Hatırlanacağı gibi, 1990’lı yılların başında “küreseleşmeci” burjuva düşünürlerin ağızlarından düşürmedikleri savların başında, “küresel refah” veya “adaletin” var olabilmesi için neo-liberal ekonomi politikaların kayıtsız ve şartsız tüm kapitalist ülkelerde uygulanması gereğini belirten savı geliyordu. Burjuvazi ve sermayenin önündeki tüm sınır ve kısıtların ortadan kalkması kaçınılmaz görülüyordu. Bunu başarmanın formülü, “küçük ve pasif devletler” ve “büyük ve aktif piyasalar” yaratmaktı. Başka bir deyişle, piyasaların “sihirli eli”nin her şeyi düzene sokacağı savunuluyordu!
Batı Avrupa ve ABD’de konut kredisi (mortgage) krizinin tetiklediği mali krizler veya durgunluk, bu argümanın cilasını döktü. Serbest piyasa ekonomisinin temelleri ve içeriği tekrar masaya yatırıldı. Daha düne kadar ekonomiye devlet müdahalesini horlayan ve her derde deva neo-liberalizmi göklere çıkartan burjuva düşünürleri, bugün devleti imdada çağırmaktadır. Dolayısıyla, serbest piyasa ekonomisi yerine “Keynesci ekonomi politikaların uygulanması” veya “Keynesci önlemlerin alınması” gerektiği sıkça dile getiriliyor.
Burada orijinal veya yeni bir durum söz konusu değil. Her emperyalist kapitalist kriz döneminde, burjuva iktisatçı ve siyasetçileri, Keynesciliği öne sürerek, krizlerin kapitalist ekonomi politikaların kaçınılmaz bir sonucu olmadığını; bir planlama ve “onarma” sorunu olduğunu dile getirmeye çalışır. Zaten İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in ekonomi politikası, tarih sahnesine 1929 yılında, iktisadi krizle boğuşan kapitalist ekonomileri “onarma” göreviyle çıkmıştı. Başka bir deyişle, Keynesciliğin sosyal temeli, tekelci kapitalizmin çürümüşlüğünde yatıyor. Bugün dünyayı saran iktisadi krizle de görüldüğü gibi, tekelci kapitalizmin başı dara girdiğinde, serbest piyasa karşıtlığıyla Marksizm karşıtlığının sentezi olan Keynesciliğe sarılır. Dolayısıyla, bugün Keynesciliği anlamak ve irdelemek akademik, güncel ve siyasal bir ihtiyaç haline gelmiştir. Keynesciliğe giriş işlevi taşıyan bu makaleye bundan dolayı yer vermekteyiz.
keynes ve keynescilik nedir?
SİNAN ALÇİN
GİRİŞ
Bir tarafta tarihe 1929 Ekonomik Buhranı olarak geçen ve kapitalizmin en büyük ve uzun süreli krizi ve diğer tarafta Sovyetler Birliği’nin plânlı ekonomi deneyi sayesinde Sovyet halklarının bu kapitalist bunalımdan etkilenmemesi, kapitalist ekonominin sürdürülebilirliğini imkansız hale getirmiştir. Bu durumu aşmak için sermayenin organik iktisatçıları hummalı bir araştırma ve çalışma içerisine girerler. Bunlardan biri ve en önemlisi de İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’tir. Klasik liberal görüşe bir karşı çıkış gibi gösterilmek istenen Keynes’in görüşleri, aslında kapitalist sistemin devamı için yeniden teorize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu noktada, John Maynard Keynes, 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli eserinde, talep yanlı politikalarla kapitalist işleyişin devamı için çıkış yolları önermiştir. Devletin toplam talebi arttırıcı yönde para ve maliye politikası uygulaması gerektiğini ifade eden Keynes, bu şekilde kapitalist sistemin aksayan yanlarının onarılabileceğini öngörmüştür. Ekonomik buhranın 2. paylaşım savaşıyla beraber kronikleşmesi sonucu, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, hemen hemen bütün kapitalist ülkelerde Keynesçi sosyo-liberal(!) politikalar uygulamaya konulmuştur. Bu süreç, aynı zamanda, –Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmayı engellemek için– işçi sınıfına bazı sosyal ve ekonomik hakların verildiği bir dönem olmuştur.
KEYNES KİMDİR?
1883’te doğan Keynes, Cambridge Üniversitesi ekonomistlerinden bir baba ile başbakan kızı bir annenin çocuğuydu. 10 yaşına geldiğinde, cebir ve geometri dalında ustalaştı, 14 yaşındayken Eton’da burs kazandı. 1902’de Cambridge King’s College’ta matematik eğitimi yapması için açık burs kazandı. Aynı zamanda gizli bir topluluk olan Apostles’in de üyesiydi. Bu grup içinde Bertrand Russel ve E. M. Forster gibi öğrenciler de bulunuyordu.
