TKP’nin Sınıf Mücadelesiz Dünyası

TKP’nin eski Genel Başkanı Aydemir Güler, son haftalarda, bir bakıma son bir yıl içinde EMEP’le girdikleri “güç birliğini” de kapsayan, ama asıl olarak EMEP’in çizgisiyle hesaplaşmayı amaçlayan uzun bir yazı yayımladı.

Yazını başlığı; “Solda Nefret: EMEP’in TKP’ye Bakışı”(!)

Aydemir Güler gibi. uzun zaman genel başkanlık da yapmış, TKP’nin önde gelen bir yöneticisinin, EMEP’le bir “hesaplaşmaya girmesi”, Emek Partisi’nin çizgisine yönelik eleştirilerini açıkça sergilemesi elbette hem tartışılmaz hakkı, hem de mücadele için geliştirici bir etkendir. Ancak bu yazının daha başlığında “Solda Nefret” diye başlaması hem tartışmadan beklenen amacı gölgeleyen hem de tartışmayı daha baştan sığlığa, sen ben çekişmesine indirgeyen bir tutumu çağrıştırmaktadır. Dahası başlığın ikinci cümleciği olan “EMEP’in TKP’ye Bakışı” da kulağı tersten göstermektir. Hani bir sözcük oyunuyla konuyu ilginç hale getirmek için yapılmış dense bile, cümle “nefret”le başlayınca bir polemik içinde olabilecek sözcük oyunları bile işe bir “çarpıtma”yla başlandığı duygusu uyandırmakta, dahası niyetin “iyiliği” konusunda kuşkuyu artırıcı olmaktadır. Ve yazının ilk paragrafları, bu başlığa gelmek için hayli uzatılmıştır. Öyle ki, kim böyle bir yazı yazsa, “Biz şöyle desek hemen soldan şöyle itirazlar geliyor” diyerek ülkenin başlıca sorunlarını sıralayan paragraflarla, kendilerini, pek “sevdikleri” sol camianın dışına çıkararak, “sola yönelecek eleştirilerin” hedefi olmaktan kendilerini sakınan bir tarz benimsenmesi de daha giriş bölümünden itibaren Güler’in yazısının zaafı olarak ortaya çıkmaktadır.

Çünkü yazıyı bütün olarak okuduğunuzda Özgürlük Dünyası, Evrensel gazetesi, çeşitli internet sitelerindeki yazılar, Hayat Televizyonu’ndaki röportajlar, bazı panel ve meydan konuşmaları, EMEP üye veya yöneticisi olarak bilenenlerin dışında, Ertuğrul Kürkçü’nün söylediklerinin bile EMEP’e mal edilip, EMEP’in onca yayınından durumu karşılayan bir cümle bile aktarmayan yazarın yazısında “solda tartışmaların nefretle yapıldığını” başlığa çekeceği bir şey yoktur.

EMEP üyelerinin TKP’ye yönelik eleştirilerinde “EMEP’in solda nefreti körüklediğine” kanıt olacak tek bir paragraf, tek bir cümle bile yoktur. Tabii TKP eski başkanı eleştiriyi “nefret körükleme” olarak almıyorsa! Tersine bu eleştirilerde, hem birlikte yürünüp hem de birbirini eleştiren  siyasi çevrelerin üsluplarını aşacak şeyler yoktur. Üstelik bunlar Aydemir Güler’in Emek Gençliği ve TKP’li gençler arasındaki tartışmaları, “sen şunu yaptın bunu yaptın” diyerek yaptığı zorlama alıntılara karşın “solda nefreti körükleyen bir tartışma” değildir TKP’ye yönelik eleştiriler.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Güler’in yazısında en sert sözler, Güler’in kendi yorumu olarak alıntılara yakıştırdığı “nefret”e dair söyledikleri ve “provokatör” suçlamalarıdır.

Ancak şöyle bir gerçek vardır. EMEP ile TKP “ayrı dünyaların” partileridir. Programları, devrim stratejileri, sınıflar mücadelesi karşısındaki tutumları, taktik mücadele çizgileri, sosyalizm anlayışları, hatta hitap ettikleri sınıflar ve toplumsal güçler farklıdır. Ve Aydemir Güler’in EMEP’i eleştirdiği konularda, EMEP’in tutumunu yanlış anlaması ve doğru anladıklarını da reddetmesinin nedeni iki partinin farklı sınıfların dünya görüşleri ve siyasetlere sahip olmalarındandır. “Ne olacak hepimiz solcuyuz” demekle de bu farklılıklar ne aşılabilir ne de önemsizleşebilir.

Bu durum elbette yazarı zorlayan da bir durum!

Eğer yazar yazısını, “EMEP’in TKP’ye bakışı” olarak değil de “TKP’nin EMEP’e bakışı” üstünden yazsaydı, belki eleştirilerinde yine zorlanırdı, ama lafı bu kadar uzatmak zorunda kalmaz, okuyan açısından da “demek ki TKP şunu, EMEP de bunu savunuyormuş” fikir açıklığı sağlanmış olurdu. En azından okur, “TKP şu konularda bunları savunuyormuş” diyebilirdi. Çünkü Aydemir Güler’in yazısı “EMEP’in TKP hakkındaki görüşü”nden çok, TKP’nin EMEP karşısında ne kadar haklı olduğunu göstermek için yazılmış! Dolayısıyla yazısının başlığındaki cümlecik, “TKP’nin EMEP’e bakışı” olsa, belki söylenenlerin yanlışlığı değişmez ama anlatmak istenen kesinlikle daha kolay anlaşılırdı.

Başlık üzerine lafın fazlaca uzadığı söylenebilir, ama Aydemir Güler’in, bütün yazısını, dönüp dolaşıp; “EMEP, TKP ve sola nefreti körükleyen parti” olduğu fikrine oturtmak istediği dikkate alındığında, bu ön açıklama ister istemez zorunlu olmuştur.

Ama burada, bundan sonra söyleneceklerin daha anlaşılır olması için şunları da eklemek gerekmektedir.

Bu yazı Aydemir Güler’in söylediği yanlış ve haksız her şeye yanıt vermeyi amaçlamadığı gibi, yazı içinde polemik sınırlarını aşarak, (hatta tartışma terbiyesini de diyebiliriz) hem Özgürlük Dünyası’nın editörünü hem de Güler’in yazısında adı geçen yazarları küçümseyen nitelemelerine burada ayrıca yanıt vermeyeceğiz. Gerek görürlerse, buna o nitelemelerin muhatabı arkadaşlarımız gerekli yanıtı vereceklerdir. Ve tabii burada, gençlik mücadelesi, 1 Mayıs vb. gibi pratik mücadele ve bunlar üstünden taktik tartışmalarına bu yazı çerçevesinde sadece anlayış açısından kimi vurgular yapılmakla yetinilecektir. Ama EMEP için üstünkörü söylenen, daldan dala konan alıntılarla kafa karışıklığı yaratma, biraz daha yakından bakıldığında kendi tabanına yanıt verme ihtiyacından kaynaklandığı duygusu veren “EMEP eleştirilerine” burada belli başlıklar altında yanıt vereceğiz. Ki, TKP’nin nelere karşı çıktığı, EMEP’ten neden rahatsızlık duyduğu, sorunun bir nefret ve sevgi sorun olmayıp; bir dünya görüşü sorunu olduğu gerçeği ortaya çıksın!

TKP’NİN HER DERDE DEVA ‘SOL’U NASIL BİR SOLDUR?

Yazı daha baştan itibaren, her şeye kadir, her şeyi kapsayan bir “sol”, “solda şu”, “solda bu” diye başlıyor. Ve bir yandan tüm olumlulukların, devrimci değerlerin taşıyıcısı ve kaynağı olan bir “sol”dan söz edilirken öte yandan olumsuz ne varsa, bazen solun TKP’nin içinde olmadığı bir kesimine, bazen yine TKP’nin içinde olmadığı bir başka kesimine yükleyen bir tarz benimsenerek, “sol”dan yakınılıyor. Kısacası yazı boyunca “sol” lastik gibi her bir yana çekiştiriliyor.

TKP, Ortadoğu’da emperyalizmin inisiyatifi ele geçirme tehlikesine ve bu olasılığın ne anlama geldiğine dikkat çekerek yeni bir tartışma düzlemine geçmeyi mi deniyor; solda birileri hemen ortaya atılıp “halkların mücadelesini ihmal etmemek” gerektiğini söylüyor,…

TKP, 1 Mayıs’ların siyasal içeriksizliğine dikkat mi çekiyor,… birileri fırlayıp (yine solcular kast ediliyor İ.Ç) “sendikaları ve geniş kitleleri dıştalamamak” gerektiği yolunda, ilkokul düzeyinde bir argümanla tartışmayı engelliyorlar. …

Yukarıdaki liste uzar gider. Konumuza gelmek için listeyi bir yerde kesmek zorundayım. diyerek Aydemir Güler sürdürüyor sözlerini.

Ortalığa söylenmiş gibi duran bir takım lafların dönüp solun bir kesimi için ya da dolaylı olarak EMEP için söylendiğini görüyoruz.

Türkiye solunun bu kesimlerinin tamamı liberal sapma içinde sayılamaz. Ancak Çulhaoğlu’nun sol liberalizme atfettiği etki, yaygın bir tanımlama için de pekala kullanılabilir(!)(Gülerin aynı yazısı) gibi, değerlendirmelerle de, TKP dışındaki “sol”un bazı kesimlerinin de “iyi” olabileceğine dair saptamalar yapılıyor.

Bu yüzden de Güler ve TKP ile önce bu ne olduğu belirsiz “sol” kavramı üstünde tartışmamız gerekiyor. Çünkü “sol” kavramı, özellikle 1960’lardan beri, siyasal yelpazede sadece bir yere karşılık gelmiyor, (böyle olsa tartışmaya değmezdi) Marksizmin en temel kavramlarını muğlaklaştıran ve Marksist teoriyi piyasalaştıran, sınıfı, sınıf mücadelesini siyaset alanının dışına atan bir tutuma karşılık geliyor. Bu yüzden de “sol”la tanımlanan ideolojik siyasi tutum, TKP ve bütün diğer liberal ve popüler sosyalizm akımlarıyla Marksist sosyalizm arasındaki ayırımın da ana ayrım çizgisini oluşturuyor.

Sözü biraz uzatma pahasına bu tartışmayı burada yapmak durumundayız. Çünkü TKP’nin sosyalizm anlayışının, Marksist sosyalizmle taban tabana zıtlaşmasının referansları “sol” ve ona yüklenen içerikte saklı.

Bu yüzden de “sol”un son yarım yüzyılda kazandığı içeriğe kısaca değinmekte yarar olacaktır.

Şöyle ki; bugün tam bir piyasa kavramı haline gelmiş olan “sol” kavramı, Marksist literatürde genelde “olumsuz” anlamda, Marksizmden “sol”a sapmalar için kullanılır. Genellikle de bireysel terörizmi siyasi mücadelenin asıl aracı olarak kullanmayı amaçlayan siyasi tutumları adlandırmak için kullanılmıştır.

Bizde “sol”, 1960’lı yıllarda cuntacı YÖN’cüler ile kendilerine sosyalist deme cesaretini gösteremeyen liberal sosyalist çevrelerce kullanılıp popülerleştirilmiştir. Yok efendim, “Fransız devrimi sırasında mecliste yoksullar solda, zenginler sağda oturur”muş da, ondan dolayı, “yoksullardan yana olanlara solcu, zenginleri savunanlara da sağcı denmiştir” gibi “şark kurnazı” kaba aktarmalarla “sol” “her derde deva” bir kavram olarak, ama kesinlikle “olumlu” değerlerin yüklendiği bir kavram olarak siyaset “piyasasına” sürülmüştür. Zaman içinde de sosyal demokratlardan terörizmi benimseyen ya da Marksist sosyalistlere kadar her akımın “sol” sayıldığı bir siyaset piyasası oluşturulmuştur. O günden beri de “sol”, sermaye propagandacılarının, en pespaye “solcuları” göstererek, “sol” diye nitelediği, herkesi aynı çuvala koymasının dayanağı olduğu gibi aynı zamanda az çok uyanan emekçileri, işçileri “solculuğun kadim partisi” CHP’ye yedeklemenin dayanağı yapılmıştır. Öyle ya; madem herkes solcu, neden koca solcu CHP varken solun oyları bölünsün ki!

Az çok ciddiye alınacak her felsefi akım, en başta da Marksizm, bir kavram öne sürerken, o kavramla daha önce açıklanmayan, anlaşılamayan olay ve olguların anlaşılmasını sağlamayı amaçlamıştır. Aksi halde yeni her kavram yeni gereksiz bir laf demektir. Bu açıdan bile “sol”, yön belirtme dışında ya da sapmayı belirleme dışında yeni bir şey anlatmamaktadır. Ama tersine daha önce üstünde anlaşılmış olan, sosyalizm, sosyal demokrasi, komünizm, sınıf mücadelesi vb. gibi pek çok kavramı siyaset alanının dışına sürmenin yolunu açarak, sığlığı ve bulanıklığı artırıcı bir rol oynamaktadır. Örneğin, “bu kişi solcudur” demek, o kişi hakkında bir şey söylemek değildir. Çünkü o kişi İngiltere eski Başbakanı ya da CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu gibi bir sosyal demokrat ya da Maocu, Marigellacı, Marcusçu, IMF Başkanı bir “sosyalist” Dominik Strauss Khan gibi bir liberal, dönek bir Marksist, bir anarşist, anarko sendikalist, bireysel terörist bir örgütün yandaşı vb. olabilir.

Emek Partisi’nin 2006 yılında çıkardığı Emek partisi nasıl bir partidir broşüründe, “EMEP sol bir parti midir?” sorusuna şöyle yanıt veriliyor:

Bugün politik arenada en çok kullanılan sözcüklerden birisi sol ya da sağ sözcükleridir. Ama yine, politikada en belirsiz ve en çok üstünde tepinilen sözcük de ‘sol’dur. Çünkü bugün bir partiyi ya da siyasi odağı ‘sol’ olarak tanımlamak aslında hiçbir şey söylememektir. Örneğin, ‘A partisi sol bir partidir’ denildiğinde; bundan, sosyal demokrasiden komünist partiye kadar akla gelebilecek her tür siyasi eğilimlerden birisini kastetmiş olabiliriz. Bu ise, hemen hemen hiçbir şey dememektir. Bir de sosyal demokrasinin ve eskiden kendisini Marksist, komünist gören siyasi mihrakların neo-liberalizme bağlandıkları, emperyalizm konusunda tümüyle saf değiştirdikleri göz önüne alındığında, sol, artık dünkü kadar bile bir ayrım nitelemesi olmamaktadır. Ama örneğin her seçim döneminde daha da ateşlenmek üzere ‘solcuların birliği’ gündeme getirilmektedir. Kendisine ‘solcu’ diyenlerin, kendisine sağcı diyenlere karşı birleşmesi gerektiği gibi bir varsayım üstünden masa başı projeleri gündeme getirilmektedir. Bugüne kadar bu konuda hiçbir gerçek adım atılamadığı halde, bunda ısrar edilmektedir. Bunda ısrar edenler örneğin CHP ile, DSP ile, Kızılelmacı ‘solculuk’la EMEP’in ve diğer, kendisine sosyalist diyenlerin birleşmesi gerektiğini iddia etmektedirler. Peki; ‘Çılgın Türkler’ milliyetçiliği ile sokaklarda insanları linç etmek için gösteri yapanların arkasındaki ‘solculuk’la, EMEP’in enternasyonal, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunması nasıl birleşecektir? Hele ortada çözülmesi gereken bir Kürt sorunu varken ve milliyetçilik gemi azıya almışken; bırakalım birliği, Kürt hareketi gerekçe gösterilerek, seçim ittifakı bile olanaksız olmaktadır. Kaldı ki, siyasi yelpazedeki her partinin ötekine göre sağda ya da solda olması bakımından da kavram anlamsızlaşmaktadır.

Elbette günlük dilde bu tür nitelemelerden söz etmek zorunda kalınmaktadır. Ama o zaman bile ‘tırnak içinde’ kullanmak gerekir. Çünkü ‘solculuk’ kavramı sosyalist literatürde ‘olumsuz’, Marksizmden, bilimsel sosyalizmden bir sapma, daha çok da sekter ve siyasette bireysel terörizmi esas alanlar için kullanılmaktadır. Bugün ise ‘sol’ nitelemesini, kendilerine sosyalist deme cesareti bile olmayan ve sosyalizmi de belirsizleştirerek kendi burjuva fikirleri doğrultusunda eğip bükenler ‘olumlu’ olarak, bir övünç ifadesi olarak kullanmaktadır. Bu yüzden de sol ya da solculuk bir belirsizlik olarak ortada dolaşmaktadır.

Ama şöyle denirse; sermayenin çıkarlarının en radikal savunucularının en sağda, komünizmin en gerçek savunucularının da en solda olduğu; bütün diğer akım ve eğilimlerin bunların arasında yer aldığı bir siyasi yelpaze yapılarak, ‘EMEP sol bir parti midir?’ sorusu sorulursa; bu soruya; ‘EMEP en soldaki partidir’ demekte hiçbir sakınca yoktur.

EMEP’in yaklaşımı budur ve TKP de Türkiye’de “sol”u en çok kullanan bir parti olarak bu eleştirilerin hedefidir.

EMEP ‘GÜÇBİRLİĞİ’NDEN NE ANLIYOR?

Aydemir Güler yazısına, “girizgâh”tan sonraki ilk başlık* olarak “EMEP Güçbirliğinde” (!) bölümüyle başlıyor. Referandumda “hayır” denilerek yapılan güçbirliğini “anlamlı” buluyor, ama bu güçbirliğinin dağılmasında, sorunu/sorumluluğu EMEP’e yüklüyor.

Solda seçimlerin işbirliklerine yardımcı değil, engel olduğunu söylemek durumundayız. Bu kez de öyle oldu ve seçim taktiklerine ilişkin, bahsi geçen sol parti ve hareketlerin dışındaki kesimleri ilgilendiren olasılıklar, cepheleşmenin de önüne geçti. Burada soyut konuşmanın anlamı yok. Cepheleşmeyi baltalayan ilk faktör, EMEP’in birincil seçim partneri olarak BDP’yi görmesinden ibarettir diyen Aydemir Güler, tartışmanın seyrinden hiç söz etmiyor. Çünkü o zaman, EMEP’in daha en başından; bu 3 parti ve 1 politik çevrenin referandum ya da başka bir iş için bir araya gelmesine “cepheleşme”  denmesinin doğru olmayacağını, böyle bir birliğin cephe olamayacağını, bunun aynı zamanda gerçek bir cepheleşme çabasını da baltalayacağını söylediğini ifade etmesi gerekecekti. Ama burada daha önemli olan, böyle bir “cepheleşme” ve birlik açısından, özellikle seçime giderken ve “nasıl birlik” ve “kimlerle birlik” tartışması sürerken, TKP’nin kendi ön koşulu olarak “BDP ile kesinlikle bir seçim ittifakı içinde olmayacağı” biçiminde yazılı bir dayatmayla gelmesidir. EMEP böyle bir dayatmayı kabul etmemiştir. Bunun yanlışlığını dili döndüğünce anlatmıştır. Öyle olup olmamasından bağımsız olarak, bir partinin, isminde “komünist” sıfatı bulunan bir partinin Kürt hareketiyle yan yana gelmeyi “kırmızı çizgimiz” olarak belirlemesinin yanlış ve anlaşılmaz olduğunu anlatmıştır. Ama Güler dönüp; “Cepheleşmeyi baltalayan ilk faktör, EMEP’in birincil seçim partneri olarak BDP’yi görmesidir” diyerek işin içinden çıkıyor. Gerçek ise tersidir. TKP, BDP’nin içinde olacağı bir seçim ittifakında olamayacağını açıklayarak, bu görüşmelerin akamete uğramasına yol açmıştır.

Ama EMEP, BDP ile birlikte olunmamasının bir koşul olarak ileri sürülmesini kabul etmemiş, bunun yanlışlığını anlatmıştır. Yer alıp almamanın BDP’nin bir tercihi olabileceğini, ama bunun olması için çaba gösterilmesi gerektiğini ifade etmiştir. BDP’nin olmayacağı bir seçim ittifakının belki olabileceğini, ama bunun ülkenin dinamik güçlerinin bir ittifakı olmayacağı için anlamlı bir ittifak olamayacağını her platformda savunmuştur. Ancak tartışma TKP’nin dediği aşamaya gelmeden, TKP, bu tutumu gerekçe edinerek tartışmayı bitirmiştir!

EMEP’in birlik, ittifak anlayışı için yine “Emek Partisi nasıl bir partidir?” broşürüne başvuralım. Bu broşürde “EMEP’in  ‘solda birlik’ diye bir sorunu yok mudur?” sorusuna şöyle yanıt veriliyor:

Siyaset; o anda karşıya alınan güçlere karşı, o an için çıkarları ortaklaşan güçlerin birleştirilmesi, mücadeleye çekilmesi sanatıdır. Bu nedenle de siyasette ‘birlik’ sorunu en yakıcı sorunlardan biridir. Ama birlik sorunu; kendilerini sol ve sağ sözcükleri ile tanımlayan siyasi odaklar arasında birlik sorunu olarak alınırsa, bugüne kadar görüldüğü gibi; birlik üstüne çok konuşulur ama ciddi adımlar atılamaz. Ama birlikten kast edilen; belirli talepler için çeşitli odakların bir araya gelmesi ve o taleplerin elde edilmesine kadar aralarında ittifak oluşturulması* ya da seçim dönemlerinde olduğu gibi, seçim ittifakları yapılması ise, EMEP elbette bunları yapmak için çaba harcamaktadır; bundan sonra da bu konuda elinden geleni yapacaktır. Burada da belirleyici olan o siyasi partinin, o siyasi odağın kendisini ‘sol’ ya da sağ olarak tarif etmesi değil; üstünde ortaklaşılan taleplerdir. Örneğin bugün Türkiye’de, Kürt sorununun demokratik çözümü, gerçek bir laisizm, anti-emperyalizm ve işçi sınıfının, emekçilerin haklarına yönelik saldırıların karşısına çıkmak, IMF, Dünya Bankası sultasına son verecek bir ekonomik program etrafında birlik zorunludur. Ama örneğin CHP’den İP’e soldan en çok söz eden partiler, ‘Kızılelma solculuğu’ böyle bir birlik platformunun dışında kalmaktadırlar. Hatta sadece Kürt sorunu ya da gerçek bir laisizm talebi ile ‘solda’ görünenlerin pek çoğu birlik platformu dışına düşmektedir. Ama örneğin kendisini ‘sol’ olarak tarif etmeyen DTP böyle bir birlik platformunun içinde kalabilmektedir.

Kısacası birlik sorunu; genel olarak ‘solun birliği’ değil; ‘şu şu talepler etrafında birlik’ sorunudur ve EMEP de, sorunu böyle görmekte; ortaya üstünde birleşilmesi gereken talepleri koymakta; partilerin kendisini sol ya da sağ diye nitelendirmesine bakmadan o talepler etrafında birliği savunmaktadır. Ve elbette ki EMEP; sadece partileri değil; sendikalar ve emek örgütleri başta olmak üzere işçilerin, emekçilerin ekonomik, kültürel, sosyal karakterli örgütlerini de bu birliklerin unsuru olarak görmektedir.

“EMEP’in programında birlik sorununa yaklaşım şöyle devam etmektedir: Emek Partisi bütün farklılıklarına ve eleştirilerine karşın, diğer siyasi partilerle, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda güç ve eylem birlikleri yapacaktır.

Emek Partisi her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi destekleyecektir…

Emek Partisi yalnızca ülke içinde değil, uluslararası planda da, bütün ülkelerin devrimci demokrat hareketleri arasında, emperyalizme ve tekelci kapitalizme ve gericiliğe karşı birlik sağlanması için çalışacaktır.

Bu genel yaklaşımlar dikkate alındığında;

1-) TKP’nin sınıf mücadelesi anlayışı, sınıf dışı bir anlayış; siyasi çevreler arasında bir itiş kakış halidir:

Yukarıdaki alıntıdan açıkça anlaşıldığı gibi, EMEP için birlik sorunu, belirlenen hedefe varmak için o hedefe varmak isteyecek ve bu amaçla nesnel bakımdan bir araya gelebilecek tüm güçleri bir araya getirme mücadelesidir. TKP ise, tersine, yalnızca şu şu partiler (çevreler) bir araya gelsin, onlarla ne yapacağımızı kararlaştıralım demektedir. Tabii bunu bir adım olarak söylese, yine de anlaşılırdır. Ancak TKP, o hedefe gidebilecek güçleri “solcu”/”bir arada olunabilir” ve “sağcı” ya da Kürt hareketine ilişkin değerlendirmesinde olduğu gibi “bir arada olunmaz” güçler olarak ayırmakta, sadece kendince “solcu” olanlarla birlik olmayı benimsemektedir. O zaman da TKP; “şunlar varsa ben yokum” diyen “seçmeci”, “solcuların birliği” ile sınırlı, toplumdaki sınıfların ve birbiriyle çatışma içindeki toplumsal kesimlerin (etnik, din, mezhep, cins, sınıf farklılıkları gibi) talep ve ihtiyaçları dışında bir birlik anlayışı gündeme getirmektedir.

Bu anlayış; seçimlerde “BDP’yle olmamayı” kendisi için “olmazsa olmaz koşul” olarak öne sürerken, işi, 1 Mayıslarda “sağcı” kategoride tanımladığı Türk-İş, Hak-İş, Kamu Sen gibi sendikalarla bir arada olmamaya, hatta seçimlerde sevmediği tutumlardaki (ahlaktaki) vatandaşlardan “oy istememeye” kadar varmaktadır.

Bu anlayış, kendisini, TKP’nin sınıf mücadelesi ve devrim anlayışında çok daha açık biçimde ortaya koymaktadır.

Hiçbir yerde bu açıklıkla yazarak ifade etmese de, TKP için devrim, TKP’lilerin sayısının artırılmasıyla, nüfusun “çoğunluğunun en azından TKP’yi destekler hale gelmesiyle mümkündür. Bu yaklaşım, TKP’yi bir yandan parlamentarizmin kucağına iterken*, öte yandan da sınıf mücadelesi dışında bir parti olmaya zorlamaktadır. Onun nedenle, TKP, yönetiminde sağcıların olmadığı sendikaların, ÖSYM mağduru sağcı öğrencilerle “milliyetçilikle malûl” gördüğü Kürtlerin olmadığı, en azından “kendi belirleyip seçtikleri”yle bir arada olacağı bir mücadeleyi tercih etmektedir. Bu anlayışın devrimi de, sömürülen ve ezilen kitlelerin değil ama TKP’lilerin eseri olarak görmekten kaçınamayacağı apaçıktır.

