Sunu

Yine Denizlerle birlikte olduğumuz bir Mayıs ayını geride bıraktık. Antiemperyalizmleri ve bağımsızlık mücadeleleri, demokratik talepleri ve demokrasi mücadeleleriyle, ama ille ki, halka bağlılıkları ve halka kan kusturan iktisadi, siyasal vb. tüm haksızlıklarla uzlaşmazlıkları, sosyalizm özlem ve tutkularıyla Denizleri bir kez daha andık.

Geçen yıl “Hatırla Sevgili” dizisi vardı ve Denizlerin çağrısıyla toplanan kalabalıkların diziye ve etkisine bağlanma eğilimi yaygındı. Hiç etkisi yok değildi kuşkusuz. Ama ya bu yılki, geçen yılı aşan kalabalığa ne demeli? Denizlerin, hele kapitalizmin tahammülü zorlaşan krizi koşullarında giderek daha geniş kesimlerin, ama en önce ve ağırlıklı olarak gençlerin aklına düşmesinde şaşılacak şey olabilir mi? Sınavıyla, dershanesiyle, demokratik olmayan müfredatı, yönetimi ve üstelik bir de paralı olan eğitimiyle lise ve üniversitelerde öğrencileri, sanayide ilk elde topun ağzına sürülen işçi ve yoksul mahallelerini dolduran işsiz gençleri Denizlerin çağrılarının hareketlendirmesinden doğalı var mı?

Ve öğrenci gençlerin, kriz koşullarında daha bir ağırlık kazanmadan edemeyecek yüzlerini emeğe dönmek ve emekçilerle birleşme eğilimleriyle, tıpkı Denizler gibi davranmaya yönelmekten, öyleyse onları daha fazla hatırlamaktan başka çareleri kalmıyor. Evet, Denizleri Denizler yapan, bağımsızlıkçılıkları ve demokrasi kavgası yürütüyor oluşlarıydı da; ama hepsinden çok ve önemli olarak işçi ve emekçilerle birleşme eğilimleri ve sosyalizm özlemleriydi. Mücadelelerinden gerekli dersler çıkarılmıştır. En başta, son sözleriyle Deniz Gezmiş, bu derslerle yoğrulmuş, Türkiye Devrimi’nin programı niteliğindeki çağrısında dile getirmiştir. Bunlardan ikisi, “Yaşasın işçiler ve köylüler” ve “Yaşasın Marksizm-Leninizmin Yüce İdeolojisi” sloganları, Marksizmin kılavuzluğuna ve devrimin kitlelerin eseri olduğuna dairdir.

Öyleyse krizin yüklerine karşı, işsizliğe karşı, sefaletin derinleşmesine karşı, ücretlerin düşürülmesine karşı ve başka hangi somut karşıtlıktan başlarsa başlasın güncel mücadelenin, kapitalizmin devrilmesi için mücadelesine bağlanmadan edemeyecek olması gibi, Denizleri akıllara getirmemesi de olanaksızdır. Üstelik bir de IMF tartışması yaşanırken.. Üstelik bir de Kürt sorunu çözüm dayatırken.. Üstelik giderek demokratik talepler daha can yakıcı hale gelirken.. Yani bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi de aciliyet kazanırken…

Mayıs’ın ardından yeni bir yaz dönemine giriyoruz. Özellikle gençlerin, eğitsel yönüyle de bu dönemi en verimli biçimde değerlendirmeleri önemli. Bu, 2009 Kampı’nın önemini de artırıyor. Ama krizin yüklerine karşı mücadelenin yazı iyice ısıtacağı da görülüyor.

Bölgesel Aktörler, Bölgesel Hesaplar

Türkiye’nin de içersinde bulunduğu coğrafyanın bilinen tarihini çok soyut biçimde özetlemek gerekirse, bölgenin tipik özgeçmişini; kan ve savaşlar.. gelenler gidenler.. iktidarlar ve devrilenler biçiminde ifade etmek mümkündür. Elbette diğer faktörlerin yanı sıra, bunda, bölgenin bir geçiş yolu üzerinde bulunmasının önemi büyüktür ve bu yüzden de gelen gideni eksik olmamaktadır. Dün egemen olan yarın yeniktir, dün zaferler kazanan yarın kaçan orduların başındadır! Dün bereketli topraklar, ipek yolları, stratejik konumlanmalar, baharat savaşları.. bugün enerji hegemonyaları, enerji savaşları… Savaşlar hep sürmektedir. Oysa dün için “ilkel”, “bağnaz”, “barbar”; bugün içinse “modern” denmektedir!

Yüzyıllar, kavimler, kabileler, beylikler, imparatorluklar gelip geçmiştir, bugünse emperyalist (ve yayılmacı bölgesel) güçler işgal arabalarını bölgenin üzerinde bir kez daha kanla, barutla, “modern teknolojik silahlar”la gezdirmekte, her gün yeni hesaplar, enerjiye egemen olma stratejisine bağlı yeni taktiksel karmaşık planlarla bölge daha kaotik çukurların içinde yuvarlanmaktadır.

Bölgede herkesin bir hesabı vardır. Kağıt üzerinde bakınca, herkesin hesabı, planı kendisi için mükemmeldir! Ancak sadece şu geride kalan üç beş yıllık süreçte bile öylesine açık ve net görülmüştür ki, kağıt üzerindeki hesapların genel olarak yaşamda tam anlamıyla uygulanma şansı olmamakta, her uygulanamayandan sonra yeni planlar yapılmaktadır. Buna, Amerika da dahildir. Doğal olarak bölgesel müttefiklerinin de hesapları şaşmakta, bu “kahraman” müttefikler kendilerini bazen o plan tavası içersinde kavrulurken bulmakta, bazen kendi pozisyonlarının sallantıya girdiğini görünce yan çizmekte, bazen arka taraftan dolanıp plana çomak sokmaktadırlar! Dün ABD’nin gözünde “bir numara” olanlar, sonra arkaya düşmekte, kendilerini kurban edilme korkusu sarmaktadır!

Ama altını kalınca çizerek söylemek gerekirse, hani o eskiden sıkça söylenen “ABD planı yapar, herkes ona mutlak uyar… ABD ne derse o olur” laflarının gerçek yaşamla tam da örtüşmediği, bu kez daha açık biçimde yaşamın kendisi tarafından kanıtlanmakta, böylece güya “karşı teori yapacağım” diyerek ABD’ye neredeyse tanrısal yenilmez güçler vehmedenlerin yarı ilahi teorileri toz dumana karışmaktadır.

Elbette ABD hâlâ en büyük emperyalist güçtür ve elbette hesapları büyüktür. Ama tüm bunlar, onun her istediğinin yerine geleceği, her istediğini kolayca, engelsizce başaracağı anlamına gelmemektedir. Tersine, Irak işgalinden bu yana sayısız plan ve proje ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni, bir önceki projelerin bölgesel güçler, dengeler, çıkarsal beklentiler nedeniyle tam uygulanamaması, sakatlanmasıdır. Ama yine de tüm bunlar, ABD’yi geri döndürmeyecektir. Çünkü emperyalist olmanın objektif koşulları, dünya egemenliği peşinde koşmanın onu sürüklediği şartlar ve bölgesel çıkarlar, bölgeye egemen olma zorunluluğu, onun planları kadar vazgeçilmez ve büyüktür.

İşte bu yüzden de; yani bölgedeki sürekli değişen planlar, ittifaklar, bölgesel aktörlerin güç pozisyonları nedeniyle, bölge hakkında analiz yapmanın eskime, güncelliğini kaybetme riskleri fazlasıyla mevcuttur. Çünkü aktörler her gün değişik adımlar atmakta, üç gün önce Azeri mebuslara “provokatör” diyen Tayip Erdoğan’ın, üç gün sonra Azerbaycan’a koşup, kan kardeşiyiz mealinde nutuklar atması gibi değişken tutumlar sergilenmektedir! Ve bu tablodan sonra, Erdoğan ve adamlarının yarın başka yerde ne diyeceğini, mesela Ermenistan’a koşup, düzeltme yapmayacağını kim bilebilir?

Ya da, bir kaç yıl öncesine kadar Kuzey Irak’a savaş ilan edecek duruma gelenlerin, bugün “Tarihi Fırsatlar”dan bahsetmesi mesela!

Ya da Sadr’ın Türkiye’de ortaya çıkması!

Veya Kafkasları kuşatmaya yönelik Amerikan planı çerçevesinde NATO tatbikatının bölge ülkelerin rağbet etmemesi nedeni ile fiyaskoya dönüşmesi!

Bu yüzdendir ki, bölgesel gelişmeler hakkında en güncel yazılar bile son noktası konduğunda eskimiş kalabilmektedir.

Ama her şeye karşın, son görünen resme ışığı tuttuğumuzda, bölge hakkında önümüzdeki sürece ilişkin gerçekten karanlık renklerin hakim olduğu bir kompozisyon ortaya çıkmaktadır. Irak işgaliyle bölgeye huzur geleceğini söyleyenler, şimdi bölgeyi de kapsayan biçimde, ama Kafkasları kuşatıp Pakistan üzerinden Uzak Asya’nın üzerine doğru alçalan karanlık bulutlara bakıp, “barış şimdi de uzak Asya’ya geliyor” mu diyeceklerdir?

TÜRKİYE, IRAK VE KÜRTLER

En kestirmeden işaret edilecek olura, Türkiye’deki “Kürt açılımı”nın, “tarihi fırsat”ın tam da ABD’nin Irak’tan çekilme hazırlıklarına giriştiği, bunun için uygun ortamı yaratmak peşine düştüğü dönemde yoğunlaşması ve öncesindeki temizlik operasyonları, işin ipuçlarını görebilmek için yeterlidir aslında.

Herkes bir açılımdan bahsetmektedir. Ancak kimin ne tarafa açıldığıdır önemli olan! Ve meselenin gerçekten ne biçimde çözüleceğinin yönünü, bu açılımın özü belirleyecektir. Türkiye’nin Kürt açılımı, esas olarak Kuzey Irak’a yönelik ve ona bağlı bir açılım olarak şekillenmektedir. Hatta bu stratejide, Kuzey Irak Kürt idaresinin yedeklenerek, Türkiye Kürt temsilcilerinin kuşatılması, kıstırılması, verilecek incik boncuklarla yetinmelerini sağlayıp, karşılığında koşulsuz şartsız bir teslimiyet düşünülmektedir! Elbette bu kadar bir açılım olmasında bile, ya da başka bir ifade ile “kart-kurt” edebiyatından bugünlere gelinmesinde temel neden, bölgede yıllardır verilen mücadele ile inkar edilen gerçekliğin inkar edilemez hale gelmesi, her türlü karşı yöntemin denenmesine rağmen, konunun ateşinin, söneceğine, giderek daha da harlanmasıdır. Yoksa eğer mesele bastırabilmiş olsaydı, şimdi bu konuların hiçbiri konuşuluyor olmayabilecek, belki Kuzey Irak meselesinde, egemenler, Amerika’nın taleplerine daha kolay “evet” deyip adapte olabileceklerdi.

Ayak sürtülmesinde neden, Amerikan çıkarları ile yerli çıkarların karşı karşıya gelmesi, bir taraf için iyi olanın diğer taraf için sakıncalı olmasıdır. Yoksa ucu kendilerine dokunmasa, Türk egemenleri açısından, Irak parçalanmış, bölünmüş, Kürt devleti kurulmuş – o kadar da anlamı olmayacaktır. Hele bir de “pastadan pay kapma” işin içersine girince, her yol mubahtır. Üstelik güçlü bir tek ülke yerine parçalara ayrılmış küçük küçük komşu ülkeler, gayet cazip bir tercih nedenidir! Ancak söz konusu olan, Kuzey Irak Kürt oluşumun içeriye yansımasının getireceği sonuçlardır! Ve nereden bakarsanız bakın, sadece Türk egemenleri açısından değil, bölgedeki ülkeler açısından sakıncalı ve nerede duracağı belli olmayan bir süreçtir bu. Bölünmeler bir kez başlayınca, dalgaların nerelere kadar yayılıp, hangi kıyıları dövüp, hangi kayaları sarsıp eriteceğinin, nerelerde duracağının hiçbir garantisi yoktur! Çünkü bölgenin demografik yapısı her ülkeye göre çeşitli biçimde dağılmış durumdadır. Bu dağılım, bazen etniksel, bazen dinsel mezhepsel bir dağılmadır ve herkesin kendi içinde çalkalanan, kaşınan derdi ve endişeleri bulunmaktadır!

Ancak Kuzey Irak’taki bir oluşumun ülkeye yansıması sendromu, Türkiye ile Amerikan çıkarlarını karşı karşıya getirmekte, sorunlar çıkmaktadır. Oysa ABD, Irak’ta düzenlemeyi yapıp, kendisine sapına kadar bağlı yönetimleri oluşturup çekilmeyi istemektedir. Elbette bu, “ben gideyim de, haklar kendi kaderlerini istekleri gibi tayin etsinler, bağımsız olsunlar”dan kaynaklı bir istek değil, bölgesel yeni harekatlara, yeni işgal ve cephelere duyulan gereksinimden kaynaklanan bir zorunlu çekiliştir!

Kaldı ki, hiçbir ülke bir başka ülkeyi sonsuza değin askeri işgal altında tutamaz. Askeri işgalin varlığı, yerel halkların öfkesinin kontroldan çıkması için yeterli bir nedendir. Hiçbir halk sonsuza değin askeri işgal altında tutulamaz, kuşatma zinciri bir yerinden mutlaka patlar. Öte yandan, ateşi maşa ile tutmak varken elle tutmaya kalkmak da aptallık olacaktır. Kaldı ki, yeni sömürgecilik tam da buna dayanır.

ABD, Irak işgali ile sadece Irak’ta değil, tüm bölge ülkelerindeki etkisini sağlamlaştırmış, diğer rakiplerini bölgeden püskürtmüş, enerjide “tek tabanca” kalmayı başarmıştır. Elbette İran hâlâ onun dışındadır ve dolayısıyla hedefindedir. Ancak, bölgedeki en köklü ve sağlam temellere dayanan ülkelerden birisi olan İran, öyle kolay yutulacak lokma değildir. Hele Irak işgali ile dünyada en sevilmeyen ülke durumuna gelmişken, ABD’nin, şu sıralar İran’a direkt askeri bir çıkartma yapması zor görünmektedir.

Ancak bu görüntü, ABD için sonsuza değin katlanılacak bir durum değildir. Kaldı ki, İran halkının ana kesitini oluşturan Şiiler, bölgede önemli bir dağılım göstermektedir. 69 milyon civarındaki İran’ın 68.7 milyonu, yani  %90’u Şii’dir;  61.8 milyon. Pakistan halkının yüzde %20’si, Afganistan’ın yüzde 19’u, Suudi Arabistan’ın yüzde 10-15’i, yani yaklaşık 3 milyon kadar insan Şii’dir ve bunlar ülkenin petrol bölgesinde yaşamakta ve genel olarak petrol üretim tesislerinde işçi olarak çalışmaktadırlar. Nitekim Suudi Arabistan’daki ilk grev bu bölgede yaşanmış, işçiler daha iyi iş koşulları talebi ile ilk direnişi gerçekleştirmişlerdir. Suudi krallarının canını sıkan ve onları sürekli diken üstünde oturtan bölgedir burası. Bu yüzdendir ki, Irak’ta bir bölünmenin kendisine değişik biçimde yansımasından endişe eden ülkelerin başında gelmektedir, Suudi Arabistan. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması isteğinin altında da bu yatmaktadır.

Yine Kuveyt’in yüzde 30’u, Bahreyn’in yüzde 75’i, BEA’nın yüzde 62’si, Katar’ın yüzde 16’sı, Umman’ın yüzde 1’i Şii’dir. Tıpkı Suudi Kralları gibi, bu ülkelerin yönetimleri de Irak’ın bölünmesine karşıdırlar, çünkü böyle bir bölünmede bölgede dengelerin tamamen değişebileceği endişesini taşımaktadırlar. Böyle bir olasılıkta bölgede dengelerin İran lehine bozulacağı korkusu, hem ABD, hem İsrail, hem de onlara yandaş bölge kralları, prensleri için ürkütücü ve asla düşünülemeyecek bir tablodur.

Elbette mezhepsel anlamda bir bölgesel etkinliğin öyle kolayca sağlanamayacağı ortadadır. Öyle olsaydı, Irak-İran savaşında Iraklı Şiilerin Saddam’a karşı İran’ın yanında durmaları ve ayaklanmaları gerekirdi. Ama hiç de öyle olmadı!

Ya da başka bir örnekle, Avrupalı Hıristiyanların tek vücut olmaları gerekirdi, ancak dünya savaşlarının kendi aralarında başladığı açıktır! Ama yine de bölgedeki mezhepsel oluşumlar, İran’ın etkinliği açısından, bölge ülkelerini ve ABD’yi düşündüren önemli bir faktördür.

Irak’a gelince; toplam nüfusun %70-75’si Arap, %10-15’ü Kürt, %13’ü Türkmendir ve geri kalanlar Asuri ve diğer etnik gruplara mensuptur. %97’si Müslüman olan halkın geri kalanı, diğer dinlere mensuptur. Müslümanların %65’i Şii, %35’i Sünni’dir.

Irak’ta merkezi bir kukla hükümet kurulmuştur. Ancak hâlâ tam anlamıyla etkin değildir ve itibarı yoktur. Üstelik hükümet içinde temsili kuvvetler arasında derin çatlaklar, anlaşmazlıklar ve birbirlerini “sallamama” durumları mevcuttur.

Çünkü ABD işgalinin yarattığı en önemli ve keskinleşen sorunlardan birisi, Irak’ı oluşturan halkların gerek etnik, gerek dinsel, mezhepsel düzeyde birbirlerine karşı biriken ve büyüyen öfkeleridir. Elbette halkların birbirine karşı güvensizliği, rekabeti, husumeti, bir anda ortaya çıkmış değildir. Tarihten gelen, özellikle Saddam ve önceki yönetimlerin uygulamalarının biriktirdiği sorunlardır. Ancak ABD işgal döneminde bu çatlakları bilinçli biçimde büyütmüş, kendisine karşı birleşik halk muhalefetinin yerine halkların birbirlerini yemesinin kendi yönetimi için kolaylık olacağını varsaymış, bizzat provokatif eylem ve kışkırtmalarla bu işi örgütlemiştir!

Öyle ya, halkların birbirleri ile kıyasıya rekabet etmeleri, ruhen ve bedenen bölünmeleri, birbirlerine rakip olmalarının ABD için hiçbir sakıncası yoktur. Tersine, bu tabloyu bilinçli olarak oluşturan, bizzat ABD’nin kendisidir. Kendisi karşı birleşmiş halk güçleri yerine birbirlerini yiyen halk güçleri, ABD için güzel ve son derece “modern” bir tablodur!

Elbette bu, sadece Irak sınırları için geçerli bir tercih değildir. Misal, Türkiye ile Kuzey Irak’ı, Kuzey Irak Kürt oluşumu ile Türkiye’yi korkutmak, hizaya getirmek, bunu bir koz olarak sürekli elinde tutmak ABD için önemli bir silahtır ve bugüne kadar bu kozu yeri geldiğince kullanmış ve kullanabileceğini göstermiştir.

Bugün ABD için ihtiyaç, uygun biçimde Irak’tan çekilmektir. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, bunun alt yapısını hazırlamak şarttır. Bu alt yapı için ABD’ye en lazım ülke de Türkiye’dir. Çünkü Irak’taki son tablo, halkların birbirlerine düşmanca tutum aldıkları ve meydan boş kaldığında, her an ortalığın savaş meydanına dönüşebileceği görüntüsü vermektedir. Araplar, Kürtler, Şiiler, Sünniler birbirlerine karşı hiç de iyimser tutum içinde değildir. Oysa, ABD’nin çekilebilmesi için, en azından kendine bağlı hükümeti sağlama alması, belli oranda da olsa, otoritesini sağlaması gereklidir. Bunu, en çok da, Kuzey Irak bölgesi için yapmalıdır. Çünkü enerjinin etkin olduğu ve gelecekte kendisine dayanak olarak yararlanabileceğini varsaydığı bölge burasıdır ve ülkedeki guruplar arasında enerjin paylaşımı üzerinde hâlâ bir konsensüs sağlanabilmiş değildir. Tersine, hükümet ve Kürt temsilcileri arasında ipler gerilmektedir.

Kürtler bölgelerindeki enerji gelirinin aslan payını kendileri almak istemektedirler. Irak’taki diğer oluşumlar ise, esas olarak Sünniler, buna şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Ne de olsa enerji kaynaklarının çoğu Kürtler ve Şiilerdedir ve Sünnilere bir şey kalmamaktadır.  Enerji gittikten sonra, Kuzey Irak dışındaki bölgelerin ekonomik çıkmaza düşeceği ortadadır.

Kuzey Irak Kürt Yönetimi, kendi bölgesinde yer alan enerji kaynakları ile ilgili her türlü tasarruf ve karar alma hakkının kendisinde olduğunu söylemekte, bu sözlere diğer gruplar tarafından şiddetle karşı çıkılmaktaydı. Öyle ki, bazen bu tam bir gerileme neden olmaktaydı.

Örneğin…

Irak Petrol Bakanı Hüseyin El Şehristani, Barzani’ye Irak petrolünün tüm Iraklılara ait olduğunu söylerken, Kuzey Irak Özerk Kürt Bölgesi Enerji Bakanı Hawrami, “Irak Petrol Bakanı Hüseyin Şehristani’nin Kürdistan Bölgesi’nde yapılanlar üzerinde kontrolünün olmadığını” dile getirerek bir nevi meydan okudu.

Bunun üzerine, El Şehristani acele Erbil’e koştu, Kürt bölgesel yönetimin yetkilisi Neçirvan Barzani ile Erbil’deki toplantının ardından düzenlediği basın toplantısında, “Irak petrolü tüm Iraklılarındır. Petrol boru hatlarının birleştirilmesini kararlaştırdık. Biz bu toplantıda petrol kuyularının geliştirilmesini ve güçlendirilmesini konuştuk. Bütün Irak’ın petrolünü birbirine bağlamayı ve dışarıya çıkan petrolün tek bir yerden kontrol edileceğine dair konuştuk ve anlaştık. Bu konudaki teknik konuları Bağdat’ta yapacağımız toplantılarda belirleyeceğiz” diye açıklamada bulunarak, kendince son noktayı koydu. Ancak gelişen süreçte yaşanan gelişmeler son noktanın bu olmadığını, anlaşamazlıkların sürdüğünü, çünkü herkesin beklentisinin farklı olduğunu ortaya serdi.

Daha sonra Kuzey Irak Enerji bakanı Hawrami şöyle diyordu:

İki petrol anlaşması imzalamaya hazırız. Şu anda 20 yabancı petrol şirketi Kürdistan Bölgesinde iş yapıyor. 20 şirket daha gelecek yılda anlaşma yapmak için yolda.

Buna, Irak Yönetiminin yanıtı sert oldu: Irak hükümeti kuzeydeki bölgesel yönetimin yabancı şirketler ile imzaladığı sözleşmelerin ‘yasadışı ve geçersiz’ olduğunu açıkladı.

Buna karşın, yine Kürt Bölgesi Enerji Bakanı Hawrami, Türkiye’ye yönelik mesajında şöyle diyordu:

Eğer Türkiye bizimle ilişki kurarsa, kendisinin daha fazla çıkarına olur. Irak’ın kuzeyinde petrol arama ve üretim için Bağdat’a gitmesi sonuç vermez. Çünkü Bağdat muhatap değil, bize ulaşmak için bir aracı olabilir. Oysa bu konuda bizimle doğrudan ilişki kurabilir. Bağdat, petrol arama ve üretim sözleşmesi yapamaz. Aynı şekilde, bizi de herhangi bir sözleşme yapmaya zorlayamaz. Bağdat’ın rolü, sadece bizim yaptığımız sözleşmelerin sözleşme şartlarına uyup uymadığını denetlemek ve onaylamaktan ibaret.

Böylece Hawrami, hem merkezi hükümete rest çekiyor, hem de Türkiye egemenlerine para dolusu selamlar gönderiyordu!

Elbette bu durum, Türkiye egemenlerinin ağzını sulandırıyor!

Şüphesiz Hawrami’nin de bizzat yazıcısı olduğu Irak petrol yasası bazı şeylerin altını çiziyor, ancak otoritenin tam olmadığı, aradaki güvensizliklerin had safhaya ulaştığı bir yerde, kanunların belirlenmesi ve uygulanmasında, kitap ne yazarsa yazsın, esas olarak güç ilişkileri ve dengeleri egemen oluveriyor.

Peki, bu koşullarda ABD Irak’tan nasıl çekilecekti? Bunun için temel dayanaklara ihtiyacı vardı ve bunların başında Türkiye geliyordu, doğal olarak.

Bir kere, en başta, Kuzey Irak’ın komşusu Türkiye idi ve aradaki husumetlerin giderilmesi gerekiyordu. Çünkü bir tarafta Türkiye, diğer tarafta Irak’ın diğer halklarının düşmanlığı ile kuşatılmış bir Kuzey Irak oluşumunun çok uzun vadeli bir geleceği olmayacağı, en azından komşusal ve çevresel sıkıştırmalarla bunaltılan bu oluşumun uzun vadede çok da hayır getirmeyeceği ortadaydı. Nitekim durumun farkında olan Kuzey Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başbakanı Yardımcısı Ömer Fettah, ABD askerlerinin Kürt bölgesinde uzun süreli olarak kalması için Washington’la anlaşma yapmak istediklerini söyledi. Bu bile, Irak’taki tablonun nasıl karışık ve riskler içerdiğini, ortalığın güllük gülistanlık olmadığını göstermektedir.

Üstelik düşmanlıklarla kuşatılmış Kuzey Irak’ın esas anlamda batıya açılma yolu Türkiye üzerinden olabilirdi. Öte yandan, Kafkaslar içlerinde de yoğun biçimde çalışan hem oradaki enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak, hem de rakibi Rusya’yı sıkıştırmak ve zayıflatmak isteyen ABD için, Kafkaslar, Türkiye, Irak üzerinden İsrail’e uzanacak bir hat kurulması, hem kendisi, hem de en yakın müttefiki İsrail için son derece önemliydi.

Türkiye ile Kuzey Irak’ın arasının bulunması, belli noktalarda uzlaşı sağlanması, bu bakımlardan son derece önemliydi. Türkiye ile belli oranlarda anlaşmış bir Kuzey Irak, en başta Türkiye’nin sıkıştırmasından kurtuluyordu. Daha da ötesinde, arkasına Türkiye’yi almış bir Kuzey Irak oluşumunun, ülkede kendisine husumetle bakan etniksel, mezhepsel gruplara karşı daha güvenli hareket edebilme şansı vardı. En azından, sıkışmış pozisyonu belli oranlarda rahatlayacaktı.

Kuzey Irak’ın, coğrafi durum itibari ile denize çıkışı yoktu, daha ziyade iç kesimlerde sıkışıktı ve bir dışa açılım kapısının olması gerekiyordu. Türkiye, bu iş için uygundu. Öte yandan, Kuzey Irak, yeni imara girişilen ve bu yeni yapılanma çerçevesinde, enerjiden gelen para ile de büyük işlerin ve paraların dönmeye başladığı bir yerleşim bölgesi olarak, gerek müteahhitlik, gerekse ticari açıdan yeni bir pazar özelliği taşıyor, bu da Türk burjuvazisinin ağzını sulandırıyordu. Şimdiden Kuzey Irak ile küçümsenmeyecek ticari bağlantılara girmiş pek çok patron bulunuyordu. Öyleyse karşılıklı çıkar ilişkileri yoluyla bu mesele halledilebilirdi!

Böyle bir çözümle bölgede etkin ve güçlü konuma sahip olan İran’ın da eli zayıflatılmış olacaktı. Ki, bu nokta, ABD açısından son derece önemliydi. Yukarıda sıraladığımız bölgedeki demografik dağılım göz önüne alındığında, İran’ın geniş bir kapsama alanında etkin olduğu ve olabileceği riski zaten vardı. Üstelik, bölgedeki krallar, prensler, emirler, yani yönetimler tarafından sevilmeyen İran’ın, halklar üzerinde büyük bir prestiji vardı. Kısaca söylemek gerekirse, ABD ve İsrail için en çetin rakipti. Kuzey Irak, Türkiye yakınlaşması ile İran’ın burası üzerindeki eli zayıflatılmakta idi.

Bu başlıca nedenlerden dolayı, Türkiye ile Kuzey Irak Yönetimi arasında yakınlaşma sağlanmalıydı.

AÇILIMIN ÖN AÇILIMI

Ancak bunun için Türk egemenlerinin hem Kuzey Irak Kürt Devleti’nin Türkiye’ye yansımalarının getireceği olası sorunlar için güvence almaları, kendilerini rahat hissetmeleri gerekiyordu. Diğer yandan da, ülkedeki Kürt sorunu, artık salt “Kürtlerin sorunu” olmaktan çıkıp ülke sorunu haline gelmişti. Dolayısıyla içte de bir takım açılımların yapılması elzemdi.

Elbette bu açılım, söylemler ve girişimler yeni değildi. Bu işin böyle yürümeyeceği, yıllardır süren pratik tarafından ispatlanmıştı. “Bir avuç çapulcu terörist”, “bir avuç dış güçlerin maşası” hikayeleri kesmiyordu artık. Karşıda giderek büyüyen ve halklaşan bir güç vardı.

Açılım söylemleri ve denemelerine Özal’dan başlanarak, Mesut Yılmaz döneminde ve daha sonrasında Tayyip Erdoğan tarafından girişilmişti; ama bu girişimler, her seferinde değişik propaganda ve onu destekleyen provokatif eylemler ve iç gıcıklayıcı, bol göz yaşlı gösteriler yoluyla savaş ve kan yanlısı iç odaklar tarafından püskürtülmüştü.

Hafızalar biraz yoklanınca anımsanacaktır, ne zaman barışa doğru biraz yaklaşılsa, barış konusu gündeme gelse, ateşkese yaklaşılsa, birleri bir kanlı eylem yapıyor, bombalar patlıyor ve medyanın büyük katkısıyla ortalık doz dumana karışıp, yumuşayan hava püskürtülüyordu.

Ayrıca tıpkı Kuzey Irak Kürt devleti ile olduğu gibi, ABD, Türkiye’nin Ermenistan ile de arasının düzelmesini istiyordu. Böylece Rusya’nın sıkıştırmasından kurtulacak Ermenistan, kendi yanında daha rahat biçimde saf tutabilecekti! Yani, bu kez Rusya’ya karşı bir ittifak zincirinin parçası olabilecekti. Tüm girişimler her seferinde püskürtülüyordu.

Peki, püskürtenler kimlerdi?

Devlete dayanmış bir avuç çapulcu mu?

Elbette hayır.

Bunu yapabilmek, hem devlette, hem medyada, hem askeri anlamda güçlü olan ve politikalar belirleyen bir gücü, dev bir örgütlülüğü gerektirirdi.

Nitekim öyleydi. Bu, tam da şimdilerde içeri alınan, belli oranlarda tasfiyesi yapılan kontr örgütlenmenin, ya da Gladyo’nun kendisiydi.

Şimdi yeniden tekrarlamaya gerek yok. Bu örgüt, kısaca NATO tarafından kurulan bir örgüttü ve o günkü koşullarda stratejisi, birincil dereceli düşman olarak tespit edilen  “komünizme” yani Sovyet’lere karşı halkı kışkırtmak, ABD’nin, NATO’nun, büyük sermayenin çıkarlarını savunmak ve ileri karakolluğunu yapmaktı. O zaman milliyetçiliğe gerek vardı. Yalan yanlış propagandalar, kışkırtıcılıklar, suikastlar, bozkurt karşı komando kampının örgütlenmesi ve demokrasi güçlerinin üzerine paramiliter kuvvetler olarak salınması, toplu katliamlar, 1 Mayıs Taksimler, Maraşlar, Çorumlar vb. tam da Gladyo’nun kitabına göre örgütlenmiş eylemlerdi. Ve nihayetinde 12 Eylül geldi. Sonrasında da, devletin büyük ve etkin gücü idi, bu kez Kürtlere karşı konumlanmıştı.

Peki, neden Kuzey Irak Kürt oluşumunu kendisine müttefik sayan ABD, burada farklı davranıyordu? Hemen başından belirtelim ki, önceleri Talabaniler Sovyetlere yakındı ve en büyük desteği oradan alıyordu. Sovyetler çökünce saflaşmalar değişti. Unutulmamalı ki, Halepçe katliamında kullanılan gazları, kimyasal silahları Irak’a veren ABD idi ve bu katliam karşısında ABD özel bir tepki göstermemişti! Daha önceki dönemlerde de İngilizler, Kürtleri ortada bırakıvermişlerdi. Demek ki, emperyalist politikalarda, müttefikler, farklı zaman ve koşullarda farklı ilişkiler kurulabilmektedir. Ya da daha doğru biçimde ifade etmek gerekirse, emperyalistlere dayanarak güvenli bir gelecek inşa etmek mümkün değildir.