O yıllarda, Cambridge’te profesörlük yapan Alfred Marshall, Keynes’le özel olarak ilgileniyordu. Marshall, 1903 yılında İngiltere’deki akademik ekonomi kürsüsünün kuruculuğunu üstlendi. Bu kürsü, iktisadi konularda çeşitli seminerler veriyor, yeni çalışmalar yürütüyordu.
Keynes doktorasını iktisat üzerine yapmaya karar verdi ve ekonomi teorisinin temellerini oluşturmaya başladı. Ancak, Marshall’dan aldığı dersler, iktisat dalındaki tek eğitimdi. Asistanlık sınavında başarısız olunca, devlet memurluğuna başladı. O dönemde İngiliz Krallığının sömürgelerinden biri olan Hindistan’da, “Hindistan Bürosu”nda geçen 2 yılın ardından tekrar sınavına girdiği Cambridge’e geri döndü. I. Paylaşım Savaşı sırasında Hazine’ye çağrıldı.
1919 yılının Aralık ayında “Barışın İktisadi Sonuçları” adlı kitabını yayımladı. Kitap, Keynes’in radikal bir iktisatçı olarak tanınmasına yol açtı. Bu arada borsa simsarlığı ve spekülatörlük de yapan Keynes, kısa sürede önemli bir servet birikimine kavuştu. Liberal Parti’nin üyesi olan Keynes, savaş, kıtlık ve yoksulluk yıllarında ekonomik konulardaki bilgisini bireysel zenginleşmesi ve liberalizmin yayılması için kullandı.
Keynes, 1936’da krizin nedenlerini ve liberalizmin devamı için çözüm önerilerini sunduğu ünlü kitabını, “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi”ni yazdı. Keynes, piyasaların dokunulmazlığı ilkesinin kriz dönemlerinde işlemeyeceği savunuyordu. Çünkü gelir ve istihdam bir kere düşmeye başlayınca, insanlar paralarını kurtarmanın yollarını arayacaklar, bunu durdurmak için de bankalar faiz oranlarını yükseltecekti. Sonuç olarak, işini genişletmek isteyen yatırımcının ihtiyacı olan kredi artacak, bu da iş hacmini düşürecekti. Bu, gelir artışının ve istihdam düzeyinin sıkıntıya girmesi anlamına geliyordu.
Bu kilit, sadece doğrudan hükümet müdahalesiyle kırılabilirdi. Ona göre, iş dünyasını yeniden hareketlendirmek için vergi ve faiz oranlarında indirimler yapılmalıydı ve istihdamı teşvik eden maliye politikaları benimsenmeliydi. Keynes’in yaklaşımları, yeni seçilen ABD başkanı Franklin Roosevelt’ten büyük destek aldı. Roosevelt, ABD’nin krizden çıkabilmesi için, müdahaleci politikanın benimsenmesi gerektiğini ilan etti.
Temmuz 1944’te, ABD’de, New Hampshire’da uluslararası mali konuları liberalize etmek için gerçekleştirilen tarihi Bretton Woods Konferansı’na İngiliz delegasyonunun başkanı olarak katıldı. Bu konferansta, IMF (Dünya Para Fonu) ve Dünya Bankası’nın kurulmasına öncülük etti.
Keynes, 62 yaşında, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Ancak, Keynes’in ekonomik görüşleri esas olarak ölümünden sonra tanındı ve birçok ülke tarafından 1970’lerin ortasına kadar uygulandı. Keynes kadar Keynes sonrası Keynesçilerin görüşleri de hala rağbet görmektedir.
II. Dünya Savaşı sonrasında, Keynes’in ekonomi felsefesi, kapitalist devlet hükümetleri için çok daha önemli bir hal aldı. Kapitalist ülkeler, ekonomilerini güçlendirmek için piyasaya müdahaleci/düzenleyici politikaları benimsediler. Ancak, 1970’li yıllarla birlikte, Keynesçi ekonomi politikaları gözden düşmeye başladı. Sağ kanat politikacıları ile eleştirmenler, bu yöntemin Marksizm’in bir uzantısı olduğunu ve özgür girişimi engellediğini ileri sürdüler. Ama bu eleştiriler, Keynes’in devlet müdahalesini kabul ederek, kapitalizmin yaşayabileceğini savunan yeni bir liberalizm modeli kurduğunu gözden kaçırıyorlardı.
