görüşleri, aslında kapitalist sistemin devamı için yeniden teorize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu noktada, John Maynard Keynes, 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli eserinde, talep yanlı politikalarla kapitalist işleyişin devamı için çıkış yolları önermiştir. Devletin toplam talebi arttırıcı yönde para ve maliye politikası uygulaması gerektiğini ifade eden Keynes, bu şekilde kapitalist sistemin aksayan yanlarının onarılabileceğini öngörmüştür. Ekonomik buhranın 2. paylaşım savaşıyla beraber kronikleşmesi sonucu, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, hemen hemen bütün kapitalist ülkelerde Keynesçi sosyo-liberal(!) politikalar uygulamaya konulmuştur. Bu süreç, aynı zamanda, –Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmayı engellemek için– işçi sınıfına bazı sosyal ve ekonomik hakların verildiği bir dönem olmuştur.

KEYNES KİMDİR?

1883’te doğan Keynes, Cambridge Üniversitesi ekonomistlerinden bir baba ile başbakan kızı bir annenin çocuğuydu. 10 yaşına geldiğinde, cebir ve geometri dalında ustalaştı, 14 yaşındayken Eton’da burs kazandı. 1902’de Cambridge King’s College’ta matematik eğitimi yapması için açık burs kazandı. Aynı zamanda gizli bir topluluk olan Apostles’in de üyesiydi. Bu grup içinde Bertrand Russel ve E. M. Forster gibi öğrenciler de bulunuyordu.

O yıllarda, Cambridge’te profesörlük yapan Alfred Marshall, Keynes’le özel olarak ilgileniyordu. Marshall, 1903 yılında İngiltere’deki akademik ekonomi kürsüsünün kuruculuğunu üstlendi. Bu kürsü, iktisadi konularda çeşitli seminerler veriyor, yeni çalışmalar yürütüyordu.

Keynes doktorasını iktisat üzerine yapmaya karar verdi ve ekonomi teorisinin temellerini oluşturmaya başladı. Ancak, Marshall’dan aldığı dersler, iktisat dalındaki tek eğitimdi. Asistanlık sınavında başarısız olunca, devlet memurluğuna başladı. O dönemde İngiliz Krallığının sömürgelerinden biri olan Hindistan’da, “Hindistan Bürosu”nda geçen 2 yılın ardından tekrar sınavına girdiği Cambridge’e geri döndü. I. Paylaşım Savaşı sırasında Hazine’ye çağrıldı.

1919 yılının Aralık ayında “Barışın İktisadi Sonuçları” adlı kitabını yayımladı. Kitap, Keynes’in radikal bir iktisatçı olarak tanınmasına yol açtı. Bu arada borsa simsarlığı ve spekülatörlük de yapan Keynes, kısa sürede önemli bir servet birikimine kavuştu. Liberal Parti’nin üyesi olan Keynes, savaş, kıtlık ve yoksulluk yıllarında ekonomik konulardaki bilgisini bireysel zenginleşmesi ve liberalizmin yayılması için kullandı.

Keynes, 1936’da krizin nedenlerini ve liberalizmin devamı için çözüm önerilerini sunduğu ünlü kitabını, “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi”ni yazdı. Keynes, piyasaların dokunulmazlığı ilkesinin kriz dönemlerinde işlemeyeceği savunuyordu. Çünkü gelir ve istihdam bir kere düşmeye başlayınca, insanlar paralarını kurtarmanın yollarını arayacaklar, bunu durdurmak için de bankalar faiz oranlarını yükseltecekti. Sonuç olarak, işini genişletmek isteyen yatırımcının ihtiyacı olan kredi artacak, bu da iş hacmini düşürecekti. Bu, gelir artışının ve istihdam düzeyinin sıkıntıya girmesi anlamına geliyordu.

Bu kilit, sadece doğrudan hükümet müdahalesiyle kırılabilirdi. Ona göre, iş dünyasını yeniden hareketlendirmek için vergi ve faiz oranlarında indirimler yapılmalıydı ve istihdamı teşvik eden maliye politikaları benimsenmeliydi. Keynes’in yaklaşımları, yeni seçilen ABD başkanı Franklin Roosevelt’ten büyük destek aldı. Roosevelt, ABD’nin krizden çıkabilmesi için, müdahaleci politikanın benimsenmesi gerektiğini ilan etti.

Temmuz 1944’te, ABD’de, New Hampshire’da uluslararası mali konuları liberalize etmek için gerçekleştirilen tarihi Bretton Woods Konferansı’na İngiliz delegasyonunun başkanı olarak katıldı. Bu konferansta, IMF (Dünya Para Fonu) ve Dünya Bankası’nın kurulmasına öncülük etti.

Keynes, 62 yaşında, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Ancak, Keynes’in ekonomik görüşleri esas olarak ölümünden sonra tanındı ve birçok ülke tarafından 1970’lerin ortasına kadar uygulandı. Keynes kadar Keynes sonrası Keynesçilerin görüşleri de hala rağbet görmektedir.

II. Dünya Savaşı sonrasında, Keynes’in ekonomi felsefesi, kapitalist devlet hükümetleri için çok daha önemli bir hal aldı. Kapitalist ülkeler, ekonomilerini güçlendirmek için piyasaya müdahaleci/düzenleyici politikaları benimsediler. Ancak, 1970’li yıllarla birlikte, Keynesçi ekonomi politikaları gözden düşmeye başladı. Sağ kanat politikacıları ile eleştirmenler, bu yöntemin Marksizm’in bir uzantısı olduğunu ve özgür girişimi engellediğini ileri sürdüler. Ama bu eleştiriler, Keynes’in devlet müdahalesini kabul ederek, kapitalizmin yaşayabileceğini savunan yeni bir liberalizm modeli kurduğunu gözden kaçırıyorlardı.

Bu eleştirilerden daha da önemlisi, 1970’lerde Keynesçi ekonomi politikalarının yaygınlaştığı dönemde “stagflasyon” yaşanmaya başladı. Stagflasyon, büyüme hızının düşmesine ve önemli düzeydeki işsizliğe karşın, fiyat ve ücretlerin arttığı bir ülkenin durumunu tanımlıyordu. İşsizlik sorununu düzeltmek ve iktisadi talebi canlandırmak için, hükümetler Keynesçi ekonomiyi kullanmayı denediler. Ancak, bu enflasyonun daha da kötüye gitmesine yol açtı.

1970’lerle birlikte, para politikası teorisyenleri, paranın kontrolünün piyasanın düzelmesi için kilit kavram olduğu fikrini terk etmeye başladılar. 1980’lerin ortalarına doğru da, paraya dayalı politikalar yok olmaya başladı.

KEYNES’İN TEORİSİ

Yirminci yüzyılın iki paylaşım savaşı arasında kalan dönemi, hem Avrupa hem de Amerika için bir buhran dönemi olmuştur. 1921’de İngiltere’de başlayan kriz, 1930’lu yıllardan itibaren bütün dünyayı sarmıştır. İşsizlik ve durgunluk gibi iki büyük meseleyle karşı karşıya kalmış olan piyasa ekonomilerinin önü tıkanmıştır.

Neoklasik teori etrafında dolanan çeşitli fikir akımları tartışılırken, 1930’lu yıllarda, “Keynesyen Devrim” adı verilen teorik gelişme ile tartışmalar yeni bir boyut kazandı. John Maynard Keynes’in 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Money and Interest) adlı kitabı, iktisatçıların dikkatini Neoklasik iktisadın dışında makro ekonomiye ağırlık veren bir yöne kaydırmıştır. Aslında makro teoriye duyulan ilgi 1920’li yıllarda başlamış, Keynes bu akımın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle İsveçli iktisatçı Knut Wikscell’in ekonomik dalgalanmalarla ilgili görüşleri, 1920’li yıllarda birçok iktisatçının dikkatini çekmiş ve ekonomik dalgalanmaların nedenleri ve bu dalgalanmaların kontrolünde para ve kredi politikalarının etkin olup olamayacağı konularında yoğun bir tartışma alanı oluşmuştu. Ancak bu iktisatçılar, Neoklasik teorinin genel yapısı içinde kalarak, ekonomide kendi kendini düzenleyen bir mekanizmanın olduğuna ve ekonominin, bir durgunluk (depression) döneminden sonra, yeniden tam istihdam dengesine döneceğine inanmışlardır. Ancak bu dönemde meydana gelen ve “Büyük Dünya Bunalımı” adı verilen durgunluk dönemi yaşanmış ve ABD, İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde yaygın ve devamlı bir işsizlik ortaya çıkmıştır. Bu durum, ekonominin kendi kendine düzeleceğini öne süren görüşlere güveni zayıflatmıştır. Keynes, işte böyle bir ekonomik bunalım döneminde ortaya çıkmış ve ücretlerle fiyatların esnek olduğu bir ekonomide tam istihdamın kendiliğinden sağlanacağını öne süren Neoklasik teoriyi reddetmiştir. Keynes’e göre, toplam talebin ana unsuru yatırım harcamaları idi ve belirsizliklerle dolu bir dünyada, düşük faiz uygulamak suretiyle tam istihdama ulaşmayı amaçlayan bir politikaya güvenilemezdi. Keynes’in bu görüşleri iktisatçıları derinden etkilemiş ve bu teorinin Neoklasik teoriden tümüyle ayrı bir teori olduğu ve yeni bir entelektüel devrimi başlattığı düşünülmüştür.

Ekonominin talep yönüne ağırlık veren politikaların düzenlenmesindeki amaç, ekonomik gelişmede kısa dönemli istikrarsızlıkların giderilerek doğrudan doğruya kamu harcamaları ve vergiler yoluyla istihdam ve üretim seviyesinin temel belirleyicisi olan efektif toplam talebin, tam istihdam üretim seviyesine uygun olarak etkilenmesidir.

“Genel Teori”nin ortaya çıkmasıyla birlikte, Neoklasik teorinin unutturduğu makro analiz, yeniden iktisatçıların gündemine geldi. Böylelikle, ilgilenilen temel konu, kaynakların alternatif kullanımlar arasında nasıl dağıtılacağı konusu değil, kaynakların tümünün kullanımının mümkün olup olmadığı konusu olmuştur. “Genel Teori”nin temel amacı, Keynes’in kitabın ön sözünde belirttiği gibi, “bir bütün olarak üretim ve istihdam düzeyinde meydana gelen değişmeleri belirleyen güçlerin incelenmesidir”.

Keynesyen İktisadın varsayımlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

– Keynesyen Makro Teori, ekonomik yaşamda meydana gelecek dengesizliklerin (enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi) toplam talep ayarlamaları ile giderilebileceğini savunur. Bu görüşü ileri sürerken Keynesyen makro teori, arz koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı duyarsız olduğunu varsayar. Bir başka deyişle, Keynesyen teori, arz koşullarının önemini ret veya ihmal etmez, fakat bu koşulların iktisat politikalarının etki alanının dışında kaldığını kabul eder.

– Keynesyen ekonomi, ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli olduğunu öngörür. Para ve maliye politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesi sağlanacaktır. Keynes’e göre, maliye politikası[1] araçları olan harcama ve vergi politikası, toplam talebi etkileme açısından, para politikasına[2] göre daha etkilidir.

– Keynesyen iktisatta, üretimde kullanılan sabit sermaye [değişmeyen sermaye] miktarı ile üretim tekniğinin değişmediği düşünülmektedir. Yani ekonomik olaylar kısa dönemli olarak gerçekleşir. Keynes “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” diyerek bu varsayımı özetlemiştir.

– Keynes, “Genel Teori”de, baştan sona kadar tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle, değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. “Genel Teori”de dış ekonomiye ilişkin sorunlar üzerinde fazla durulmayarak, kapalı bir ekonomi varsayımından hareket edilmiştir. “Genel Teori” “statik” bir karakter taşımakta olup, zaman unsurunu dikkate almamıştır. Bu nedenle de dinamik sayılabilecek analizlerden yoksun kalmıştır.

“Genel Teori”de sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.

– Keynes, geliştirdiği teoride, fiyatlar genel seviyesini[3] veri (sabit) olarak almıştır.

– Klasik teori belirlilik içinde bulunan bir ekonomiyle ilgilendiği halde, “Genel Teori”de Keynes, belirsizlik ve ileriye dönük bekleyişleri önemli bir nokta olarak göz önüne almıştır. Keynes’in teorisinin önemli bir parçasını oluşturan özel yatırım harcamaları, belirsizlik ve bekleyişlerden önemli ölçüde etkilenmektedir.

– Keynes’in istihdam teorisinin hareket noktası, efektif taleptir. Keynes, efektif talebi, “toplam talebin toplam arz ile kesiştiğin noktadaki değeri” olarak tanımlamaktadır. Bir başka tanımlama ile efektif talep, kullanılabilecek bir satın alma gücüyle desteklenmiş taleptir ve belirli bir dönemdeki tüm harcamalara eşdeğerdir.

– Keynes’e göre, bir ekonomide, üretim faktörlerinin kullanıldığı sınıra kadar toplam arz elastikiyeti[4] sonsuz var sayılabilir. Bir başka deyişle, tam istihdam denge düzeyine kadar toplam talepteki her artış arzı da peşinde sürükler. Bu bakımdan, denge, gelir düzeyini belirleyen efektif taleptir. Keynes, efektif talebi, bir toplumda müteşebbislerin mevcut istihdam seviyesinde sahip oldukları üretim faktörlerinden elde etmeyi umdukları gelirlerin toplamı olarak ele almaktadır.

– Keynes, makro dengenin, toplam arz ile toplam talebin veya toplam tasarruflarla toplam yatırımların eşitlendiği noktada sağlandığını belirtmektedir. Bu denge sağlanamadığında, ekonomide “enflasyonist açık”ya da “deflasyonist açık” ortaya çıkar. Keynes’e göre, bu istikrarsızlıkların giderilmesi için, devletin efektif talebi yönlendirmesi gereklidir.

Keynes’in en büyük mirası, kapitalist ülkelerde ekonomi yönetiminin hükümetin zorunlu ve doğal bir faaliyet alanı olduğu anlayışını yerleştirmesidir. Bu, devleti, ekonomik sistemin içerisinde hareket edeceği genel ilkeler ve kuralları düzenleme biçimindeki eski rolünün oldukça ilerisine taşır. Bu fonksiyona, ekonomi içi güçlerin kapitalist kurallar içindeki hareketinden olumsuz yönde etkilenenlerin veya ekonomik aktiviteye katılamayacak derecede güçsüz olanların korunması ve destek verilmesi de dahildir. Bütün bunlar, kapitalist ekonomik düzenin sürdürülebilmesi içindir.

Keynesyen iktisatçılar, ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için devletin ekonomideki rolü ve fonksiyonlarının genişletilmesini savunmuşlardır. Keynesyen iktisatçılar, “Fonksiyonel Devlet Teorisi” çerçevesinde, kaynak kullanımında ve kaynak dağılımında etkinlik sağlanması, adil gelir ve servet dağılımının sağlanması, iktisadi istikrarın sağlanması, iktisadi büyüme ve kalkınmanın sağlanması, ödemeler bilançosunda denklik sağlanması gibi devletin bazı fonksiyonları sağlamak üzere ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerektiği görüşünü savunmuşlardır.

Keynesyen iktisatçılar, denk bütçe[5] yerine “telafi edici bütçe”[6] prensibini kabul ederek, politikacılara, “vergilemeden harcama yapma” imkanı sağlamıştır. Kamu harcamalarının vergileme ile birlikte emisyon ve borçlanma ile finansmanı, Keynesyen iktisadın bıraktığı bir mirastır.

Keynes’in önerileri, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasından başlayarak, kapitalist aşırı üretim krizinin yaşandığı 1960’lı yılların sonlarına kadar hem erken kapitalistleşen ülkelerde hem de geç kapitalistleşen ekonomilerde uygulanmıştır. Ancak kapitalizmin içine girdiği krizi aşacak politika önermeleri Keynes’te mevcut olmadığından ve dahası bu krizin sorumlusu Keynesyen makroekonomi politikaları olarak görüldüğünden, arz yönlü yaklaşımlar tekrar güçlenmiştir.