’60’lı yıllarda “devrim devrimcilerin eseridir” diyen modern revizyonizmin kefareti “solcu” anlayış, aradan geçen yarım yüzyıl sonra, TKP’de parlamentarizme bulanmış bu haliyle, o dönemin “devrim” anlayışının karikatürü olarak kristalize olmuştur. Onun içindir ki TKP, çeşitli “sol” çevreler ve işçi sınıfının “solculaşmış” ve ne yazık ki “solculaşırken” de sınıfın ana kitlesinden kopmuş, bürokratik, “solcu” bir mücadele anlayışına savrulmuş kimi unsurları dışındaki kesimleriyle talepler etrafında bir mücadeleden kaçmaktadır. Bahanesi de hazırdır: Bunlar gericidir, dincidir, milliyetçidir! Bu nedenle TKP, sınıf mücadelesinin nesnel ihtiyaçlarını gözeterek hareket etmemekte, taktiklerini buradan geliştirmemekte; ama reformasyona uğratılarak, sistem içi, parlamenter formlar kazandırılmış “devrimci”, “sol semboller”, belirlenmiş “sol çevreler” ya da kimi sloganlar etrafında kurulan birliklerle kendini sınırlamaktadır.

Bu yüzden de TKP’nin “sınıf mücadelesi”, karşıt sınıflarla ulusal vb. çeşitli toplumsal güçlerin, işçi sınıfının ve öteki toplumsal kesimlerin yer almadığı, tersine ancak çeşitli sol parti, çevre ve kişilerin kendilerine yer bulabildiği, bunların karşı devrimci başka siyasi güçlere karşı mücadele ettiklerini sandıkları bir mücadeledir. Bu anlayışla, sınıf mücadelesi, kaçınılmaz olarak önce sağcı parti ve çevrelerle solcu parti ve çevrelerin slogan düzeyinde tartışmasına indirgenirken, “sol içindeki” mücadele de sol grupların birbiriyle itiş kakışına indirgenmektedir.

Ve Güler, partisinin sınıf mücadelesi anlayışının tipik ifadesi olan sol grupların sürekli birbiriyle itiş kakış halinden yakınmaktadır.

2-) TKP, “akademik bir sosyalizm” anlayışını savunmaktadır:

Bu yazının ağırlıklı bölümünü oluşturan TKP’nin sınıf mücadelesi karşısındaki tutumu, gerçekte onun sosyalizmden ne anladığı ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Çünkü devrimi yığınların eseri, sosyalizmi işçi sınıfının kuracağı bir düzen olarak gören Marksist devrim ve sosyalizm anlayışına sahip olan bir parti; sınıf mücadelesinin kendisine dayattığı görevler karşısında bu görevlerden bazılarını, ne yazık ki en önemlilerini, “ayağına çamur bulaşacağı”nı düşündüğü için elinin tersiyle itmez, tersine bu alandaki mücadeleyi, sınıfı, mücadele içinde eğitilip, öteki ezilen ve sömürülen toplumsal sınıf ve tabakalarla birleşip ilerleyeceği, ülkeyi yöneten bir güç (bilinç, örgütlenme düzeyi ve özgüven olarak) olarak örgütlemeyi amaçlar.

Şimdi Güler ve TKP önde gelenleri, “Biz de öyle yapıyoruz” diyebilirler. Ancak gerçek böyle değil. İşte 1 Mayıs’taki tutumları*. 1 Mayıs’taki tutumlarının yanı sıra seçim taktikleri, gençlik mücadelesi içindeki tutumları, tam da bu mücadeleye “sol kesim”in dışarıdan katılıp, “mücadeleyi lekeleyen kesimlerin” katılmaması, bunların mücadeleyi kirlettiklerinin düşünülmesi ve devrimin kitlelerin değil, tersine “solcuların”, dahası “komünistlerin” eseri olduğu fikrinden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım, TKP’nin en yakın çevresinden çıkan ve herhalde TKP’nin denetimi ve izniyle de yapılan “Devrimden Sonra” filminde çok açık biçimde ortaya konmuştur. İşçisinden askerine, köylüsünden orta sınıf vatandaşa hiç kimsenin haberi olmadan yapılan ve sonrasında olacakları ilan eden devrim anlayışı, açıkça bir film olarak ortaya konmuştur. Gerçi TKP önde gelenleri filmin böyle eleştirilmesine çok kızıyorlar, ama bu film kendi eserleridir. Hani başkası yapsa, denir ki, “TKP’ye kara çalmak için yapıldı!” Ama öyle değil. Filmdeki devrim ve kitle ilişkisi anlayışı; 1 Mayıs, seçim taktiği, üniversite mücadelesinde de görüldüğü gibi, bulundukları her yerde kitle mücadelesi karşısında aldıkları seçkinci, “yukarıdan” tavırla tam bir uyum içindedir. Bu yüzden de bu film; TKP’nin “devrim” algılamasını, yığın mücadelesiyle devrim anlayışının ilgisizliğini ve TKP’nin sosyalizm anlayışının işçi sınıfıyla hiçbir bağlantısının olmadığını çok başarılı biçimde ortaya koyan bir sinema eseridir! Bu filmde, sosyalizm açıkça; yığınlardan kopuk, “yukarıdan”, adeta bir askeri darbe gibi ve “komünistlerin” yaptığı bir “devrim” olarak konmaktadır. Bu yüzden de filmdeki “şu ev senin”, “bu fabrikalar şunların”, “bundan böyle şöyle yaşayacaksın” diye herkese ulufe dağıtır gibi davranan devrimcileri varsayan ve Marksist sosyalizm anlayışıyla hiçbir biçimde bağdaşmayan sosyalizm anlayışı, aslında TKP’nin sosyalizm ve sınıf mücadelesi anlayışının çok rafine bir ifadesidir.

Komünistler dışında hiç kimsenin haberinin olmadığı, radyolarla, işyerlerindeki hoparlörlerle duyurulan; emekçilerin, halkın beklentilerine yukardan yanıt vermeyi amaçlayan bir devrimdir bu. Ve kaçınılmaz olarak bu devrimin iktidarı da “TKP’nin iktidarı”dır. Ve TKP’nin iktidara geldiğinde neler yapacağını anlatmaktadır bu film. Tıpkı Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun halka, “Beni iktidara getirirseniz size şunları vereceğim demesi gibi!*

Hatırlayalım; Leninizm ve Troçkizm arasındaki “sosyalizmin proletaryanın diktatörlüğü mü olduğu, yoksa partinin diktatörlüğü mü olduğu” tartışması tam da TKP’nin anlayışının eleştirisidir. Troçki ve yandaşları sosyalizmi “partinin iktidarı” olarak anlarken, önce Lenin ve ardından da Lenin’i ve Marx’ı referans alarak Stalin ve SBKP, sosyalizmi “işçi sınıfının iktidarı” olarak ele alırlar. Partiyi, Sovyetleri, sendikaları, tüm öteki başlıca işçi, emekçi örgütlerini işçi iktidarının bileşeni olarak görürler. TKP ise, ortaya koyduğu anlayışla, bu tartışmada partinin iktidarıyla işçi sınıfının iktidarını aynılaştırmaktadır. Bu yüzden “komünist” partinin, kapitalizm koşullarında, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfları eğitme, birleştirme; bilinç ve örgütlenme düzeylerinin ülkeyi yönetecek bir düzeye gelmesi için hayatın her alanında, hiçbir imkanı küçümsemeden mücadelelerinin örgütlenmesi gibi bir sorunu yoktur. Tersine, “okuyarak” ya da bir biçimde sosyalizmi öğrenen kişilerin TKP’ye katılması ya da onu destekleyen bir konuma gelmesi yeterlidir. Hele bir de, nereden geleceklerse, “500 bin boyun eğmeyen kişi” bulurlarsa tamamdır! Örneğin D. Perinçek, zamanında A. Türkeş, günümüzde D. Bahçeli’nin de tabii ki kendi kavillerince boyun eğmediklerini akıllarına getirmeden peşine düştükleri “boyun eğmeyenler” arayışının kapitalist toplumu dönüştürecek başlıca güçle ilgilenmediği öylesine açıktır ki; tüm nesnelliğiyle komünizm yapıcısı olan sınıf değil, boyun eğip eğmemek türü ahlaki, haydi diyelim ki siyasi kategoriler hareket noktası edinilmektedir. İşçi sınıfının ana kitlesinin ve öteki emekçi kesimlerin kazanılması gibi bir sorunu yoktur TKP’nin. Eğer öyle olsaydı; her toplumsal mücadelede hemen “sol”-“sağ” ayrımı yaparak yürümek yerine, sağın; gericiliğin etkisindeki işçi ve emekçi yığınları ortak talepleri etrafında birleştirerek, sermaye güçlerine karşı (dün yandaşı olduğu partiye, devlet güçlerine, gerici odaklara karşı) harekete geçirecek bir mücadele anlayışına sahip olurdu. Ki bu durumda, mücadele stratejisini, “solcu”-“sağcı” ayrımı üzerinden değil, dönüştürücü toplumsal güçleri sömüren-sömürülen, ezen-ezilen karşıtlığını esas alarak örgütleyen, bugünün sermaye güçlerinin yedeğindeki emekçi yığınları yarının sosyalizmini kuracak güçlere dönüştüren bir mücadele üzerinden kurardı. Böyle olsaydı, EMEP’in “ittifaklar” ve “cephe” anlayışına saldırarak, etkisiz ve sınıfsal dayanaktan yoksun “sol cephe” anlayışına dayanak aramak yerine, EMEP’in ne dediğini anlamaya çalışırdı. Ve o zamanda tartışma, Güler’in deyimiyle sadece “keyifli” olmaz, aynı zamanda herkes için öğretici ve ilerletici olurdu.

Kısacası EMEP, işçi sınıfının, proletaryanın iktidarı olan bir sosyalizmi, proletarya sosyalizmini, aynı anlama gelmek üzere bilimsel sosyalizmi, Marksist sosyalizmi savunmaktadır. Bunun gereği olarak da EMEP, programı ve stratejisiyle sıkı biçimde bağlı olarak, tüm taktiklerini işçi sınıfını eğitmeyi, onu sosyalizmi kuracak bir güç olarak eğitip örgütlemeyi gözden ırak tutmadan geliştirmekte; bütün güncel görevlerini, bu stratejik hedefine uygun olarak biçimlendirmeye çalışmaktadır. TKP ise, okunarak (daha çok da kulaktan dolma ve sol piyasadan) öğrenilen ve sosyalizmi “öğrenenlerin” TKP’ye katılarak devrimi yapacakları bir sosyalizm, bir türden “okulcu” ya da “akademik sosyalizm”* diyebileceğimiz küçük burjuva bir sosyalizm anlayışını savunmakta, bu yüzden de EMEP’in yapmak istediğini anlamamakta ya da tümüyle yanlış anlamaktadır. Onun içindir ki, TKP, EMEP tarafından kendine yönelik eleştirileri de “solda nefreti körükleme” gibi politikada sadece kişisel düzeyde anlamlı olabilecek nitelemelerle açıklamaya çalışmaktadır.

ULUSAL SORUN, TKP’NİN MİLLİYETÇİLİĞİ VE KÜRT SORUNU

Ulusal sorun, en azından 20. yüzyılın başından beri (emperyalizm çağı ile birlikte), enternasyonalist bir sosyalizm anlayışına sahip olmayan sosyal demokrat, sosyal şoven, burjuva sosyalizm akımlarının temsilcileri tarafından netameli bir alan olarak görülmüştür. Ezilen ulusların başkaldırıları, bu burjuva sosyalizminin temsilcileri tarafından bazen “anayurdun savunulması”, bazen “ezilen ulusun emperyalizmin dümen suyunda olması”, bazen “ezilen ulus milliyetçiliğinin işçi sınıfının birliğine vereceği zarar” gibi bahanelerle karalanmıştır. Ve bu ve benzeri gerekçelerle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söz konusu “kutsal değerler” adına ayaklar altına alınmış; işçi sınıfı ve sosyalizm adına ezen ulus burjuvazisinin (yeri geldiğinde “anayurdun savunulması” adına emperyalist kamplardan birinde) ezilen ulusun (ulusların) üzerine yürümesi ve zoru benimsenebilmiş, bazen hatta teşvik edilmiştir!

EMEP’in bilmeden yazıp çizdiği konulardan biri de, ulusal sorundur” diye başlıyor TKP’nin eski Genel Başkanı, yazısının “EMEP Ulusal Sorunda”(!) başlıklı bölümüne. Ve her başı sıkıştığında da “EMEP’in Lenin’i yanlış okuduğu”, “sonuna kadar okumadığı” gibi laflarla herhalde genç TKP’lilerin “ulusal sorunda TKP’nin nasıl bir yerde durduğunu” merak eden kesiminin sorularını baskı altına almak istiyor.

Elbette biz TKP’nin önde gelen kadrolarının Lenin’i okumadıklarını ya da sonuna kadar okumadıklarını söylemiyoruz. Yazdıklarından belli olmasa da, “okuyorlar”dır! Ama Marksizmin, Leninizmin en büyük çarpıtıcılarının (Bernstein, Kautsky, Buharin, Kruşçev, Gorbaçov… gibi) da bu “okuyanlar” içinden çıktığını biliyoruz. Çünkü Marksizm Leninizm sadece okunan bir metin olarak kaldığında, hayatın pratiği içinde her gün yeniden özümsenmediğinde, sadece okumuş cahiller kategorisini (tabii bunu iyi niyetle yaparsanız) kalabalıklaştırmış olursunuz. Aydemir Güler, bu kategoriye girmeye çok hevesli görünüyor. Ve “akademik sosyalizm” nitelemesini hak etmek için elinden geleni yapıyor görünüyor.

Türkiye’de sosyal şovenizmle, bırakalım proleter enternasyonalizmini, bırakalım Marksist sosyalizmi, tutarlı demokrat olmayı bile ayıran bir mücadelenin sıcak biçimde sürdüğü koşullarda TKP’nin önde gelen bir şahsiyetinin (kuşkusuz TKP’nin de) ulusal soruna bu kadar uzak, bu kadar yabancı olması, bu kadar anlamaz gözlerle bakması anlaşılır değildir.

Burada “bu kadar kitaptan bakmamak olur” “suçlaması” yapmamızı okur yadırgamamalı. Çünkü Güler burada, kitaptan bile bakmıyor.

Çünkü Güler kitaptan bile baksa, en azından ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayı, “taktik bir sorun” iddiasını öne sürerek, ilkesel olarak reddetmezdi!

Şunları söylüyor Güler yazısında:

EMEP, Sovyet sonrası dünyada ulusların kaderlerini nasıl tayin ettikleri hakkında ne demektedir? Yirmi yıldır halkların çıkarına, işçi sınıfının ağırlığının artmasının eşlik ettiği, bu anlamda ilerici, emperyalizmi gerileten, özgürlüğü yakınlaştıran, milliyetçiliği baskılayan bir tayin olayı yaşanmış mıdır? Sovyetlerin var olduğu dünyada, anti-emperyalist bir ilerlemenin parçası olan kendi kaderini tayin pratiği, neden emperyalizmin lehine tecelli etmektedir?

… Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkını evrensel, genel geçer bir ilke olarak değil, dönemsel bir devrimci taktik olarak formüle ettiğini görmek için yüzeyden derinlere gitmek bile gerekmez. Sadece yarım yamalak okumak yerine baştan sona okumak yetecektir.

… Üçüncü evrede ise ulusal süreçler üstündeki genel emperyalist etki artmıştır.

EMEP, …  emperyalizmin manipüle ettiği, yeniden biçimlendirdiği dünyada halkların özgürlük mücadelesini aramaktadır.

TKP’nin, içinde bulunduğumuz evrede ulusal dinamikler üstünde emperyalizmin daha geniş olanakları olduğunu bilmesi, bu dinamiklere kayıtsızlık veya düşmanlık üretmesine neden olmamaktadır. Ancak eski dil, yöntem ve araçların Marksist-Leninist yönteme dayanarak yenilenmesi gerekmektedir.

Bu kadar uzun bir pasajı bu önemli konuda Güler’in ne dediği kendi ağzından anlaşılsın diye aktardık. Ancak, tarihsel referanslara atıflarla genellemeler yapan Güler, sonunda bütün Marksizm çarpıtıcılarının gerekçesine sığınıyor: “Ancak eski dil, yöntem ve araçların Marksist-Leninist yönteme dayanarak yenilenmesi gerekmektedir.

Bernstein’den Gorbaçov’a bütün revizyonistlerin gerekçesidir bu.

Burada şöyle bir sorun da var: Eğer bunu söylüyorsanız, demek ki henüz yeni bir yaklaşımınız yok demektir. Ama öyle değil, aslında Güler son 20 yılın (burada 20 yıl SB’nin çöküşünden sonraki dönemdir) ulusal mücadelelerini, emperyalizmin yedeğindeki, hatta onlar tarafından organize edilen girişimler olarak toptan mahkûm ediyor. Yukarıdaki uzun aktartmadan, Güler’in kafa karışıklığını yansıtan metinden anlaşılan tek şey bu. Ötesi, TKP şunu yapmaya çalışıyor.. kısmı ise işin hikâyesi.

Burada Güler’in iddiasını üç başlık altında ele alabiliriz.

1-) Ulusların kendi kaderini tayin hakkı taktik bir sorun mudur?

Aydemir Güler, Lenin ve Stalin’in “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nın “taktik bir sorun” olduğunu öne sürdüklerini iddia etmektedir. Bu doğru değildir. Marx’tan başlayarak, Lenin ve Stalin başta olmak üzere tüm gerçek Marksistler; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının”, ulusların tartışılmaz bir hakkı olduğunu, her ulusun kendi kaderini serbestçe tayin hakkının tartışılamayacağını her vesileyle tekrar tekrar söylemişlerdir.

“Taktik” olan, yani tartışılan, bu hakkın kendisi değil, “bu hakkın ulus tarafından nasıl kullanıldığı”dır; taktik, hakkın kullanımına ilişkindir. Yani ezilen ulusun, kendi kaderini, ezen ulustan ayrılıp kendi devletini kurarak mı, özerklik, federasyon ya da başka bir biçim altında mı gerçekleştireceği taktiğin konusuna girerr. Burada Marksistler, bazen ayrılmayı savunmuşlar (Polonya’nın Rusya’dan ayrılmasını savunan Marx ve Engels, böylece Polonya proletaryasının bu ayrılmadan yararlanarak güç toplayacağını, aynı zamanda bu ayrılmanın Çarlığı zayıflatacağını söylemişlerdir.), bazen de ayrılmaya karşı çıkmışlardır. Burada Finlandiya’nın sosyalist Rusya’dan ayrılması ve Lenin’in bu konudaki tutumu öğreticidir.

Finlandiya örneği şöyle: Ekim Devrimi’nden sonra hâlâ Rusya sınırları içindeki Finlandiya’nın kendi kaderini tayin etmesi için yapılan referandumda, “ayrılma” kararı çıkar. Lenin, Finlandiya proletaryasının kendi burjuvazini izlemesinden üzüntü duyduklarını, Fin proletaryasının çıkarının Rusya proletaryasıyla birlikte sosyalizmi inşa etmekte olduğunu, ama Fin ulusunun ayrılma hakkına da saygı göstereceklerini söyler ve Sovyet Rusya Finlandiya’nın ayrılmasını tanır.

Bu örnekte de açıkça görüldüğü gibi, sadece teorik bakımdan değil, pratikte de ulusların kendi kaderini tayin hakkı taktik sorun değildir. Tersine bu konuda hiçbir tartışma yoktur. Zamana, ülkeye ya da başka koşullara göre değişen, “taktik” denebilecek olan, tayin hakkının nasıl kullanılacağıdır!

Türkiye’de de sermaye güçleri Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanımıyor. “Kaderinizi biz tayin ederiz; siz bizim tayin ettiğimiz alanda verebileceklerimizle yetinmelisiniz” diyor.

Demokrasi güçleri ve tabii ki Marksistler, proleter sosyalistler ise bunu tartışmıyor. Tersine, “bu hakkın kullanılması nasıl olursa Türk ve Kürt proletaryasının çıkarına olur; hakların kardeşliğini ilerletici olur? Bugün gönüllü birliğin şartları nedir?” – bunu tartışıyor. Ve TKP, bu tartışmanın dışında kalmakta ısrar ediyor. Ve kendisi öyle planlamasa da, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan sermaye güçleriyle aynı safa düşüyor.

2-) Tunus, Mısır, Libya,… halk isyanları devrimci karakter taşıyan isyanlardır:

TKP Tunus ve Mısır ayaklanmalarının sıcak olduğu günlerde isyanları destekler görünmüş, bu doğrultuda açıklamalar yapmıştır. Ancak TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, bu başkaldırıların emperyalizmin denetiminde, hatta onun organizasyonu olduğunu öne süren, halkı ve halk iradesini yok sayan ve bu isyanları karalayan yazılar yazmıştır. Öyle görünmektedir ki, Aydemir Güler de, Okuyan gibi, bu ayaklanmaları emperyalizmin çıkarına ayaklanmalar görerek bunlara karşı çıkmaktadır.

TKP, sınıflar mücadelesi, hiç de kendi kafasında biçimlendirdiği bir “proje” olarak cereyan etmediği için yanılmaktadır. Dahası, emperyalizmi her şeye kadir gören küçük burjuvazinin tipik gerekçelerinden hareketle baktığı için Arap-İslam dünyasında olanları anlamamakta ve bu yüzden de emperyalizme ve gericiliğe karşı çıkan demokrasi, özgürlük, iş, ekmek isteyen halkların mücadelesini daha baştan emperyalizme bağlanan mücadeleler olarak mahkûm etmektedir.

Ve bu tutumuyla Güler ve partisi, Bin Ali, Hüsnü Mübarek, Suudi Arabistan Kralı, Bahreyn Şeyhi ya da Yemen diktatöründen teşekkürü hak etmektedir! Zaten onlar da ayaklanmaların yabancı güçler tarafından çıkarıldığını söylemiyorlar mı?

TKP kendi tezini haklı göstermek için, Arap-İslam ülkelerindeki başkaldırıları Doğu Avrupa’daki doğrudan emperyalist ülkelerce organize edilen Sorosçu “renkli devrimler”le benzeştirerek mahkûm ediyor, ama bu iki gelişme ve kaldıracı olan hareketler tamamen farklıdır. Arap-İslam dünyasındaki halklar; emperyalizmin 30-40 yıldır en sadık uşağı olan başlarındaki diktatörlere karşı baş kaldırmışlardır. Belki de tarihlerinde ilk kez bu halklar, kendi ülkelerinin kaderine el koymak, kendi geleceklerine sahip çıkmak için ayaklanmışlardır. İktidarı ele geçirecek kadar organize değillerdir, ama ABD ve AB’nin işbirlikçisi de değillerdir. Tersine onlar, emperyalist sistemin en zayıf halkasındaki çelişkinin ileri ittiği halklar olarak hareket etmektedir.

Emperyalistler elbette, bu geniş halk ayaklanmalarının eski adamlarını çöpe atması karşısında görünüşte isyanları destekleyen bir mevziye çekilmişler, onları yedeklemek için girişimlerini artırmışlardır. Örneğin Libya ve Suriye’de bu doğrultuda baskılarını artırmış, Libya’ya silahla müdahalede bulunmuşlardır. Ancak burada lanetlenmesi gereken Kaddafi ya da Esad’a karşı ayaklanmalar değil, NATO ve Batı emperyalizminin halkların kendi geleceklerine sahip çıkmalarını önlemek ve “onlar adına kader tayin etmek” için yaptıkları müdahalelerdir ki, bu müdahaleler ayağa kalkan Arap halklarını ezmeye ve mücadelelerini bastırmaya yöneliktir.

“Arap dünyasında neler oluyor, işler nereye gidebilir; bizlere düşen nedir?” gibi tartışmalar olacaktır elbette. Ama tartışılmaz olan, halkların bu girişiminin Ortadoğu halklarının uyanışının işareti olarak anlaşılması ve halkların kendi kaderlerine sahip çıkmasının bir biçimi olarak, aynı zamanda örtük olarak antiemperyalist niteliğinin görülmesidir. Elbette; bu ayaklanmaların sadece Arap dünyasına has olmayıp (TKP öyle görüyor), emperyalist sistemin öteki zayıf halkalarında; Yunanistan, İspanya, Gürcistan, Türkiye gibi Batı dünyası ülkelerinde de yankılarının olduğunu anlamak da ayrıca önemlidir. Çünkü bütün bu ülkelerdeki hareketlenmeler, sistemin derinlerindeki aynı çelişkilerden güç almaktadır.

Bu ayaklanmalar sonuçta ne kadar başarılı olacaktır; müdahale ayaklanmaları söndürebilecek ve emperyalizmin bölge ülkelerindeki egemenliğini yenileyebilecek mi; yoksa bu ayaklanmalar sürecinde işçi sınıfı ve halklar kendi örgütlenmelerini yenileyip dünyanın antiemperyalist ilerici güçleriyle birleşmeye doğru mu ilerleyecek? Bunu şimdiden kestirmek zordur. Ama bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de sosyalist ve devrimci güçlere, demokrasi güçlerine düşen, bu halk başkaldırılarına şüpheyle bakmak, emperyalist gerici propagandaya malzeme sağlayan değerlendirmeler yapmak değil, antiemperyalist ve demokrasiden yana mücadelelerin güçlenmesi için elden geleni yapmaktır. En önemlisi de, bu ülkelere yönelik emperyalist müdahalelere karşı uluslararası düzeyde bir dayanışma çok önem kazanmıştır. Ancak TKP yukarıdaki alıntıda (Güler’in yazısı) ifade edilen yaklaşımıyla, ayaklanmaları emperyalizmin oyunu olarak görüp, (istemese de) bu ayaklanmaların hedefi olan diktatörlerle müttefik haline gelirken, dolaylı olarak da sistemin huzurunu isteyen emperyalistlerle aynı paralele düşmektedir. Bu zaaflı durumun ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununa yaklaşımla ilişkisi kuşku götürmez.

3-) Kürt sorununun çözümünde TKP milliyetçi bir çizgi izliyor: Uluslararası alanda tanık olduğumuz ulusal hareketleri tümüyle emperyalizmin yedeklediğini düşünen, bunları emperyalizmin lehine başkaldırılar olarak gören TKP, “içerdeki” Kürt başkaldırısına ise, bir yanıyla “cumhuriyet değerlerini savunma” adına, öte yanıyla da Kürtlerin mücadelesinin emperyalizmin Türkiye’yi bölmesine fırsat veren bir girişim olduğu gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Üstelik TKP bu alanda yalnız da değildir. CHP’den başlayarak, İP’e, Türk Solu’na kadar uzanan irili ufaklı çeşitli “sol” milliyetçi, soysal şoven (kendilerine, sanki farklı bir şeymiş gibi “ulusalcı” diyorlar) çevrelerin ideolojik baskısından da etkilenen TKP, sanki onlardan farklı bir söylem benimsiyormuş gibi görünse de, her tutum alınması gereken noktada, kendisini geriye çeken bahaneler bularak milliyetçiliğe savrulmaktadır. 12 Haziran seçiminde bu savrulma çok açık biçimde görülmüştür. Yukarıda ifade edildiği gibi, TKP, seçim ittifakı bakımından BDP ile birlikte olmamayı “ittifakın koşulu” olarak ilan etmiştir.