Bu eleştirilerden daha da önemlisi, 1970’lerde Keynesçi ekonomi politikalarının yaygınlaştığı dönemde “stagflasyon” yaşanmaya başladı. Stagflasyon, büyüme hızının düşmesine ve önemli düzeydeki işsizliğe karşın, fiyat ve ücretlerin arttığı bir ülkenin durumunu tanımlıyordu. İşsizlik sorununu düzeltmek ve iktisadi talebi canlandırmak için, hükümetler Keynesçi ekonomiyi kullanmayı denediler. Ancak, bu enflasyonun daha da kötüye gitmesine yol açtı.
1970’lerle birlikte, para politikası teorisyenleri, paranın kontrolünün piyasanın düzelmesi için kilit kavram olduğu fikrini terk etmeye başladılar. 1980’lerin ortalarına doğru da, paraya dayalı politikalar yok olmaya başladı.
KEYNES’İN TEORİSİ
Yirminci yüzyılın iki paylaşım savaşı arasında kalan dönemi, hem Avrupa hem de Amerika için bir buhran dönemi olmuştur. 1921’de İngiltere’de başlayan kriz, 1930’lu yıllardan itibaren bütün dünyayı sarmıştır. İşsizlik ve durgunluk gibi iki büyük meseleyle karşı karşıya kalmış olan piyasa ekonomilerinin önü tıkanmıştır.
Neoklasik teori etrafında dolanan çeşitli fikir akımları tartışılırken, 1930’lu yıllarda, “Keynesyen Devrim” adı verilen teorik gelişme ile tartışmalar yeni bir boyut kazandı. John Maynard Keynes’in 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Money and Interest) adlı kitabı, iktisatçıların dikkatini Neoklasik iktisadın dışında makro ekonomiye ağırlık veren bir yöne kaydırmıştır. Aslında makro teoriye duyulan ilgi 1920’li yıllarda başlamış, Keynes bu akımın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle İsveçli iktisatçı Knut Wikscell’in ekonomik dalgalanmalarla ilgili görüşleri, 1920’li yıllarda birçok iktisatçının dikkatini çekmiş ve ekonomik dalgalanmaların nedenleri ve bu dalgalanmaların kontrolünde para ve kredi politikalarının etkin olup olamayacağı konularında yoğun bir tartışma alanı oluşmuştu. Ancak bu iktisatçılar, Neoklasik teorinin genel yapısı içinde kalarak, ekonomide kendi kendini düzenleyen bir mekanizmanın olduğuna ve ekonominin, bir durgunluk (depression) döneminden sonra, yeniden tam istihdam dengesine döneceğine inanmışlardır. Ancak bu dönemde meydana gelen ve “Büyük Dünya Bunalımı” adı verilen durgunluk dönemi yaşanmış ve ABD, İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde yaygın ve devamlı bir işsizlik ortaya çıkmıştır. Bu durum, ekonominin kendi kendine düzeleceğini öne süren görüşlere güveni zayıflatmıştır. Keynes, işte böyle bir ekonomik bunalım döneminde ortaya çıkmış ve ücretlerle fiyatların esnek olduğu bir ekonomide tam istihdamın kendiliğinden sağlanacağını öne süren Neoklasik teoriyi reddetmiştir. Keynes’e göre, toplam talebin ana unsuru yatırım harcamaları idi ve belirsizliklerle dolu bir dünyada, düşük faiz uygulamak suretiyle tam istihdama ulaşmayı amaçlayan bir politikaya güvenilemezdi. Keynes’in bu görüşleri iktisatçıları derinden etkilemiş ve bu teorinin Neoklasik teoriden tümüyle ayrı bir teori olduğu ve yeni bir entelektüel devrimi başlattığı düşünülmüştür.
Ekonominin talep yönüne ağırlık veren politikaların düzenlenmesindeki amaç, ekonomik gelişmede kısa dönemli istikrarsızlıkların giderilerek doğrudan doğruya kamu harcamaları ve vergiler yoluyla istihdam ve üretim seviyesinin temel belirleyicisi olan efektif toplam talebin, tam istihdam üretim seviyesine uygun olarak etkilenmesidir.
“Genel Teori”nin ortaya çıkmasıyla birlikte, Neoklasik teorinin unutturduğu makro analiz, yeniden iktisatçıların gündemine geldi. Böylelikle, ilgilenilen temel konu, kaynakların alternatif kullanımlar arasında nasıl dağıtılacağı konusu değil, kaynakların tümünün kullanımının mümkün olup olmadığı konusu olmuştur. “Genel Teori”nin temel amacı, Keynes’in kitabın ön sözünde belirttiği gibi, “bir bütün olarak üretim ve istihdam düzeyinde meydana gelen değişmeleri belirleyen güçlerin incelenmesidir”.
