Tecavüz ve Kapitalizmin Bekası

1) TARİHSEL SÜREÇTE ATAERKİLLİK

Ataerkillik, erkek otoritesine dayanan bir tür toplumsal örgütlenme düzenidir. Bu   düzenin temelini erkeğin üstünlüğü fikri oluşturur; soy erkekler tarafından belirlenir, hâkimiyet erkeklerindir. Bu erkek üstünlüğü ilkesi etrafında, toplumun kültürü, adetleri, inancı ve mitolojisi anaerkil düzenli toplumunkinden farklı bir biçim oluşturur.

Friedrich Engels, ilk çağlarda insanların cinsel ilişki ve hamilelik arasındaki bağdan, dolayısıyla babalık kavramından habersiz olduklarını, bu yüzden de doğan çocukların bütün topluluğa ait olduğunu savundu. Teoriye göre erkekler babalık olayının farkına vardıklarında ilişkiye girdikleri kadınlara ve doğan çocuklara sahip çıkmaya başladılar, bu da anaerkilliğin yerini ataerkilliğe terk etmesi ile sonuçlandı.

İlk Çağ;

İlkçağ toplumlarında, henüz özel mülkiyetin bilinmediği, insanların yerleşik hayatı tanımadığı toplumlarda kadın ile erkek arasında henüz bir ayrım yoktu. İnsanın ilk gelişim aşamalarında, avcılık ve toplayıcılık evresinde kadın ile erkeğin bedensel özellikleri arasında çok da fazla bir ayrım söz konusu değildi. Kadın ve erkek yaşamlarını sürdürmek için birlikte yaşıyor ve birlikte avlanıyordu. Bu evrede kadının erkeğe bağımlılığı konusu değildi. Yasa, hak ve mülkiyet paylaşımı henüz bilinen kavramlar değildi. Kadın, diğer tüm üyeler gibi, topluluğun ortak faaliyetlerine eşit oranda katılıyordu. Ne var ki insanlığın gelişme tarihinin bir sonraki evresinde bu tablo değişime uğradı. Yerleşik hayata geçilmesi, özel mülkiyet kavramının ortaya çıkması, iş bölümünün oluşması erkeği ön plana çıkartırken  kadını ikincil hatta üçüncülleştirmiş.

Köleci toplum;

Tüm bu evrelerin oluşum süreçlerinin sonucunda nihayet toplum yapıları da değişiyor komünal toplumlardan köleci yapıdaki toplumlara geçiş kaçınılmaz oluyordu.

Köleci toplumlar mülkiyetin kesin olarak egemen olduğu gelişken devlet yapılarıdır.  Ekonomik sistem, köle emeğine ve gelişip giden bir mübadele ticaretine geçiş biçimidir. Zanaat gelişkin bir özellik arz etmektedir. Bu dönemde kadın, herhangi bir iş yapıyorsa bu, ailesinin sınırlı bireysel ev ekonomisiyle ilgilenmekten ibaretti. Çünkü geçmişte kolektif için değerli ve önemli bir işgücü durumundayken özel mülkiyetin ortaya çıkışı ve üretimin köle emeğine dayanmasıyla kadın giderek salt bir üreme aracı haline dönüştü. Egemen ekonomik ilişkiler, kadını toplumun bir parazitine dönüştürdü.

 

Feodal toplum;

Tarihin sonraki aşaması feodal toplumsal sistem aşamasıdır. Artık köle emeğine değil, serf olan köylülerin emeğine dayalı bir ekonomi biçimi baskındı. Köylüler artık emek ürünlerinin tümünü büyük toprak sahiplerine teslim etmiyordu. Ürünlerin bir bölümü, serflerin yaşam koşullarını iyileştirmek üzere kullanılıyordu. Bu dönemde de kadının toplumdaki yerinde pek bir farklılık görünmüyor. Dönemin yasaları ve adetlerine göre kadın kocasının malı ve kölesi sayılıyordu. Kadının kocası tarafından dayakla, işkenceyle ehlileştirilmesi, onu satması ve hatta öldürmesi mubahtı. Dolayısıyla özel mülkiyet köylüler arasında egemenlik kazandığı oranda kadının durumu da o denli dayanılmaz, çaresiz ve haklardan yoksun oluyordu.