Türkiye Kürt hareketi ile ABD’nin kalıcı anlamda müttefiksel ilişkisi olmadı. Türkiye Kürt hareketi, hiçbir dönemde ABD’nin uzantısı gibi davranmadı, bu da, ABD’nin hiçbir zaman hoşuna gitmedi. Hiç şüphesiz bunda bölgedeki dengelerin, uluslararası ilişkilerin, Türkiye ile ABD yakınlığının, Kürt hareketini oluşturan temel güçlerin Türkiye sosyalist hareketinden etkilenmiş ve yoksul kesimlerden olmalarının önemli rolü vardı. Bundandır ki, yani, ABD’nin Türkiye Kürt hareketine hakim olamamasından, bölgede asıl olarak Barzani-Talabani’yi öne çıkarmasından ve Kürtleri bu eksen etrafında toparlamayı istemesinden dolayıdır ki,  Öcalan bizzat ABD tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Böylece bölgede Barzani-Talabani liderliği öne çıkartılacak, PKK’nın etkisi zayıflatılacak, sıkıştırılarak ve başka bir yol olmadığı gösterilerek, ABD’nin yanında yer almaları sağlanacak, Kürtlere, sizin liderleriniz Barzani-Talabini’dir  mesajı verilecekti!

Nitekim bu kadarla da kalmadı, ABD, PKK içinde kendi hizip ve ya hiziplerini yaratmaya kalktı. Belli sayıda unsurlar bu faaliyetten etkilense ve hareketten kopsa da, etkisi çok küçük çaplı olabildi. Aslında böylece bir kere daha kağıt üzerindeki parlak projeler, pratik tarafından geçersiz kılındı.

ABD ve tüm emperyalist güçlerin en çok yararlanmaya çalıştıkları şey, halklar arasındaki rekabetler, anlaşmazlıklar, tarihsel kuşku ve ön yargılardır. Emperyalist siyaset bunlardan yaralanmakla kalmaz, bizzat bunların öne çıkması için örgütleyici görev yapar. Ancak, Türkiye’deki Kürt meselesinin dış güçlerin bir oyunu olduğunu söylemek ne kadar da yalan ve aptalcadır! Kürt halkını emperyalistler yaratmamış, uzaydan getirip gıcık olsun diye Türkiye ve bölgeye koymamıştır! Böyle bir sorun vardır, çözüme kavuşturulmadığı için de, ABD ve diğer emperyalistler, çözümlenmemiş bir meseleyi ellerine koz olarak almışlardır. Öyleyse yerel egemenlerin, çözmedikleri bir mesele için yaygara yapmaya hakları yoktur. Üstelik yaygarayı kopartanlar, daha da vahimini yapmışlar, meselenin çözümünü, bu meseleyi imal ettiklerini söyledikleri ABD’ye, emperyalistlere havale etmişlerdir! Ne kadar da trajikomik!

ABD ve diğer emperyalistler de ikramı ret etmeyerek, bu meseleden hem Türkiye’yi hizaya getirmek için faydalanmışlar, hem de PKK’yı kendi saflarını çekmek için yollar denemişlerdir.

SON OPERASYONLARIN KÜRT MESELESİ VE BÖLGE İLE İLGİSİ

“Komünizme karşı” mevzilenen ve o konsept dahilinde örgütlenip eğitilen kontrgerilla, yeni süreçte ihtiyaca yanıt vermediği gibi, zarar da veriyordu.

Şimdi buraya bir parantez açıp, kısaca vurgulayalım: “ABD, NATO’nun kurduğu bir örgüt neden onlara ters düşsün? ABD ve NATO tasfiye ediyor, o zaman tasfiye edilenler, ABD ve NATO’ya karşı, belli oranlarda millici, antiemperyalist güçlerdir” demek, dünyadaki bu tür oluşum ve sonuçları hakkında en küçük bir fikir sahibi olmamak demektir. Unutulmamalıdır ki, ABD’nin de bizzat devlet içinde değişik klikleri, güç sahipleri vardır ve bunlar zaman zaman çatışır, birbirlerini tasfiye ederler. Bu, tasfiye edilenin ABD karşıtı olduğu anlamına mı gelir?

Bir dönemin ihtiyaçları ve konseptine göre örgütlenilip eğitilen örgüt, uzun yıllar sonra kemikleşmiş, aynı zamanda kendi başına büyük bir merkez olmuştur. Artık ellerinde muazzam bir güç, yetkiler, olanaklar vardır ve üstelik iktidar kendiliğinden bırakılamayacak kadar tatlıdır. Onların elinde üniversitelerden medyaya, mafyadan kaçakçılara, İsrail’den Kafkaslara kadar muazzam derin bir güç ve ilişkiler toplanmıştır artık. Üstelik ellerinden gelip geçen sermaye dudaklar uçuklatacak kadar büyümüştür. Kapitalizmde ise, para belirleyici güçtür, satma, satın alma aracıdır. Bir zamanlar kontrgerillanın finansmanı için yapılan uyuşturucu işinin gelirleri, artık o örgütlenmede yer alanların kişisel sermayelerine eklenmiş, haraçlar gasplar sıradan günlük işler haline gelmiştir. Vurmakta, kırmakta, bir el işaretiyle insanlar yok edilip çukurlara atılmakta, bombalamakta, kimseye tek bir kelimelik hesap vermemekte, “vatansever medya aracılığıyla” “kamuoyuna” istedikleri gibi yön vermektedirler. Üstelik bunu vatan-millet adına yapmaktadırlar!

Uyuşturucu, katliamlar, provokasyonlar, kanlı mafyalar, haraç mezatlar, kardeş savaşlarını örgütlemeler –  Ne göz yaşartıcı bir vatan savunması!

Oysa “vatan-millet savunması” adına ortalığı kana bularken, aslında halkı birbirine düşürüp düşmanlaştırarak, “dış güçlere” en iyi biçimde hizmet ediyorlardı! İstikrarsızlık, halklar arasında düşmanlık, güvensizlik, artan önyargılar, rekabet, şovenizm… “Dış güçler” için o dönemde bundan daha iyi ne olabilirdi? Üstelik düne kadar birlikte Maraş, Sivas, 1 Mayıs Taksim katliamlarını örgütleyip ortalığı kana bulayan, Kafkas içlerine dalış operasyonları yapanlar, Çeçenleri örgütleyip kontrgerilla timleri oluşturanlar, İran içlerine yönelik Azeri Kurtuluş Orduları kuranlara yardım yataklık edenler, İsrail’le silah anlaşmaları yapanlar, NATO, ABD kamplarında özel harp eğitimi alanlar, şimdi patronlarını “dış güç” ilan ediveriyorlardı!

Üstelik barış demek, bu kanlı örgüt için pozisyonlarının değişmesi, geri planlara itilmeleri ve işsizlik demekti! Savaşsız ve rantsız bir dünya! İkinci sınıf bir kontr eskisi muamelesi! Elden giden güç! Katlanılması ne kadar da zordu!

Oysa ABD ve NATO için konsept değişmiştir artık. O Ortadoğu ve Kafkaslarda tek güç olmak istemekte, kendine uygun yeni dizaynlara girişmektedir. Ilımlı İslam konsepti gündemdedir. Örnek ülke olarak Türkiye seçilmiş, buna uygun yapılanmaya gidilip yeni iktidar işbaşına getirilmiştir!

Ilımlı İslam konsepti, ABD’ye karşı, emperyalist yağma ve talana karşı ılımlı ülkeler ve halklar demektir kısaca! ABD’nin sadık kölesi olma ve bunu ilahi adalet, tanrısal buyruklar adına yapma!

Radikalizm kullanılabildiği ölçüde ABD için her zaman el altında olması gereken yedek güçtür. Ancak radikalizm bazen denetimden çıkmakta, terse dönmekte, düşünsel radikalizmi de doğurabilmektedir!

Radikalizm nedir ABD için denirse; mesela İsrail’e karşı Filistin’inin yanında yer almak, katlanılması zor bir radikalizmdir! Ya da enerji kaynaklarının yerel halkların çıkarına kullanılmasının istenmesi! Emperyalist yağmaya karşı çıkılması… Yine mesela özelleştirmeler yolu ile yerel kaynakların yabancı sermayenin yemliğine geçmesine karşı durulması… Oooo! Ne kadar da feci bir radikalizmdir!

Yine örneğin, Fethullah Gülen hazretleri ABD’nin Irak işgalini destekler, işgale karşı çıkan ve mücadele eden halkı tanrı adına lanetlerken ne kadar da ılımlıdır!

Kontrgerilla’nın bir bölümün tasfiyesi, mevcut Ilımlı İslam iktidarının önünün açılması, elinin rahatlatılması ile ABD’nin yeni planları çakışınca, yani çıkarlar üst üste oturup, diğerleri ise ellerindeki gücü terk etmek istemeyince, yani bir anlamda iktidarsal erk çatışması ortaya çıkınca, gündeme geldi.

Yine hatırlanmalıdır, ABD’nin gerek Azerbaycan üzerinden İran’a yönelik faaliyetlerinde, gerekse Latin Amerika’daki kontr örgütlenmelerde en önemli isimlerden ve örgütleyicilerinden olan Albay North da Amerikan “yüce adaleti” önüne çıkarılmış, Kongre tarafından sorgulanmış ve emekliye ayrılmıştı. Ama kimse onun için, Amerikan karşıtı olduğu için bu hallere düştü demedi!

Böylece mevcut iktidarın ve dolayısıyla ABD’nin bölgesel yeni konseptine ayak uyduramayanların, ellerindeki muazzam gücü bırakmak istemeyenlerin tasfiye zamanı geldi. Bu, aynı zamanda bölgesel yeni açılımın ön hazırlıklarından birisiydi. Ama aynı zamanda ABD’nin “benim ayaklarım bana karşı çıkamaz, yoksa sonu böyle olur” mesajının başka versiyonuydu!

AKP’nin bir başka hesabıysa, Türkiye’deki Kürtlerin din sayesinde birliğini sağlayarak desteğini almaktı ve bunda da iddialıydılar. Ancak bu hesap tutmadı, özellikle son yerel seçimlerde herkes dersini aldı. Ve dehşetli planlar bir kez daha bozuldu.

Eğer AKP düşlediği oyu alabilseydi, şimdi belki de başka şeyler konuşuluyor olacak, açılım ilanı, “tarihi fırsatlar” bu denli söz konusu olamayacaktı. Öyle ya, AKP fazla oy olarak açılımın nasıl olacağını göstermiş olacak, “tarihi fırsat” olarak da önümüze Kürt açılımı değil, İslami açılım konacaktı!

Diğer yandan, Kuzey Irak’ta bir Kürt konferansı gündemdeydi. Ama yerel seçim sonuçları sadece buradakini değil, bölgesel planları da bozdu. Bu konferansta ABD, PKK’sız bir konferans düşünüyordu. Ya da ehilleştirilmiş ve yola getirilmiş bir PKK… Yani bu yollarla, baskılarla, kuşatmalarla kendi yörüngesine çekilmiş, bir PKK… AKP’nin ve Türk egemenlerinin gönlünden geçeni söylemeye gerek bile yok!

AKP’nin Kürt açılımından anladığı, esas anlamıyla buydu; her şeyi ABD’ye havale eden bir anlayış! Kendi ülkesinin sorununun çözümünü bile başkalarına bırakarak, aslında inisiyatif ve karar sürecini başkalarının eline terk ediyorsun! En büyük sorun dediğin şeyi başkalarının eline koz olarak veriyor ve o sorun üzerinden diz çöktürülüyorsun!

Mantık da bir harikadır! Onlar “bölücü örgütü muhatap alamazlar!” Ama ABD’yi muhatap alırlar! Ne kadar da komik!

Fakat seçim sonuçları, bir kez daha kağıt üzerindeki parlak planları boşa çıkardı. Konferans yapılamadı!

Şimdi Kürt açılımı bir kez daha gündemdedir. Bu kez engellerden bir bölümü tasfiye edilmiş ve yol nispeten daha rahat gibidir. Ancak, buradan tüm farklı kliklerin tasfiye edildiği sonucu çıkmamalıdır. Ama yine de şahin kanadının bir bölümü şimdilik operasyonu yemiş, kolu kanadı budanmıştır. Ancak kökten tasfiye öyle kolay değildir. Baksanıza şunun şurasında on beş yirmi yıllık korucuların tasfiyesi bile olamamaktadır! Hal böyleyken, onlarca yıldır hem de ABD ve NATO tarafından kurulan ve belli bir güce ve yaygınlığa sahip bir örgütün tasfiyesi öyle birkaç harekette mümkün olmayacaktır.

Ayrıca tasfiye edenler, bu örgütün ne kadarını tasfiye etmek istemektedirler ki? Burası da ayrı bir sorudur. Var olan bir örgütü kökten yıkıp yeniden kurmak mı, yoksa uç unsurları tasfiye edip, var olan örgütü yeni konsepte uygun hale getirip yeni mevzilenmelere gitmek mi? İhtiyaçları olduğu ve olacağı, kontrgerillasız edemeyecekleriyse kesindir.

Ama şöyle ya da böyle, Türkiye için açılım önemli bir fırsattır ve bu ülkenin yıllardır süren gerginlik ve kışkırtmalardan sonra soluklanmaya, barışa ihtiyacı vardır. Şüphesiz gerçek anlamda yakınlaşma ve kardeşleşmenin ABD eli ile olmayacağı, böyle bir çözüm sürecinin eninde sonunda farklı zamanlarda yeniden karışıklık dönemine döneceği aşikardır. Ancak böyle bir açılım yoluna girmek bile ilerisi için bazı adımların düzeltilebileceği umudunu beraberinde getirmektedir. Her şeye rağmen ilerleme ilerlemedir ve kanlı, kışkırtıcı, düşmanlaştırıcı ortamdan çok daha iyidir!

Diğer yanda Kafkaslar giderek daha fazla ısınmakta, ABD, AB, Rusya bölgeyi kontrol altında tutabilmek için her gün satranca benzer hamleler yapmakta, birbirlerini kollamakta, yoklamakta, ittifaklar yaratıp kendi geleceklerini nispeten sağlama alırken, rakiplerini püskürtmek istemektedirler.

Uzak Asya ise, her gün daha fazla altında kazanlar kaynayan ve gelecekteki çatışmaların merkezi olma adayı bölgedir. ABD için ne Çin, ne de Hindistan kendi başına bırakılacak küçük ülkeler değildir. Üstelik bu bölge, mali açıdan da en hızlı büyüyen bölgedir.

Çevresinde bu kadar gelişmeler varken ve hepsinin içinde ve başrol oyuncusuyken, ABD’nin Irak’tan yavaş yavaş çekilip yeni mevzilere yönelmesinde şaşılacak bir yan yoktur.

Ancak sorun şuradadır: nasıl çekilinecek, geride nasıl bir tablo kalacaktır?

Nasıl çekilinecek sorusu, askeri kuvvetlerin hangi yollardan nasıl çekileceğine ilişkin değildir. Nasıl çekilinecek sorusundaki püf noktası, geride kendi açısından nasıl güvenli ve kendisine bağlı yapı oluşturulacağıdır.

TÜRKİYE’YE BİÇİLEN ROL

Türkiye gerek stratejik, gerek tarihsel geçmişi bakımdan bölgede belli bir etki gücüne sahiptir. Her şeye rağmen kabul edilmeli ki, bölgedeki halkların da izlediği bir ülkedir. Hiç şüphesiz bunda, Körfez bölgesindeki ülke kralları, prensleri ve şeyhlerinin Amerikan kuzusu rolünde olmalarının getirdiği itibarsızlık ve güvenilmezliklerinin payı çoktur.

Aslında ABD karşıtı olarak ve İsrail ile uzlaşmayarak, halklar nezdinde bölgede en çok prestije sahip olan ülke İran’dır.

Zaten bunun da etkisiyle ve elbette yukarıda sıralan diğer faktörlerin katkısıyla, Ilımlı İslam operasyonu yapılıp, projeye uygun iktidar işbaşına getirilerek, Türkiye, bir alternatif ve İran’ı izole edici bir rolle öne sürülmüştür! Türkiye, yine aynı nedenlerle, –bugün, artık başarıyla uygulanamamış ve eskimiş– Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin “Eş Başkanı” olmuştu!

Belli ölçülerde önü temizlenen AKP, bölgede lider olma iddiasıyla çıkmıştır. Türkiye, eskiye göre daha aktif bir bölge siyasetine yönelmiş, klasik akmaz bulaşmaz dış politikasını geri bırakmıştır. Elbette bunun başlangıcı onlara ait değildir; Özal öncü hocalarıdır!

Anımsanacaktır; Özal’ın bölgesel hayali, Kürdistan üzerinden bölgede lider ülke olmaktı. Bu hayali, gerçek olamayacak kadar afakiydi. Ama Özal, böyle bir şeyi ihtimal dahilinde görüyor ve Amerikan gazıyla da buna uygun bir yapılanmaya gidebilmek için çalışıp, Talabani Barzani ile görüşmeler sürdürüyor, Kandil’e elçiler gönderiliyordu.

Son gelişmelere bakınca, akla gelen sorulardan birisi de budur. AKP de aynı hayalin peşinde midir? Üstelik, Kuzey Irak’la yakınlaşma çerçevesinde bazı çevreler tarafından “Osmanlılık”a göndermeler yapılıp, bu hayaller canlı tutulmaya, “bölgesel lider” gazları verilmeye çalışılmaktadır.

Kaldı ki, Türkiye egemenlerinde yayılmacı/emperyal hevesler er zaman diri olmuş, bazen bu yönde kalkışmalara girişilmiş, ya da bu hevesler ABD ve AB tarafından önce kullanılıp, sonra başlara çuval geçirilerek, ‘bu işi ciddi sandınız galiba’ mesajları verilmiş, kimsenin haddini aşmaması gerektiği uygun biçimlerde bildirilmiştir!

Örneğin, Kafkaslarda, ABD, bölgedeki ilişkilerini bildiği Türkiye’den çok yararlanmış, şimdi operasyona uğrayan derin örgüt tepe tepe kullanmış, yol açıldıktan sonra Türkiye’ye kapı gösterilmiştir!

Benzer roller, şimdi AKP eli ile bölgede devreye sokulmaktadır. Hamas’la görüşmeler, esas olarak, onları uslu çocuklar olmaya davet ve teşvik biçiminde görülmektedir. Ya da Sadr’ın Türkiye’ye gelmesi, çok açık biçimde anlaşılmıştır ki, ABD’nin rızası ile olmuştur. Böylece, hem Kuzey Irak’a, Kürtlere de ince mesaj verilmiştir!

Ama yine de biçilen ısmarlama elbise her bedene uymamaktadır. İsrail’in Filistin saldırısında olduğu gibi, AKP’nin arabulucu olma isteğini sallayan olmamıştır. Gerçi arabulucu rolündeki Mısır’ın bölge halkları üstündeki itibarı sıfır bile değil, eksidir!

Yine İran, AKP’nin arabulucu edalı girişimlerine, “herkes işine baksın” yanıtını vermiştir.

Başka bir örnek de, Rusya ile Gürcistan arasındaki savaşta yaşanmış; AKP anında öne atılarak bütün dünyaya diplomasi dersi vermeye kalkışmış, ama her iki taraftan da muhatap bile bulamamıştı.

Tüm bunlar, sözle pratik arasında büyük farklar olduğunu, “büyük bölge lideri” olmanın, gazetelerde propaganda yapmak gibi olmadığını göstermiş ve AKP’nin dış politika “mucizeleri” etrafta gülüşmelere neden olmuştu! Demek ki, aktif “büyük dış politika”nın sadece ABD ve emperyalizmin izin verdiği ve biçtiği rol kadar bir hükmü vardı!

Nitekim büyük “bölge lideri” dış politikanın tam da ABD’nin isteklerine göre şekillendiği, ya da şekillendirilmeye çalışıldığı görülüyor. Ermenistan girişimi buna uygun bir yönelimdir, amaç da Ermeni kardeşliği falan değil, Ermenistan’ın Rusya’nın etkisinden alınıp, yeni bir cephe açılmasıdır. Şüphesiz halklar arasındaki düşmanlıklar zayıflasın, bu istenir şeydir, ama böyle bir projenin amacı bu değil, uzun vadede sinsi hesaplarla bölgesel dengelerin değişimi ve daha fazla farklı halkları etkileyecek bir karışıklıktır.

Ama ne olmuştur? Ermenistan’la yakınlaşacağım derken, Azerbaycan ile kafa kafaya gelinmiştir! Vay Türki, İslami politikaların haline! Bu kez, Azerbaycan Rusya’ya daha fazla yakınlaşmıştır! Demek kurgulu “lider ülke” olmanın bedeli, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamaktır! Ya da Ermenistan’la yakınlaşınca ABD memnun oluyor, ama bu kez başka ülkeleri kaybediyorsun. Onları gözetsen, bu kez büyük patron bozuluyor! İçerdeki pozisyonlar sarsılıyor!

O zaman da, şu “lider ülke” meselesi sorgulanıyor: İsrail Filistin işinde arabulucu olma laflarına yüz verilmiyor. İran sana kendi işine bakmanı tavsiye ediyor, Gürcistan, Rusya muhatap bile almıyor. Dolayısıyla bu nasıl bir liderlik oluyor? Komik ama gerçek!

Öyleyse şu gerçek ortaya çıkıyor; AKP, Türkiye’nin ihtiyacından çok, Amerikan ihtiyaçlarına göre dış politika adımları atıyor! Ama bu adımları içerdeki dengeler de belirliyor. Yani bu politik yönlenmeler, “olanaklar” dahilinde yerine getirilmeye çalışılıyor. Bu çerçevede de Amerika’nın Irak çekilişini kolaylaştırıcı politikalar gündeme geliyor. Çevre ülkelere ve gruplara bu yönde örnek olunmaya çalışılıyor ve uyarılar yapılıp “ılımlı” olmaya davet ediliyor!

ABD ise, bir yandan Irak’tan çekilmeye hazırlanırken, Orta ve Uzak Asya’ya dümen kırıyor. Şimdilerde hedefte Pakistan var gibi görünüyor. Bilindiği gibi, ABD ile Pakistan arasında sorunlar var gibi yansıyor. Neden olarak da, Pakistan’daki “sert” İslam’ın yükselmesi gösteriliyor. Ancak ABD’nin meselelere yaklaşım ve çözüm yöntemleri işin içine katılarak olaya yaklaşıldığında, dikkat çekilen konuları, noktaları değil, gölgede bırakılan planları kurcalamak gerekiyor. Mesele, tek başına Pakistan mıdır, yoksa Pakistan üzerinden bölgeye yönelik daha kapsamlı stratejik yerleşme senaryoları mıdır? Çünkü oldukça uzun zamandan beri, ABD’nin, genel olarak Uzak Asya, özel olarak da Çin’in yükselişinden rahatsız olduğu biliniyor. Pakistan operasyonu ile başka kuşlar da vurulmuş oluyor. Rusya daha da sıkıştırılarak, Çin ve Uzak Asya bağlantıları denetime alınıyor. Öte yandan, ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük hedeflerinden biri olan İran da bu senaryodan nasibini alıyor. Çünkü bölgede yükselen akım olarak Şiilik, İran Pakistan hattında yoğundur. Her ne kadar Afganistan ile İran sorunlu görünse de, bu durum, söz konusu bölgede Şiiliğin güçlü olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. ABD’nin Pakistan’a yönelik sertleşmesine, bu ayrıntılar işin içine katılarak yaklaşmak gerekmektedir.

Bilindiği üzere, kısa bir zaman önce Svat Vadisi krizi yaşanmıştı. ABD Svat vadisini bombalamış ve Pakistan’ı suçlamıştı. Oysa biraz geçmişe gidilince Svat vadisini bu hale getirenin ABD olduğu çok iyi bilinmektedir. Afganistan işgali sırasında Rusya’ya karşı Afganistan genelinde ve özel olarak da burada Taliban’ı örgütleyip Rusya’nın önüne diken ABD’nin ta kendisidir. Üstelik Pakistan Devlet Başkanı Asaf Ali Zerdari, Taliban’ın CIA tarafından kurulduğunu, 2001’de Usame Bin Ladin’i yakalayıp ABD’ye teslim ettiklerini, ancak Amerika’nın serbest bıraktığını açıkladı. Bu açıklama, konuyla az çok ilgisi olan kimseyi şaşırtmadı. Çünkü geride kalan yıllarda, Usame Bin Ladin’in Arabistan’da böbrek tedavisi gördüğü ve CIA yetkililerinin kendisini ziyaret edip sağlığı ile yakından ilgilendikleri biliniyordu.

Afganistan’da ve Svat vadisinde Taliban’ı örgütleyen bizzat Amerika’nın kendisi idi ve sonra, önce Ruslara karşı kullandığı bu örgütlenmeyi bahane ederek, Afganistan’ı işgal etmişti. Yani etinden, sütünden, derisinden, kılından tüyünden faydalanmak tam da buna denirdi işte! Şimdi o Amerika, “Taliban’ı engellemediği için” Svat vadisini bombalıyor, Pakistan’ı tehdit ediyordu. “Barışçıl Obama”, Pakistan’da savaşmak için, Kongre’den 400 milyar dolar ödenek talep etmişti.

Peki, bu işin ucu Türkiye’ye dokunur mu?

Bir süre sonra, ABD, Pakistan’daki “insanlık dramı” için Türkiye’den askeri destek talep ederse kimse için şaşırtıcı olmaz! Belki de bunlar çoktan konuşulmuştur! Öyle ya, her şey insaniyet içindir!

HERKESİN HESABI KENDİNE

Savaş tanrılarının genişleyip büyüyen tablolarına bakınca, okların Orta ve Uzak Asya’ya çevrildiği görülüyor. Böylece ABD’nin Irak’tan çekilme isteğinin altındaki nedenler, şimdi daha iyi anlaşılabiliyor.

Ortada ürkütücü bir tablo görünüyor, kırmızı noktalı hatlar genişliyor. Petrol bölgesi bombalarla sarsılıyor, Kafkaslarda ilişkiler giderek gerginleşirken, yerel ölçekli savaşlar çıkıyor, tehditler havada uçuşuyor. Bu kadarla da kalmıyor, şimdi Orta ve Uzak Asya da savaş tanrılarının kapsama alanına giriyor.

Peki, ama ABD bu kadar çok cephede nasıl mücadele edecek, nasıl başa çıkacak? Ne de olsa her şey planlardaki gibi yürümüyor. Örneğin son olarak, NATO’nun Rusya’ya yönelik düzenlemek istediği tatbikat fiyasko ile sonuçlandı!

Örneğin bir süre öncesine kadar NATO’ya gireceği konuşulan Azerbaycan, bu düşüncesinden vazgeçiyor, tersine son Ermenistan meselesi ile Rusya’ya yakınlaşıyor.

Buna karşın, yine de ABD cepheyi genişletiyor, Rusya’yı daha fazla ve yakından kuşatmaya çabalıyor; Afganistan işgali derken, Pakistan üzerinden Çin’i kıstırmaya yönelik hamlelere hız veriyor.

Aslında dünyadaki gelişmeleri az çok takip edenler, önümüzdeki dönem çatışmaların merkezinin Uzak Asya olacağı noktasında birleşiyorlardı. Çünkü dünyadaki ekonomik gelişmelerin merkezi giderek bu bölge oluyor, örneğin Çin, devasa nüfusuna karşın, hızlı gelişimi ve sürekli büyümesi ile ABD başta olmak üzere diğer emperyalistlerin dikkatlerini üzerinden eksik etmiyordu. Afganistan işgali, Rusya ve bu bölgeye yönelik bir hamle idi. Şimdi gündeme gelen Pakistan operasyonları, ABD’nin bölgede artık çok daha fazla etkin olmak isteğini ortaya koyuyor.

Buna karşın, Çin ve Rusya’nın yakın ilişkisi ve henüz çok kemikleşmiş olmasa da esas olarak geleceğe yönelik Şanghay İşbirliği Örgütü var. En son olarak da, Çin ve Rusya, ABD doları yerine yerel ve bölgesel bir paradan söz ettiler. Şüphesiz böyle bir şeyin gerçekleşmesi hemen mümkün değildir, ancak daha önceleri kimse böyle şeylerden söz edemezdi. Ama böyle bir gelişmenin hayat bulması, başlı başına bir kesişme noktası olur ve ortalık tam karışır.

Bu açıklamalar, en azından geleceğe ilişkin niyetleri ortaya koyuyor, önümüzdeki süreçte havaların nasıl ısınacağının işaretlerini somut biçimde veriyor.

Ekonomiler daralıyor. Dünya emperyalistler için küçülüyor, yeni yağma alanları, yeni pazarlar isteniyor. İşler kızışıyor. Ve savaş tamtamlarının sesi daha geniş alanda duyuluyor. Emperyalistler, savaş lordları, haritaların başında daha fazla zaman geçiriyor, askeri kırmızı oklar daha fazla yöne açılıyor. Hal böyle olunca, emperyalist işbirlikçisi ülke yönetimleri de arada sıkışıyor; bir yanda efendiler, diğer yanda halklar. Efendileri dinlemeye kalktığında karşısına halklar çıkıyor; halkların baskısı, işbirlikçileri, emperyalist efendiler karşısında fena sıkıştırıyor.

Türkiye ise, bir yanda ABD talepleri, öte yanda AB istekleri, üstte Rusya, burada Irak, orada İsrail… grift ilişkilerde yol almaya çalışıyor. “Bölgesel lider ülke”, “aktif dış politika”, en küçük bir ezber dışı durumlarda çuvallıyor.

Önümüzdeki dönem dünya açısından her açıdan zor ve sıkıntılı geçeceğe benziyor!

‘Türkiye’nin Birinci Sorunu Kürt Sorunu’

Kürt sorunu Türkiye’nin temel gündemlerinden biri olmaya devam ediyor. Dünyayı saran ekonomik kriz ve krizin Türkiye’de yarattığı derin tahribatın çarpıcı etkileri bile, Kürt sorununu gölgeleyebilmiş değil. Operasyonların sürdüğü, çatışmaların yaşandığı, Kürt ve Türk gençlerinin çatışmalarda hayatını kaybettiği, acı ve gözyaşının tüm toplumsal kesimleri derinden etkilediği Kürt sorunu, krizin yarattığı işsizlik, açlık ve sefaletle büyüyen yakıcı bir sorun olarak önümüzde duruyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül son dönemlerde üst üste yaptığı açıklamalardan birinde, bu durumu; İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye’nin birinci sorunudur. Halledilmesi lazım.” diyerek dile getirdi. Mardin Bilge köyünde korucular tarafından gerçekleştirilen büyük katliamda olduğu gibi, ülkedeki birçok gelişme de Kürt sorunu ile ilişkilendirilerek tartışılmakta ve konuşulmaktadır.

İçeride ve dışarıda, Türkiye söz konusu olduğunda ilk akla gelen sorun olarak, Kürt sorunu, son bir iki aylık süreç boyunca gündemi belirleyen, ancak ‘farklı’ tartışma ve değerlendirmelere konu olan bir sorun. “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır”, “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorunu vardır”, “dış güçlerin kışkırtması ve desteğiyle süren terör sorunu” gibi söylemler devam etmekle birlikte, ‘farklı’ değerlendirme ve yaklaşımlar da gündeme girmiş bulunuyor. PKK’yi bölmek de dahil olmak üzere, PKK’ye karşı tutum alan bir muhatap arayışı hâlâ devam etmektedir. DTP’ye yönelik olarak gerçekleştirilen operasyonun “DTP içindeki PKK’liler”e yönelik bir operasyon olarak lanse edilmesi ve bazı köşe yazarları ve yorumcular tarafından “DTP’nin ılımlı kanadı bu operasyondan memnun” yönlü değerlendirmelerin yapılması da, bu yönlü amaçları açığa çıkarmaktadır. TRT-6’in yayına açılmasından sonra gündeme getirilen üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılmasına yönelik hazırlıkların ardından, ‘PKK’nin tasfiyesi’ amaçlı olmak üzere, ‘dağdakilerin indirilmesi’, ‘bir genel affın çıkarılması’ gibi konular gündemden düşmeden tartışılmaya devam ediliyor.

Kürt sorununun şiddetten arındırılarak çözüme kavuşturulması konusunda birçok açıklama yapıldı, demeç verildi ve tartışma yürütüldü. Logosu “Türkiye Türklerindir” ibaresiyle tamamlanan Hürriyet gazetesinin yayın yönetmeni E. Özkök’ün bile “oldukça makul’ yazılar yazıp mesajlar verdiği böylesi bir sürecin etki ve beklenti yaratması oldukça ‘doğal’.