Keynesyen İktisadın varsayımlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
– Keynesyen Makro Teori, ekonomik yaşamda meydana gelecek dengesizliklerin (enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi) toplam talep ayarlamaları ile giderilebileceğini savunur. Bu görüşü ileri sürerken Keynesyen makro teori, arz koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı duyarsız olduğunu varsayar. Bir başka deyişle, Keynesyen teori, arz koşullarının önemini ret veya ihmal etmez, fakat bu koşulların iktisat politikalarının etki alanının dışında kaldığını kabul eder.
– Keynesyen ekonomi, ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli olduğunu öngörür. Para ve maliye politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesi sağlanacaktır. Keynes’e göre, maliye politikası[1] araçları olan harcama ve vergi politikası, toplam talebi etkileme açısından, para politikasına[2] göre daha etkilidir.
– Keynesyen iktisatta, üretimde kullanılan sabit sermaye [değişmeyen sermaye] miktarı ile üretim tekniğinin değişmediği düşünülmektedir. Yani ekonomik olaylar kısa dönemli olarak gerçekleşir. Keynes “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” diyerek bu varsayımı özetlemiştir.
– Keynes, “Genel Teori”de, baştan sona kadar tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle, değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. “Genel Teori”de dış ekonomiye ilişkin sorunlar üzerinde fazla durulmayarak, kapalı bir ekonomi varsayımından hareket edilmiştir. “Genel Teori” “statik” bir karakter taşımakta olup, zaman unsurunu dikkate almamıştır. Bu nedenle de dinamik sayılabilecek analizlerden yoksun kalmıştır.
“Genel Teori”de sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.
– Keynes, geliştirdiği teoride, fiyatlar genel seviyesini[3] veri (sabit) olarak almıştır.
– Klasik teori belirlilik içinde bulunan bir ekonomiyle ilgilendiği halde, “Genel Teori”de Keynes, belirsizlik ve ileriye dönük bekleyişleri önemli bir nokta olarak göz önüne almıştır. Keynes’in teorisinin önemli bir parçasını oluşturan özel yatırım harcamaları, belirsizlik ve bekleyişlerden önemli ölçüde etkilenmektedir.
– Keynes’in istihdam teorisinin hareket noktası, efektif taleptir. Keynes, efektif talebi, “toplam talebin toplam arz ile kesiştiğin noktadaki değeri” olarak tanımlamaktadır. Bir başka tanımlama ile efektif talep, kullanılabilecek bir satın alma gücüyle desteklenmiş taleptir ve belirli bir dönemdeki tüm harcamalara eşdeğerdir.
– Keynes’e göre, bir ekonomide, üretim faktörlerinin kullanıldığı sınıra kadar toplam arz elastikiyeti[4] sonsuz var sayılabilir. Bir başka deyişle, tam istihdam denge düzeyine kadar toplam talepteki her artış arzı da peşinde sürükler. Bu bakımdan, denge, gelir düzeyini belirleyen efektif taleptir. Keynes, efektif talebi, bir toplumda müteşebbislerin mevcut istihdam seviyesinde sahip oldukları üretim faktörlerinden elde etmeyi umdukları gelirlerin toplamı olarak ele almaktadır.
– Keynes, makro dengenin, toplam arz ile toplam talebin veya toplam tasarruflarla toplam yatırımların eşitlendiği noktada sağlandığını belirtmektedir. Bu denge sağlanamadığında, ekonomide “enflasyonist açık”ya da “deflasyonist açık” ortaya çıkar. Keynes’e göre, bu istikrarsızlıkların giderilmesi için, devletin efektif talebi yönlendirmesi gereklidir.
Keynes’in en büyük mirası, kapitalist ülkelerde ekonomi yönetiminin hükümetin zorunlu ve doğal bir faaliyet alanı olduğu anlayışını yerleştirmesidir. Bu, devleti, ekonomik sistemin içerisinde hareket edeceği genel ilkeler ve kuralları düzenleme biçimindeki eski rolünün oldukça ilerisine taşır. Bu fonksiyona, ekonomi içi güçlerin kapitalist kurallar içindeki hareketinden olumsuz yönde etkilenenlerin veya ekonomik aktiviteye katılamayacak derecede güçsüz olanların korunması ve destek verilmesi de dahildir. Bütün bunlar, kapitalist ekonomik düzenin sürdürülebilmesi içindir.
Keynesyen iktisatçılar, ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için devletin ekonomideki rolü ve fonksiyonlarının genişletilmesini savunmuşlardır. Keynesyen iktisatçılar, “Fonksiyonel Devlet Teorisi” çerçevesinde, kaynak kullanımında ve kaynak dağılımında etkinlik sağlanması, adil gelir ve servet dağılımının sağlanması, iktisadi istikrarın sağlanması, iktisadi büyüme ve kalkınmanın sağlanması, ödemeler bilançosunda denklik sağlanması gibi devletin bazı fonksiyonları sağlamak üzere ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerektiği görüşünü savunmuşlardır.