Kapitalist toplum;

Tarihin bir sonraki aşaması Kapitalist aşamadır. Bu ekonomik sistemin dayanağı artık serf köylülerin emeği değil, özgür ücretli işçinin emeğiydi.

Bu sistemin başlangıcında kadın, ‘’ev içi üretim’’ kısmında yer  alıyor büyük oranda. Bu üretim biçiminin zanaat üretiminden farkı işveren ile üreten arasına bir aracının/komisyoncunun girmesidir. Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ev içi işçilerinin en büyük açmazı bir yandan çok uzun çalışma saatleri, diğer yandan da son derece düşük saat ücretiydi. Örgütlü olmayan ev içi işçiler arasında hızla artan rekabet ve işverenin/aracının siparişlerini kaybetmek korkusu, işçileri işgününü ortalama 14-15 saate çıkarmaya mecbur kılıyordu. Ancak işgünü uzadıkça da geliri düşüyor ve ev içi işçisiyle ailesi o denli yoksullaşıyordu. O dönemde genelevler dışındaki fuhuşun olağanüstü artması bundandır.

Kadının aile ve toplumdaki haklardan yoksunluğunun yanına şimdi bir de kapitalist işverenin egemenliği eklenmişti. Ancak bununla birlikte aynı zamanda kadının nihai kurtuluşunun ön koşulları da yaratılmış oluyordu. Proleter kadın, işçi sınıfının haklardan yoksun ve acı kaderini paylaşmak zorundaydı ve kendi kaderinin çözülmez bir biçimde işçi sınıfının kaderine bağlandığı tarihsel bir sürece girmiştir.

Daha sonraki süreçte, 18. yüzyılın sonlarında manifaktür sistemi büyük sanayi üretimine geçiş yaptı. Sanayi sermayesi ticaret sermayesi karşısında üstünlük kazanmaya başladı ve giderek ekonomi içerisinde baskın faktör haline geldi. Artık sınırsız rekabetin egemen olduğu ve küçük üreticiyle büyük işletmeci arasında vahşi bir mücadelenin gerçekleştiği bir döneme girilmiştir. Kadın ve erkek işçiler, üretimin makineleşmesine karşın gelirlerini yükseltemediler. Tersine, işçi sınıfının yaşam standardı daha da geriledi ve hızla büyüyen kârlar makinenin sahibinin, yani kapitalistin cebini doldurdu. Ve kadının da toplumdaki yeri daha vahim bir hal alıyordu.

2) TECAVÜZ-KAPİTALİZM İLİŞKİSİ

 

Tecavüz, kelime anlamı olarak kendine ait olmayana zor kullanarak el koymaktır. Cinsel tecavüz de bu zor kullanarak sahip olmanın bir boyutudur. Cinsel şiddet olarak da ele alınabilecek tecavüz, ataerkil toplumsal yapıda kadın üzerinde kullanılan bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Peki, kapitalizm ile ilişkisi nedir?

Bu ilişkiye farklı açılardan yaklaşılabilir:

Birincisi; kapitalizm üretilen şeyi metalaştırma ve metalaştırdığı şeyi piyasada belli bir kar karşılığı kullanıma sunma karakterine sahiptir. Ama sadece üretileni meta haline getirmekle de sınırlı bir sistem değildir. Piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillenen metalaştırma mantığı yeri geldiğinde sosyal ve kültürel alanda da bu özelliğini dışa vurur. Keza tarihsel süreçte ataerkil karakterine de dayanarak kadın bedeni üzerinde bir metalaştırma operasyonuna girişmiştir. Bugün bakıldığında hem kadın bedeninden ucuz iş gücü olarak faydalanılmakta hem de kadın bedeni cinsel bir metaya dönüştürülerek piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmaktadır. Örneğin reklam filmleri kadının cinselliği öne çıkarılarak bir malı pazarlamak için kullanıldığının sayısız örnekleriyle doludur.

