Kürt sorununda çözüme yönelik tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, Mardin’de korucular tarafından gerçekleştirilen katliam, dikkatlerin koruculuk sisteminin ne olacağı konusuna çevrilmesine neden oldu. Mardin-Mazıdağı Bilge Köyü’nde kadın, çocuk, yaşlı demeden 44 kişinin katledilmesi, bugüne kadar işledikleri binlerce suç “vatan-millet” adına görmezden gelinen korucuların nasıl devlet eliyle silahlanmış birer ‘suç makinesi’ haline geldiğini acı bir şekilde gözler önüne sermiştir. Bilge Köyü’ndeki katliamdan sonra, Genelkurmay’ın “katliam ile koruculuk arasında bağ kurulmasının yanlış olduğu” ve “katliamdan koruculuk sisteminin sorumlu gösterilemeyeceği” yönlü açıklamaları ile AKP Hükümeti’nin “koruculuğun bir ihtiyaçtan doğduğu, kaldırılmasının söz konusu olamayacağı, ancak ihtiyaca göre gözden geçirilebileceği” türünden, yapılan eleştirileri savuşturmaya yönelik açıklamaları, koruculuğun bir devlet politikası olarak sahiplenildiğini ortaya koymaktadır. Devletin neden bütün kurumlarıyla koruculuk sisteminin arkasında durduğunun anlaşılması için, Bilge Köyü’ndeki vahşetten sonra yapılan “kalsın mı, kalksın mı?”, “yararlı mı, zararlı mı” tartışmalarının ötesine geçip, koruculuk uygulamasının temelinde yatan politikaların doğru anlaşılıp değerlendirilmesi gerekmektedir.
Koruculuk sistemi, 1984’te Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadeleye başlamasının hemen ardından, 1985 yılında, “terörle mücadele” gerekçesiyle, 22 ilde ‘geçici köy koruculuğu’ adı altında yürürlüğe sokulmuştur. 1993’te 13 ilde ‘gönüllü köy koruculuğu’nun uygulamaya koyulmasıyla 35 ile yayılan bu sistem, devlet tarafından silahlandırılıp resmen görevlendirilmiş 80-85 bin kişilik bir ‘siviller ordusu’ olarak varlığını sürdürmektedir. Kürt ulusal mücadelesinin bastırılması amacıyla devletin aşiret reisleri ile yaptığı pazarlık ve esas olarak aşiretlerin silahlandırılmasına dayanan bu sistem, devletin Kürt sorununda uyguladığı 80 yıllık politikaların ve Bölge’de gerici-feodal unsurlarla geleneksel ilişkilerinin/ ittifakının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan koruculuk sisteminin nasıl kurumsallaştırıldığı sorusunun cevabını bulmak için, önce cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devletin geleneksel aşiretçi yapılarla ilişkisine bakmak gerekmektedir.
‘MODERN CUMHURİYET’İN BÖLGE’DEKİ GELENEKSEL DAYANAKLARI
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, Anadolu’daki işgale karşı yürütülen mücadele döneminde, Kürtlerle Türklerin bu mücadelenin ‘iki asli unsuru’ olarak görüldüğü ve bu dönem hazırlanan metinlerde “Anadolu’nun Türklerle Kürtlerin yurdu” olarak tanımlandığı biliniyor ve dün inkâr edilen bu gerçeklik, bugün, geniş çevreler tarafından kabul görüp yazılıp çiziliyor. Yine M. Kemal’in Cumhuriyet’in ilanından 9 ay önce söylediği “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” sözleri, cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde, Kürtlerin Türklerle birlikte ‘kurucu unsur’ olarak kabul edildiğini birinci ağızdan ortaya koymaktadır. Fakat cumhuriyet rejiminin bir ‘ulus-devlet oluşturma projesi’ olarak şekillenmesi, iki asli unsurdan biri olan Kürtlerin varlığının inkâr edilmesi ve Türkleştirilmek üzere baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulmasını beraberinde getirmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, yeni devletin “fevkelmilel (milletler üstü) veya beynelmilel (milletler arası) bir devlet olmadığı, bir devlet-i milliye olduğu”nun ve “Türkten başka milletin tanınmadığı”nın ilan edilmesinin, kendilerine verilen sözler yerine getirilmeyerek varlıkları inkâr edilen Kürtlerin, Cumhuriyet rejimine karşı çeşitle ‘kalkışmalara’ girişmesiyle sonuçlandığı biliniyor. Kürtlerin Koçgiri’den başlayıp Şeyh Said, Ağrı ve Dersim’e kadar devam eden irili ufaklı onlarca isyan ve direnişi karşısında, Cumhuriyet rejimi, bir yandan bu isyanları kanlı bir şekilde bastırma yolunu tutmuş, öte yandan da Kürtlerin ulusal mücadelesinin önünü almaya yönelik tedbirler almıştır. Kürtlerin ulusal talepli hareketlerini engellemeye yönelik tedbirler, “Takrir-i Sükûn” ve tehdit olarak görülen unsurların topraklarından sürülerek “Zorunlu İskân”a tabi tutulmasıyla başlamış ve Kürt isyanlarını “genç cumhuriyete karşı gerici güçlerin kalkışması” olarak gören ‘modern’ Cumhuriyet rejiminin Bölge’de ağalar, şeyhler ve aşiret reisleri gibi gerici feodal unsurlarla işbirliği ve ittifakıyla sonuçlanmıştır!
Devlet, Kürtlerin ulusal bilinç ve mücadelesinin önünü almak üzere şeyhler, aşiret reisleri ve ağalarla işbirliği yaparak, onları devlet partilerinin yerel yöneticileri; parlamento ve yerel yönetimlerdeki temsilcileri olarak, rejimin ‘ortakları’ haline getirmiştir. Devletin Bölge’deki aşiret reisleri, ağalar ve şeyhler gibi gerici feodal unsurlarla ittifakının en önemli göstergelerinden biri de, bu gerici unsurların temel dayanağı olan büyük toprak mülkiyetinin devamından/korunmasından yana bir tutum içinde olmasıdır. Bu tutum, en açık biçimiyle, Cumhuriyet tarihi boyunca bir ‘toprak reformu’nun yapılamamış olmasında kendini göstermektedir. 1945’te, İnönü’nün tek partili iktidarı döneminde çıkartılan ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’, CHP içinde etkin olan ağaların baskısıyla uygulanmamış, yine 1973’te Ecevit döneminde1757 sayılı ‘Toprak ve Tarım Reformu Yasası’ çıkarılmış, ama benzer baskılar nedeniyle uygulanamayan bu yasa, 1978 yılında iptal edilmiştir. 1984’te kamu/hazine arazilerinin dağıtımı amacıyla oluşturulan ‘Tarım Reformu Genel Müdürlüğü’nce, “tarım arazilerinin parçalanmaması” gerekçesiyle, devlet topraklarının büyük toprak sahiplerine dağıtılması, devletin toprak reformu konusuna yaklaşımını özetlemektedir.
Ülke egemenlerinin toprak sorunu konusundaki 80 küsur yıllık pratiği, Bölge’de feodal-gerici ilişkilerin temel dayanağı olan büyük toprak mülkiyetinin tasfiyesi bir tarafa, bu güçlerle işbirliği ve ittifakın bir sonucu olarak, büyük toprak mülkiyetinin korunup geliştirilmesinden ibarettir.
Koruculuk sisteminin aşiretler-feodal ilişkiler üzerinden yaşama geçirilmesi, bu tarihsel ittifak ve işbirliğinin üzerinde sağlanmıştır. Koruculuğun, PKK’nin ilk silahlı eylemlerini gerçekleştirdiği yer olan Hakkâri’de ve bu eylemlerin üzerinden daha bir yıl geçmeden, devletin bu kentte etkin olan Jirki aşireti ile yaptığı pazarlıklar üzerinden uygulanmaya başlanması, Kürt ulusal mücadelesine karşı bu tarihsel işbirliğinin güncel bir tezahürüdür.