Keynesyen iktisatçılar, denk bütçe[5] yerine “telafi edici bütçe”[6] prensibini kabul ederek, politikacılara, “vergilemeden harcama yapma” imkanı sağlamıştır. Kamu harcamalarının vergileme ile birlikte emisyon ve borçlanma ile finansmanı, Keynesyen iktisadın bıraktığı bir mirastır.
Keynes’in önerileri, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasından başlayarak, kapitalist aşırı üretim krizinin yaşandığı 1960’lı yılların sonlarına kadar hem erken kapitalistleşen ülkelerde hem de geç kapitalistleşen ekonomilerde uygulanmıştır. Ancak kapitalizmin içine girdiği krizi aşacak politika önermeleri Keynes’te mevcut olmadığından ve dahası bu krizin sorumlusu Keynesyen makroekonomi politikaları olarak görüldüğünden, arz yönlü yaklaşımlar tekrar güçlenmiştir.
Arz yönlü iktisatçılar, Keynesyen maliye politikasını şiddetle eleştirmiştir. Onlara göre, Keynezyen iktisadi düşünce, ekonominin arz cephesini ihmal etmektedir. Keynezyen maliye politikasını, nisbi fiyat değişmelerinin verimlilik üzerinde meydana getirdiği etkileri göz önüne almaması nedeniyle, yetersiz bulmaktadırlar. Çünkü Keynes, nisbi fiyat değişmelerinin fazla önem taşımadığı kısa dönemdeki gelişmelere dikkatleri yoğunlaştırmıştır.
KEYNES SONRASI KEYNESYENLER
1960’lara kadar Keynesciliği “Neoklasik Sentez” temsil ederken, 1960’lardan itibaren, Neoklasik iktisatla Keynesci iktisadı bağdaştırmaya çalışan Neoklasik senteze alternatif sayılan “Post-Keynesci” akım güçlenmiştir. Fakat post-Keynesci akım da kendi başına bir bütün değildir, farklı ekolleri vardır.
Keynesyen doktrin içindeki akım ve ekollerin ortak özellikleri vardır; bu da, piyasa aksaklığında devlet müdahalesinin gerekliliğine ve ekonominin talep yönünün belirleyiciliğine inanmalarıdır. Onlara göre, piyasa mekanizmasının ve özel mülkiyetin hâkim olduğu ekonomilerde, devletin ekonomiye müdahalesi yoluyla iktisadi ve toplumsal sorunların üstesinden gelinebilir, ekonominin büyümesi ve istikrarı sağlanabilir. Neoklasik doktrinden farklı olarak, iktisadi sistemin denge durumuna oldukça hızlı ve otomatik olarak ulaşma eğiliminin güçlü olduğuna inanmazlar.
Çok sayıda ve gittikçe birbirinden farklılaşan Keynesyen akımlar ve bu akımlara bağlı farklı ekoller olmakla birlikte, bu yazıda, Keynesyen akımlardan belli başlı dördünün temel amaçlarına değineceğiz.
1- NEOKLASİK KEYNESYENLER
Neoklasik Keynescilik, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan 1970’lere kadar ders kitaplarına ve gelişmiş kapitalist ülkelerdeki politika uygulamalarına hâkim olan Keynesyen akımdır.
Neoklasik Keynesyenler, Keynes’in üretim ve istihdam düzeyinin ve dalgalanmalarının toplam talep tarafından belirlendiğini, dolayısıyla tam istihdamın, gerçek ücretlerin düzeyinden çok, toplam talep düzeyine bağlı olduğu görüşünü kabul ederler.
Bu yaklaşımın kabul ettiği genel görüşe göre, işsizlik sorunu makro düzeyde ortaya çıkar ve kaynakların dağılımı sorunundan farklıdır, nispi fiyatlardan, talebin ya da üretimin bileşiminden, yani mikroekonomik işleyişten bağımsızdır, dolayısıyla “makro müdahale” yeterlidir.
Öte yandan, bu akım içerisinde de en az iki ekolün varlığından söz edilebilir. Bunlardan biri “Devrimci tutuculuk”, diğeri “Neoklasik başkaldırı” adlarıyla anılmıştır. Her iki ekol de, standart Neoklasik sentez modelini uygulamakla birlikte, sistemin çeşitli esneklikleri ve uyarlama hızları bakımından farklı bakışa sahip olmuşlardır.