İkincisi; kapitalizm zora dayana bir sistemdir. Yine tarihsel süreçte burjuvazinin sermaye birikimi sağlamaya çalışırken zor kullandığını görmekteyiz. Militarist özelliği ile -ki bu da ataerkil özelliğine dayanmaktadır- yeri geldiğinde silahlı zor kullanarak, yeri geldiğinde kitleler üzerinde sosyal, hukuki, kültürel bir baskı kurarak sermaye birikimi sağlamaya yönelmiştir. İşte kapitalizmin bu iki özelliği, yani metalaştırma ve zora dayanma özellikleri, kadın bedeni üzerinde uygulanan cinsel şiddetin ya da tecavüzün temelini oluşturmaktadır.

Zora ve metalaştırmaya dayalı kapitalist sistem elinde bulundurduğu eğitim, medya vs. gibi araçlarla toplumsal yaşam üzerinde etkin bir pozisyonda kalmak ve böylelikle kitleleri de bu burjuva ahlak doğrultusunda şekillendirmek ister. Tecavüz, her ne kadar münferit bir kılıfa sokulmaya çalışılsa da bireylere empoze edilen bu zora ve metalaştırmaya dayalı ahlak anlayışı, kadın söz konusu olduğunda, zorun ve metalaştırmanın ortak zemininde, dışavurumunu yapmaktadır. Tecavüzü uygulayan birey, mağdur kadına o anlık bir kullanım aracı gözüyle bakar. Ayrıca o fiili gerçekleştirmesi için zaten zora başvurması gerekmektedir.

Kapitalizmin tecavüz ile ilişkisi bir de şu açıdan ele alınabilir; kapitalizm geleneksel aile yapısının devamı noktasında son derece isteklidir. Çünkü geleneksel ailede iş bölümü, kadının eve hapsedildiği ve ev içi emeğinin görmezden gelindiği, erkeğin ise evi maddi anlamda ayakta tuttuğu bir tabloya dayanmaktadır. Kadının bu rolünün devamını isteyen kapitalizm tecavüzü bir koz olarak kullanır. Evin dışının bir kadın için tehlikeli –tehlikenin içinde tecavüz de var- olduğu, kadının evinde kalması gerektiği yaygarasını her gün ve her gün yayma çabası gütmektedir. Bu, kadının maddi anlamda erkeğe bağlılığının devamı anlamını taşır ki kapitalizmin ataerkil özelliğine de denk düşen bir yaygaradır.

 

3) Türkiye’den Örnekler ve Örneklerin Sistemle İlişkilerinin Değerlendirilmesi:

Bu teorik bilgilerden sonra konuyu biraz daha somutlaştırmak için Türkiye’deki birkaç tecavüz olayıyla ilgili değerlendirmelerde bulunmak anlamlı olacaktır. Örneğin,

·        Yukarıda da değindiğimiz gibi kapitalizm kadının cinselliğini piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanır. Reklam filmleri bu konudaki birçok örnekle doludur. Ama biraz daha güncele gelirsek son dönemde Türkiye’de dizilerde tecavüz sahnelerinin daha fazla reyting için kullanıldığını görmekteyiz. Daha günler öncesinden bu sahnelerin kara propagandası yapılır ve sonrasında yapılan değerlendirmelerle de tecavüz meşru kılınmaya çalışılır. Bu doğrultudaki kara propaganda, tecavüz davalarındaki “tahrik indirimi” anlayışı gibi, tecavüze “hak edenin uğrayacağı” çarpıtması üzerinden yapılır. Bu anlayış dekolte giyen kadının tecavüzü hak edeceği yönündeki bir profesörün açıklamalarıyla da örtüşen tarzdadır.