29 Mart 2009 yerel seçimleriyle Bölge’de ortaya çıkan halk iradesi ve AKP’nin yaşadığı hezimet önemli bir gösterge oldu. Ortaya çıkan tablo, Kürt halkının demokratik çözüm yolundaki ısrarlı mücadelesi ve barış amaçlı toplumsal baskı, inkarcı ve asimilasyoncu cepheyi yeni ve farklı arayışlara itmiş bulunuyor. PKK’siz bir çözüm üzerinde çalışan, bunun için tüm kurumlarıyla uyum içinde hareket eden ve seferber olan,  Irak, Suriye, İran başta olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkiler ve diyalog geliştiren, ABD ve AB ile uyum halinde hareket eden bir süreç işletilmektedir.

Hakkında açılan kapatma davası süren DTP’ye yönelik başlatılan operasyon ve yüzlerce yönetici ve üyenin seçimden hemen sonra tutuklanması, DTP’li milletvekillerinin haklarında açılan davalardan dolayı ifade vermeye zorlanmaları, son olarak KESK içinde örgütlü ‘yurtsever emekçiler’ bahane edilerek gerçekleştirilen operasyon ve gözaltılar, Kürt sorununun nasıl ‘halledilmek’ istendiğini gösteren önemli veriler sunmaktadır.

Ancak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bağdat ziyareti esnasında gazetecilere yaptığı açıklamalar gündemi belirleyen bir etki yarattı. Doğal olarak, barış ve diyalog yolunun açılmasına yönelik toplumsal özlem, bu tür açıklamalara fazlasıyla ilgi gösterilmesine neden olmaktadır. 25 yıldan bu yana süren ve giderek tüm kesimlerce “yeneni ve yenileni olmayan, ancak acıları arttırarak devam eden bu soruna bir çare bulmak gerekiyor” değerlendirmelerine neden olan Kürt sorunu hakkında, devletin en üst merciinde bulunan Cumhurbaşkanı tarafından yapılan açıklamalar, temkinli yaklaşımla birlikte ilgi bulmakta, beklenti yaratmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın daha sonra gerçekleştirdiği dış geziler boyunca benzer açıklamalar yapması ise, Gül söylediklerinin arkasında duruyor yorumlarına neden olmaktadır. Tartışmalar hâlâ farklı boyutlarıyla ve birçok yönüyle devam ediyor.

Burada belirtilmesi gereken diğer önemli bir gelişme ise, birçok açıklama, demeç, röportaj, tutum ve yaklaşımın aynı dönemde yapılması ve bir birini destekler mahiyette gelişmiş olmasıdır. Obama’nın Türkiye ziyareti esnasında yaptığı açıklamalar, Kürdistan Bölgesel Hükümeti ve Irak Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin geliştirdiği yeni ilişkiler ve girilen diyalog süreci, AKP’nin Kürt milletvekillerinden bazılarının PKK de muhatap alınabilir yönlü ‘ılımlı’ açıklamaları, Ergenekon soruşturması kapsamında Bölge’deki kayıp ailelerinin ve avukatlarının başvuru ve ısrarlarından sonra ‘Asit Kuyuları’ ve başkaca yerlerin kazılması, PKK’nin ‘çatışmasızlık’ kararı açıklaması ve bunu 1 Haziran’a kadar uzatmış olması, DTP’nin barışçı çözüm ve diyalog yolunun açılması için yoğun bir çaba içine girmiş olması, Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak ziyareti, Talabani’nin Türkiye ziyareti ve Kürt sorununa ilişkin bir çok ‘ılımlı’ açıklama, Başbakan Erdoğan’ın uzun süreden sonra DTP milletvekillerine randevu vereceği izlenimi yaratması, Cumhurbaşkanı Gül’ün DTP Eş Başkanı Ahmet Türk’ü kabul etmesi, ‘sözde vatandaş’ yakıştırmasından yıllar sonra yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, PKK’lileri kast ederek ‘Terörist de insandır’ açıklamasında bulunması, ‘Türkiyelilik’ kavramını tartışmaya açması ve daha bir dizi gelişme, ‘Kürt sorununda iyi şeyler olacak’ beklentisine neden olmaktadır.

Yine gazeteci-yazar Hasan Cemal’in bu tartışmaların başladığı bir zamanda Kandil’e giderek KCK Başkanlık Konseyi üyeleri ile görüşmesi, Murat Karayılan’ın barış ve diyalog yolunun açılması halinde adım atacaklarını açıklaması, çözüm yoluna ilişkin açıklamalarda bulunması, bu röportajın Milliyet Gazetesi’nde yayınlanması ve açıklamaların hemen her kesim tarafından ‘makul’ görülmesi ve ‘makul’ ölçüler içinde değerlendirme ve eleştirilere tabi tutulması ve daha birçok olay ve gelişme, Kürt sorunu eksenli ‘çözüm’ tartışmalarını daha da alevlendirdi.

Eski Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın bir süre önce, “TSK’nın tümünü de seferber etseniz, Kandil Dağı’nda başarılı olması mümkün değil” açıklamasında bulunması, hemen tüm yazılı ve görsel medyada ‘Kürt sorunu ve yeni dönem’ kapsamlı tartışmaların yapılmış olması, ‘Kürt sorunu çözülüyor’  yorum ve değerlendirmelerinin yoğunlaşması, İskoç modeli gibi farklı çözüm modelleri tartışmalarının yapılması, ayrıca Cumhurbaşkanı Gül’ün tüm bu gelişmeleri özetler mahiyette olanDevletin tüm kurumları olarak ahenk içinde hareket ediyoruz mealindeki açıklaması, Irak ile Türkiye arasında geliştirilen diploması ve özel görevlendirmelerin yapılması, MİT, TSK, Hükümet cenahındaki açıklamalar, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın dün ile kıyaslandığında ‘ılımlı’ olarak değerlendirilen/değerlendirilebilecek olan ‘Kürtçe dilekçe hakkı, ‘Kürtçe tercüman hakkı’ gibi açıklamalarda bulunması, hatta olası bir “af”a ilişkin söyledikleri, hükümetin, Suriye-Türkiye sınırındaki mayınların temizlenmesi ve toprakların 44 yıllığına İsrail destekli şirketlere peşkeş çekilmesini gündeme getirmesiyle oluşan tepki vesilesiyle Baykal’ın Bölge’ye gitmesi, Adıyaman ve Mardin’de açıklamalarda bulunması, mayınların devlet tarafından temizlenmesi ve toprakların halk tarafından kullanılmasını savunması ve burada hükümeti eleştirerek, hangi çözümden söz ediyorlar, açıklasınlar bilelim şeklinde açıklamalarda bulunması ve daha ‘yumuşak’ mesajlar vermesi, tüm bu gelişmelerden, -henüz umut verici hiçbir pratik adım atılmamış olmasına rağmen- bazı şeylerin çıkabileceği, Kürt sorununda şiddet döneminin son bulmasına yönelik adımların atılabileceği beklentilerini arttırmış bulunuyor.

Tartışmaların boyutu ve içeriğinin bazı özgünlükler gösterdiği ve beklentiler yarattığı bir gerçek. ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın “PKK terör örgütüdür ve ortak düşmanımızdır” açıklamasıyla birlikte beş dakika ile sınırlı da olsa DTP Eş Başkanı Ahmet Türk ile görüşmesi, Amerikan tarihindeki katliamlardan örnekler sunarak, ‘Biz geçmişimizle hesaplaştık, siz de hesaplaşmalısınız’ içerikli sözler söylemesi de kaydedilmelidir. Yine, Başbakan Erdoğan’ın “faşizan baskılar” olarak nitelediği, farklı inanç ve kültürlerden halklara reva görülen uygulamalardan söz etmesi, bu tür açıklama ve demeçlerin devam edeceğini, Kürt sorununda, henüz adım atılmamış olsa da, ‘çözümden yana bir cumhurbaşkanı ve hükümet’ görüntüsü yaratılmak istendiğini göstermektedir.

ULUSAL DİRENİŞİN SİLAHTAN ARINDIRILMASINA ENDEKSLENMİŞ BİR HAZIRLIK SÜRECİ

Dikkatle bakılırsa görülebileceği gibi, ABD’nin, AB’nin, TC’nin, Irak Devleti’nin, Kürdistan Bölge Hükümeti’nin ve giderek İran ve diğer bölge ülkelerinin üzerinde mutabakata vardıkları temel konu, PKK’nin etkisiz kılınması, ulusal silahlı direnişin bitirilmesi ve Kürt sorununda bireysel özgürlükler ve kültürel haklar kapsamında ‘bazı adımlar’ın atılması yönündedir. Kürt sorunu artık inkar sorunu olmaktan çıkmıştır ve asimilasyonla çözülemeyeceği anlaşılan bir aşamada bulunuyor. Türkiye egemen sınıfları, artık “Kürt sorunu vardır” noktasına gelmişlerdir. Ancak sorunu bir ulusal tam hak eşitliği sorunu olarak görmek istememektedirler. Kürt ulusal direniş hareketinin, ayrı devlet kurma hakkından vazgeçtiğini, mevcut sınırlar içinde demokratik bir çözüm için adım atmaya hazır olduğunu açıklaması, yine Kürt ulusal burjuva güçlerin, Kürdistan Bölge Hükümeti’ni de dayanak edinerek bir nefes alma sürecine ihtiyaç duyduklarını ve PKK’yi ya tasfiye ya da denetim altına almak istediklerini çeşitli vesilelerle dile getirmeleri, önümüzdeki süreçte, bu tür tartışmaların daha da yoğunlaşacağını ve birçok gelişmenin olabileceğini de göstermektedir. Cumhurbaşkanı Gül’üan yaptığı onca açıklamadan sonra, sorulan bir soru üzerine, terör örgütü ile pazarlık yapılmaz” demesi, ancak, ‘Meclisteki bütün partilere görev düşüyor yanıtını vermesi, bir kez daha bu gerçeğe işaret etmektedir. Murat Karayılan’ın, muhataplar olarak, Öcalan’ı, PKK’yi, olmazsa, DTP’yi, daha olmazsa, “akil adamlar topluluğu”nu önermesine rağmen, bu alanda bir gelişme sağlanmış değil. DTP’nin, yerel yönetim temsilcilerinin ya da Kürt halkı tarafından takdir edilecek muhatap ya da muhatapların kabulü yönlü bir gelişme de görülmemektedir.

Tüm bu tartışmalar yapılırken, hiçbir çevreden, Kürt halkının tam hak eşitliği, eşit haklara dayalı birlikte yaşam gibi açılımlardan söz edilmemektedir. Akan kanın durması, çatışmaların son bulması yönlü beklenti ve toplumsal özlemler, yuvarlanmış laflar edilerek dile getiriliyor. Kürt halkının temel demokratik hakları ve ulusal özgürlük talepleri ezilmek ve ötelenmek istenmektedir.

Sözünü ettiğimiz beklentiler, barış ve demokratikleşmeye duyulan özlem, akan kanın durması, barış ve diyalog yolunun açılması arzusu içindeki milyonlarca halkın duygusudur. Bu, haklı ve yerinde bir beklentidir. Gerçekten barış ve demokratik açılım yönlü bir gelişmeden söz edecek isek, artık inkar, asimilasyon ve şiddetten vazgeçildiğine inanmamız isteniyorsa, bunun yolu, pratik adımların atılmasından geçiyor.

Her şeyden önce, çatışma sürecine karşılıklı olarak ara verecek bir gelişmenin yaşanması lazım. Devletin herhangi bir biriminden PKK’ye yapılacak bu yönlü bir çağrı ya da çatışmasızlık sürecinin uzatılması açıklaması fazlasıyla etki yaratacaktır. Operasyonlara ara verileceğinin açıklanması da aynı derece etki yaratacak ve taraflar arasında güven ve diyalog yolunu açacaktır. Operasyonların sürdüğü, PKK’lilerin görüldüğü yerde çatışmaya girildiği ve öldürüldükleri bir ortamda, “onlar neden mayın döşüyor?” sorusunun yanıtı bulunamamaktadır. Operasyonlara ara verildiğinin açıklanması halinde, bu tür, mayın patlatarak asker öldürmelerin yaşanması halinde ortaya çıkacak tartışmanın boyutu da değişecektir.

O halde, yapılması gereken, öncelikle, operasyonların durması ve PKK’nin çatışmasızlık süreci ya da ateşkes kararını uzatmasını istemektir. Bunun için devletin işaret edeceği çeşitli kurumlar ve şahsiyetler de görev alabilirler. Bazı emek ve meslek örgütlerinin, aydın ve akademisyenlerin, Türkiye Barış Meclisi’nin bu yönlü girişimleri desteklenir ve muhatap kabul edilirse, yine bu yolu açmak mümkün olacaktır.

Demokratik ve halkçı bir anayasanın düzenlenmesi için tarafların mutabakatına dayalı bir hazırlığın yapılması gerekiyor. Ayrıca, tüm bu gelişmelerin ve söylenen sözlerin bir lütuf değil, Kürt halkının uzun yıllardan bu yana tüm saldırılara, yıkım ve şiddete rağmen sürdürdüğü kararlı mücadelenin ürünü olduğunu da kaydetmek gerek.

Önümüzdeki süreç, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Kürt sorununun en çok tartışıldığı bir süreç olacaktır. Ancak çözümü yakınlaştıracak ve giderek gerçekleştirecek olan, başta Kürt halkı olmak üzere, barış ve demokrasi güçlerinin mücadelesi olacaktır. Bir yandan çatışmalar, operasyonlar sürerken, bir yandan da ‘çözüm’ kapsamında tartışmalar devam edecektir. Hemen her politik çevrenin çeşitli hamleleriyle karşılaşacağımızı söylemek mümkün. Egemen güçlerin farklı klikleri çeşitli hamleler deneyecektir. Bu, egemen sınıfların çözümden yana olmalarından değil, sorunun yakıcı ve dayatıcı olmasından dolayı böyledir. 25 yıldan bu yana devam eden ve artık herkesi yoran bu sorunun bir çözüme kavuşturulması yönlü toplumsal baskı daha da artacaktır.  Böylesi karmaşık süreçte, rotayı kaybetmeden ilerlemenin yolu ise, halka bağlanmaktan, Kürt halkının ulusal demokratik haklarına kavuşması başta olmak üzere, iş, ekmek, özgürlük ve barış mücadelesine sıkıcı sarılmaktan geçiyor.

Devletin Aşiretlerle ‘Kutsal’ İttifakı: Koruculuk Sistemi

Kürt sorununda çözüme yönelik tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, Mardin’de korucular tarafından gerçekleştirilen katliam, dikkatlerin koruculuk sisteminin ne olacağı konusuna çevrilmesine neden oldu. Mardin-Mazıdağı Bilge Köyü’nde kadın, çocuk, yaşlı demeden 44 kişinin katledilmesi, bugüne kadar işledikleri binlerce suç “vatan-millet” adına görmezden gelinen korucuların nasıl devlet eliyle silahlanmış birer ‘suç makinesi’ haline geldiğini acı bir şekilde gözler önüne sermiştir. Bilge Köyü’ndeki katliamdan sonra, Genelkurmay’ın “katliam ile koruculuk arasında bağ kurulmasının yanlış olduğu” ve “katliamdan koruculuk sisteminin sorumlu gösterilemeyeceği” yönlü açıklamaları ile AKP Hükümeti’nin “koruculuğun bir ihtiyaçtan doğduğu, kaldırılmasının söz konusu olamayacağı, ancak ihtiyaca göre gözden geçirilebileceği” türünden, yapılan eleştirileri savuşturmaya yönelik açıklamaları, koruculuğun bir devlet politikası olarak sahiplenildiğini ortaya koymaktadır. Devletin neden bütün kurumlarıyla koruculuk sisteminin arkasında durduğunun anlaşılması için, Bilge Köyü’ndeki vahşetten sonra yapılan “kalsın mı, kalksın mı?”, “yararlı mı, zararlı mı” tartışmalarının ötesine geçip, koruculuk uygulamasının temelinde yatan politikaların doğru anlaşılıp değerlendirilmesi gerekmektedir.

Koruculuk sistemi, 1984’te Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadeleye başlamasının hemen ardından, 1985 yılında, “terörle mücadele” gerekçesiyle, 22 ilde ‘geçici köy koruculuğu’ adı altında yürürlüğe sokulmuştur. 1993’te 13 ilde ‘gönüllü köy koruculuğu’nun uygulamaya koyulmasıyla 35 ile yayılan bu sistem, devlet tarafından silahlandırılıp resmen görevlendirilmiş 80-85 bin kişilik bir ‘siviller ordusu’ olarak varlığını sürdürmektedir. Kürt ulusal mücadelesinin bastırılması amacıyla devletin aşiret reisleri ile yaptığı pazarlık ve esas olarak aşiretlerin silahlandırılmasına dayanan bu sistem, devletin Kürt sorununda uyguladığı 80 yıllık politikaların ve Bölge’de gerici-feodal unsurlarla geleneksel ilişkilerinin/ ittifakının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan koruculuk sisteminin nasıl kurumsallaştırıldığı sorusunun cevabını bulmak için, önce cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devletin geleneksel aşiretçi yapılarla ilişkisine bakmak gerekmektedir.

‘MODERN CUMHURİYET’İN BÖLGE’DEKİ GELENEKSEL DAYANAKLARI

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, Anadolu’daki işgale karşı yürütülen mücadele döneminde, Kürtlerle Türklerin bu mücadelenin ‘iki asli unsuru’ olarak görüldüğü ve bu dönem hazırlanan metinlerde “Anadolu’nun Türklerle Kürtlerin yurdu” olarak tanımlandığı biliniyor ve dün inkâr edilen bu gerçeklik, bugün, geniş çevreler tarafından kabul görüp yazılıp çiziliyor. Yine M. Kemal’in Cumhuriyet’in ilanından 9 ay önce söylediği “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” sözleri, cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde, Kürtlerin Türklerle birlikte ‘kurucu unsur’ olarak kabul edildiğini birinci ağızdan ortaya koymaktadır. Fakat cumhuriyet rejiminin bir ‘ulus-devlet oluşturma projesi’ olarak şekillenmesi, iki asli unsurdan biri olan Kürtlerin varlığının inkâr edilmesi ve Türkleştirilmek üzere baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulmasını beraberinde getirmiştir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, yeni devletin “fevkelmilel (milletler üstü) veya beynelmilel (milletler arası) bir devlet olmadığı, bir devlet-i milliye olduğu”nun ve “Türkten başka milletin tanınmadığı”nın ilan edilmesinin, kendilerine verilen sözler yerine getirilmeyerek varlıkları inkâr edilen Kürtlerin, Cumhuriyet rejimine karşı çeşitle ‘kalkışmalara’ girişmesiyle sonuçlandığı biliniyor. Kürtlerin Koçgiri’den başlayıp Şeyh Said,  Ağrı ve Dersim’e kadar devam eden irili ufaklı onlarca isyan ve direnişi karşısında, Cumhuriyet rejimi, bir yandan bu isyanları kanlı bir şekilde bastırma yolunu tutmuş, öte yandan da Kürtlerin ulusal mücadelesinin önünü almaya yönelik tedbirler almıştır. Kürtlerin ulusal talepli hareketlerini engellemeye yönelik tedbirler, “Takrir-i Sükûn” ve tehdit olarak görülen unsurların topraklarından sürülerek “Zorunlu İskân”a tabi tutulmasıyla başlamış ve Kürt isyanlarını “genç cumhuriyete karşı gerici güçlerin kalkışması” olarak gören ‘modern’ Cumhuriyet rejiminin Bölge’de ağalar, şeyhler ve aşiret reisleri gibi gerici feodal unsurlarla işbirliği ve ittifakıyla sonuçlanmıştır!

Devlet, Kürtlerin ulusal bilinç ve mücadelesinin önünü almak üzere şeyhler, aşiret reisleri ve ağalarla işbirliği yaparak, onları devlet partilerinin yerel yöneticileri; parlamento ve yerel yönetimlerdeki temsilcileri olarak, rejimin ‘ortakları’ haline getirmiştir. Devletin Bölge’deki aşiret reisleri, ağalar ve şeyhler gibi gerici feodal unsurlarla ittifakının en önemli göstergelerinden biri de, bu gerici unsurların temel dayanağı olan büyük toprak mülkiyetinin devamından/korunmasından yana bir tutum içinde olmasıdır. Bu tutum, en açık biçimiyle, Cumhuriyet tarihi boyunca bir ‘toprak reformu’nun yapılamamış olmasında kendini göstermektedir. 1945’te, İnönü’nün tek partili iktidarı döneminde çıkartılan ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’, CHP içinde etkin olan ağaların baskısıyla uygulanmamış, yine 1973’te Ecevit döneminde1757 sayılı ‘Toprak ve Tarım Reformu Yasası’ çıkarılmış, ama benzer baskılar nedeniyle uygulanamayan bu yasa, 1978 yılında iptal edilmiştir. 1984’te kamu/hazine arazilerinin dağıtımı amacıyla oluşturulan ‘Tarım Reformu Genel Müdürlüğü’nce, “tarım arazilerinin parçalanmaması” gerekçesiyle, devlet topraklarının büyük toprak sahiplerine dağıtılması, devletin toprak reformu konusuna yaklaşımını özetlemektedir.

Ülke egemenlerinin toprak sorunu konusundaki 80 küsur yıllık pratiği, Bölge’de feodal-gerici ilişkilerin temel dayanağı olan büyük toprak mülkiyetinin tasfiyesi bir tarafa, bu güçlerle işbirliği ve ittifakın bir sonucu olarak, büyük toprak mülkiyetinin korunup geliştirilmesinden ibarettir.

Koruculuk sisteminin aşiretler-feodal ilişkiler üzerinden yaşama geçirilmesi, bu tarihsel ittifak ve işbirliğinin üzerinde sağlanmıştır. Koruculuğun, PKK’nin ilk silahlı eylemlerini gerçekleştirdiği yer olan Hakkâri’de ve bu eylemlerin üzerinden daha bir yıl geçmeden, devletin bu kentte etkin olan Jirki aşireti ile yaptığı pazarlıklar üzerinden uygulanmaya başlanması, Kürt ulusal mücadelesine karşı bu tarihsel işbirliğinin güncel bir tezahürüdür.

ULUSAL MÜCADELEYE KARŞI ‘İÇTEN’ DAYANAK OLUŞTURMA POLİTİKASI

Koruculuk sistemi, genellikle, II. Abdülhamit döneminde uygulanan ‘Hamidiye Alayları’na benzetilir. Her iki uygulama, Kürt aşiretlerine dayanması bakımından benzerdir. Fakat bunun ötesinde, Hamidiye Alayları, esas olarak Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Vilayat-ı Sitte’de (Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis), Ermenilerin ulusal mücadelesine karşı örgütlenmişlerdir. Bununla birlikte, Osmanlı’nın Kürt aşiretlere “çeki düzen verme” ve Rusya ile İran’a karşı bir dayanak oluşturma gibi amaçları vardı. Buna karşın koruculuk sistemi, Hamidiye Alaylarından yaklaşık yüz yıl sonra, yarı burjuva-feodal unsurlar üzerinden, ulusal uyanışa karşı aşiret ilişkilerini yeniden etkin kılma ve bu etkinlik üzerinden Kürtlerin ulusal mücadele sürecini bölme/baltalama amacıyla oluşturulmuştur. Burada, bir halkın başka bir halka karşı kullanılmasının ötesinde, Kürt halkının içinden inkârcı politikalara dayanak oluşturma; başka bir deyişle, Kürdü Kürde kırdırma politikası bulunmaktadır.

Koruculuk sisteminin egemenler için taşıdığı önemi, Bilge Köyü’ndeki katliamdan çok önce, 14 Nisan’da, Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ şöyle ifade etmektedir: “Geçici ve gönüllü köy korucuları, bölücü terör örgütüyle mücadelede çok önemli görev ve sorumluluk üstleniyor. Bugüne kadar bin 335 şehit verdiler. Geçici ve gönüllü köy korucularının devletin yanında bu mücadelede yer alması, sorunun bir etnik çatışma olmadığının ve bölücü terör örgütünün bölge halkının desteğini sağlayamadığının çok önemli bir göstergesidir.” Başbuğ’un bu sözleri, koruculuk sisteminin, devlet için Kürt sorunu diye bir sorun olmadığı, Başbuğ’un ifadesiyle “sorunun etnik bir çatışma olmadığının” gösterilmesi amacıyla oluşturulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Böylece devlet, hem gerici-feodal unsurlar üzerinden Kürtlerin ulusal mücadelesini bölüp geriletecek, hem de Kürt sorununun ulusal bir mesele değil, dış güçlerin kışkırttığı bir “terör sorunu” ya da ekonomik geri kalmışlık sorunu vb. olarak gören/gösteren geleneksel inkârcı politikalara yaşam alanı oluşturulacaktı. Başbuğ, koruculuk uygulamasının, geleneksel inkârcı politikaların devamı (Kürt ulusal mücadelesinin aslından “etnik bir mesele olmadığı”nın gösterilmesi!) bakımından taşıdığı önemi ifade ederken, aslında gerçeği de itiraf etmiş olmaktadır: Kürt meselesi ulusal bir meseledir ve koruculuk sistemi, yarı burjuva-feodal unsurlar üzerinden, ulus öncesi gelenekçi-aşiret ilişkilerini canlandırarak, bu uluslaşma sürecini içten baltalamaya yönelik bir uygulamadır.

Bu politikalar sonucunda, Bölge’de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak tasfiye sürecine giren aşiret ilişkileri ve aşiretler (aşiret reisleri, toprak ağaları, şeyhler); devletin verdiği silah, para ve yetkiyle yeniden canlandırılıp güçlendirilmişlerdir. Koruculuk sistemi üzerinden militarist örgütlenmeler olarak şekillenen bu güçler, koruculuğu kabul etmeyenlerin zorunlu göçe tabi tutulması ve devletin kendilerine sağladığı olanaklarla topraklarını büyütmüş (1991’de yapılan bir araştırmaya göre, Bölge’de topraksız köylülerin oranı yüzde 40.3 iken, bu oran, 2006’da yüzde 59’a çıkmıştır) ve aldıkları ihale vb. ile Bölge’deki belli başlı kapitalist işletmelerin de sahipleri olmuşlardır. Başka bir deyişle, silaha ve geleneksel aşiretçi ilişkilere sarıldıkça, kapitalizmin ‘nimetleri’nden daha fazla faydalanmışlardır!

Bugün, devletin ısrarla sürdürdüğü geleneksel inkâr ve imha politikalarına rağmen, Cumhurbaşkanı Gül’den başlamak üzere, geniş çevreler, Kürt sorununun çözümünü tartışma noktasına gelmişse; devletin bu politikalara Kürtlerin içinden dayanak oluşturmak üzere uygulamaya koyduğu koruculuk sisteminin de sonu gelmiştir.

PARAMİLİTER BİR ‘SUÇ ÖRGÜTÜ’ OLARAK KORUCULUK!

Koruculuk, 1984’te çatışmalı sürecin başlamasıyla birlikte, çatışmaların ilk ortaya çıktığı bölgelerden başlayarak, devletin aşiret reisleri ile yaptıkları pazarlıklar ve aşiretlerin silahlandırılması üzerine kurulmuş bir sistemdir. Sivillerin silahlandırılmasına dayanan bir sistem olması bakımından ‘paramiliter’dir ve bu paramiliter örgüt, bugüne kadar koruculuğu benimsemeyen geniş halk kesimlerine ve Bilge Köyü’ndeki katliamda görüldüğü gibi, çıkar çatışmasına bağlı olarak, birbirine karşı, binlerce suça karışmış ‘organize bir suç örgütü’ haline gelmiştir. İçişleri Bakanlığı’nın 2006’da açıkladığı verilere göre, korucular, köy yakmadan tecavüze, adam kaçırmadan uyuşturucu kaçakçılığına ve işkenceyle adam öldürmeye kadar 5200’ü aşkın suç işlemişlerdir.

Devletin, özellikle 1990’lı yıllarda, koruculuğu kabul etmeyenleri “terör yandaşı” olarak görmesi; koruculuğu kabul etmeyen köylerin yakılması, toplu gözaltı ve katliamların yapılması, korucuların da, “terörle mücadele” adı altında, kendi çıkarları için halka karşı her türlü suçu işlemesine uygun bir ortam yaratmıştır. Cizre’de “ölüm kuyuları” soruşturması kapsamında tutuklanan korucubaşı Kamil Atak’ın, Hizbullah itirafçısının ifadeleri doğrultusunda, Hizb-i kontralarla birlikte birçok cinayete karıştığı ortaya çıkması, korucuların, devletin JİTEM’e bile yaptırmadığı cinayetleri gerçekleştiren bir suç örgütü olarak kullanıldığını göstermiştir. Kamil Atak’ın aynı zamanda dönemin iktidar partisi DYP’den belediye başkanı olması; Bucaklardan Babatlara, Tatarlardan Cevherilerin Sehanlı Aşiretine ve Jirkilere kadar, DYP, ANAP, MHP, AKP gibi partilerden milletvekili, il başkanı, belediye başkanı olan aşiret reislerinin içinde bulunduğu karanlık ilişkilerin anlaşılması bakımından açıklayıcıdır.

Koruculuk sistemi, 1985’te önce, 13 ilde ‘geçici köy koruculuğu’ adı altında uygulanmaya başlanmış, sonraları 22 ilde ‘geçici köy koruculuğu’ ve 13 ilde ‘gönüllü köy koruculuğu’ olarak 35 ile yayılmıştır. Bölge illerinde uygulanan ve sayıları 58-60 bin olan ‘geçici köy korucuları’ ile çevre iller olarak değerlendirilebilecek illerde uygulanan ve sayıları 20-25 bin olan ‘gönüllü köy korucuları’ arasındaki fark, geçici köy koruculuğunun, 1992’den bu yana maaşlı olarak sürdürülmesidir. Koruculuğun maaşlı bir ‘ haline getirilmiş olması, sayıları 58-60 bin civarında olan geçici köy korucularının, daha önce yaptıkları tarım ve hayvancılığı bırakarak, geçimlerini koruculuktan (aldıkları maaş ve daha önce belirttiğimiz gibi başta silah ve uyuşturucu kaçakçılığı olmak üzere çeşitli yasadışı işlerden) sağlamaya başlamalarına ve üretimden kopmalarına yol açmıştır. Devletin bu politikasının bir sonucu olarak, korucular, üretimden koptukları oranda, devletin kendilerine verdiği gücü çıkarları için kullanan ‘çete organizasyonları’ haline gelmişlerdir.

Özetlemek gerekirse, devletin Kürt sorununda çözümsüzlükte; baskı ve inkâr politikalarında ısrarının bir sonucu olarak gündeme getirilen koruculuk, sorunu çözmek bir tarafa, sorun içinde sorun haline gelmiştir. Bilge Köyü’ndeki katliam, Genelkurmayın “koruculuk sistemiyle katliam arasında bir ilişki kurulması yanlıştır” açıklamasına rağmen, koruculuk sisteminin sadece bugün değil, yarın için nasıl bir tehdit oluşturduğunun işaretlerini vermiştir. Genelkurmay ve hükümet, koruculuk sistemine arka çıkan açıklamalar yaparak, yarın korucuların işleyeceği olası cinayetlerin azmettiricisi olmaktadırlar. Yaşanan katliamdan ders almak yerine koruculuk sisteminde ısrar etmek, bu sistemin toplum içinde yarattığı travmanın tedavi edilemez hale gelmesine ve çözümsüzlüğün derinleşmesine yol açacaktır.

‘NORMALLEŞME’ VE ÇÖZÜM İÇİN KORUCULUK KALDIRILMALIDIR!

Koruculuk uygulamasının 1985’ten bu yana ortaya çıkardığı tablo, Bölge’de normalleşmeye dönüş ve Kürt sorununun çözüm sürecinin önünün açılması bakımından koruculuğun tasfiyesini önemli bir talep olarak gündeme getirmektedir. Koruculuk uygulamasının kaldırılması, korucuların işledikleri suçların açığa çıkarılıp suç işleyen korucuların yargılanması, köyünden zorla göç ettirilenlerin zararlarının karşılanarak köye dönüşlerinin önünün açılması, aşiret reislerinin, ağaların el koydukları toprakların topraksız köylülere dağıtılması, devletin bu uygulamayla toplum içinde yarattığı travmanın iyileştirilmesi bakımından yapılması gereken öncelikli müdahalelerdir.