Bu gruba dahil iktisatçılara göre, piyasa mekanizmasının işleyişine saygı gösterilmeden, nispi fiyatların kaynak dağıtıcı ve gelir dağıtıcı işlevini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Diğer yandan, özellikle sendikaların ve tekellerin varlığının yarattığı piyasa aksaklıkları ve rijitlikleri (katılıkları) nedeniyle, ekonominin kendi kendine dengeye gelmesi siyasi bakımdan kabul edilebileceğinden çok daha uzun zaman alabilir ve denge, geçici bir süre için, eksik istihdam düzeyinde kurulabilir.
Neoklasik Keynesyenler, 1970’lerde yaşanan stagflasyon krizinde politika başarısızlıklarının nedenini, politikaların kötü uygulanmasında, yeteri kadar “ince ayar” tutturulamamasında bulurlar. Yani uygulanan politikalarda enflasyon sınırına dikkat edilmemiştir. Onlara göre, ekonomiler, Keynesyen genişlemeci politikalar sayesinde tam istihdama yaklaşırken, işgücü rezervleri azalmaya başlamış, bir yandan da temel hammadde ve girdilerde “arz şokları”[7] ortaya çıkmıştır. Arz şokları fiyatları artırırken, sendikal mücadelenin yarattığı ücret artışları, bu fiyat artışlarını benimsemiştir. Bu yaklaşıma göre, ücret artışları maliyetleri, maliyetler fiyatları, fiyatlar ücret artışlarını beslemiş ve bir fiyat-ücret sarmalı başlamıştır.
Yukarıdaki çözümleme, Neoklasik Keynesyenleri, Keynesyen canlandırma politikalarının enflasyonist olmaması için “gelirler politikası”[8] uygulanması gerektiği görüşüne götürür.
2. DENGESİZLİK KEYNESCİLİĞİ
Dengesizlik ekolü, istihdam ve gelir düzeyindeki dalgalanmaları, “dengesizlik” fiyatlarıyla birbirini izleyerek yapılan mübadelelerin süreci olarak inceler. Buna göre, eğer çeşitli nedenlerle nispi fiyatlar denge fiyatları değilse, yapılan mübadelelerin hacmi de dengede olmayacaktır. Fiyatların dengesizlik fiyatlarına dönüşmesinin nedeni, piyasaların yeteri kadar koordineli çalışamamalarıdır.
Dengesizlik ekolü, Neoklasik sentez akımından farklı olarak, farklı konjonktür dalgalanmalarını[9] içeren daha genel bir çerçeve kurmaya çalışmıştır. Bu çerçeve içinde Neoklasik Keynesyenlerin ağırlık verdiği eksik kapasite işsizlik koşulları, iktisadi dengesizlik konjonktürlerinden sadece bir tanesidir. Bu ekol, farklı konjonktür türlerinde krizlerin ve dengesizliklerin niteliklerine bağlı olarak ayrıntılı politika önerileri geliştirmeye çalışmıştır.
3. YENİ CAMBRİDGE KEYNESCİLİĞİ
Bu ekol, geleneksel Keynesciliğin önermelerini, mali varlıkların kullanılabilir gelir ve harcamalar üzerindeki etkilerini, ücretlerin ve fiyatların oluşumunu ve uluslararası rekabet gücünü çözümlemeye dahil ederek, genişletmeye ve iyileştirmeye çalışmıştır.
4. KEYNESCİ TEMELLER AKIMI
Bu akımın en önemli özelliği, savunucularının, Keynes’i Klasiklerden ve Neoklasiklerden ayıran temelleri araştırmış olmalarıdır. Bu nedenle de, “fundamentalist” olarak isimlendirilirler. Günümüzde bu akım içinde en önemli kol, Post-Keynesyenlerdir.
Bu akımın en önemli ve karakteristik tezlerinden biri, istihdam ve gelirdeki dalgalanmaların, ekonominin gelecekteki durumunun belirsizliği altında oluşmuş “beklentilerin dalgalanması”ndan kaynaklandığıdır. Akımın kuramsal çerçevesi içindeki en önemli tezleri şu konular etrafında toplanır: belirsizlik, piyasa aksaklığı, parasal ve mali istikrarsızlık, gelir bölüşümü. Bütün bu tezlerin asıl hareket noktası, sistemin istikrarı açısından yatırımların en önemli belirleyici olması, fakat yatırım istikrarının da en zor sağlanan iktisadi işleyiş olmasıdır.