Tarihte hemen her dönemde görülen “milliyetçi sosyalizm” anlayışına sahip ya da sosyal şoven politikaları benimseyen partiler gibi, TKP de, konuştuğunda, genel olarak enternasyonalizm konusunda pek radikal bir söylem benimsemektedir. Ama iş Türkiye’de bu enternasyonalizmin gereğine gelip Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı tartışma konusu olunca, daha Kürtlerin bu hakkı nasıl kullanacağı sorununa bile gelinmeden; emperyalizmin Türkiye’yi bölme planlarından ya da ulusal hareketlerin günümüzde ilerici bir muhteva taşımadığından söz açılarak, genellemeler üzerinden bile Kürtlerin emperyalizmin aleti olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bu tez, aslında Türkiye’deki bütün milliyetçi solculardan en aşırı sağcı güçlere kadar her renkten gericiliğin ortak referansıdır. Bu, 87 yıllık cumhuriyet tarihinin de ana tezidir. Tek fark, bu tutuma sağcıların milliyetçilik, solcuların ise “yurtseverlik” (TKP yurtseverlik diyor) ya da ”ulusalcılık” demeleridir.

Oysa Türkiye gibi çokuluslu bir ülkede işçi sınıfının partisi iddiasındaki bir parti, Kürt sorununun demokratik çözümünü kendi programına almadan, bırakalım halkların kardeşliği ve ulusal hak eşitliğini, ittifaklar sorunu ve Kürt ulusal hareketiyle ittifakı, Kürt ve Türk kökenli işçilerin birliği sorununu çözmeyi bile gündemine alamaz. Bunun pratikteki anlamı ise, sınıfın sendikal düzeyde bile birliğinin gerçekleştirilememesi, sendikaların ve öteki işçi örgütlerinin işçilerin Kürt ve Türk kökenlerine göre biçimlenmesinden başka şey değildir. Bu yüzdendir ki, Türkiye’de Kürt sorunu, Kürt halkının ulusal mücadelesi; işçi sınıfı partisi ve sınıf örgütleri için bir “dış sorun” değil, işçi sınıfının birliği ve Türkiye’nin nasıl bir geleceğe sahip olacağıyla ilgili temel bir sorundur. Bu yüzden Kürt sorununun çözümü sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesi, dolayısıyla işçi sınıfının partisinin asgari programının (EMEP’in asgari programında böyledir) da bir parçasıdır.

TKP ise, Kürt sorununu kendi dışında, dolayısıyla partisi olduğunu iddia ettiği işçi sınıfının mücadelesi dışında bir sorun olarak görmekte, sorun hakkında dışarıdan analizler yaparak; doğrular ve yanlışlar konusunda ahkâm kesmektedir. Denebilir ki TKP, Kürt sorununu, sadece emperyalizme karşı mücadeleden söz edildiğinde hatırlamakta, ama bu noktada da Kürtleri ittifak gücü olarak değil, karşıya alınması gereken; emperyalist planların bir bileşeni, emperyalizmin müttefiki olan bir güç olarak görmektedir.

Burada sorun, bir yanıyla TKP’nin demokrasi mücadelesi karşısındaki yanlış mevzisinden ve demokrasiyle ve Kürt sorunuyla ilgili sorunları “sosyalizm çözecek” diyerek gündemden çıkarmış olmasından kaynaklansa da, asıl olarak “milliyetçi sosyalizm” mevzisinde olmasından kaynaklanmaktadır. (TKP’nin tuttuğu bu mevzi öylesine belirgindir ki, gericiliği dinci gericilikten ibaret sayan bağlantılı burjuva mevziyle bir arada, onu Ergenekoncu generalleri yurtsever saymaya ve Ergenekon Davası’nın da bir Amerikan komplosundan başka şey olmadığını ileri sürerek her yanından kan damlayan karanlığı neredeyse savunmaya götürmüştür.)

Bütün bu yaklaşım ve sorunların ötesinde, bugün Kürt ulusal mücadelesinin, “sivil itaatsizlik” yönelimiyle birlikte, daha hareketli ve taleplerin fiilen elde edilme mücadelesiyle ilerlendiği bir döneme girdiği gözlenmektedir. Bunun anlamı ise, kitle mücadelesinin yaygınlaşacağı ve askeri ve polisiye önlemlerle başa çıkılamayacak mücadele biçimlerinin giderek ağırlık kazanacağıdır.

Yine bölgedeki gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin Kürt bölgesi, Kürt sorununun bölgesel çözümü bakımından da, İran ve Suriye Kütlerinin de dikkatini Türkiye’deki mücadeleye yöneltmiştir.

Tunus ve Mısır’da başlayan başkaldırıların Suriye’yi de içine alarak Türkiye’nin sınırlarına dayanmış olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin demokratikleşmesinde Kürt sorununun demokratik çözümü koşulunun olağanüstü bir ağırlık kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Tabii burada; “TKP’nin mücadele programında, stratejisinde ve taktiklerinde Kürt sorununun yeri nedir?” sorusu kendisini dayatmaktadır. Bırakalım bölgeyi, ülkemizde 15-20 milyon Kürdü dolaysız biçimde (tüm halkları da dolaylı biçimde) ilgilendiren böyle bir mücadele karşısında “TKP hangi saftadır; Kürtlerden yana mı, yoksa Kütlerin mücadelesini ezmek için uğraşanların yanında mı?” sorusu gündeme gelmektedir.

Konunun yakıcılığı ortadayken böyle sorular sormak bizim için de üzüntü kaynağıdır. Ama gerçekler de ortadadır. Ulusal başkaldırıları peşinen emperyalizmin yedek gücü ilan eden ve özgürlükleri için mücadele eden Kürt hareketini, partisini “seçim ittifakı yapılmayacak bir parti” olarak gören bir “komünist parti”yle ya da “milliyetçi ‘komünist’ parti”yle karşı karşıyayız ve soruları böyle “dikine” sormadan gerçeğin görülmesi de zor olmaktadır.

BU YAZIYI TKP YAZDIRDI!

Bu eleştiriler var diye EMEP ve TKP bundan böyle mücadele içinde birlikler, ittifaklar yapmaz mı, yapmayacak mı?

Elbette hayır!

Tersine eleştireceğiz, tartışacağız, mücadelenin sorunlarını aşmak ve bu sorunlara ortak çözümler geliştirmek için bazen kıyasıysa eleştireceğiz, ama mücadelenin çeşitli alanlarında ortak mücadele sürdürebilmek için de her gayreti göstereceğiz.

Ama eleştirilerde hakkaniyet olması gerektiği kadar alınganlık da olmamalıdır.

Evet, TKP’ye yönelik eleştirilerimiz, ne yazık ki, kendisine komünist diyen bir parti için “ağır”dır. Ancak bunlar söylenmelidir. Çünkü geçilen süreç herkesin elini taşın altına koyması gereken bir süreçtir. Bu süreçte, Türkiye’nin ilerici demokrat güçleri ya birleşerek, toplumun tüm dinamik güçlerini (Kürtler, Alevilerin uyanış içindeki kesimleri, işçi ve emekçilerin ileri kesimleri, sendikalar ve emek örgütleri, kadın hareketi, çevre hareketi, geçlik hareketi, aydın çevreleri) birleştirmek için üstlerine düşeni yapacak ya da AKP ve arkasında birleşmiş gericilik ve sermaye güçleri kendi amaçlarına ulaşacaktır.

Demokrasi güçlerini sadece “solcularla” sınırlı gören anlayış yenilgiye uğratılamazsa, solda bu görüşler mahkûm edilmezse, bu hareketlerin bırakalım iddialarını gerçekleştirmelerini, kendilerini emek ve demokrasi mücadelesi içinde etkin bir odak olarak sürdürmeleri bile olanaklı olamaz. Bu yüzden TKP’ye yönelik eleştirilerimiz “dost acı söyler” kategorisinden görülmelidir. Ve dahası, tartışmalar bir strateji ve taktik meselesinden ya da sınıflar mücadelesinin sorunlarının tartışılmasından çıkarılıp laf yarışına dönüştürülürse, bunun ilerletici olması da beklenemez.

Umuyoruz ki TKP eski Genel Başkanı ve öteki TKP yöneticileri, “Emek Partisi bizi neden böyle eleştirmiş; gerçekten bizde eleştirilere haklılık kazandıracak yanlışlar var mı?” diye kendilerine dönüp bakarlar.

Çünkü bu yazıyı Emek Partili biri yazmıştır ama bu yazıyı (bu içerikte) TKP yazdırmıştır!



* Aydemir Güler’in yazsındaki ara başlıkları Charlie Chaplin üslubuyla ve alay içeren biçimde yazması da rahatsızlık vericidir, ama bunda bir art niyet yok diye düşünmek istiyoruz.

* Cephe ve “cepheleşme” ise, elbette talepler etrafında birlikleri aşan, bir taktik dönem boyunca karşı güçleri alt etmek için oluşturulan ve bu dönem boyunca kalıcı bir birlik olan sınıflararası ittifaklardır ve en azında belirli bir dönem boyunca sistemle karşı karşıya gelen toplumsal güçlerin bir araya gelmesiyle biçimlenen mücadele örgütü, böyle bir birliğin örgütlenmesidir. TKP ve kimi ”sol” gruplar ise, kendilerine “cephe” deyip, “cephe” fikrini muğlaklaştırıp gözden düşürürken, aynı zamanda yapılabilecek işbirliklerini de zorlaştırmaktadırlar.

* Parlamentarizm, seçimlere katılmak ya da seçimlere önem vermek değildir. Seçimlere katılmak eğer mücadeleyi güçlendirecek bir taktiğin parçasıysa, parlamento yığınların mücadelesinin bir dayanağı olarak değerlendirilebiliyorsa, seçim, seçimde yüksek oy almak, milletvekili çıkarmak çok önemli olur. Son seçimler üstüne yapılan tartışmada söz konusu olan, TKP’nin halktan 500 bin oy istemesi ve buna “boyun eğmeyen 500 bin kişi” diyerek kahramanlık atfetmesi, sonunda seçilme olmasa bile parlamentarizmin daniskasıdır. Daha da kötüsü, seçilme amacı bile olmadan yapılmış, sanki sadece daha büyük güçleri bir araya getirmekten ya da onlarla birleşmekten kaçınmış olmak için icat edilmiş bir parlamentarizmdir. Çünkü “olmayacak dua” olması bir yana bu “500 bin oy”, ülkenin en dinamik, sistem karşıtı ve gerici-burjuva statüko için gerçek bir tehdit haline gelmiş olan Kürt halkı ve hareketini dışlayan, öteki kitlesel dinamikleri (Aleviler, çevre hareketi, kadın hareketi, sendikal çevreler vb.) bir araya getirmeyi de hiç hesaba katmayan, dolayısıyla sınıf mücadelesinin geliştirilip ilerletilmesini amaçladığı ileri sürülemeyecek bir taktik olarak geliştirilmiştir!

* Her 1 Mayıs’ta tüm TKP’lileri İstanbul’da toplamak (ki son 1 Mayıs’ta bundan kısmen vazgeçtiler), kimi sendikaları 1 Mayıs’a layık görmemek ve onlardan rahatsız olmak; 1 Mayıs alanının dışında bir ayin yapar gibi “ayrı kutlama” yapmak; 1 Mayıs’a katılacak işçi ve sendika sayısını önemsememek ve 1 Mayıs’ın sınıfın eğitim ve katılımını teşvik etmesini önemseme gibi bir kaygı gütmemek; tersine her şeyi kendi katılımları ve gösterilerinin etkin olmasına endekslemek… TKP’nin sınıfa ve kitlelere bakışını yansıtan tipik göstergelerdendir.

* Her şeyden önce, filmde anlatılan devrim, bir darbe gibi yapılmış olsa da, aslında anlayış olarak parlamentarizmin ta kendisidir. Sadece bu filme de değil… Yanılmıyorsak 2007 seçimleri öncesinde, Haber Türk TV’nin Yayın Yönetmeni, öteki partilere de sorduğu bir soruyu ortaya atarak; Aydemir Güler’e “seçimde 550 milletvekili çıkarsanız Türkiye’yi nasıl yönetirdiniz?” diye sormuştu. Ve Aydemir Güler bu soruya karşılık, neler yapacaklarını anlatmıştı! Yani öteki partilerin beş fazlası, üç eksiği idi anlattıkları! Bu bile TKP’nin nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olduğunu göstermektedir.

* Burada, “akademik sosyalizm” nitelemesiyle ne Marksist literatürü okuyarak sosyalizmi öğrenmek eleştiriliyor, ne de akademik düzeyde Marksizm incelemeleri yapan bilim çevreleri. Tam tersine, Emek Partisi, Marksist literatürü daha çok okumaya ihtiyacımız olduğu bilinciyle, bu okuma ve incelemeleri teşvik etmekte, bu amaçla Marksist klasiklerin ve yardımcı literatürün titizlikle basımı ve dağıtımı için çaba harcamaktadır. Yine Emek Partisi, akademi dünyasında da Marksizm tartışmasının daha geniş bir biçimde yapılmasından yanadır. Burada, kendisine komünist adını takan bir partinin sınıf mücadelesi dışında, işçi sınıfıyla organik bağları olmayan bir sosyalizm anlayışını savunması, bu savunuyu da pratikte “solcu” taktiklerle hayata geçirmeye çalışması eleştirilmektedir.

Kürt Sorunu ve Bölgesel Özerklik

Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği sorunu Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Kürtlerin Türk ulusundan farklı bir ulus olmaları gerçeğinin inkar edilmesi, baskı ve zor yoluyla temel ulusal haklarından yoksun tutulmaları; Kürt sorununu, hemen her gün üzerine konuşulan, sert tartışmalara konu olan en önemli sorunlarından biri haline getirmiştir. Sorun üzerine toplumun hemen tüm örgütlü kesimlerinin katılımıyla süren tartışmalar ile bu tartışmaları kaçınılmaz kılan sosyal-politik gelişmeler böyle bir “sorun”un “yok”luğu(!) üzerine inkarcı şoven görüşü dayanaksız kılmasına rağmen, Kürt sorununun “olmadığı” yönünde açıklamalar yapılabiliyor.

Ancak, artık Kürt ulusunun haklarını inkarda ısrar, Türk egemen sınıfı ve devletini Kürt politikasında iflasın eşiğine getirme işlevi görmektedir. İnkar, isyanı daha fazla körüklerken, Özgürlük mücadelesi “Özerk bir Kürdistan”ı fiilen var etmeyi gündemine almış; 2010’un sonundan başlayarak “Özerklik” tartışmaları Türkiye’nin gündemine yoğun şekilde girmiştir.

Bu makale, özerklik tartışmalarıyla birlikte, özerklik talebi ve tartışmalarını gündeme getiren gelişmeleri ve bu gelişmelerin başlıca etkeni olan Türk milliyetçiliğinin tekelindeki Türk burjuva-devlet politikasını konu edinecek.

inkar, zoraki birlik ya da ‘Cumhuriyetin Kürt politikası

Türk devleti, Kürtler başta olmak üzere farklı ulusların ve ulusal toplulukların yaşadığı bir ülkede, bir tek ulusun(Türk ulusu) ulusal devleti olarak kuruldu. Kürt aydınları, Avrupa’da başlayıp doğuya doğru gecikmiş olarak genişleyen ulusal hareketlerden ve burjuva demokratik düşüncelerden haberdar olmalarına; Osmanlı İmparatorluğu döneminde ortayla çıkan çeşitli Kürt hareketleri-isyanları şiddetle bastırılmış olmasına karşın, Kürtler Türkiye’nin emperyalist işgalden kurtarılması mücadelesine katıldılar. Türk kurtuluş savaşının başını çeken ulusal Türk ticaret burjuvazisinin üst tabakası, Kürt ulusunun-emekçilerinin ve üst sınıflarının- desteğini almak için Kürtlere, haklarının tanınacağı, hatta “özerk olacakları” sözü verdiler. Kürtlerin yaşadıkları toprakların emperyalist birinci büyük savaş ve sonrası dönemde yeniden bölünmesi sonrasında, her bir parçada farklı zamanlarda ve farklı boyutlarda devam eden ulusal Kürt mücadelesi, özellikle Irak ve Türkiye sınırları içindeki topraklarda aralıklarla isyanlar halini aldı. Bu isyanlar her defasında kanlı şekilde ve büyük kırımlar gerçekleştirilerek bastırıldı.

Türk burjuva ulusçuluğu, siyasal bağımsızlığın elde edilmesi ve “devlet Birliği“nin sağlanması sonrasında, Türk milliyetçiliğini öne çıkararak, Kürtlerin bu “ulusal bütünlük içinde eritilmesi” politikasına yöneldi. Kürtler bu politikaya birçok isyanla karşı çıktılar. Kürt isyanları(Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı-Zilan ve Dersim) -bilindiği üzere-büyük katliamlar ve nüfus kaydırmalarıyla bastırıldı. Başkaldırılarda yer alan Kürt toprak sahipleri ve aşiret yöneticileri halk kitleleriyle birlikte katliam ve sürgün politikalarının hedefi olurlarken, işbirliğine giren büyük toprak ağalarıyla aşiret şeyhleri ödüllendirildiler. “Kendi” halkına-ulusuna ihanet eden bu toprak ve aşiret ağa-şeyhlerinin Kürt emekçileri üzerindeki baskısıyla devlet baskısı birleşti. Türk burjuvazisi, Kürt toplum yapısının gösterdiği parçalılık ve aşiret bölünmesinden yararlanarak, isyanları bastırmada başarılı oldu ve asimilasyon politikasını da başarıyla uygulamak için sosyal-iktisadi; politik -askeri yeni düzenlemelere girişti. Yasal-Anayasal ‘Mevzuatı’nı Türk ve Türkçe’den başka ulus ve dillerin inkarı ve yasaklanması esasına göre yeniledi, ‘Kışla Politikası’nı yoğunlaştırdı. Türk ulusu dışındaki ulus ve milliyetlerin ulusal varlığını dışlayan asker-sivil Türk burjuva yönetim, devlet desteğinde Türk sermayesini güçlendirmeye girişirken, azınlık milliyetlere ve işçiler başta olmak üzere emekçilere karşı baskıyı yoğunlaştırdı.

Kürt başkaldırıları ezildi. Bu başkaldırılar gerekçe gösterilerek çıkarılan “Takrir-i Sükun Kanunu” gibi olağanüstü yönetim yasalarıyla işçi ve emekçilere karşı yasak ve baskı artırıldı. ‘Amasya Tamimi’ ve 1921 Anayasası’nda Kürtlerin sahip olacakları haklar üzerine yer verilmiş tüm vaatler bir yana bırakılarak hazırlanan 1924 Anayasası’yla “Tek ulus-tek devlet-tek bayrak-tek dil” dayatması, “cumhuriyet”in en önemli “ilke”lerinden biri haline getirildi ve bu politika, içeriği korunarak sonraki yıllarda da sürdürüldü. Nazilerden kopya edilmiş ideolojik savaş yöntemleriyle ve Mussolini yasalarından alınmış hukuk sistemiyle tahkim edilen devlet, Kürt istemlerini “cumhuriyet rejimine karşı ihanet” sayarak asimilasyon ve imha politikasını “devletin kendini koruma meşruiyeti” ve “hakkı” olarak gösterdi.

Devlet ve hükümetlerin Kürt politikası, sermayenin gelişme seyrine bağlı olarak şekillendi. Ulusal Türk ticaret burjuvazisi, emperyalizme karşı mücadele sürecinde ve Sovyet devrimi başta olmak üzere uluslararası ve bölgesel gelişmelerin yarattığı koşullarda, siyasal devletini kurmakla, imparatorluktan miras sınırlar içinde kalan tüm toprakların ve hangi etnik kökenden olursa olsun tüm nüfusun ‘mutlak hakimi olma hakkı’nı da elde etmişti! Devlet destekli sermayeyi geliştirme ile politik -ve ulusal hakimiyet politikası birbirini besledi, tamamladı.

Kürtlerin Osmanlı merkezi idaresi altında, önceleri Kürt Mirleri(beyleri); ardından aşiret ve din Şeyhleri yönetimindeki-vergi ve asker verme yükümlülüğüne bağlanan özerk-otonom yaşamlarına, Cumhuriyet devleti ve hükümetleri tarafından böylece son verilmiş oldu. Bu, Kürtlerin, daha önceki bölünmelerden farklı olarak emperyalizm koşullarında; yani kapitalizmin uluslararası gelişmesinin daha ileri bir aşamasında, feodal imparatorlukların yıkılıp ulusal devletlerin kurulduğu bir dönemde, temeli kendi toplumsal koşullarında yatan etkenlerle birlikte, bölgesel güç ilişkileri ve emperyalist politikalar sonucu, bir tür ilhak edilmesiydi. Türk burjuva şovenizmi şu ya da bu burjuva fraksiyonu tarafından yapıldığından daha fazla olarak devleti oluşturan kurumlar aracıyla güçlendirildi. Türk burjuvazisinin çıkarlarını esas alan bu politikaya göre, “Herkes Türk”tü ya da Türk olmayı kabullenmek zorundaydı! Devlet sınırları içinde başka bir milli iddia kabul edilmeyecek ve yaşamasına olanak tanınmayacaktı. “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş Dil Teorisi” gibi, sözde tarihsel-sosyolojik dayanaklarla desteklenmiş ideolojik savaş geliştirilerek asimilasyonu gerçekleştirmek üzere tüm “milli güç” ve olanaklar seferber edildi.

Türkiye Kürt hareketi, 1920-1938 arası isyanların bastırılması sonrasında, bazı devlet yöneticilerinin “29. isyan” olarak gösterdikleri son 25 yıllk direnişe gelinceye kadar, aradaki zamanda örgütlenme çabası gösteren kimi küçük Kürt grupları ve derneklerinin kapatılması ve üyelerinin cezalandırılması ya da kimi etkili Kürt aydınları ve aşiret liderleri ailelerinin sürgüne gönderilmeleri dışta tutulursa, katliamlar sonrasının nispeten durgun geçen dönemini yaşadı. Feodal-yarı feodal önderlikli Kürt isyanları dönemi kapanmış, kapitalist gelişmenin Kürt toplum yapısında sağladığı değişimle bağlı olarak yeni bir süreç başlamıştı.

1960’ların ortalarından itibaren hız kazanan iktisadi sosyal değişim, demokratik özgürlükler mücadelesinin yükselişi, antiemperyalist hareketin kazandığı ivme, Kürt sorununun Türkiye ilerici-‘sol’ ve “sosyalist” hareketi içinde önemli tartışma konularından biri haline gelmesi, Kürt gençleri ve aydınlarının DDKO(Devrimci Doğu Kültür Ocakları) gibi çeşitli derneklerde bir araya gelmeleri vb. Kürt sorununa ilgiyi artırdı. Başta Vietnam ulusal kurtuluş savaşı olmak üzere Asya ve Latin Amerika halklarının emperyalizme karşı mücadelesinden de esinlenen ve Irak Kürtlerinin 1970’lerde devam etmekte olan ve bir dönem “Otonomi” biçiminde bir tür özerk yönetim biçimini de alan-sonradan bu durum değişti- mücadelesinin etkenleri arasında sayılabilecekleri bu ‘ilgi artışı’nın güç kazanması ve köylülük, gençlik ve aydınlar içinde etki bulması bu direnişin dayanaklarını oluşturuyordu.

Türkiye’nin NATO’ya üye olması ve ABD emperyalistlerinin İkinci dünya savaşı sonrasında dünya kapitalizminin ‘koçbaşı’ olarak kazandığı uluslararası güç ve bu güce dayanarak girdiği ikili ve çok yönlü devletler arası ilişkiler, Kürt özgürlük mücadelesini  emperyalizm olgusu-gerçeğiyle daha dolaysız yüz yüze getirdi. ABD ve Batılı emperyalistler, Kürt sorununu bölge ülkeleri egemen sınıflarıyla ilişkilerinde, tehdit ve teslim alma amaçlı olarak istismara yönelmenin yanı sıra, Kürtlerin boyunduruk altında tutulması politikasının sırt dayadığı güç olma işlevi de gördüler. ABD, Kürt sorununu bölge ülkeleri hakim sınıflarını işbirlikçiliğe zorlamak ve Sovyetler Birliği’nin bir dönemler bu ülkelerle girdiği ilişkileri bozmak için istismar ederken, bölge ülkeleri gerici yönetimlerinin en önemli dayanağı ve destekçisi oldu. 1980 sonrasında, kitlesel boyutları süreç içinde giderek güç kazanan yeni Kürt direnişi ve özgürlük mücadelesi bu ‘öncül’lere sahipti. Bazı Kürt çevrelerinin emperyalistlerden beklentisi dışta tutulduğunda, Türkiye Kürt hareketi, özellikle 1960 sonrasında anti emperyalist bir özelliğe sahip oldu.

Türkiye gericiliğinin bu Kürt politikası, Türk burjuvazisinin ve devlet yönetenlerinin devletin kuruluş aşamasındaki ve sonraki on yıllardaki sınıfsal karakteriulusal Türk ticaret burjuvazisi yönetiminde de, işbirlikçi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü koşullarında da bir “milli politika” olarak ve ana özellikleriyle devamlılık gösterdi. Baskı, inkar ve sindirmeye yönelik şiddet tekelci gericiliğin hakimiyeti ve emperyalizme uşaklık politikalarıyla birleşerek genişledi. Boyun eğdirme amaçlı devlet terörü eksik olmadı. Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal dönemleri, bu terörist politikanın yoğunlaştığı dönemler oldu. Köyler boşaltıldı, milyonlarca insan topraklarından ve yaşam alanlarından darmadağın edilerek sürüldü. 30 bin civarında Kürt katledildi vb.

Türk gericiliği, Türk emekçilerini “devletin ve milletin bekaası ve bölünmez birliği”(!) üzerine riyakar söylemle Kürt ve diğer ulus ve ulusal topluluklara karşı politikalarına yedeklemeye çalıştı. Türk milliyetçiliği ve şovenizmi(MHP-CHP’nin gelenekçi kanadı-ulusal sol, Perinçekçiler vb) ve AKP-Fethullah Gülen cephesinin Türk-İslam sentezcisi-şoven milliyetçi ve sinsi politikaları orta ve küçük burjuva kesimlerin yanı sıra Türk emekçileri içinde de milliyetçiliği körükleyici bir rol oynadı. Türk işçi ve emekçileri, “milletin huzur ve refahı” söylemiyle yatıştırılmaya çalışılırken, Kürt özgürlük isteminin bastırılması için harcanan yüz milyarlarca liralık yükü omuzlamak zorunda da bırakıldılar.

80 yılı aşkın süredir devlet ve sermaye hükümetleri Kürtlerin Türk olduğu iddiasının ardına mevzilenerek, Kürtleri Türk milliyetçiliği içinde biçimlendirmeye çalışıyorlar. Türk burjuva politikası emperyalist kapitalizmin demokrasiyi dışlayan tekelci gericiliğiyle birleşmiştir ve Türk ulusundan emekçileri Kürt hareketi karşısında “ulusal görevler üstlenme”ye çağırırken, kapitalist -ve emperyalist- çıkarları esas almaktadır.