·         Yine kapitalizmin zora dayanan bir sistem olduğunu dile getirmiştik. Bu özelliği ile kapitalizm içinde diken-yani tecavüz-yetişen bir saksı görevi görmekte. Yine Türkiye’den örnek vermek gerekirse Siirt’te kız öğrencilere yapılanlar… Kamuoyunda uzun süre tartışılan olayda aralarında rütbeli askerlerin, okul müdürünün vb. bürokratik açıdan ileri gelenlerin kız çocuklarına uzunca bir süre tecavüz ettiği ortaya çıkmıştı. Tecavüzde bulunanların bürokratik konumları ve uzun bir süre bu bürokratik konumlarına dayanarak olayı gizli tutmuş olmaları sistemin özünü oluşturan zor kullanmanın tecavüz ile nasıl bütünleştiğinin önemli bir göstergesidir.

·        Yine Tekirdağ’da yaşanan bir olay var. Burada 18 yaşındaki bir üniversite öğrencisine yapılan tecavüzün aka bininde açılan davada zanlının tahliye edilmesine ilişkin mahkemenin tecavüzü meşru kılan gerekçesi irdelenecek bir gerekçedir. Mahkeme 18 yaşındaki kadının ailesine, zanlıya atfen “Evlenmek için yapmış, suçunu itiraf etti, samimiydi, salıverdik” dedi. Bu olay da Türkiye’de devletin tecavüze nasıl baktığının açık bir örneğidir. Yani zanlının zor kullanarak eylemde bulunmuş olması değil,  güya zanlıyı harekete geçiren niyet mahkemenin üzerinde durduğu noktadır ki bu yaklaşım “tecavüz eğer evlenmek maksadıyla yapılmışsa sorun yok” mantığına dayandırılarak eylem meşru kılınmaktadır.

·        Türkiye’de devletin meseleye yaklaşımı ele alınırken elbette ki sistemin yürütme organı konumundaki hükümetin de meseleye yaklaşımı irdelenmesi gereken bir yöndür. Kadın ve erkeğin eşitliğine inanmadığını söyleyen bir başbakanın Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’nın tecavüz ile ilgili yaptığı “Avrupa’da da tecavüz var canım” yönlü açıklaması manidar bir söylemdir. Bu söylem Türkiye’de tecavüzün varlığının nedenlerini ve nasıl aşılabilirini hasıraltı eden, güya medeni açıdan bizden daha ileri olan Avrupa üzerinden tecavüzün varlığını olağanlaştıran bir söylemdir.

·        Örnekleri çoğaltmak mümkün ama bir örnek daha vererek konuyu toparlamamız gerekiyor. Tecavüze çözüm olarak, Hüseyin Üzmez davasından sonra AKP’li iki kadın milletvekili Aşkın Asan ve Alev Dedegil tarafından hazırlanan bir yasayla gündeme sokulan kimyasal kastrasyon… Yani tıbbi müdahale ile tecavüzde bulunan kişinin cinsel uyarımının azaltılması… Tecavüzü tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak ele alan bu bakış açısı, sorunun ataerkil kapitalist sistemle ilişkisini inkar etmekte ve köklü bir çözüme uzak durmaktadır.

Örnekler, devlet zihniyetinin tecavüz olgusuyla nasıl ortaklaştığını ve bu zihniyetin tecavüz olgusunu pratiğiyle nasıl meşru kılmaya çalıştığını ortaya koymaktadır.

4) Çözüm;

Peki, sorunun çözümü noktasında neler yapılabilir? Meseleyi ideolojik ve pratik bazda olmak üzere iki boyutuyla ele almak sorunun çözümünü daha sağlam bir temele oturtacaktır.

İdeolojik yönden;

Tecavüzü ya da cinsel saldırıyı münferit olaylar olarak ele almak, kadın hakları açısından hümanist bir tavır takınmak ya da sorunun salt erkek cinsinden/erkeklikten kaynaklandığı gibi feminist bir bakış açısına sığınmak çözümün ayaklarının yerden kesilmesine neden olur. Sorun, içinde yaşadığımız ataerkil kapitalist sistemden kaynaklandığından cinsel saldırının çözümüne de ataerkil kapitalist sistemin geriletilmesi üzerinden yaklaşmak gerekmektedir. Haliyle atılacak her pratik adımın bu bakış açısına dayanması gerekir.