Son dönemde tartışılan Suriye sınırındaki 216 bin dönümlük mayınlı arazinin mayınlardan temizlenerek tarıma açılması konusu, her ikisi de, Kürt sorununu bir “güvenlik ve terör sorunu” olarak gören anlayışın sonucu olan mayınlı araziler ve koruculuk sorunlarının birlikte çözümü için bir olanak yaratmaktadır. Korucuların silahlarının ellerinden alınarak, alacakları eğitim sonrasında, bu arazilerin temizlenmesinde kullanılmaları, 5 yıl sürmesi hedeflenen bu temizlik sürecinin aynı zamanda koruculuğun tasfiyesi süreci olmasını sağlayacaktır. Üstelik temizlenecek bu arazilerin, Hükümet’in hazırladığı yasa tasarısında olduğu gibi uluslararası şirketlere değil, topraksız Kürt köylülerine dağıtılması; Kürt sorununun çözümü yönünde atılmış bir adım olacak, koruculuğun tasfiyesi sürecinin, aynı zamanda 35–40 bin topraksız köylüye geçim kaynağı sağlayan ‘sosyal’ bir süreç olmasını da beraberinde getirmiş olacaktır.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, koruculuk, devletin, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğüne gerici-feodal ilişkiler üzerinden Kürtlerin içinden dayanak oluşturma politikasının bir sonucu olarak gündeme getirilmiştir. Fakat silahlı bir örgütlenme üzerinden geleneksel-aşiret ilişkilerinin ulusal mücadelenin karşısına dikilmesinin, ulusal bilinç ve mücadelenin ve toplumsal dönüşümün önüne geçemediği/geçemeyeceği bugün açık olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse yapılması gereken bellidir: Bölgedeki tüm gerici-feodal yapılanmalar tasfiye edilerek, artık kendi çocuklarını yiyen bir canavara dönüşen koruculuk sistemi kaldırılmalı; Kürt sorununun, Kürt halkının ulusal demokratik istemleri temelinde barışçıl, demokratik çözümü sağlanmalıdır.

Krizin Yükünü Reddetme Mücadelesi ve İmkanları

Krizin etkileri derinleştikçe, sermayenin saldırganlığı da artıyor. Bu saldırganlık, kendisini, işçileri yığınlar halinde sokağa atmak ve derinleşen yoksulluk olarak ortaya koyarken; öte yandan da, ücretlerin düşürülmesi, çalışan işçilerin hakların gaspı, keyfi uygumlalar ve görülmemiş bir baskıyla işçileri sindirme biçiminde kendisini ortaya koyuyor. Saldırganlık, kendisini, imzalanmış toplu sözleşmeleri uygulamamaya kadar varmıştır.

Ama öte yandan da işçilerin direnişleri sürüyor; hatta yer yer işçilerin, sendikaların grevlere başvurmaya cesaret ettiklerine de tanık oluyoruz. Kapitalistler ve hükümet arasında da, krizin karakteri, etkisinin boyutları ve krizden nasıl çıkılabileceğine dair çeşitli konularda fikir ayrılıkları sürse de, sonuçta krizin yükünü işçilere yıkma konusunda aralarında ciddi bir fark olmadığı için, alınan önlemler konusunda bir fikir birliği giderek daha “ileri”den bir biçimde oluşuyor.

SERMAYE GÜÇLERİNİN ANLAŞAMADIKLARI VE ANLAŞTIKLARI

Krizin, artık herkes tarafından dünya ölçüsünde bir ekonomik kriz olduğunu anlaşılmasının tarihi olan Eylül 2008’den beri olanlara ve yapılanlara bakıldığında; ABD ve Avrupa’da trilyonlarca dolarlık bir meblağ, piyasalara fonlanmış olmasına karşın, henüz, “krizden şöyle bir zaman içinde ve şu yılla çıkabiliriz” diyen bir yol bulunmuş değildir. Kapitalist en gelişmiş 20 ülkenin zirvesinde (G-20) varılan uzlaşma, vardıkları en ileri noktadır. Burada da, bu 20 ülkenin önümüzdeki bir-bir buçuk yıl içinde 5 trilyon dolarlık bir fonla krize müdahale etmesi gerektiğine vurgu yapılması ve IMF’nin 1 trilyon dolarlık bir fonla geri kalmış ülkeleri derleyip toplaması dileği dışında bir karar alınamamıştır. Ancak çoğu zaman, böyle zamanlarda olduğu gibi, bu büyük meblağların nasıl toplanıp nasıl kimler tarafından kullanılacağı vb. belirsiz kaldığı için; G-20 sonrasında, “nihayete krize güçlü bir müdahale yapılacak” diyenleri haklı çıkaracak hiçbir adım ortaya çıkmamıştır.[1]

Ne var ki; G-20 Zirvesi’nden krize müdahalede etkin bir ortak tutum çıkamasa da, kapitalist ülke hükümetlerinin krize müdahale felsefesi ve krizden çıkmak için baş vuracakları yolun doğrultusu belli olmuştur.

Bu felsefe, kapitalist grupların ve firmaların kurtarılmasıdır ve bunu için gerekli altı trilyon doların sağlamasıdır!

Bu altı trilyon doların hangi kaynaktan sağlanacağı G-20 Zirvesi’nde açıkça söylenmemiştir, ama; yaklaşımdan, bu kaynağın ne olacağı bellidir. Bu kaynağın, kapitalist firmaların kârları ve mülkiyetlerinde olan kaynaklar olmadığı bellidir. Çünkü zaten kurtarılacak olan onlardır. O zaman geriye; hazine kaynakları (vergiler, ülkenin kamu elinde olan yeraltı ve yerüstü kaynakları), emekçilerin çeşitli türden birikimleri (sosyal güvenlik fonu, işsizlik ve sağlık fonları, kıdem tazminatı vb. gibi) ve canlı emek sömürüsünü artırma kalmaktadır.

1980’lerden itibaren, küreselleşme stratejisi doğrultusunda kapitalizmin yeniden inşası; nasıl ki; özelleştirmeler, hazine kaynakları; hisse senetlerinin borsa ve öteki piyasa yollarında 3-6 defa satılmasına kadar “saadet zincirleri” üstünden finanse edilmişse, (şimdi piyasa oyunları üstünden orta sınıflar üstünde gerçekleştirilen soygun kriz vesilesiyle yeniden hazine üstünden emekçilere fatura edilmektedir), kapitalizmin yeniden inşasında da masraflar emekçilere yıkılacaktır. Bu sefer özelleştirme ile de çok bir şey kazanılamayacağı bilindiğinden (bu kaynak küreselleşme için harcanmıştır ve şimdi özelleştirme artık eskisine göre çok küçük bir kaynaktır.), geriye, hazine üstünden emekçilerden alınan vergilerin kapitalist firmalara aktarılması; işsizlik fonu, kıdem tazminatı, sosyal güvenlik, sağlık fonları gibi fonlar ile canlı emek sömürüsü kalmaktadır. Bunun anlamı ise, G-20’nin sözünü ettiği 6 trilyon doların bu kaynaklardan sağlanacağıdır.

Burada firmaların en başta yapacağı; işçilik maliyetlerini mümkün olan en alt seviyeye düşürürken; işçilerin kazanılmış haklarını tümüyle kaldırmak; düzenli ve yasalarla belirlenmiş bir işgününü ortadan kaldırarak, cep telefonun başında iş bekleyen, haftada sadece patronun ihtiyacı kadar çalışıp o kadar ücret alan bir işçi tipolojisine dönmektir. Bu, aynı zamanda, sosyal güvenlik, sağlık ve öteki sosyal harcamaları da en aza indirmeyi beraberinde getirecektir.

Evet, tablo karanlıktır; hiçbir ışık sızdırır tarafı yoktur!

Ama sürece işçi sınıfı ve emekçiler müdahale etmezse, patronlar, krizden hareketle, işçilerin kanının son damlasına kadar çalışıp, günde birkaç dolara, “günü kurtardım diye sevineceği bir dünyayı kuracaklardır. Bundan şüphe duymak için bir neden yoktur.

Bu yüzdendir ki, hükümetlerin krizden çıkma tartışmalarını seyretmek, kimi sendikaların ve sendikacıların yaptığı gibi, onların bir an önce gereken önlemleri almasını istemek, sadece kapitalistlerin değirmenine su taşmak, onların emeğin haklarını ortadan kaldırdıkları bir yeni düzen kurmalarına “olur” vermektir. Bugün gerek uluslararası sendikacılık merkezleri, gerekse örneğin bizim sendikacılarımızın pek büyük bir çoğunluğu, büyük ölçüde bunu yapıyorlar.

Kriz, krizden çıkış ve krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçilere yıkılması girişimleri açısından uluslararası planda yapılanlara bakıldığında şunları söyleyebiliriz:

1-) En gelmiş ülkelerde korumacılık eğilimi: Kapitalist ülkelerin hükümetleri ve tekelci firmalar; aralarında anlaşmalar ve uzlaşmalar yapıyor görünürken, gerçekte herkes kendisini kurtarmak için uğraşmaktadır. Örneğin krizin etkilerine karşı “birleşmekten” en çok söz eden ABD, kendisi, firmalarının hazine yardımından yararlanma koşulu olarak, ABD yapımı malzeme kullanmayı şart koşacak kadar ileri giden bir “yerli malcılığa” sarılmıştır.

2-) Krizin yükünü emekçiye yıkmada ortaklık: Kapitalist ülkeler ve firmalar aralarında mücadele ederken, bir noktada, krizin yükünü uluslararası planda geri ülkelerin, ülke içlerinde ise işçi sınıfı ve emekçilerin üstüne yıkma konusunda anlaşmaktadırlar. Bu konuda aralarında herhangi bir itilaf yoktur.

3-) Geri ülkelere liberalizasyon dayatması: Gelişmiş kapitalist ülkeler; krizin etkisini hafifletmek için, kimi Keynesyen önlemler almaktadır ve artık “kontrolsüz bir piyasacılık” yerine “kontrollü bir piyasacılığı” geçirerek, önceki “serbest piyasacı dönem”e göre daha devletçi ve devletçiliğin etkin olacağı bir kapitalizme yönelmenin adımlarını atmaktadırlar. Aksi halde, pek çok finans kurumu ve kapitalist grup çöküp gidecektir. Ancak bu ülkeler; geri ülkelere serbest piyasacılık ve piyasaya müdahale etmemeyi; sermaye giriş çıkışlarında liberalizasyonu; kamu yatırımları kısıtlanarak borç ödemeleri için daha çok tasarrufu öğütlemeye devam etmektedirler. Bu da, yeni dönemde de gelişmiş ülkelerin kendileri korumacı önlemler alırken, geri ülkeleri liberalizasyona zorlamaya devam edecekleri anlamına gelmektedir.

4-) Sendikalar, işçileri kapitalist önlemlere ikna etme rolünü üstlenmiştir: Sendikalar; olup bitenleri büyük bir aymazlık içinde seyretmekte; kapitalistlerin aldıkları ve alacakları önlemlere işçileri ikna etmek için uğraşmaktadırlar. Ve nihayet Mayıs 2009 ortasında ETUC’un Avrupa çapında “eylemlerine” tanık olduk. Güçsüz, mecalsiz ve isteksiz; majestelerinin sendikalarının eylemleriydi, bunlar. Bazı ülkelerde kimi daha ileri girişimler varsa da; bunlar yerel olmayı aşamamaktadır.

TÜRKİYE’DE KRİZDEN BERİ NE OLUYOR?

2008 Eylül’ünde başlayan (öyle varsayabiliriz) krizden bu yana, Türkiye’deki krizin etkisini azaltılması ve krizin yüküne karşı emek cephesinden gelen girişimler için ise şunları söyleyebiliriz:

1-) AKP Hükümeti elindeki her imkanı patronlara aktarıyor: Patronlar ve hükümetleri, ABD ve AB hükümetleri kadar bile, halkın, işçi sınıfının yükünü hafifletme kaygısı gütmeden, ellerindeki her imkanla; bankaları ve büyük firmaları kurtarmayı öne alan bir uygulama içindedirler. Şimdiye kadar krizin etkisini azaltmak için çıkarılan beş paketle firmalara 54 miyar TL’lik bir destek sağlanmıştır.

2-) Patronlar krizi fırsata dönüştürüyor: Buna karşın en büyük patronlar hükümetin aldığı önlemleri yetersiz saymakta; bir yandan krizin yükünü kendilerinin çektiğini öne sürerek, hükümeti umursamazlıkla suçlayıp bir kayıkçı kavgası çıkararak, öte yandan da, hükümeti yeni önlemler zorlayan baskılar oluşturma amaçlı hamleler yapmaktadırlar. Burada, IMF ile bir anlaşma yapılması ve anlaşmanın IMF’nin dayattığı, kamu harcamalarının kısıtlanması ve ekonominin direksiyona IMF’nin geçtiği bir içerikle bağıtlanması için hükümeti zorlamaktadırlar. Hükümet ise, 2011’deki seçimleri de düşünerek, iplerin tümüyle IMF’nin elinde olmasından kaçınmaktadır. Patronlar, bugün, genelde krizi bir fırsat olarak değerlendirmektedirler. Bir yandan kendi aralarında kıyasıya rekabete girip krizden yara alacakları parçalamak için kavga ederken, öte yandan da, işçilere karşı ellerdeki her olanakla sömürüyü artıracak bir hat izlemektedirler. Bir yandan “kriz var” gerekçesiyle hazineden destek alan patronlar, aynı zamanda işten çıkarmalar, işçilerin haklarını gasp etme, ücretleri düşürme, esnek çalışma uygulamaları gibi her yolla işçileri örgütsüz, savunmasız ve çaresiz duruma getirmeye çalışmaktadırlar.

3-) Sendikaların sözü başka yaptığı başka: Sendikalar ve emek örgütleri, daha krizin başından itibaren; “Krizin yükünü kabul etmeyeceğiz”, “Faturayı krizi çıkaranlar ödesin” gibi radikal bir çizgiden hareket ediyor göründüler. Ama gerçekte, her sendika (en ileri gidenler bile) “kendi üyelerinin az zarar görmesi” ve “işçi çıkarmayı önlemek için her tavizi verme” taktiği izledi. Elbette burada birkaç sendikanın daha ileriden çağrılar yapıp; ortak bir mücadele girişimleri yaptığını eklemeliyiz. Ancak bunlardan bir sonuç alındığı da söylenemez. Zaten bu sendikaların da, çağrılarının gerektirdiği ileri tutumu almada yeterince kararlı davrandığını söyleyemeyiz. Bu konuda işçiye daha yakın durması beklenen yerel sendikal platformlar da, krizin yarattığı baskı karşısında ciddi ve tabandan tepeyi etkileyecek bir baskı yaratabilmiş değillerdir.

a-) İşçiler boyun eğmemekte ısrar ediyor: Öte yandan kriz, daha çok da “kriz var” gerekçesiyle oluşturulan baskıya rağmen ….. …… gibi yerlerde grevler sürmektedir. Dahası patronların yeni uygulamaları ya da sendika-patron işbirliğine karşı işçi eylemlerine de tanık olmaya devam ediyoruz.

b-) TİS’lerin bir an önce yapılması talebi, krizin yüklerini reddetme mücadelesine dönüşme eğilimi taşıyor: 320 bin dolayında kamu işçisinin toplu sözleşme görüşmeleri devam etmektedir ve hükümet henüz bir ücret teklifinde bile bulunmamıştır. İşçiler yer yer yaptıkları eylemlerle, kamuda TİS’lerin bir an önce bitirilmesini istemektedirler. Mayıs’ın ikinci yarısından itibaren, Türk-iş’e bağlı sendikaların şubeleri, yaptıkları eylemlerde, Türk-İş üst yönetimiyle patronları aynı yere koyan açıklamalarla son derece sert uyarılar yapmaya yönelmişlerdir.

c-) Sendika ve TİS yasaları Meclis’te: Meclis’te sendikalar, Grev ve TİS yasaları değişiklikleri beklemektedir. Ve bazı küçük düzenlemeler yapılmış olsa da; ana yaklaşımı itibariyle AB karşısında “Bakın sendikalar alanında reform yapıyoruz” görüntüsü vermeyi aşmayan, gerçekte ise; sendikalaşmayı zorlaştıran, yetkide, bakanlığın ve bürokrasinin son kararı verdiği mekanizmalar aynen korunmaktadır.

4-) Sendikasız işyerlerinde huzursuzluklar yayılıyor: Sendikasız işyerlerindeki işçiler, krizin en dolaysız ve acımasız biçimde vurduğu işçilerdir. Buralarda patronlar, ya tümden işyerini kapatarak işçilerin ücret ve mesai alacaklarını da ödemeden kapı önüne koymakta ya da krizi fırsat bilerek, işçilerin alacaklarını ödememe, daha uzun zaman, daha düşük ücret ve daha ağır koşullarda çalıştırmak, … gibi yeni koşullar dayatmaktadır. Ama sendikasız işyerlerinden her gün bir yerde bir direniş; bir mücadele haberi eksik olmamaktadır.

KRİZİN YÜKÜNÜ REDDETME MÜCADELESİ

Kriz, etkisini en açık biçimde; işsizlik olarak ortaya koymuştur.

Kriz öncesinde yüzde 9-10 düzeyinde seyreden işsizlik; Ocak 2009’da 15.5, Şubat 2009’da ise yüzde 16.1’i bulmuştur. Yani resmi olarak 3.8 milyon işsiz vardır. Gizli işsizlerle bu sayının 6 milyonu bulduğu belirtiliyor.

Tarım dışta tutulduğunda (sanayideki) işsizlik ise, yüzde 18’dir. Genç işsizlerin oranı genelde yüzde 25, üniversite mezunlarındaysa yüzde 30’a dayanmıştır. Bir işsizin iş bulma süresi ise, şimdiden bir yılı aşmıştır.

Öte yandan, ekonominin en temel sektörü olan otomotiv ve demir çeliği de kapsayan metal işkolunda; işten çıkarmaların yanı sıra en köklü ve örgütlü işyerlerinde, ücretlerin, yarı zamanlı çalışma ve izinlerle yüzde 35-50 düzeyinde düşürülmesi, aynı zamanda yoksullaşmanın hızını ve derinliğini de göstermektedir. En büyük, en örgütlü ve köklü işyerlerinde böyle olunca, başka pek çok işyerinde patronların çalıştırdığı işçinin ücretini, fazla mesaisini ödemeyi artık bir lüks görmeye başlaması da normal karşılanmaktadır.

Kısacası, Hükümet ve patronların “kriz önlemleri”, patronlar cephesinde “kayıkçı kavgası” eşliğinde hoşnutlukla karşılanıp, “krizi fırsata çevirelim” girişimlerini güçlendirirken, işçiler ve emekçiler cephesinde işsizlik ve yoksulluğu görülmemiş biçimde artırmaktadır.

Hükümetin firmaları kurtarmayı, krizin yükünü işçilere, emekçilere yıkmayı esas alan politikalar izlemesi; halkı kredi kartı mağduru durumuna doğru sürüklemiştir. Bu da, yakın gelecekte büyük bir kredi kartı batağı ile krizin bankacılık sektörünü de içine çekeceği anlamına gelmektedir.

Söylenenlerin daha anlaşılır olması için, emek ve sermaye cephesinden krizin yükünü karşı tarafa yükleme girişimlerinin nasıl olduğuna daha yakından bakmak gerekir.

Sendikaların nicel bakımdan sınıfın yüzde 8-10’unun örgütleri olması ve örgütlü oldukları kadarıyla bile krize karşı emekçileri koruyan ve krizin emekçiler üstündeki etkisini azaltacak politikalar için mücadele eden bir pozisyonda olmamaları; krizin emekçiler üstündeki etkisi karşısında başlıca üç tür mücadele yöntemini gündeme getirmiş görünmektedir.

Bunları basitçe şöyle sıralayabiliriz:

1-) Krizin yükünü reddetmek için yapılan bireysel girişimler: Bu türden bireysel olarak krizin etkisinden kurtulma yöntemleri; işten çıkarılırken aldığı tazminatla küçük bir dükkân açmaya girişmekten, köye dönüp (ya da ailesini köye gönderme; yiyecek içeceğini köyden getirerek asgari bir harcamayla idare etme, evleri birleştirme gibi yollarla birleşmektedir) orada krizin etkisinin azalmasını beklemeye, çocukları okuldan almaktan ara işleri yapmaya soyunmaya kadar uzanmaktadır. Ama burada, bireysel olarak çıkış yolu arama yöntemlerinin en yaygın olanı, zaten önceki yıllardan beri yaygınlaşmış olan, ama krizin böylesi derinleşmediği durumda az çok idare ederlik sağlayan banka kredi kartlardır.[2] Bireysel çıkış yolları arayanların bir diğer yöntemi ise; kayıt dışı işlerde çalışma ve giderek daha çok yasadışı bir biçimde geçimin sağlanmak zorunda kalınmasıdır. Ki, bu bireysel çıkışlar, giderek banka, PTT şubesi, market soyma gibi adi suçlara kadar uzanmaktadır. Bu bireysel kurtuluş yolları içinde çözüm bulamayanlar ise, intihara kadar varan yollarla dünyanın dertlerinden (krizin yükünden) kurtulmayı denemektedirler.

2-) Krizden çıkışın kapitalist yolu ya da firmaları kurtararak krizden kurtulma yolu: Krizin etkilerine karşı mücadelede diğer bir yol da patronlar ve hükümetleri tarafından uygulamaya sokulmuştur. Bunlara göre, krizden asıl kurtarılacak olan firmalardır. Çünkü firmalar ayakta duramazsa, üretim olmaz, işçiler işsiz kalır; böylece de kriz sadece firmaları değil, üretimi, işçileri, diğer emekçileri de vurur. Onun için; hükümet elindeki tüm imkânlarla firmaları ayakta tutmalıdır ki; ekonomik mekanizmalar işleyebilsin; üretimin yeniden yapılabilmesi mümkün olabilsin! Eğer işçiler, emekçiler krizin yükünü reddedecek bir mücadele sürdüremiyorlarsa; bu yol çok makul görünmektedir.

Hatta, “başka bir yol yok” diye bile savunulabilir!

Öte yandan, krizin başından beri, sendikalar, çeşitli adlar altındaki emek örgütleri, ilerici çevreler; “Krizin yükünü kabul etmeyeceğiz”, “Bu bizim krizimiz değil”, “Krizin yükün krizi çıkaranlar ödesin!” gibi sloganlarla krizin yükünü kabul etmeyeceklerin her vesileyle ilan etmişlerdir ve halen de bunu söylemektedirler. Ancak bugün hareketin en önünde olması gereken ve işçi sınıfının en örgütlü kesiminin örgütleri olan sendikalar; her vesileyle bu sloganlarla ifade edilen görüşleri yinelemelerine karşın; gerçekte, tersten yürüyerek; patronlarla aynı görüşü savunur duruma gelmektedirler.

Şöyle ki, sendikalarda genel yaklaşım; krizin yükü konusunda, krizin, sadece kendi üyesini mümkün olduğu kadar az etkilenmesini esas alan bir “mücadele”yi benimsemektir. Bu durumda da, başka yerde ne yapılırsa yapılsın, hükümet hangi önlemleri alırsa alsın onunla pek ilgilenmeyerek; ancak kendi üyesi olan işletmelerde bir önlem alınmaya yönelindiğinde; ona karşı çıkmakta, az çok bir mücadeleyi gündeme getirmektedirler. Daha çok da işçilerin mücadeleye girişmesiyle sahneye çıkan sendikacılar, patronlarla oturup üç aşağı beş yukarı bir pazarlıkla, işçilerin bazı haklarının kaybedilmesinin kabullenilmesi karşılığında işçi atılmasını önlemiş olmayı “zafer” saymaktadırlar. Ya da “aslında 500 işçi atılacaktı; biz mücadele ile bunu 100’e indirdik; 400 arkadaşımızın işin koruduk” türünden söylemlerle ihaneti zafer gibi göstermektedirler.[3]

İlk bakışta, “Ne yapsın sendikacılar, başak çare mi var?” denebilir.

Elbette vardır; ama bakış açılarını değiştirmeleri durumunda. Olanlara sınıfın gözünden, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarını esas alan bir mücadele çizgisinden bakarlarsa, başka bir çözüm yolu; krizin yükünü reddetme yolu olduğunu göreceklerdir. Bu yola bir sonraki bölümde değineceğiz. Ama burada şuna dikkat çekmekte yarar var. Sendikacıların sadece kendi üyelerini kurtaracak yol, doğrusu, onların krizden daha az etkilenmesini sağlama yolu ya da işçilerin haklarından kimi taviz vererek “işlerini güvenceye alma” gibi mazeretler arkasında düşülen yol; kapitalistlerin işletmeleri kurtararak, krizin etkisini azaltma yoludur. Çünkü sendikacıların da “üyelerimizin haklarını koruyoruz” gerekçesinden çıkarak geldikleri yer aynı yerdir. Sendikacılar, emekçiler, bu “yol” ve “yer”de bulundukları sürece de; “krizin yükünü reddedeceğiz”, “krizin faturasını patronlar ödesin” iddiası bir edebiyattan öteye gitmemekte, işçileri oyalayan, sonuçları acı olan bir “tatlı yalan”a dönüşmektedir. Kısacası bu yol; hükümetin ve patronların yoludur ve buradan varılacak yer; işletmenin ayakta durmasını öne alan, dolayısıyla da genel sınıf çıkarları perspektifinden; emekçilerin krizin etkilerine karşı mücadele ve onların kapitalizme, kapitalist sisteme karşı mücadelesinde bir yere oturmayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla bu yer; sendikanın “üyesinin çıkarı” adına, patronun ve hükümetin de “firmanın ve sistemin çıkarı” adına hareketle buluştuğu aynı yerdir. Çünkü mantık aynı kapitalist mantıktır. Sistemi ayakta tutmak için “herkesin fedakârlık etmesi” mantığıdır, ama burada patronlar, devlet ve hükümeti de ellerinde tuttukları için, fedakârlık sadece işçiye düşmektedir. Sendikacıların; patronlar “işçi atacağız” deyince ya da bu lafı çıkarınca yeldir yepelek patronun ayaklarına kapanıp; “aman işçi atmayın biz ücretimizden, haklarımızdan şu kadar daha fedakârlık yapalım” diye ortalığa düşmeleri, bu kapitalist anlayışın uzağında olmalarındandır. Kapitalizmi krizden çıkarmak, krizden nasıl çıkılacağına kafa yormak, işçilerin, sendikaların yükümlülüğü değildir. Onların yükümlülüğü, işçi sınıfının, emeğin çıkarlarını korumak; bunu yaparken de emekçileri sisteme karşı mücadeleye çekmektir.

Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, krizin yükünden kurtulmak için girilen bu iki yol da gerçek bir kurtuluş yolu olmaktan çok uzak olduğu gibi; bu iki yol da, krizin yükünün emekçilerin üstüne yıkılmasına meşruiyet sağlamaktadır.

3-) Krizin yükünü reddetmenin yolu var:

Krizden gerçekçi ve işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarına uygun bir çıkış yolu vardır; bu yol, emekçilerin “krizin yükünü kabul etmeme” talepleri etrafında birleşmesine dayanır. Elbette ki; böyle bir yola girilmesi için; sendikaların, emek örgütlerinin, sınıfın ileri unsurlarının bireysel ya da “üyesini kurtarma” yollarından vazgeçerek; sınıfı, tüm emekçileri krizin yüklerini yüklenmekten koruyacak talepleri öne çıkarak; tüm emekçileri bu talepler etrafında birleşmesi için bir mücadele cephesini açmalarını zorunlu kılmaktadır.

Nedir bu talepler?

Aslında bu taleplerin ne olduğunu herkes biliyor. Nitekim krizin ilk haftalarında Petrol-İş, Birleşik Metal, KESK ve bağlı sendikalar üç aşağı beş yukarı bu talepleri öne sürdüler. Bu talepler, Özgürlük Dünyası’nda ve Evrensel’de de çeşitli vesilelerle gündeme getirildi. Krizin yükünün neden ve nasıl reddedilmesi gerektiğine dair tartışmalar yapıldı. Hatta İstanbul’da krizin yükün reddetme mitinginde on binlerce işçi ve emekçi bu talepleri haykırdı; pankartlarına yazdı.

Belki unutulmuştur diye bir kez daha bu talepleri burada yazalım:

* İşten çıkarmaların yasaklanması,

* Çalışma saatlerinin, ücretlerde düşürülme yapılmadan düşürülmesi (Altı saat ve ihtiyaca göre daha da aşağı düşürülebilir)

* Özelleştirmelere, taşeronlaştırılmalara son verilmesi,

* Esnek çalışma uygulamalarının yasaklanması,

* İşten çıkarılan herkesin işsizlik fonundan yararlandırılması ve işsizlik ücretinin asgari ücretin üstüne çıkarılması,

* Yoksulların ve işten çıkarılanların kira, elektrik, su, yakacak gibi temel ihtiyaç maddelerinin faturalarının merkezi ya da yerel yönetimler tarafından karşılanması,

* Yoksul ailelerin ve işten çıkarılanların çocuklarının eğitim, ulaşım ve sağlık masraflarının yerel yönetimler ve bakanlıklar tarafından karşılanması,

* Merkezi bütçeden ve öteki kaynaklardan sağlanan paraların patronlara değil, yoksulların ve işsizlerin yaşamların iyileştirilmesi için harcanması,

* Küçük üreticilerin, zanaatkârların ve esnafın banklara borçları ertelenmesi; üstlerindeki faiz ve vergi yüklerinin kaldırılması; işletmeleri ayakta tutacak yeterlikte faizsiz kredi imkânı sağlanması,

* IMF ile stand by yapılmaması,

* Ekonominin ülkenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi.

Böyle durumlarda patronlar ve hükümetlerden gelen yanıt; “Canım kaynak nerede; olsa biz vatandaşa para vermeyi bilmiyor muyuz?” şeklindedir. Ama gerçek böyle değildir.

Elbette, Türkiye gibi dünyanın 17. büyük ekonomisi olmakla övünülen bir ülkenin kaynakları yağmalatılıp, iç ve dış büyük sermayeye peşkeş çekilmezse; tüm yoksulları insanca yaşatabilir bir sosyal yardım gerçekleştirilebilir. Oysa, krizin başından beri 54 milyar TL’nin firmalara aktarıldığını hükümet söylüyor. Daha da milyarlarca TL aktaracaklar. Yukarıda sözünü ettiğimiz yoksullara yardım ise; işsizlik fonundaki 40 milyar TL’yi aşkın birikimle ve patronlara verilmek istenen milyarlar düşünüldüğünde haydi haydi karşılanabilirdir.

Krizin bir “aşırı üretim” ya da başka türlü ve emekçilerin alım güçlerinin yine “eksik”, yani insanca geçimini sağlamaktan uzak olduğu olağan dönemlerle karşılaştırıldığında tamamen eksik olması anlamıyla tersinden söylenirse, “eksik tüketim” krizi olduğu düşünüldüğünde, hükümetin elindeki kaynakları halka, işsizlere ve yoksullara aktararak “piyasayı canlandırması” iktisadi bakımından da bir zorunluluktur. Yoksa patronların ve onların eteğine yapışmış sendikacıların; vatandaşa yönelik olarak “Evinde oturma, çarşıya çık para harca!” kampanyası açması ya vatandaşla dalga geçmek içindir; ya da “Bu nekes millette para var, ama yastık altında saklıyor; harcamıyor!” düşüncesinde olduklarını göstermektedir. Çünkü içinden geçilen krizde sorun üretememek değildir. Eğer sorun üretememek olsaydı; firmalara yardım mantıklı olurdu. Ama sorun tüketememektedir! İstemediğinden değil, yokluktan, satın alma gücünün düşüklüğünden tüketememektedir. Yani; halkta para olmadığı için ihtiyacı olan maddeleri alamamasındadır. Kapitalistler ve hükümetleri, bu gerçek ortadayken; ha bire işçileri sokağa atarak, onların ücretlerini düşürerek, kısmi çalışmaya yönelerek, “krizden çıkacaklarını” öne sürmektedirler. Oysa bu olanaksızdır ve bu bir “fasit çember”dir. “Mallarımı satamıyorum” diye işçi çıkarmak, “kârım azalmasın” diye işçi çıkarmak, ücretleri düşürmek, piyasaya girecek parayı daha da azaltmaktır. Onu içindir ki; kapitalistlerin krizden çıkma yolu diye önerdikleri; gerçekte krizden çıkış yolu değil; “krizi fırsata çevirme”, “sömürüyü artırma”, kamu adına birikmiş kaynakları yağmalamanın yoludur. Ya da üzerinde konuşulan ve önlemleri ileri sürülen; krizden çıkmak değil, “krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmak”tır. Kaldı ki; kapitalizmin bu uluslararası krizinden Türkiye’nin kendi alacağı önlemlerle çıkması da olanaklı değildir. “Krizden şöyle çıkarız, böyle çıkarız” tartışması da halkı aldatmak içindir. Yoksa kapitalistler de, ABD, Avrupa, Japonya krizden çıkmadan Türkiye’nin de çıkamayacağını biliyorlar. Ve gerçekte sürdürülen tartışma; şu önlemin mi bu önlemin mi alınacağı tartışması olarak; krizin hangi kesime yıkılacağı; “halka, işçi sınıfı ve emekçilere mi, yoksa, rantiyeye, büyük sermaye sahiplerine mi?” tartışmasıdır.