Devlet ve sermaye hükümetleri, burjuva ve büyük toprak sahipleri ideolojisinin güçlendirilmesini esas alan propagandayla Türk emekçileri içinde Kürt halkına karşı ulusal önyargıları geliştirmek ve Kürtleri Türkleştirmek için her yıl yüz milyonlarca liralık harcamalar yapıyorlar. Parlamento da, okullarda, camilerde, kışlalarda ve karakollarda, sermayenin borazanı televizyon ve gazeteler aracıyla “bölücülük yaptıkları” gerekçesiyle; yani kendi ulusal haklarını elde etmek istedikleri için, Kürtlere baskı uygulanmasının zorunlu olduğuna dair propagandayla Türk burjuva milliyetçiliği diri tutulmaya ve güçlendirilmeye çalışılıyor. Bu politika, Kürtlere karşı bazı küçük beldelerde ve yerleşim alanlarında görülen türden şiddet hareketlerinin de kaynağını/dayanağını oluşturuyor.

ulusal kimlik ve anadilin kolektif karakterini ret ve Kürt uyanışı

Burjuva araştırma kurumlarının verilerine göre, Türkiye’de 15 milyon civarında Kürt nüfus yaşıyor. Üyeleri ve destekçileri “bölücülük” suçlamasıyla polis saldırısı ve askeri operasyonlara hedef olan, binlercesi hak mücadelesine katıldığı ve saldırılara direndiği için “bölücülük” suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklanan bir siyasal parti(BDP), bu baskı ve engellere rağmen iki milyondan fazla Kürt seçmenin desteğini alıyor. Kürt aile yapısı, bu desteğin asgari düzeyde dahi 7-8 milyon olduğunu gösterir. Ulusal tam hak eşitliği, anadilde eğitim, ezen ulus için ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, Kürtlerin bu partiyi desteklemeyen diğer kesimlerinin de isteğidir. Kürtler, ulusal haklarının tanınmasını; anadillerinde eğitim yapılmasına olanak tanınması ve “özerklik” içinde kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Bu istemler Kürt ulusal hareketinin, sorunun çözümü için oluşturduğu öneriler olarak da ifade edilebilir-görülebilirler.

2011 Nisan’ında, meydanlara kurulan kürsülerden başbakanın yaptığı “Bu ülkede Kürt sorunu yoktur”(!) açıklaması, Kürt ulus gerçeğinin inkarını esas alırken, güncel gelişmeleri de görmezden gelmektedir. Bu inkarcı politika, hak ettiği yanıtı, başlıca Kürt kentlerinde-Kürt nüfus yoğunluklu topraklarda devam eden, kitlesel boyutları giderek büyüyen ve Türkiye’nin hemen tüm önemli sanayi kentlerine de yansıyan, buralarda küçümsenemez destek eylemleriyle güç bulan halk eylemleriyle almaktadır. Kürt mücadelesi Türk devletiyle bir yol ayrımına gelmiştir.

Başbakan ve bakanları, bu gelişmeleri görmekte ve “Kürt vatandaşların sorunları” üzerine ikiyüzlü söylemle Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği mücadelesini güçten düşürmeye çalışmaktadırlar. Kürt “vatandaşlar”ın politik, sosyal, kültürel, iktisadi her alanda bireyler ve aileler olarak işsizlik, yoksulluk, açlık, barınaksızlık, sağlıksızlık vb, tüm emekçi ve ezilenlerle ortak veya benzer sorunlarının olması doğaldır. Bu sosyal-iktisadi ve politik sorunlar bile Kürtler söz konusu olduklarında daha ağırlaşmış ve daha yıpratıcı olarak yaşanmaktadır. TÜİK’e ait son iktisadi veriler Kürtlerin % 68’inin yoksulluk sınırları altında yaşadığını gösteriyor. Ne var ki, başbakan ve bakanları bu tür açıklamalarla Kürt vatandaşların ‘tekil bireyler’ olarak sorunlarının çözümünü değil, Kürt ulusunun ulusal haklarının reddini savunmaktadırlar. Erdoğan ve hükümeti, Türk egemen sınıfının 87 yıllık Kürt politikasını sürdürmeye çalışırken, ‘birey olarak vatandaş”ların sorunlarını çözümden yana bir görünüm vererek Kürtlerin ulusal haklarını-ki bunlar kolektif karakterli haklardır- ret etmektedir.. Kürtlerin nasıl yaşacaklarına kendilerinin karar vermeleri, yani eğer istiyorlarsa kendi siyasal devletlerini kurma hakkı tek tek bireylerin sorunlarını aşan toplumsal bir sorundur. Anadilde eğitim ve dilin tüm “kamusal alanlar”da kullanılıp kullanılmaması toplumsal bir sorundur. “Bireysel haklarda iyileştirme ve siyasal özgürlüklerin sağlanması” ihtiyacıyla Kürtlerin ulusal kaderlerini kendilerinin tayin hakkının tanınmasını birbirinin alternatifi gösteren yaklaşım, demokrasinin inkarını esas almaktadır; tekelci ve gericidir. (1)

Başbakan ya da devlet adına açıklamalarda bulunanlar, Kürtlerin Kürtçe konuşabilmelerini, izledikleri “demokratikleşme politikası”nın ürünü göstererek gerçekleri ters yüz ediyor ve sorunu örtmeye çalışıyorlar. Kürtler dillerini konuşabiliyorlarsa, bu şu ya da bu sermaye hükümeti ve kurumunun “izin vermesi”nin değil, kendi mücadelelerinin ürünüdür. Kürt halk kitlelerinin siyasal-ulusal ve sosyal kültürel taleplerle gerçekleştirdikleri eylemleri, amaçsız göstermek ya da “terör” ile bağlantılandırmak, egemen ulus burjuvazisinin çıkarları için hileye baş vurmak, egemenliği kaybetme korkusuyla toplumsal gerçekleri görmezden gelmektir. Kürtler, öncesi bir yana, 87 yıldır, yasak ve baskılara rağmen ve devlet terörünü göğüsleyerek, Kürtçe’yi konuştular. Konuşmakla kalmayıp geliştirdiler. 87 yıllık baskı ve yasak politikası ve asimilasyon amaçlı eğitim ve yeniden şekillendirme çabaları, Kürtçe’nin şu ya da bu birey kimliğinde unutulmasına yol açmakla birlikte ‘kolektif kimlik’ olarak Kürtler dillerini unutmadılar. Kürt aydınları,-ki kapitalist gelişmeyle birlikte sayısal olarak artış da gösterdiler-zindanları göze alarak Kürtçe’nin öğrenilmesini ve yazılı olarak kullanılmasını sağlamak için çaba gösterdiler. Kürtçe konuşup yazdıkları ya da mahkemelerde savunmalarını anadillerinde yapmak istedikleri için, yüzlerce-binlerce Kürt hala cezaevlerindedir. Kürtçe yayın yapan gazetelerin sorumlu yazarları yüzlerce yıllık hapis istemiyle yargılanıyorlar.

Türk devleti bugün de, tek ulusçuluğu esas alan ve dayatan, ulusal inkarcı, anti demokratik, tekelci -bürokratiktir. Türk şoven milliyetçiliği, ulusal bağımsızlığı, ulusal kaderini tayin etme; siyasal devletini kurmayı, Türk’e ait ve değiştirilemez hak saymakta, ve başkaları-örneğin Kürtler için yasaklamaktadır.

Ancak bu politikanın eskisi gibi sürdürülemezliği Türk hakim burjuvazisi ve siyasal-askeri temsilcileri açısından da artık görülür hale gelmiştir. Kürt direnişinin ulaştığı düzey ile birlikte bölgesel-ulusal ve uluslararası koşullardaki değişim, sorunun çözümünü dayatmakta; hakim burjuvazi bunun kendisi için en az kayba yol açacak biçim(ler)ini aramaktadır.

inkarın açmazı ve büyüyen direniş

Kürtlerden ve Kürtçe’den söz edilmesini dahi “bölücülük” ve “vatana ihanet” ile özdeş gören politikanın açmazı kaçınılmazdı. 15 milyonluk bir ulusun hakları baskı ve inkarla ortadan kaldırılamazdı. Baskı ve asimilasyon politikası toplumsal yıkıma ve büyük tahribatlara yol açtı, ancak başarıya ulaşamadı. Ne çok sayıda isyan önlenebildi ne de büyük kitle katliamlarına ve nüfus kaydırmalara/sürgünlere rağmen asimilasyon tam olarak  gerçekleştirilebildi. Kürtler, ulusal kimliklerinin reddini ret ettiler.

Kapitalist gelişme, Kürt ulusal güçlerinin harekete geçmesinin koşullarını daha da uygun hale getirdi. Ulusal tam hak eşitliği mücadelesi sosyal tabanıyla daha güçlü şekilde buluşarak direnişin kitlesel boyutları büyüdü.

Kapitalizmin ve kapitalist üretim ilişkilerinin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda-yüzyılın başındaki ya da 40’lı yıllardaki durumdan farklı olarak hakim hale gelmesi, Kürt kırı ve kapalı iktisadi birimlerin kapitalist pazar ilişkileri içine çekilmesi ve feodal-yarı feodal kalıntıların bu gelişme tarafından yedeklenmesi koşullarında Kürt ulusal mücadelesinin daha güçlü bir ulusal kimlikle ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kürt hareketi, aşiret-klan toplumunun, parçalı iktisadi ve kültürel yapısının iç çatışmalı engellerini büyük oranda geride bıraktı; feodal bölünmüşlük ve aşiret yapısının baskı ve inkar için sağladığı olanaklar giderek daraldı ve ulusal birlik ve uyanış güç kazandı. Bu iktisadi-sosyal gelişme ve değişim, Kürt siyasal örgütlenmesinin, ulusal özlem ve taleplerle hareket eden milyonlarca Kürt emekçisini harekete geçirecek bir düzeyi yakalamasının nesnel temelini yarattı ve Kürt direnişi, zemin üzerinde daha önce hiçbir zaman ulaşamadığı kitlesel boyutlara genişledi.

TÜSİAD raporları, AKP eliyle gündeme getirilen ve Kürt mücadelesini beklentiler ve oyalamalar üzerinden etkisizleştirmeyi esas alan “açılım projesi” ve “Kürt kardeşlerimiz” demagojik söylemi bu gelişmenin sonuçları olarak gündeme geldi. Sorunun nedenleri, etkenleri ve nasıl çözüleceği/ çözülmesi gerektiği tartışmalarına ilgi arttı. Düzen kurumları ve partilerinin yöneticileri dahil, toplumun çeşitli sınıf ve kesimleri, sorunun “nasıl çözülebileceği?” tartışmasına katılmak zorunda kaldılar. “Bölücü terör” üzerine propaganda etkisini sürdürmekle birlikte, Türkiye’nin bir Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun bir biçimde çözülmesi gerektiği düşüncesi daha geniş kesimler tarafından kabul görür hale geldi. “Kürt kimliğini tanıma“(!)-Demirel; “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer“(!)-M. Yılmaz; “Kürt sorunu benim sorunum, hep birlikte çözeceğiz“(!)-T. Erdoğan- açıklamaları, giderek derinleşen hakim burjuva açmazına bir “çare bulmak” ve Kürt hareketini beklentilere boğarak, burjuva-toprak sahibi kesimlerin bir kesimini yedekleyerek harekete karşı devlet ve hükümetin konumunu güçlendirmek ve direnişi zayıflatıp püskürtmek amaçlı olarak “açılım projesi” bu gelişmelerin sonucunda gündeme getirildi. Hükümet, “bireysel kültürel haklar” düzeyinde ve dilin kullanımı alanıyla sınırlı bazı “iyileştirmeler“i çözüm göstererek, bu çerçeve sınırına sığmayan anadilde eğitim, özerklik ulusal tam hak eşitliği, siyasal genel af gibi taleplerini görmezden gelen baskı politikasını sürdürmeye çalıştı.

Egemen ulus burjuvazisi, inkar politikasının bu başarısızlığı karşısında ve sorunun daha da ağırlaşmasının önüne geçmek üzere sorunu anadilin “kendi aralarında” konuşulması ve bir devlet televizyonu kanalının, Kürt dilinde devlet politikalarına aracılık yapmasına indirgeyerek, çözüm görünümü vermeye yöneldi. “Demokratikleşme Projesi” adı altında beklenti yaratma taktikleriyle sorunu “soğumaya” bırakmaya çalıştı. Bu ‘taktik’ ile, Kürtler içinde yaratılmak istenen beklenticilik kısa zamanda etkisini yitirdi ve bazı Kürt kapitalistleri devlet politikalarıyla birleşen açıklamalar yapmalarına karşın, Kürt ulusal protestosunun sokaklara ve alanlara yayılması giderek genişledi. Devlet ve hükümetin Diyanet İşleri Başkanlığını, Camileri ve dini ideolojiyi ulusal Kürt direnişini zayıflatıp etkisizleştirmek amaçlı olarak kullanma politikası, dini ideoloji ve çeşitli dini örgütlenmelerin Kürt toplumundaki güçlü etkisine karşın, camilerden meydanlara çıkan kitlesel protestolarla karşılandı ve imamların devlet politikasının misyonerliğiyle yükümlendirilmeleri reddedildi ve Kürt imamları eşliğinde kadın-erkek kalabalıklar halinde ‘Cuma namazları’ devlet politikasının protestosuyla birleştirildi. Binlerce gözaltlıya rağmen, “Demokratik Çözüm Çadırları” kuruldu. Burjuva demokrasisinin “en kritik kıstası” ya da temel göstergesi olarak reklam edilen parlamenter seçimlere katılımın önüne dikilen baraj oranı ve siyasal partiler yasasının ek barikatlar ve sabotajlarla takviyesi yönündeki Yüksek Seçim Kurulu(YSK) kararı-adayları veto- kitlesel direnişle geçersiz hale getirildi. “Sivil itaatsizlik eylemleri” büyüyerek yayıldı.

Kürt sorununda bir “yol ayrımı” öncesi yaşanıyor: ya inkarcı-asimilasyoncu ve zorla dayatılan politika sürdürülerek Kürtler ayrı devlet kurmaya  zorlanacaklar ya da ulusal tam hak eşitliği kabul edilerek gerekleri yerine getirilecek; yasal-anayasal ve diğer tüm alanlarda düzenlemeler yapılarak Bölgesel Özerklik temelinde gönüllü bir arada yaşamanın olanakları yaratılacaktır.

Kürtler, Türkiye’nin bölünmesinden yana olmadıklarını, “aynı vatan”da ve fakat tüm ulusal haklarına sahip olarak, Türk ulusuyla eşitlik temelinde birlikte yaşamak istediklerini her vesileyle dile getiriyorlar. Kürtlerin Türklerle tam hak eşitliği talebinin reddi politikası artık eskisi gibi sürdürülemez. “Tek devlet, tek ulus, tek dil” anlayışı ve propagandası iflas etmiştir. Ezen ulus burjuvazisi ve onun siyasal-askeri temsilcilerinin-kurumlarının yöneticilerinin bu politikanın sürdürülmesi ya da nasıl sürdürüleceği üzerine “tek ses olma” durumu son bulmuş; çatırdamalar başlamıştır. Kürt ulusunun Türkler içinde asimilasyona uğraması için yapılanlar yetmediğinden değil, zorla dayatılan asimilasyon özgürlük ve hak eşitliği eğilimini kaçınılmazlıkla güçlendirdiği için, ulusal özgürlük istemi etrafında gelişen kitlesel Kürt direnişi, ‘özerk yönetim’i, uygulanabilir bir siyasal biçim olarak gündeme getirmiştir. Kitlesel Kürt direnişinin yükselişi, ve bunun Türk emekçilerinin ileri kitlesi ve ilerici aydın kesimlerinin yanı sıra giderek genişleyen Türk emekçi çevrelerinin desteğini görmesi, Türk devlet ve hükümet politikalarının eskisi gibi sürdürülmesi olanaklarını giderek artan şekilde sınırlamaktadır. İnkar ve oyalama; sorunu “bireysel kültürel haklar” düzeyine çekme ya da baskıyla boyun eğdirmeye çalışma, artık yalnızca daha ağır sonuçlara yol açacaktır ve baskı politikasında ısrar ayrı devlet kurma eğilimini güçlendirecektir.

Türkiye-Türkiye Kürdistanı topraklarıyla ‘komşu’ ülkelerde; Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde, halkların insanca yaşam ve demokratik özgürlükler, ulusların bağımsızlık mücadelesi yeni bir yükseliş sürecindedir. Türkiye Kürtleri, emperyalist çıkarlar ve sömürgeci politikalar temelinde bölünmüş topraklar üzerinde ve farklı devletlerin sınırları içinde yaşayan Kürtlerden bir bölümünün “federe devlet” statüsünde örgütlendikleri bölgenin hemen yanı başında bulunuyorlar.(2)  “Sınır”ın hemen bu yanında yaşayan ve ulusal hakları için mücadele eden Türkiye Kürtleri, Irak Kürdistanı’nda Federe Kürt Bölgesel Yönetimi’nin oluşmasıyla, önceki dönemlerden farklı olarak Türkiye’de bir “Kürt devleti” olgusuyla yüzyüze gelmişlerdir. Bu “olgu”nun Kürtlerin ulusal hak mücadelesini çeşitli şekillerde etkilemesi kaçınılmazdır. (3) Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, halkların gerici burjuva ve burjuva feodal güçlere karşı başkaldırıları, önemli oranda örgütlü ve mücadele içindeki Türkiye Kürtleri için, moral güç desteği buldukları bir diğer gelişmedir. Bir diğer etken Kürt sorununun kapsamını ve içeriğini, çatışmalı ve sert tartışmalara sahne olan bir ortamda giderek daha iyi anlamaya başlayan Türk işçi ve emekçilerinin giderek artan kesiminin, Kürt sorununa yaklaşımda devlet, hükümet ve sermaye partilerinin politikalarından ayrışmaya başlamalarıdır. Türk kökenli işçi ve emekçilerin küçümsenemez bir bölümü, Türk milliyetçiliği propagandası ve politikasının etkisi sonucu, ulusların ve dillerin tam eşitliği mücadelesini “bölücülük” ya da “bölücü terör” olarak görmeye devam etmelerine rağmen; sınıf mücadelesi pratiği içinde siyasal bilinç düzeyi yükselen kesimleri başta olmak üzere önemlice diğer bölümü “bir Kürt sorunu var ve bu sorunun çözülmesi tüm emekçilerin yararına olacaktır” düşüncesiyle hareket etmekte, baskı politikalarına karşı çıkmaktadırlar.

Kürt özgürlük mücadelesi ‘yeni’ bir dönemin öngünlerindedir. Bu ‘yol ayrımı’ Türk burjuva devleti ve hükümeti açısından da geçerlidir. “Demokratik Özerklik” talebi ve tartışması bu gelişmelerin de ürünü olarak gündemimize girmiştir.

özerklik tartışmaları ve bir çözüm şekli olarak özerklik

18-19 Aralık 2010’da,  “Demokratik Özerklik Çalıştayı” adıyla bir toplantı düzenleyen Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin, Kürt sorunu ve “demokratik özerklik taslağı” üzerine tartışmaları bir “sonuç bildirgesi”yle kamuoyuna açıklaması, Kürt direnişinin “yeni bir evre”ye yol aldığına işaret  ediyordu.

DTK’nin Taslak metninde, Özerklik,”.. ulus-devletin var olan katı zihniyetini değiştirme ve halkların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarma temelinde cumhuriyetin demokratikleşmesi” hedefiyle ilişkilendiriliyor; “Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dâhil olur. Demokratik Özerk Kürdistan, kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır.” deniliyordu. DTK’nin 4 Mayıs 2011 Diyarbakır Olağanüstü Genelkurulu’nda konuşan ‘Eş genelbaşkan’ Aysel Tuğluk benzer noktalara işaret ederek, içinde bulunulan süreci, Kürtlerin “demokratik özerklik çözümünü kendi öz iradesi ve öz örgütlülüğüyle inşa etme süreci” olarak tanımladı ve “Kürtler hükmünü vermiştir; çözüm AKP’ye rağmen gelişecektir. Kürtler’in bu anlamda sabrı da, tahammüle de bitmiştir. Devletle olmuyorsa, halkımız kendi demokrasisini kuracak ve kurduğu bu sistem içinde yaşamasını bilecek kadar örgütlüdür. Bu statüsüzlük durumu daha fazla devam edemez. Mısır gibi olur, Suriye gibi mi bilinmez. Ancak, bir statü kazanılacak ve ne pahasına olursa olsun savunulacaktır….”  şeklinde, Kürt hareketinin yönüne işaret etti. Kürt özgürlük mücadelesinin “tarihin dönülmez, döndürülemez noktasında” olduğunu belirten Tuğluk,  “Özgür bir gelecek ve eşit-insanca onurluca bir yaşam için var olma ve direnme hakkımızı sonuna kadar kullanacağız. Egemenler yasakladıkça biz özgürlük uğruna isyanımızı büyüteceğiz. Devletliler baskıladıkça, biz kendimize yeni yaşam alanları açacağız. İktidar zulmettikçe, biz onurumuza, kimliğimize daha fazla sahip çıkarak direnme gücümüzü büyüteceğiz. Yoksa geride ne yaşam kalır ne de hayallerimiz” diyordu. DTK’nin bu olağanüstü toplantısının ‘Sonuç Bildirgesi’ de aynı doğrultuda görüşleri içeriyordu.

BDP Genel Başkanı S. Demirtaş ise, özerklik “projesi”ni; “Birlikte yaşamanın formüllerini, çözüm önerilerini hep birlikte konuşup tartışalım” düşüncesiyle gündeme getirdiklerini belirterek, “coğrafi olarak büyük bir ülke, nüfus olarak kalabalık bir ülke” olan Türkiye’nin, “bütünü için”  ve “ülkenin yerinden yönetim modeliyle, bütün bölgelerde oluşacak yerel yönetimlerle” yeni bir yönetim tarzına geçmesini istediklerini açıkladı. Buna göre, “Böyle bir model içerisinde işçiler, kadınlar, öğrenciler, Kürtler, Aleviler, başörtülüler kendini çok daha rahat yönetime katabilir, taleplerini yönetime daha rahat iletebilir ve daha rahat denetleyebilir. Türkiye’de herkes yönetime katıldığı için demokrasi daha iyi işleyebilir ve herkes kendini daha özgür yurttaş hisseder.” Demirtaş, buna, “Türkiye’nin bayrağı hepimizin bayrağı, ülkeyi sembolize eder. ‘Kürt’ü de ‘Türk’ü de temsil eder” eklemesinde bulunuyor ve Türkiye’nin her tarafında kurulacak bölge meclisleri o bölgeyle kültür, sosyal, eğitim, trafik, sağlık, çevre, denizcilik, hayvancılık ve diğer tüm konularla ilgili karar alma yetkisine sahip olsun. Sorunları çözme yetkisine sahip olsun ve her meclisin o bölgeyi temsil eden bayrağı ve flaması da olsun.” diye devam ediyordu.

Selahattin Demirtaş’ın açıklamasındaki şu ibareler de dikkat çekiciydi: “BDP’nin de DTK’nın da gizli ajandasında da açık ajandasında da bölünme yoktur. Herkesin net olarak bilmesi lazım ki Kürt halkı kararını çoktan vermiştir, Türkiye’de hep birlikte özgür ve eşit yaşamdır. Ortak vatanda birlikte kendi yönetimimizi, idari modelimizi nasıl geliştirebiliriz, bunu tartışıyoruz. Bunun ötesindeki yaklaşımların tamamı spekülatiftir. Asıl buna karşı açıklama yapan devlet yetkilileri, oluşturdukları otoriter zemin ayaklarının altından kayacak diye korktukları için habire bunu bölücü girişimler olarak gösteriyorlar.”

Özerklik istemi-önerisi, Kürt ulusal sorunu etrafında süren tartışmalara ilgiyi kaçınılmaz bir biçimde daha da artırdı. Çok sayıdaki “demokratik platform”da “demokratik özerklik”, Kürt sorununun “en makul çözüm formülü” olarak tanımlandı. Kürt milletvekilleri bu doğrultuda açıklamalar yaptılar. PKK adına yapılan açıklamada, bunun, “hem Türkiye’nin birliği-bütünlüğü için hem de Kürt halkının demokratik Türkiye ortamında özgürce yaşayabilmesi için en makul çözüm formülü” olduğu belirtildi. Uluslar sorununun çözüm biçimlerinden biri olarak işlevli olabilecek bu örgütlenme biçimini, “Türkiye’nin tüm bölgeleri-illeri için” önerenler oldu.

Kürtlerin hakları için yürüttükleri mücadelenin her adımını “üniter devletin bölünmesine yönelik menfur girişimler” olarak gösteren Türk devlet ve hükümet sözcüleriyle sermayenin ideolojik savaş görevlileri ise, bu açıklamaları tehdit dozajı yüksek açıklamalarla yanıtladılar. MGK, Genelkurmay, Hükümet sözcüleri ve sermaye partileri yöneticileri, “anadilde eğitim, demokratik özerklik, siyasal genel af ve siyasi tutukluların serbest bırakılması, askeri operasyonların son bulması” taleplerine, Türk dilini ve “üniter devlet”i “kırmızı çizgi” alan yanıtlar verdiler. Başbakan “Kürt sorunu bitmiştir!” açıklaması yaptı. Kürtlerin, ulusların ve dillerin tam eşitliği sağlanana dek mücadele edeceklerini ve özerklik temelinde bir arada yaşamaktan yana olduklarını açıklamalarına, devlet adına, en üst askeri-politik organ(MGK)ın yanıtı, baskı ve terör politikasında ısrarın ilanı oldu. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) yayımladığı bildiride, “Terör örgütü ve yandaşlarının halkımızın demokratik tercihlerini serbestçe ortaya koyabilmelerini engellemeyi amaçlayan teşebbüslerin, güvenlik güçlerimizce alınacak tedbirler ile ülkesine ve demokrasiye içtenlikle bağlı halkımızın sağduyulu yaklaşımı sayesinde başarıya ulaşamayacağına olan inanç“tan söz edilerek, “terör örgütünün ve yandaşlarının insan hakları kisvesi altında gerçekleştirmeye çalıştıkları ve esasen halkımızın birliğini, bütünlüğünü, güvenliğini, huzurunu ve refahını hedef alan her türlü eylem ve girişimiyle mücadele edileceği ve bu kararlı yaklaşımın terör tehdidi bertaraf edilene kadar sürdürüleceği..” ilan ediliyordu. Genelkurmay, İnternet sitesinden(17 Aralık 2010) “TSK, ..Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında ” taraf olmaya devam edeceğini ilan ediyor ve  yine MGK, “ ‘Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir” bildirisiyle devlet politikasını bir kez daha ilan ediyorlardı. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, “soruşturma” açıyor; TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin,  “Türkiye  Cumhuriyeti sınırları içerisinde tüm vatandaşlarımızı ilgilendiren kararların” ancak TBMM’de alınabileceğini belirterek, “Başka  bir kongre, başka bir meclisi tanımıyoruz. Bu sevda peşinde koşan arkadaşlarımız  durumlarını lütfen değerlendirsinler. Sonuçlarına katlanmak zorunda kalırlar” şeklinde tehdit savuruyordu. AKP sözcülerine göre, “devletin üniter yapısına” pervasızca yönelmiş bir saldırı söz konusuydu. Erdoğan, yapılanları “tehlikeli bir oyun”; “Özerklik tartışması”nı “demokratikleşmeyi, Türkiye’nin ileri demokratik standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgâhı” niteliyor; AKP Grup Başkan vekili Suat Kılıç, “Biz tek vatan tek devletiz, tek bayrak tek milletiz’.  Biz bu vurgularımız terk etmiş değiliz. Türkiye’nin bir tek meclisi var o da Türkiye Büyük Millet Meclisi… Resmi dilimiz Türkçe’dir” diye nakaratı yineliyor; Türkçe’nin eğitim dili olduğunu, “bir başka dili eğitim dili olarak” kabul edemeyleceklerini söylüyordu. İçişleri Bakanı Atalay’a göre de Kürtler, “Kendi ana dilini günlük hayatında istediği kadar” kullanabilirlerdi; “Ama üniter yapı”yı, devleti, bayrağı, resmi dili ” irdelemek, bunu tartışmaya açmak sadece sıkıntıları artırır” dı! Atalay, anadilde eğitim ve Özerklik istemlerini “demokratikleşme sürecini provoke” eden girişimler olarak suçlayarak BDP’li belediyelere karşı soruşturma ve gözaltı politikasının sertleştirileceğini ilan ediyordu. AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik ise, devletin ret politikasına sözüm ona daha bilimsel ve akademik açıklamalar getirmeye soyunurken, “Son özerklik tartışmalarının, resmi dilin iki dilli olması tartışmalarını, ben Türkiye’deki gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü olarak görüyorum.” diye suç ve düşman imalatından da kaçınmıyordu.