SONUÇ
John Maynard Keynes, ünlü eseriyle, iktisadi istikrarsızlığın kapitalizme içkin olduğunu, kapitalizmin kendiliğinden tam istihdam dengesini sağlayamayacağını ortaya koyarken, Klasik ve Neoklasik iktisat okullarının teorik temellerini ve buna paralel olarak bazı temel ilkelerini alt üst etmiş, iktisat teorisinde yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Ancak bununla birlikte, ne Keynes, ne de kendisini izleyen iktisatçılar kapitalizme karşıdır. Aksine, tam istihdamı sağlamak konusunda yetersiz kalan kapitalizmin bu aksaklığını gidererek, yaşaması sağlamak amacındadırlar. Keynes’in kendi çağdaşı olan iktisatçılardan en önemli farkı; onun, periyodik olarak ortaya çıkan ekonomik krizlerin, kapitalist sistemin varlığına yönelik büyük bir tehlike oluşturduğunun bilincinde olmasıydı.
“Dünya bana göre kapitalist bireyciliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan bugünkü işsizliğe daha uzun süre tahammül edemeyecektir” derken, Keynes, bu konudaki kaygısını dile getiriyordu.
İçinde yaşadığı ekonomik sistemin en önemli iki yanlışından birinin, tam istihdamı sağlama konusunda gösterdiği başarısızlık, diğerinin ise gelir ve servet dağılımındaki büyük eşitsizlik olduğunu belirtmekle birlikte, Keynes, bölüşüm sorunlarına çok az değinmiş, ağırlığı içinde yaşadığı çağın ezici işsizlik sorunlarına vermiştir. Keynes, özel girişime dayalı kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan aksaklıklara, yine kapitalist sistem içinde çözüm aramıştır.
Keynes, “Genel Teori” kitabında pek değinmemekle beraber, başka yayınlarında Marksizm konusundaki görüşlerini ortaya koymuştur: “…kaba saba proletaryayı, bütün hatalarına rağmen, yaşamın değerini oluşturan ve bütün insani başarıların tohumunu taşıyan burjuvazi ve aydınların üzerine çıkartan bir inancı nasıl benimseyebilirim?…”. Başka bir yayında ise, “Eğer bir bölüğün çıkarlarını savunmak durumunda kalırsam, kendiminkini savunurum. Sınıf mücadelesine gelince, benim yerel ve kişisel patriotizmim, bağlılıklarım beni kendi çevreme bağlıyor. Ben, bana göre adalet ve sağduyu olarak görünen olgulardan etkilenebilirim, fakat, sınıf savaşı beni eğitim görmüş burjuvazinin safında bulacaktır” ifadesiyle sınıfsal konumunu tanımlamakta, kendisini işçi ve emekçilerin karşı safında bir savaşçı olarak görmektedir.
[1] Maliye politikası, kamu harcamalarını ve kamu gelirlerini etkileyen devlet faaliyetleridir. Başka bir anlatımla, makroekonomik amaçlara ulaşmak için, devletin vergi ve harcama programlarındaki değişmelerin düzenlenmesidir. Keynes, “duruma göre” maliye politikalarını savunmaktadır. Yani, konjonktüre göre (ekonominin içinde bulunduğu durum) daraltıcı veya genişlemeci maliye politikası uygulanmalıdır. Eğer ekonomide uzun dönem büyüme trendinin üzerinde bir canlılık ve buna bağlı olarak enflasyon var ise, daraltıcı maliye politikası uygulanmalı. Keynes’e göre, eğer konjonktür daralma evresinde ise, yani ortalama büyüme trendinin altında bir yıllık üretim artışı var ve buna bağlı olarak da işsizlik sorunu ortaya çıkmışsa, devlet uygulayacağı genişlemeci maliye politikasıyla bu durumu engelleyebilir. Maliye politikası araçları olarak öngörülen vergi oranları ve kamu harcamalarıdır. Genişlemeci maliye politikasında, devlet vergi oranlarını azaltıp kamu harcamalarını artırır. Daraltıcı maliye politikasında ise, vergi oranlarını artırıp kamu harcamalarını kısar.
[2] Para politikası; belirli makroekonomik amaçlara ulaşılması için, para otoriteleri tarafından para arzının etkilenmesine yönelik uygulanan politikalardır. Zorunlu rezerv oranının belirlenmesi, reeskont oranının belirlenmesi, açık piyasa işlemleri, para arzını etkileyen araçlardır. Merkez Bankası, bu araçlarla, ekonomik konjonktüre uygun olarak, sıkı veya gevşek para politikası izlemektedir.