Krizin nispeten hafifletilmesi, hiç olmazsa iç piyasayı bir nebze hareketlendirerek ekonominin az çok üretim yapılarak az çok canlandırılmasının koşulu bile; emekçilerin krizin yükünü reddetme taleplerinin az çok hayata geçmesidir.

Elbette sendikalar ve emek örgütleri; sınıf partisi, emekçilerin ileri kesimleri için bu taleplerin anlamı; krizin etkisini azaltmanın ötesinde bir öneme sahiptir. Çünkü bu talepler için mücadele içinde emekçiler sermaye güçlerine, onların hükümetlerine karşı birleşmeye; kendi güçlerinin farkına varmaya, sermaye ve hükümetlerinin, sermaye partilerini gerçek niyet ve karakterlerini öğrenmeye başlarlar. Bunun içindir ki; sendikalar ve emek örgütleri; sadece kendi üyelerini değil, tüm sınıfı düşünüp, tüm emekçileri krizin yükünden koruma stratejisini benimseyerek, birer sınıf örgütü gibi davrandıkları ölçüde, taleplerin elde edilmesi mücadelesinin gerekli etkiyi uyandırması mümkün olacaktır.

Elbette yığınlar eylemlerinde ya da olağan zamanlarda talepleri sürekli tekrar ederek yaygınlaştırırlar ve bunun için de talepler her vesileyle yinelenecektir. Ancak sınıf partisi, sınıftan yana sendikacılar, sendikalar ve emek örgütleri talepleri tekrar etmekle yetinemezler. Onların asıl işi, bu taleplerin elde edilmesi için mücadelenin örgütlenmesi; sınıfın örgütlü kesimlerinin bu mücadelenin başına geçmesi için gerekli girişimleri yapmak; imkanları gerçeğe çevirmek için gerekli inisiyatif, yaratıcılık ve bilgiyi kullanarak mücadele stratejisini ete kemiğe büründürmektir. Onun içidir ki; sınıfın ileri kesimleri ve sınıftan yana sendikacılar için sorun, kapitalist sistemin krizden çıkması sorunu değildir; emekçilerin krizin yükünü reddetme mücadelesinin, sistem karşı mücadeleye, emekçilerin kendi dünyalarını kurma mücadelesine dönüşmesinin yolunu açmaktır.

Yoksa, “canım işçiler de kıpırdamıyor”, “Herkes kendini kurtarmak istiyor”, “İşçiler sindi, sendikalar ne yapsın” gibi görünüşte haklılık ifade eden şikayetlerle, dünyanın en doğru talepleri, en haklı istekleri bile bir anlam ifade etmez hale gelir.

Bu açıdan sendikaların ve emek örgütlerinin 1990’lar ve 2000’in başlarındaki mücadeleden ders çıkarmaları gerekir. Ki, bu derslerin en başında; kimsenin (kişi, çevre, sendika, herhangi bir emekçi kesiminin) kendi başına kurtulamayacağı; kimsenin sadece sendikalı işçilerin hakkını savunarak bir yere gidemeyeceği; kimsenin hükümetlerden ve patronlardan insaniyet ve vicdanlı davranışlar beklemeyeceği gerçeği vardır. Çünkü emekçilerin güçlerini birleştirip sermayeye karşı direnecek bir güç oluşturmaları açısından, söz söyleme haklarının olduğunu, bunun için muhtaç oldukları gücün kendi kollarında olduğunu anlamları belirleyicidir. 1 Mayıs’taki “Taksim tartışması”nın arkasında da bu temel anlayış vardır.

İKİ ODAKLI BİR MÜCAEDELE STRATEJİSİ

Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye merkezlerinin sözcüleri başta olmak üzere, artık herkes kabul etmektedir ki; kriz, kendisini, işsizlik ve emekçilerin hızla yoksullaşması olarak ortaya koymaktadır.

Yine kapitalistler, krizi bir fırsata çevirip; canlı emek sömürüsünü artırmak için, işçi sınıfının tüm kazanımlarını gasp etmek için her yola başvurmaktadırlar.

Dolayısıyla, krizin yükünün reddedilmesi stratejisinin, iki başlıca odağı olan bir strateji olması gerekir. Bu odaklardan birisi işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele; ötekisi de, işçilerin hak gasplarının önlenmesi, kapitalistlerin krizden yararlanarak çalışma koşullarını kötüleştirme dayatmalarına karşı mücadele temelindeki talepler etrafında mücadeledir.

1-) İşsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele: Bu mücadelenin de iki bileşeni olduğu açıktır. Bunlardan birisi, işten atılan işçi yığınlarının talepleri etrafındaki mücadeledir. Ve bu kesimin en başta gelen talebi; işsizlik fonundan her işten atılanın yararlanması ve fondan ödenen işsizlik ödeneğinin işsiz işçinin insanca yaşayacağı düzeye çıkarılmasıdır. Dahası, işten atılan işçinin sağlık ve sosyal güvenlik primlerinin devlet tarafından karşılanmasının yanı sıra, elektrik, su, yakacak, kira, ulaşım gibi zorunlu harcamalarının yerel ve merkezi yönetimler tarafından karşılanmasıdır. İşsiz işçinin, iş bulmasını kolaylaştırmak üzere meslek edindirme kursları düzenlenmesi ve bu kurslara katılan işçilerin asgari masraflarının yine kursu düzenleyen kurumlar tarafından karşılanması gibi talepler bu mücadelede önemlidir.

Yoksulluğa karşı mücadele ise; Özgürlük Dünyası’nda çeşitli vesilelerle gündeme getirilen, “emekçi ailesinin korunması” ile ilgili talepler etrafında bir mücadele olarak anlamlanabilir bir mücadeledir. Çünkü yoksulluk en başta emekçi ailesini vurmakta; derinleşen yoksulluktan emekçi kadınlar, çocuklar ve gençler en büyük zararı görmektedir. Özellikle gençler ve çocuklar sağlıklı bir biçimde büyümek ve gerekli eğitimden uzak[4] kalmaktadır. Eğitimsizlikle birleşen işsizlik, emekçi ailelerinin parçalanmasının yanı sıra gençleri, hırsızlık, çeteleşme, kumar, fuhuş gibi yasadışı ve ahlak dışı tehditlerin hedefi haline getirmektedir. Bu yüzden yoksulluğa karşı mücadelede; gençler, kadın ve çocukların ihtiyaçlarına ilişkin talepler de önem kazanmaktadır. Kadınların çalışmasının kolaylaştırılması için kreş ve meslek kursların açılması (ki, yerel seçimlerde hemen tüm adaylar ve partiler bu tür merkezlerin kurulması sözü vermişlerdir); yaşlıların bakımı için imkânların genişletilmesi; gençler için meslek kurslarının açılması taleplerinin yanı sara eğitim-kültür talepleri, sağlık hizmetlerin parsız olması talebi belirleyici önemde olacaktır. Ancak bu talepler uğruna bir mücadele; hükümet ve tarikatların “iane”, sadaka”, “rüşvet” türü yardımlarının yerine “gerçek bir soysal yardım”ın geçmesinin yolunu açabilir.

Yine bu çerçevede; emekçi semtlerinde gençlik, spor ve kültür-eğitim merkezleri, kadın eğitim ve kültür merkezleri gibi kurumların açılması, emekçi ailesinin gençlerinin ve çocukların sağlıklı bir biçimde yetişmesinin imkânlarını genişletecektir.

Aslolan, mücadele içinde işsiz ve yoksul yığınların; kadınıyla erkeği ile genciyle yaşlısıyla emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme düzeylerinin ilerlemesidir. Ancak bu mücadele içinde, onlar, gücün kendi kollarında olduğunu fark ederek, sermaye ve hükümetin merkezi ve yerel yönetimdeki gücü karşısında durabilecek; sermaye partilerinin yedeklemesinden kurtulabilecektir. Bu güç oluştuğu ölçüde taleplerin bir programa evrilmesi; mücadelenin, emekten yana bir düzen kurulması mücadelesine dönüşmesi de olanaklı olacaktır.

2-) Çalışan işçilerin krizin yükünü reddetme mücadelesi: Kuşkusuz ki; çalışan işçiler için en önemli talepler; “işten çıkarmaların yasaklanması ve işçilerin hak gasplarının önüne geçilmesi”dir. Bu mücadele, aynı zamanda sendikal mücadelenin önündeki engellerin kaldırılması, esnek çalışma uygulamalarının engellenmesi, çalışma sürelerinin, ücretlerin düşürülmesi yoluna gidilmeden kısaltılması (altı saat ve ihtiyaca göre daha aşağılara çekilmesi), toplu iş sözlemlerinin mutlaka uygulanması, patronların “krizi fırsata dönüştürmelerinin önlenmesi” için gerekli denetimin sağlanması, bu denetimde işyerindeki işçilerin ve sendikaların da rol alması gibi talepleri kapsamak durumundadır.

Elbette, burada, sendikalara son derece önemli görevler düşmektedir. Çünkü sendikalı işçiler, sınıfın en örgütlü kesimi olarak, bu mücadelenin başında olmakla yükümlüdürler ve sendikalar da, sınıf örgütleri olarak; sadece üyesi işçilerin değil, tüm işçilerin, kamu emekçilerinin ve tüm emekçilerin haklarını savunma merkezleri olarak örgütlenmek durumundadır. Bu, sadece üyesinin çıkarını düşünen ve üyesi dışındaki işçilerin, emekçilerin ve ailelerinin nasıl örgütlendiklerini, hangi sorunlarla mücadele ettiklerini, hangi kültürün ve siyasi baskıların altında olduklarını umursamayan sendikacılığın artık bugün bir işleve sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de, şimdi sendikaların içinde hızla yapısal ve ideolojik bir dönüşüm için mücadele edilmesi aciliyet kazanmıştır. Bu dönüşümün dinamiği; kriz koşullarında patronlarla ve hükümetleriyle yukarıdaki talepler uğruna girişilecek mücadelededir.

Bu yüzden de, kapitalistler tarafından fırsat olarak değerlendirilmesinin tam karşıtı olarak, krizi bir fırsat olarak değerlendirmek; işçilerin ileri kesimlerinin, sınıftan yana sendikacıların ve sendikalarda örgütlenmek için mücadele içinde olan, en azından bunun özlemi içindeki milyonlarca genç işçinin umududur.

Krizin derinleşmesi, kuşkusuz ki; işçilerde örgütlenme ve sendikalaşma ihtiyacını daha derinden hissettirecektir. Burada, bu ihtiyacın eyleme dönüşmesinin koşulu ise, sendikaların bu ihtiyaca inandırıcı bir biçimde yanıt vermesi, örgütlenme ihtiyacı olan işçiye sendikada örgütlenirse güç olacağını hissettirmesidir. Bunun için de, her şeyden önce, sendikaların, bugünkü, üyesi olan işçiyi önemseyip geri kalanı kendinden saymama tutumunu değiştirmesi zorunludur. Aksi halde, orada işçiler sendika diye mücadele ederken; buradaki sendikaya girmekte tereddütlü davranacaktır. Bugüne kadar yaşanan budur.

Bu, elbette, bir anda var olan sendikaların durumlarını değiştirip sınıf sendikaları haline geleceği demek değildir. Ama bunun için adım atma kararlılığını hissettiren sendikalar; genç işçi kuşaklarıyla birleştikleri ölçüde bir değişim ve dönüşüm sürecine de gireceklerdir. Kriz, bu ihtiyacı duyururken, dönüşümün imkânlarını da görülebilir biçimde ortaya koyacaktır. Şimdiden koymaya başlamıştır. Son günlerde Türk-İş’e, hükümete yönelik sendikal alandan, şubelerden gelen tepkilerdeki üslup, bu dönüşüm ihtiyacını hisseden bir rengin olduğunu göstermektedir.

İKİ BİLEŞENLİ MÜCADELENİN ORTAKLAŞMASI

Yukarıdan beri sözü edilen; semtlerde işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele ve bu mücadelenin başlıca alanı olarak öne çıkarılan “emekçi ailesinin desteklenmesi”ne ilişkin taleplerle yürütülen mücadele, elbette bir fabrika merkezli mücadeleden farklı özellikler taşır. Başka bir söyleyişle, bu mücadelenin, elbette kendine has yanları, kendi özgünlükleri olacaktır.

Yine işyerlerinde (fabrika, atölye, hizmet kurumlarında) sendikal talepler eksenli mücadelenin de, semtlerdeki mücadelelerden farklı yanları olacağı herkesçe bilenen bir gerçektir. Ancak bu iki mücadelenin, bugünkü koşullarda birbiriyle bağlanmadan yürütülmesi, kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Çünkü bu iki mücadele; ancak birbirini besler, semtlerdeki mücadele işletmelerde ve hizmet kurumlarındaki besleyip desteklerken, işletmeler ve hizmet kurumlarındaki mücadelenin de, yoksulluk ve işsizliğe ilişkin talepleri kendi taleplerinin içine alarak, semtlerdeki mücadeleyi kapsaması ve onunla bağlanması hayati bir önem sahiptir. Hele sendikaların bugün, sadece üyeleriyle ilgilenmeye sıkışmışlığı, işçi ailesi ve sınıfın tümünün çıkarlarını gözetmeyen bir bencillikle malul olduğu göz önüne alındığında, sendikal mücadelenin semtlerdeki mücadeleyle birleşmesinin bir zorunluluk olduğu açıkça görülür.

Dolayısıyla; bu iki alanda kendi özgünlükleri de olan mücadelelerin ortak bir amaçta; sisteme karşı mücadele amacında birleştirilmesi; sermayeye karşı emek cephesinin gücü olarak hareket etme stratejisinde birleşmesi, günün en önemli görevi olarak ortaya çıkmaktadır.

Bunu kim yapacaktır?

Elbette; bu özgün alanlarda mücadelenin karakterini kim belirliyorsa; bu stratejiyi kim oluşturuyorsa, bu iki özgün alandaki mücadelenin birleştirilmesi sorumluluğu da ona aittir. En başta sınıf partisinin sorumluluğudur bu. Ama sınıf partisi derken, çevresinden soyutlanmış bir parti ve onu üyeleri değildir, kast edilen. Tersine, sınıfın ileri kesimleri, semtlerdeki ilerici demokrat birikim, sınıfın ileri kesimi, sınıftan yana sendikacılarla birlikte bu işlev yerine getirilebilir. Daha doğrusu parti, bütün bu birikimi kendi çizgisine kazandığı ölçüde sorumluluklarının üstesinden gelecek gücü biriktirmiş olabilir. Ve elbette bu mücadele süreci, bir kazanma ve ilerleme, ilerledikçe daha geniş ve bir önceki dönemde kazanamadıklarını da kazanıp ilerleme süreci olarak anlaşılmalıdır. Ve sendikalar, emek örgütleri sürece ne etkinlikte katılırlarsa kendi dönüşümleri o ölçüde ilerleyeceği gibi, mücadele de o ölçüde etkin olacaktır.

YAPARAK ÖĞRENECEĞİZ ÖĞRENDİKÇE YAPACAĞIZ

Elbette ki; bu tartışma ve burada sözü edilen örgütlenmede her adımda yeniden yeniden eleştirilip ilerlenecek; kazanımlar korunup, mücadeleyi geriye çeken ne varsa geride bırakılarak ilerlenecektir. Bu yüzden de; bu mücadelenin nasıl yürüyeceği; halkın çeşitli kesimlerinin mücadele içinde nasıl ve hangi biçimlerde yer alacağı gibi konular, mücadele ilerledikçe çözümlenecek işler olarak ele alındığı ölçüde gelişme sağlıklı olacaktır.

Elbette ki; sınıflar mücadelesinin uluslararası birikimi ve bizim kendi mücadelemizin birikimlerinden gelen önemli dayanaklara sahibiz. Ve bu birikimin yol göstericiliğinde ilerliyoruz. Bunları var sayarak şunu söylemeliyiz ki; buradan daha ileri gitmemizin ilkesi; yaparak öğrenmek, öğrendikçe yapmaktır!

Aksi halde biçimler tartışması gerçeği boğabilir. Bunun örnekleri geçmişte vardır.



[1] Burada, “Ne yani, kapitalist ülkeler krize müdahale konusunda G-20’de aldıkları kararları (temennileri) şimdi devreyle sokmuş olsalardı daha iyi mi olacaktı?” sorusu gündeme gelebilir. Elbette onların krize, G-20 kararları çerçevesinde müdahalesi demek; krizin faturasını çok yolla işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına yıkmaları için adım atmaları demektir. Bu yüzden de, karar alamamaları, alsalar bile uygulayamamaları, emekçiler açısından daha tercih edilirdir. Ama burada tartıştığımız, kriz karşısında sermaye güçlerinin henüz üstünde birleştikleri bir plana sahip olmadıkları; hatta görünüşteki uzlaşma ve anlaşmalara karşın farklı yönlerde hareket etmeye devam ettikleridir ki; bu, emekçiler açısından elbette, gidişata kendi açılarından müdahale için fırsatlar yaratmaktadır.

[2] Hükümet ve sermaye sözcüleri Türkiye’nin bankacılık sektörünün çok sağlam olduğunu; 2001 krizinde bankalar içindeki çürükleri temizlediklerini iddia etmektedirler. Bunlar bir bakıma doğrudur. Ama sadece bir bakıma! Çünkü, 2001’de kendi bankalarını soyan banka sahipliği tasfiye edilmiştir, ama, bankaların kredi kartı üstünden vatandaşı soyması için rast gele, adeta zorla dağıtılan banka kartlarının sorunu bir kartopu gibi büyümektedir. İşsizlik ve yoksulluğun derinleşmesi ve yaygınlaşmasıyla, milyonlarca emekçi kredi kartını kullanmaktadır ve görünüşteki krizin “teğet geçmesi”nde en önemli etkenlerden birisi de, krizin, banka kartları aracılığı ile ertelenmeye devam etmesidir. Bu da, sonuçta ABD’deki hisse senetleri ve öteki “kıymetli kağıtlar”ın üç beş kez satılması üstünden kurulan “saadet zinciri” gibi kopacaktır ve bunu için ne kadar zaman kaldığını söylemek zorsa da, yakında olduğu kesindir. Başbakan, kredi kartı sorununu, vatandaşın kötü niyetliliğine bağlayıp, bu konuda bir önlem almayı reddetmekte, bankalara, “bildiğinizi yapın” demektedir. Ki, bu da başbakanın halkın geçimi konusunda var olduğu iddia edilen duyarlılığını artık tümüyle yitirdiğinin de işaretidir.

[3] Krizin ilk günlerinde TOFAŞ, Renault, Bosch gibi büyük otomotiv fabrikalarında işçi atılacağının duyulması üzerine binlerce işçi fabrikayı terk etmeme eylemi başlatınca. Türk Metal sendikası yöneticileri; önce işçileri yatıştırıp eyleme son verdirmiş, sonra da gidip patronla; işçi atılmaması karşılığında yarı ücretli izin, ücretlerde yüzde 26 düşüş gibi koşullarla işçi atımını önlediğini iddia etmiştir. Ama bu anlaşmadan sonra da, patron tüm bu işletmelerde ve Ford gibi büyük otomotiv fabrikalarında tedricen işçi atmayı sürdürmüştür. Yine Türk Metal ve Çelik-İş, ERDEMİR ve İSDEMİR’de “patron işçi atacak” bahanesiyle ücretlerin 16 ay süreyle yüzde 35 aşağı çekilmesini kabul etmiştir. Lastik fabrikalarında patronun işçi atacağı duyulması üzerine eylem geçip fabrikaya kapanan işçileri sendika eylemden vazgeçirmiş; buna karşılık, patronla işbirliği içinde, sendikaya muhalefet eden işçileri kapsayan bir işçi atımını organize ederek, bir taşla iki kuş vurmak istemiştir. Ve Lastik-İş yöneticileri iki fabrikadan 80-60 işçi atılmasını bir başarı olarak göstermiş; sendikanın baskısıyla az sayıda işçinin atıldığını iddia etmiştir. Cam’da yine işletme bazında uzlaşma ve esnek çalışma uygulaması kabul edilmiştir. Tekstil’de, gıda da sendikaların pek çok işçi hakkının gasp etmesini kabul etiği bilinmektedir. Yine pek çok işletmede, esnek çalışma uygulaması yaygınlaştırılmış; yıllardır patronların istediği esnek çalışma, bu krizin baskısıyla fiilen uygulanmaya başlanmıştır.

[4] Sağlık ve eğitim sorununun çözümüne ilişkin talepler, elbette emekçi ailesinin, onun fertlerinin en önemli taleplerindendir. Ama bunları öyle basitçe söylenip geçilecek talepler olarak görmemek gerekir. Tersine sağlık talebi; çocukların sağlıklı büyümesi için gıda yardımından tüm sağlık hizmetinin, muayene, tedavi ve ilaçların parasız olmasına kadar geniş bir çerçeveyi kapsamalıdır. Eğitim ise, daha da karmaşıktır. Ve “parasız eğitim” talebi, sadece eğitme katkı payının alınmaması ve okul masraflarının devlet tarafından karşılanması değil, kitap, defter vb. masraflarından ulaşım masraflarına kadar tüm masrafların devlet tarafından karşılanmasını kapsarken, aynı zamanda, dershane sisteminin kaldırılmasıyla, bugünkü ayırımcı ve parası olanlara ayrıcalık tanıyan sınav sisteminin kaldırılması da parasız eğitim talebinin merkezine çekilmelidir. Ve bu talepler, eğitimci-öğrenci-aile işbirliğinin yanı sıra tüm emek örgütlerinin ve sendikaların talebi olarak da öne sürülüp uğruna mücadele edilen talepler olduğu ölçüde anlamlanacaktır.

Kriz, Güç Politikaları, AB’nin Durumu ve Sermaye Devleti

İngiliz Sunday Times gazetesinin yıllık periyotlarla yayımladığı “İngiltere’nin en zengin bin kişisi” listesinin sonuncusu (2009 yılı ilk çeyreği) hayli ilginçti. Listede yer alan en zenginlerin en zenginlerinin servetinde, son 21 yıllık süreçteki en büyük kayıp/düşüş görülüyordu. İlk sıradaki Çelik kralı Lakshimi Mittal’in bir önceki yıl 19.88 milyar sterlin olan serveti, 16.9 milyar sterline; ikinci sıradaki Roman Abromoviçh’in serveti ise, 4.7 milyar kayıpla, 7 milyar sterlin’e gerilemişti. Üçüncü sıradaki (Kraliçe’nin kuzeni) Westminister Dükü’nün serveti de, 6.5 milyar sterlin’e gerilemişti. İlk bin zenginin 2008’deki 413 milyar sterlinlik toplam servetinin 258 milyar sterline gerilediği belirtiliyordu. Sterlin milyarderlerinin sayısında da düşme (75’ten 43’e) vardı. Forbes dergisi, dünyada dolar milyardarleri sayısının üçte bir azalma gösterdiğini; toplam servetlerinin, %50 düşüşle, 2.4 trilyon dolara gerilediğini; Rusya’nın ‘yeni yetme’ oligarklarının sayısı ve servetinin de düştüğünü yazdı. Kapitalist rekabetin kriz koşullarında daha sert yaşanması, servet düşüşlerinin yanında servet artışını da kaçınılmaz kılmaktaydı.

ABD ve Avrupa’nın en önemli ve büyük otomotiv işletmeleri büyük zorluklarla yüz yüze gelmişlerdi. “Dev dünya işletmeleri” olarak değerlendirilen General Motors, Chrysler ve bağlı otomotiv şirketleri, devlet yardımı olmaksızın üretimi sürdüremeyeceklerini ilan ederek, “ya iflas ya da devletin daha fazla yardımı” diye dayatıyorlardı. GM 17, Chrysler 21 milyar dolarlık devlet yardımına rağmen, işçi atmaya ve “zorunlu izin” uygulamalarına baş vurdular. Ortalama olarak öngörülen yıllık 70 milyon otomobil tüketiminin en fazla 50 milyon olarak gerçekleşebileceği ortaya çıkmıştı ve 20-25 milyon fazlalık, ‘uçsuz-bucaksız otomobil sıraları’nın oluşmasına yol açmıştı. Pontiac üretimini durduran GM tekeli,  21 bin işçisini mecburi izne çıkardı. Bu da yetmedi, tekel yönetimi iflas için başvuruda bulunacağını, devletin şirketi almasını isteyeceğini açıkladı. On binlerce otomotiv sektörü işçisi (toplamı yüz binleri bulabilirdi) işten atılma tehdidiyle karşı karşıya idi. Merkezi bütçelerden ve merkez bankalarının kaynaklarından aktarılan toplam yüz milyar dolar civarındaki ‘yardım’ bu şirketlerin “kurtarılması”na yetmedi! General Motors’un Almanya ve birkaç öteki Avrupa ülkesinde üretim yapan bağlı şirketi Opel’in “akıbeti” üzerine, ABD, Alman, İtalyan ve Avusturya hükümetlerinin de devrede oldukları pazarlıklar bitmek bilmiyor; Alman Hükümeti, tekel yönetiminin yardım talebini, paranın ve kârın Almanya’da tutulması şartıyla cevaplıyor ve “ucuza kapatma” politikası izliyordu. İtalyan otomobil tekeli Fiat’ın Opel’i satın almasına ise, Opel’in kendi durumunun da “kritik olduğu” gerekçesiyle karşı çıkılıyordu. Şirketin geleceğinin belirlenmesinde esas söz sahibi ABD olmakla birlikte, Alman Hükümeti Opel’i kurtarma ya da iflasa gitmesine seyirci kalma konusunda, oyalamacı bir “kararsızlık” gösterdi. Otomotiv yan sanayisinde, araç üretimi ve satışının gerilemesiyle birlikte (Almanya’da 2009’un ilk çeyreğinde bu sektördeki satışlar %35 geriledi) iflasların artacağı açıklandı. Alman Otomobil Üreticileri Birliği (VDA) yetkililerine göre, Amerikan otomotiv yan sektöründe faaliyet gösteren en büyük otuz şirketten yarısı iflasın eşiğine gelmişti ve yaklaşık dört bin toplam işletmeden 500 kadarı iflasla yüz yüze idi.

Peki, sorun neydi, milyarderlerin sayısının azalmasının ya da artmasının, servetlerinin büyümesi ya da küçülmesinin nedeni, örneğin işçi sınıfının –ve emekçi kitlelerin– üretimden daha fazla pay almaları, işçi ücreti ve emek değerinin artışı, sosyal haklardaki genişlemenin kapitalistlere getirdiği “yük”ün artışı mıydı?

Böyle olmadığını, kapitalistler ve temsilcileri de, işçi ve emekçiler de biliyorlar. Emek-sermaye ilişkilerinin son on yıllardaki seyri çok belirgin ve çarpıcı biçimde işçi-emekçi haklarının budanması, kapitalist sınıf yararına ve kâr artışını sağlayacak uygulamalar, politik ekonomiye damgasını vurdu. 1980 sonrası 27 yıllık sürecin en önemli özelliklerinden biri, özelleştirme, çalışma koşullarının esnekleştirilmesi, sosyal hakların kısıtlanması ve giderek ortadan kaldırılması, sendikal ve politik emekçi örgütlenmesinin zayıflatılarak etkisizleştirilmesini getirecek taşeronlaştırma vb. ekonomi politikaların yoğunluk kazanmasıydı. Bu ekonomi politika, “küreselleşme” gerekçeli ve bağımlı ülkeler ekonomilerinin emperyalist devlet ve uluslararası tekellere tümüyle açılmasını getiren uygulamalarla beslendi/takviye edildi. Bağımlı ülkelerde ortaya çıkan ve önemli oranda emperyalist ekonomilerin baskısıyla belirlenen krizler gerekçe gösterilerek öne çıkarılan “ihracata yönelik sanayileşme” politikasıyla, içerde halk kitlelerinin satın alma güçlerinin düşürülerek ve çalışma koşulları ağırlaştırılarak, ucuz maliyetli meta üretiminin artırılmasını ve iç tüketimin kısılmasıyla dışarıya mal satışını büyüterek döviz getirisini artırma, bunu da sözüm ona yatırıma yöneltme iddiasıyla hareket edildi. Buna, bu ülkelere uluslararası tekellerin ve mali sermaye girişinin özendirilmesi iddiasına dayandırılan ‘yabancı sermayeyi teşvik tedbirleri’ adı altında, bağımlı ülkeler ekonomisinin emperyalist tekellere tümüyle açılması eşlik etti. Bağımlı “sanayileşme”, uluslararası alanda ve “küreselleşme koşulları”nda kaçınılmaz gösteriliyor, “karşılıklı bağımlılık”ın zorunlu sonucu olduğu ileri sürülerek, “ulusal karakterdeki her şeyin imkansızlaştığı” savıyla, bu ‘yeni durum’un kabullenilmesi isteniyordu.

İşsizlik, yoksullaşma ve açlık arttı. Açların sayısının 1 milyarın üzerine çıktığı BM tarafından açıklandı. 2.8 milyar insanın yoksulluk koşullarında yaşam mücadelesi verdiği, yine uluslararası araştırma kuruluşları tarafından ortaya kondu. 200 milyon işçinin işsiz olduğunu açıklayanlar da, burjuva hükümetlerinin kendileriydi. İşçi ücretleri düşürüldü, sosyal haklar kısıtlandı, emekçi örgütlülüğü dağıtılıp güçsüzleştirildi. Kâr kütlesini artırıcı yöntemler hızla ve yoğun olarak uygulamaya geçirildi.

Ancak “bahar” kısa sürdü: ABD gibi dünya kapitalizminin ‘merkezi’nde duran bir ülkede ve konut-inşaat alanı gibi metal-demir çelik ve diğer önemli sanayi dallarıyla dolaysız ilişkili bir sektörde patlak verip, oradan, banka-kredi kurumları ve mali sisteme ve kısa süre içinde de tüm ekonomi dallarını kapsayarak, uluslararası alana yayılma gösteren kriz, kapitalizmin tüm temel çözümsüzlüklerini bir kez daha ortaya koydu. Bunu, burjuvazinin uluslararası vaveylası izledi: “Önlem alın, batıyoruz!” Burjuvazi yararına yoğunlaştırılmış bu iktisadi politikalara rağmen neden krize girildiği sorusunun cevabı, kapitalizmin niteliksel özellikleriyle dolaysız olarak bağlı bulunuyor.

KAPİTALİST META ÜRETİMİ KRİZ ÜRETİR; KAPİTALİZM KRİZLERLE MALUL BİR SİSTEMDİR

Ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişki “kapitalist üretim biçiminin tüm karakterini” belirler. Kapitalist üretimin kâr için üretim olması, artı-değer sömürüsünün emek-gücünün ucuza getirilmesi yoluyla artırılmasını, kapitalistin başlıca hedefi haline getirir. Kapitalist, yatırdığı paradan daha fazlasını ancak iş-gücünü belli bir ücret karşılığı satın alarak ve ondan, ona ödediğinden daha fazla bir değer sağlayarak elde edebilir. Emek-gücünü mümkün olabildiğince ucuza getirmek ve üretim maliyetini düşürmek için artı-emek zamanını ve artı-emeği büyütmek, toplumsal bakımdan gerekli emek zamanını ve buna bağlı olarak işçiye yapılan ödemeyi kısmak, kapitalist üretimin de, kapitalist rekabetin de en temel “gerekliliği”dir. Emek-gücü ne kadar ucuza getirilirse, kâr o kadar artacaktır. Kapitalist rekabet, daha ucuza daha fazla üretmeyi ve pazarda rakipleri geri bırakarak üstünlük sağlamayı gerektirir. Kapitalist “sermaye birikimi”, daha büyük kâr kütlesini zorunlu kılar. İş ve üretim örgütlenmesiyle bilim ve tekniğin kullanımı, bu amaçla bağlanmıştır.

Artı-değer üretmeyen emek yararsızdır ve yararsız emeğin kapitalist için bir değeri yoktur. Başka bir deyişle, kapitalist üretimin dolaysız hedefi, artı-değer üretimidir. Kapitalist üretimin bu niteliği, sistemi yıkıma götüren çelişkileri ve güçleri üretir ve kapitalizmi aşırı üretim krizlerine mahkum kılar. Birbirleriyle kıyasıya rekabet içindeki tekeller, emperyalist ülkeler ve kapitalist işletmeler, daha fazla kâr için daha ucuza ve daha fazla üretmeyi hedeflerler ve bu durum, aşırı meta üretimiyle, yığınların satın alma gücü sınırlılıklarını kaçınılmazlıklar olarak doğurur. Kapitalizm, çünkü üretimin bireysel ihtiyaç ve tüketim gözetilerek değil, daha çok kâr için daha ucuza ve daha fazla meta üreterek pazarda en fazla paya sahip olma ve servetini artırmayı esas alan bir üretim sistemidir. Kapitalistlerin azami kâr için üretimi genişletmeleri ve sermayenin genişleyen yeniden üretimi, tekniğin mükemmelleştirilmesi ve makinelerin teknik yenilenmesinin yardımıyla üretimin ve üretim verimliliğinin artırılması, çalışma süresinin uzatılması (daha fazla artı-değer üretme) ve toplumsal bakımdan gerekli emek zamanının kısılması, kapitalist krizlerin ortaya çıkmasına doğru gelişir. Her bir fabrikadaki üretim, kapitalist işletmecinin iradesi altında planlanmış ve örgütlenmiş olmakla birlikte, üretimin sonuçlarının (üretilmiş metaların) ve üretim araçlarının özel kapitalist mal edinilmesi, üretimin dengesiz, plansız ve anarşik karakterde gerçekleştirilmesine ve aşırı üretime neden olur ve ekonomi krize saplanır.