MHP’li politikacılar, “bölücü tehdit”e karşı, hükümeti “göreve” çağırdılar.  CHP Genelbaşkanı Kılıçdaroğlu, siyasal özerkliğin “üniter yapıya aykırı olduğunu” açıkladı.

açıklamalar ne ifade ediyor?

Yukarıda uzunca sayılacak alıntılarla Özerklik talebi ve buna karşı açıklamaları aktardık. Olguların, olay ve gelişmelerin bilgisine sahip herhangi bir okur, Kürt politikacıları ile hükümet ve sermaye partileri adına yapılan açıklamalara bakarak, aktardığımız görüşlerden, iki ulusun ve ulusal azınlıkların bir arada yaşaması için demokratik koşulların oluşturulması istemini içerenler ile; zor dayatmasıyla sağlanan “birlik”in sürdürülmesi ısrarını esas alanları birbirinden ayırt edebilir. İlki, ulusal sorunun siyasal çözüm yöntemleri-biçimleriyle ilgiliyken ikincisi “bölünme” korkuluğunu sallayarak çözümsüzlükte ısrarı esas alıyor.

Bunları, ‘sıra’sıyla irdelersek; devlet, hükümet ve düzen partileri adına yapılan  açıklamalarda, “klasik devlet politikası”nı sürdürme ısrarı dışında herhangi bir yenilik bulunamaz. Devlet üst bürokrasisi ve düzen partilerinin Kürt politikası sadece ulusal hak eşitsizliğini esas almıyor, genel demokratik hak ve özgürlüklere karşı baskı ve zorda ısrarı da içeriyor. MGK ve hükümetin “birlik sağlama” propagandası dayanaktan yoksundur. “Birlik”in zor ve inkar dayatmasıyla sağlanması ya da sağlanmak istenmesi politikası “birlik” söylemi ve “birlikte yaşam” ile karşıtlık içindedir. 87 yıllık siyasal pratik bunun için çürütülemez kanıtlar sunuyor.  İki ulusun birlikte yaşamı ancak gönüllülük ve serbest iradenin ürünü olarak gerçekleşebilir ve bunun için önkoşul inkar, baskı ve ayrımcılığın son bulması; dillerin ve ulusların eşitliğinin kabul edilmesidir. “Bölünmeye karşı” propaganda ve sözüm ona birlik için burjuva propagandası, orta ve küçük burjuva kesimlerin yanı sıra, Türk işçileri ve kent-kır yoksulları ana kitlesini de etkilemekte; Kürt ulusal özgürlük mücadelesi karşısında önyargıyla hareket etmelerine ve zor ile sağlanan “birlik”in devamı için sürdürülen burjuva savaşı karşısında, devrimci sınıf tutumuyla yer almalarını engellemektedir. Oysa, zora dayalı “birlik”in sürdürülmesi için uygulanan politika, siyasal özgürlükler için ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin ilerletilmesine ket vurarak mücadeleyi güçten düşürüyor; emekçi sınıf güçleri arasında güvensizliklere ve bölünmelere yol açıyor ve burjuvazinin diktasını sürdürmesinde, kolaylaştırıcı işlev görüyor. Devlet ve hükümet adına açıklamaların “bölücü terör ile sonuna dek savaş!” nakaratı etrafında odaklanmasının nedenlerinden biri de budur. Bu politika diğer yandan, Kürtleri ezilen ulus konumunda ve ulusal haklarından yoksun tutarak sahip olunan iktisadi-politik ve askeri avantaj, ayrıcalık ve çıkarları korumayı ve elden çıkarmamayı esas alıyor. Türk burjuvazisi toprakları, kara sularını, enerji kaynakları ve onlara erişim yollarını kaybetme korkusu içindedir.

Kürtler ise, temsilcilerinin sözleriyle kararlarını vermişlerdir: özgürce, ulusal haklarına sahip olarak kendilerini yöneteceklerdir. ‘Demokratik Toplum Kongresi’, Kongre oluşturucuları ve sözcüleri tarafından, “Kürt halkının en geniş kesimlerinin, demokratik- yasal kurumlarının bir araya geldiği bir platform” olarak tanımlandı. Basın-yayın organlarında, DTK’nı “Kürtlerin bir tür meclisi” olarak tanımlayan yorumlar yapıldı. DTK sözcüleri, “Özerklik uygulaması için çalışmalar yapacaklarını” açıkladılar. DTK’nın bazı temsilcileri tarafından “bir proje” olarak da ifade edilen örgütlenme biçimleri doğrultusunda, “köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent Meclisleri“nin oluşturulacağı açıklandı. Bazı il ve ilçelerde “demokratik özerklik projesi”nde sözü edilen “yerel meclisler”in kurulması çalışmaları başlatıldı. Tabelalar iki dilde yazılarak “iki dilli yaşama fiili geçiş” yönünde adımlar atıldı, vb.

Bu açıklamalar ve yorumlar ile, DTK’nın çeşitli toplumsal gelişmeler karşısındaki refleksleri, bu “kurum”un, kendini “Kürt Yerel Meclisi” olarak örgütlemekte olduğunu gösteriyor.

Kürtlerin kendilerini bölgesel düzeyde yönetmek istemeleri ve buna hazırlanmaları, ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkının bir biçimi olarak bölgesel özerklik yönünde atılan adımlar, Kürt ulusal mücadelenin geldiği yere ve bugünkü durumuna işaret ediyor. Bu yeni durumun başlıca özelliği, Kürtlerin kendi yönetimlerini, “idari model”lerini kendi güçleriyle inşa etmeye hazırlanmalarıdır. Kürt siyasal temsilcileri, Özerklik ile “ortak vatanda, birlikte”, ancak “kendi kendilerini yönetme” ve yaşamlarını böylece tesis etme amacında olduklarını söylüyor, bunun zor yoluyla bastırılmak ve engellenmek istenmesine asla boyun eğmeyeceklerini belirtiyorlar.

Kürtler adına yapılan açıklamalar esas alındığında, bölgesel özerkliğin bir “bölünme projesi” olarak görülmesi mümkün değildir. Ayrılma, ayrı devlet kurma her ezilen ulusun hakkı olmasına ve bu hak hak olarak kalmasına rağmen, Özerk bir Kürdistan, ulusal hak eşitliğinin pratik uygulanması biçimlerinden biri olarak gerçekleştiğinde, ayrı devlet kurma ihtiyacı doğmayabilir. Kürtler isterlerse, kendi devletlerini kurma hakkına sahiptirler. Bu hak şu ya da bu gerekçeyle kısıtlanamaz, reddedilemezdir. Ancak, Özerkliği “bölünme-parçalanma projesi” olarak göstermek, ezen ulus burjuvazisinin egemenliği için baş vurulan bir hileden ibarettir. Kürt hareketinin Özerklik önerisi ve istemiyle ortaya çıkması; Türk ulusuyla; Türk işçi ve emekçileriyle eşit ulusal haklar temelinde bir arada yaşama yönündeki isteğini ortaya koyması, bu yöndeki kuvvetli vurgu, istek ve tutum bu hileyi boşa çıkarmıştır.

Kürtlerin ulusal tam hak eşitliğini “Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, “yönetimin halka yayılması” gibi “belediye sosyalizmi” anlayışını çağrıştıran anlayışlarla ilişkilendiren ya da  “Avrupa Yerel Yönetimler Anlaşması”nın kriterlerine indirgemeye çalışan görüşlerin eleştirisi bu makalenin konusunu oluşturmuyor. Ancak, konunun bir biçimde, ve ” ülkenin yerinden yönetim” modeliyle bağlantılı gösterilmiş olması, bu bağlantı sınırları içinde de olsa, bir iki noktaya değinmemizi kaçınılmaz kılıyor.

‘Bölgesel Özerklik’ ile bazı Batı Avrupa ülkeleri ve ABD de uygulanan Eyaletler sistemi bir birlerinden temel önemde özellikleriyle farklılık gösterirler. Türkiye’nin “büyüklüğü”nden hareketle önerilen ya da önerilecek “yerel yönetimler” ile Kürt sorununun çözümü için “üniter devlet” dayatmasını reddeden ve Kürtlerin kendilerini Özerk bir yapı içinde yönetmelerine dayanan Bölgesel Özerklik arasında ‘ortak özellikler’ bağı kurulamaz. Ezilen ulusların-burada Kürtler- özgürce yaşamaları için siyasal kaderini tayin şekilleriyle burjuvazinin merkezi iktidarı altında, idari işlerin yerel yönetimlere “paylaştırılması”; böylece işçi ve emekçilerin sömüren sınıfın iktidarına karşı mücadelesinin “yerel idareler”e yöneltilip dağıtılarak etkisizleştirilmesi politikası arasında benzerlikler kurulması, Özerkliği, yani ezilen ulusun siyasal kaderini tayin hakkının gerçekleşme biçimlerinden birini daraltmak ve bir tür geçersizleştirmek olur. “Yerel iktidar olma”, “halkın iktidarlaşması” gibi kulağa hoş gelen argümanlarına karşın, halkın belediye ve diğer yerel kurumların politikalarını etkilemek ve kendi çıkarları ve talepleri için örgütlenmeler-çeşitli komiteler-meclisler halinde-gerçekleştirerek kapitalizm koşullarında daha iyi bir yaşam mücadelesi yürütmesi, ulusal eşitliği sağlama amaçlı Bölgesel Özerk devlet örgütlenmesinden farklı özelliklere sahiptir.

“Yönetimin halka yayılması” ile Kürt ulusal özgürlüğünün “Bölgesel Özerklik” biçimi altında gerçekleştirilmesi arasında doğrudan bir bağ yoktur. “Yerinden yönetim”i, Özerklik ile özdeş alarak bu yönetimde halkın daha doğrudan yönetime katılacağını ileri süren görüşler, daha demokratik bir niyet ve hedef taşımakla birlikte; bunun gerçekleşmesi koşullara bağlıdır ve her durumda mümkün olmayabilecektir. Burjuva iktidarı altında, bunu ne “yerinden yönetim” garanti eder ne de Özerk devlet koşulları altında halkın yönetime katılması kendiliğinden ve bunun için mücadele edilmeksizin, yani sınıf mücadelesi verilmeksizin gerçekleşebilir. Herhangi bir ‘yerel bölge’de, “hizmetler”den daha fazla yararlanmak, merkezi ve belediye gelirlerinin daha fazla kesiminin emekçilerin ihtiyaçları; yaşam ve barınma koşullarının iyileştirilmesi yönünde harcanmasını sağlamak için halkın “yerel meclisler” halindeki örgütleriyle devreye girmesi ve yerel yönetimler üzerinde baskı kurması ile “yerel iktidarlaşma” özdeşleştirilemeyecek farklı durumlardır. Burjuvazi, toplumsal yaşamın tüm temel yönlerini düzenleme gücünü elinde tuttuğu koşullarda; burjuva bürokratik merkezi devlet aygıtı ve sermaye egemenliği altında, bu merkezi yönetime bağlı “halkın yerel özyönetimi”ni, emekçi muhalefetini etkisizleştirecek bir olanak olarak değerlendirmek ve emekçilerin dikkatlerini iktisadi-sosyal ilişkilerin temel sorunlarından daha dar sorunlara çekme yoluyla iktidarına yönelik mücadeleyi zayıflatmak için kullanmaya çalışacaktır. “Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” yoluyla “yönetimin halka yayılması” projesi ya da düşüncesi, kapitalist iktisadi-sosyal ilişkiler temeli üzerinde ve burjuvazinin merkezi iktidarı altında “halk yönetimleri” kurgususuyla devlet hakkında hayaller yayma ve halk yönetimlerinin kapitalist egemenlik koşullarında olanaksızlığını gizleme riskiyle yüklüdür. Bu görüş, burjuva sınıf egemenliğinin merkezi araçlarını ilgilendiren her konuda; devlet aygıtı üzerine, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine dair, burjuvazinin sınıf konumunu ve çıkarlarını koruma hassasiyetini; bunlar için “belediye hizmeti” ve “yetki”sine dair sınırlama; “veto etme”; görevden alma, cezalandırma dahil her yola baş vurması yöntemlerini dikkatten kaçırıyor; sınıf mücadelesinin temel sorunlarını yerel-küçük sorunlar derekesine indirgeyerek, işçi sınıfı ve emekçilerin dikkatini iktidar mücadelesinin ana sorunlarından uzaklaştırma riski taşıyor. Ezilen ulusun kendi kendini yönetimi anlamında Özerklik ise, işçi ve emekçilerin “yönetime katılması”nı her şart altında ve kendiliğinden sağlamaz. Halkın ‘komünler’ ve ‘meclisler’ halinde örgütlenerek yönetime katılmak istemesi ya da bunu fiilen gerçekleştirmesi durumunda ise, daha demokratik bir gelişmenin yolu açılabilecek, burjuva milliyetçiliğine ve ulusal çatışmalara karşı farklı uluslardan emekçilerin birliği ve dayanışmasının olanaklarını genişleyecek; Kürt emekçilerinin yönetimde etkili olmaları, hareketin demokratik gelişmesinin dayanağı olacaktır.

Kürt hareketinin bugünkü beleşimi içinde bunun ne denli mümkün olabileceği bir yana, Kongrede, halkın ” aşağıdan yukarıya örgütlenmesi”nden; “yerel meclisler“den söz edilmesi, AKP hükümetinin eteklerine tutunmuş, ancak demokrasi ve halk iradesi üzerine ‘mangalda kül bırakmayan’ liberallerin öfkesiyle karşılaşmıştır. Onlara göre, halk yalnızca burjuvazinin çıkarlarını esas alan bir iradenin temsilinde, sorun çıkarmadan uyum gösterdiği oranda, söz sahibi olabilmelidir! AKP liberallerinden olan ve Diyarbakır’daki “çalıştay”a da katılan Ali Bayramoğlu örneğin, “Doğrudan demokrasi, komünden yukarı çıkan bir siyasi karar mekanizması inşa etmek bu koşullarda insanı değil, modeli öne çıkarır, doğrudan demokrasi yukarı doğru dikey bir örgütlenme modeliyle karışır, alttan yukarı çıkan bir korporatist sistem doğar” demektedir.

Bu “eleştiri”, emekçilerin, yaşam alanlarında en alt birimden başlayarak, sermaye sistemi ve burjuva egemenliğine karşı-DTK metni, bazı atıflarına karşın bunu hedef olarak belirlemiyor-örgütlenmelerini ve doğrudan temsilcileri aracıyla-ki onları geri çağırma haklarına da sahip olacaklardır-kendi kendilerinin yönetimini gerçekleştirmelerine itiraz üzerinden şekilleniyor. Bayramoğlu, “komünden yukarı çıkan bir siyasi karar mekanizması”nın insanı merkezine alamayacağını ileri sürerken, DTK’inde alınan kararlardan ya da orada üzerine tartışılan örgütlenme biçimlerinden hareketle, aslında halk demokrasisi ve sosyalist toplumsal örgütlenme biçimlerine saldırıyordu. Ona göre, böylesi bir örgütlenme “totaliter bir anlayış”ın örgütlenmesi olacaktır(!) Kendi başına bir özgünlüğü olmayan ‘sol milliyetçi’ görüş ise, zora dayalı birliği “ulusal birlik” olarak kutsarken, ‘Özerk Kürdistan’ın Kürt kapitalistlerini sorunun çözümsüz olarak kalmasının gerekçesi olarak kullanma çabasındadır. “Tüm öteki koşullar eşit olmak kaydıyla” Leninist kaydı bir kalem darbesiyle ortadan kaldıran bu tür solculuk, proletarya ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin, büyük bir devletin geniş toprakları ve yaşam alanlarının bir tek iktisadi ‘bütünlük’ oluşturduğu koşullarında, daha yaygın ve güçlü yürütülmesi olanağına sığınır görünmesine karşın, eşitsizlik ve baskı koşullarını dayanak alma gibi bir “şansızlık”(!) ile yüz yüzedir. Bu “eleştiri” ve yaklaşım, Türkiye Kürt hareketinin ABD’nin politikalarına karşı gösterdiği direnç ve Türk işçi ve emekçileriyle birlikte mücadele ve yaşam yönündeki güçlü eğilimi ise görmezden gelip dikkate almamaktadır.

Özerkliği, “toplumsal parçalanmayı derinleştirir” gören “ulusal solcu”lar ve “sosyalistler”(!) de oldu. TKP gibi,-ki “sosyalizm için mücadele etme” iddiasındadır- daha önceki bir dönemde(2009), Özerklik istemiyle ilgili bazı açıklamalardan hareketle yayınladığı “Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirisi”nde, özerkliği reddediyor; “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir” diye, sözüm ona uyarıda bulunuyordu. Eski genel başkanı Aydemir Güler, Özerklik önerisini “sol milliyetçi” bir tepkiyle karşılayarak  “Ülkeyi birbirleriyle cehennemlik bir yarışa girişen bölgelere ayrıştırdıktan sonra ulusal birliğin ne anlamı kalacağını bilemiyorum. Bu emek cehennemini yönetenler bizzat Kürt olunca Kürt sorununun çözülmüş olacağını sananlarınsa, en azından derin bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim” şeklinde, sözüm ona akıl veriyordu! Ö.Dünyası’nda yayımlanmış bazı yazıları eleştirdiği sonraki açıklamalarında da Güler, emperyalistlerin ulusal kurtuluş mücadelelerine sızma, bu hareketleri istismar ederek kendi politikaları doğrultusunda etkileme ve hatta yedeklemeye çalışma politikalarından hareketle, ulusal kurtuluş mücadelelerinin antiemperyalist özellikler gösterebilmelerini ve ezilen ulusların bu mücadelelerinin desteklenmesinin sosyalist ve tutarlı demokrat olmanın koşulu olduğunu reddetmeye çalışıyor. Güler, Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını “dönemsel bir devrimci taktik olarak formüle ettiği” iddia etmektedir ve bunu “görmek için” hiç de derinlik gerektirmeyen bir “baştan sona okuma”nın yeterli olacağını söylemektedir. Güler, başkalarını cehaletle suçlar ve sözüm ona akıl vermeye çalışırken, çok bariz, açık ve yeni başlayanların dahi hemen fark edebilecekleri şekilde Lenin’in, en azından ulusal kendi kaderini tayin hakkı üzerine görüşlerini inkar etmekte, çarpıtmaya çalışmaktadır. Bu anlayışa göre, ulusal hak eşitliği mücadelesi gibi “dönemsel taktik bir sorun” kapsamındaki bir sorun günümüzde artık söz konusu bile edilemez. Güler, “emperyalizm maniple ediyor” diyerek, Leninist ulusal kaderlerini tayin hakkını inkar ederken, kendi görüşlerinin aykırılığını, Lenin’in düşünceleri üzerine demagojilerle örtme çabasındadır.

siyasal örgütlenme modeli olarak Bölgesel Özerklik

Birbirleriyle zıtlık gösteren yukarıdaki yaklaşımların muhtevasına da işaret etmek üzere, özerklik ya da daha yerinde bir deyişle bölgesel özerklik üzerinde durmak gerekiyor. Bölgesel özerklik neyi içerir, nasıl uygulanır?

Ulusların kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulusun iradesini serbestçe belirlemesi, gönüllü birlik ve bir arada yaşamanın koşuludur. Bölgesel Özerklik, ezen-ezilen ulus ilişkisinin demokratik siyasal çözüm biçimlerinden biridir. Bölgesel özerklik ile zora dayalı birliğin yol açtığı ulusal baskı, çatışma, savaş ve yıkımlardan -kapitalizm koşullarında kurtulmak ne kadar mümkünse o kadarıyla- kurtulmanın yolu açılacak; devlet sınırları içerisinde yaşayan farklı ulus ve milliyetlerin ilişkilerinin demokratik esaslara dayalı olarak geliştirilmesinin ve gönüllü birliğinin koşulları yaratılacaktır. Bölgesel Özerklik “üniter devlet” anlayışı ve dayatmasının reddiyle Türk ve Kürt uluslarının tam hak eşitliği ve diğer ulusal toplulukların üzerindeki baskının sona ermesini içerir.

Ulusal baskı politikasına karşı, ulusların tam hak eşitliğini gerçekleştirmenin uygulanabilir bir biçimi olarak Bölgesel Özerklik, iktisadi-sosyal yaşam birliği ve ulusal nüfus yoğunluklu coğrafi bölgeler esası üzerinden uygulanacak olan bu siyasal örgütlenme biçimidir. “Özerk bölgeler”, bugün ancak Kürtler, Zazalar ve belli birkaç yerleşim alanındaki Araplar için, ulusal bileşim, yaşam biçimi ve iktisadi ilişkiler göz önünde tutularak oluşturulabilir. Farklı milliyetlerden emekçilerin içiçe ve dağınık biçimde yaşadıkları ve özel bir nüfus yoğunluğunun bulunmadığı, bir arada yaşamın doğallığı içinde belli bir uyumun gerçekleştiği bölgelerde, dillerin özgürlüğü esas alınır ve ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması politikası izlenir. Nüfus bileşimi ve coğrafi yerleşimin bir geçiş sürecini gerektirdiği ve geçici biçim olarak söz konusu olabilecek özerk yapılar dışında, özel ulusal adacıkların oluşturulması hedeflenmez.

Ekonomik-sosyal koşulları, yaşayış biçimleri, ulusal bileşimleri bakımından farklı özellikler taşıyan ulusal toplulukların yaşadıkları bölgelerin “özerkliği”, bugünkü ve temsilcileri tarafından “üniter devlet” olarak tanımlanan gerici-tek ulusçu devlet ile herhanği ortak özelliği bulunmayan ‘büyük  merkezi devlet’in demokratik merkeziyetçi “birliği”yle karşıtlık göstermez. Ulusal sorunun demokrasi temelinde çözümü ve hak eşitliğinin ifadesi olarak Özerklik mevcut “üniter devlet”i reddeder. Bu  “demokratizm” , baskı ve ayrımcılığın engelidir ve “yalnızca yarım milyon değil, 50.000 nüfuslu olsa bile özerk ulusal bucaklar”ın ve “eğer durum gerektiriyorsa ve eğer iktisadi ilişkiler bakımından zorunluysa”, bu tür “bucaklar”ın ayrı ayrı komşu bucaklarla birleştirilerek bir tek “özerk bölge” haline getirilmelerini dışlamaz.

Kürt burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin özerk yönetimde hakim konuma gelme olasılığı, buna karşı bastırma politikalarıyla savaşma sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Ezilen ulusun burjuva-burjuva feodal güçlerinin ulusal harekette hakim konumda olmaları ya da ulusal devletin bu kesimlerin önderliğinde kurulması, Kürt işçi ve emekçilerine, sınıf mücadelesi yoluyla örgütlenmelerini geliştirerek devlet sınırları içindeki tüm uluslar ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin sınıf birliğinin gerçekleşmesi için devrimci ve enternasyonalist çalışmayı sürdürme sorumluluğu yükler. Özerklik koşullarında sınıf mücadelesinin hangi biçimler altında gelişeceği, sorunun bugünden belirlenemez başka bir yanıdır ve özerklik için önkoşul özelliği taşımaz. Güçlü olasılık, sermayeye karşı kendi sınıfsal iktisadi-sosyal hakları için çeşitli direnişler örgütleyen ve başlıca Kürt kentlerinde önemli bir kesimi işsizlik ve yoksullukla boğuşan geniş Kürt emekçi kitlelerinin, ulusal baskı politikasının “ertelettiği” ya da bir biçimde örtülmesine yol açarak geciktirdiği sınıf mücadelesini özerk yönetim koşullarında daha kesin ve kararlıca yürütmelerinin olanaklı hale gelmesidir.

Kürtlerin ulusal baskı altında oluşu, ‘ortak ulusal mücadele’ içinde farklı sınıf ve kesimlerden toplulukları bir araya getirmesine rağmen, Türkiye Kürt bölgesinin iktisadi-sosyal gelişim düzeyi, sınıf mücadelesinin koşullarını olgunlaştırmıştır. Kapitalist gelişme Kürt emekçilerinin çok büyük kesimini Türkiye’nin büyük kentlerine çekmekle birlikte, önemli Kürt kentlerinin hemen hepsinde, yaşam biçimi ve ilişkileriyle ayrı bir sınıf oluşturan işçilerle bu sınıfın geniş işsiz kitlesi ve kent ve kır yoksulu olarak kalabalık emekçi kesimler; Kürt zenginleri, büyük toprak sahipleri ve “işadamları” çevreleriyle farklı çıkarlara ve yaşam koşullarına sahip olmak üzere ayrışmışlardır. Bu ayrışmaya uygun olarak Antep, Adıyaman, Batman, Diyarbakır kent merkezlerinde işçi direnişleri, yoksul köylü hareketleri ortaya çıktı. Sınıf ayrımlarının üzerini örten ve emekçi ile onu ezeni “aynı ulus”tan olma nedenli olarak birbirlerine yakın tutan bağın, ulusların ve dillerin eşitliği sonucu, sihrini yitirmesi, bu mücadelenin daha ileriden, daha güçlü ve yaygın gerçekleşmesinin koşullarını da sağlayacaktır. Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf bilinçli kesimi, kendi sınıfının çıkarlarıyla uluslararası emekçilerin çıkarları arasındaki bağı daha açık görecek ve Türk ve öteki milliyetlerden emekçilerle aynı sınıf örgütlerinde, aynı sendikalarda ve çeşitli kitle örgütlerindeki örgütlenmesinin ilerletilmesi için daha aktif şekilde değerlendirecektir. Ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri hakkının bölgesel özerklik şeklinde uygulanması, ulusal ayrımcı politikanın ve şovenizmin neden olduğu güvensizlikleri bir süreç içinde gidererek ve ulusal baskının sınıf çelişkilerinin üzerini örten perdesini yırtarak, burjuvazi-proletarya çelişkisinin tüm çıplaklığıyla görülmesine de hizmet eder.