Pratik yönden;

·        Genel anlamda kadın örgütlenmesini ilerletmek gerekir. Kadın örgütlenmesinin ilerlemesi bu yöndeki hak ihlallerine karşı anında bir karşı tavrın ortaya konulmasının kanallarını açacaktır.

·        Kadın örgütlenmelerinin bu konu hakkında kapsamlı çalışmalar geliştirmeleri gerekir. Aksi takdirde “kaba bir kadın hakları savunuculuğu” refleksif karakterden yoksun olur.

·        Bir yandan Anayasa tartışmalarının gündemde olduğu, öte yandan güya bu sorunun çözümü için hadımın uygun görüldüğü bir süreçte bu konuda ve paralel konularda yasal düzenlemelerin yapılmasında müdahaleci bir tavır takınmak gerekir.

Cinsel saldırıya meşruluk kazandıran görsel ve yazılı medyadaki uygulamaların sona erdirilmesini ve bu konuyla ilgili bir denetim mekanizması geliştirmek gerekir.

Deprem ve Depremin Sonuçlarıyla İlgili Söylemlerin Sosyolojik İnşası

Türkiye 2. deprem kuşağında yer almakta, topraklarının %93’ü aktif deprem kuşağı içerisinde ve nüfusun %98’i deprem tehlikesi içerisindedir. Yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen istatistiksel analizler  her 8 ayda bir ülkemizde hasar yapıcı deprem meydana geldiğini göstermektedir. Türkiye’de günümüze kadar bazı büyük depremler; 1939 yılında 7.9 büyüklüğünde Erzincan Depremi, 1 Kasım 1995’te 5.9 büyüklüğündeki Dinar Depremi, 17 Ağustos 1999’da 7.4 büyüklüğünde Marmara Depremi ve 8 Mart 2010’da 6.0 büyüklüğünde Elazığ Depremi meydana gelmiştir. Ülkemizde son yüz yılda meydana gelmiş 193 adet yıkıcı depremde yaklaşık 100.000 kişi hayatını kaybetmiş, 495,000 bina yıkılmıştır. Sadece 1999 Kocaeli ve Düzce depremlerinde yaklaşık 20,000  insanımız  hayatını  kaybetmiş,124,000 yıkık-ağır hasarlı konut, 110,000 orta hasarlı konut ve 100,000 az hasarlı konut olmak üzere toplam 334,000 konutta hasar saptanmış, bu depremlerin ülkemize verdiği ekonomik zararlar 20 milyar TL’ ye ulaşmıştır (Ulusal Deprem Araştırmaları Programı, Eylül/ 2005).

Deprem çoğunlukla fiziki bir olgu olarak değerlendirilmekle birlikte sosyolojik açıdan yol açmış olduğu sorunlar, teknik boyutlarıyla sadece doğa bilimlerinin çalışma alanı değil, diğer pek çok sosyal disipline ve yeni çalışmalara ihtiyaç duyan bir alandır. Deprem sonucunda insanların yaşamları değişime uğramakta ve sosyal düzenin bozulmasıyla toplumda yeni bir yapılanma süreci oluşmaktadır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bu türden bir yapılanma oldukça zordur ve toplumun bu yöndeki hazırlıkları da yeterli değildir. Çoğu afetzedenin kurmuş oldukları sosyal düzenleri sarsılarak, gelecek hakkındaki belirsizlikleri yoğunlaşmakta, yabancılaşma ve güç çatışmaları yaşanmaktadır. İnsanların deprem karşısında ne yapacaklarını bilmemeleri, her şeyi başkalarından beklemeleri ve ya ilahi takdir anlayışı ile mücadeleden vazgeçmeleri, güçsüzlüklerine işarettir. Bunun sonucunda güçsüzlük hissine kapılarak olayları anlamakta zorlananların, anomik hale gelmelerine yol açmaktadır.