Pazar olanaklarının sınırlanması ve ürünlerin satılamaması, ticaretin sınırlanmasına, işletmelerin nakit sıkıntısına girmesine, kredi-borç ilişkilerinin bozulmasına, “devlet kağıtları” ve hisse senetleri fiyatlarının düşmesine, borsa ve banka sisteminin “çökmesi”ne ve sanayi işletmelerinin durgunluğa ve iflasa sürüklenmesine yol açar. Üretim araçları ve ürün fazlalığı bir yanda, en temel gereksinmelerini karşılayamayacak durumdaki işgücü “fazlalığı” öte yandadır. Kriz dönemleri, işçi ve emekçilerin en temel gereksinmelerini karşılamada daha fazla sıkıntıya düştükleri dönemlerdir. On milyonlarca insan “çok fazla” gıda maddesi üretildiğinden aç kalır, “çok fazla” kömür, petrol, gaz üretildiğinden soğuktan donar. “Çok fazla” otomobil üretilmiş olması, emekçilerin otomobil sahibi olmalarını kolaylaştırmaz; demir ve çeliğin, çimento, kiremit ve dayanıklı tuğlanın “fazla” üretimi, emekçileri ev sahibi yapmaz; aksine geçim araçlarının bolca üretilmiş olması, bollukta yoksulluk çekilmesinin; işçinin kendi üretimine ve ürettiği nesnelere, onlar aracıyla kendine yabancılaşmasının da nedeni olur. Kitlesel işsizlik, yoksulluk, umutsuzluk, tembellik, bunalım ve yıkımın sosyal psikolojik karakteriyle de derinleşmesine; toplumsal çözülme, dağılma ve “ahlaki” çürüme ve çöküşün artmasına yol açar. Umutsuzluk ve gelecek güvencesizlik duygu ve düşüncesi bireysel yıkımların hızla büyümesine, intiharlara, sokakta yaşayanların artışına; lümpen yaşamın ve çeteleşmenin, yağma ve talanın artmasına neden olur. İşçi ve emekçiler, kapitalizmin, insanca yaşam olanaklarını sağlayamayacağını, bu sistem koşullarında baskı ve sömürü olmadan yaşanamayacağını daha bariz şekilde görebilecekleri toplumsal iktisadi ve sosyal koşullar tarafından yıpratıcı ve kahredici şekilde çevrilirler. Sömürü ve baskıdan kurtuluşun yolunun kapitalizmi yıkmaktan geçtiği, üretim araçlarının kolektif mülkiyetinin ve sömürüsüz bir toplumsal sistemin inşasının gerekliliği ve kaçınamazlığı düşüncesinin işçi kitleleri içinde giderek artan oranda taraftar bulması için koşullar daha fazla olgunlaşır ve sınıf mücadelesi daha da keskinleşir.

Krizin temel nedeninin aşırı üretim olması, büyüyen açlık, yoksulluk ve işsizliğe karşın, muazzam meta stoklarının bir kesiminin hurdaya çıkarılmasını, makinelerin, fabrika bölümlerinin ve teknik aksamın bir bölümünün kapatılması ya da tahrip edilmesini, sonuçlardan biri olarak doğurur. Metaların değeri düşer, makinelerin ve işletmelerin bir kesimi kapanır/kapatılır, toplumsal üretici güçler; makineler ve fabrika donatımlarının bir kısmı tahrip olurlar. Kapitalistler yeni bir “atılım” için emek-gücü sömürüsünü artıran yöntemleri geliştirir, ücretleri düşürür, daha az işçiyle üretimi sürdürmeye koyulur, sosyal giderleri kısıtlar, değişmeyen sermayenin (fabrika-makine teçhizatı vb.) yenilenmesi ve üretimin yeniden artırılması için teknik yenilenme ve kâr getirici savaş sanayisi araçları üretimine yönelirler. Bu ise, emperyalistler arası paylaşım kavgalarının sertleşmesi ve çatışmaya doğru keskinleşmesi politikalarını besleyip güçlendirir ve bir süreç içinde yeni ve daha tahrip edici krizlerin koşullarını olgunlaştırır.

KRİZ VE “BÜTÜNLEŞME” MASALINDAN GERÇEĞİN DUVARINA

1929 büyük bunalımı, kapitalistlerin sömürü ilişkilerini “yenileyerek” sürdürme kavgasında yeni fikirlerin geliştirilmesi ve teknolojik yenilenmeyle “kârı maksimize etme” arayışlarına ivme kazandırmanın yanı sıra, çelişkilerin sertleşmesine bağlı olarak, “ortak zirve kararları” ve “önlem paketleri”nin de akim (geçersiz-sonuçsuz) kalmasına yol açmış, büyük güçler arasındaki rekabeti keskinleştirmişti. 2007-2008 krizi benzer bir ‘manzara’yı; güçler ilişkisinde değişimleri ve uygulanacak iktisadi politikalarla sağlanacak “yenilenme”yi, bir ihtiyaç ve zorunluluk olarak ortaya çıkardı. “Krizden daha az kayıpla çıkış” amaçlı “ortak kararlar” için düzenlenen birçok uluslararası “zirve”den, işçi sınıfı, emekçi kitleler ve bağımlı ülkelerin halkları aleyhine ortak saldırı kararlarıyla birlikte rekabetin sertleşmesi politikası çıktı. Emperyalist büyük güçlerle işbirlikçileri, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nü bağımlı ülkelerin ekonomilerini daha sıkı denetime almaya; bu amaçla IMF bütçesini 750 milyar dolara çıkarmaya karar verdiler. “Korumacılık yapılmayacak”, ekonomiler tekellere daha fazla açılacaktı.

2007-2008 krizi, emperyalist güçler arası ilişkilerin eskisi gibi yürütülemeyeceğini ve ABD’nin dünya kapitalizminin jandarmalığı işlevinin yara alacağını ortaya koydu. Bunu en açık ve kesin şekilde, Alman sermaye temsilcileriyle politikacılarının, krizin henüz ‘başları’ sayılabilecek dönemde yaptıkları, “Hiç kimse hayalci olmasın: dünya yeniden kriz öncesinde olduğu gibi olmayacak” açıklaması ortaya koydu. Steinbrück, “Kriz dünya finans sistemini kapsamlı bir şekilde alt üst edecek. Hiç kimse şaşırmasın: Dünya yeniden kriz öncesinde olduğu gibi olmayacak. Önümüzdeki dönem daha küçük büyüme vadelerine ve -zamansal olarak biraz ertelenmiş olarak- iş piyasalarında daha olumsuz gelişmelere hazırlanmalıyız” diyordu. Alman sermaye temsilcileri, ABD’nin, dünya finans piyasalarının “süper gücü olma konumunu kaybedeceği” ve “çok kutupluluk”un ortaya çıkacağı gerçeğine uygun olarak, kendi konumlarını güçlendirme ve etkinlik kavgasını buradan sürdürme hazırlığını yoğunlaştıracaklarının işaretini veriyorlardı. “Yeni dünya finans piyasalarında Asya ve Ortadoğu menşeli devlet fonları ve ticaret bankaları”yla birlikte “evrensel banka modeliyle, Avrupalı bankalar da” olacaklardı ve paylaşım kavgasında etkin güçler olarak rol alacaklardı!

Alman politikacı ve sermayedarlarına göre, “sorunların kaynağı ve ağırlıklı noktası ABD’de yatıyor”du ve Amerikan hükümetinin başlattığı acil yardım planı da rekabeti kızıştıracaktı. Alman Maliye Bakanı, bu rekabetin Alman sermayesinin aleyhine olmasından duydukları endişeyi dışa vuruyor, Amerikan Hükümeti’nin desteğiyle Amerikan şirketlerinin krizden güçlenmiş olarak çıkabilme ihtimaline karşı, Alman Hükümeti’nin de elinden geleni ardına koymayacağını belirtiyordu.

Alman yönetiminin politikası, krizin ağırlaşması, tüm iktisadi dallara yayılarak genişlemesiyle birlikte giderek sertleşti. Rekabet keskin, çelişkiler sertti. “Krizin merkezinin aynı zamanda krizin nedenlerinin de merkezi olduğu” yönündeki Alman görüşü, keskin rekabete işaret etmenin yanı sıra krizin kapitalist temelini örtme kurnazlığını da içeriyordu. Kriz, evet, ABD gibi dünya kapitalizminin “merkezi” konumundaki bir büyük ve etkin ekonomide patlak vermişti, ama onun tüm kapitalist sistemin krizi olmasının netlik kazanması, başkalarıyla birlikte Alman sermaye sözcülerinin de işine gelmiyordu. Ancak onları, yine de gerçekçi saymalıydık: “Finans krizi” lafazanlığındaki ısrarlarına karşın, bunun on yıllar sonrasının en büyük krizi olduğunu kabulleniyor ve Maliye Bakanlarının ağzından, “Bu dünyanın hiçbir iktisatçısı, hiçbir maliye bakanı ve hiçbir merkez bankanın şefi kesin olarak bu krizin ne kadar devam edeceğini veya sarsıntının etkileriyle daha ne kadar yaşamak zorunda kalacağımız söyleyemez” diyerek bu gerçeği itiraf ediyorlardı.

Kriz, emperyalist büyük güçler ve tekeller arası rekabet ve çelişkileri sertleştirip kızıştırırken, oluşumu hakkında ve üzerine çok uzun zamandır tartışılan AB’nin “ulusal ekonomileri ve nedenledikleri rekabeti aşmış” olduğu yönündeki rivayetleri de, “Birlik”in iç ilişkilerini gün yüzüne getirerek geçersizleştirdi. ‘Avrupa Birliği’ne atfedilen özellikler ile kapitalizmin “evrensel refah sistemi olduğu” iddiası, birbirini güçlendirmek üzere sürekli gündemde tutulmaktaydı. ‘AB’, refahın ve barışın, kapitalizm koşullarında ve burjuvazi tarafından, ulusal sınırlar aşılarak ve her türlü darlaştırıcı özelliğinin ‘geçersizleştirilerek’  uluslararası alanda ve birlikte gerçekleştirilebileceğinin somut göstergesiydi, ve bu “birlik”in kapitalist karakteri de, kapitalizmin barış, refah, mutluluk, bolluk ve güven içinde yaşama olanağını ortaya koyuyordu! Kapitalist emperyalizmin başlıca ve temel çelişmeleri bu sistem içinde ve bu “birlik” izlenerek geliştirilebilecek yoldan çözüm bulabilirdi ve bu da başka arayışları geçersiz kılardı! “Ulusal devlet”ler önemsizleşiyor; AB ve onun ‘üst parlamento’, ortak para birimi, iç nüfus hareketi kolaylığı vb. ile kat ettiği yol, “ulusüstü birleşik devlet” koşullarında çelişkisiz bir toplumsal düzenin olanaklı olabildiğini gösteriyordu! Daha uygar, daha varlıklı ve mutlu yaşamak için buradan ilerlenebilirdi vb.! İddia, içerdiği ‘rüyasal öz’ ile  böyleydi. Gerçeğin ne olduğunu ise, kapitalist gelişme ve emperyalist güçlerin krizle birlikte sürdürdükleri politikalar bir kez daha ortaya koydu. Kapitalizm koşullarında, devletler, tekel işletmeleri ve kapitalistler arası ilişkilerin “çelişkisizlik” karakteri kazanmasının olanaksızlığı görüldü. Rekabet kızıştı, çelişkiler keskinleşti, ‘AB’nin en etkin ülkeleri “birlik”i değil, kendilerini güçlendirecek araç, yol ve yöntemleri öne çıkardılar. Her tekel ya da tekel birliği, her emperyalist büyük güç, tüm kapitalist işletmeler, pazarda esas söz sahibi olmak için rakiplerine üstün gelecek yol, yöntem ve araç arayışına girdiler. AB üyesi ülkelerin hükümet ve sermaye grupları, “birliğin ortak çıkarları” üzerine propagandayı elden bırakmadılar, ama pratiklerine her birinin kendi çıkarlarını esas alması yön verdi.

Kriz derinleşip başlıca kapitalist ülkelerde durgunluk ve düşüş eğilimi belirginlik kazandıkça ve aralarında çok sayıda banka ve kredi kurumuyla ABD merkezli General Motors, Ford, Chrysler; Alman BMW, Audi, Fransız Citroen-Peugout gibi otomotiv “devleri”nin de bulunduğu ağır sanayi şirketlerinin Hazine ve Merkez Bankası kaynakları aktarılmazsa iflas ve kapanma tehlikesi yaşayacaklarını açıklamaları birbirini izledikçe, bu ülkelerin yöneticilerinin “milliyetçi” iktisadi politikalarla rekabette öne geçme ve krizden en az kayıpla, hatta olanaklı olduğunca kazançlı çıkma çabaları yoğunluk kazandı.

Alınacak önlemler konusunda Batılı emperyalist hükümet ve devlet şeflerinin anlaşmazlıklarının kaynağında kendi çıkarlarını önde tutma ve krizden güçlenerek çıkma politikası duruyordu. Sistemin çıkarlarını ve sürdürülmesini ortak kaygı ve hareket noktası olarak alan kapitalistlerle temsilcileri, kendi çıkarlarını öne çıkararak, birbirleriyle didişmekten de kaçınmıyorlardı. Birçok uluslararası platformda bir araya gelen emperyalist ülke yöneticilerinin “ortak bir proje üzerinde anlaşma”yı “başaramamaları”; Almanya’da faaliyet yürüten Opel’in yardım talebinin, Alman Başbakanı’nın “vereceğimiz paranın ana şirkete aktarılmayacağından emin olmamız gerekir” açıklaması, Fransız devlet başkanının “bizim istediğimiz kapitalizm bu değil” diye açıklamalarda bulunması ve onun Alman yöneticiler tarafından eleştirilmesi, bu çelişik durumun sonuçları olarak ortaya çıktı.

Kriz, tüm kapitalist ülkeleri ve pazarları vurarak, kapitalizmin dünya krizi özelliği kazandığında, önce “bizi etkilemez”, “bizim ekonomimiz güçlüdür” türünden söylemlerle ‘yetinen’ Alman-Fransız yöneticiler, ardından, başkalarının “göz yaşlarına bakmadan”, krizden güçlenerek çıkmaya hizmet edecek politikaları, “her koyun kendi bacağından asılır” gerekçesine sığınarak, uygulamaya koydular. ‘Kendi’ tekellerinin konumunu güçlendirmek ve iflastan kurtarmak için, “Birlik” ülkelerinin en güçlüleri, yüzlerce milyar Euro ve Sterlin ayırdılar. Almanya’nın kriz “yönetimi” politikalarına, ‘başkalarının çökertilmesi üzerinden güçlenme’ ve krizden çıkış koşullarına rakiplerinden daha güçlü ve hazırlıklı ulaşma anlayışı yön verdi. Almanya, “ortak çıkarlar” adına kimseye yardım etme ‘niyeti’nde değildi. Krizden kârlı çıkmak için her yola baş vuruyor, krizi kendi çıkarları yönünde değerlendirmeye çalışıyordu. Alman politikası, en güçlü rakiplerinin kaybını sağlamanın yanı sıra, Doğu Avrupalıların ekonomik olarak daha fazla bağımlı olmalarını sağlama üzerine kuruluydu. Alman hükümeti, Alman tekellerinin ve finans kuruluşlarının yabancı sermaye tarafından yutulmasını engellemek için özel yasa çıkarmayı gündeme getirdi. Başbakan Angela Merkel, “CDU yönetim kurulu, sonbahara kadar yabancı yatırımcıların Alman şirketleriyle olan ilişkilerini düzenlemek için yasa taslağı hazırlayacak” diyordu. Alman sermaye sözcülerine göre, özellikle Çin ve Rusya menşeli yatırım fonları Alman tekellerini uluslararası borsalardaki hisse senetleri üzerinden “rahatlıkla yutabilecekler”di ve buna karşı önlem almak zorunluydu. Çin ve Rusya’da yatırım yapmanın zorlaştırıldığını ileri süren Alman Maliye Bakanı Peer Steinbrück, kendilerinin de, bu ülkelerin yatırım fonlarına ve tekellerine sınırlama getireceklerini açıkladı. Bunlara göre, Çin ve Rusya menşeli yatırım fonları devlet tarafından yönlendiriliyorlardı ve bu da, onlara karşı benzer bir önlemi zorunlu hale getiriyordu. Bunun için söz konusu yabancı fonun veya tekelin merkezinin bulunduğu ülkenin yatırım amacının ticaretle sınırlı olup olmadığına bakılacak ve “hileli yöntemler”e karşı önlem alınacaktı! Alman politikasına göre, bu, “Alman iç pazarını dış yatırımcılara kapatma” anlamına gelmiyordu, ama kendileri de dünyayı pembe gözlüklerle izleyecek kadar naif değillerdi ve kimi devletlerin politik amaçlarla yatırım fonları kurmaları karşısında hareketsiz kalmayacaklardı. Merkel, Almanya’nın, AB içinde de, dünyada da, uluslararası gelişmelere uygun hareket edeceğini söylüyordu. Almanya’nın, özellikle AB içinde büyük tekellerin kurulmasından ve geliştirilmesinden yana olduğunu söyleyen Merkel, “AB içinden değişik alanlarda dünya şampiyonları çıkabilir” diyordu. Ona göre, “Küresel ölçekte rol oynayabilmek için Avrupa’nın işin içinde olması” kaçınılmazdı ve “bundan başka şans yok”tu! Almanya silah ve buna bağlı endüstrisini özel olarak korumaya aldı ve Almanya’da askeri alanda üretim yapan firmalara yabancı şirketlerin katılma payının yüzde 25’i aşmasını özel izne bağladı. Krize karşı alınacak önlemler ve bankalara yapılacak yardımlar konusunda devletlerin önceden bilgi vermesi istendi vb.

Alman Toptancılar ve Dış Ticaret Birliği (BGA) Başkanı Anton Börner, alınan önlemleri desteklediklerini belirtirken, “Ama gerçekten bu konuda çok dikkatli olmamız gerekiyor. Önlem almaya çalışırken yatırımcıları ürkütmemek gerekiyor, Almanya’da yatırımcı düşmanı yasalar olduğu izlenimi çıkmamalı” diyordu. Alman Endüstri ve Ticaret Odaları Birliği (DIHK) Başkanı Ludwig Georg Braun, “Hassas endüstri birimleri gözden geçirilerek önlem alınmasını akılcı bir girişim olarak değerlendiriyoruz. Ancak bu konuda devletin de özel mülkiyet konusunda hassasiyetini korumasını bekliyoruz. Ulusal çıkarlar ileri sürülerek özgürlükçü ekonomik düzen ve özel mülkiyet hakları sorgulanmamalı” açıklamasıyla, kapitalist devletin bir başka hassasiyetine dikkat çekiyordu. Alman tekellerinin ‘yabancı sermayeye karşı korunması’ tartışmalarına Alman Sendikalar Birliği DGB adına katılan DGB Yürütme Kurulu üyesi Claus Matecki, “Yabancı yatırım fonlarının ve tekellerinin Almanya’ya yönelik yatırımlarının denetlenmesi için federal düzeyde bir ‘denetleme dairesi’ kurulması” ve “bu dairede hükümet ve işveren temsilcilerinin yanı sıra işçilerin temsilcileri olarak sendikaların da yer alması”nı önerdi.

AB üyesi üç ülkenin ekonomik iflasa gitmek üzere olduklarını açıklayarak yardım talebinde bulunmaları, Almanya, Fransa ve İngiltere’yi “alakadar etmedi”!  Krizin rekabeti keskinleştirme ve “kendi çıkarları için başkalarının batışını sağlama” işlevine uygun olarak, kötü duruma düşen ve “ülkedeki bütün ulusal bankaları devlet denetimine alma” kararı alan başbakanı Haarde’nin ağzından, ülkenin iflasla karşı karşıya olduğu ilan edilen İzlanda’ya karşı, AB’nin başlıca ülkelerinin tutumu, “kendi paralarını kurtarmak” oldu. İzlanda Hükümeti’nin, “ülkemiz iflasın eşiğinde” açıklaması üzerine, Hollanda, ülkesindeki İzlanda bankalarının mal varlığına el koydu. İngiltere Hükümeti ise, “İngiliz vatandaşlarının İzlanda bankalarındaki paralarının güvenceye alınması” gerekçesiyle İzlanda’ya karşı mahkeme tehditlerine başvurdu. Avrupa’nın büyük güçlerinin İzlanda’yı iflasla yüz yüze bırakmaları üzerine Rusya devreye girdi ve “İzlanda’nın yok olmasına göz yumamazdık. Kredi talebine derhal olumlu yanıt verildi” diyerek, ilk etapta dört yıl vadeli dört milyar Euro krediyi İzlanda Ulusal Bankası’na havale etti.

Oysa, 2000 yılında imzalanan “Lizbon Stratejileri” anlaşmasının gerekleri de, önceki anlaşmaların iddialarından biri de, “Birlik”i, dünyanın rekabet gücü en yüksek bölgesi haline getirmekti. AB’ne üye büyük güçler (Almanya, Fransa, İngiltere), kendi bankalarıyla büyük sermaye şirketlerinin emrine yüz milyarlarca Euro-Sterlin verirlerken (Almanya 500, Fransa 400, Avusturya 200, İspanya 100 milyar Euro, İngiltere 200 milyar Sterlin’i finans ve sanayi şirketlerini kurtarmak için piyasaya sürdüler), AB’nin daha geriden gelen, daha az güçlü ya da ekonomileri daha zayıf ülkelerinin ortak paket önerilerini “gereksiz” görüyorlardı. İrlanda hükümetinin 400 milyar Euro’luk bir “teminat paketi” açıklaması ve İrlanda merkezli ve hisseleri İrlandalılara ait olan en büyük altı bankadaki her türlü mevduat ve tasarrufa, iki yıl süreyle yüzde yüz devlet güvencesi verdiğini” açıklaması, büyük tepkiyle karşılandı. İngiltere Maliye Bakanı ve İngiliz Bankacılar Birliği Başkanı, İrlanda hükümetini “haksız rekabet ortamı yaratmak” konusunda uyardılar! İrlandalı yöneticiler ise, buna, İngiliz yönetiminin, Northern Rock ve Bradford and Bingley bankalarını kamulaştırma ve HBOS’u büyük bir bankaya devretmesine dikkat çekerek ve “bankacılık piyasasında rekabet kurallarını çiğneme”ye daha önce İngiltere’nin başladığını belirterek karşılık verdiler. “Krizin olası etkilerine karşı önlemler paketi” açıklayan bir diğer hükümet, Yunanistan hükümetiydi. Maliye Bakanı Georgios Alogoskoufis, “Ülkemizdeki bütün bankalar ve bankacılık sistemi güvence altındadır. Hiçbir vatandaşımızın parasını kaybedecek diye bir korkusu olmamalı” diyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İrlanda ve Yunanistan’ın ulusal girişimleri kimseye örnek olmamalı diyerek, bu durumu eleştiriyordu. İngiliz gazeteleri, “ulusal girişimlerin kimseye faydası olmayacağı” yönünde yayını yoğunlaştırdılar.

Krizin derinleşmesi ve yıkıcı etkilerinin daha fazla açıklık kazanması, AB ülkeleri yöneticilerini “zirve” üzerine “zirve” toplamaya zorladı. Ancak, emperyalist çıkar farklılıkları ve çatışması, tümünün üzerinde anlaşabilecekleri “ortak bir plan”ın ortaya çıkmasını her seferinde engelledi. Krizin yükünü halk kitlelerine ve bağımlı-geri ülkelere yıkmakta karar ortaklığı içindeydiler, ancak kendi aralarında da, her birinin kendi çıkarlarını öne çıkardığı bir dalaşı sürdürüyorlardı. 2009 Nisan başlarında 20 devlet yöneticisinin katıldığı Londra zirvesi, emperyalistler arası çıkar kavgasının, “her koyun kendi bacağından asılır” mantığıyla daha keskin biçimde sürdürüldüğünü gösterdi. İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda, İtalya, Lüxembourg ve Çek Cumhuriyeti devlet ve hükümet başkanlarının “krize karşı daha etkili mücadele” adına ve “AB’nin ortak paketi” olarak sunmayı planladıkları “önlemler bütünü”, “birlik içi çelişkileri giderme” yerine, farklı çıkarların daha net olarak ortaya konmasının zirvesi oldu. Çelişkiler yumuşamıyor, aksine sertleşiyordu. Büyük güçlerden her birinin “çözümün uluslararası önemi” üzerine söylemleri, başkalarının zararı üzerinden kendi yararını öne çıkarmayı esas alıyordu.

Paris’te düzenlenen “zirve”den ortak karar çıkmadı. Fransa’nın, AB sınırları içinde zora giren sermaye kuruluşlarını kurtarmak üzere 300 milyar Euro’luk bir ortak fon oluşturulması önerisinin Almanya tarafından tepkiyle karşılanması ve ardından Hollanda’nın 380 milyar Euro’luk fon teklifiyle ortaya çıkması üzerine gerginlik daha da arttı. İtalya ise, öneriyi “çok olumlu bir teklif” olarak görüyor ve miktarın 700 milyar Euro’ya çıkartılabileceğini söylüyordu. Ancak Almanya’nın “ortak fon”a karşı kesin tutumu ve İngiltere’nin de benzer bir tutum alması, bu öneriyi boşa çıkardı. Alman, Fransız, İngiliz ve İtalyan yöneticiler, “kriz zirvesi”nden anlaşamadan ayrıldılar.

Paris’te düzenlenen “AB Avro Bölgesi ülkeleri” zirvesinde tartışılan “ortak eylem planı”nın Almanya’nın politikası nedeniyle akamete uğraması, diğer AB ülkeleri yöneticilerinin tepkisini artırdı. Almanya’nın ısrarı, “komşuların aleyhine” idi! Avusturya, Hollanda ve Britanya Hükümetleri, Almanya’nın ulusal bankalarına verdiği güvenceler nedeniyle birçok AB ülkesinin “istemeden benzeri kararlar almak zorunda kaldığı”nı ileri sürüyorlardı. Almanya’nın mevduat hesaplarına devlet güvencesi vermesinin ardından Almanya’ya para akışının artışı, özellikle Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin yöneticilerini rahatsız etti. Brown, “Hükümetimiz ülkedeki mevduat hesapları için 500 milyar Pound’luk paket hazırlıyor” açıklaması yaptı.

Fransa’nın “AB kurtarma fonu” oluşturma önerisinin Almanya tarafından reddedilmesi iki ülke ilişkilerini gerginleştirirken, Sarkozy, Almanya’nın “krizde herkesin kendi başının çaresine bakması” önerisini, “Ne kadar Avrupalı oldukları ortaya çıktı” diyerek, Alman yöneticileri “Avrupa konusunda İngilizlerden de beter” davranmakla suçladı. Sarkozy’e göre, kendi çağrısıyla Paris’te düzenlenen “AB üyesi G-8 Ülkeleri Zirvesi”nin başarısız sonuçlanmasının sorumluluğu da, Almanya’ya (ve Merkel’e) aitti. Çıkar dalaşı gerildikçe, tartışma söylemi de sertleşti. Sarkozy, Alman Hükümeti’nin Hypo Real Estate bankasını kurtarmak için devlet kaynaklarını harekete geçirmesi üzerine (130 milyar Euro ayrıldı), “herkesin kendi pisliğini temizlemesi” şeklinde ifade edilebilecek Alman politikasını anımsatarak, Merkel’i bir kez daha suçladı.

Fransa’nın, AB’ne üye ülkelerin “ulusal çözümler” yerine, “ortak plan ve strateji izlemeleri” ısrarı uzun sürmedi. O da, kendisinden zayıfların durumundan yararlanma olasılığını hesaplayarak, “batan batsın” politikası izlemeye koyuldu. Bütçe açığı ve devlet borçlanması kriterlerinin “değişmez kurallar olmadığını” belirten Sarkozy, “Eli kolu bağlı bekleyemeyiz, bir şeyler yapmak zorundayız” diyor ve AB’nin bazı temel ilkelerinin “gözden geçirilmesi”ni istiyordu.

Sarkozy, “yeni bir kapitalizm” söylemi ve sözüm ona “ortak politika” adına, Alman yöneticilerini, kendi çıkarlarını fazlaca öne aldıkları için eleştiriyor, ama kendi tekellerinin emrine yüzlerce milyar Euro’luk kaynaklar vermekten de geri durmuyordu. AB üyesi “geri Doğu ülkeleri” ise, “dayanışma eksikliği”nden ve kendilerine “AB’nin zenginlerinin yeterli destek vermemeleri”nden yakınıp durdular. AB üyesi ülkelerin Londra’da yaptıkları zirve öncesinde Polonya’nın girişimiyle Brüksel’de bir araya gelen 9 Doğu Avrupa ülkesinin yöneticileri, AB “kasası”ndan daha fazla yardım alma taleplerini dile getirdiler. Macar yöneticiler, 190 milyar Euro hacminde “Doğu Avrupa Yardım Fonu” oluşturulmasını istediler. Gerekçeleri de hayli “dramatik” idi: “Avrupa, sosyalizmin yıkılmasından 20 yıl sonra en zor dönemden geçmektedir. Avrupa’yı ikiye bölecek yeni bir demir perdeye izin vermemeliyiz” diyorlardı. Buna karşın, Alman ve Fransız yöneticiler, Macar Başbakan Ferenc Gyurcsany’i ileri gittiği için eleştirdiler! Macaristan, önce, IMF’den aldığı parayı doğru kullanmasını bilmeliydi! Alman Başbakanı Merkel, AB üyelerinin “ev ödevlerini” yapmaları gerektiğini söyledi ve “isteyenin kullanımına sunulacak ortak bir fon olamayacağını belirterek, “önlerini kesme” tutumunu ortaya koydu. Krizden daha fazla etkilenen Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya’nın benzer talepleri karşısındaki tutumu da aynı oldu. “Ortak fon”, “yardım” gibi önerilere karşı, iki büyük AB üyesinin yaptığı, öğüt vermekti: Gereksiz kamu harcamaları gözden geçirilmeli, bütçe açıklarının kapatılması için önlem  alınmalıydı… vb.. vb.

Krizin yıkıcı etkilerinin daha kapsamlı, daha geniş; “kıtasal” ve dünyasal özellikler kazanması, emperyalist şefleri, “ortak hareket etme”, “ortak kurtarma paketleri hazırlama”; “Euro bölgesi ülkelerinin aldığı önlemlerin Avrupa Birliği kararı haline gelmesi”, dünya çapında geçerli” yeni düzenlemelerin hayata geçirilmesi, G-8 ülkeleri ile Hindistan, Çin, Brezilya gibi “yeni sanayileşmekte olan ülkeler”in sorunu en kısa zamanda birlikte ele almaları söylemini yoğunlaştırmaya; birbiri ardına yeni zirve toplantıları düzenlemeye yöneltmesine karşın, kendi çıkarları politikasını başlıca hareket noktası almaları ve bu temelde birbirleriyle çıkar kavgasını sürdürmeleri şeklindeki temel yaklaşımlarını değiştirmedi. Avrupa Birliği (AB) maliye bakanlarının “acil önlemler” için Lüksemburg toplantısından çıkan sonuç, “Avrupa’nın finans sistemi açısından önemli olan hiçbir kurumun batmasına izin vermeme konusunda mutabakat” idi. Ama, kimin ne kadar kaynak ayıracağı üzerinden ve menşei kendilerine ait tekel gruplarının diğerlerine karşı güçlenmesini sağlayacak politikalar onları karşı karşıya getiriyordu. Lüksemburglu bakan Juncker, “devlet müdahalesini gerektiren bir durum olduğunda bunun zamanında ve geçici olarak yapılması konusunda görüş birliğine vardık”larını ve “olumsuz gelişmelere karşı hazır olmak için sürekli irtibat halinde” olacaklarını söylüyordu.