Arz yönlü iktisatçılar, Keynesyen maliye politikasını şiddetle eleştirmiştir. Onlara göre, Keynezyen iktisadi düşünce, ekonominin arz cephesini ihmal etmektedir. Keynezyen maliye politikasını, nisbi fiyat değişmelerinin verimlilik üzerinde meydana getirdiği etkileri göz önüne almaması nedeniyle, yetersiz bulmaktadırlar. Çünkü Keynes, nisbi fiyat değişmelerinin fazla önem taşımadığı kısa dönemdeki gelişmelere dikkatleri yoğunlaştırmıştır.

KEYNES SONRASI KEYNESYENLER

1960’lara kadar Keynesciliği “Neoklasik Sentez” temsil ederken, 1960’lardan itibaren, Neoklasik iktisatla Keynesci iktisadı bağdaştırmaya çalışan Neoklasik senteze alternatif sayılan “Post-Keynesci” akım güçlenmiştir. Fakat post-Keynesci akım da kendi başına bir bütün değildir, farklı ekolleri vardır.

Keynesyen doktrin içindeki akım ve ekollerin ortak özellikleri vardır; bu da, piyasa aksaklığında devlet müdahalesinin gerekliliğine ve ekonominin talep yönünün belirleyiciliğine inanmalarıdır. Onlara göre, piyasa mekanizmasının ve özel mülkiyetin hâkim olduğu ekonomilerde, devletin ekonomiye müdahalesi yoluyla iktisadi ve toplumsal sorunların üstesinden gelinebilir, ekonominin büyümesi ve istikrarı sağlanabilir. Neoklasik doktrinden farklı olarak, iktisadi sistemin denge durumuna oldukça hızlı ve otomatik olarak ulaşma eğiliminin güçlü olduğuna inanmazlar.

Çok sayıda ve gittikçe birbirinden farklılaşan Keynesyen akımlar ve bu akımlara bağlı farklı ekoller olmakla birlikte, bu yazıda, Keynesyen akımlardan belli başlı dördünün temel amaçlarına değineceğiz.

1- NEOKLASİK KEYNESYENLER

Neoklasik Keynescilik, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan 1970’lere kadar ders kitaplarına ve gelişmiş kapitalist ülkelerdeki politika uygulamalarına hâkim olan Keynesyen akımdır.

Neoklasik Keynesyenler, Keynes’in üretim ve istihdam düzeyinin ve dalgalanmalarının toplam talep tarafından belirlendiğini, dolayısıyla tam istihdamın, gerçek ücretlerin düzeyinden çok, toplam talep düzeyine bağlı olduğu görüşünü kabul ederler.

Bu yaklaşımın kabul ettiği genel görüşe göre, işsizlik sorunu makro düzeyde ortaya çıkar ve kaynakların dağılımı sorunundan farklıdır, nispi fiyatlardan, talebin ya da üretimin bileşiminden, yani mikroekonomik işleyişten bağımsızdır, dolayısıyla “makro müdahale” yeterlidir.

Öte yandan, bu akım içerisinde de en az iki ekolün varlığından söz edilebilir. Bunlardan biri “Devrimci tutuculuk”, diğeri “Neoklasik başkaldırı” adlarıyla anılmıştır. Her iki ekol de, standart Neoklasik sentez modelini uygulamakla birlikte, sistemin çeşitli esneklikleri ve uyarlama hızları bakımından farklı bakışa sahip olmuşlardır.

Bu gruba dahil iktisatçılara göre, piyasa mekanizmasının işleyişine saygı gösterilmeden, nispi fiyatların kaynak dağıtıcı ve gelir dağıtıcı işlevini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Diğer yandan, özellikle sendikaların ve tekellerin varlığının yarattığı piyasa aksaklıkları ve rijitlikleri (katılıkları) nedeniyle, ekonominin kendi kendine dengeye gelmesi siyasi bakımdan kabul edilebileceğinden çok daha uzun zaman alabilir ve denge, geçici bir süre için, eksik istihdam düzeyinde kurulabilir.

Neoklasik Keynesyenler, 1970’lerde yaşanan stagflasyon krizinde politika başarısızlıklarının nedenini, politikaların kötü uygulanmasında, yeteri kadar “ince ayar” tutturulamamasında bulurlar. Yani uygulanan politikalarda enflasyon sınırına dikkat edilmemiştir. Onlara göre, ekonomiler, Keynesyen genişlemeci politikalar sayesinde tam istihdama yaklaşırken, işgücü rezervleri azalmaya başlamış, bir yandan da temel hammadde ve girdilerde “arz şokları”[7] ortaya çıkmıştır. Arz şokları fiyatları artırırken, sendikal mücadelenin yarattığı ücret artışları, bu fiyat artışlarını benimsemiştir. Bu yaklaşıma göre, ücret artışları maliyetleri, maliyetler fiyatları, fiyatlar ücret artışlarını beslemiş ve bir fiyat-ücret sarmalı başlamıştır.

Yukarıdaki çözümleme, Neoklasik Keynesyenleri, Keynesyen canlandırma politikalarının enflasyonist olmaması için “gelirler politikası”[8] uygulanması gerektiği görüşüne götürür.

2. DENGESİZLİK KEYNESCİLİĞİ

Dengesizlik ekolü, istihdam ve gelir düzeyindeki dalgalanmaları, “dengesizlik” fiyatlarıyla birbirini izleyerek yapılan mübadelelerin süreci olarak inceler. Buna göre, eğer çeşitli nedenlerle nispi fiyatlar denge fiyatları değilse, yapılan mübadelelerin hacmi de dengede olmayacaktır. Fiyatların dengesizlik fiyatlarına dönüşmesinin nedeni, piyasaların yeteri kadar koordineli çalışamamalarıdır.

Dengesizlik ekolü, Neoklasik sentez akımından farklı olarak, farklı konjonktür dalgalanmalarını[9] içeren daha genel bir çerçeve kurmaya çalışmıştır. Bu çerçeve içinde Neoklasik Keynesyenlerin ağırlık verdiği eksik kapasite işsizlik koşulları, iktisadi dengesizlik konjonktürlerinden sadece bir tanesidir. Bu ekol, farklı konjonktür türlerinde krizlerin ve dengesizliklerin niteliklerine bağlı olarak ayrıntılı politika önerileri geliştirmeye çalışmıştır.

3. YENİ CAMBRİDGE KEYNESCİLİĞİ

Bu ekol, geleneksel Keynesciliğin önermelerini, mali varlıkların kullanılabilir gelir ve harcamalar üzerindeki etkilerini, ücretlerin ve fiyatların oluşumunu ve uluslararası rekabet gücünü çözümlemeye dahil ederek, genişletmeye ve iyileştirmeye çalışmıştır.

4. KEYNESCİ TEMELLER AKIMI

Bu akımın en önemli özelliği, savunucularının, Keynes’i Klasiklerden ve Neoklasiklerden ayıran temelleri araştırmış olmalarıdır. Bu nedenle de, “fundamentalist” olarak isimlendirilirler. Günümüzde bu akım içinde en önemli kol, Post-Keynesyenlerdir.

Bu akımın en önemli ve karakteristik tezlerinden biri, istihdam ve gelirdeki dalgalanmaların, ekonominin gelecekteki durumunun belirsizliği altında oluşmuş “beklentilerin dalgalanması”ndan kaynaklandığıdır. Akımın kuramsal çerçevesi içindeki en önemli tezleri şu konular etrafında toplanır: belirsizlik, piyasa aksaklığı, parasal ve mali istikrarsızlık, gelir bölüşümü. Bütün bu tezlerin asıl hareket noktası, sistemin istikrarı açısından yatırımların en önemli belirleyici olması, fakat yatırım istikrarının da en zor sağlanan iktisadi işleyiş olmasıdır.

SONUÇ

John Maynard Keynes, ünlü eseriyle, iktisadi istikrarsızlığın kapitalizme içkin olduğunu, kapitalizmin kendiliğinden tam istihdam dengesini sağlayamayacağını ortaya koyarken, Klasik ve Neoklasik iktisat okullarının teorik temellerini ve buna paralel olarak bazı temel ilkelerini alt üst etmiş, iktisat teorisinde yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Ancak bununla birlikte, ne Keynes, ne de kendisini izleyen iktisatçılar kapitalizme karşıdır. Aksine, tam istihdamı sağlamak konusunda yetersiz kalan kapitalizmin bu aksaklığını gidererek, yaşaması sağlamak amacındadırlar. Keynes’in kendi çağdaşı olan iktisatçılardan en önemli farkı; onun, periyodik olarak ortaya çıkan ekonomik krizlerin, kapitalist sistemin varlığına yönelik büyük bir tehlike oluşturduğunun bilincinde olmasıydı.

Dünya bana göre kapitalist bireyciliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan bugünkü işsizliğe daha uzun süre tahammül edemeyecektir” derken, Keynes, bu konudaki kaygısını dile getiriyordu.

İçinde yaşadığı ekonomik sistemin en önemli iki yanlışından birinin, tam istihdamı sağlama konusunda gösterdiği başarısızlık, diğerinin ise gelir ve servet dağılımındaki büyük eşitsizlik olduğunu belirtmekle birlikte, Keynes, bölüşüm sorunlarına çok az değinmiş, ağırlığı içinde yaşadığı çağın ezici işsizlik sorunlarına vermiştir. Keynes, özel girişime dayalı kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan aksaklıklara, yine kapitalist sistem içinde çözüm aramıştır.

Keynes, “Genel Teori” kitabında pek değinmemekle beraber, başka yayınlarında Marksizm konusundaki görüşlerini ortaya koymuştur: “…kaba saba proletaryayı, bütün hatalarına rağmen, yaşamın değerini oluşturan ve bütün insani başarıların tohumunu taşıyan burjuvazi ve aydınların üzerine çıkartan bir inancı nasıl benimseyebilirim?…”. Başka bir yayında ise, “Eğer bir bölüğün çıkarlarını savunmak durumunda kalırsam, kendiminkini savunurum. Sınıf mücadelesine gelince, benim yerel ve kişisel patriotizmim, bağlılıklarım beni kendi çevreme bağlıyor. Ben, bana göre adalet ve sağduyu olarak görünen olgulardan etkilenebilirim, fakat, sınıf savaşı beni eğitim görmüş burjuvazinin safında bulacaktır” ifadesiyle sınıfsal konumunu tanımlamakta, kendisini işçi ve emekçilerin karşı safında bir savaşçı olarak görmektedir.


[1] Maliye politikası, kamu harcamalarını ve kamu gelirlerini etkileyen devlet faaliyetleridir. Başka bir anlatımla, makroekonomik amaçlara ulaşmak için, devletin vergi ve harcama programlarındaki değişmelerin düzenlenmesidir. Keynes, “duruma göre” maliye politikalarını savunmaktadır. Yani, konjonktüre göre (ekonominin içinde bulunduğu durum) daraltıcı veya genişlemeci maliye politikası uygulanmalıdır. Eğer ekonomide uzun dönem büyüme trendinin üzerinde bir canlılık ve buna bağlı olarak enflasyon var ise, daraltıcı maliye politikası uygulanmalı. Keynes’e göre, eğer konjonktür daralma evresinde ise, yani ortalama büyüme trendinin altında bir yıllık üretim artışı var ve buna bağlı olarak da işsizlik sorunu ortaya çıkmışsa, devlet uygulayacağı genişlemeci maliye politikasıyla bu durumu engelleyebilir. Maliye politikası araçları olarak öngörülen vergi oranları ve kamu harcamalarıdır. Genişlemeci maliye politikasında, devlet vergi oranlarını azaltıp kamu harcamalarını artırır. Daraltıcı maliye politikasında ise, vergi oranlarını artırıp kamu harcamalarını kısar.

[2] Para politikası; belirli makroekonomik amaçlara ulaşılması için, para otoriteleri tarafından para arzının etkilenmesine yönelik uygulanan politikalardır. Zorunlu rezerv oranının belirlenmesi, reeskont oranının belirlenmesi, açık piyasa işlemleri, para arzını etkileyen araçlardır. Merkez Bankası, bu araçlarla, ekonomik konjonktüre uygun olarak, sıkı veya gevşek para politikası izlemektedir.

 

[3] Bir ülkede, belli bir dönemde mal ve hizmet fiyatlarının ağırlıklı fiyat ortalamasıdır. “Fiyatlar Genel Seviyesi”nin (FGS) yükselmesi enflasyon olarak adlandırılırken, FGS’nin düşmesi deflasyon anlamına gelir. Keynes, teorisinde, enflasyon ile işsizlik arasında ters yönlü bir ilişkinin olduğunu iddia eder. Buna göre, enflasyon beraberinde ekonomik canlanmayı getirir. Bu da istihdamın artmasına yol açar. Keynes’in bahsettiği enflasyon, talep çekmeli enflasyondur. Toplam talebin toplam arzı aştığı durumlarda yaşandığı varsayılır. Talep fazlalığı üretimin artmasını teşvik eder ve istihdam artar. Ancak 1974 petrol şoku sonucu maliyet enflasyonu yaşanmıştır. Buna maliyet itmeli enflasyon da denir. Bu durumda girdi maliyetleri arttığı için üretilen emtianın fiyatı artar, ama efektif talep yetersiz kaldığından üretim miktarı da kısılır. Böylece, bir yandan FGS yükselirken, öte yandan durgunluk ve işsizlik artar. Bu durum, iktisat teorisinde “stagflasyon” olarak tanımlanmaktadır. Keynes böyle bir durumu öngörememiş ve 1970’lerden itibaren, teorisine buradan önemli eleştiriler getirilerek, tekrar arz yönlü iktisat, kapitalist dünya genelinde genel kabul görür olmuştur.

[4] Elastikiyet; bağımsız değişkende ortaya çıkan değişimin bağımlı değişken üzerinde neden olacağı değişimin ölçüsüdür. İktisatta değişken, “incelenen şey” anlamında kullanılmaktadır. İki değişkenin birbirleriyle bağımlılık ilişkisi içinde olduğu durumlar, fonksiyonel ilişki olarak tanımlanır. Fonksiyonel ilişkide yer alan değişkenlerden biri bağımsız, diğeri bağımlı değişkendir. Bağımsız değişken, değerini fonksiyonel ilişki dışında alıp, fonksiyonel ilişki içerisinde yer alan bağımlı değişkeni etkileyen değişkendir. Bağımlı değişken ise, değerini fonksiyonel ilişki içerisinde bağımsız değişkene göre alan değişkendir. İkiden çok değişkenin kullanıldığı durumlarda, fonksiyonel ilişki yerine ekonomik model kullanılır. Ekonomik model içerisindeki değişkenler içsel ve dışsal olarak tanımlanır ve içsel değişkenler, değerlerini, ekonomik model içerisindeki dışsal değişkenlere göre alır. Örneğin, Ceteris-Paribus (incelenen şey dışında geri kalan her şey sabittir) varsayımı altında, herhangi bir A malının talep miktarı, yine A malının fiyatına bağlı kabul edilir. Bu örnekte, A malının fiyatı bağımsız değişken, A malının talep miktarı ise bağımlı değişken olarak kabul edilir. Varsayım olarak, Ceteris-Paribus koşulunda, bir malın fiyatı artarsa, talep miktarının düşeceği kabul edilir. A malı fiyatındaki bir birimlik artış sonucunda A malının talep miktarında ne kadar düşüş olacağını gösteren oran, talebin fiyat elastikiyetidir. Yukarıda anlatılan durumda ise, arz elastikiyetinin sonsuz olması, üretilen metaa olan talep arttıkça arz miktarının da sonsuza kadar artırılabileceği (üretim araçları yettiği ölçüde) ifade edilmektedir.

[5] Bir ekonomik yıl içerisinde kamu harcamalarının (cari, yatırım, transfer) kamu gelirlerine (vergi, varlık satışı, ticari faaliyet gelirleri gibi) eşitlenmesidir.

[6] Bu yaklaşım da, devlet bütçesinin ekonomik istikrarı ve belli bir büyüme oranını sürdürecek biçimde açık veya fazla vermesinin savunulmasıdır. Devlet, ortaya çıkan açığı, borçlanarak veya para basarak örter. 1970’lerde yaşanan kapitalist üretim krizinin temel sebebi olarak, ana akım iktisatçılar, Keynes’in duruma göre politikalarını göstermişlerdir.