ULUSAL MÜCADELEYE KARŞI ‘İÇTEN’ DAYANAK OLUŞTURMA POLİTİKASI
Koruculuk sistemi, genellikle, II. Abdülhamit döneminde uygulanan ‘Hamidiye Alayları’na benzetilir. Her iki uygulama, Kürt aşiretlerine dayanması bakımından benzerdir. Fakat bunun ötesinde, Hamidiye Alayları, esas olarak Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Vilayat-ı Sitte’de (Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis), Ermenilerin ulusal mücadelesine karşı örgütlenmişlerdir. Bununla birlikte, Osmanlı’nın Kürt aşiretlere “çeki düzen verme” ve Rusya ile İran’a karşı bir dayanak oluşturma gibi amaçları vardı. Buna karşın koruculuk sistemi, Hamidiye Alaylarından yaklaşık yüz yıl sonra, yarı burjuva-feodal unsurlar üzerinden, ulusal uyanışa karşı aşiret ilişkilerini yeniden etkin kılma ve bu etkinlik üzerinden Kürtlerin ulusal mücadele sürecini bölme/baltalama amacıyla oluşturulmuştur. Burada, bir halkın başka bir halka karşı kullanılmasının ötesinde, Kürt halkının içinden inkârcı politikalara dayanak oluşturma; başka bir deyişle, Kürdü Kürde kırdırma politikası bulunmaktadır.
Koruculuk sisteminin egemenler için taşıdığı önemi, Bilge Köyü’ndeki katliamdan çok önce, 14 Nisan’da, Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ şöyle ifade etmektedir: “Geçici ve gönüllü köy korucuları, bölücü terör örgütüyle mücadelede çok önemli görev ve sorumluluk üstleniyor. Bugüne kadar bin 335 şehit verdiler. Geçici ve gönüllü köy korucularının devletin yanında bu mücadelede yer alması, sorunun bir etnik çatışma olmadığının ve bölücü terör örgütünün bölge halkının desteğini sağlayamadığının çok önemli bir göstergesidir.” Başbuğ’un bu sözleri, koruculuk sisteminin, devlet için Kürt sorunu diye bir sorun olmadığı, Başbuğ’un ifadesiyle “sorunun etnik bir çatışma olmadığının” gösterilmesi amacıyla oluşturulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Böylece devlet, hem gerici-feodal unsurlar üzerinden Kürtlerin ulusal mücadelesini bölüp geriletecek, hem de Kürt sorununun ulusal bir mesele değil, dış güçlerin kışkırttığı bir “terör sorunu” ya da ekonomik geri kalmışlık sorunu vb. olarak gören/gösteren geleneksel inkârcı politikalara yaşam alanı oluşturulacaktı. Başbuğ, koruculuk uygulamasının, geleneksel inkârcı politikaların devamı (Kürt ulusal mücadelesinin aslından “etnik bir mesele olmadığı”nın gösterilmesi!) bakımından taşıdığı önemi ifade ederken, aslında gerçeği de itiraf etmiş olmaktadır: Kürt meselesi ulusal bir meseledir ve koruculuk sistemi, yarı burjuva-feodal unsurlar üzerinden, ulus öncesi gelenekçi-aşiret ilişkilerini canlandırarak, bu uluslaşma sürecini içten baltalamaya yönelik bir uygulamadır.
Bu politikalar sonucunda, Bölge’de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak tasfiye sürecine giren aşiret ilişkileri ve aşiretler (aşiret reisleri, toprak ağaları, şeyhler); devletin verdiği silah, para ve yetkiyle yeniden canlandırılıp güçlendirilmişlerdir. Koruculuk sistemi üzerinden militarist örgütlenmeler olarak şekillenen bu güçler, koruculuğu kabul etmeyenlerin zorunlu göçe tabi tutulması ve devletin kendilerine sağladığı olanaklarla topraklarını büyütmüş (1991’de yapılan bir araştırmaya göre, Bölge’de topraksız köylülerin oranı yüzde 40.3 iken, bu oran, 2006’da yüzde 59’a çıkmıştır) ve aldıkları ihale vb. ile Bölge’deki belli başlı kapitalist işletmelerin de sahipleri olmuşlardır. Başka bir deyişle, silaha ve geleneksel aşiretçi ilişkilere sarıldıkça, kapitalizmin ‘nimetleri’nden daha fazla faydalanmışlardır!