Kürt sorununu “demokratik olmayan yoldan çözüme bağlama” olanaksızlığı, zor ve inkar yoluyla “birlik sağlama” olanaksızlığı, zora dayalı birliğin sürdürülmesini değil; mevcut devletin sınırları içinde zorla tutmayı sağlayan “demokrasi”yi değil; buna son veren ve birlikte ya da ayrı yaşama kararını Kürtlerin verecekleri tümüyle serbest irade beyanına dayalı bir demokrasiyi zorunlu kılar. Sorunun çözüm ihtiyacı ve oluşan ‘toplumsal baskı’yı “geçiştirmek” ve özerklik talebiyle yükselen mücadeleyi püskürtmek amacıyla ve sözüm ona “demokrasiye bağlılık -halkın iradesine saygı” adına “sorunu Türk halkına sorma” şeklindeki açıklamalar, ezen ulus milliyetçiliğini güçlendirmeye hizmet etmektedir. Kürtlerin nasıl yaşamaları gerektiğine merkezi Türk parlamentosunda alınacak kararlarla yön veren politikanın sonuçlarını önceden görmek için uzağa itmeye gerek yoktur. 87 yıllık egemen politika çözümsüzlüğü derinleştirmiş, daha ağır sonuçlar doğurmuştur.Ulusların kaderlerini serbestçe tayin, yani siyasal bakımdan ayrılma hakkı, ezen ulusun-ve emekçilerinin ‘referandumunu değil, baskı altındaki ve hakları inkar edilen ulusun ‘referandumu’nu gerektirir. Bir referandum için gereklilik gösteren demokratik siyasal koşullarda, nasıl yaşayacaklarını belirlemek üzere, Kürtler karar vereceklerdir. Hiçbir dış baskı ve tehdit olmaksızın, tümüyle kendi özgür iradeleriyle Türk ulusuyla birlikte mi, ondan ayrılarak mı yaşadıklarını beyan edecek olanlar Kürtlerdir. Özerklik talebi ve bu yöndeki örgütlenmeler,  bu irade beyanının ifadesi ve şekillenmesi olarak gündeme gelmiştir..

ulusal eşitlik ve anadilde eğitim hakkı

“Anadil eğitimi”  -“anadilde eğitim” hakkı Kürt sorununun en önemli ve öne çıkan taleplerinden birini oluşturuyor. ‘Ana okulları’nda  ve ilköğretimden başlanarak “yabancı diller” olarak tarif edilen İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca vb diler öğrenilmesine, öğretilmesine karşın, Kürtçe’nin eğitim dili olarak ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında kullanılması hala yasaktır.

Türk şoven milliyetliliğinin(ırkçılık) temsilcisi MHP; anadilde eğitimi “üniter bütünlüğe karşı sabotaj” sayıyor. CHP yönetimi, “Anadil eğitimi-anadilde eğitim ile anadil öğretimi farklıdır; biz anadil öğretimini kabul ediyoruz, isteyen yurttaş Kürtçe öğrenebilir, ancak resmi dil tektir, anadilde eğitim isteğiyle Türkçe’nin karşısına ikinci bir dil çıkarılmak isteniyor” iddiasını ileri sürdü. AKP ve hükümetinin sözcüleri, “tek dil, tek millet” söylemini sürdürüyorlar. Başbakan, “Kürt vatandaşlar”ın kendi aralarında Kürtçe “konuşabilmelerini”, hükümetinin “ileri demokrasi poliitkası”yla ilişkilendirmeye çalışıyor. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, Kürtçe’nin “bireysel kültürel haklar” çerçevesinde öğrenilebileceğini, ancak “kolektif topluluk” hakkı düzeyinde “kolektif talep” olarak kabul edilmesinin “olanaksız olduğu”nu belirterek, bunu “kırmızı çizgi”leri olarak açıklamıştı. Kendilerini ‘muhafazakar liberal’ olarak tanımlayan sağ gerici yazar ve sosyologlara göre de, Kürtlerin “kendi aralarında” Kürtçe konuşmaları, “anayasal eşitlik” için yeterlidir.(4)

Türk burjuva milliyetçiliği, Kürtçe’nin ‘kamusal alan’da kullanılmasını ve anadilde eğitimi bölünme nedeni sayıyor. Böylece Kürtlerin en temel demokratik haklarının ayaklar altına alınması haklı çıkarılmaya çalışılıyor. Bir ulusun ulusal haklarının inkarının “bölünme korkusu” üzerinden gerekçelendirilmesi kabul edilemez gerici bir politikadır. Bu bir yana, İsviçre’de üç resmi dilin (gerçekte üç buçuk resmi dil ve bir de Greko-Romence var) konuşulmasına ve İsviçre burjuva demokrasisine örnek ülke olarak gösterilmeye hala devam edilmesine rağmen, salt bu nedenle   bölünmediği bilinmektedir. Kürtçe’nin Türkçe gibi öğretilmesi-öğrenilmesi ve kullanılması bir haktır ve bu hak “ülke ve millet birliği”(!)ni parçalayıcı rol oynayabileceği gerekçesiyle reddedilemez. Uygulamalar, hiçbir ulusa diğerleri aleyhine ayrıcalık tanınmadığında, tüm ulusal topluluklardan işçi ve emekçiler arası birlik ve dayanışma duygularının güçlenmekte olduğunu; ayrımcılığın ortadan kalkmasının birlikte yaşam isteğini güçlendirdiğini göstermektedir. Ulusal baskının ortadan kalkması koşullarında, iktisadi-sosyal bağlar üzerinden ve kapitalist gelişmeyle birbirlerine doğru “itilmekte” olan işçi sınıfı ve emekçiler, sınıf mücadelesini daha güçlü şekilde yürütme olanağını elde etmişlerdir ve edeceklerdir.

Türk ve Kürt uluslarının ilişkilerindeki özgünlüklerden biri de, iktisadi nedenlerle olanın yanısıra, politik-askeri zoru içeren devlet politikası sonucu, Kürt nüfusun önemli bir kesiminin Türk nüfus yoğunluklu bölgelerde dağınık şekilde yerleşmiş olmasıdır. Kapitalist gelişme Kürt kırını çözerek nüfus göçüne yol açarken, buna, devletin Kürt mücadelesini bastırmak ve etkisizleştirmek için dayattığı ve milyonlarca insanın göç etmesine yol açan baskı eklenmiştir.(5)

İşçi sınıfı ve ezilenlerin yararına olan, sermayeye; onun yaşamın her alanını kapsayan çıkarlarının ideolojik-kültürel ifadesine karşı mücadeledir. Bu mücadele en iyi, en etkili şekilde, ancak her ulusun kendi dilinde yürütülebilir. Eğitimin demokratikleştirilmesi ve anadilde eğitim önündeki engellerin kaldırılması, “okulun milliyetlere göre ayrılması” burjuva milliyetçi anlayışını dışlar. Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşayan Kürt çocuklarının eğitimi için Kürt okulları değil; tüm uluslardan eğitim yaşındaki genç ve çocukların birlikte ve fakat Kürtçe eğitimin de yapıldığı okullarda birlikte okumalarının koşulları yaratılmalıdır. Eğitim ve anadilde eğitim demokratik içerikte olmalı, şovenizm ve milliyetçiliği ve ulusal özelliklerin her bir ulus yararına güçlendirilmesini dışlamalı, tüm kademelerinde giderleri devletçe karşılanmalı, tüm milliyetlerden emekçilerin birbirlerine yaklaşmalarına yardımcı olacak tarzda örgütlenmeli ve gerçekleştirilmelidir.

‘Anadilde eğitim talebi ve hakkı, okulların ulusal kökene göre bölünmesini gerektirmez. Okulun iktisadi-sosyal alandan ayrı tutulması ve milliyetlere göre bölünmesi, burjuva ideolojisini ve şovenizmi güçlendirir. Bunu engelleyecek olan dillerin eşitliği ve Kürtçe eğitim önündeki yasak ve engellerin kaldırılmasıdır. Eğitim, bir dönem ABD’de olduğu gibi(beyazlar ve siyahlar için ayrı okullar vardı) Kürt ve Türkler’e göre bölünemez. Türkçe’nin kullanıldığı gibi, Kürtçe’nin de eğitimde ve toplumsal yaşamın her alanında engelsiz kullanılması ve gelişmesi, Türkçe’nin engeli olmayacağı gibi, herhangi bir dilin resmi dil olarak ilanı da mutlak bir gereklilik değildir. Devlet dili diye tek dilin ezilen ulusa dayatılması antidemokratizmin göstergelerinden biridir. Almanya, Meksika, Avustralya, Hollanda gibi ülkelerde dilin, resmi devlet dili olarak ilan edilmesine ihtiyaç bile duyulmamıştır. Kürtçe’nin Kürtler için resmi dil olmaması ve fakat Türkçe’nin resmi dil olarak dayatılması eşitlik bir yana, mantıklı düşünceye dahi aykırıdır.

Dillerin özgürlüğü; Kürtçe başta olmak üzere ‘azınlık dilleri’ önündeki engellerin kaldırılmasını gerektirir. Bütün ulusal topluluklardan Türkiye işçi ve emekçilerinin çıkarı, “anadilin özgürlüğü, demokratik ve laik okul” politikasının güç kazanmasındadır. Bu istemler, ancak yığınların demokrasi mücadelesinde seferberliğiyle, her bir siyasal özgürlük talebi için-ulusların kaderlerini serbestçe tayin hakkı bunlardan biridir- küçük ve lokal protestoları aşan yaygınlaştırılmış mücadele ve birleşik emekçi eylemleriyle elde edilebilirler. “Eğer bütün ayrıcalıklar yokedilirse, eğer dillerden birinin zorla kabul ettirilmesine son verilirse“, parlamentoda ya da başka kurumlarda Kürtçe konuşmak kimseyi ürkütmez; “bölücü tehdit” üzerine şovenist ummacı tüm etkisini kaybeder. Ulusların ve dillerin eşitliği, bir “ortak dil” ile anlaşmanın ya da eğer ezilen ulusun iradesi gönüllülük temelinde birlikte yaşam yönünde belirlenmişse, iki dilin de -yine gönüllük esasına bağlı- öğrenilmesi ve kullanılmasıyla emekçilerin anlaşmaları için koşulları uygun hale getirecektir.

Sorunun çözülmesi işçi sınıfının ve tüm emekçilerin yararınadır

Türkiye, yüzyılın başında, kapitalist gelişmenin henüz zayıf ve nispeten geri bir düzeyinde iken ulusal Türk ticaret burjuvazisinin, emperyalist işgale karşı mücadelenin başına geçerek, henüz gelişmesinin başında ve zayıf durumda bulunan işçileri ve geniş köylü kitleleri başta olmak üzere halk kitlelerini yedeklediği koşullar ile bugünkü koşullar arasında çok büyük farklılıklar bulunuyor. Ülkelerin emperyalist zincirin halkalarına dönüştüğü ve sermaye ihracının başlıca olgu haline geldiği o günün koşullarında, liman kentlerinde ve özellikle yabancı firmaların elindeki çeşitli işletmelerde görülen zayıf işçi topluluklarının ve onların devrimci örgütlerinin burjuvazi ve politikaları karşısındaki tutumundan farklı olarak bugün, işçi sınıfı milyonlarla ifade edilen güce ulaşmıştır ve toplumsal sorunların çözümünde, kendi adına ve sermayeden bağımsız politikalar izlemesi için, sadece güçlü sosyal dayanağa değil, dünya işçilerinin mücadele deneyimleri içinde şekillenen kendi sınıf ideolojisine de sahiptir. Kapitalist gelişme yüz binlerce, milyonlarca emekçiyi kırdan kente çekmiş, ortak özelliği emek güçlerini satarak yaşam araçları edinmeye çalışırken, kapitalistlere, onların emek gücü olmaksızın asla sahip olamayacakları artı değer sömürüsünü gerçekleştirme olanağı sağlayan bir sınıfın ‘bireyleri’ olarak bir araya getirmiştir. Bu, işçi sınıfı ve onun tarafından öncülük edilecek yoksulların, henüz güçlü ve engelleyici bir müdahale olanağına sahip olamadıkları koşullarda, “yeni bir ulus oluşturma”yı önüne hedef olarak koyan Türk burjuva sınıfının Kürtlere ve diğer milliyetlerden emekçilere karşı izlediği yok sayma, asimilasyona tabi tutarak kendi ulus birliği içinde ‘eritme’ ve bunu siyasi-askeri zor ile destekleme politikasına, bugün daha farklı, daha etkin ve somut biçimlerle müdahale etme olanağı var demektir. Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin bugünkü sorunu, bu müdahaleyi devrimci tarzda ve tüm emekçilerin sermayeye karşı mücadelede birliği için yapmaktan geri durup durmayacaklarıdır.

Kürt ulus sorununun çözümsüzlüğü, ulusal baskının sınıf sömürüsü ve baskısını örtme işlevi nedeniyle Kürt işçi ve emekçisinin kendi burjuva ve büyük toprak sahipleri gericiliğine karşı mücadeleye atılmasını geciktirici ya da saptırıcı bir işlev gördüğü gibi, Türk ulusundan işçi ve emekçiler açısından da, burjuva-şovenist politika ve propagandanın yarattığı etki sonucu, sınıf çıkarları ve tüm milliyetlerden emekçilerin aynı ve tek sınıf örgütlerinde birleşmeleri için yürütmesi gereken mücadeleyi, gereksindiği kapsam ve düzeyde sürdürememe etkeni olmaktadır. Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden emekçiler kapitalizm ve ülkenin iktisadi sosyal koşulları tarafından “birbirlerine doğru itilme”lerine karşın, ulusal baskı politikası buna karşıt bir eğilime güç vermekte; güvensizlik yaratmakta ve işçi-emekçi birliğini zaafa uğratmaktadır.

Emekçileri sermaye ve onun milliyetçi politikaları karşısında zayıf düşüren bu durumun devrimci tarzda değişmesi işçilerin tutumuna; özellikle de Türk ulusundan işçi ve emekçilerin tutumuna bağlıdır.

Ezen ulusun sınıf bilinçli işçileri, Kürtlerin Türk ulusuyla tam hak eşitliğini; yani bağımsız devlet kurma hakkını savunmalı, “kendi” burjuvazisine ve onun baskı ve zora dayalı bir arada tutma politikasına karşı mücadele etmelidirler. Kürt özgürlük mücadelesinin ulaştığı düzey ve bölgesel ve uluslararası gelişmeler, Türk proletaryası ve kent-kır yoksullarını, -eğer onlar tüm uluslardan emekçilerin sınıf birliğini sağlamayı sermayeye karşı sınıf çıkarları gereği sayıyorlarsa-, Kürt dilinin önündeki tüm engellerin kaldırılması, Kürtlere, siyasal bakımdan nasıl yaşayacaklarına kendi serbest iradeleriyle karar verme hakkının tanınması için mücadele sorumluluğuyla, ertelenemez şekilde yüz yüze getirmiştir. Sınıf bilinçli işçiler, kendileriyle burjuva milliyetçileri arasına kalın bir hat çizmeksizin işçi ve emekçilerin kapitalizme karşı birliğini örgütleyemezler. Onlar, burjuva milliyetçilerinin “ilkin ulusal görevler, sonra proletaryanın görevleri” formülasyonuna karşı, proletarya ve emekçilerin, “emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarları“nı öne çıkarmalı ve ulusal özgürlük ile demokrasi mücadelesini birbirlerine bağlamalıdırlar. Kürtlere “Türk birliği içinde kalma”yı dayatan politika ve kültür, büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin politikası ve kültürüdür. O,  şovenizmi ve hakim ulus burjuva milliyetçiliğini temsil eder. Bu politika ve kültüre karşı çıkmak, Türk işçisinin sınıf sorumluluğu, sınıfına olan borcudur ve ayrıca sınıfın kendi çıkarınadır.

Ulusal kaderlerini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınması, ne burjuva milliyetçiliğine karşı mücadeleyi ne de uluslararası işçi sınıfının yararına olmayan durumlarda, “ayrılmaya karşı propaganda ve ajitasyonu” gereksiz hale getirir. Hakkın kullanımının hangi biçiminin işçi sınıfının uluslararası çıkarlarına daha uygun düştüğünü gözetecek olan proletarya, ezilen ulusun ayrılma ve bağımsız devletini kurma hakkını savunurken, uluslararası gericiliğe karşı mücadeleyi güçlendiren bir çizgi ve politikayı propaganda eder. Ayrılmadan yana ya da ayrılmaya karşı propagandasını işçi sınıfı ve emekçi hareketinin uluslararası çıkarları belirler. Ancak o, en olumsuz koşullarda dahi, ezilen ulusun hareketinin ezen ulus burjuvazisi tarafından zor kullanılarak bastırılmasına karşı savaşmayı öncelikli görevi sayar. Sınıf bilinçli işçiler, “tüm öteki koşullar eşit olduğu” şartlarda; yani hiçbir ayrım, zor ve şiddet söz konusu değilse, “birlikte yaşama“dan yana tutum alır; propagandayı bu yönde sürdürürler ve ayrılma hakkının reddi ve bu yöndeki istemin şiddetle bastırılması politikasına tüm güçleriyle karşı koyarlar. Bu, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin de ihtiyaçlarından biridir.

Türk burjuvazisinin ulusal ayrıcalık politikası ve dayatması, Türk işçilerinin ve tüm ezilenlerin çıkarlarıyla tam bir zıtlık içindedir. Bu politika inkarı, eşitsizliği, ayrıcalığı içermektedir ve işçilerin sınıf birliğinin düşmanıdır. Türk işçi ve emekçileri, Türk burjuvazisinin Kürtleri zorla “birlik içinde” tutma politikasına karşı mücadele etmeli, ayrılma hakkını tanımalı ve bu hakkın zor kullanılarak engellenmesini reddetmelidirler.

Türkiye Kürtleri, ulusal eşitlik temelinde Türk ulusundan emekçilerle birlikte yaşamak istediklerini her vesileyle beyan ettiler. Kürt emekçi köylüsünün ve halk gençliğinin Kürt mücadelesinin en önemli kitle dayanağını oluşturması, bu tutumun maddi -sosyal temelini oluşturuyor ve böyle olması, tüm uluslardan Türkiye işçi ve emekçilerinin sermayeye karşı mücadelesinde, birleşmeyi kolaylaştırıcı işlev görecektir. Kürtlere karşı inkar ve Kürt direnişini kuvvet kullanarak bastırma politikası, Kürtleri ayrılmaya doğru zorlamasına; polisiye ve askeri saldırılar Kürt yaşamını katlanılamayacak şekilde ağırlaştırmasına ve şovenizm Kürtleri tahkir etmeyi sürdürmesine karşın; Kürt halk kitlelerinin ayrılmayı pratik bir politika olarak hala önlerine almamış olmaları, gönüllü birlikte yaşamın olanaklarına; bu olanakların henüz tükenmediğine işaret eder.

Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaya karşı değil; buna zor yoluyla mecbur tutulmalarına karşı çıkıyorlar. Polis zorbalığına, jandarma zulmüne, köy boşaltmalara, özgürce yaşama hakkına sahip bir ulus olarak kabul edilmemelerine karşı çıkıyorlar. Anadilde eğitim; Kürtçe’nin serbestçe kullanılması önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyorlar. Bu istemler demokratik siyasal özgürlükler ve sermayeden kurtuluş mücadelesinin yararınadır. Türk işçi ve emekçileri, Kürt ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle mücadele birliğini gerçekleştirmek için, bu elverişli durumu dikkatle değerlendirme; Kürt emekçilerinin birlikte yaşam yönündeki eğilimine hak ettiği önem ve değeri verme;  ulusal tam hak eşitliğinin tanınması ve anadilde eğitimin gerçekleştirilmesi için mücadele etme sorumluluğu taşıyorlar. Ulusal ayrımcı ve baskıya dayalı “birlik”(!) yerine, siyasal kaderini serbestçe belirlemeyi esas alan gönüllü birliğin sınıf mücadelesi açısından taşıdığı önemin farkında olarak sınıf bilinçli işçiler, Kürt-Türk ulusal tam hak eşitliği yönünde propagandayla ve zorla boyunduruk altında tutmaya karşı savaşarak, Türkiye’nin tüm milliyetlerden emekçilerinin birliğini güçlendirebilir ve ilerletebilirler. Sınıf bilinçli işçiler, Kürtlerin, Türk ulusuyla birlikte mi ondan ayrılarak mı yaşamak istediklerine kendilerinin özgürce karar vermeleri için mücadele ederek, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin birliğini güçlendirecek; demokratik ve sosyalist bilinç düzeyinin yükseltilmesi önündeki dikenleri temizlemiş olacaklardır.

Bu, kapitalizme karşı ücret, sosyal haklar, çalışma-yaşam koşullarının iyileştirilmesi genel sağlık güvencesi vb aktüel-acil ve asgari gereklilikler için zorunlu olduğu gibi, proletaryanın uluslararası mücadelesine destek işlevi de görecektir.

Diğer yandan, Kürt işçi ve emekçileri, Türk ve diğer işçi ve emekçileriyle birleşmek için mücadelenin kendi görevleri olduğunu bir an olsun unutamazlar. Zira, “bir ulusun işçileriyle bir başka ulusun işçileri arasında her türlü ayırma girişimi, (….), ulusal bir kültürü, sözde tek ve bölünmez olduğu iddia edilen bir başka ulusal kültürle karşı karşıya getirme vb., burjuva milliyetçiliğinden esinlenen davranışlardır ..” (Lenin, UKKTH, sf 30-31)

“Ezilen ulus”un sınıf bilinçli işçileri, uluslarına yönelik baskı ve zorun her çeşidine karşı, ulusal tam hak eşitliği için mücadele ederlerken, işçi ve emekçilerin demokratik-sosyalist; ilerici ve anti emperyalist kültürünü geliştirmeyi esas alırlar. “Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa” diyordu Lenin, “bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve ‘kendisinin’ olsun,başkalarının olsun, milliyetçiliğe karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük burjuva milliyetçilerinin arasındadır, Marksistlerin arasında değil.”(UKTH, sf.22, sol yayınları-1998)

Kürt ve Türk ulusal hak eşitliği ve Kürtlerin zor yoluyla Türkleştirilmeleri politikasına son verilmesi, “bütün ulusal topluluklardan gelme işçilerin, bütün işçi sendika, kooperatif ve tüketim örgütlerinde mutlak birliği ve tam kaynaşması ile,..” demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılması ve sömürüye ve ayrımcılığa karşı mücadelenin geliştirilmesi için koşullar daha ileri düzeyde oluşacaktır.

bir sonuç çıkarırsak

Proletaryanın uluslar sorununa yaklaşımının temel özelliği, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması ve her ulusun ayrılma hakkının işçilerin sınıf mücadelesi açısından değerlendirilmesidir. Ezen ulus burjuvazisine karşı ezilen ulusun mücadelesi, baskıya karşı demokratik bir mücadeledir. İşçi sınıfı ve emekçilerin sınıf birliğinin çıkarları ve gerekleri, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin şiddetle ezilmesine karşı çıkmayı zorunlu kılar. Kürtlerin ulusal boyunduruk altında tutulmaları, işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist sömürüsü ve sınıf egemenliği altında tutulmalarını kolaylaştıran, bu baskı ve sömürüyü gizleme işlevi gören dayanaklardan biridir. Bu tekelci gerici politikayla cepheden savaş, emperyalizmin ezilen ulus hareketini, onun burjuva-toprak sahibi sınıfıyla bağlar kurarak yedekleme taktiğini de boşa çıkaracaktır. Ulusal kaderini tayin hakkının, yani siyasal devletini kurma hakkının tanınması, ezen ve ezilen ulus işçi ve emekçilerinin sınıf birliği önündeki ulusal ayrımcılık kaynaklı engelleri kaldırır ve proletaryanın sınıf birliği bu hakkın savunulması mücadelesi içinde gelişip- güçlenir. Bölgesel özerklik, farklı uluslardan emekçilerin “aynı devlet sınırları içinde” birlikte yaşamaları için demokratik koşulları yaratır. “Ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı savaşım” ve uluslardan ve dillerden biri için her türlü ayrıcalığa karşı mücadele, “ulusal kavgalarla karartılan ve geciktirilen proleter sınıf savaşımının mutlak çıkarına”dır ve bunu en kararlı biçimde sürdürmek işçi sınıfının görevidir. İşçi sınıfı, zorla dayatılan “özümleme”ye karşı mücadele ederken, iktisadi-sosyal gelişmenin “doğal seyri” içindeki kaynaşma ve birleşmeyi savunur, sınıf bilincinin burjuva ideolojisi tarafından karartılmaması için milliyetçiliği dışlar ve ulusal ayrıcalıkların ortadan kalkması, ulusal baskının tüm biçimlerinin tarihten silinmesi, ulusal çitlerin kalkması ve ulusların birbirleriyle kaynaşması için mücadele eder.

Hiçbir ulus ve hiçbir dil için ayrıcalık kabul edilemez. Ulusların ve dillerin tam eşitliği;   serbest iradeleriyle ayrılma ve kendi devletlerini kurma hakkı dahil ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması, tüm ulus ve milliyetlerden işçi sınıfı ve ezilenlerin yararınadır. Tam hak eşitliğini güvenceye alan siyasi, hukuksal, sosyal, kültürel vb. tüm alanlarda her türlü ulusal ayrıcalığı ve Kürt ulusuyla ulusal azınlıkların haklarının her türlü ihlalini ortadan kaldıran ve yasaklayan yasal-anayasal düzenlemeler, okulun ve eğitimin demokratikleştirilmesinin de koşuludurlar.

Tekel direnişinde, Çemen direnişinde, Tuğla işçilerinin eylemlerinde, ve Türkiye’nin büyük sanayi kentlerinin hemen tüm işletme ve fabrikalarında Kürt işçilerinin sermayeye karşı mücadelede Türk işçi kardeşleriyle gerçekleştirdikleri ya da gerçekleşmesi için çaba gösterdikleri dayanışma ve sınıf birliği, Marksistlerin ilerletmek için sahiplenecekleri ve savunacakları kültürün ilerici öğelerini oluştururlar.

___________________________________________________

 

DİPNOTLAR

Dipnot 1 : Demokratik siyasal sistemin yürürlükte olduğunu” propaganda eden burjuva sözcüleri, hukuksal-anayasal haklar ve eşitlik üzerine bol vazlarına karşın, işçi sınıfına, emekçilere, Kürtlere ve diğer “azınlıklar”a karşı baskı ve yıkım politikası izleyerek, siyasal gericiliği tahkim etmeyi sürdürüyorlar. Burjuva demokrasisinin başlıca göstergesi olarak sunulan “genel oy” ve “serbest seçimler”, sermaye fraksiyonlarının kurdukları hükümetler aracıyla emekçi kitleler üzerindeki boyunduruğu sürdürmeleri için baş vurulan biçimsel manevralardan öteye geçmiyor. Siyasal partiler yasası, seçim barajları, seçim kurullarının uygulamaları, mahkemelerin işleyişi ve diğer düzen kurumlarının baskısı, antidemokratik siyasal sistemi sürdürmeye uyarlanmıştır. İşçi sınıfının, emekçilerin ve Kürtlerin iradesinin seçimlere yansıması bin türlü baskı ve hileyle engellenmektedir.

Dipnot 2: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ortaya çıkan halk başkaldırılarından, ABD yönetimiyle birlikte, emperyalist ve gerici çıkarlar için yararlanma politikası izleyen devlet ve hükümet üst bürokrasisi, bu ülkelerin yönetimlerinin karşısına, “halklarının taleplerini dikkate alma” ikiyüzlülüğüyle çıktı. Arap halklarının “kaderleri”ne duyulan bu ilgiyi belirleyen, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarıyla pazarlara iletim yollarının denetimi ve İsrail gericiliğinin emperyalist jandarmalık için koruyucu kollara alınmasıdır. Bombardımanlar, kara askeri harekatları, işgaller ve işgal edilen ya da yönetimlerinin sınıfsal olarak değişmediği ülkelerle yapılan yeni anlaşmaların bağlandığı hedeftir bu.