[7] Girdi fiyatlarında yaşanan ani artışlardır. 1974’teki arz şokları, ham petrol fiyatlarındaki artışla başlamıştır.

[8] Ücret ve fiyat kontrolleridir. Genellikle emekçilerin karşısına sıfır zam olarak çıkar. Bunun yanında, 2000 yılında Danıştay’ın aldığı kararla –daha sonra değişti– yıllık kira artışını yüzde 10 ile sınırlandırması da, gelirler politikasına örnektir.

[9] Başlıca dört tip konjonktür dalgasından bahsedilir. Bunlar; üretimin azaldığı daralma, üretimin durma noktasına geldiği dip, üretimin tekrar yükselişe geçtiği canlanma ve üretimin mümkün olan en yüksek seviyeye ulaştığı tepedir.

 

GOP ve Kafkaslarda son durum: “Çatışma ve çöküşe doğru”

GİRİŞ

“Genişletilmiş Ortadoğu Projesi[1]”nin 2004 Haziran’ındaki G-8 zirvesinde ilan edilmesinden bu yana dört yılı aşkın bir süre geçti. Kuzey Afrika’dan Çin sınırına kadar[2] olan geniş bir coğrafyayı kapsayan GOP’un amacının; Ortadoğu’daki güçlerin “Ilımlı İslam-Radikal İslam” ayrımı üstünden denetim altına alınarak tüm bölgenin haritasının Amerika’nın çıkarları doğrultusunda yeniden çizilmesine meşruiyet kazandırmak ve bu plana bölge halklarının desteğini sağlamak olduğu ne paylaşım savaşının diğer oyuncuları ne de dünya halkları açısından bilinmez değildi.

Afganistan ve Irak’ın işgalinin ve geçtiğimiz ay Kafkaslarda yaşanan “küçük çaplı” savaşın ardından, ABD’nin bölgedeki temel stratejisinin, yedeklediği bölgesel güçler ya da doğrudan kendi askeri müdahalesi aracılığıyla arı kovanına çomak sokmak ve oluşan kaos ortamında çıkarlarına uygun yeni düzenlemeler yapmak olduğu daha da anlaşılır oldu. Belli başlı emperyalist güçler tarafından hâlihazırda paylaşılmış enerji kaynak ve yollarının yeniden paylaşımıyla birlikte görece bakir pazarların piyasaya açılması için önce taşların yerinden oynatılması gereği kaçınılmaz sayılıyordu.

Nitekim o günden bu yana, ABD’nin, GOP üzerinden ‘ılımlıları’ yedekleme ve ‘aşırıları’ sindirme ya da yalıtma politikasında belli oranda yol kat ettiği görülüyor. ‘Terörizmle savaş’ında kendi yanında taraf olmaya zorladığı işbirlikçi rejim ve odakları hizaya getirmek ya da yeterince yanlı olmadığı için karşısında ilan ettiği güçleri tasfiye etmek üzere; kimi zaman tehdit tonunu üst perdeye, yeni saldırı senaryolarını ise manşetlere taşıdı, kimi zaman da ‘barış’ konferansları, diplomasi turları, ardı arkası kesilmeyen ‘sürpriz’ ziyaretlerle deyim yerindeyse ‘kaportayı toplamaya’ çalıştı.

Diğer yandan GOP’un Kafkaslara uzanan ayağında da, “gül”, “kadife”, “turuncu” adı takılan türlü darbe organizasyonları ile iktidara getirdiği işbirlikçi yönetimleri ‘çomak’ olarak kullanmaktan hiç çekinmeyeceğini dünya aleme gösterdi.

Bu nedenle, Yeni Dünya Düzeni safsatasının dünya halkları nezdinde yerle bir olmasının ardından, ABD’nin ilan ettiği “terörizmle savaş”ın Pakistan’ı da içine alacak şekilde Ortadoğu’da gömüldüğü bataklık ve ABD’nin gözde piyonu Saakaşvili’nin Rusya karşısındaki hezimeti yanıltıcı olmamalı. Çünkü karşımızda istikrarsızlıktan ve halkların birbirini boğazlamasından beslenen bir güç var.

ABD’nin ‘kat ettiği’ yolun nereye çıktığı, başka bir deyişle bölgede attığı adımların bugüne kadarki ve gelecekteki olası sonuçları, bunları emperyalizmi bölgeden söküp atmak için bir fırsat olarak değerlendirmesi gereken bölge halkları ve antiemperyalist güçler açısından önem taşıyor.

ORTADOĞU KAN DERYASI

ABD ve ‘müttefikler’inin Afganistan ve Irak işgali, beklendiği gibi, sadece bu ülkeleri değil, tüm bir Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdi. İsrail’in Filistin topraklarında Filistinlilere yaptığı zulüm katmerlendi. Bölgemiz bombalarla yağdırılan ABD ateşiyle alev aldı. Sadece Irak ve Afganistan’da değil, bugün Lübnan, Filistin, Pakistan, Hindistan ve Türkiye de dahil olmak üzere bölgenin hiçbir ülkesinde istikrar ve barış ortamından söz edilemez. Farklı milliyet ve mezheplerin birbirine düşürüldüğü, iktidar kavgasının artık bombalı eylemler ve bölgesel çatışmalarla yürütüldüğü bölgede, İstanbul Güngören’de bombaların patlatıldığı saatlerde, dört farklı ülkede bir günde yüzü aşkın kişi benzer saldırılarda hayatını kaybetti. Kiminde Şii hacılar, kiminde Kürtler, kiminde hiçbir şeyden habersiz insanlar, her gün, emperyalizmin bölgeden sökülüp atılamamasının diyetini ödemeye devam ediyor. Ancak Ortadoğu’da özellikle son bir iki yılda yaşanan gelişmeler ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin ilerlediği yolun giderek sarpa sardığına işaret ediyor: İşgal güçlerinin merkezinde olduğu şiddet Lübnan’da sarmalının derinleştiği Irak ve Afganistan’da giderek yalnızlaşması ve batağa saplanması, İsrail- Filistin arasında ABD himayesinde süren görüşmelerde kayda değer hiçbir adım atılmadığı gibi bunun El Fetih’in zayıflamasına, Hamas’ın güçlenmesine hizmet etmesi, Amerikancı hükümet üzerinden tetiklediği gerilimde Hizbullah karşısında yenilgiye uğraması, İran’a yönelik baskı ve tehditlerinin gerek İran gerekse de askeri bir müdahale konusunda uluslararası planda ve doğrudan ABD savaş kurmayları arasındaki fikir ayrılıkları tarafından boşa düşürülmesi, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi geleneksel işbirlikçi rejimlerden istediği desteği alamaması…

AFGANİSTAN

Son bir yıl içinde Afganistan’da Taliban’ın güçlendiğine ilişkin birçok rapor açıklandı. Merkezi Kabil’de bulunan ‘Batılı bağışçı’ların finanse ettiği “Sivil Toplum Kuruluşu Güvenlik Bürosu”nun (ANSO) güvenlik raporuna göre, bir önceki yılın ilk altı ayında 1362 olan ülkede gerçekleştirilen saldırı sayısı 2 bin 56’ya çıktı. Neredeyse tamamı ABD’li yetkililer tarafından yapılması itibariyle aynı zamanda birer itiraf belgesi de olan bu açıklamaların en sonuncusu, Pentagon’dan geldi. Rapora göre Afganistan’da gerçekleştirilen saldırılar geçen yılın aynı dönemine yüzde 50 artmış, yola yerleştirilen bombalarla yapılan saldırılar nisan ile haziran ayları arasında son dört yılın en üst seviyesine çıkmıştı. Raporda sayısı 200’ü bulan bombalı saldırıların artması Afganistan’daki NATO ve Amerikan birliklerinin sayısının artmasına bağlanıyor. Ülkede neredeyse her gün onlarca sivilin hayatını kaybetmesi ise bir rutin halini aldı.

Askeri yetkililer tarafından açıklanan “Taliban güçlendi” içerikli raporlarının hemen öncesinde, ABD, müttefiklerini senenin başında Afganistan’a “yeterince” ilgi göstermemekle suçlamıştı. Birkaç ay süren Amerikan yaygarasının ardından gerçekleştirilen NATO konferansından artı 1800 asker kararı çıktı. (Fransa 700,  Gürcistan 500, Polonya 400 ve Çek Cumhuriyeti 120, Haziran’da İngiltere de 230 ek asker gönderdi.)

Bölgedeki El Kaide ve Taliban gibi halkla dini temeldeki bağlarını gittikçe güçlendiren ve baştan ayağa silahlı örgütlerle baş başa kalan ABD, Pakistan sınırında operasyon başlattı. Hemen her gün 10-20 militan öldürüldüğüne dair basına verilen demeçlerin hiç biri bağımsız kaynaklar tarafından doğrulanmadığı için, ne kadar doğru bilinmez, ama anlaşılan o ki, hiç tanımadıkları bir ülkede yalnız kalan Amerikan güçleri önlerine ne çıkarsa tetiğe basacak kadar korkmuş halde. Ülkenin Herat kentindeki son ABD bombardımanında çoğu kadın ve çocuk 76 sivilin öldüğü bizzat işbirlikçi Afgan yönetimi tarafından açıklandı.

Afganistan-Pakistan sınırı

Afganistan-Pakistan sınırında yaşanan diğer bir skandal gelişme ise, Amerikan ordusunun aynı zamanda bölgedeki yerel işbirlikçilerine de artık güvenemediğini ortaya koymuştur. Afgan ordusundan yapılan açıklamaya göre, sınırdaki bir Afgan köyünde Amerikan askerleri ile Pakistan ordusuna bağlı bir birlik bütün gece çatıştı. İki ülkenin silahlı güçleri de, Taliban’la mücadele gerekçesiyle, başka bir ülkenin, Afganistan’ın topraklarında bulunuyordu! Çatışmada 11 Pakistan askeri ve 9 Afgan yaşamını yitirdi. Pakistanlı yetkililer bölgede ABD operasyonu olacağına dair kendilerine bilgi verilmediğini, bu nedenle askerleri Taliban militanı sanarak ateşe cevap verdiklerini söylerken, Amerikalı askeri yetkililer bir “yanlışlık” olduğunu açıkladı. Ardından da işin iç yüzü patlak verdi. Son aylarda Amerikan ordusu düzenleyeceği operasyonlar hakkında ‘yerel müttefiki’ Pakistan’a istihbarat vermemeye başlamıştı. Nedeni ise, ABD’li yetkililerin Pakistan istihbaratı içinde El Kaide’ye bilgi sızdıran kaynaklar olduğuna inanmasıydı. Pentagon raporu ile ortaya çıkan bu durum Başbakan Yusuf Rıza Gilani’nin yüzüne doğrudan ifade edilmişti[3].

ABD’nin Pakistan topraklarını defalarca vurmasına, “Pakistan kendi topraklarında bir ABD operasyon düzenlemesine karşılık verme hakkını saklı tutuyor” türünden hamasi cevaplar veren Pakistan’dan, istihbarat skandalı konusundaki tek açıklama ise, Başbakan Yusuf Rıza Gilani’den geldi. Butto suikastinin arkasında Müşerref ve Pakistan istihbaratındaki kimi kesimler olduğunu öne süren Pakistan Halk Partisinin en büyük ortağı olduğu koalisyonun başbakanı Gilani’nin, orduya ve istihbaratına sonsuz güven duyduklarını açıklaması oldukça ironikti. Gilani’nin son Washington ziyaretinde ise, “Pakistan’ın Afgan sınırında denetimi sağlamak üzere güçlü bir taahhüt verdiği” belirtiliyor. Pakistan hükümeti, bir süre önce, bazı gruplarla barış anlaşması imzalamıştı. Ancak ABD, buna, “militanlara daha fazla hareket serbestisi tanıdığını ve sınırın öte yanında; Afganistan’daki NATO askerlerine yönelik tehdidi arttırdığını” iddia ederek karşı çıkmıştı.

PAKİSTAN

Pakistan ‘eski’ devlet başkanı Pervez Müşerref’in genelkurmay başkanlığı görevi devam ederken yeniden devlet başkanı olma hevesinin çanına ot tıkayan baş yargıç İftikhar Çaudri’yi 9 Mart 2007’de görevden alması ve eski başbakan Benazir Butto’nun sürgünden dönmesi, Pakistan ve Müşerref’in kaderi açısından bir köşe başı oldu. Elbette iki gelişmenin de birbiriyle bağlantılı iç ve dış kökenleri vardı. Çaudri ve yüzlerce yüksek hakimin görevden alınması, tam o günlerde Müşerref’in yeniden aday olamayacağı yönündeki başvuruları dinlemekte ve muhtemelen Müşerref aleyhine karar verecek olan Yüksek Mahkemeyi işlevsiz hale getirmişti. Müşerref mahkemeye kendine yakın hakimler atayarak gidişatı zor yoluyla lehine değiştirmeyi seçti. Çaudri’nin bu çıkışı kişisel cesaretinin değil ülkede yükselen ve avukatların başını çektiği demokrasi eylemlerinin bir sonucu olması nedeniyle önemliydi ve ülkedeki acil demokrasi ihtiyacına dikkat çekti. Müşerref’e içerdeki desteğin gittikçe azaldığını gören ve bir rejim değişikliği veya karmaşa sonucu Pakistan’ın elindeki nükleer füzelerin Taliban’ın eline geçmesinden korkan ABD, Butto kartını devreye soktu. ABD’nin aracılık ettiği güç paylaşımı pazarlıkları, Amerika’nın da yılların işbirlikçisi darbeci general Müşerref’i giderek gözden çıkarmaya başladığının işaretiydi. Pazarlıkların tıkandığı –ya da savsadığı– bir noktada Butto suikasta kurban gidiverdi. Butto’nun yolsuzluklarıyla ünlü kocası Asıf Ali Zerdari Müşerref’i, Müşerref Taliban’ı sorumlu tuttu. Ülkedeki siyasi durum o kadar karıştı ki, Taliban da dönüp Zerdari’yi suçlasa kimse garipsemezdi. Butto’nun sahneden acı bir biçimde ayrılmasının ardından güçlenen Pakistan Halk Partisi ve eski başbakan Navaz Şerif’in Pakistan Müslümanlar Birliği, oylarını arttırarak koalisyon hükümetini kurdular. Müşerref’in desteklediği partinin seçim yenilgisi, Müşerref için de son durağa gelindiğinin işaretiydi. Hükümetin azil sürecini başlatacağı açıklamasıyla, devlet başkanı seçildikten sonra genelkurmay başkanlığını bırakmış olan Müşerref devlet başkanlığından da istifa etti.

“El Kaide’nin yeni cenneti”

Sıkı ABD müttefiki Müşerref’in istifa ettiği gün Taliban militanlarının Afganistan’da birinde 10 Fransız askerinin öldüğü iki kanlı saldırı düzenlemesi, ABD’nin bölgedeki “terörle savaş” politikası üzerine yeni tartışmaları ateşledi.

Merkezi Tayland’da bulunan Asia Times gazetesinin Pakistan Temsilcisi Syed Salim Şahzad, Müşerref’in gidişinin ardından bölgedeki El Kaide bağlantılı grupların ve Taliban militanlarının, “İslamabad’daki karışık politik durumdan yarar sağlamak için harekete geçtiği yolunda” bilgiler olduğunu öne sürdü. Kabil’e yakın Vardak ve Sarubi bölgelerinde düzenlenen son saldırıları sadece Taliban militanlarının düzenlemiş olamayacağını söyleyen Şahzad, Kabil’deki yönetime karşı olan yerel aşiret liderlerinin, din adamlarının ve savaş ağalarının da saldırılara destek verdiğini söylüyor.

Uluslararası düşünce kuruluşu Senlis Konseyi’nin “Afganistan’daki Taliban militanlarını alt etme çabalarının işe yaramadığı ve çalışmaların takviye edilmesi gerektiği” içerikli açıklaması da, son çatışmaların, Batı’nın Afganistan’daki mevcut stratejisinin işe yaramadığı yolunda açık bir mesaj olduğu yönündeki değerlendirmeleri destekliyor.