Bugün, devletin ısrarla sürdürdüğü geleneksel inkâr ve imha politikalarına rağmen, Cumhurbaşkanı Gül’den başlamak üzere, geniş çevreler, Kürt sorununun çözümünü tartışma noktasına gelmişse; devletin bu politikalara Kürtlerin içinden dayanak oluşturmak üzere uygulamaya koyduğu koruculuk sisteminin de sonu gelmiştir.
PARAMİLİTER BİR ‘SUÇ ÖRGÜTÜ’ OLARAK KORUCULUK!
Koruculuk, 1984’te çatışmalı sürecin başlamasıyla birlikte, çatışmaların ilk ortaya çıktığı bölgelerden başlayarak, devletin aşiret reisleri ile yaptıkları pazarlıklar ve aşiretlerin silahlandırılması üzerine kurulmuş bir sistemdir. Sivillerin silahlandırılmasına dayanan bir sistem olması bakımından ‘paramiliter’dir ve bu paramiliter örgüt, bugüne kadar koruculuğu benimsemeyen geniş halk kesimlerine ve Bilge Köyü’ndeki katliamda görüldüğü gibi, çıkar çatışmasına bağlı olarak, birbirine karşı, binlerce suça karışmış ‘organize bir suç örgütü’ haline gelmiştir. İçişleri Bakanlığı’nın 2006’da açıkladığı verilere göre, korucular, köy yakmadan tecavüze, adam kaçırmadan uyuşturucu kaçakçılığına ve işkenceyle adam öldürmeye kadar 5200’ü aşkın suç işlemişlerdir.
Devletin, özellikle 1990’lı yıllarda, koruculuğu kabul etmeyenleri “terör yandaşı” olarak görmesi; koruculuğu kabul etmeyen köylerin yakılması, toplu gözaltı ve katliamların yapılması, korucuların da, “terörle mücadele” adı altında, kendi çıkarları için halka karşı her türlü suçu işlemesine uygun bir ortam yaratmıştır. Cizre’de “ölüm kuyuları” soruşturması kapsamında tutuklanan korucubaşı Kamil Atak’ın, Hizbullah itirafçısının ifadeleri doğrultusunda, Hizb-i kontralarla birlikte birçok cinayete karıştığı ortaya çıkması, korucuların, devletin JİTEM’e bile yaptırmadığı cinayetleri gerçekleştiren bir suç örgütü olarak kullanıldığını göstermiştir. Kamil Atak’ın aynı zamanda dönemin iktidar partisi DYP’den belediye başkanı olması; Bucaklardan Babatlara, Tatarlardan Cevherilerin Sehanlı Aşiretine ve Jirkilere kadar, DYP, ANAP, MHP, AKP gibi partilerden milletvekili, il başkanı, belediye başkanı olan aşiret reislerinin içinde bulunduğu karanlık ilişkilerin anlaşılması bakımından açıklayıcıdır.
Koruculuk sistemi, 1985’te önce, 13 ilde ‘geçici köy koruculuğu’ adı altında uygulanmaya başlanmış, sonraları 22 ilde ‘geçici köy koruculuğu’ ve 13 ilde ‘gönüllü köy koruculuğu’ olarak 35 ile yayılmıştır. Bölge illerinde uygulanan ve sayıları 58-60 bin olan ‘geçici köy korucuları’ ile çevre iller olarak değerlendirilebilecek illerde uygulanan ve sayıları 20-25 bin olan ‘gönüllü köy korucuları’ arasındaki fark, geçici köy koruculuğunun, 1992’den bu yana maaşlı olarak sürdürülmesidir. Koruculuğun maaşlı bir ‘iş’ haline getirilmiş olması, sayıları 58-60 bin civarında olan geçici köy korucularının, daha önce yaptıkları tarım ve hayvancılığı bırakarak, geçimlerini koruculuktan (aldıkları maaş ve daha önce belirttiğimiz gibi başta silah ve uyuşturucu kaçakçılığı olmak üzere çeşitli yasadışı işlerden) sağlamaya başlamalarına ve üretimden kopmalarına yol açmıştır. Devletin bu politikasının bir sonucu olarak, korucular, üretimden koptukları oranda, devletin kendilerine verdiği gücü çıkarları için kullanan ‘çete organizasyonları’ haline gelmişlerdir.