[3] Bir ülkede, belli bir dönemde mal ve hizmet fiyatlarının ağırlıklı fiyat ortalamasıdır. “Fiyatlar Genel Seviyesi”nin (FGS) yükselmesi enflasyon olarak adlandırılırken, FGS’nin düşmesi deflasyon anlamına gelir. Keynes, teorisinde, enflasyon ile işsizlik arasında ters yönlü bir ilişkinin olduğunu iddia eder. Buna göre, enflasyon beraberinde ekonomik canlanmayı getirir. Bu da istihdamın artmasına yol açar. Keynes’in bahsettiği enflasyon, talep çekmeli enflasyondur. Toplam talebin toplam arzı aştığı durumlarda yaşandığı varsayılır. Talep fazlalığı üretimin artmasını teşvik eder ve istihdam artar. Ancak 1974 petrol şoku sonucu maliyet enflasyonu yaşanmıştır. Buna maliyet itmeli enflasyon da denir. Bu durumda girdi maliyetleri arttığı için üretilen emtianın fiyatı artar, ama efektif talep yetersiz kaldığından üretim miktarı da kısılır. Böylece, bir yandan FGS yükselirken, öte yandan durgunluk ve işsizlik artar. Bu durum, iktisat teorisinde “stagflasyon” olarak tanımlanmaktadır. Keynes böyle bir durumu öngörememiş ve 1970’lerden itibaren, teorisine buradan önemli eleştiriler getirilerek, tekrar arz yönlü iktisat, kapitalist dünya genelinde genel kabul görür olmuştur.
[4] Elastikiyet; bağımsız değişkende ortaya çıkan değişimin bağımlı değişken üzerinde neden olacağı değişimin ölçüsüdür. İktisatta değişken, “incelenen şey” anlamında kullanılmaktadır. İki değişkenin birbirleriyle bağımlılık ilişkisi içinde olduğu durumlar, fonksiyonel ilişki olarak tanımlanır. Fonksiyonel ilişkide yer alan değişkenlerden biri bağımsız, diğeri bağımlı değişkendir. Bağımsız değişken, değerini fonksiyonel ilişki dışında alıp, fonksiyonel ilişki içerisinde yer alan bağımlı değişkeni etkileyen değişkendir. Bağımlı değişken ise, değerini fonksiyonel ilişki içerisinde bağımsız değişkene göre alan değişkendir. İkiden çok değişkenin kullanıldığı durumlarda, fonksiyonel ilişki yerine ekonomik model kullanılır. Ekonomik model içerisindeki değişkenler içsel ve dışsal olarak tanımlanır ve içsel değişkenler, değerlerini, ekonomik model içerisindeki dışsal değişkenlere göre alır. Örneğin, Ceteris-Paribus (incelenen şey dışında geri kalan her şey sabittir) varsayımı altında, herhangi bir A malının talep miktarı, yine A malının fiyatına bağlı kabul edilir. Bu örnekte, A malının fiyatı bağımsız değişken, A malının talep miktarı ise bağımlı değişken olarak kabul edilir. Varsayım olarak, Ceteris-Paribus koşulunda, bir malın fiyatı artarsa, talep miktarının düşeceği kabul edilir. A malı fiyatındaki bir birimlik artış sonucunda A malının talep miktarında ne kadar düşüş olacağını gösteren oran, talebin fiyat elastikiyetidir. Yukarıda anlatılan durumda ise, arz elastikiyetinin sonsuz olması, üretilen metaa olan talep arttıkça arz miktarının da sonsuza kadar artırılabileceği (üretim araçları yettiği ölçüde) ifade edilmektedir.
[5] Bir ekonomik yıl içerisinde kamu harcamalarının (cari, yatırım, transfer) kamu gelirlerine (vergi, varlık satışı, ticari faaliyet gelirleri gibi) eşitlenmesidir.
[6] Bu yaklaşım da, devlet bütçesinin ekonomik istikrarı ve belli bir büyüme oranını sürdürecek biçimde açık veya fazla vermesinin savunulmasıdır. Devlet, ortaya çıkan açığı, borçlanarak veya para basarak örter. 1970’lerde yaşanan kapitalist üretim krizinin temel sebebi olarak, ana akım iktisatçılar, Keynes’in duruma göre politikalarını göstermişlerdir.
[7] Girdi fiyatlarında yaşanan ani artışlardır. 1974’teki arz şokları, ham petrol fiyatlarındaki artışla başlamıştır.
[8] Ücret ve fiyat kontrolleridir. Genellikle emekçilerin karşısına sıfır zam olarak çıkar. Bunun yanında, 2000 yılında Danıştay’ın aldığı kararla –daha sonra değişti– yıllık kira artışını yüzde 10 ile sınırlandırması da, gelirler politikasına örnektir.
[9] Başlıca dört tip konjonktür dalgasından bahsedilir. Bunlar; üretimin azaldığı daralma, üretimin durma noktasına geldiği dip, üretimin tekrar yükselişe geçtiği canlanma ve üretimin mümkün olan en yüksek seviyeye ulaştığı tepedir.