İslam ve Batı’nın ilişkisi üzerine 3 kitabı bulunan Pakistanlı yazar Şahnavaz Faruqi ise, “Müslüman toplumlarda sosyal, siyasi ve ekonomik ‘hava boşluklarının’ büyümekte olduğu ve Müslüman dünyada bu koşullara karşı tepkinin her zaman dinci güçler tarafından yönlendirilen hareketlerden doğmasının tarihsel bir gerçeklik olduğunun” altını çiziyor.

Pakistan’da yeni devlet başkanını ve hükümetin işinin oldukça zor görünüyor. Çünkü Pakistanlı yazar Tarık Ali’nin de altını çizdiği gibi, ülkedeki Amerikan karşıtlığının yanında yoksulluk ve bağımlı ekonomi politikalarına duyulan öfke birbiriyle yarışırcasına tavan yapmış durumda. Müşerref bu tepkileri silah zoruyla zapturapt altına alıyordu. Zerdari ve Şerif, ABD’den bağımsız ve halkçı bir yönelişe girmeyeceklerse, ki öyle görünüyor, bunu neyle yapacaklar?

Öte yandan, bırakalım koalisyonun bu sorunlarla baş etmesini, daha yolun başında, yani Müşerref’in yerine kim geleceği konusunda koalisyonun tıkanabileceği belirtiliyor[4]. Benazir Butto’nun dul eşi PHP’nin lideri Asıf Ali Zerdari, 6 Eylül’de gerçekleşecek olan devlet başkanlığı seçiminde aday olacağını açıkladı. Butto’ya yaslanarak gerçekleştirdiği yolsuzluklar ve ihalelerde aldığı komisyonlar nedeniyle adı “Bay yüzde 10”a çıkan Zerdari’nin adaylığına sıcak bakmayan Şerif ise, devlet başkanının uzlaşma ile seçilmesini istiyor.

Bölgedeki gazeteciler ise, Müşerref’in yerinin doldurulmasında sorun yaşanırsa, yeni bir Müşerref gelebileceğine işaret ediyor. Koalisyon ortaklarının anlaşamaması ve bir siyasi krizin yaşanması durumunda, Genelkurmay başkanı Eşfak Perviz Keyani’nin darbe yoluyla iktidara gelebileceği belirtiliyor.

Gelinen noktada, ABD’nin bir elinde Afganistan’da devlet başkanlığına yeniden aday olacağını açıklayan yerle bir olmuş bir ülkenin kukla lideri Karzai, diğer elindeyse, Pakistan’da işbirlikçilik konusunda istekli, ancak başta Müşerref’in geleceği, yeni devlet başkanının kim olacağı, yükselen demokrasi talepleri ve derinleşen yoksulluk karşısında ne yapacağını bilmeyen bir hükümet var. Üstelik bu iki ülke, sınır gerginlikleri ve birbirlerinin iç işlerine müdahale iddiaları nedeniyle her an karşı karşıya gelmeye hazır.

IRAK

Güvenlik anlaşması

Birleşmiş Milletlerin Irak’ta ABD’ye verdiği işgal yetkisinin süresi bu yıl sonunda dolacak. ABD, askerlerinin Irak’ta kalma süresini uzatmak ve ülkedeki ABD varlığını kalıcı hale getirmek için Irak hükümeti ile “Güvenlik Anlaşması” imzalamaya çalışıyor. Yazı yazıldığı sırada, Irak Başbakanı El Maliki ile görüşen ABD Dışişleri Bakanı Rice, anlaşmaya çok yakın olduklarını açıklamıştı. Haber ajansları ise, ABD heyetinin imzaladığı taslakta uzlaşmaya varıldığını, tek eksiğin Bağdat’ın onayı olduğunu (!) duyurdu. Ancak taslak metnin içeriğine ilişkin taraflardan farklı açıklamalar geliyor. Iraklı kaynaklar, metinde ABD’nin Irak’tan çekilmesine ilişkin bir tarihin (30 Haziran 2009’da çekilmeye başlayacağı) yer aldığını söylerken, ABD’li kaynaklar taslak metinde kesin bir tarihin yer almadığını belirtiyor.

ABD’nin asıl isteği olan ‘ülkedeki üslerin ve belli sayıda askerin varlığının korunması, bunların Irak devletinin bilgisi olmaksızın kullanılabilmesi, Blackwater gibi ‘kiralık katil’ özel güvenlik firmalarına dokunulmazlık verilmesi’ konularında hangi aşamada olunduğuna dair ise, ser verilip sır verilmiyor.

Olası İran saldırısında Irak’ın üs olarak kullanılmasını sağlayacak olan bu güvenlik anlaşması, ülkede Sünniler kadar Şiilerin de tepkisini çekiyor. Mayıs ayından bu yana binlerce Sadr yanlısı tarafından çeşitli gösteriler düzenledi. “Irak’ın Amerika’nın sömürgesi olmasını kabul etmeyeceğiz” yazılı pankartların taşındığı eylemlerde, anlaşmanın içeriğinin Irak halkından gizlenmesi de protesto edildi. İran da, ABD’yi “uzun süre” komşusu yapacak olan anlaşmaya karşı çıkıyor ve Şii gruplardan anlaşmanın imzalanmasına engel olmalarını istiyor. Irak Başbakanı Nuri El Maliki de, İran’ı -başbakan olarak- 3. ziyaretinde, ülkesinin “İran’a ve komşu ülkelere zarar veren bir yer haline gelmesine müsaade etmeyeceklerini” söylemişti.

İran’a saldırıda üs olarak kullanılmaktan ve içerde şiddetin tırmanmasından korkan işbirlikçi Maliki hükümeti, uzunca bir süre ABD’nin taleplerine direniyor görüntüsü verdi. Anlaşmanın Irak’ın egemenliğine zarar vereceğini söyleyen Irak hükümeti, ABD’den ordularını Irak’tan tamamen çekeceği tarihi belirlemesini talep ediyor. Maliki’nin “takvim” çıkışına destek veren Sadr cephesi de, Maliki’nin bu konuya gereken ciddiyeti göstermesini umduklarını söylemişti.

Bölgedeki Amerikan çıkarlarına tümüyle ters olan bu isteği ABD’nin nasıl yiyip yutacağı ise merak konusu. Rice, son açıklamasında, Irak’ta güvenliğin büyük oranda Irak güçlerine devredildiğini söyleyerek, pembe tablolar çizmeye devam etti. Kuzeyinde ve güneyinde bombaların patlamaya devam ettiği ülkede kaydettikleri aşama nedeniyle, hem kendisini hem de Maliki’yi kutlamayı ihmal etmedi.

ABD Başkanı George W. Bush, Nisan’da, “Irak’tan asker çekmeye, temmuz ayından sonra belirsiz bir süre boyunca ara vereceklerini ve sonrasında Irak’taki komutanların değerlendirmeleri ışığında bir yol çizeceklerini” söylemişti. Bu açıklama, kararın yeni ABD başkanına bırakıldığı yorumlarına neden olmuştu. İmzalanmaya çalışılan güvenlik anlaşmasında da çekilme tarihinin belirsiz bırakılması için gösterilen çabanın altında muhtemelen bu yatıyor.

Şu anda, resmi rakamlara göre Irak’ta 140 bin Amerikan askeri bulunuyor. ABD’nin en sadık müttefikleri ise Irak’ı bir bir terk etti. İngiltere 2007 sonunda Basra’dan tümüyle çekilirken Danimarka ve Avustralya da askerlerini çekeceğini açıkladı.

Petrol yasası

Bu süreçte Irak işgali açısından en önemli gelişmelerden biri, 1972 yılında devletleştirilmiş olan Irak petrollerinin, uluslararası petrol tekellerinin hizmetine sunulmasıydı.

Irak hükümeti ile dünyanın en büyük dört petrol şirketi arasında yapılan anlaşmaya göre, Exxon Mobil, BP, Shell ve Total şirketlerinin “teknik yardımıyla” iki yıllık bir süre içinde, Irak’ın günde 2,5 milyon varil olan petrol üretiminin 3 milyon varile çıkarılması hedefleniyor. Irak parlamentosunun 24 temmuz 2008’de -petrol gelirlerinin ülke çapında nasıl paylaşılacağını- belirleyen Petrol Yasası ile bu dört tekele kuyuları ihalesiz almanın yanı sıra 30 sene gibi uzun vadeli üretim paylaşım anlaşmaları da yapma hakkı verildi. Bu, Irak’ın petrolünün, kendi kontrolünden çıkıp şirketlere geçmesi anlamına geliyor.

Irak petrol yataklarında halihazırda 115 milyar varil tutarında petrol bulunduğu tahmin edilirken, faal olan Avrupa ve ABD’nin yanı sıra Rusya, Çin ve Hindistan’dan 40’ın üzerinde petrol şirketi de Irak’ta faaliyet göstermek istiyor.

Kerkük ve yerel seçimler

Irak Parlamentosu’nda Kürt üyelerin boykotuna karşın 127 oyla kabul edilen diğer yasa tasarısı ise, Kerkük’ün statüsünü de ilgilendiren yerel seçimlerle ilgili düzenlemeydi. Yasadaki anlaşmazlık noktası, Kerkük’te iktidarın dağılımı konusundaki yasa maddesi üzerinde gizli oylama yapılması talebine Kürtlerin karşı çıkmasıydı.

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin reddettiği yasa, Kerkük’te on binlerce kişi tarafından protesto edildi. Yaklaşık 80 bin kişinin Kerkük’ün Federal Kürdistan Bölgesi’ne bağlanmasını isteyen sloganlar eşliğinde kent merkezine doğru yürüyüşe geçtiği sırada gerçekleşen patlamada, 25 kişi hayatını kaybetti, 180’i aşkın kişi de yaralandı. Patlamanın ardından göstericilerden bir grup Irak Türkmen Cephesi ve Türkmeneli TV’nin bulunduğu binaya saldırdı. Yürüyüşe yapılan bombalı saldırıda haber değeri görmeyen Türkiye’deki burjuva basınsa, Türkmen Cephesi’nin binasına yapılan saldırıyı provokatif biçimde gündeme getirdi. Türkiye egemenlerinin Kerkük’te Türkmenler üzerinden karıştırdıkları işler bilinmez değil. Ergenekon paşası Veli Küçük’ün Kuzey Irak’taki Türkmen gençlerini Kürtlere karşı örgütleme çalışmalarını bizzat yürüttüğü ve Ergenekon şeflerinin bu çalışmaları ‘koordine etmek’ üzere Kuzey Irak’ta bir araya geldikleri de, buz dağının basına yansıyan yönlerinden biriydi.

Kuzey Irak’taki Kürt-Türkmen gerginliğine bir de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile bölgedeki İslamcılar arasındaki çekişme eklendi. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, bölge sınırları içerisinde dini eğitim veren okulları bulunan İslami gruplara ders programının, Kürt Vakıflar Bakanlığı programına uygun hale getirilmesi için Eylül sonuna kadar süre tanıdı. Bakanlık, Kuzey Irak’ta önde gelen Kürdistan İslam Birliği ve Kürdistan’da İslami Hareket adlı gruplarla “İslami partilere bağlı tüm dini okulların ilga edilmesi yönünde” bir anlaşması bulunduğunu söylüyor. İslami gruplar ise, bölgesel yönetimin kendi faaliyetlerini sınırlandırmaya çalıştığını savunuyor.

Tüm bu gerginlik ve provokasyon ortamı sürdükçe, Irak’ta yerel seçimlerin bu yıl içinde yapılması ihtimali giderek zayıflıyor.

FİLİSTİN

‘Radikal’ Hamas’ın iktidara gelmesiyle panikleyen ABD ve İsrail, ekonomik ve siyasi yaptırımlarla Hamas’ı zayıflatıp yalıtırken, ‘ılımlı’ El Fetih’i cesaretlendirip silahlandırdı. Filistin’i Batı Şeria ve Gazze olmak üzere ikiye bölen kardeş kavgasının ardından, İsrail ordusu Gazze’nin üzerine sürülürken, öte tarafta El Fetih lideri Mahmut Abbas Annapolis’te görücüye çıkarıldı. Dört bir yandan kuşatılan Gazze’de yaşanan insanlık dramını ‘reality şov’ izler gibi izleyen başta Türkiye[5] olmak üzere bölgedeki işbirlikçi yönetimler ve Batılı devletler, hep bir ağızdan “uluslararası toplum”u göreve çağırdı. Bu uluslararası toplum, kimdir, in midir, cin midir bilinmez, ama bir türlü görevinin başına gelmedi.

Şaşalı Annapolis Konferansı ve devamındaki yardım gecelerinde ise, vaadin bini bir paraydı.

İsrail ile Batı Şeria’daki Filistin yönetimi arasındaki görüşmeler sürüyor. Gündeme gelen ve çözülmeyi bekleyen konular arasında İsrail’in yerleşimleri genişletmeye son vermesi, İsrail kontrol noktalarının kaldırılması, 4,3 milyon Filistinli mültecinin ve İsrail’in elindeki 11 bin Filistinli tutsağın geleceği, Filistin devletinin resmi olarak kurulması ve tanınması var. Bu konularda kat edilmiş mesafeye bir bakalım:

1. İşgal altındaki Batı Şeria’da Yahudi yerleşimi inşaatları geçen yıla kıyasla neredeyse ikiye katlandı.

2. İsrail, Batı Şeria’daki kontrol noktalarının sayısını 521’den 580’e çıkardı.

3. Bölgede yaşayan 1,5 milyon dolayındaki Gazzeli’nin pek azı, çoğunluğu tedaviye muhtaç kişiler olmak üzere, biri Mısır ile sınırda bulunan Refah geçişi, diğerleri İsrail ile bağlantılı sınır geçişlerinden geçiş izni alabiliyor. Gazze’ye halen birçok ihtiyaç malzemesi giremiyor.

4. İsrail “Abbas’a destek olmak için” olduğunun altını çizerek 199 Filistinli tutsağı serbest bıraktı.

İsrail’in saldırılarını -zaman zaman Batı Şeria’yı ve El Fetih güçlerini de içine alacak biçimde- yoğunlaştırmasına rağmen Abbas’ın görüşmeleri sürdürmesinin Filistin topraklarında El Fetih’i zayıflatıp Hamas’ı güçlendirdiği, bölgedeki kaynaklar kadar ABD tarafından da bilinmez değil. Ancak Annapolis’le hedeflediği şeyin, Hamas’ı yalıtmak olduğu kadar, İsrail’in yayılmacılığını meşrulaştırmak ve bölgedeki Arap devletleri tarafından tanınmasını sağlamak olduğunu da gözden kaçırmamalıyız. Türkiye’nin arabuluculuğunda adımları atılan İsrail’in Suriye ile görüşmelerini, bu çabanın bir devamı olarak görmek gerekir.

İSRAİL

ABD-İsrail ilişkileri açısından bu döneme damgasını vuran, İsrail’in daha da militarize edilerek İran’ın üzerine sürülmeye hazırlanması olsa gerek. Son aylarda İsrail’in gayri resmi internet sitesi DEBKA üzerinden her hafta bir tehdit ya da senaryo ortaya atıldı. Bunlara göre; İran nükleer silah üretimini sürdürüyor ve hemen müdahale edilmezse 2010 yılına kadar önemli bir güce sahip olacak. İsrail ordusu da, ABD desteklerse, bu tehlikeye karşı askeri bir müdahaleye hazır olduğunu resmi ya da resmi olmayan ağızlardan her gün ilan ediyor. Hatta kimi kaynaklar, nasıl olsa ABD dahil olur hesabıyla, İsrail’in beklemeden saldırması gerektiğini öne sürüyor. Bu hesabın Gürcistan’da duvara tosladığı bir gerçek. Ancak ABD’nin gözünde ne İsrail’le Gürcistan, ne de Rusya ile İran bir.

Öte yandan içerdeki gelişmeler de (yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle başı derde giren Olmert’in istifa edeceğini açıklaması ve Olmert’e göre daha saldırgan bir politik duruşa sahip olduğu bilinen Savunma Bakanı Tzipi Livni’nin başbakan olasına kesin gözüyle bakılması), bölgede çalan savaş çanlarıyla uyumlu görünüyor.