Dipnot 3: Emperyalist işgalin yarattığı koşulları, halkların bağımsızlığı ve özgürlüğü için yol açıcı gören anlayışlar Türkiye Kürt hareketi içinde de ortaya çıktı. Ancak, emperyalizm yanlısı bu görüşler fazla yandaş bulamadı ve Kürt özgürlük mücadelesinin ABD emperyalizmine karşı aldığı demokratik ilerici tutum sayesinde boşa çıkarıldı.

Dipnot 4: Kürtçe’nin on yıllarca yasaklanmasının ve anadilde eğitimin hala yasak olmasının “yarattığı travma” -söz konusu olan travmadan daha kapsamlı toplumsal bir sorun olmasına karşın-üzerine sermaye basınında liberal burjuva yazarlarının kaleminden makaleler artık daha sık yer buluyor.

Dipnot 5: Bir meclis araştırma komisyonu raporunda 3600 civarında köy ve mezranın boşaltıldığı, 3 milyon civarında kişinin göç etmek zorunda bırakıldığı belirtilmiştir.

Sağlıkta Doku Uyuşmazlığı

Sosyal güvenlik, sağlık alanı ve kamu yönetimi konularında 1980 sonrasında yaşanan köklü dönüşümler daha önce Özgürlük Dünyası’nda[1][2] tartışılmış ve olası sonuçları değerlendirilmişti.

Türkiye’de sağlık sisteminde “dönüşümü” belirleyen uluslararası sermaye grupları (DTÖ, IMF, DB, AB…) sürece ağırlığını koydu… Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ile 1995 de yapılan “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması” (GATS) daha fazla liberalizasyon ve piyasa önerileriyle kârı maksimize etme anlayışına uygun olarak dayatıldı. Bu dayatma içerisinde kamusal olarak nitelenen; uzmanlık gerektiren mesleki hizmetler, eğitim hizmetleri, sağlık ve sosyal hizmetler başlıcalarıydı… Hizmetler sektöründeki liberalleşmenin kimin çıkarına işleyeceği aşikâr belli iken, kâr amacı gütmemesi gereken sağlık ve eğitim gibi alanları da kapsaması ve rekabete açık bir ekonomik faaliyet haline getirilmesi önemli sosyal sorunları beraberinde getirecekti…

Hizmetlerin piyasalaşması sürecinde ulusal sermaye cephesi (TİSK, TOBB, TUSİAD…) ekonomide devleti sınırlayıp, piyasa ekonomisine işlerlik kazandırarak, devlete “piyasada aktör değil, regülatör” misyonu yükledi. Neoliberal politikaların sağlık ayağındaki uygulamaları ile sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki yükü azaltılacak yani devletin üzerinden inen yük vatandaşın üzerine binecek; sosyal sigorta sistemine sürekli ve belirsiz kaynak aktarımı ortadan kalkacak yani halktan toplanan sigorta primleriyle (ek vergilerle) finansman güvencesi sağlanacak, kaynağın özel sektöre aktarılmasıyla da ‘rekabet’ ortamında ve piyasa koşullarında ‘hizmet’ verilecekti… Kurgu buydu…

Bu kurguya uygun olarak “sağlıkta istikrarı” yakalamak için 20 yılı aşkın süre mücadele veren sermaye cephesi; AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ile amacına ulaşma fırsatını yakaladı. Dünya Bankası (DB) tarafından Haziran 2002’de yayınlanan Rapor[3] AKP’nin gerek parti, gerekse hükümet programlarında sağlıkla ilgili politikalarının kaynağını oluşturdu. Ancak, DB’nin finansal desteğine rağmen istenilen yol alınamadı.

AKP Kasım 2002’de hükümet oldu ve 2003’de “Hükümet Programı ve Acil Eylem Planı” içerisinde sağlık ve sosyal güvenlikle ilgili hedeflerini sıraladı. Devamında DB’nin akıl hocalığıyla hazırlanan Sağlıkta Dönüşüm Projesi[4] (SDP) tartışmaya açıldı. Aynı günlerde Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan ilk düzenlemenin “Teşhis ve tedavi amacıyla özel sağlık kurum ve kuruluşlarına hasta sevkine ilişkin” tebliğ ile yapılması anlamlıydı.

Hükümet, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu[5] (SSGSS) ile sistemi tümden değiştirmeye çalışırken bu girişime karşı toplumdan şiddetli karşı duruş gelişti. Devamında Anayasa Mahkemesi kararı ile Yasa tümden uygulanamaz hale geldi. Toplumsal tepkiyi zamana yayarak susturan, Anayasa Mahkemesi’ni de ‘ikna’ eden Hükümet SSGSS’yi TBMM’den geçirerek yeniden yayınladı. Anayasa Mahkemesi de önceki kararlarını görmezden geldi!

Hükümetin 9 yıl içerisinde sistemi tümden değiştirmeye yönelik hazırladığı her yeni yasal düzenleme alanda yeni karmaşaların yaşanmasına neden olurken geldik bugüne…

AKP HÜKÜMETİ NELER SÖYLEDİ, NE KADARINI GERÇEKLEŞTİRDİ?

Toplumsal beklenti; tüm nüfusun sosyal güvenlik kapsamına alınması ve sağlık hizmetlerinden yararlanması, sosyal güvenlik sistemlerinin belirli bir standart ve yeterlilikle tek merkezden idare edilmesiydi. AKP Hükümeti de bu konularda sorunlara ‘çözüm’ adına genel kabul gören argümanları kullandı. Genel Sağlık Sigortası (GSS); “Sosyal güvenlik kuruluşlarında tek çatı altında norm ve standart birliği sağlayacak”, “tüm nüfusu kapsayacak”, “sağlık sistemine sürekli ve belirsiz bir kaynak aktarımı gereği ortadan kalkacak”, “sağlık hizmeti; kolay, erişilebilir, çağdaş düzeyde ve etkili olacak, tüm bireylere adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak sağlık güvencesi sağlanacak”, “18 yaş altındaki herkes sosyal güvenlik kapsamına alınacak”… Hükümete göre; “kaynaklar birinci basamak hizmetlerden çok hastanelere aktarılmış, tüm hizmet sunucuları tedavi edici hizmetlerin sağlanmasına yoğunlaşmış”, “koruyucu ve halk sağlığı hizmetlerine yeterince pay ayrılmamış”… SDP “hastaların ve sağlık çalışanlarının göreceli durumlarını iyileştirecek”, “hizmet planlaması, uygulaması ve değerlendirilmesinde hizmeti kullananlar da yer alacak”, “hizmet; toplum katılımı ilkeleri üzerine oturtulacak”, “sevk zinciri sağlıklı hale getirilecek, ihtisas hastanelerinde anlamsız yığılmalar önlenecek”…

Başka bir anlatımla: Serbest piyasa koşullarında sağlık hizmet sunumu, tüm bireylerin sağlık giderlerine katılması sonucu sürekli mali kaynak yaratılmasıyla gerçekleşecekti. Herkesten sağlık sigorta primi (ek vergi) toplanmasını ve prim karşılığı olmayan ödemelerin kaldırılmasını hedeflediler. “Prim nasıl toplanacak?” ya da “Finansman nereden-nasıl sağlanacak?” sorularının yanıtını vermekte zorlandılar ve prim toplayamadıkları için prim ödemeyenlerin sağlık giderlerini sübvanse etmeye devam ettiler. Sosyal güvenlik sisteminin bütçe üzerindeki finansal yükünün azaltılması sağlanamadı, sigortalıların katkısına rağmen bütçe üzerindeki yük her geçen yıl daha da arttı. Devlet, prim tahsilât oranını yükseltemedi, prime esas kazancın düşük gösterilmesini ve kayıtdışı istihdamı engelleyemedi. Bu sebeplerle de Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nın açığı azalacağına giderek daha da artar oldu. Devlet geçiş döneminde piyasayı istenen/arzulanan kıvama getirebilmek adına hizmet sunumu için SGK kanalıyla kaynak aktarımını sürekli artırdı. Nitekim bu politikalara uyumlu olarak; 2002’de yaklaşık 7,8 milyar TL olan toplam sağlık harcaması 2010 yılında 32,1 milyar TL’ye çıktı.

Tüm nüfusu kapsama alamadılar ve kamu çalışanlarını ayrı tuttular. Hükümetin 18 yaş altı için söylemleri de hayatta karşılığını bulmadı. 18 yaş altı sahipsiz çocuklar için mevcut uygulamalar sürdürüldü. Çocuklar sağlık kuruluşlarına doğrudan kabul edilirken katkı ve katılım payı uygulamasından muaf olamadılar. Adına prim ödenmeyen çocukların yasa gereğince ebeveynleri borçlandırıldılar.

GSS’nin “en önemli ayaklarından birisi” olarak kabul edilen Temel Teminat Paketi (TTP) “finansal açıdan uygulamaları tehlikeye sokacak istisnai başlıklar ve hizmetler paket içinde öncelikle yer almamalıdır” öngörüsünden hareketle “sürekli güncelleştirilen dinamik bir yapıda sürdürülerek” sağlık hizmetlerinin kapsamı belirlenecekti. Yani TTP kapsamı daraltılırken, katkı payları artırılacaktı. Ancak, bugün TTP için uygun koşulların yeterince oluşmamasından dolayı GSS için arzulanan ek finansman desteği de sağlanamıyor. Sistemin oturmasından sonra TTP dışında, ek hizmet almak isteyen kimseler hizmetin karşılığını (ek primler) ödemek suretiyle Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) kapsamında sağlık yardımı alabilecekler. Başka bir anlatımla, beklenen tedavi masrafları yüksek olan kronik ve ölümcül hastalıklar paket dışında bırakılacak ve TSS’ye yönlendirilecekti. Bu sistem için henüz uygun ortam oluşturulamadı. Benzetme yaparsak; GSS araçlardaki ‘zorunlu trafik sigortası’, TSS ise tercihe bağlı ‘kasko sigortası’ ile aynı özelliklere sahiptir.

Hükümet birkaç kez sevk sistemi uygulaması girişiminde bulundu ancak hesap tutmadı; bir tarafta gerek kamu gerekse özel sektörde ikinci ve üçüncü basamakta hastane girdileri azaldı, diğer tarafta halkın memnuniyetsizliği arttı. “Parayı verebilen istediği gibi ikinci-üçüncü basamakta hizmetten yararlansın” anlayışına uygun olarak; sevki olan ve olmayan hastalar için farklı ücret alınmasının sağlanması daha cazip geldi.

Hükümet umutlarını katkı ve katılım paylarına bağlamıştı. Her yıl yeniden tespit edilecek yeni rakamlar üzerinden birinci basamak hariç ek ücret alınacaktı. 2009 yılında 466 milyon, 2010 yılında 1 milyar 377 milyon TL “muayene katkı payı” toplandı.[6] Rakamları istedikleri gibi artırıp katkı payı alamadılar. Hükümet yasaya rağmen birinci basamakta 2 TL muayene ücreti zorunluluğu getirmek istedi, ancak uygulama yargıya takıldı ve iptal edildi. Katkı/katılım payı bu haliyle dahi sağlık hizmetini zorlaştırıyor; 5–8 TL katkı payını ödemekten imtina edenler acil servisleri doldurarak “hizmet” almaya çalışıyorlar. Bu sebeple katkı payı uygulaması sonrasında acil hastalar acil servislerden hizmet alamaz oldular. Daha önce “Suiistimallerin önlenebilmesi ve gereksiz kullanımın azaltılabilmesi amacıyla, sağlık hizmetlerinin tamamından belirli oranlarda katkı payı alınacaktır” vurgusu yapılmıştı. Bir süre sonra her türlü yataklı tedavi ve laboratuar tetkiklerinden de GSS kapsamında katılım payı alınacak.

Hükümet, birinci basamakta “sağlık kurumlarının yerinde, yeterli ve etkin kullanılamadığını ve toplumun sağlık düzeyinde istenen düzeye ulaşılamadığını” belirterek çözümün Aile Hekimliği sisteminde olduğunu söyledi. GSS’nin temelini oluşturacak Aile Hekimliği tüm Türkiye’de başlatıldı, ancak 6 yıldır “pilot” yasa ile uygulanıyor. Aile Hekimliği gerçek uygulamada prim ödentileri üzerinden işleyecek; aile hekimi, kendisine kayıtlı hastalara hizmet verdiği sürece ücretini alabilecek, kayıtlı kişi sayısı arttıkça kazancı da doğru orantılı artacak. Koruyucu sağlık hizmetlerinin konuşulmadığı bir ortamda, kayıtlı sayısını artırmanın bir başka yolu; hekimler arasındaki rekabet, “müşteriyi memnun etmenin ve kaybetmemenin yolları” bulunacak.

Hükümet; toplum katılımından söz ederken ilk günden beri “kamu sağlık kuruluşları” yerine “sağlık işletmeleri” kavramını kullanıyor. “Kamu Hastane Birlikleri” uygulaması ile hastane yönetimlerini ilgileri olsa olsa ‘işletmecilik’ düzeyinde olabilecek yerel eşrafa terk etmeye hazırlanıyor. Hastaneleri sınıflandıran/yıldızlandıran ve verimsizleri saf dışı bırakan bu uygulama; sağlığın meta haline getirilmesinin, kamunun özelleştirilerek piyasada rekabetin önlenmesinin ve serbest piyasa koşullarının hazırlanmasının olmazsa olmazıydı. Ancak hedef tutmadı, yasa tasarısı 6 yıldır TBMM’de bekliyor.

Hükümet 5510 sayılı SSGSS gereğince Yeşil Kart uygulamasını ortadan kaldırılacak. Taslak olarak TBMM’de bekleyen “Sosyal Yardımlar ve Primsiz Ödemeler Kanunu” yürürlüğe girdiğinde yeni uygulama başlatılacak; Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkındaki 3816 sayılı Kanun yürürlükten kalkacak, Yeşil Kartlılar Sağlık Bakanlığı’ndan alınıp SGK’ya devredilecek. Yapılan hazırlığa göre kişisel yaşam düzeyi brüt asgari ücretin 1/3’den (2011 rakamlarıyla 265,5 TL) az olanlara Yeşil Kart verilecek. 2010 rakamlarıyla 9 milyon 450 bin Yeşil Kartlıyı etkileyecek düzenlemenin 1 Ekim 2008’de uygulamaya girmesi beklenirken önce 1 Ekim 2010, sonra da 1 Ocak 2012 tarihine ertelendi.

Toplum sağlığını gözeten herkesin savunduğu, halkın yararına bir düzenleme olan ‘tam gün’ beklentisi Sağlık Bakanlığı’nın halkın mağduriyeti üzerinden kurduğu, çalışanları da korumayan, başlangıcı doğru gerisi yalan cümlelere dönüştü. Hükümet, “Tam Gün Yasası”[7] ile tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli hale getirilmesini hedefledi. Ancak, Yasa’da önce Anayasa Mahkemesi daha sonra Danıştay kararlarıyla yapılan değişiklikler durumu içinden çıkılmaz hale getirdi ve amaca ulaşılamadı.

Hükümet SDP çerçevesinde ilaç ile ilgili yasaların büyük bölümünü değiştirerek, mevzuat anlamında çok büyük bir yol kat etti. 2004 yılında SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesiyle SSK ilaç pazarı da serbest eczanelere açıldı. SGK serbest eczane kanalından ilaç almaya başladığında ilaç harcaması 3 katına çıktı ve SGK hiç beklenmediği ölçüde açıklar verdi. 2003–2009 arasında ilaç pazarında kutu bazında %62 civarında, TL bazında %130 oranında artış gerçekleşti. Aynı dönemde TL bazında yerli ilaç kullanımı %14 oranında azalırken, ithal ilaç kullanımı %14.5 oranında arttı. İlaç fiyatları düşürülürken tüketim artırıldı, kamunun karşıladığı yıllık ilaç tüketimi 2004’te 4,5 milyar dolar iken 2009 sonu itibarı ile yıllık 12 milyar dolara çıkarıldı. İlacın tam bir piyasa malı gibi değerlendirildiği bu süreçte pazar ciddi biçimde büyürken, eczacıların kârlılıkları azaldı. Büyümeye rağmen birçok eczane ekonomik darboğaza girdi ve çok sayıda eczane kapanma tehlikesi ile yüz yüze geldi. 2003 ile 2009 yılları arasında ilaç fiyatları yaklaşık %77 oranında düşerken, harcamalardaki görünür artış düşündürücüydü.[8] Şu dönemde ilaç sanayisinin %70’i yabancı ilaç tekellerinin eline geçmiş durumda ve Türkiye dünya ölçeğinde en çok ilaç tüketen 12. ülke oldu.[9]

İlaç fiyatlarındaki düşüşe rağmen eşdeğer ilaç uygulaması nedeniyle ilaç katılım payları arttı ve hastanın ödediği miktarlar hasta ve hasta sahiplerini zorlar oldu. Piyasada en ucuz eşdeğer ilacın bulunmaması (!) durumunda hasta ilacın parasının tamamını ödemek durumunda kaldı.

Sağlık Uygulama Tebliği’nin (SUT) muayene ücretleri tahsilâtını eczaneler aracılığı ile yapılmasını hükme bağlanmasıyla eczacılar zorla SGK tahsildarı haline getirildi, gerekli-gereksiz artan muayene ücretleri nedeniyle de vatandaşlarla karşı karşıya bırakıldı.

“İlaç Takip Sistemi” gereği ürünler üzerinden “kupür” kaldırıldı, yerine “karekod” adıyla yeni bir tanımlayıcı konuldu. Amaç uluslararası tekellerin ülkelerde ilaçların her birimini izlemesi ve ilaçların hareketlerini veri halinde görmesini sağlamak için alt yapı oluşturulmasıdır. İlaç tekelleri bu verileri kendi çıkarları doğrultusunda anlamlı sonuçlara çevirerek politika üretmek istemektedirler.

Eczaneler, SGK ve cepten ödemeler için iki ayrı fiyat tarifesi uygulamaktadırlar. İlaç kutularında fiyat olmaması özellikle reçetesiz satılan ilaçlarda haksız rekabetin önünü açacak ve meslek etiğine aykırı davranışları artıracaktır[10].

İlaçlar yeniden sınıflandırılarak, reçetesiz ilaçların fiyatlarını serbest bırakıp, geri ödeme listelerinden çıkaracak ve reklamlarının yapılmasına imkân tanıyacak yasa hazırlıkları; “zincir eczane” uygulamasına geçilmesi ve marketlerde ilaç satışı gelecekte ülkemizde eczacıların alandan silinmesine yönelik politikalardır.

SAĞLIK POLİTİKALARININ SGK CEPHESİNDE ALGILANIŞI

Sağlık hizmetlerinin; türlerini, miktarlarını, kullanım sürelerinin kapsamını (teşhis ve tedavi yöntemleri, yol, yatak ve yemek giderleri, özel sağlık kuruluşlarının alacağı ek/fark ücretler) ve katılım payını SGK Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonu (SHFK) belirlemektedir. SHFK; devletin doğrudan/dolaylı sübvansiyonları, kanıta dayalı tıp uygulamaları, teşhis ve tedavi maliyetini esas alan maliyet-etkililik ölçütleri, GSS bütçesi (önceki yılın sağlık giderleri) gibi kriterleri dikkate alarak ve SGK lehine dinamik süreç oluşturup sürekli güncelleme yapmayı hedeflemektedir. Giderler arttığında devlet sübvanse edecek, devlet yardım etmediğinde hizmetin kapsamı daralırken ödentiler yükselecek… Gerekirse bazı sağlık hizmetleri kapsamdan çıkarılacak…

Hükümet sağlık personelinin ücretlerini düşük tutmakta, SGK tarafından belirlenen “performans kriterleri” gereği “performansa dayalı döner sermaye sistemi” uygulamaları ile ücretler dengelenmektedir.

Sağlık çalışanlarının toplum sağlığına yönelik faaliyetlerinde ek ücret ödenmiyor. Ancak, tedavi hizmetlerinin teşvik edilmesi nedeniyle, iyileştirilen insan sayısını değil yapılan işlem sayısını artıran sağlık personeli, ortamını bulduğunda, döner sermaye girişini ve dolayısıyla ücretini gerçek dışı yükseltiyor. Herkesin gözünün diğerinin aldığı parada olduğu bir ortamda iş barışı giderek bozuluyor. Tabii bir gerçek daha var ki; sağlık kuruluşlarının döner sermayesi, nakit para değil sosyal güvenlik sistemi üzerinden artıyor ve SGK’nın tedavi hizmetlerine ayırdığı bütçe sabit. Mevcut kaynaktan bir kesimin fazla yararlanması diğer bir kesimin az yararlanması sonucunu doğuruyor. Sağlık Bakanlığı, ‘geçiş’ döneminde, ahlaki olmayan olası işlemleri görmezden geliyor ve SGK sürekli “yolsuzluk” soruşturmaları yürütüyor. Diğer tarafta, piyasa ve arz-talep kavramlarını gözeterek hizmet veren özel sağlık sektöründe de çalışanların değil patronların talebiyle gereksiz işlemler artıyor. Sonuç olarak; SGK, hastalar ve gereksiz işlem yapan/yapmaya zorlanan sağlık personeli zarar görecek. Öyle görünüyor ki; yasal düzenlemeler tamamlandığında, döner sermaye girdileri dramatik şekilde düşecek, eş zamanlı olarak (başka bir yasa taslağında hazırlık yapan) Hükümet, döner sermaye ödemelerini kaldıracak.

SAĞLIK POLİTİKALARININ HALK CEPHESİNDE ALGILANIŞI

Tüm hizmet sunucularının tedavi edici hizmetlere yoğunlaşması sonucu poliklinik sayısı %53, yatan hasta sayısı %60, bazı laboratuar tetkikleri yaklaşık %70–250 oranında artmıştır.[11] SSK ve Bağ-Kur’lu hastaların sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının genişletilmesi, SSK ve Yeşil Kart sahibi hastaların serbest eczanelerden ilaç alabilmesi, hastaların sevk sistemi olmadan ikinci, üçüncü basamak ile özel sağlık kuruluşlarına başvurabilmesi, prim ödeme şartı aranmaksızın aile hekimliği hizmetinin alınabilmesi halkın memnuniyet katsayısını artırmaktadır.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından 2006 yılında “Sağlık Hizmetleri Memnuniyet Araştırması” [12] adı altında uygulanan ankete göre bireylerin %52,7’si 2003-2006 arasındaki sağlık hizmetlerine yönelik çalışmaları “başarılı” buluyor. Sürekli muayene edilen ve tetkikleri defalarca yapılan, hastanelere yatırılan, ameliyatları yapılan hastalar, tüm bu işlemlerin gerekliliğini-gereksizliğini sorgulama şansına dahi sahip olmadan gösterilen ilgiden hoşnut oldular. Nitekim aynı araştırmada bireylerin %78,1’i aile hekimliğini “faydalı” bulmuş, ancak bu kişilerin %84,3’nün aile hekimliği hakkında “bilgisi olmadığı” belirlenmiştir. Aynı kişilerin sağlık alanındaki yetersizliklerin sorumlusunun %52,8 oranında “doktorlar” olduğunu belirttiklerini de görüyoruz.

Koruyucu sağlık hizmetlerinin önemsenmediği bir dönemde vatandaş sağlık hizmetlerinden memnun, ancak; birinci basamak sağlık hizmetlerini veren sağlık ocakları, verem savaş dispanserleri, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması merkezleri yok edilirken, sağlık göstergelerinde beklenen olumsuz değişiklikler zamanla ortaya çıkacak.

Muayenehane mağduriyeti sonrasında getirilen “Tam Gün” yasası halk cephesinde görece “iyilik hali” olarak algılandı. Gerçekte; özel muayenehanelerde yapılanlar yeni düzenlemelerle “mesai dışı fazla çalışma” adı altında hastanelerde mesai sonrasına kaydırılacak ve hastalar için hastaneye ödenecek ek fatura muayenehanelerde ödenenlerden farklı olmayacak. Bugün sadece muayene, ilaç, ortez-protez, iyileştirme araç ve gereçlerinden alınan katkı payı hastaları zorlarken tüm işlemlerden alınacak olan ek ücretler tedavi edici hizmetlerdeki “iyilik” halini sadece ekonomik durumu iyi olanlar için anlamlı hale getirecek.

Sağlık hizmetinden yararlanma hakkının GSS primi ödemek koşuluyla verileceği, prim borcu olanların hizmetten yararlanamayacağı, istendiğinde katılım payı ödemesinin zorunlu (provizyon alınacak) olacağı, “istisnai” hizmetler ve “otelcilik” hizmetlerinden fiyatların 3 katına kadar ek ücret alınacağını ortamı toplum henüz tam anlamıyla bilmiyor.

SAĞLIK POLİTİKALARININ SAĞLIK ÇALIŞANLARI CEPHESİNDE ALGILANIŞI

İş Yasası’na bağlı olarak, iş güvencesi olmaksızın, tam gün çalışacak ve ücretleri döner sermaye gelirinden karşılanacak sağlık çalışanları izlenen politikaların ince ayrıntılarını görebiliyor. Sağlıkta yeni istihdam modelleri yaratılıyor; “sözleşmeli” statüsü ile toplu iş sözleşmesi hakkı olmayan, her yıl “performans ölçütleri” ile ücretlendirilen, işçi sayılmayan ve devlet memuru gibi tarif edilen çalışanlar… Kamu hastanelerinde; sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık hizmetleri sınıfına dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetler, taşeronlaştırma yoluyla dışarıdan istihdamla ve ihale yoluyla sağlanıyor. Sonuç; taşeron marifetiyle ya da “istihdam büroları” aracılığıyla çalıştırılacak, sendikalaşamayan ve asgari düzeyde ücret alan kamu çalışanları…

Devlet, sistemin finansal yükünü ‘sağlık işletmeleri’ oluşturarak yerele devretmeye ve ikinci aşamada ‘döner sermaye’ uygulamasına son vermeye hazırlanıyor.[13] Amaç; daha hızlı şekilde sağlık hizmetleri verebilecek personel temin edilmesi, “performans sistemi” ile verimliliğin artırılması, bütçeye ek yük getirmemek üzere ücretlerin döner sermaye gelirinden yani dolaylı olarak halkın cebinden karşılanmasıdır. Yeni sistem ücretlendirme konusunda farklı politikalar uyguluyor; örneğin aile hekimine yüksek ücretler öderken, kamuda çalışanlara aynı ücretin dörtte birini ödüyor. Başlangıç için ‘döner sermaye’ üzerinden ya da DB kaynaklı yüksek ücret vaat ediyor, sonrasında, döner sermaye uygulamasının sağlık işletmesine dönüştürülmesi ve iş güvencesi olmayan bir yıl süreli sözleşmeler ile ücretleri kontrol altına almayı hedefliyor. Yeni sistem normal mesai süresinde bugün alınan ücretin altında ücret alma gibi bir tehlikeyi de potansiyel olarak içinde taşıyor.