Depremler, meydana geldikleri yerlerde can ve mal kayıpları ile birlikte birtakım psikolojik ve sosyolojik problemlere de yol açmaktadır. Erzincan depreminden sonra yapılan bir dizi çalışmaya göre, depremi yasayan deneklerin daha sinirli ve gergin oldukları tespit edilmiştir (Karancı, 1999:56). Depremler, insanlar üzerinde sosyolojik anlamda da birtakım olumsuz etkilere sahiptir. 17 Ağustos depremini yasayanların büyük bir kısmı ev eşyalarını kaybetmişler, kiralık ev ve dükkân gibi gelir kaynaklarından mahrum olmuşlardır. Deprem yasayan topluluklarda, dini ve kültürel değerlerde de birtakım değişimler görülmüştür. (Kasapoğlu ve Ecevit, 2001).

Çok sayıda sosyal bilim araştırma alanı, deprem zararlarının azaltılmasında önemli ve doğrudan katkılar sağlayacak içeriktedir. Deprem tehlikelerine ve yaşam çevrelerine ilişkin değer yargıları, inanç yapıları, davranış alışkanlıkları, yaşam çevresi düzenleme gelenekleri, komşuluk kültürü, hazırlıklı olma ,örgütlenme eğilimleri, dayanışma geleneği, sigorta ve diğer güvenlik önlemlerine öncelik verme yatkınlıkları vb. konular akla gelebilecek ilk örneklerdir. Sosyal bilim araştırmalarının ulusal ölçekte örgütlenmesi ve işbölümü ile bazı temel araştırmaların öncelikle yerine getirilmesi uygun olabilir.(Ulusal Deprem Konseyi, Ulusal Deprem Araştırma Programı, Hazırlık Raporu Şubat, 2005)

Depremin sosyolojik analizinde diğer bir önemli unsuru ise, insan ve mekan ilişkileri oluşturmaktadır. Mekan, öncelikle fiziksel bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır, ancak mekana anlam kazandıran insan ilişkileri ve bu ilişkileri önemli kılan ekonomik-sosyal-kültürel değerler sistemidir. Diğer bir ifadeyle depremi mekan ve toplumsal ilişkiler bağlamında değerlendirmenin gerekliliği ortadadır. Çünkü insanın temel ihtiyaçlarından biri olan barınma ve konut ihtiyacı insan ve mekan ilişkilerinin en somutlaşmış halidir. Teknolojiyi yaratan insan içinde bulunduğu mekanı şekillendirip bu mekanın  güvenirliğini ve risklerini yine kendisi oluşturmaktadır. Günümüzde depreme dayanıklı binaların oluşturulmaması ve buna karşı gerekli tedbirlerin örgütlü bir şekilde alınmaması bu risklerin artmasına yol açmaktadır. Öte yandan medyada ‘katil binalar’ söyleminin ortaya çıkmasıyla birlikte toplumda bir korku kültürü oluşturulmakta ve  bu süreçle beraber insan ve mekan ilişkisi pragmatik bir hale gelmektedir.

Çalışma deprem tehlikesi altında bulunan İstanbul’da iki ilçeyi kapsayan şekilde gerçekleştirildi. Bağcılar ve Kadıköy ilçelerinde saha araştırması kapsamında  bölgede yaşayan öncelikle bölgelerin temsil ettiği toplumsal yapı, görüşme formu aracılığıyla araştırılmış, daha sonra bu veriler odağında derinlemesine görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu durumda toplamda 345 kişi ile anket yapılmış takiben ise 10 kişi ile derinlemesine görüşme yapılmıştır. Yani tercih edilen iki ilçe ise sosyo-ekonomik özellikleri açısından birbirinden farklıdır ve bu farklılıkların bireylerin depreme yönelik algılarını ne şekilde etkilediği çalışma sonucunda ortaya çıkmıştır.Yapılan görüşmelerde halkın dile getirdiği söylemlere yer vermek gerekirse;