İRAN

2007 sonunda “Amerikan sermaye çevrelerinin henüz İran’a saldırarak üçüncü bir cephe açmayı istemediği”ni açığa vuran bir rapor yayınlandı. 16 Amerikan istihbarat biriminin ortak raporuna göre; İran nükleer silah çalışmalarından 2003 yılında vazgeçmişti. Ayrıca “son verilere göre İran nükleer silah yapmak istese bile bunun için en az 10 yıl beklemesi” gerekecekti.

Eski New York Times Ortadoğu temsilcisi Amerikalı gazeteci Chris Hedges, Amerikan finans çevrelerinin konuyla ilgili kaygılarını şöyle özetliyor:

İran, uranyum zenginleştirme programını durdurmadığı takdirde İsrail ve Bush yönetimlerinin kararlı göründüğü bir saldırı, Ortadoğu’da bölgesel bir savaşı tutuşturacak, Birleşik Devletlerin ekonomik çöküşünü getirecek ve siyasi ayaklanmalara yol açacaktır.

Külliyetli miktarlarda petrol ve sıvı gazın İran Körfezinden akışı kesintiye uğrayacak. İran’ın füze ve bomba yüklü bot ve denizaltılarla gerçekleştireceği saldırılar ölümcül ve etkili olabilecek. 2002 yılında Pentagon’da oynanan gizli bir savaş oyunu, patlayıcı yüklü İran botlarının sürüler halinde yapacağı bu saldırıları kurguluyordu; New York Times’ın haberine göre Amerikan ordusu, 16 büyük savaş gemisini kaybetmişti bu oyunda. Dünya petrol arzının yüzde 8’ini teşkil eden İran petrolü bir anda pazardan çekilecek. Böylece petrol, varil başına 500 dolara yükselecek ve çatışma durmazsa, belki de 750 doları görecek. Petrole dayalı ekonomimiz duracak.

İsrail, İran’ın Şahab 3 balistik füzeleriyle vurulacak. İran’ın tedarik ettiği ve iddialara göre, Dimona nükleer santralı dahil İsrail’in herhangi bir bölgesini vurabilecek yeni roket stokları bulunan Hizbullah da çatışmaya katılacaktır. İsrail şiddetli tepki verecek. ABD hedeflerine yönelik terörist saldırılar artacak. Irak’taki ABD kayıpları, emperyal şehrimiz olan Yeşil Bölge dahil İran’ın ABD üs ve tesislerine yağdıracağı füzelerle gittikçe tırmanacaktır. Ortadoğu, kargaşa ve şiddetle kavrulacak ve dünya finans piyasaları sapıtacaktır.

Ancak üstünden altı ay geçmeden bölgede savaş çanları yeniden çalmaya başladı. ABD Başkanı Bush, Nisan’da yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

Irak, ABD’nin bu yüzyılda karşılaştığı en büyük iki tehdidin çakıştığı yer. Bu tehditler El Kaide ve İran. Eğer Irak’ta başarısız olursak, El Kaide kendisine, bize, dostlarımıza ve müttefiklerimize saldırmak için Irak’ta bir sığınak elde etmiş olacak. Başarısız olursak, Irak’taki boşluğu İran dolduracak. Bizim başarısızlığımız İran’ın radikal liderlerini ve onların bölgeye hakim olma ihtirasını ateşleyecek. İran, ya komşusu Irak ile barış, güçlü ekonomik ve kültürel ilişkiler içerisinde yaşayacak veya Irak halkını korkuya düşüren illegal militan grupları silahlandırıp eğitecek. İran doğru tercih yaparsa ABD, İran ve Irak arasında barışçı ilişkiyi cesaretlendirecek. İran yanlış tercih yaparsa ABD, çıkarlarımızı, askerlerimizi ve Iraklı ortaklarımızı korumak için harekete geçecek

Bu açıklamanın ardından, Bush yönetiminin görev süresi dolmadan İran’a saldırıp saldırmayacağı üzerine tonlarca tez ortaya atıldı. Konu daha çok masa başındaki stratejist çevrelerin değerlendirmeleri ve dili ile tartışıldı. Bunların bir ucu Amerika’nın İran’a saldırmayı hiçbir zaman göze alamayacağı saflığına varırken, diğer ucu karadan saldırmak riskli, havadan birkaç operasyon da etkisiz kalacağından Amerika’nın İran’a nükleer bomba atıp radikal İran rejiminden kökten kurtulabileceğine kadar gitti.

Öte yandan BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi; ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in yanı sıra Almanya’dan oluşan 5+1 ülkelerinin İran’a sundukları “teşvik paketi” konusundaki tartışmalar da sürüyor. ABD ısrarla İran’ın cevabının yeterli olmadığını söyleyip yaptırım kararı almaya zorlarken uluslar arası basında İran’ın askeri güç gösterilerine (füze denemeleri, uzaya gönderilen uydular..) ilişkin haberlerin arttığını görüyoruz. Aslında 18 milyon internet kullanıcısı olan ve faaliyetleri ile ilgili internet üzerinden 24 dilde yayın yapan İran ile ABD arasında öncelikle bir medya savaşı sürüyor. ABD’nin İran’daki muhaliflere akıttığı paralar ve CIA ajanlarının ülkede cirit attığı bilinmez değil.[6]

ABD bugün mü yarın mı, tankla mı nükleer bomba ile mi saldırır bilinmez, ama ortaya çıkan bir gerçek var. Bir ülkenin başka bir ülkeye saldırmasından bahsedilirken, tüm toz bulutu içinde gerekçelerin bir önemi kalmadı artık. Emperyalist devletlerin ikinci dünya savaşının ardından defalarca ortaya attığı, şimdi de düşman ilan edilen ülkelere karşı kullanılacağı zaman hatırlanan “uluslararası hukuk”, “uluslararası topluma karşı görevler” çoktan yerle bir oldu.

Bölgenin nükleer silahlardan arındırılması, Büyük Ortadoğu Projesi (2002), Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (2004) ve ardından Yeni Ortadoğu Projesi’nin (2006) amacı olarak ilan edilmişti. Bu sözde hedef, konu İran’ın nükleer programı olduğunda öne çıkıyor, ama İsrail’in elindeki 150’yi aşkın nükleer başlık ve ABD’nin ‘nükleer silah üretmediğini yeterince kanıtlayamadığı için’ İran’a saldırması söz konusu olduğunda, herkes üç maymunu oynuyor.

Saldırır mı? Saldırmaz mı? Sanki binlerce insanın ölümü ile sonuçlanacak ve bağımsız bir devlete emperyalist çıkarlar için yapılması planlanan bir müdahale üzerine konuşulmuyor da, bir “iddia” kuponu dolduruluyor.

Saldırının -tıpkı Irak’ta olduğu gibi- bölgede yaratacağı kan gölü, kardeş kavgası ve karmaşanın yanında ardında bırakacağı yağma, sefalet ve halkı birleştirme kapasitesinden de yoksun işbirlikçi beceriksiz iktidarlar da cabası. İşte gözden ırak tutulmaya çalışılan da, bu gerçekler.

LÜBNAN

Lübnan’da cumhurbaşkanını seçememe krizi tam 18 ay sürdü. Önce Cumhurbaşkanı’nın General Mişel Süleyman olması üzerinde anlaşıldı, ancak bu kez de yetkileri konusunda görüşmeler kilitlendi.

Sorunun kökeninde, Fuad Sinyora liderliğindeki hükümetle Hizbullah öncülüğündeki muhalefet arasındaki çatışma ve denge durumu yatıyordu. Bir tarafta Suriye yanlısı olmakla suçlanan, ancak halk arasında ciddi bir etkisi bulunan ve aslında parlamentoya da girerek kendi başına bir siyasi odak haline gelen Hizbullah merkezli muhalefet, diğer tarafta ise suikasta kurban giden eski Başbakan Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri ve Dürzi lider Velid Canbolat’ın desteklediği -Batı yanlısı olarak bilinen- Fuad Sinyora hükümeti.

Oldukça uzun süren kilitlenmişlik durumu, en sonunda, hükümetin Hizbullah’a karşı attığı “haberleşme ağını yasaklama ve Hizbullahçı havaalanı görevlisini görevden alma” adımıyla bozuldu.

Günlerce süren çatışmalar Amerika’nın beklediği gibi bir Şii sunni çatışmasına[7] dönüşmedi. Daha çok hükümet yanlısı güçlerle Hizbullah arasında cereyan etti. Taraflar arasında günlerce süren kanlı çatışmaların ardından hükümet geri adım atarak iki kararını da iptal etmek zorunda kaldı. Üstelik Hizbullah en ısrarlı olduğu talebini, yani 11 koltuğa sahip muhalefetin hükümet kararlarını veto etmesi gücünü elde etti. Cumhurbaşkanlığı seçimi de en sonunda gerçekleştirildi. 17 haziran’da ise İsrail ve Lübnan Hizbullah’ı arasındaki esir değişimi anlaşması çerçevesinde İsrail iki İsrail askerine ait cesetlerin karşılığında 5 tutukluyu serbest bıraktı.

Doğal olarak Hizbullah iki gelişmeyi de zafer olarak ilan etti. Ancak ABD ve Batı’nın şimdilik yenilgiye uğramış olsa da Batı yanlısı hükümetin önüne koyduğu üç temel görev varlığını sürdürüyor: Hizbullah’ın silahsızlandırılması[8], haberleşme ağının kaldırılması, Suriye’nin ülkedeki etkisinin kırılması…

2004’ten bu yana gelişmelere baktığımızda; Amerika, ülkedeki Suriye etkisini ve ABD karşıtı odakları İsrail işgali yoluyla dize getirmek istedi, geri tepti. Gösterdiği direniş ve halkı birleştirme yeteneği sayesinde Hizbullah savaştan güçlenerek çıktı. Ardından içerdeki Suriye karşıtlarına düzenlenen faili meçhul süikastlere duyulan tepki sayesinde iktidara gelen Sinyora hükümetini Hizbullah’a karşı cesaretlendirdi. Görünen o ki, bu girişim de tersine çevrildi. Ancak Hizbullah Lübnan’da bir direniş odağı olmaya devam ettiği sürece ABD ve işbirlikçileri boş durmayacaktır.

SURİYE

Senenin başında ABD’nin tehditlerine rağmen Avrupa birliği ile ilişkilerini normalleştirme yolunda önemli adımlar atan Suriye Lübnan ile de tam diplomatik ilişki kurmak konusunda anlaştı. Suriye ile Lübnan arasında, 1940’lı yıllarda Fransa’dan bağımsızlığını ilan etmelerinden bu yana, tam diplomatik ilişki bulunmuyordu. Diğer yandan İsrail ile de ‘Türkiye’nin arabuluculuğunda’ dolaylı görüşmelere başlandı.

CEZAYİR

Kuzey Afrika ülkesi Cezayir’de 15- 22 Ağustos tarihleri arasında yüzü aşkın kişinin öldüğü tam beş ayrı saldırı gerçekleştirildi. Bombalamaların, Irak’ta bilfiil işgale karşı direnişin yanında pratik eğitim alan ve şimdi Kuzey Afrika’da savaş veren hükümet karşıtı grubun düzenlediği iddia ediliyor. Yerel El Kaide olarak nitelenen Selefi Vaaz ve Savaş Grubu’nun Cezayirli yetkililerin dediği gibi 300 kişiden ibaret olmadığı, halk arasında giderek popülerliğini yükselttiği belirtiliyor. Cezayir’de şiddet olayları, İslamcı partinin seçimleri kazanması üzerine asker destekli hükümetin darbesiyle patlamış ve bazı rakamlara göre, 10 sene içinde en az 150 bin kişi hayatını kaybetmişti. Cezayir’de hükümete karşı savaş veren Selefi Vaaz ve Savaş Grubu, 2006 yılında El Kaide’nin Magrib koluna dönüşmüştü.

KAFKASLARDA PATLAYAN SAVAŞ

“Avrasya’ya hakim olunmaz ise, dünya hakimiyeti tehlikeye düşer” (Zbigniew Kazimierz Brzezinski)[9]

Afganistan ve Irak’ın işgali, Lübnan’a siyasi müdahale, Suriye’ye siyasi baskı ve İran’a tehdit sürerken, savaş “Genişletilmiş Ortadoğu”nun diğer ucunda patladı.

NATO’nun Bükreş toplantısında Almanya ve Fransa’nın itirazlarına rağmen Gürcistan’a göz kırpılması, Gürcistan’ın ABD menşeli lideri Saakaşvili’yi harekete geçirdi. Mihael Saakaşvili liderliğindeki Gürcistan, -1991 yılında Gürcistan’dan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş olan- Güney Osetya’ya saldırdı.

Güney Osetya neresi?

Osetya, coğrafi olarak Kafkas sıradağları tarafından bölünmüş bir ülke.

Güney Osetya, 1922‘de özerk bölge olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yönetimindeki Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti‘ne bağlandı. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Kuzey Osetya, Rusya Federasyonu’nu oluşturan bölgelerden biri olurken, Güney Osetya, Gürcistan’ın bir parçası olarak kaldı. Ancak Güney Osetya Tiflis’den daha fazla Moskova’ya meylediyordu. Gürcistan’dan ayrılarak (Kuzey Osetya’yla tekrar birleşmek suretiyle) Rusya Federasyonu’na katılma talepleri, Gürcistan tarafından toprak bütünlüğüne ve kendi egemenliğine tehdit olarak algılandı, algılanıyor.

Güney Osetya ve Gürcistan arasındaki gerginlik, 1989 sonlarından itibaren artış gösterdi. Eylül 1990’da Güney Osetya Demokratik Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi. 20 Kasım 1990’da kendi bağımsızlığını ilan eden Gürcistan parlamentosu, Aralık 1990’da Güney Osetya Cumhuriyeti’nin özerkliğini kaldırdı ve bölgeyi doğrudan Tiflis’in yönetimi altına soktu.

1991‘de, Gürcülerin Güney Osetya başkenti Şinvali‘ye girmesiyle çatışmalar başladı. Güney Osetya ve Gürcistan arasındaki anlaşmazlık, 1.000 ila 2.000 kişinin yaşamına mal oldu. 1.000 civarında kişinin yaralanmasına ve en başta Osetlerden, ayrıca Gürcülerden de on binlerce kişinin sığınmacı duruma düşmesine neden oldu. 1992‘de Ruslar, Gürcüler ve Osetlerden oluşan barış gücü ateşkesi sağladı. 1992‘de fiilen ayrıldıktan sonra, ilk referandumda Osetlerin yüzde 98’i, 2006‘daki ikinci referandumda ise yüzde 90’ı bağımsızlığı seçti. Fakat, Güney Osetya‘nın bağımsızlığı, Ağustos’un sonuna dek Rusya dahil hiçbir ülke tarafından tanınmamıştı.

Gürcü askerleri, şiddetli çatışmaların ardından 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşması uyarınca Abhazya‘yı da terk etmek zorunda kalmıştı. Anlaşma uyarınca, Rusya burada 3 bin barış gücü askeri bulundurma hakkına sahip, ancak Moskova bugüne kadar orada sadece 2 bin 500 asker bulunduruyordu.

SAVAŞIN PERDE ARKASI

Gürcistan Güney Osetya’ya neden saldırdı?

Kafkasya ve Hazar Bölgesi’nin petrol ve doğal gaz kaynakları bakımından zengin olduğu biliniyor. ABD’nin GOP stratejisinin temelinde de İran’ı yalıtmak ve Rusya’yı en azından şimdilik kendi sınırları içine hapsetmek, böylece bölgedeki enerji kaynaklarına egemen olmak var. Gürcistan’ın konumu, gerek Rusya’yı, gerekse İran’ı kuşatmak, gerekse de bölgedeki enerji kaynak ve koridorlarının denetimi sağlamak[10] açısından ABD için önem arz ediyor. Karadeniz’e kıyı olması ve tarihsel bağlar bakımından Batı’ya en kolay yanaşacak ülke olarak NATO’ya girmeye heveslendirilmesi bakımından da en avantajlı ülke konumunda. Bu jeostratejik önemi nedeniyle, son 15 yıldır ABD ve Batı’nın üs olarak kullandığı Gürcistan, ABD’nin bölgeyi istikrarsızlaştırma ve müdahaleye uygun hale getirme planının piyonu haline getirilerek, Rusya’ya karşı cesaretlendiriliyordu.