KRİZ POLİTİKALARI VE BURJUVA DEVLETİN İKTİSADİ-POLİTİK SINIF KİMLİĞİ

Eylül 2008’de, ABD’nin en büyük iki yatırım bankasından biri olan Lehman Brothers iflas başvurusunda bulundu ve rakibi Merrill Lynch, Bank of America tarafından yutuldu. 19 Eylül’de, ABD hükümeti, “merkezi ABD’de bulunan” bütün mali sermaye kuruluşlarının yararlanacakları iddiasıyla 700 milyar dolarlık (toplam 850 milyar dolar) “kurtarma paketi” ilan etti. Bu, devletin, “kapitalistlerin kolektif örgütü” olarak, sermayenin çıkarlarını korumak üzere merkezi araç ve birikimleri, hazine ve merkez bankası kaynaklarını harekete geçirmesinin başlangıç gongu idi. ABD yönetimi, önce toplam olarak 850 milyar dolar ve ardından Obama yönetiminde 1 trilyon dolarlık “kurtarma paketleri”ni uygulamaya koydu. ABD’nin inşaat-konut piyasasında başlayıp tüm kapitalist dünya ekonomisine yayılan krizi tetikleyici işlev gören 3 trilyon 200 milyar dolarlık ipotek kredisinin önemli bir kesiminden vazgeçildi. FED’in (Amerikan Merkez Bankası’nın) raporuna göre, inşaat ve emlak sektöründe ödenmesi gereken kredi hacmi 8 trilyon 200 milyar doları aşmıştı! ABD Hazine Bakanlığı, Chrysler’ın 6,9 milyar dolar tutarındaki borcunun silinmesi için, alacaklı şirketlere 2.250 milyar dolar ödemeyi teklif etmiş ve Chrysler ile General Motors’un yardım taleplerini onlarca milyar dolar ile karşılamışlardı.

Avrupa’nın büyük güçlerini yönetenler, önce mızmızlanıp, bunun doğru bir yol olmadığını söylediler. Ancak, bu mızmızlanma kısa sürdü, bir süre sonra “etekleri tutuşmaya” başlayıp, alevler başa doğru yükselmeye başlayınca, aynı yolun yolcuları olduklarını göstermekte gecikmediler. Amerikan Merkez Bankası FED’in, “dünya finans sisteminde büyük bir çöküşün önünü almak” gerekçesiyle yatırım bankası Bear Stearns’i kurtarma ve Citigroup gibi Amerikan piyasasının en önemli gruplarından birini korumaya alma gibi ‘devletçi uygulamaları’nı sözüm ona yadırgayanların hemen tümü, bir süre sonra “acil yardım paketleri”ni birbiri ardına ilan edip, devlet kaynaklarını tekeller için harekete geçirdiler. “Ekonomiyi canlandırma” programları (konjonktür paketleri), devlet kaynaklarının sermayenin emrine verilmesini esas aldı. Devlet ve hükümetlerin desteğindeki General Motors, Chrysler, Daimler (Mercedes), Opel, BMW, Audi, VW,  on milyarlarca dolar “devlet yardımı”na karşın, işçi çıkarma, çalışma sürelerini-ücretleri düşürerek azaltma, sosyal yardımları kaldırma vb. “önlemler”le saldırıları yoğunlaştırdılar. Otomotiv yan sanayisi, çelik fabrikaları, kimya sektörü, inşaat ve tekstil gibi en önemli sektörlerde, toplamı on milyonları bulacak işten atmalar, sermayenin “önlem paketleri” kapsamında yürürlüğe girdi. Alman Hükümeti, bankaların ve tekellerin emrine vermek üzere 480 milyar Euro’luk bir fon (SoFin) oluşturdu, “sistem için çok önemli” dediği “Hypo Real Estate”yi kurtarmak için devlet kasalarını seferber etti ve 130 milyar Euro’yu bankanın hizmetine verdi. Commerzbank’a 18 milyar Euro verildi. ‘Hurda ikramiyesi’ne ayrılan paranın 1.5 milyar Euro’dan 5 milyara çıkarılması gündeme getirildi. Kapitalistlerin “sosyal ödenti”den kurtarılmaları için yeni yasal düzenleme hazırlıklarına girişildi. Alman sermaye kuruluşlarının sözcülerine göre, ekonomiyi zordan kurtarmak için 430 ila 600 milyar dolar arasında bir miktar ‘gözden çıkarılabilir’di!  Çalışma Bakanı, “kısa çalışma süresi”nin 18 aydan 24 aya uzatılması ve sosyal sigorta primlerinin işveren payının işletmelere geri verilmesi için çalışmalar başlattığını açıkladı.

Almanya’nın en büyük bankası Deutsche Bank’ın şefi Josef Ackermann’ın, Alman Hükümeti’nin piyasalara acil müdahale etmesi talebi ve devlet merkezli “yoğunlaştırılmış eylem” planları hazırlanması önerisi üzerine, Alman Maliye Bakanı Steinbrück, bankanın batmasına seyirci kalmayacaklarını açıklayarak, banka ‘zararları’nın kitlelere bölüştürüleceğini ilan etti. “Normal koşullarda” piyasaların kendi sorunlarını kendilerinin çözdüğünü iddia eden Ackermann’a göre, bu kez durum farklıydı ve “bu krizde piyasa kendini iyileştirecek konumda değil”di! Devlet adına konuşan ve “Krizin Alman ekonomisini etkilemesinin önüne geçilemeyeceğini” belirten Alman Maliye Bakanı Steinbrück, “son on yılların en büyük mali krizi”yle karşı karşıya geldiklerini belirterek, “Piyasaları sakinleştirmek ve krizi aşmak için bütün aktörlerin, Hükümet, Merkez Bankası ve bankaların omuz omuza vermesi” gerekir diyordu.

Mesele, benim liberal olup olmamam, Keynes’i keşfetmem ve Friedman’ı terketmem meselesi değildir. Şimdi hiç karşılaşmadığımız ekonomik bir bunalım karşısında pragmatik olma zamanıdır” diyen Sarkozy, Fransa’nın sanayi ülkesi olarak kalabilmesi için, krizden en çok zarar görenlerin yardımına koşmanın zorunlu olduğunu söylüyordu. Fransız Hükümeti, tekellerin hizmetine 360 milyar Euro sundu, sermaye artırımına gitmeleri için birkaç bankaya 40 milyar Euro aktardı.

Gordon Brown Hükümeti, Hazine ve Merkez Bankası kasalarını banka ve sanayi şirketlerinin emrine açtı. Ülkenin önemli emlak bankalarından Bradford & Bingley (B&B)’nin “çürük kredileri” devralınarak, ‘ilk etap’ta 50 milyar Pound (63 milyar Euro – 91 milyar dolar) aktarıldı. Brown Hükümeti, daha önce de, Northern Rock bankasını kurtarmak üzere 34 milyar Pound’luk fonu harekete geçirmişti. Gerekçe, öteki tüm emperyalist-kapitalist hükümetlerin öne sürdükleriyle aynı idi: Bu politika ile “ülke ekonomisinin istikrarını korumuş” olacaklardı![1]

Belçika, Hollanda ve Lüksemburg (Benelüks ülkeleri), Avrupa’nın 20 önemli bankası arasında yer alan Fortis’i kurtarmak üzere 11 milyar Euro aktarılmasını karar altına aldılar ve Fortis Bank’ı devletleştirdiler.

Devletinçürük kredileri üstlenip krizin büyümesini engellemesi gerektiği”ni ve piyasaların daha iyi denetlenmesi için özel önlemlerin alınmasını söyleyenlerin büyük çoğunluğu, “küreselleşme”nin ekonomiye devlet müdahalesini gereksiz ve zararlı hale getirdiği üzerine on yıllarca sürdürdükleri propagandayı “bir anda” geri almaktan kaçınmadılar.

Kapitalist piyasaya devlet müdahalesi açıktan ilan ediliyordu. Oysa, özellikle son yirmi-otuz yılın kapitalist propagandası, “devletin ekonomiden elini çektiği müdahalesiz serbest piyasa ekonomisi” vaazını esas alıyordu. Sermaye devletinin burjuva sınıf muhtevasını ve devletin egemen burjuvazi adına ekonomiye, üretim dolaşım ve “bölüşüm” sürecine ve sınıf ilişkilerine açık-gizli müdahalesini gizlemeyi esas alan “serbest piyasa ekonomisi” ve “kuralları” üzerine propagandanın kofluğu, böylece, krizdeki burjuvaziyle temsilcileri tarafından ilan ediliyordu. “Devletin ekonomik alana müdahalesi kabullenilemez, devlet ellerini ekonomiden çeksin, piyasa kendi serbest kurallarıyla işlesin” propagandasının silahşörleri, devlet müdahale etmezse ekonominin tümüyle batma tehlikesi göstereceğini söylüyorlardı. “Yeniden Keynesyen önlemlere baş vurulmalı”; zordaki banka ve şirketlerin borçları devlet tarafından üstlenilmeli, şirketlerin rekabet gücü ve pazar payları arttırılmalı; sosyal kesintiler ve vergiler azaltılmalı ve kaldırılmalı; büyük ve orta büyüklükteki şirketlere özel destek verilmeli, vergi affı getirilmeliydi.. vb. Burjuva devletinin “kapitalistlerin ortak komitesi” karakterine bir vurgu, işlevini en kesin biçimde yerine getirmesine çağrıydı, bu. Kapitalist örgütlerin sözcüleriyle burjuva ideologları, hükümetleri geç davranmakla suçluyor, daha fazla kaynak aktarılmasını ve şirketlerin batmasını önlemek için devletleştirilmelerini istiyorlardı. Burjuva devletinin “sınıflar üstü”lüğü iddiası bir yana atılmıştı! “Küreselleşmenin refah toplumunu yaratarak sorunları çözdüğü” safsatası duyulmaz oluyordu. Burjuvazi adına konuşanlar, “daha kötü günlerin gelmekte olduğu” söylemiyle, daha kapsamlı önlemler alınmazsa, kimi devlet ve ülkelerin batacağını ‘haber veriyorlar’dı! Tekellerin egemenliği ve hakimiyet dayatması gerçeğine göz yumarak, sözüm ona serbest rekabet vaazıyla ekonomiye devlet müdahalesine “karşı çıkan” burjuva liberal ideolog ve politikacılar, artık, devletin ve hükümetlerin ekonominin batmasına seyirci kalamayacağını belirterek, şirketlerin, bankaların ve genel olarak kapitalist “piyasa”nın iflastan kurtarılması için merkezi müdahalenin en etkin tarzda yapılmasını istiyorlardı. Burjuva sınıfın bir aygıtı olarak devletin, sermaye sistemini ve burjuvazinin sınıf çıkarlarını teminat altına almak, korumak ve sürdürmek için “olağan koşullar”da da ekonominin içinde olup ekonomik ilişkilere müdahale ettiği gerçeği, böylece burjuvazinin kendi ideologlarınca itiraf ediliyordu.

Kriz, burjuva egemenlik aygıtı olarak devletin iktisadi ilişkilere ve “ekonomik gidişe” müdahalesinin örtüsünü kaldırdı, müdahalenin en belirgin ve kesin biçimlerle gerçekleşmesini sağlayarak, onun sınıf  karakterini ve işlevini açığa çıkardı. Devletin işlevini ve politikalarındaki değişimi belirleyen burjuva sınıf çıkarı ve tekelci sermayenin ihtiyaçlarıydı. Kapitalistler ve hükümetleri, krizden çıkış ve sermayenin genişleyen yeniden hareketinin kapitalist kâr artırımıyla sürdürülmesi için, emek-gücü değerini daha fazla düşürme, daha az işçiyle üretimi sürdürme, sosyal hakları tümüyle budama, stokları eritmek için üretimi durdurma, meta fiyatlarını ucuzlatma ya da ürünlerle üretim araçlarının bir bölümünü tahrip etme gibi yöntemleri devreye koydular. Burjuvazinin kapitalizm çerçevesi içinde bunalımlara sözüm ona bulduğu bu çare, oysa bunalımların ortaya çıkmasının da nedeniydi.



[1] Bu yazıda kullanılan veriler Evrensel Avrupa ve dünya sayfalarından ve arkadaşımız S. Derventli’nin makalelerinden yararlanılarak derlendi.

Ölmüş Atı Kırbaçlamak ya da Emperyalizme Seyislik: Yeni Osmanlıcılık

Türkiye’nin karşılaştığı “yol ayrımları” bitmiyor. Biri bitmeden, birinden birini henüz tercih etmemişken, yol yine çatallanıyor! Birileri, sürekli olarak, içinden geçilen sürecin “en önemli ve belirleyici” süreç olduğunu ileri sürüyor; sürekli olarak yeni fırsatlar, yeni başlangıç noktaları keşfediliyor. Her şey, her zaman olduğundan daha önemli hale geliyor. “Milli birlik ve beraberlik”, bunların başından geliyordu uzun zamandır. “Her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan şeyler” listesinin birinci sırasındaki yerini artık fazla korumuyor. Bunun yerine, krizin dalgalarına karşı mücadele, “terör”ün yok edilmesi, küreselleşme sürecindeki rolümüz, AB ve ABD ile ilişkiler, İslam dünyasındaki rolümüz, vs. vs. gelip gidiyor. Hangi konudan söz edilirse edilsin, hepsi “her zamankinden daha önemli” haliyle karşımıza dikiliyor.

Bu bir canlılık mıdır, yoksa can çekişme midir? Nereden baktığımıza, gelecek tasarımımıza bağlı olarak vereceğimiz karar değişebilir. Fakat belirtilerin çoğu, gerçekten son derece hassas ve büyük değişimlerin eşiğinde olduğumuzu gösteriyor. Türkiye, yaklaşık son otuz yıldır (80’lerden bu yana), ekonomiden siyasete, kültürden toplumsal hayata kadar pek çok alanda, günü kurtarmaya çalışıyor. Sosyalistler dışında, uzak gelecek hakkında kimsenin büyük planları yok. Burjuvazi cephesinde en yeni şey, hep en eskilerin arasından derlenip önümüze getirilen tükenmiş çarelerden ibaret kalıyor. Bunların listesini yapmak hayli eğlenceli olabilir…

Biri var ki, adıyla da, yapısıyla da yaşamakta olduğumuz dönemin karakteristiklerini bütün boyutlarıyla düşünebilmemiz için elverişli görünüyor.

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasından sonra, Türkiye’nin geleceği hakkında düşünenler için verimli bir tartışma ortamı açan “stratejik derinlik” kapsamındaki “Yeni Osmanlıcılık” kavramı, yalnızca Türkiye’nin değil, bölgenin ve emperyalizmin geleceğini de içeren planlar ve senaryolar karmaşasını bir ucundan anlamamıza elverişlidir.

Davutoğlu, “çok önemli bir süreç”, “her şeyin her an değiştiği bir dönüm noktası” gibi tasvirlerin en etkili biçimde “fırsat” kavramıyla birleştirebileceği bir “derinlik” arayışı içindedir. Ondan öğreniyoruz ki, “Bugün her şeyden daha çok, ülkenin geleceğine alternatif bakış açıları getirecek stratejik analiz çerçevelerine ihtiyaç vardır.” (Davutoğlu, “Stratejik Derinlik”, önsöz)

Bu ihtiyaç neden bu kadar yakıcı bir biçimde ortaya çıkmıştır? Davutoğlu’nun buna cevabı birçok unsur içeriyor ve tümünü toplasak, sonuçta, içinde yaşadığımız coğrafyanın temel sorunları ve bunlara ilişkin olarak Türkiye’nin önemli bir pozisyon sağlamakla yükümlü olduğu biçiminde, hemen herkesin söyleye geldiği bir kalıp ortaya çıkıyor.

Fakat bugüne kadar “herkesten farklı olarak” Davutoğlu, nelerin nasıl yapılabileceğine dair “açık reçeteler” sunuyor.

Bu “reçeteler”, Türkiye için “emperyal bir güç” olmanın imkânları üzerine tartışmayı da beraberinde getiriyor. Çünkü Davutoğlu, Türkiye için söylediklerini, geçen yüz yıllar içinde benzer koşullar içinde doğduklarını düşündüğü emperyalist ülkelere gönderme yaparak desteklemeye çalışıyor: “Modern Alman gücünü ortaya çıkaran Alman stratejik yönelişinin esaslarının Alman birliğinin sancılı oluşum döneminde belirginleşmesi; istikrarlı ve tutarlı İngiliz stratejik zihniyetinin tohumlarının İngiliz İç Savaşı sonrasında atılması ve bu zihniyetin yükselişini emperyal yayılma döneminde yaşaması; Rus stratejik zihniyetinin bütün parametreleri ile 19. yüzyılın dinamik güç dengeleri içinde şekillenmesi; Amerikan yüzyılını ortaya çıkaracak stratejik birikimin I. ve II. Dünya Savaşları sonrasındaki belirsizlik dönemlerinde temerküz etmesi kesinlikle bir tesadüf değildir.” (“Stratejik Derinlik”…)

Hedef büyük! Peki, bu büyük hedefe ulaşmak için gerekli koşullar var mı? Davutoğlu’nun bütün çabası, bunların var olduğunu, ama harekete geçirilmeleri için “derin bir strateji”nin eksik olduğunu göstermeye adanmıştır… Pek çok şey sayılıyor bunu kanıtlamak için. Jeopolitik, jeokültürel pek çok olanak… Ama unutulan ya da hiç akla gelmeyen çok önemli bir nokta var bu tespitte. Almanya, İngiltere, Rusya Amerika, bütün bu “emperyal yayılma” başarısı göstermiş ülkeler, belli bir stratejik birikimden çok, güçlü ve emperyalist hedeflere varmayı olanaklı hale getirecek bir sermaye birikiminin sahibi idi. Davutoğlu ise, mesleği ve ilgi alanı gereği, bu hedefin gerçekleşebilmesinin “derin strateji” ile mümkün olduğunu düşünüyor ve bu eksikliğin giderilmesi için elinden geleni yapıyor. İş artık üç nalla bir ata kalmıştır.

TEK NALIN PAHA BİÇİLMEZ ÖZELLİKLERİ

Davutoğlu’nun koşturacak bir at ve sağlam üç nal ararken elinde tuttuğu tek nalın özelikleri şunlar:

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasıdır ve Müslüman dünyasında bölgesel güç olma dinamiklerine haiz bir ülkedir. Fakat ciddi bir problemi vardır: “Türkiye’de yaşanan en temel çelişki bir medeniyet çevresine siyasi merkez olmuş bir toplumun tarihi ve jeokültürel özelliklerinin oluşturduğu siyasi kültür birikimi ile siyasi elit tarafından başka bir medeniyet çevresine iltihak etme iradesi esas alınarak şekillenmiş siyasi sistem arasındaki uyum problemidir ve bu durum hemen hemen sadece Türkiye’ye has bir olgudur.” (“Stratejik Derinlik”, s. 83)

Kısaca, Cumhuriyet’in kuruluşu ve Batılılaşma çabalarının yol açtığı bir çelişkidir bu.

Davutoğlu’nun tezlerine temel teşkil eden bu tespit, temsil ettiği akımın “Yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılmasına da yol açmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti de, eğer Osmanlı İmparatorluğu gibi, bölgesel olanakları ve birikimi bir dünya devleti olmanın aracı olarak kullanabilirse, yalnızca bölgesel bakımdan etkin bir ülke olarak kalmayacak, aynı zamanda “küresel çapta etkin” bir ülkede olacaktır!

Davutoğlu, bölgesel olanakların başında, Osmanlı-İslam medeniyetinin bir zamanlar parçası olmuş ülkelerle coğrafi yakınlığı, komşuluğu görmektedir. Bu ülkeler, üç jeopolitik etki alanı oluşturmaktadır. Bunlardan ilki Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslardan oluşan yakın kara havzası, ikincisi Karadeniz-Adriyatik, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz, Körfez ve Hazar denizinden müteşekkil yakın deniz havzası, üçüncüsü ise Avrupa, Kuzey Afrika, Güney Asya, Orta Asya ve Doğu Asya’dan müteşekkil yakın kıta havzasıdır. Davutoğlu’na göre, bu havzalar iç içe geçmiş daireler halinde birbirine bağlıdır ve Türkiye’nin etki alanı bu havzalar üzerine geliştirilecek politikalarla adım adım genişletilmelidir. Ancak bu etkinlik hangi maddi nesnel güçlere dayanacaktır diye sorulursa, Davutoğlu’nun cevabı hazırdır. Örneğin, “Yakın Kara Havzası”nda dayanılacak güç, “Osmanlı bakiyesi Müslüman topluluklardır”. Bu özellikleri taşıyan iki ülke, Bosna ve Arnavutluk’tur. Ne de olsa bizim eski tebaamızdır ikisi de! İkinci havza söz konusu olunca, Davutoğlu’nun gözü ekonomik olanaklara kayıyor: Kafkaslar, Doğu Anadolu ve Körfez-Doğu Akdeniz hattını kapsayan Kuzey Ortadoğu, jeopolitik olarak; Azeri petrolü, Doğu Anadolu’nun su kaynakları ve Kuzey Irak petrolleri de jeoekonomik olarak bir bütünlük arz etmektedirler.” (s.128)

Ortadoğu, bütün strateji için ayağımızı sağlam basmamız gereken bir bölgedir. “…Türkiye bölge ile olan ilişkileri yeniden ve köklü bir şekilde değerlendirmek zorundadır. Özellikle AB ile yaşanan ve üyelik sürecini gittikçe imkânsızlaştıran gerilimli ilişkiler ağı Ortadoğu’ya yönelik kapsamlı bir bölgesel stratejinin geliştirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Aynı anda hem Avrupa’dan hem Ortadoğu’dan kopan bir Türkiye’nin bölge ve kıta ölçekli politikalarda başarılı olması söz konusu değildir.

Ancak bütün karmaşık yollar haritasının gelip düğümlendiği bir nokta vardır: Hepsi tamam da, Batı ile (Özellikle ABD ile) ilişkiler ne olacaktır? “Türkiye, NATO üyeliğinden kaynaklanan ve Rusya’nın boşalttığı jeopolitik boşluk alanlarına yönelme imkânı taşıyan konjonktürü dengeli ve rasyonel bir tarzda değerlendirmek zorundadır.” (s. 240)

Yeni “Yeni Osmanlıcılık”, sonunda gelip Son Osmanlıların düştüğü emperyalistlerle işbirliği ve emperyalist politikalar içinde kendi yolunu arama çizgisine dayanmaktadır.

ESKİ “YENİ OSMANLILAR”

Yıl 1865’ti. Ayetullah Bey, elinde Karbonari teşkilatını anlatan bir kitapla Sağır Ahmet Bey’in yalısına geldiğinde, aralarında Namık Kemal’le birlikte, Şinasi, reji Komiseri Nuri, Kayazade Reşat gibi ihtilal heveslisi genç aydınlardan oluşan bir grup onu bekliyordu. “Karbonari teşkilatı”, İtalyan kömür işçilerinin isyancı birliğini temsil etmek üzere kurulmuş, sonradan İtalya’nın birliği mücadelesi sürecinde önemli yer tutmuş efsanevi bir örgüttü. İmparatorluk için bir kurtuluş yolu arayan Osmanlı muhalif aydınları arasında Karbonari önemli bir model olarak değerlendiriliyordu. Özellikle kurtuluşun bir ihtilalden geçtiğini düşünenler, Avrupa’da bir model aradıklarında, buldukları ilk örgüt Karbonari, ilk ihtilalci de yine İtalyan ihtilalci Garibaldi oluyordu.  Jöntürkler’in doğuşu, bu ve benzeri bir dizi toplantıdan sonra gerçekleşti. Jöntürk teşkilatı şekillenmeye başladıktan on yıl sonra, Namık Kemal, “Vatan Yahut Silistre”nin oynandığı tiyatroda tutuklanıp Magosa’ya sürgüne gönderildi. Osmanlı aydınlarının önünde, örgütsel ve siyasi bir etki yaratacak birlik sorunlarının çözümü için henüz çok yol ve yıl vardı. Ne var ki, bu ilk “Yeni Osmanlılar”ın, başlıca sorunlar karşısında aşağı yukarı üzerinde anlaştıkları birkaç temel çözüm önerisi vardı.

Öncelikle, değişik uluslardan halklar arasında güvenli bir birlik sağlanması, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceği için temel bir sorun olarak görünüyordu. Bu yüzden, Osmanlı devleti uyruğunda bulunan bütün unsurların hakları, hürriyetleri ve eşitlikleri kanun güvencesine alınmalıydı. Bir diğer temel talep, Osmanlı İmparatorluğu’nun meşrutiyetle yönetilmesiydi. Halkları temsil eden bir parlamentonun, halkların ihtiyacı olan adil ve hürriyetçi bir rejimin temeli olacağı, imparatorluğun iç birliğinin böylece sağlanabileceği düşünülüyordu.

Aralarında, Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi bütün ömürlerini “vatanı ve İmparatorluğu kurtarma” yolunda mücadeleye adamış, Avrupa’da gelişen devrimci düşüncelerden, daha sonraları Paris Komünü’nden etkilenmiş yüksek düzeyde aydınlar bulunan eski “Yeni Osmanlılar” İmparatorluk içinde bir ilktiler ve kendilerinden sonra gelişecek yeni devrimci düşüncelerin ve örgütlenmelerin pek çoğunun da başlangıcında bulunuyorlardı. “Yeni Osmanlılar”, bu düşlerinin gerçekleştiğini göremedi. Teşkilat evrildi, önce Jöntürkler’e, oradan İttihat ve Terakki Fırkasına geçildi… Hiçbiri, çökme sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun ayağa kalkmasını sağlayamadı. Bütün bu çabalar, aradan geçen yüz yıldan fazla zaman sonra, “ölmüş atı kırbaçlamak” gibi görünüyor. Yaşanan dönemde, her biri mutlak “kurtuluş reçeteleri” olarak heyecan yaratan “çözümler ve açılımlar”ın, canlanmanın değil, can çekişmenin işaretleri oldukları anlaşılıyor.

Eski “Yeni Osmanlılar” hakkındaki bu kısa özet, onların Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecine girdiği artık açıkça görüldüğü koşullarda, “kurtarıcı ödev” duygusuyla ileri atılmış, bir yol arayışında olan aydınlar topluluğu olduklarını anlamamıza yardımcı oluyor.

YENİ “YENİ OSMANLILAR”!

Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturduğunda, elinde, Huntington’un modası geçmiş “Medeniyetler Çatışması” ile kendi kitabı “Stratejik Derinlik” vardı. Birileri ona “Türk Kissinger’i” adını yakıştırmış, o da, bu komplolar üstadı başkanlık danışmanının adıyla anılmaktan rahatsızlık duyduğuna dair herhangi bir işaret vermemişti. Yeni “Yeni Osmanlıcı” ile eski “Yeni Osmanlıcıları” birbirinden ayıran ilk nokta, elde taşınan kitaplarda kendini gösteriyordu. Karbonari Teşkilatı’nı anlatan kitapların karşısına Huntington’un Medeniyetler Çatışması’nın düşmesi, tarihin gizli bir mesajı olarak değerlendirilmeli!

Bununla birlikte, iki Osmanlıcılık akımının ortak yanı, ikisinin de çöküş dönemi “kurtuluş senaryoları” ideolojisi olmalarındadır. Aralarındaki fark ise şuydu: Birinciler rejimi değiştirmeyi, özgürlüklere ve haklara dayanan yeni bir Osmanlılık kavramı ekseninde İmparatorluk sınırları içinde kalan ulusları ve halkları birleştirmeyi ve Batı’nın karşısında böylece durabilmeyi düşünüyordu. Yeni “Yeni Osmanlıcılar” ise, batmış mirasın hayali kalıntıları üzerinde Batı’nın en imtiyazlı yedeği olmanın yollarını arıyor.

Bir an için, yeni “Yeni Osmanlıcılık” akımının niyetleri üzerine tartışmayı bir kenara bırakarak, “miras”ın böyle bir proje için ne kadar elverişli olduğuna bakalım.

Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’nın bir bölümü, aradan geçen zaman içinde, iki büyük savaş yaşamış, siyasi sınırlar defalarca yeniden çizilmiş, göçler, kırımlar dolayısıyla demografik yapı tümüyle değişmişti. Her şeyden önemlisi, bölgede oluşan yeni devletler, faklı siyasi yapılar olarak gelişmiş, farklı ekonomik ve kültürel gelişme yollarında ilerlemişlerdi. Bunun ötesinde, bir zamanlar aynı imparatorluğun parçaları durumunda olan ülkeler, örneğin Mısır ve diyelim Bosna, şimdi bunu aynı biçimde hatırlayabilme ve yine aynı türden bir birliğin parçaları olarak bir araya gelebilme potansiyellerini tümüyle yitirmişlerdi. Üstelik ’80’lerde başlayıp hız kesmeden günümüze kadar gelen emperyalist “kürselleşme” sürecinde, her biri kapitalist zincirin halkaları halinde uluslararası sermayenin denetimine girmişlerdi.

Davutoğlu’nun, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini, yeni bir Panislamizm için uygulanabilir gördüğü anlaşılıyor. Çatışmanın öteki tarafında yer alan eski imparatorluk parçalarını (Müslüman halklar ve devletler toplamını) yeniden seferber etmenin yolları üzerine kafa yoruyor. Ama bunu, tıpkı ABD gibi, 11 Eylül (İkiz Kuleler’e ve ABD’nin başlıca güçlerinin diğer simgelerine düzenlenen saldırının tarihi) gününü, bir dönüm noktası olarak düşünerek yapıyor. ABD’nin “derin stratejisiyle” ve başlıca amaçlarıyla onu buluşturan önemli düğüm noktalarından birisi bu. Ancak bunun, Amerika dışında ya da Amerika’ya rağmen bir birlik oluşturamayacağının kanıtı olarak görülmesi, Davutoğlu bakımından mümkün olmuyor. Belki de, “derin strateji”nin en önemli şifresi burada saklı bulunuyor.

“Stratejik Derinlik” adlı kitabın sonu şöyle: “Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver bir ülke olarak Türkiye, bunu yapabilmesi durumunda, jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkez bir ülke konumu kazanacaktır” (s. 563)

Ancak bu son satırlara gelmeden önce, Davutoğlu, bölge ilişkilerinde olduğu gibi, Rusya ve AB ile olan ilişkilerde de, vazgeçilmez bir şart olarak,  ABD ile “stratejik işbirliği”nin korunmasını ve geliştirilmesini öne sürüyor. (s.82)

Geçmişte Almanya’nın, İngiltere’nin, Rusya’nın, ABD’nin kazandığı “emperyal güç” konumunu Türkiye’nin bugün kazanmasının maddi ve nesnel dayanakları Davutoğlu’nu yeterince ikna etmemiş olmalı ki, sonuçta ve belki de başlangıçta, ABD ile kopmaz bir bağımlılık ilişkisi bir temel olarak görülüyor. Davutoğlu’nun bütün sözlerinin gelip dayandığı noktanın bu olması sürpriz değildir. Bir emperyalist olmak için yeterli sermaye gücüne sahip değilseniz, bir emperyalist olma hayaliniz, gerçek bir emperyalistin peşine takılmaktan öte sonuç vermez. Bu bakımdan Davutoğlu, son derece gerçekçidir.

Bu bağlamda, Davutoğlu’nun derin stratejisi, ABD güdümünde, yayılmacı, tüm İslam dünyasını kapsayacak ölçüde hegemonik bir strateji taslağı olmanın ötesine geçemiyor. Yepyeni olarak sunulan şey, yıllardır Amerikan strateji kuruluşlarında pişirilip kotarılmış senaryoların tercümesinden öte bir değer taşımıyor.

Bu bakımdan da, Türkiye kapitalizminin tüm özelliklerini taşıyan bir “strateji” olarak, ayrıca gerçekçi bulunabilir. Emperyalist sermayenin dolaysız bir uzantısı olan Türkiyeli tekelci sermaye grupları, yeni sermaye, pazar ve hammadde ihtiyaçlarını ancak bu yolla giderebilir.

Ortadoğu’da dinsel, Kafkaslarda dinsel ve ırksal, Balkanlar’da tarihi bağlarımız bulunduğu ve bunların bir dış politikanın dayanakları haline getirilebileceği varsayımı ise, bölgesel güç olma yolunda ABD’yi yandaş kılmak ve diğer İslamcı çevreleri ikna etmek için ileri sürülmüş propaganda sloganlarından öte bir anlam taşımıyor. Tabii yerse…

Yeni “Yeni Osmanlıcılık”, kof bir ideoloji, yalnızca ABD desteğiyle ve onun planlarının bir parçası olduğu sürece geçerliliği olacak olan bir siyasi perspektiftir. Bugün yeniden revaçta olmasının tek nedeni, emperyalist sermayenin genel planlarıyla bütünleşme yolunda “elverişli” bir içerik sunmasındandır.

Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nu modern kapitalist ilişkiler içinde canlandırma girişiminin, ölmüş atı kırbaçlamak olduğunu herhalde herkese fark etmektedir.