  • İmkanımız olmadığı için burada yaşamaya mahkumuz. Şartlar izin verseydi; yeni bir ev alırdım. Çünkü yeni evler daha sağlam. Ne kadar korksam da burada yaşamak zorundayım.
  • Şiddetli bir deprem olduğunda bu ev kesin yıkılacak ve ben kiracıyım, umarım biz bu evden çıkana kadar deprem olmaz.
  • Sadece benim binamın güvenli olması yeterli değil, o kadar çok çarpık kentleşme var ki, bence 17 Ağustos’taki gibi büyük bir deprem olsa domino taşı gibi olur binalar. Hoş ben kendi binama da güvenmiyorum.
  • Şu anda benim depreme yönelik alabileceğim tek önlem deprem çantası hazırlamak. İçine enkaz altında kalma ihtimalimi düşünerek; bir miktar para, el feneri, radyo, pil, cips ve battaniye koyardım. Onu alıp kaçmak aklıma gelir mi, onu da bilmiyorum.
  • Deprem bence Allah’tan gelen bir şey. Bu bize verilen bir ceza değil ama her ölümün bir sebebi olmak zorunda. Deprem de bazı ölümlere böyle vesile oluyor bence
  • Geçim sıkıntısı, çalışma hayatı, işsizlik, ailevi sorunlar bize bir süre sonra depremi unutturuyor. Zaten depremi düşünmeye zamanımız bile kalmıyor.
  • Bir kere kesinlikle bu konuda ciddi yasal değişiklikler ve düzenlemeler yapılmalı, bir daha böyle ciddi kayıpların verilmemesi adına. 17 Ağustos başta olmak üzere birçok büyük deprem yaşandı ve bence artık bu depremlerden ders çıkartılmalı, özellikle yeni konutların inşalarında kanunlara dikkat edilmeli.
  • Aslında bazen her şeyi bırakıp ailemle başka bir şehre yerleşmek istiyorum. İstanbul’un kalabalığından uzak sakin, yeşil ve tek katlı evlerin olduğu, ferah, temiz hava soluyabileceğimiz bir şehre gitmek hepimiz için çok daha güzel olurdu. Küçük oğlum astım hastası ve artık bu şehir bizi boğuyor. Büyük oğlum iyi bir okul kazanınca hep birlikte gitmeyi istiyoruz. Bizim için en büyük önlem bu şehirden gitmek.

Sonuç yerine bir şeyler söylemek gerekirse; yukarıda yer verdiğimiz söylemlerden yola çıkarak analiz yapmak gerekirse karşımıza önemli saptamalar çıkmaktadır. Yapılan görüşmelerde bölge halkının deprem algısı, dayanışma ilişkileri, güven-güvenlik ilişkisi, geleceğe yönelik belirsizlik durumları, öğrenilmiş/öğretilmiş çaresizlik durumları gibi kategoriler karşımıza çıkmaktadır. Karşılaşacağı risk durumlarıyla başa çıkma becerilerinden yoksunluk. İçerisinde bulunduğu duruma mahkum olma ve çaresizlik durumunu görmekteyiz. İçerisinde bulunduğu mekanı terk etmek kesin bir çözüm olarak görülmektedir. Dayanışma için ihtiyaç duyulan bütün kanalların kapalı olduğunun ileri sürülmektedir. Dönüştürme kapasitesinin yokluğunun öne çıkarılması saptanmıştır. Depremin ilahi bir gücün etkisi sonucunda meydana gelmesi durumu, kaderci bir bakış açısını göstermektedir.

 

Kaynakça

BOZKURT, Veysel, Deprem ve Toplum, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000.

KASAPOĞLU, Aytül, ECEVİT, Mehmet, Depremin Sosyolojik Araştırması, Sosyoloji Derneği Yayınları, No:8 Ankara, 2001.