Soros’un finanse ettiği “Gül Darbesi”yle iktidara gelen Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili, hem iktidarının diyetini ödemek, hem de Rusya’ya karşı durabilmek için NATO’ya girmek istedi. Ama Gürcistan’a “önce kendi içindeki etnik sorunu çözmelisin” dendi. Fiilen bağımsız olan G.Osetya ve Abhazya’yı yeniden topraklarına dahil ederek NATO’ya girmek, bu nedenle, Saakaşvili’nin temel seçim vaatlerinden biriydi.

Saakaşvili’nin yönetiminin iki özelliği vardı: Rusya’nın yörüngesinden çıkmak için tümüyle ABD’ye yaslanmak ve Gürcistan bayrağının değiştirilerek yerine eski haçlı bayrağının getirilmesine eşlik eden Gürcü milliyetçiliği ve İseviliği/Hıristiyanlığı. Kısacası Saakaşvili, ABD gölgesinde milliyetçilikten ekmek kazandı; ama bu durum, uzun sürmedi. Yaşam koşulları iyileşmeyen ve rüşvetin ortadan kaldırılmadığını gören binlerce Tiflisli, sokaklara döküldü ve Saakaşvili, bu nedenle, neredeyse tahtından düşüyordu. Saakaşvili, Osetya sorununu kaşıyarak, milliyetçilik üstünden yeniden halk desteği kazanmak istedi.

Sürpriz değildi

Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı dünya kamuoyunun geneli açısından sürpriz olsa da, “bölgede gerginliğin tırmandığı ve Kafkasların bölgesel bir savaşın eşiğinde olduğu” son aylarda bölgedeki kaynaklar ve uzmanlar tarafından dile getiriliyordu.

Avrasya Stratejik Araştırmalar (ASAM) Kafkasya uzmanı Hasan Kanbolat, Stratejik Analiz dergisinin Haziran sayısındaki “2008 Yazında Güney Osetya Sorunu Çatışmaya Dönüşebilir mi?” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

Gürcistan’a 2-4 Nisan 2008 tarihinde Bükreş’te yapılan NATO Bükreş Zirvesi’nde NATO kapılarının açılmaması ise Gürcü halkında büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştu. Gürcistan’ın Avrupa-Atlantik dünyası ile bütünleşmesinin (NATO ve AB üyeliği) önündeki en büyük engel olarak halen, fiilen (de facto) Gürcistan’dan bağımsız olan Abhazya ve Güney Osetya bulunuyor. Bu nedenle, Gürcistan’ın genç ve hırslı Devlet Başkanı Saakaşvili, iktidarını güçlendirmek ve Abhazya ve Güney Osetya’yı yeniden Gürcistan’ın bir parçası haline getirerek NATO ile AB kapılarını açabilmek için bu iki bölgeye karşı güç kullanabilir. Ancak, Saakaşvili’yi Abhazya ve Güney Osetya’ya karşı güç kullanmaya yönelten asıl güç Kremlin de olabilir. Çünkü, Gürcistan’da hem Saakaşvili iktidarı ve hem de muhalefet, Avrupa-Atlantik dünyası ile bütünleşmekten yana. Güney Kafkasya’da ne savaşı ne de barışı arzulayan Kremlin, Gürcistan’ın bir savaşta ağır yenilgi almasının ardından Tiflis’teki siyasi yapının Rusya Federasyonu yanlısı bir temelde yeniden oluşturulabileceğini düşünüyor olabilir.

Ayrıca Güney Osetya, bağımsızlığını ilan ettiği 1991’den bu yana kendisini tanımayan Batı’nın Şubat ayında Kosova’yı bir çırpıda ‘bağımsız’ yapmasına fena içerlemişti. Kosova’nın tek taraflı bağımsızlık ilanından iki hafta sonra, 3 Mart’ta, Güney Osetya parlamentosu, “Kosova örneği ile egemen devletlerin toprak bütünlüğü argümanının önceliğini yitirdiğini” söyleyerek, bağımsızlığının tanınması için Rusya Federasyonu, Bağımsız Devletler Topluluğu, BM ve AB’ye çağrıda bulunmuştu.

Saakaşvili’nin kumarı mı?

ABD’nin bölgesel stratejisi mi?

Savaş patladıktan hemen sonra, BBC, CNN, El Cezire gibi televizyonlara bağlanan uzmanların çoğu ağzını “miscalculation” (yanlış hesap) diyerek açtı, yani savaşın Saakaşvili’nin yanlış hesabı nedeniyle çıktığını söyledi. Bunun yanında Batı basınındaki değerlendirmelerin önemli bir kısmında, saldırıdaki ABD ve NATO parmağına da dikkat çekildi.

Örneğin ABD’deki düşünce kuruluşlarından Dış İlişkiler Konseyi (CFR) uzmanı ve Georgetown Üniversitesi Profesörü Charles Kupchan, Saakaşvili ve ABD’nin çok yakınlaştığını, bu yakınlığın da Gürcü lidere “başı derde girerse Batı’nın yardımına koşacağı hissini verdiğini, bu yüzden de geçen hafta yanlış hesap yaparak Güney Osetya’ya asker gönderdiğini öne sürdü.

Guardian, başyazısında, “En büyük kaybeden ise Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili. Rusya’nın Güney Osetya’yı geri almaya çalışmayacağını düşünüp kumar oynadı ve kaybetti. Gürcistan’ı birleştirmek devlet başkanlığının temel hedefiydi. Ancak şimdi kazanmak bir yana Güney Osetya’yı tamamen kaybetti ve Abhazya’dan bir askeri saldırıya da hedef oldu” diye yazdı.

Independent yazarı Bruce Anderson ise, “Gürcü-Rus Çatışmasında Batı’nın Rolü” başlıklı yazısında; “Gürcülerin çoğu, kendilerini eğer NATO üyesi olurlarsa özgürlüklerimizi ve özgürlüklerini Gürcü-Rus sınırında omuz omuza savunacağımıza ikna etmiş durumdalar. Bu saçmalıktır. NATO garantisini Gürcistan’a veya Ukrayna’ya verdiği an geçerliliği olan bir savunma teşkilatı olma özelliğini yitirir veya daha muhtemeli teşkilatlı bir riyakârlığa dönüşecektir. Yeni üyelerin asker vermeye davet edildiği fakat en ihtiyaç duydukları anda yardım edilmedikleri iki tabakalı bir yapıya dönüşecektir… Heyhat, bütün konuşmalar NATO’nun teşvik ettiği Gürcü maceraperestliğinden ibaret. Bu, Cumhurbaşkanı Saakaşvili’ye Rusya’yı herhangi bir karşılık olmadan tahrik edebileceğini düşündürttü. Ruslar ise ona ders verme vaktinin geldiğini düşünüyorlardı. Bu yaşanmak zorunda değildi. Rusların ölüm tehditleri aşılamalarını beklemektense Batı Gürcistan’a hayatın gerçeklerini öğretmeliydi. Gürcülerin yüzde sekseni NATO’ya katılmak istiyor ama dış ilişkilerini Noel Baba’ya mektup yazarak sürdüremezler. Gürcüler de kendi konumlarını kabullenmeye yardım edilmeliydiler.

Financial Times da, Batı ittifakının, NATO ve Avrupa Birliği vasıtasıyla Rusya sınırlarına dayanmasının, Gürcistan ve Ukrayna’daki “post modern” darbeleri desteklemesinin ve Kosova’nın Sırbistan’dan, Kürdistan’ın da Irak’tan kopuşuna göz yummasının Rusya açısından tehdit edici bir görüntü arz ettiğini yazdı.. Gazete, “Dahası NATO’nun Gürcistan ile flörtü, Saakaşvili’yi büyük oynamaya teşvik etmiş olabilir. Ancak yine de, Rusya’nın eski tebaasına kur yapan Avrupa Birliği ve NATO değildir. Tam tersine, Moskova’ya güvenmedikleri için, onlar Batı’nın kollarına atmışlardır kendilerini.

Peki bu saldırı Saakaşvili’nin hayatının kumarı mıydı, yoksa ABD’nin GOP kapsamındaki bölgesel stratejisinin bir parçası mıydı?

Rus istihbaratından bir yetkili, “Amerikalı askeri yetkililer, Gürcü birliklerinin Güney Osetya’ya düzenleyeceği askeri operasyonun tarihini ve başlama saatini biliyordu” dedi. Kanıtı ise, Gürcü operasyonuyla aynı tarihe denk düşen bir Amerikan heyetinin Rusya ziyaretinin iptal edilmesiydi. ABD’nin NATO Büyükelçisi Kurt Volker ise, “ABD uzun bir zaman Gürcistan’a Güney Osetya’da askeri bir çözüm bulunmadığını söyledi. Gürcü askerleri Güney Osetya’ya girmeden bir gün önce de biz ‘bunu yapma, askeri bir çatışmanın içine sürüklenme, bu sizin yararınıza değil’ dedik” diye konuştu. Büyükelçi, ayrıca “Ama (Gürcistan) üzerindeki baskı çok büyüktü ve harekete geçmek zorunda olduklarını düşündüler ve bu Rusya’ya 20 binden fazla askerle büyük bir askeri operasyon başlatmak için aradıkları bahaneyi verdi” dedi. Bu konudaki bir iddia da, “Saakaşvili, seçilmesine kesin gözüyle bakılan Obama’nın Bush gibi saldırgan olmayacağını düşünmüş olabilir; dolayısıyla Bush gitmeden son kez Bush desteğiyle güç yarıştırıyor olabilir.” şeklinde.

Bu konudaki spekülasyonlar bir kenara bırakılacak olursa, Gürcistan’ın, Güney Osetya’ya saldırısı konusunda ABD’yi önceden bilgilendirmemesi mümkün değil. ABD ile Gürcistan arasında bu konuda bir görüş ayrılığı varsa bile, bu sadece zamanlama ile ilgili bir sorun olabilir. Ayrıca Saakaşvili’nin pek çok ülke[11] tarafından maddi, askeri, siyasi bakımdan yıllardır desteklendiği, kollandığı ve Rusya’ya karşı cesaretlendirildiği gün gibi ortada.

Başka bir deyişle, Gürcistan’ın sıkışmışlığı ve Batının şımarık çocuğu Saakaşvili’nin politika yapış tarzı gibi etkenler, ancak, sorunun “bugün” patlamasında etkili olmuş olabilir. Yoksa bölgede GOP’un ruhuna çok uygun biçimde kaşınan gerginlikler ve emperyalist güçler arsındaki egemenlik savaşı, bugün değilse yarın, bir şekilde meyvelerini verecekti. Evet, bir yanıyla Saakaşvili kumar oynadı, ama diğer yandan ona kredi açan da ABD’ydi.

Evrensel gazetesi yazarı Yücel Özdemir köşesinde bu durumu şöyle açıklıyor: “Saakaşvili’ye bu kumarı oynatan Bush ve ekibi, sonucu belli bir savaşla, Kafkasya’da istikrarsızlık ve huzursuzluk yaratarak, bunun üzerinden bölgeye uluslararası bir müdahale için zemin yaratmak amacıyla böylesine bir ‘maceraya’ girişmiş bulunuyorlar. Ve son bir kaç gündür olup bitenlere bakıldığına, NATO, ABD ve AB ortaya çıkan ‘istikrarsız’ durumu ‘istikrarlı hale’ getirmek adına, Gürcistan’ın sorunlu bölgelerine, uluslararası bir güç yerleştirmenin planlarını yapıyor. Bu gücün AGİT şemsiyesi altında olması sıkça telaffuz ediliyor. Gürcistan’da yasal ya da illegal şekilde konuşlandırılan Batılı güçler, şimdi Rusya’nın nüfuz alanındaki Güney Osetya ve Abhazya’ya ‘uluslararası güç’ adı altında yerleşme, bunun üzerinden egemenlik alanını genişletme siyaseti izliyorlar. Bu siyasetin hayat bulması için elbette Saakaşvili de gözden çıkarılacak.

Nitekim Moskova’da yaşayan gazeteci Suat Taşpınar da, Saakaşvili’nin politik üslubu konusunda ABD’nin kılavuzluğuna dikkat çekiyordu: Evvela birkaç özlü söz: Elin penisiyle gerdeğe girilmez… Akılsız dostun olacağına akıllı düşmanın olsun… Öfkeyle kalkan zararla oturur… ‘Men dakka dukka’… Herkesin hayrı için Saakaşvili, bir formülü bulunup gitmeli. Hem Gürcistan’ın, hem Türkiye’nin ve size garip gelebilir ama uzun vadede ABD’nin bile bunda çıkarı var.

Bu, İngilizceyi Amerikalılar kadar güzel konuşan, ABD’nin rahleyi tedrisatından geçen heyecanlı genç adam, züccaciyecide dolaşan fil gibi. Zaten cüsse olarak müsait. Daha vahimi, kafa olarak da müsait… İşin vahim yanı, sözünü dinlediği tek kişi, baba şefkatiyle sarıldığı W. Bush. O da üslup denince daha beter. Yerine Mc Cain gelirse, o bin beter! Yani Saakaşvili, kargayı kılavuz yaptıkça beladan kurtulamayacak

Rusya-ABD gerilimi

Bir taraftan elde kalan bölgeler üzerinde kontrolünü sürdürme, diğer taraftan ekonomik ve askeri olarak toparlanma sürecine giren Putin Rusya’sı, ABD’ye ilk ciddi mesajını iki yıl önce Münih’te toplanan NATO Güvenlik Konferansı’nda vermişti. Konferansta, NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesini “provokasyon” olarak nitelemiş, Sovyetler yıkıldıktan sonra dengenin bozulduğunu ve dünyanın “çok daha güvensiz” bir yer haline geldiğine vurgu yapmıştı.

Şimdi Rus ordusu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, ilk kez ülke sınırlarının dışında, Gürcistan’da bir askeri operasyon düzenledi. Bu operasyon, aynı zamanda NATO’nun Rusya sınırlarına bir adım daha yanaşmaması gerektiğine dair güçlü bir mesajdır. Ordusunu modernize etmek için 2015 yılına kadar 254 milyar YTL ayıran Rusya, NATO, BM, AB ve ABD’ye “benim egemenlik alanıma istediğiniz gibi müdahale edemezsiniz” demiş oldu.

Bu sırada ABD’nin eli armut toplamadı. Polonya ile 18 aydır süren füze kalkanı görüşmeleri 24 saat içinde sonuçlandırıldı. Polonyalı yetkililer, bu süreçte ABD’nin Varşova’nın pek çok talebini kabul ediverdiğini söylüyor. Bu talepler arasında, Polonya ordusunun ABD tarafından modernize edilmesi, Polonya’ya bir saldırı olması durumunda ABD’nin bu ülkeye yardıma geleceğini garanti etmesi, füze savunma sistemini desteklemek için Patriot füzelerinin ve uzman Amerikan askerlerinin yardım sağlaması gibi başlıklar bulunuyor. Diğer yandan, füze tespit sisteminin kullanımı konusundaki Rusya ile anlaşmasını çoktan bozmuş olan Ukrayna, sistemi yabancı ülkelere –yani Batı ve ABD’ye– açtığını ve anlaşma yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Bu gelişmeleri, Rusya’nın Belarus ile yaptığı füze savunma anlaşması, Suriye’ye silah satışı ve Rus filoları üzerinden Chavez’le münasebetini arttırması gibi Rus karşı atakları takip etti. Füze Kalkanı ile kendisinin hedef alındığını söyleyen Rusya, başından beri projeye karşı çıkıyordu. Hatta 1962 yılında füze krizine dönüşen ve dünyayı savaşın eşiğine getiren “ABD’nin Türkiye’ye, Sovyetlerin de Küba’ya füze inşa etme girişimi”nden bu yana ilk defa Rusya Küba’ya asker ve füze yerleştirmekten söz etti.