Özetlemek gerekirse, devletin Kürt sorununda çözümsüzlükte; baskı ve inkâr politikalarında ısrarının bir sonucu olarak gündeme getirilen koruculuk, sorunu çözmek bir tarafa, sorun içinde sorun haline gelmiştir. Bilge Köyü’ndeki katliam, Genelkurmayın “koruculuk sistemiyle katliam arasında bir ilişki kurulması yanlıştır” açıklamasına rağmen, koruculuk sisteminin sadece bugün değil, yarın için nasıl bir tehdit oluşturduğunun işaretlerini vermiştir. Genelkurmay ve hükümet, koruculuk sistemine arka çıkan açıklamalar yaparak, yarın korucuların işleyeceği olası cinayetlerin azmettiricisi olmaktadırlar. Yaşanan katliamdan ders almak yerine koruculuk sisteminde ısrar etmek, bu sistemin toplum içinde yarattığı travmanın tedavi edilemez hale gelmesine ve çözümsüzlüğün derinleşmesine yol açacaktır.
‘NORMALLEŞME’ VE ÇÖZÜM İÇİN KORUCULUK KALDIRILMALIDIR!
Koruculuk uygulamasının 1985’ten bu yana ortaya çıkardığı tablo, Bölge’de normalleşmeye dönüş ve Kürt sorununun çözüm sürecinin önünün açılması bakımından koruculuğun tasfiyesini önemli bir talep olarak gündeme getirmektedir. Koruculuk uygulamasının kaldırılması, korucuların işledikleri suçların açığa çıkarılıp suç işleyen korucuların yargılanması, köyünden zorla göç ettirilenlerin zararlarının karşılanarak köye dönüşlerinin önünün açılması, aşiret reislerinin, ağaların el koydukları toprakların topraksız köylülere dağıtılması, devletin bu uygulamayla toplum içinde yarattığı travmanın iyileştirilmesi bakımından yapılması gereken öncelikli müdahalelerdir.
Son dönemde tartışılan Suriye sınırındaki 216 bin dönümlük mayınlı arazinin mayınlardan temizlenerek tarıma açılması konusu, her ikisi de, Kürt sorununu bir “güvenlik ve terör sorunu” olarak gören anlayışın sonucu olan mayınlı araziler ve koruculuk sorunlarının birlikte çözümü için bir olanak yaratmaktadır. Korucuların silahlarının ellerinden alınarak, alacakları eğitim sonrasında, bu arazilerin temizlenmesinde kullanılmaları, 5 yıl sürmesi hedeflenen bu temizlik sürecinin aynı zamanda koruculuğun tasfiyesi süreci olmasını sağlayacaktır. Üstelik temizlenecek bu arazilerin, Hükümet’in hazırladığı yasa tasarısında olduğu gibi uluslararası şirketlere değil, topraksız Kürt köylülerine dağıtılması; Kürt sorununun çözümü yönünde atılmış bir adım olacak, koruculuğun tasfiyesi sürecinin, aynı zamanda 35–40 bin topraksız köylüye geçim kaynağı sağlayan ‘sosyal’ bir süreç olmasını da beraberinde getirmiş olacaktır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, koruculuk, devletin, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğüne gerici-feodal ilişkiler üzerinden Kürtlerin içinden dayanak oluşturma politikasının bir sonucu olarak gündeme getirilmiştir. Fakat silahlı bir örgütlenme üzerinden geleneksel-aşiret ilişkilerinin ulusal mücadelenin karşısına dikilmesinin, ulusal bilinç ve mücadelenin ve toplumsal dönüşümün önüne geçemediği/geçemeyeceği bugün açık olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse yapılması gereken bellidir: Bölgedeki tüm gerici-feodal yapılanmalar tasfiye edilerek, artık kendi çocuklarını yiyen bir canavara dönüşen koruculuk sistemi kaldırılmalı; Kürt sorununun, Kürt halkının ulusal demokratik istemleri temelinde barışçıl, demokratik çözümü sağlanmalıdır.