SUNU

Türkiye genel seçimlere gidiyor. Gürültülü patırtılı bir seçim süreci yaşanıyor. Kürt halkı ve Emek Demokrasi Özgürlük Bloğu bir yana, sömürülen yığınlara sirayet eden fazla bir heyecanın hissedilmediği seçim dönemi, belirgin biçimde TV kanallarındaki yansımalarıyla AKP ve CHP tarafından “hızlandırılmış eğitim” türünden bir günde üç tanesi birden düzenlenen mitinglerde Erdoğan’la Kılıçdaroğlu’nun neredeyse salt kişisel çekişmesine konu oluyor. Arada MHP’den Bahçeli’nin de katılmasıyla renklenen çekişme, kasetlerle çekici kılınmaya çalışıyor.

Tartışılanlar incir çekirdeğini doldurur türden değil. Tam bir “sen-ben” kavgası ve ağız dalaşı, emeğiyle geçinmeye çalışanları kendi belli başlı sorunlarından koparıp düzen partilerine oy deposu olarak hizmet etmeye razı olmalarını sağlamak üzere ısrarla sürdürülüyor. Ne işsizlik belası ve çalışma yaşamıyla ilgili sorunlar, ne süreğen halde büyüyen yoksullaşma ilgilendiriyor burjuva partileri ve şeflerini; ne de çözümsüzlükleri içinde artık tamamen kangrenleşmiş demokratikleşme ve belli başlı dayanaklarına ilişkin sorunlar. En çok “ben çözerim” deyip yığınların buna inanmalarını istiyorlar. Bir ucundan halkın kendi kendisini yönetme isteğinin, en çok Kürtlerde görülmek üzere bu yöndeki taleplerinin ortaya çıkıp gelişmekte olduğunu görmezden geliyor, üstünü örtmeye çalışıyorlar.

Bloksa bu eğilimin ete kemiğe bürünüşü olarak ortaya çıktı ve onu büyütüyor. Bu seçimi diğerlerinden farklı kılan da bu. Her zamanki sıradan seçimlerden birini yaşamıyoruz. Hem emeğe ve haklarına ilişkin gittikçe içinden çıkılmaz hal alan ve Mısır benzeri “patlayıcı madde stokları” birikimine yol açan tahammül sınırlarını zorlayan pervasızca dayatmalar, hem de özellikle Kürt sorununun çözümsüzlüğünün patlama noktasının sınırlarına taşıdığı tüm ülkeyi etkisi altına alan basıncı olağanüstü yüksek atmosfer “eskisi gibi gitmesini” olanaklı olmaktan fazlasıyla çıkarıyor. Kürt sorununun artık böyle gitmeyeceğine inananların sayısı hızla artıyor. Alevilerin haklarıyla birlikte inkar edilmesinin sürdürülebilirliğine inananların sayısı da. Laikliğin, laikçilik biçimiyle bugüne kadar olduğu gibi uygulanmaya devam edilebileceğine de öyle. Hele tüm bu sorunların ortasında başlıca sorunun “başkanlık sistemine geçilmesi” ya da “kolluk kuvveti” baskısı ve zoruyla dayatmaların artırılması ihtiyacı olduğuna inanacak ve inandırılabilecek kişi bulmak zorlaşıyor.

Seçimler, parlamento “ahır” olmaktan çıktığı ya da bu yoldan Türkiye halklarının kurtuluşu olanaklı olduğu için değil, ama bu nedenle özel bir önem kazanmış durumda ve artık olan bitenden ve sınıf mücadelesi ve gelişmesinden en küçük bir şey anlamayanlar, çeşitli ulus ve milliyetlerden sömürülen halk yığınlarının birleştirilmesi yerine, başlıca ihtiyacın “kendimizi saymak”, “solun bağımsız duruşunu göstermek” ya da “birer aldatma aracı” olan parlamento ve seçimlerin “boykot edilmesi” olduğunu ileri sürebilir. Blok etrafında toparlanmakta olan halkın en ileriden birliği ve seçimlerden güçle çıkması geleceğin iyi bir hazırlığı olacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