Gelinen noktada iş artık daha açıktan yaşanan bir Rusya-ABD gerilimine dönüştü. Karşılıklı sert demeçlere, giderek –Duma’nın Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıması ve bunun Medvedev tarafından onaylanması, NATO tatbikatı veya Gürcistan’a yardım gerekçesiyle Karadeniz’e Amerikan savaş gemilerinin doluşması– gibi somut adımların eşlik etmesi, emperyalist güçler arasındaki çatışma ve saflaşmanın kartlar daha açık olarak oynanmasıyla ilerleyeceğini gösteriyor.

Bu çatışmalar yaşanırken, Gürcistan üye olsaydı NATO müdahale etmek zorunda kalacağı ve işlerin Avrupa ülkelerinin istemediği biçimde karışacağı üzerine Avrupa kaynaklı görüşler ve Rusya’nın tecridine karşı sesler arttı. Şimdi Avrupalı NATO üyesi ülkeler, hem ABD’nin kendilerine danışmadan izlediği “güvenlik” politikaları, hem de Gürcistan’ın üyeliği konusunda daha temkinli davranıyor. Krizin ardından yapılan NATO dışişleri bakanları toplantısında, ABD ve eski doğu bloğu üyesi Merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri ise, Rusya’ya karşı yaptırım uygulanmasını istedi. Almanya ve Fransa, Türkiye ve Hollanda ise Washington yönetiminin ısrarına karşın Rusya ile ilişkilerin askıya alınmamasını savundular ve NATO’nun AWACS uçaklarını göndermesine karşı çıktılar. Dolayısıyla NATO’nun oy birliği ile Rusya gibi bir ülkeye askeri operasyon kararı alması artık eskisine göre çok daha zordur.

UKKTH ve Sovyetlere saldırı fırsatı

Savaşın başladığı coğrafyaya yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği on binlercesinin evlerini terk etmek zorunda kaldığı Güney Osetya’ya dönecek olursak; bu saldırıdan sonra Osetlerin Gürcistan’la tek devlet olması mümkün görünmüyor. Güney Osetya, artık liderleri Eduard Kokotiy’in dediği gibi, “bağımsızlığa her zamankinden yakın”, ancak Rusya’ya da her zamankinden yakın.

Başta ABD ve Rusya olmak üzere emperyalistler halkların kendi kaderini tayin hakkı üzerine ne kadar söylev verirse versin, paylaşım savaşı aynı zamanda halkların iradesini ipotek altına alma savaşı halinde sürüyor.

Gürcistan’ın –ABD ve Batı’nın- Abhaz ve Oset halkları üzerindeki hesaplarını şimdilik kursağında bırakmış olan Rusya’nın, aynı ve başka halkların iradesine ne kadar saygılı davranacağını kuşkusuz kolayca kestirebiliriz.

Sovyetlerin dağılmasından sonra emperyalizm tarafından ısıtılıp ısıtılıp halkların önüne sürülen koşullar ve seçenekler “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ile süslenerek servis ediliyor ve bu hak bölge halklarını birbirine düşürme siyasetinin ‘havuç’u yapılıyor. Daha da önemlisi, Kafkas halklarına sadece iki emperyalist güçten birinin tahakkümüne girme ‘seçeneğinin’ bırakıldığı şu durumda UKKTH’dan ne kadar söz edilebilir, bu da ayrı bir tartışma konusu.

Ekim Sosyalist Devrimi onlarca ulus ve etnik kökenden halk için çatışmasız, barış içinde yaşam koşulları yaratmış, dilleri-kültürlerini geliştirmeleri olanağı sağlamış ve bu halklar iktisadi-sosyal-kültürel ve politik bakımdan olabilir en ileri düzeyde haklara sahip olarak birlikte yaşayabilmişlerdi. Halklar mozaiği Kafkasya’da da farklı inanç ve kültürlerin bir arada barış ve saygı içerisinde on yıllarca yaşaması, sosyalizmin ulusal sorunların çözümünde ne kadar mesafe kat ettiğini gösteriyor.

Durum böyle olduğu halde, sermaye yanlısı, sosyalizm düşmanı kesimlerin tümü bugün olup bitenleri götürüp Ekim Devrimi’ne bağlamayı ihmal etmiyorlar. Kendileri de Ekim Devrimi’nden sonra bölgede halklar arasında gerilim ve çatışmaların yaşanmadığını kabullenmekle birlikte, geriye dönüp sosyalizme saldırmayı çıkar yol olarak görüyorlar. ABD’nin soğuk savaş sonrası stratejisini çizen Brezezinski son gelişmelere ilişkin yazısında şöyle diyor: “Moskova’nın bu küçük, bağımsız demokrasinin aklını çelme, hizaya getirme ve kendisine tâbi kılma yönündeki insafsız teşebbüsü, Stalin zamanlarını hatılatıyor. Gürcistan’a yapılan saldırı, Stalin Sovyetler’inin 1939 yılında Finlandiya’ya yaptığına benziyor: Moskova, zayıf ve demokratik komşusunu tahakküm altına almak için her iki vâkada da keyfi, vahşi ve sorumsuz güç kullanımına gitti… Gerçek şu ki Putin ve Kremlin’deki iş arkadaşları Sovyet sonrası gerçekleri kabul etmiyorlar. Putin, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ‘yüzyılın en büyük jeopolitik felâketi’ olduğunu söylerken samimiydi. Gürcistan ve Ukrayna gibi bağımsız demokrasiler, Putin nezdinde, tarihi anomaliler olmakla kalmayıp aynı zamanda doğrudan siyasi tehdittirler.

Türkiye’de bir TV kanalına konuk olan Gürcistan’ın Ankara büyükelçisinin üç-dört kelimeden ibaret söylemi Gürcistan’daki egemen siyasetin ne kadar kötü bir Amerikan taklitçisi olduğunu gözler önüne serer mahiyetteydi. Grigol Mgaloblishvili, “özgür bir ülke olarak Rusya’nın işgali altında” olduklarını, Putin ve ekibinin bölgeyi Sovyetler Birliğinin ‘ilkel ve gerici’ dünyasına çevirmek istediğini söyleyerek “uygar dünya”dan destek dileniyordu!

Afganistan ve Irak işgaliyle bu ülkelerdeki hükümetleri deviren ve ismi dünyanın dört bir yanında işgaller, CIA tarafından gerçekleştirilen işkenceler ve binlerce insanın ölümüyle birlikte anılan ABD Başkanı George W. Bush da, “Rusya, bağımsız bir komşu ülkeyi işgal etti ve bu ülkenin demokratik olarak seçilmiş hükümetiyle halkını tehdit ediyor. Böyle bir eylem, 21. yüzyılda kabul edilemez” demişti.

Ufukta görünenler

Bölgedeki askeri çatışmaların yerini dünya ölçeğindeki diplomatik gerginliğe ve karşılıklı cepheleşmelere bıraktığı, her saat başı yeni bir tehdidin dillendirildiği şu günlerde bizi bekleyen gelişmeleri tek tek tahmin etmek zor. Ancak somut durum üzerinden dile getirilmiş kimi ipuçlarını birleştirmek mümkün görünüyor:

– Kuşkusuz Rusya, son çatışmanın ardından, Saakaşvili yönetiminin zaaflarını kullanarak, bölgedeki egemenliğini pekiştiren girişimler yapacaktır; bunu şimdiden görmek gerekir. Ancak bölgedeki asıl tehdit hala ABD ve Batılı ülkelerin Kafkasya’daki çıkarları uğruna giriştikleri askeri, diplomatik ve ekonomik müdahalelerdir.

– ABD ve müttefiklerinin bölgeye yönelik yönelim ve tutumu, bugünkü türden nispeten küçük çaplı çatışma ve savaş denemelerinden daha kapsamlı çatışmaları davet etmektedir. Saakaşvili’nin “pes ediyorum-ateşkes ilan edilsin” diye geri adım atması, hem güçlü bir kanıttır, hem de bölgede yayılma stratejisine rağmen ABD ve patronajındaki güçlerin Rusya ile dolaysız bir savaşı bugünkü koşullarda göze alamadıklarının göstergesidir.[12]

– Bugüne kadar eskiden SSCB’nin denetiminde olan bölgelerin (Balkanlar, Ukrayna, Beyaz Rusya) yeniden paylaşılmasında ABD ile birlikte hareket eden Almanya-Fransa ikilisi, öyle anlaşılıyor ki, bu kez ikisi arasında daha ince bir siyaset izleyecek. Enerji bakımından Rusya’ya bağımlı AB, Gürcistan vesilesiyle ilişkileri germeyi, kesmeyi tercih etmeyecektir.

– ABD kuşkusuz oturup beklemeyecektir; onun, gelişmeler karşısında yeni bir hamlesi ya da yeni provokasyonlar için girişimlerde bulunması şaşırtıcı olmayacaktır. Saakaşvili’nin Gürcistan’ın (Birleşik Devletler Topluluğu) BDT’dan ayrılacağını açıklaması ve ABD’nin bölgedeki tetikçiliğine soyunarak, diğer birçok ülkeyi de BDT’den ayrılmaya çağırması, elinde, ellerini kanatmaya devam edecek bir demet dikenli sap kalmış olması durumunu değiştirmeyecektir! Ayrıca istikrarsız ve iç karışıklıklarla çalkalanan bir Gürcistan, ABD ve diğer emperyalist güçler için daha çok müdahale olanağı da yaratmış olacaktır.

– Ama bu gelişmelere bakıp, ‘Rusya durumdan memnun, Güney Osetya’ya yerleşti, çok kafası atarsa Tiflis’e kadar girer’ denemez. Kafkasya karışırsa, Rusya da kaybeder. Çeçenistan’ın yarasını yeni sarmaya çalışan, İnguşetya’da patlayan silahlarla gerilen federatif bir Rusya, savaşa meyledemez. Bölgede bu yangın bir an önce sönmezse, nereye nasıl sıçrayacağı bilinmez. Daha güneyde ellerinde silahlarla bekleyen Azeriler ve Ermeniler dahil. Kafkasya, yüzlerce halkın yaşadığı bir ev; evde yangın çıkarsa kimin yanacağı belli olmaz.[13]

– Tiflis’teki Akabı Havaalanı’ndan her gün ABD’li lojistik firmalarına ait dörder tane yük uçağı havalanıyor. Kaynaklar, Gürcistan’a yeni teknoloji silahlar sevk edildiğini ve Tiflis’in Rusya’yı bunlarla şaşırtmaya hazırlandığını söylüyor. Eğer doğruysa, Washington’ın Moskova’ya karşı ikinci kez, başka bir devletin silahlı kuvvetlerini kullanarak uzun mesafeli savaş yürütme metoduna başvurmasının yalnızca Kafkasya’yı değil, Avrasyayı, hatta tüm dünyayı iyice gereceği tahmin edilebilir. Bu fazla ihtimal dahilinde değil kuşkusuz, ama ABD’nin de savaştan beslendiği unutulmamalı. İsrail gazetelerinin senaryolarına göre, bu, Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO’ya çekmek için mükemmel bir yol.[14]
Öte yandan Amerikan stratejistleri Rusya’ya yüklenmeyi tartışıyorlar. Onlara göre, ateşin tutuşturulacağı bir sonraki nokta, Ukrayna olabilir. Rusya liderliği, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saygı duymaya ihtiyaç olup olmadığını açıktan açığa çoktan sorguladı. Rusya liderleri, Ukrayna’nın parçası olan Kırım‘ın tekrar Rusya’ya bağlanması gerektiğinden de bahsettiler. Benzer şekilde, Moldova üzerindeki Rus baskısı, bu küçük eski Sovyet cumhuriyetinin parçalara ayrılmasına yol açtı. Moskova, Kazakistan ve Özbekistan gibi Orta Asya komşularını iktisâdi bakımdan kendisine bağlama/mahkum etme çalışmalarını da sürdürüyor. Bu ise küresel mâli baskıya karşı gittikçe savunmasız hâle gelen yeni Rus iş çevresinde endişe uyandırması gereken bir şeydir. Rusya’nın güçlü oligarklarının Batı bankalarında, yüzlerce milyar dolarlık hesapları var. Bir safhaya geldiğinde, varlıkların dondurulmasına varabilecek -tasavvur edilebilir bir şeydir bu –  Soğuk Savaş tarzı bir durumda kaybedecekleri çok şeyleri olacaktır.[15]

– Bölgedeki çatışmalar, ABD’nin büyük desteğiyle inşa edilen ve Rusya’yı by-pass ederek Gürcistan’dan geçen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliğine darbe indirecektir. Çatışmalar ayrıca, Hazar ve Orta Asya doğal gazını Avrupa’ya taşıyacak ve Rusya’ya bağımlılığı azaltacak olan Nabucco projesine darbe indirecektir.[16]

Emperyalistlerin hakimiyet savaşında ezilmemek açısından bölge halkları için tek çıkar yolun, tek tek ülkelerde gerici ve işbirlikçi yönetimlere karşı mücadele ile birlikte bölgeye yönelik emperyalist müdahalelere karşı halkların kardeşliğinin öne çıkarılması ve antiemperyalist birlikler oluşturulması olduğu açık.

TÜRKİYE

MİT açıklaması ve “aktif dış politika” dönemi

ABD ve sadık müttefik Türkiye arasında tezkere ve arkasından çuval krizlerinin yaşandığı dönem, Türkiye-ABD ilişkilerinde yakın tarihin en kötü dönemi olarak nitelenmişti. Başbakan Erdoğan’ın hamasi nutuklar attığı, işbirlikçi basının ne oluyoruz türünden yaygara kopardığı o günlerde, her gün bir emekli paşa ya da strateji uzmanı televizyonlara çıkıp, “İşte gördünüz mü, tezkereyi geçirmediniz böyle oldu. Aman ilişkiler hemen düzeltilsin. Yoksa halimiz harap” türünden açıklamalar yapıyordu. Ülke içinde de CHP-Genelkurmay öncülüğündeki “laikçi” cephe ile AKP’ci cephe arasında gerilimin doruğa çıktığı, bununla birlikte Kuzey Irak’taki gelişmeleri kaygıyla izleyen egemenlerin Kürt sorunu konusunda iyiden iyiye köşeye sıkıştığı bir dönem yaşanıyordu. O günden bu yana geçen zamana ayrıntıları ayıklayarak bakarsak, paşaların ve Erdoğan’ın sırayla Beyaz Saray’ı tavaf etmelerinin ardından, Türkiye egemenleri ile Amerika’nın öpüşerek barıştığını, -bölgede tek argümanı olarak kalan- Kuzey Irak’a operasyonuna göz yumulan Türkiye’nin ABD’nin GOP stratejisine yeniden ve daha güçlü bağlandığını görüyoruz. (Bu bağ aslında hiç kopmadı ancak Amerikan çıkar ve ihtiyaçlarına göre yenilenmesi gerekiyordu.) Üstelik bu ziyaretler AKP ve Genelkurmay’ın en önemli ortak noktaları olan ABD işbirlikçiliği temelinde yeniden uzlaşmalarına vesile olmuştur. Böylece dışarıda emperyalizmin taşeronluğuna hız verilirken, içerisi de buna uygun biçimde yeniden düzenlemeye girişilmiştir. Bir dönem içerde -hatta K.Irak’ta kullanılan- ancak şimdi ayak bağı olan kesimlerin tasfiyesi Ergenekon operasyonu eliyle gerçekleştirilmektedir.

Aslında ‘iç ve dış işler’de yeni adımları gerekli kılan bu yöneliş seçimlerden ve ABD ziyaretlerinden daha önce, 2007 başında, MİT müsteşarının ağzından çoktan deklere edilmişti. MİT müsteşarı Emre Taner MİT’in 80.yılında yaptığı konuşmada şöyle demişti: Dünya yeniden şekilleniyor. Statükocu kafalar bunu öngöremediği için hazırlıksız yakalandık. 21. yüzyılda küresel rol savaşları doğuda cereyan edecek. Buradaki pozisyonu nedeniyle Türkiye ‘bekle-gör’ gibi pasif bir politika izleyemez. Kartlarımızı iyi kullanalım.

Bu aktif dış politika çağrısı, 28 Aralık 2006 tarihli Tempo’da yayınlanan MİT raporu ile birleştirildiğinde, Türkiye’nin Irak, özellikle de Kuzey Irak politikasını gözden geçirmesini salık veriyordu. Nitekim Irak’ta “Irak Kürt Bölgesi Petrol Yasa Taslağı”nın yasalaşması gündemdeydi ve Türkiye olaya dahil olmazsa, Kürt bölgesindeki tüm mevcut petrol operasyonları, boru hatları, rafineriler ve altyapının denetimi Kürt Bölgesel Yönetimi’ne bırakılacaktı.