İtalya’da Faşizme Karşı Direniş ve Partizan Savaşında Komünistlerin Rolü

İTALYAN DİRENİŞİNİN GENEL KARAKTERİ

İtalya’da [faşizme ve Alman işgaline karşı verilen] direniş ve partizan savaşı, Avrupa’nın diğer ülkelerinde görülen direnişlerden ve partizan savaşlarından farklı bir karaktere sahipti. İtalya, yalnızca yabancı güçler [Almanya] tarafından işgal edilmiş bir ülke değil, aynı zamanda faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkeydi. Partizan savaşı, ülkenin bağımsızlığı uğruna verilen bir mücadele ve ulusal bir ayaklanma olmanın yanı sıra –diğer ülkelerde görülenden farklı olarak– aynı zamanda toplumsal ve militan bir mücadeleydi. Bu, özünde, antifaşist; faşizmi doğuran ve ülkeyi yıkıma sürükleyen büyük sermaye gruplarına karşı bir mücadeleydi. İtalya’da verilen kurtuluş savaşı, –onun en ileri taleplerine (özlemlerine) ihanet edilmiş olsa da– proletaryanın ve halk yığınlarının, iktidarı alma, kapitalizmden kurtulma ve İtalyan toplumunu sosyalist bir topluma dönüştürme yolunda edindiği son derece önemli tarihsel bir deneyimdir.

Partizan savaşının ve direnişin baş aktörünün sanayi merkezlerindeki işçi sınıfı olduğu, mücadeleye en büyük katkıyı işçi sınıfı ve emekçilerin öncüsü Komünist Parti’nin yaptığı açıkça görüldü.

Siyasi görüşü ne olursa olsun, partizan örgütlerin tamamı, doğrudan ya da dolaylı olarak işçi sınıfının, köylülerin ve emekçilerin mücadelesinden güç aldılar. Emekçi yığınların –doğrudan ya da dolaylı– desteği, başını komünistlerin çektiği binlerce gösteri ve grev, Cevri kardeşlerin fedakârlığıyla simgelenen köylü yığınların günlük ve doğrudan yardımları olmasaydı, direniş bir ay bile yaşayamazdı.

İtalyan Direnişi, farklı mücadele biçimlerini bir arada yürütme yeteneğiyle öne çıktı: Dağlarda gerilla savaşı, şehirlerde Alman işgalcilerine ve onların faşist işbirlikçilerine karşı küçük silahlı grupların eylemleri, kitlesel grevler ve düşmanın askeri araç-gereç üretiminin sabotajlar yoluyla baltalanması, askerlik hizmetini reddetme, Nazilerin yıkımlarına karşı sanayi kurumlarını ve altyapıyı koruma, siyasi ve ırkçı baskılara karşı protestolar, propaganda ve ajitasyon malzemelerinin (gazete, bildiri, broşür, yeraltı radyosu vb.) hazırlanıp dağıtılması vb.

Direniş, hiç kuşkusuz, Almanlara ve faşistlere karşı mücadele etmek gibi ortak bir amaç etrafında birleşen çeşitli toplumsal sınıflardan farklı siyasi görüşlere sahip erkek ve kadınların içinde yer aldığı büyük bir hareketti. Ne var ki, bu güçlerin hepsinin mücadeleye aynı ölçüde katkıda bulunduğu söylenemez. Direnişe, partizan savaşına ve ulusal ayaklanmaya düşünsel ve örgütsel yönden, verilen can, dökülen kan ve ödenen bedel bakımından en büyük katkıyı İtalyan Komünist Partisi yaptı. Diğer siyasi partilere gelince, onların hepsinin direnişin en ileri amaçlarını paylaştıkları söylenemez; hatta bazıları, bunlara karşı mücadele ediyordu: Liberal Parti ve Hıristiyan Demokratlar, kapitalizmin restore edilmesini ve burjuva devletin temellerine dokunulmayan muhafazakar bir rejime dönüştürülmesini nihai hedef olarak gördüklerinden, Direniş’in bağrında daima onu frenleyici bir rol oynadılar.

Direniş’in en güçlü olduğu Kuzey İtalya’da Ulusal Kurtuluş Komitesi’nin yönetimini ve Özgürlük Tugayları ile belli başlı partizan örgütlerinin komutasını ellerine almayı başaran sol siyasi güçler (komünistler, sosyalistler ve eylemciler) belirleyici bir rol oynadılar. Partizan birlikler oluşturmak için Alta İtalia Ulusal Kurtuluş Komiteleri’ne ve Gönüllü Özgürlük Tugayları’na siyasi komiserler atanmasını kabul ettirmeyi başaranlar, solcu güçler ve en başta da Komünist Parti’ydi. Bu komiserler, yalnızca belli başlı birkaç şehirde değil, tüm eyalet merkezlerinde ve özel bir önem taşıyan her yerel bölgede Ulusal Kurtuluş Komiteleri kuracaklardı. Bu birlik komitelerinin yalnızca parti-içi örgütler değil, aynı zamanda kitlelerin öz yönetim organları, doğrudan demokrasinin araçları olması için mücadele edenler de, herkesten çok komünistlerdi. Fabrikaların içinde ortak ajitasyon komiteleri kurulmasını savunan ve bu öneriyi diğer partilere kabul ettiren de yine komünistlerdi. 1945’teki muzaffer halk ayaklanmasını örgütleyen güçlerin başında da Komünist Parti geliyordu: “Müttefikler gelmeden önce, Nazi faşistlerini yok etmek için ulusal ordunun ve halkın hep birlikte ayağa kalkması, ülkemiz açısından yaşamsal bir önem taşımaktadır. Özellikle Milano, Torino, Cenova vb. gibi kendi özgücümüzle kurtarıp faşistlerden temizleyebileceğimiz büyük şehirlerde, bu, vazgeçilmez bir görevdir.” Milano’daki ayaklanmayı yönetmek için komünistleri temsilen Luigi Longo, sosyalistleri temsilen Sandro Pertini ve eylemcileri temsilen Leo Viliani’den oluşan bir komite kuruldu. Ayaklanmaya karşı çıkan Anglo-Amerikan Müttefikler, Vatikan ve direnişin içindeki muhafazakar güçler, Torino ve Cenova’da olduğu gibi, Milano’da da, ayaklanmayı sabote etmek ve başarısızlığa uğratmak için her yola başvurdular. Komünist Parti’nin, Eylem Partisi’nin [İl Partito d’Azione] ve diğer solcu güçlerin kararlı inisiyatifleri olmasaydı, tıpkı muhafazakar güçlerin baskın geldiği Roma’da olduğu gibi, kuzeyde de, ayaklanma daha başlamadan biterdi.

İtalyan Direnişi, diğer Avrupa ülkelerindeki direnişlerden, Savoia Monarşisinin, Mussolini rejiminin yaptıklarından kendisinin sorumlu tutulamayacağını iddia ettiği gün olan 25 Temmuz 1943’ten ve yenilgiyi kabul eden monarşinin Müttefiklerden ateşkes talep ettiği 8 Eylül’den çok daha önce başladı. İtalya’da, küçük bir azınlık tarafından da olsa yirmi yıldır faşizme karşı çetin bir mücadele veriliyor, işçi sınıfının ve emekçilerin öncüsü olan Komünist Parti, bu mücadelenin başını çekiyordu. (Özel yetkilerle donatılmış faşist Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından mahkum edilen 4671 antifaşistin 4040’ı komünistlerden oluşuyordu. Komünistler, toplam 23000 yıl hapis cezasına çarptırıldılar.)

Daha 1921-22’lerde başlayan direniş, 1943 Eylül’ünden sonra ileri bir silahlı mücadele halini aldı ve 20 ay süren sert ve kahramanca çatışmaların ardından, İtalya’nın kuzey şehirlerindeki muzaffer ulusal ayaklanmayla sona erdi. Kuzeydeki bu ayaklanmanın habercisi, 1944 Ağustosunda Firenze’de baş gösteren isyandı. İlk kez, büyük bir İtalyan şehrinde yerel hükümetin tüm üyeleri, Toscana Ulusal Kurtuluş Komitesi tarafından belirlendi.

Ayaklanma, İtalyan tarihinde halkın tamamen belirleyici olduğu biricik anı temsil eder. Bu yirmi aylık süre, Direniş’in, çeşitli ve karmaşık mücadele biçimlerini yaşama geçirmeyi başardığı bir dönemdir.

GARİBALDİ HÜCUM TUGAYLARI

Bu tugaylar, 1943 Eylül’ünde Milano’da Luigi Longo, Pietro Secchia, Antonio Roasio, Francesco Scotti, Umberto Massola ve diğer komünist yöneticilerin inisiyatifiyle oluşturuldu ve birkaç ay sonra Garibaldi Tugayları Genel Komutanlığı kuruldu. İtalya’nın Alman işgali altında bulunan tüm bölgelerinde aktif mücadele veren 575 Garibaldi Saldırı Tugayı (210 bin savaşçı) vardı. Her tugayın ana birimi, 5-6 savaşçının bulunduğu 4-5 mangadan oluşan müfrezelerdi.

Komünist Parti bu tugaylara en iyi kadrolarını verdi. Bununla birlikte, tugaylarda parti ayrımcılığına yer yoktu. Sorumluluklar verilirken gözetilen tek ölçüt, kişisel yetenek ve fedakarlık ruhuydu. Komutanın görevi, askeri hazırlıkları yürütmek, harekat yapılacak hedefleri belirlemek ve bunların yaşama geçirilmesini sağlamaktı. Siyasi Komiser, tugayın siyasi eğitiminden, savaşçıların moral motivasyonundan ve yeteneklerinin geliştirilmesinden, halkla iyi ilişkiler kurulmasından ve propaganda ve ajitasyondan sorumluydu. Garibaldiciler, boyunlarına kırmızı fularlar takıyor, bazı bölgelerde ayrıca kızıl gömlekler de giyiyorlardı.

Kurtuluş savaşının halkçı karakterinin kavranamaması, başlangıçta partizan savaşına katılan komünist örgütçü ve yöneticiler ile orduda subaylık yapmış kişiler arasından seçilen farklı politik akımlara bağlı yöneticileri karşı karşıya getirdi. Bu ikinciler, mücadeleyi, kraliyet ordusundaki hiyerarşiyi ve disiplin yönetmeliklerini temel alarak yürütebileceklerini sanıyorlardı. Partizan birlikleri içinde siyasi çalışma yapılmasına kesinlikle karşıydılar. Komünist Parti’nin müfrezelerde ve Garibaldi Tugayları’nda görevlendirdiği siyasi komiserler, burjuva partilerin temsilcileri tarafından davetsiz misafirler olarak görülüyordu. Fakat zamanla, diğer partiler tarafından yönetilen partizan birlikleri de, önce “sivil delege” adı altında, ama sonunda Garibaldici siyasi komiser terimini kullanarak, bu kişileri müfrezelere ve tugaylara almaya başladılar.

Garibaldi Hücum Tugayları’nın kurulması, tüm bir İtalyan Direnişi açısından belirleyici önem taşıyan bir dönüm noktası oldu. Tugaylar, disiplinleri ve örgütlenmeleriyle tüm diğer partizan savaş birliklerine model oldular. Yapıları ve operasyon kriterleri örnek alındı. Partizan hareketi, her yerde tugaylar, birlikler ve bölükler halinde örgütlendi. Mücadele geliştikçe, farklı partizan örgütleri arasında daha sıkı, daha organik bir güç ve eylem birliği ihtiyacı doğdu.

1944 İlkbaharında, İtalya Sosyalist Proletaryanın Birliği Partisi yöneticileri, (ismini 1924’te faşistler tarafından katledilen sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti’den alan) Giacomo Matteotti Tugayları’nı kurdular. Bu tugaylar, esas olarak, Monferrato, Canovese ve Langhe’yi içine alan Piemonte bölgesinde faaliyet yürüttü. Eylem Partisi [Partito d’Azione] militanları tarafından kurulan “Adalet ve Özgürlük” Tugayları, Val Pellice ile Cuneo ve Ivrea eyaletlerinde etkindi.

Ayrıca, Hıristiyan Demokrat Parti tarafından örgütlenen Bergamo eyaletindeki “Fiamme Verdi” [Yeşil Alevler] ve özellikle Veneto’da faaliyet yürüten Halk Tugayları gibi otonom, liberal, kralcı ve Katolik inançlı oluşumlar da Kurtuluş Savaşına katıldılar.

Ayaklanmanın arifesinde, komünist ve Eylemci partizan birlikleri, toplam partizan birliklerinin %70’ini oluşturuyordu. Bu oran, şehirlerde daha da yüksekti.

GAP’LAR

GAP’lar [Yurtsever Eylem Birlikleri], şehirlerde Alman subaylarına ve faşist yöneticilere, düşman karargahlarına, cephaneliklere, hareket halindeki askeri konvoylara, tren istasyonlarına ve elektrik santrallerine saldırılar düzenleyen küçük birliklerdi. Onların yürüttüğü silahlı mücadele, işgal altındaki şehirlerin tam kalbinde verilebilecek en etkili mücadele biçimiydi; zira, düşmanın estirdiği terörü boşa çıkarmanın tek yolu partizan savaşıydı.

Her GAP, 3 ya da 4 kişiden (1 tim komutanı, 1 yardımcı ve 2 savaşçıdan) oluşuyordu. Bunlar, eylemlerinde ateşli ve kesici silahlarla patlayıcılar kullanıyorlardı. 3 tim bir müfreze meydana getiriyor ve her müfrezenin başında bir komutanla bir siyasi komiser bulunuyordu. GAP’ların kurulmasında inisiyatif alan güç, Komünist Parti’ydi. Komünist militan İlia Barontini’nin komutası altındaki bu birlikler, yalnızca komünistlerden oluşuyordu. İspanya Savaşı sırasında 12. Garibaldi Tugayı’nın başında bulunan Barontini, ayrıca, Franc-Tireurs Partizanları’nın da örgütçüsü ve yöneticisiydi. Daha sonra, Eylem Partisi militanları tarafından da yeni GAP’lar [“Adalet ve Özgürlük”] kuruldu.

GAP’ın ilk iki eylemi, 22 Kasım 1943’te Torino’da gerçekleşti. Bisikletli iki GAP’çı, Porta Nuova tren istasyonunda nöbet tutan iki Alman askerine ateş açtılar. Birkaç dakika sonra Via Niza lokalinde patlama oldu ve yüksek rütbeli faşist bir milis GAP’çıların açtığı ateş sonucu hayatını kaybetti.

Milano’daki GAP’çıların komutanı, İspanya İç Savaşı sırasında Francoculara karşı Cumhuriyetçilerin safında savaşmış olan Giovanni Pesce’ydi. İlk eylem, 2 Ekim’de gerçekleşti. Havaalanında bulunan bir cephanelik havaya uçuruldu. 3 Kasım’da, Lodi’de, bir Alman konvoyuna saldırı düzenlendi. 7 Kasım’da, Milano Merkez İstasyonu’ndaki SS komutanlığında patlama oldu. En önemli eylem, Milano’nun faşist Kara Gömlekliler birliğinin komutanı Aldo Resega’nın, üç GAP’çı tarafından öldürülmesi oldu.

Komünist Parti’nin Emiglia-Romanya’daki direnişi koordine etmekle görevlendirdiği Ilia Barontini’nin başında bulunduğu GAP’çılar, Aralık ayında Bologna’da eyleme geçtiler. Bolognalı 18 GAP’çı, Villa Spada’daki Alman karargahına bombalı bir saldırı düzenledi. Cenova’da GAP birlikleri, tramvay işçilerinin grevine destek vermek amacıyla tramvay hatlarına sabotajlar düzenlediler; Spezia’da Alman konvoyunu taşıyan trene el bombaları atıldı; Savona’da Nazi faşistlerinin barınağı olan İstasyon lokantası havaya uçuruldu.

Firenze’de çoğunluğu işçilerden oluşan, Alessandra Sinigaglia, Bruno Fanciullacci ve Faliero Pucci komutasındaki GAP’çılar, 1 Aralık’ta faşist ordunun bölge komutanı Albay Gino Gobbi’yi cezalandırdılar. Roma’daki GAP’çıların hemen hepsi üniversite öğrencisiydi: 18 Aralık’ta Barberini Sineması’nın önünde bekleyen çok sayıda Alman ve İtalyan faşist, atılan el bombasıyla öldürüldü. 19 Aralık’ta Rosario Bendivegno ve Carla Capponi, bir Alman karargahı ile bir savaş mahkemesine bomba attılar; aynı gün bisikletli bir GAP’çı, Regina Coeli Hapishanesi’nin önünde bekleyen Alman askerleriyle dolu bir kamyona bombalı saldırı düzenledi.

Ferrara’da, Kasım ayında, faşist elebaşı İgino Ghisellini cezalandırıldı. Faşistlerin misillemesi sert oldu. Padova’dan gelen özel timler, Veronalı bir askeri birimle beraber Ferrara’ya gittiler, on bir tutsağı hapishaneden alıp Castello’nun önünde kurşuna dizdiler.

Kurtuluş Savaşı boyunca Alman işgalcilere ve faşistlere karşı sayısız bombalı saldırı düzenlendi. 7 Ocak 1945’te, Milano’lu GAP birlikleri, Alman askerleriyle ve faşistlerle dolu olan Manetto barını havaya uçurdular: 9 ölü, 14 yaralı. Milano’da, yılbaşı gecesi, GAP’çılar, üç sine-tiyatronun sahnesinde belirip izleyici koltuklarında oturan bir grup faşisti makineli tüfeklerle taradılar.

GAP, ülke çapında büyük yankı uyandıran iki eylem gerçekleştirdi. Bunlardan ilki, faşizmin hüküm sürdüğü yirmi yıl boyunca İtalyan kültürünün yozlaştırılmasında büyük rol oynayan, Roma yürüyüşünden tutun, Solô Cumhuriyeti’ne varıncaya kadar pek çok olayla rejimin suç ortaklığını yapmış olan, Mussolini’nin dalkavuğu ve bakanı filozof Giovanni Gentile’nin, 15 Nisan 1944’te Frenze’de, Bruno Fanciullacci’nin önderlik ettiği bir grup GAP’çı tarafından cezalandırılmasıydı. Diğeri de, 23 Mayıs 1944’te, Via Rosella’da, Romalı GAP’çıların bir Alman taburuna düzenledikleri saldırıydı (30 ölü, onlarca yaralı). Saldırının hemen ardından, Naziler korkunç bir misillemede bulundular. Fosse Ardeatine’deki yeraltı taş ocağında SS’ler tarafından rehin olarak tutulan 335 kişi kurşuna dizildi. Direnişçiler, katliamdan sonra yayınladıkları bildiride, mücadeleyi sonuna kadar sürdürme kararlılığında olduklarını ilan ettiler: “Roma’daki yurtsever partizan savaşçıların eylemleri, başkentimiz Alman işgalcilerden tamamen temizleninceye, Almanlar İtalya’dan sökülüp atılıncaya, faşizm yıkılıp bağımsızlığımıza ve özgürlüğümüze kavuşuncaya kadar sürecek!

SAP’LAR

SAP’lar [Yurtsever Eylem Mangaları], sivil bir yaşam sürmekle birlikte, Nazilerin tarım ürünlerini ve hayvanları yağmalamalarına karşı köylüleri korumak amacıyla, esas olarak kırsal bölgelerde, ama zaman zaman fabrikalarda ve okullarda da örgütlü gerilla eylemleri düzenleyen kişilerin katıldıkları yeraltı örgütleriydi. Şehirlerde lojistik görevlerde bulunuyorlar, silah taşıyabilecek gönüllüleri mangalara alıyorlar, grevlerde ve protesto gösterilerinden ve Nazi faşistlerine karşı halka silahlı koruma sağlıyorlar ve sabotaj eylemleri düzenliyorlardı.

Torino’da, daha 1943’te, kadın ve erkeklerden oluşan SAP birimlerinin sayısı 700’ü geçmişti. 1944 yazında, Garibaldi Tugayları Genel Komutanlığı, halk yığınlarının Kurtuluş Savaşı’na geniş ölçüde katılması için SAP’ların yaygınlaştırılması talimatını verdi. Palmiro Togliatti, aynı yılın ilkbaharında Alta Italia’nın komünist yönetimine sunduğu raporda: “Genel ayaklanma hedefine ulaşmak için küçük grupları ve onların askeri eylemlerini geniş yığınların hareket ve eylemleriyle birleştirin” diyordu. Luigi Longo da, 1944 Ağustos’unda GAP, SAP ve Partizan Tugayları’nın “muzaffer ayaklanmanın dirgenini –üç silahlı ayağını– oluşturmalarının zamanı geldi” diye yazdı. 1944 yazının sonunda, kırk SAP tugayı, yüz yirmi Garibaldi Partizan Tugayı’yla birleşerek, çatışmalara zaman zaman doğrudan katıldı. Ayaklanmanın son aşamasına gelindiği 1945 yılında, bunlar, Milano ve Torino gibi bazı şehirlerde, tugaylar kente girmeden önce, silahlı mücadelenin sürdürülmesinde belirleyici bir rol oynadılar.

1943 MART GREVLERİ VE 1944 GENEL GREVİ

1943 Mart grevleri, faşist rejimin son yılında önemli bir sıçramaya, bir dönem noktasına işaret eder. Torino’daki (Fiat Mirafiori’den Nebisla’ya, Westing House’dan Officine Svagliano’ya kadar) bütün büyük fabrikalarda, işçiler, “ekmek ve barış” şiarıyla toplu halde iş bıraktılar. İşçilerin alanda toplanması için kentin her tarafında binlerce bildiri dağıtan ve erkek yoldaşlarını polisin elinden çekip alan kadınlar önemli bir rol oynadılar. Öfke ve coşku dalga dalga yayılarak, Piemonte’nin tüm sanayi merkezlerini kapladı. Ayın sonuna doğru grev başladı.  Milano’da, Falck, Pirelli ve Monelli işçileri, Piemonteli yoldaşlarıyla eş zamanlı olarak eylemlerde bulundular.

1943 grevleri, faşizmin iktidara gelmesinden sonra, İtalyan işçi sınıfının yürüttüğü uzun antifaşist mücadele deneyiminin ürünüydü. Grevlerin yarattığı öfke ve coşku dalgası ve elde edilen başarı sonucunda, derin bir krize saplanmış olan Mussolini rejimi için ölüm çanları çalmaya başladı. 25 Temmuz 1943’te, Anglo-Amerikan birliklerinin Sicilya’ya yaptığı çıkarmanın ardından faşist rejim yıkıldı. 1926 yılında faşist rejim tarafından yasa dışı ilan edilen Komünist Parti, kadrolarının, işçi sınıfının bağrında gizlilik koşulları altında yürüttüğü uzun ve sabırlı çalışmanın meyvelerini bu grev sırasında topladı.

1 milyondan fazla işçinin katıldığı 1944 Mart grevi, Avrupa’nın Alman işgali altında bulunan topraklarındaki en büyük genel grevdi ve yeni bir döneme işaret ediyordu. Çünkü bu grev, partizanların o yılın ilkbahar ve yaz aylarında başlattıkları saldırı savaşlarının habercisiydi.

Grev, Piemonte, Combardia ve Liguria’daki muzaffer ayaklanmanın önderleri ile, Longo Secchia, Roasio ve Massola’dan oluşan Alto Italia’nın komünist yönetimi tarafından hazırlandı. Adı geçen önderler, Komünist Parti, Sosyalist Parti ve Alto Italia Ulusal Kurtuluş Komitesi arasındaki paktı güçlendirip daha işlevsel kıldılar.

Kuzey ve Orta İtalya’nın büyük fabrikalarında (Piemonte’de Fiat, RIV, Lancia, Snia Viscosa; Lombardia’da Alfa Romeio, Bredo Atölyeleri, Damine; Liguria’da Ilva ve Pioggia; Bologna’da Ducoti) işçiler üretimi durdurdu.

Milano ve Torino, yine başı çeken şehirlerdi. Milano’da, fabrika işçilerinin yanı sıra tramvay işçileri de mücadeleye girerek, şehirde yaşamı felç ettiler. GAP’çılar, kuzeye elektrik sağlayan trafoyu havaya uçurarak, işçilere destek oldu. “Corriera della Sera” işçileri de greve giderek, üç gün boyunca İtalya’nın en etkili burjuva gazetesinin çıkmasını engellediler. Üniversiteler de grevdeydi. Öğrenciler, faşist profesörleri zor kullanarak amfilerden çıkardılar. Ve kadınlar, bir kez daha kararlılıkla mücadeleye katıldılar: Torino’da fabrika kapılarında bildiri dağıttılar; Milano’da Barletti’den çıkan kortejin en önünde yürüdüler ve OLAP fabrikasında teknisyenleri de greve katılmaya zorladılar; Saronno’da bir fabrikanın girip köprüsünü kapatarak faşistlerin geçişlerini engellediler. Almanlar Milano’nun fabrikalarında olağanüstü hal ilan edip, maaşların ödenmesini askıya aldıkları halde, işçilerin direncini kıramadılar.

Torino’da ajitasyon komitesinin yayınladığı bir bildiride şöyle deniyordu: “Keyfi tutuklamalara, baskılara ve sürgünlere son verilmezse çalışılmayacak! Tüm yurtseverler derhal serbest bırakılmalıdır! Tek bir işçimiz, tek bir gencimiz, tek bir makinemiz bile Almanya’ya gönderilmemelidir! Nazi faşistlerinin şiddetine işçiler de şiddetle karşılık verecek: Yaşasın politik grev!

1944 genel grevi önemli bir stratejik hamleydi. Grevin başarısı, faşistlerin tamamen tecrit olduklarını ve Alman uşağı Mussolini’nin demagojik “Sosyal İtalyan Cumhuriyeti” aldatmacasına işçilerin ezici çoğunluğunun itibar etmediğini kanıtladı.

KURTARILMIŞ BÖLGELER VE PARTİZAN CUMHURİYETLERİ

1943 yazı boyunca, giderek daha geniş topraklar partizan güçlerinin denetimi altına girdi. Kendi topraklarını ve köylerini Alman işgalcilerden kurtaran bir halk ordusu vardı artık. Böylece “küçük”lü (Val di Lanzo, Val Maria, Longhe, Piemonte bölgesinde Valsesia, Lombardia bölgesinde Oltrepo, Liguria’da Torriglia Cumhuriyeti, Bologna Alplerinde Mantefiorino Cumhuriyeti vs.) “büyük”lü (Piemonte’de Val d’Ossola ve Alto Monferrato, Cornia ve Frivli gibi) onbeş “Partizan Cumhuriyeti” doğmuş oldu.

Kurtarılmış bölgelerde halk iktidar organları kuruldu. Buralarda yaşayan insanlar, yirmi yıl süren faşist diktatörlükten sonra, yeniden özgürlüklerini kazandılar ve partizanlarla sıkı işbirliği içinde, demokratik bir biçimde kendi kendilerini yönetmeye başladılar. Ulusal Kurtuluş Komiteleri aday listelerini hazırlıyor, ama seçimler genelde meclis üyeleri arasında doğrudan “el kaldırma” yöntemiyle yapılıyordu. Temel gıda maddelerinin fiyatını denetleyen, ekmeğin ve etin dağıtımını yapan, kaçakçılığa ve karaborsaya karşı mücadele eden halk yönetim organları kuruluyordu. Yeni komünal birlikler ve partizan komutanlıkları, vergilerin belirlenme ve toplanma biçimini halk yararına değiştirdiler. Bazı bölgelerde, yeni türde toprak sözleşmeleri yapılıp yaşama geçirildi. Hastaneler, okullar, huzur evleri ve kreşler yapıldı. Her yerde olanaklar ölçüsünde kültürel faaliyetler düzenlendi; görüntülü haberlerle, fotoğraflar ve çizimlerle partizan yaşamından kesitler sunan sergiler hazırlandı. Adalet işlerinin yönetiminde yeni bir tarz benimsendi. Örneğin, Cornia Cumhuriyeti’nde kitle örgütlerinin temsilcileriyle bir partizan temsilcisinden oluşan halk mahkemeleri kuruldu. Garibaldi Tugayları’nın yayın organı “Il Combattende” [Savaşçı] şöyle yazıyordu: “Partizanlar, geçtikleri her yere politik eğitimin silinemez izlerini bırakmalıdır. Partizan köyler, kurtarılmış bölgeler demokratik İtalya devletinin birer modeli olmak zorundadır.

İtalya’da konuşlanan 25 Alman bölüğünün şiddetli saldırılarına karşı koyacak güçte olmadıklarından, partizan cumhuriyetlerinin ömrü nispeten kısa oldu. (Kimisi birkaç hafta, kimisi birkaç ay dayanabildi.) Alman bölükleri, savaş uçakları da dahil olmak üzere, modern bir ordunun savaş gücü yüksek her türlü aracıyla donanmış olduğu halde, İtalyan partizanların ellerinde makineli tüfekler ve el bombalarından başka silah yoktu. (Anglo-Amerikan müttefiklerin defalarca söz verdikleri yardımlar ise, asla ulaşmayacaktı.)

Bu bakımdan, İtalyan Direnişi ile ülkenin önemli bir bölümünü istikrarlı bir biçimde özgürlüğe kavuşturup kurtarıcı Sovyet birlikleri Belgrad’a gelmeden önce bu bölgelerde bir halk hükümeti kurmayı başaran Yugoslav Direnişi arasında oldukça büyük bir fark vardır. Yugoslav partizanlar, önemli sınai merkezlerden yoksun, iletişim olanakları kıt, ülkenin merkezini kuşatan dağlık ve ormanlık bir yapıya sahip olan bölgelerinin bu özelliklerinden yararlandılar. İtalya’da, Komünist Partinin ve diğer direniş güçlerinin, sanayi merkezleri ile büyük şehirleri düşmanın eline bırakmama, şehirlerde grevler örgütleme ve GAP ve SAP birlikleri aracılığıyla partizan savaşını şehirlere taşıma stratejisi doğruydu. İtalya’nın siyasi ve askeri durumu dikkate alındığında, Komünist Parti’nin tüm işçi kitlesini partizan birlikleri aracılığıyla dağlara götürmesi gerektiği şeklindeki eleştirinin hatalı olduğu görülecektir.

Ömürleri kısa olmasına rağmen, direniş sırasında kurulan “Partizan Cumhuriyetleri”, taşıdıkları siyasi önem bakımından, İtalya’nın gelecekteki proleter devrimi için örnek oluşturmaktadır.

SONUÇ

İtalyan Direnişi, Avrupa’nın Hitlerci askeri işgale karşı verdiği direniş ve partizan savaşları arasında yerini aldı. Bu genel direniş hareketinde en önemli rolü, SSCB’nin işgal edilen topraklarında Kızıl Ordu’yla tam bir eylem birliği içinde hareket eden muzaffer Sovyet partizanları oynadı.

Nazi askeri işgali altındaki pek çok Avrupa ülkesinde, komünist partilerin ulusal birlik hükümetlerinde yer almaları, doğru enternasyonal “Antifaşist Halk Cephesi” taktiğinin yaşama geçirilmesiydi. Ne var ki, İtalyan Komünist Partisi’nin –1944’te ve1945’te– önce Badaglio’nun, sonra da Bonomi’nin başkanlık ettiği ulusal birlik hükümetlerine katılması, en başından beri, antifaşist mevzilenmede muhafazakar siyasi görüşlere ve yirmi yıl boyunca faşist diktatörlükle işbirliği yaptıktan sonra çizgi değiştiren İtalyan kapitalist sınıfının çıkarlarına sıkıntı verici bir bağımlılıkla karakterize oldu. Bunu, Togliatti’nin önderliğindeki parti yönetiminin Leninizmle bağdaşmayan revizyonist bir ideolojik ve politik anlayışı benimsemesi izledi. Özellikle de: 1) Togliatti ve ona bağlı yönetici grubun İtalya’da –o dönem– “yeni bir demokratik devrim” aşamasına girildiğini savunması (oysa parti, kuruluşundan –1921– itibaren İtalya’da devrimin amacının proletarya devrimi olduğunu açıkça belirtmişti); 2) Togliatti tarafından, “sosyalizme ulaşmanın İtalya’ya özgü yolu” söylemiyle, Marksizm-Leninizmle hiçbir ortak noktası bulunmayan yeni “ileri demokrasi” stratejisinin geliştirilmesi; 3) bu stratejinin doğal sonucu olarak, partinin on yıllardır izlediği devrimci çizginin giderek terk edilmesi ve nihayet Togliattici çizgide yeni bir partinin kurulması.

Monarşinin sona ermesi, Cumhuriyet’in kurulması ve o günkü en ileri anayasalardan biri olan yeni burjuva-demokratik anayasanın kabul edilmesi, Direniş’in somut kazanımlarıydı. Ne var ki, partizan savaşının en devrimci unsurlarının sosyalizm özlemine ihanet edildi. İtalyan kapitalist burjuvazisinin egemenlik aygıtı olan burjuva devletin sürekliliğinde hiçbir kesinti olmadı. Bu devrimci kopuşu gerçekleştirme görevi, yirmi birinci yüzyılda, Marksizm-Leninizmin sağlam temelleri üzerinde inşa edilmiş yeni bir partinin önderliğinde, İtalya’yı er ya da geç sosyalist bir ülke haline getirecek olan İtalyan proletaryasının yeni kuşakları tarafından üstlenilmeyi bekliyor.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