Ancak çağrı, milliyetçi çevrelerin umduğu gibi ‘Kuzey Irak’a operasyon yapılması için yürütülen kampanyaya destek’ten öte anlamlar barındırıyordu. MİT ağzından yapılan uyarı görünümündeki ilan, -sözde Türkiye’nin çıkarları için, ama gerçekte ABD taşeronluğu kapsamında- sınırların ötesinde at koşturulması konusunda Türkiye egemenlerinin çoktan uzlaştığının göstergesiydi.

Böylece Kürt sorunu üzerinden yükseltilen milliyetçi dalga, AKP, MİT ve Genelkurmay’ı ABD ile işbirliği ekseninde birleştiren bir zamk görevi gördü.

Yıkım taşeronluğu

Son aylarda gerek Abdullah Gül gerekse de Ali Babacan tarafından gerçekleştirilen sayısız ziyaret de, bu ABD’nin kuyruğunda sözüm ona “aktif” dış politika yönelişi kapsamında değerlendirilmeli. Abdullah Gül bir yılda 17 ülkeye 21 yurtdışı gezisi gerçekleştirerek rekor kırdı. (Sezer’in 7 yılda yaptığı yurtdışı seyahat sayısı 49’du.) Bu ziyaretler, ekonomik anlaşmalar ve sözde ‘arabuluculuk’ faaliyetleri ile, Türkiye’nin eli Ortadoğu’dan Kafkaslara, ‘Türki Cumhuriyetler’den Afrika’ya kadar GOP kapsamındaki her yere değdi.

Türkiye;

– ABD’nin Irak işgaline en büyük desteği vermeye devam etti. Irak’ın işgali ve işgalin sürdürülmesi için gereken lojistiğin yüzde 70’i İncirlik üzerinden gerçekleştirildi. Kuzey Irak’a ABD ile anlaşarak gerçekleştirilen birkaç operasyonun ardından, Kerkük’ün petrol kaynaklarının paylaşımı konusunda da Amerika ile en azından fikren anlaşmış görünüyor.

-Türkiye hükümeti Filistin’de ‘ılımlı’ Mahmut Abbas’ın öne çıkarılması, ‘radikal’ Hamas’ın yalıtılması planına aktif destek verdi. Annapolis’ten hemen önce yapılan Ankara Forumu ile İsrail’le Abbas arasında görüşmelerin başlatılmasına ön ayak oldu. Gazze’nin abluka altına alınması ve İsrail şiddeti karşısında hep sessiz kaldı. Türkiye ile İsrail arasındaki askeri, ekonomik, siyasi ilişkiler AKP iktidarında tarihinin en iyi dönemini geçirdi.

ABD’nin verdiği Suriye’yi İran’dan uzaklaştırma görevi gereği, İsrail ile Suriye arasında yürütülmeye başlanan dolaylı görüşmelerde arabulucu oldu.

ABD ile İran arasında gerilimin had safhada olduğu son dönemde iki ülke arasında da arabuluculuk yapacağı öne sürüldü. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın İstanbul’daki çalışma ziyaretinde “Tahran’ın harab-ül Bağdat olmasını istemeyiz” diyerek, ABD’nin tehditlerini üstü kapalı biçimde İran’a iletti. Komşusunu emperyalist stratejiye boyun eğmesi için ikna etmeye çalışan Türkiye, beklenen doğalgaz anlaşmasını da ABD ile göbek bağı gereği imzalayamadı. Guardian gazetesinin Batılı bir diplomatik kaynağa dayandırılan haberi de bunu destekliyor: “Amerikan hükümetinden baskı gören Türkiye, dün kârlı bir enerji anlaşmasından geri adım atarak, konuk İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı küçük düşürdü… Geçen ay Ankara’yı ziyaret eden, Amerikan Başkanı’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley, burada Ahmedinecad’ın ziyaretine yönelik itirazlarını dile getirdi. Ancak Türkler Ahmedinecad’ın Türkiye’yi ziyaret etmek için uzun süredir bastırdığını ve artık hayır diyemeyeceklerini belirttiler. Amerika’nın çekincelerini gidermek için de, belki elektrik konusunda bir şeyler dışında, önemli bir enerji anlaşması imzalamayacakları sözü verdiler. Ayrıca Ahmedinecad’a Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, uranyum zenginleştirmeyi durdurması karşılığındaki teşvik paketini kabul etmesi için baskı yapmayı taahhüt ettiler.

– Türkiye, Gürcistan yönetimine en çok askeri yardım yapan ülkedir. (ABD 40, Türkiye 45 milyon dolar) Gürcistan ordusu TSK tarafından eğitilmektedir. Ayrıca Türkiye, Balkanlarda ve Kafkasya’da, bu bölge halklarıyla sahip olunan ırk ve din temelli bağları istismar ederek, ABD yayılmacılığının aracılığını yapıyor. Bölgede Azerbaycan’da darbe tertiplemeye kadar varan entrikalar çevirmekte, ‘Türki Cumhuriyetler’de Fethullah Gülen ve diğer tarikatların gerici faaliyetleri aracılığıyla güç olmaya çalışmaktadırlar.

– Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda, Türkiye’nin Sarkozy’den yediği gole misilleme olarak Akdeniz Birliği’nin kuruluş toplantısına katılmama tartışıldı. Ancak bölgenin ‘gerilimleri yumuşatan güçlü devleti’ pozları kimse tarafından kaale alınmayınca dışında kalamadı.

– ABD, Afrika’da sömürgeci beyaz adam imajını kırmak ve bölgeye yerleşmenin yolunu hazırlamak üzere, Türkiye’ye “yürü ya kulum” dedi ve Afrika Birliği-Türkiye zirvesi gerçekleştirildi. Türkiye’nin -bir yanıyla Sudan devlet başkanı Beşir üzerinden yürütülen- Afrika’nın doğal kaynakları ve bakir pazarlarından kimin ne kadar pay alacağı mücadelesinde belirleyici bir güç olamayacağı çok açık.

Tüm bu sınır ötesi faaliyetler ABD’nin bölgede arabuluculuk oyunları ile kendini ve İsrail’i meşrulaştırmak, İran’a olası saldırısı için zaman kazanmak ve zemin hazırlamak için Türkiye’yi tamamen peşine takacak bir konuma itme çabalarının açık kanıtı.

SONUÇ YERİNE

Kapitalizmin ABD’den yayılan ekonomik krizi, bu krizi aşmak üzere silah sanayinin canlanmasına hizmet edecek yeni bir savaş olasılığı, ayrıca 4 Kasım’da yapılacak ABD başkanlık seçimlerinde Obama’nın son dönemdeki ‘şahinvari’ açıklamalarının demokrat-muhafazakar, siyah-beyaz kim gelirse gelsin Amerikan dış politikasının değişmeyeceğini göstermesi, GOP kapsamındaki bölgede Amerikan yayılmacılığının derinleşeceğini gösteriyor.

Öte yandan ABD’nin İran’a saldırı tehditleri, Gürcistan üzerinden alevlenen Rusya-ABD gerilimi, İran-Latin Amerika-Suriye ve Rusya arasındaki askeri ve ekonomik anlaşmalara eşlik eden yakınlaşmalar…vb. gelişmeler, emperyalistler arasında yeni saflaşma ve çatışmalara işaret ediyor.

Türkiye egemenleri ise, hesaplarını Ortadoğu ve Kafkasya’da halkların kanı ve sömürüsünden pay kapma üzerine yapmaktadır. Hem ülkemiz ve Türkiye halkları, hem de bölge ülke ve halkları açısından yarar getirmek bir yana, dönüşü olmayan yıkım ve zararlara mal olacak bu politika, yıkım taşeronluğu değil de nedir?

Oysa bölgede barışın tesis edilebilmesinin ilk koşulu ABD başta olmak üzere emperyalistlerin bölgeden tümüyle çekilmeleridir. O halde Türkiye’nin, kardeş halkların katledilmesinin değil, bölge halklarının emperyalist müdahalelere karşı birleştirilmesinin aracısı olması gerekir. Türkiye gerek jeostratejik konumu, gerek bölge halklarıyla tarihsel ve sosyal bağları, gerekse de anti-emperyalist mücadelenin sınıf bileşimi ve düzeyi açısından bölgede bunu yapabilecek ülkelerden biri, belki de tek ülkedir. Ancak böylesi bağımsızlıkçı bir politikayı ancak işçi sınıfı izleyebilir.


[1] Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi. ABD’nin Donald Rumsfeld, Dick Cheney, Paul Wolfowitz, Richard Perle ve William Kristol öncülüğünde, 1997’de oluşturduğu ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi‘nin (PNAC) bir alt unsurudur. ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” başlığını taşıyan ve Eisenhower Doktrini olarak anılan kararı bugünkü GOP’tan farklı değildir. GOP’a ilişkin bütün değerlendirmeler, NNSS 02 olarak kodlanan Ortadoğu’da “ABD’nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi: Bir 11 Eylül Sonrası Analizi” adlı belgeye dayandırılmaktadır. G-8 Zirvesi için hazırlanan ve Al-Hayat Gazetesinde 13 Şubat 2004’te yayınlanan GOP belgesi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2002 ve 2003 Arap İnsani Kalkınma Raporları’nda belirtilen ‘eksikliklere’ dayandırılmıştır. ABD projeyi desteğini almak istediği G-8’i oluşturan Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Kanada, İngiltere ve Rusya’ya iletmiş ve proje Haziran 2004’teki G-8 zirvesinde ele alınmıştır.

[2] Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin kastettiği alan tam olarak 23 ülkeyi kapsamaktadır: Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, Lübnan, Filistin, Ürdün, Suriye, Türkiye, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, İran, Afganistan, Pakistan. Kafkaslarla birlikte düşünüldüğünde Türkiye bu bölgenin tam ortasındaki kalıyor.

[3] Amerikalı tarihçi, dış ilişkiler uzmanı yazar Gareth Porter, “Pakistan ordusu içinde El Kaide ve Taliban ile güçlü bağları olan unsurlar bulunduğu gerçeğinin ve Müşerref’in de Pakistan’daki El Kaide destekçisi aşiret liderleriyle yakın ilişkilerinin Bush yönetimi tarafından gizlendiği” iddiasını dile getirdi. Pakistan ordusunun Taliban ve Pakistan’daki dinci militanlarla “derin bağları” olduğunu söyleyen Porter, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (NSC) Güney Asya direktörü olan Bruce Riedel’in “El Kaide, Pakistan ordusundaki cihat kültürünün ürünüdür” diyerek, bunu kabul ettiğinin altını çiziyor. Riedel ayrıca, El Kaide’yi destekleyen bir devlet kurumu varsa, bunun “İç İstihbarat Servisi yoluyla faaliyet gösteren Pakistan ordusu olduğunu” söylemişti.

Pervez Müşerref, kendi kaleme aldığı anılarında da, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra dönemin dışişleri bakanı yardımcısı Richard Armitage’in, terörle savaşa destek vermezse Pakistan’ı “taş devrine döndürecek kadar bombalamakla” tehdit ettiğini yazmıştı.

Müşerref’in, 2004’te seçimler için siyasi ittifak yaparak, dinci militanların en etkili olduğu iki sınır eyaletinde kazanmayı garantilediğini belirten Porter, bu siyasi uzlaşmayı, Güney Veziristan’dan askerleri çekme kararının izlediğini ve bunun da bölgedeki militanlara “güçlenme” imkanı tanıdığını öne sürüyor. Bush yönetiminin, bu kararlarına rağmen Pakistan’a 36 F-16 uçağı satmayı kabul ederek, “Müşerref’i ödüllendirmeyi” seçtiğini ifade eden Porter, nihayetinde 2007 yılında hazırlanan ulusal istihbarat değerlendirmesinde, El Kaide’nin “yeni cennetinin” Pakistan’ın aşiret bölgeleri olduğunun kabul edildiğini belirtiyor.

 

[4] Yazı yayına hazırlandığı sırada, Navaz Şerif’in Pakistan Müslümanlar Birliği Partisi, hali hazırda başta Müşerref’in görevden aldığı yargıçların göreve iadesi olmak üzere büyüyen fikir ayrılıkları nedeniyle koalisyondan ayrılmayı değerlendiriyordu.

[5] İsrail’in 2 Mart 2008’de Gazze’ye başlattığı operasyonda çoğu bebek ve çocuk onlarca Filistinli yaşamını yitirdi. Gazze’nin ana elektrik santrali kapandı. Aç ve çaresiz Gazzeliler Hamas’ın buldozerle ‘deldiği’ Mısır sınırından akın ederek ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kaldı. Bu süreçte işbirlikçi AKP hükümeti kadar ‘anti emperyalist’ olma iddiasındaki İslami çevrelerdeki sessizlik de dikkat çekiciydi.

[6] ABD’de çıkan New Yorker dergisi, ABD’nin İran’a yönelik gizli operasyonlara hız verdiğini yazmıştı. Derginin gizli “Başkanlık Kararı” adlı belgeye dayandırdığı habere göre: “Bush’un İran’daki gizli operasyonlar için 400 milyon dolar verilmesi yönündeki isteği ABD Kongresi liderlerince onaylandı. ABD Özel Operasyonlar Güçleri geçen yıldan beri Güney Irak’ta, İran Devrim Muhafızları’nın komando kanadı olarak bilinen El Kudüs üyelerinin yakalanması veya öldürülmesine yönelik sınır ötesi operasyonları düzenliyorlardı. Ancak şimdi CIA’nın da dahil olduğu operasyonların boyutları ve sahası büyük oranda genişledi. ABD’nin İran’daki muhalif gruplara verdiği desteğin, İran’ın sert tedbirler almasına yol açacağı belirtilen yazıda, bunun Bush yönetimine müdahale etmek için bir neden yaratacağı da iddia edildi.

[7] Ateşkesin sağlanmasından birkaç hafta sonra Trablus’ta yaşanan tek tük mezhep gerginlikleri ise Salafistlerle Hizbullah arasında yenilenen “Müslüman’ın Müslüman’ı vurmaması” anlaşması ile şimdilik son bulmuş görünüyor.

[8] İç savaşın ardından tüm milisler silah bıraktı, bir tek Hizbullah olası İsrail saldırısında ordunun yetersi kalacağı gerekçesiyle silahlarını teslim etmedi. 2006’te Lübnan’ın güneyine saldıran İsrail ordusunun Hizbullah güçleri sayesinde püskürtülmesi bu önlemi doğrular nitelikteydi.

[9] Dünyanın en önemli stratejistleri arasında ismi sayılan ABD’nin soğuk savaş sonrası stratejisini çizen Brezezinski ABD‘de 19771981 yılları arasında Jimmy Carter‘ın Ulusal güvenlik yardımcılığını yaptı. Samuel Huntington’la birlikte çalışarak, 43 sayfalık ve bir gizli bülten yazdı. Bu bültende gelecek yönetimin 10 önemli dış ve ulusal güvenlik politikası hedefi açıklanıyordu. Kitapları: Büyük Satranç tahtası: Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Jeo Stratejik Çıkarları, Büyük Çöküş, Kontrolden Çıkmış Dünya

 

[10] Batı’nın, petrol ve doğalgaz konusunda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak için, Azerbaycan ve Türkistan petrolünün batıya taşınması için Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı gibi alternatif enerji koridorlarına ihtiyacı var.

[11] Gürcistan’a silah gönderen 14 ülke içinde : ABD, Bulgaristan, Macaristan, Yunanistan, Letonya, Litvanya, Türkiye, Fransa, Çek Cumhuriyeti, Estonya, İsrail, Bosna Hersek, Sırbistan, Ukrayna var.

[12] A. Cihan Soylu, “Savaş, istikrarsızlık ve ABD”, 14.08.2008, Evrensel

[13] Suat Taşpınar, 10.08.2008, www.turkrus.com

[14] Rus resmi gazetesi Rossiyskaya Gazeta

[15] Zbigniew Brzezinski. Bkz dipnot 9

[16] Guardian

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