Sağlık Bakanlığı’na göre “Tam Gün” yasası hekime bir ‘fırsat’ tanıyor; 45 saatlik haftalık çalışma süresini 40 saate indiriyor ve kamuyu tercih edenlere, “mesai dışı fazla çalışma” ile kamu hastanesini özel gibi kullanma ‘olanağı’ sağlanıyor. Sistem öncelikle hastaneleri ve hekimleri ekonomik açmaza sokuyor, sonra mesai dışı ek çalışma ile fazla kazanmak isteyenlere para kazanmanın ‘sınırsız’ seçeneklerini sunuyor. Başka bir açıdan baktığımızda; tam gün çalışanlara ek ücret verilmeden, hekimlerin ‘sur-time’ çalışmayla mali özlük haklarını kendilerinin iyileştirebileceği söyleniyor. Çözüm adına; daha önce kamuda çalışanlar için uygulanan “kısmi zamanlı özel çalışma”, bu defa “kısmi zamanlı resmi çalışma” şekline dönüştürülüyor. “Ne kadar iş varsa o kadar çalışma süresi” olarak uygulanan söz konusu “esnek çalışma” modelinde günlük ek mesai süresini hasta sayısı belirliyor. Çalışanın iş gücü kullanımı ve aldığı ücretin belirleyeni arz-talep dengesi; hizmetin kalitesinin belirleyicisi ise, “müşterinin memnuniyeti” oluyor. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi ise Bakanlığın sağlık personelini aldattığını söylüyor.[14]

Özetle; aşırı iş yükü ve uzun süreli çalışma; hizmetin niteliğini düşürecek, hasta-sağlık personeli ilişkisini bozacak, dolayısıyla tıbbi kötü uygulamaları artıracaktır. Bu durumu fark edenler, hastanın karşılaşacağı “tıbbî kötü uygulama (sağlık personelinin standart tıbbî uygulama yapmaması neticesi oluşan ve zarar meydana getiren fiil ve durum) nedeniyle oluşacak zararın tazminine yönelik” önlem olarak hekimlerin “meslekî malî sorumluluk sigortası” yaptırması zorunluluğunu getirdiler. Yapılan araştırmalara göre, benzer uygulama hiçbir ülkede yok ve dünyada ilk. Özel sigorta kuruluşlarına kaynak aktarmaya yönelik bu girişim, hekimleri ekonomik olarak daha da sarsacak. Hastalar ise mağduriyetlerinin tespiti değil, mağduriyete sebep olanların tespitine kadar mahkeme kapılarında süründürülecek.

Sağlık Bakanlığı “hoca farkı kaldırılıyor” halk yardakçısı mesajıyla üniversitelerde de “tam gün” ve “performansa dayalı ücretlendirme” modelini tartışmaya açtı. Sağlık Bakanı’nın ısrarla üzerinde durduğunun aksine hasta bakmak (para kazandırsa dahi) öğretim üyesinin asli görevi değil. Öğretim üyesi öğrencilerine eğitim vermek amacıyla hasta bakar, asli görevi bilim üretmek ve (bilimin ışığında) eğitim vermektir. Diğer taraftan, öğretim üyelerinin bu kaygıları ne kadar taşıdıkları da ayrı bir tartışma konusudur!.. Daha önce üniversite hastanelerindeki “öğretim üyesi özel muayene” uygulamalarının eğitime etkisini de benzer bir şekilde değerlendirmek gerektiğini belirtmek gerekiyor. Üniversitelerde eğitimin “özel muayene” ile bitirildiği, kendilerinin de tüketilme noktasına gelindiği dönemde bu uygulamaya karşı çıkmayan, örgütlü ve etkili bir duruş sergilemeyen üniversite öğretim üyelerinin ve uzmanlık derneklerinin bugünkü performans uygulamaları konusundaki çıkışları düşündürücüdür.

“Özel muayene” icat ederek, hem öğretim üyelerine sus payı verip, hem de üniversitelere önemli kaynak oluşturarak tıp eğitimi ve öğretimini de bitirenler, bugün bu uygulamayı kaldırırken, performans sistemini getirdiler. Üniversitelerdeki yeni düzenlemeyle finansal kaynak, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde olduğu gibi verilen sağlık hizmetleriyle alınan ücretlerden oluşturuluyor. Daha önce “daha fazla hasta” muayene ederek, asli işi olan eğitim-öğretimi yap(a)mayan öğretim üyeleri, bu defa, “daha fazla işlem” yaparak, aynı parayı kazanmaya teşvik ediliyor.

Düşük maaşları fazla çalışıp ek ücretlerle artırma çabası; tıp eğitimini olumsuz yönde etkileyecek, eğitimin niteliğini düşürecek, karmaşık hastaların tanı ve tedavi sürecini olumsuz etkileyecek, bilimsel araştırma yapmanın ve bilimsel gelişmeleri izlemenin nesnel koşullarını ortadan kaldıracaktır.

2004’den bu yana Sağlık Bakanlığı hastanelerinden tanıdığımız, 2011 itibarıyla üniversite hastanelerinde başlatılan “performans uygulamaları” ile ilgili TTB tarafından yapılan araştırmanın sonuçları çarpıcıdır.[15]

Performans uygulamasının “çalışma düzenine etkisi” araştırıldığında; harcama miktarlarını yükselten tetkik, lokal anestezi, yatırılan hasta ve konsültasyon isteme sayıları artarken; hasta başına düşen muayene süresi azalmıştır. Hekimlere göre; “endikasyonsuz müdahaleler”, “etik olmayan uygulamalar” ve “tıbbi hatalar (malpraktis)” artmış, topluma verilen “sağlık hizmetinin niteliği” azalmıştır.

Performans uygulamasının “eğitime etkisi” araştırıldığında; uygulamalı bir meslek olan tıp eğitiminde “beceri kazandırmaya ayrılan süre”, “hasta başı eğitim süresi” ve “asistanların teorik eğitimine ayrılan süre”, “sürekli tıp eğitimine katılma” ve “literatür okumaya ayrılan süre” azalmıştır. Hekimlere göre; eğiten ve eğitilenlerin koşullarında meydana gelen “nitelik kaybı” sonuçları uzun vadede gözlenebilecektir.

Uygulamanın “yönetimsel boyutu ve çalışma ilişkilerine etkisi” araştırıldığında; çalışanlar ve klinikler arasında artan rekabet ile “çalışma stresi” artışı gözlenmektedir. Diğer tarafta motivasyon ve denetimin azalması, performans uygulamasının felsefesine aykırı bir anlayış olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca “mesleki örgütlenme arayışının” ve “mesleki geleceği görmenin” de azalması, çalışanlar arasında ortak mesleki hedeflerin kaybolduğunu da düşündürmektedir.

Uygulamanın “kurum içi ve kurum dışı iletişime etkisi” araştırıldığında; “arkadaş/meslektaşlar ile ilişki” ve “mesleki dayanışma” gibi meslek içi; “çalışanlar arasında işbirliği” ve “hekim dışı sağlık personeli ile ilişki” gibi ekip içi; “aile içi dayanışma” ve “paylaşım ilişkileri” gibi özel yaşamla ilgili; ve “yönetim ile ilişki” gibi dikey ilişkilerin öncesine göre azaldığı ifade edilmiştir.

Hekimlerin performans uygulamasının toplumsal sonuçlarına ilişkin düşünceleri ve önerdikleri hizmet sunum biçimi araştırıldığında; performans uygulaması “dürüst çalışmayı”, “mesleki doyum sağlayarak çalışmayı”, “bilimsel araştırma yapmaya ilgiyi” ve “topluma daha iyi hizmet verme olanağını” önemli oranlarda olumsuz yönde etkilemiştir. Bu bulgular hem mesleksel gelişim ve özgürleşme anlamında hem de topluma yarar sağlama anlamında süreçten duyulan memnuniyetsizliği, sürecin sorgulanması gerektirdiğini göstermektedir.

Araştırmada, performans uygulanmasının; hekimler arasında ücret eşitsizliği, sağlığı metalaştırması, hekimlerin emeğinin karşılığının verilmemesi, tanı ve uygulamalarda tıbbi endikasyonların genişletilmesi ve hekim dışı sağlık personelinin istihdamını sınırlaması gibi yönlerle, sağlık sistemine olumsuz olarak yansıdığı görülmüştür.

Ücret politikası konusunda hekimlerin büyük bir bölümü “özlük haklarında iyileştirmeye dayalı bir ücret politikası” (%79,7) ile birlikte sağlık hizmetinin devlet güvencesi altında herkese eşit, ücretsiz ve ulaşılabilir olması gerektiğini (%70,7) düşünmektedirler.

SAĞLIK İLE BERABER TIP EĞİTİMİNİN SERMAYELEŞTİRİLMESİ

Sağlığın piyasalaştırılması sürecine paralel olarak üniversitelerdeki “iş dünyasının taleplerine uygun nitelikte işgücü yetiştirilmesi” hedefiyle eğitimin tüm aşamaları yararcı/faydacı yapılanma içine sokuldu. Üniversiteyi bir firma olarak gören ve dahası eğitimi bir sektör olarak algılayan liberal anlayış toplumsal dokuyu tahrip etmeye başlarken, “eğitimin sermaye beklentisine uygun olarak üretilmesi” ve “alınıp satılmasını” gündeme getirdi. Tıp eğitimindeki dönüşüm ise sağlığın piyasalaşması için elzemdi…

Üniversitelerde piyasalaşma sürecinde de sermaye grupları belirleyici oldular. OECD’nin Türkiye için hazırladığı raporda “yasaların, öğretim üyesi ve üniversitelerin kendi şirketlerini kurmalarına olanak verecek şekilde değiştirilmesi gerektiği” belirtilebiliyor. TÜSİAD ve TİSK gibi işveren örgütleri “özgür ve demokratik gelişmiş ülkelerdeki üniversiteler serbest pazar ekonomisinin arz ve talep koşullarına uymak zorundadır” ya da “üniversiteler eğitim rekabetçi ekonominin ihtiyaçlarını karşılamıyor” diyebilmektedirler.

Üniversitelerde sermayenin/piyasanın arzuladığı “nicelik ve nitelikte” eğitim organizasyonları gerçekleştirilirken, bu alan sadece parasal değil ideolojik olarak da yatırım/kârlılık alanı olarak görülmektedir. Bilimsellik bitirilirken piyasa dinamikleri öne çıkartıldı. Eğitim kavramının içi boşaltılarak günlük yaşam alanlarının sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda özelleştirilmesi/sermayeleştirilmesi için gerekli meşrulaştırma süreci akademik dünya tarafından gerçekleştirilirken; aynı akademik dünyada öğretim üyelerinin “tam gün” ya da “performansa bağlı ücret ödemesi” konularındaki bireysel çıkarlarına dokunulduğunda daha önce gör(e)mediklerini (eğitimin içinin boşaltıldığını) fark edebildiler!…

SAĞLIKTA EYLEMLİLİK SÜRECİ

SDP’nin açıklanmasıyla birlikte 2003’de başlayan hareketlilik hizmeti verenlerle birlikte hizmeti alanları da tedirgin etti. SDP’nin arkasındaki gücün DB ve IMF olması özellikle hekim dışı sağlık emekçilerini etkilerken; sağlık hizmetlerinden nemalanan hekimlerin üst gelir gruplarını da rahatsız etti. Bu dönemde Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) tabanında başlayan tartışma SES yönetimini önüne katmış, bu taraftan dillendirilen grev talebi TTB’yi de içine çekmiş, 6 ay gibi kısa süre içerisinde “sözün bittiği” kabullenilmiş ve “Halkın sağlık ve sosyal hizmet hakkı, iş güvencesi, insanca yaşayacak ücret için” 5 Kasım 2003’de grev/görev hayata geçirilmişti. Greve doğru “ücret sorunu” öncelenmesine rağmen “sağlıkta dönüşüm” sağlık çalışanları ile birlikte tüm toplumu ilgilendiren en önemli grev gerekçesi olmuştu. Türkiye’de sağlık sektöründe ilk kez bu kadar geniş katılımla yapılan greve toplum katılımı da üst düzeylerde gerçekleşmişti. Grev zamanlaması mükemmeldi ve büyük bir heyecan yaşanmıştı. Gerek SES, gerekse TTB yönetimi bazen eylemin önünde, bazen arkasında “gücünü fark etmiş”, her iki örgütün tabanındaki istek ve arzu ise yönetimleri aşmış ve mücadelenin önünü açmak gerekliliği kabullenilmişti.

5 Kasım grevinde üzerinde özellikle durulması gereken durum eyleme medyanın gösterdiği “sıradışı” ilgiydi. Sağlıkta yaşanan sorunları ve çözüm önerilerini gündeme getirme konusundaki medyada gözlenen duyarsızlık bu eylemde “duyarlılık” şeklinde gözlendi. Desteğin arkasındaki gerçek ise grev sonrasında medyanın “Sağlık Dönüşüm Projesi” söylemlerinde algılanır oldu.

Tabi hükümet de boş durmadı; gerek sağlık çalışanlarının, gerekse toplumun hoşnutsuzluğunu tersine çevirecek arayışlar içerisine girdi. Nitekim 5 Kasım’da gerçekleşen görkemli eylemden sonra, 24 Aralık’ta yapılan grev hayal kırıklığının yaşanmasına neden oldu. Hayal kırıklığının en önemli gerekçesi öne çıkan vurgunun “ücret sorunu” olması toplumun farklı kesimlerine “dönüşümün neler getireceğinin” yeterince anlatılmamasıydı. Hâlbuki SDP anlatılması durumunda toplumda algılanabilir olduğu her geçen gün daha net fark ediliyordu. Hayal kırıklığının bir başka gerekçesi de Sağlık Bakanının ücret sorununu çözeceğine dair verdiği mesajlardı. Sağlık Bakanlığının gündeme getirdiği “performansa bağlı döner sermaye ödemesi”[16] ile tüm sağlık çalışanlarına maaşa ilaveten belirli bir ücret ödenmesinin sağlanması ortamın basıncını düşürmüştü. Tabi ki medyanın sağlıktaki sıkıntıların çözümünü SDP içerisinde araması hükümetin işini daha da kolaylaştıracaktı. Performans uygulamasıyla en az ücreti alan sağlık emekçilerine verilen ‘kırıntı’ denebilecek ödemeler ile en fazla ücreti alan üst düzey hekim yöneticiler arasındaki fark 50 kat fazlasına kadar ulaşabiliyordu. Sonuçta Hükümet amacına ulaşmış sağlık çalışanlarını bölmüş, katmanlara ayırmış, dayanışmayı deforme etmiş ve katmanları yönetmeyi kolaylaştırmıştı. Nitekim 5 Kasım grevinde aktif katılımı sağlayan klinik şefleri sonraki grevlerde ‘grev kırıcı’ olarak sahneye çıkmışlardı. Daha sonra en az ücreti alanla en fazla alanlar arasındaki uçurumu düzenleyen Sağlık Bakanlığı ara grupları da kısmen memnun etmiş ve kendine çekmişti. Bu memnuniyet hekimlerin TTB’ye muhalefetini artırırken, TTB yönetiminin 10–11 Mart 2004 grevindeki gücünü ise neredeyse sıfırlamıştı.

SES ve TTB halkın sağlık sorunlarını gördüğü, ancak çözümü berraklaştıramadığı ortamda; tüm demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve siyasi partilerle sorunu paylaşarak canlı temas noktalarını yakalamak ve geliştirmek olasılığını göz ardı etti. Bu cümleyi tersinden okursak; bu dönemde sağlık sorunu sadece SES ve TTB’nin sorunuymuş gibi siyasi partileri, sendikaları ve demokratik kitle örgütlerini hiç ilgilendirmedi. Tüm bu örgütlenmeler oyalanırken, Hükümet ‘sahipsiz’ kalan halkın memnuniyetsizliğini de “gören” yerden bazı düzenlemeler yaptı; çözüm arayışını allayıp pulladığı ‘özelleştirme’ büyüsünde aratırken, popülist politikalarla da ortamı sakinleştirdi.

Hükümet, SSK, Bağ-Kur ve Yeşil Kart sahibi hastaların Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık tesislerinden yararlanması amacıyla 01.01.2004 tarihinde yürürlüğe girecek protokol düzenledi ve nüfusun yüzde 83’ünü oluşturan bu kapsamdakiler ile bakmakla yükümlü olduğu kişilerin hastane çilesini “bitirdi”. En azından daha önce hiç görmedikleri kolaylıklar sağladı. SSK’lılara serbest eczanelerden yararlanma hakkı getirdi. Yeşil kartlıların ayaktan tedavilerinde de ilaç bedelleri ödenmeye başlandı. Toplumun çoğunluğuna sağlanan “olanak” toplumsal muhalefeti bitirdiği gibi seçimlerde de önemli bir kazanım sağladı. Nitekim yukarıda değindiğimiz TÜİK araştırması ile bu hizmetleri alanlar arasında Hükümete seçim kazandıran sayısal bir ilgileşim vardır.

2003–2010 arasında sağlık çalışanlarının önemli bir kesimi sorunları görmesine rağmen içselleştiremedi; bilgilenme eksikliği, örgütsel güvensizlik, halen var olan sistemden yararlanma umudu; onları sağlam olmayan zeminde her an her şeyi yapabilecek topluluk haline getirdi. Başta hekimler olarak sağlık çalışanları bir tarafta batırılan ve içi boşaltılan çağdışı sağlık sistemini görüyor, diğer taraftan “performansa dayalı döner sermaye sistemi” aldatmacasına kanarak performans puanının yükselmesinin etik olmayan yollarını arıyordu. Döner sermaye desteğinin halk kaynaklı olduğunu biliyor, hastanelerin bu sisteme dayanamayacağını hissediyor, ancak sağlığa aktarılan IMF-DB kaynaklı sıcak paranın sağladığı olanaklarla bu sistemle gününü kurtarmaya çalışıyordu.

Sağlıktaki sorunlar 2010’da doruğa çıkarken, yükselen tepki 2011 yılı başında geniş katılımlı eylemleri gündeme getirdi. “Tam gün” yasasının ilk haliyle gerek Sağlık Bakanlığı, gerekse üniversite hastanelerini kapsaması ağırlıklı olarak klinik şefleri, uzmanlar ve öğretim üyelerinde oluşturduğu rahatsızlık, eğitim alamayan asistanlara ve tıp öğrencilerine de yansıdı. Üniversitelerin temel işlevi olan eğitim-öğretim, araştırma, bilimsel çalışmalar yerine sağlık hizmeti sunumunu önceleyen “performans uygulamaları” ise ağırlıklı olarak öğretim üyelerini tedirgin etti. SDP’nin hekim dışı sağlık personelinde oluşturduğu aşırı iş yükü, özlük hakları belirsizliği ve gelecek kaygısı, performans uygulamaları ve “tam gün” rahatsızlığıyla buluştuğunda sağlık sektöründe çalışanların tamamına yakınının sistemden etkilendiği ve tepkisini dillendirdiği gözlendi.

Daha önceki 24 Aralık 2003 ve 10–11 Mart 2004 eylemlerindeki “tuzu kuru eylem kırıcıları” bu defa 13 Mart 2011 öncesinde eylemin savunucusu, hatta mahiyetindeki gruplar için eylemin önünü açan rolündeydiler.

Son eylemlerde, farklı kesimler farklı amaçlarla aynı hedefe, yani AKP hükümetine karşı harekete geçti. 5 Kasım 2003 öncesinde olduğu gibi üst kesim hekimlerden oluşan çıkar gruplarının hedefi ile sağlık emekçilerinin hedefi aynı değildi. Neoliberal politikalara karşı toplum sağlığını korumak amacıyla mücadele veren sağlık emekçileri ile muayenehanelerini korumaya çalışanlar, aile hekimliğinin kıskacına girenler, performans sistemi altında ezilmek istemeyen öğretim üyeleri, mesleki eğitim hakkını kullanmak isteyen tıp öğrencileri, köle gibi çalışan asistanlar ile değişik konumlardaki uzmanların hedefleri farklıydı. Bu kesimlerin içerisinde toplum sağlığını korumak amacıyla hareket edenlerle, toplumun sağlıksızlığından nemalananlar birlikte hareket edebilme ‘becerisini’ gösterdiler. Bu paradoks yapılan/yapılacak eylemlerin amaç ve hedefini de sorgulanır hale getirmektedir.

Hükümetin sağlıkla ilgili politikaları “paran kadar sağlık” anlayışına uygun yani toplum sağlığını bozan politikalar ise toplumun sağlıklı olma halini toplumla birlikte savunmak hekimlerin de haklarını savunmak anlamına gelecek, doğal olarak eylemin tek çıkar grubu toplum olacaktır. Böylece de eylemlerin tarafları ve safları netleşecektir. Aksi takdirde ‘meslekçi’ yaklaşımla ‘hak’ arayan meslek gruplarının çıkarlarını savunmak yanılsama ya da bazı çıkar gruplarına hizmet etme anlamına gelecektir. Sağlık Bakanlığı 2003 grevinde nasıl performans uygulamaları ile Bakanlığa bağlı hastanelerde sağlık personelini bölüp yönettiyse, 2011 de bu kez üniversite öğretim üyelerine sağlayacağı ‘haklar’ karşı duruşu bölmeye yetecektir. Nitekim hükümetin “Torba Yasa” [17] ile üniversitelerde döner sermayenin kullanımına ilişkin yaptığı düzenlemeler öğretim üyelerinin payını kısmen artırmayı amaçlamaktadır.

Bu dönemde SES’in daha homojen olan kitlesine uygun politikaları, amaç ve hedeflerini belirlemesi kolaylaşırken; homojen olmayan kitlesini yönlendirmek zorunda olan TTB’nin amaç ve hedef belirlerken tercihlerini hekimlerin elit kesimi lehine kullanarak zorlandığını da söyleyebiliriz. Emekten yana mücadele veren hekimlerin eylemlilik sürecinde yanında olacağını düşünen TTB yönetimi muayenehane beklentileri ve performans sıkıntıları nedeniyle ağırlıklı olarak uzman hekimlere yönelik politikalar üretti ve onların sorunlarını öne çıkarttı. Bir örnek vermek gerekirse “muayenehanelerimizin açılmasına ve çalıştırılmasına engel her türlü yaptırıma karşı duracağız” türünden basın açıklamaları tam da 13 Mart mitingi arifesinde (4 Şubat 2011) Tabip Odası yönetimleri tarafından yapıldı. Uzmanlık dernekleri TTB saflarında 13 Mart mitinginin lokomotifi oldu.

SDP’ne karşı süren 8 yıllık mücadele sürecinde ulaşılamayan ya da farkındalık/duyarlılık oluşturulamayan diğer meslek örgütleri, sendikalar ve siyasi partilerdeki (kadro düzeyinde de olsa) olumlu yöndeki gelişmeler 13 Mart eylemlilik sürecine pozitif katkı sağladı. Sonuçta 13 Mart mitingi kimisinin beklemediği, ancak izlenen politikalara denk düşen niceliksel bir katılımla gerçekleşti. Mitinge katılan 30 bin kişilik farklı katmanlar farklı beklentiler doğrultusunda coşkuyu yaşadılar.

13 Mart mitingi 19–20 Nisan grevinin de habercisi oldu. Her kesimden destek alan 19–20 Nisan grevi durumun hassasiyetini Sağlık Bakanlığı’na bir kez daha hatırlatmıştı. Nitekim gerek Başbakan gerek Sağlık Bakanının greve ilişkin agresif tepkisi ve başlatılan soruşturmalar başarının göstergesiydi. Miting ve grev sonrasında Hükümet mesajı almıştı. Tabi ki gerekeni de yapacaktı!…

SONUÇ

Sağlıkta dönüşümün özeti; ‘paralı’ (eşitsiz/paran kadar), ‘kaliteli’ (verimli), ‘ticari’ (kâr amaçlı), ‘konforlu’ (müşteri odaklı) sağlık hizmeti… Sağlık hizmeti; mal ve hizmetler üreten ‘ekonomik etkinlik’, alınır-satılır ‘meta’ ve hizmeti alanlar ‘müşteri’… Sektör, sağlık işletmelerine dönüşüyor…

Piyasalaşma süreci içinde ele alınması mümkün olmayan sağlık ve eğitim alanı parasallaştırılarak biçimlenirken; sistemin aktörü olmaya zorlanan sağlık emekçileri, tıp öğrencileri ve öğretim üyeleri de artık sermayenin öncelikleri arasında sayılan; müşteri memnuniyeti, yüksek verimlilik, maliyet-yarar analizi, arz-talep yasaları, kâr, piyasa güçleri, mali bütçe ve kısıtlılıklar gibi kavramları bilmek zorunda bırakılıyor. Sağlıkta emek; toplumsal ve sosyal işlevler için değil şirketlerin daha fazla gelişmesi ve kâr elde etmesine katkı sağlamak için biçimlenen araç olarak görülüyor.

Öyle bir hükümet ki; tüm icraatlarını uluslararası sermayenin direktiflerine uygun olarak gerçekleştiriyor.

Öyle bir Sosyal Güvenlik Kurumu ki; hekimlerin isteyebileceği tetkiklerden, yazabilecekleri ilaçlara ve diğer tedavi biçimlerine kadar sağlıkla ilgili her türlü prosedürü kurallara bağlıyor. Öyle ki, tıp eğitiminden tıp uygulamalarına, ilaç üretiminden tüketimine kadar her türlü yaptırım bir komisyon marifetiyle yönlendiriliyor.

Belirlenen hedeflere ulaşmak için hazırlanan şabloncu hukuk sistemi Türkiye gerçekleriyle örtüşmediği için uygulamada “doku uyuşmazlığı” yaşanıyor; hukuksal düzenlemeler yamalı bohça gibi, hukuk ile uygulama arasında geniş açılar oluşuyor, sürekli bir taraf açıkta kalıyor. Toplum, sahteci uygulamalarla aldatılıyor. Hükümet sağlık hizmetleriyle ilgili bulduğu seçim kazandıran büyülü “çözüm” yöntemleri ile SDP içindeki gizli radikal politikalarını da sürekli ertelemek zorunda kalıyor. Ve yeni bir seçim öncesine geldik. Görünen odur ki; hedefe uygun “gerçek politikalar” AKP’nin artık hükümette kalma umudunun tükendiği bir dönemde ya da olası yeni başka bir hükümet tarafından uygulamaya sokulacak.

Sağlık çalışanlarının tümü sistemden rahatsız, ancak sağlık örgütlenmelerinin kısa erimli pragmatist politikaları ve hükümetin çıkar grupları üzerinden çalışanları bölen, dayanışmayı kıran karşı faaliyetleri eylem ve etkinlikleri kısır döngüye sokmaktadır.

Doğum öncesinden ölüme kadar tüm toplumu ilgilendiren sağlıkla ilgili politikaların sadece sağlık disiplinleri tarafından gündeme taşınması düşündürücüdür. Son dönemde SES ve TTB önderliğinde umut verici ve geniş katılımlı eylemler yapılmıştır. Ancak, tüm emek cephesini doğrudan ilgilendiren sağlık gibi bir konuda yarın ne olacağı/yapılacağı belirsizliğini korumaktadır. Son yapılan eylemden çıkartılması gereken en önemli sonuç; tarihlere kilitlenen niceliksel eylemler yerine, neoliberal politikaların sağlığa yansımalarının tüm topluma anlatılmasının, toplumla birlikte, toplum için nitelikli eylemler düzenlenmesinin anlaşılır ve uygulanabilir olduğudur. Orta ve uzun erimli birlikteliklerin koşulları vardır. Dönemsel birlikteliklerde ilkelerin emek cephesinin beklentileriyle örtüşmediği durumlarda da “doku uyuşmazlığı” yaşanacaktır.



[1] Emiroğlu C., “Sosyal Güvenlik Hakkı, Genel Sağlık Sigortası Sistemi ve ‘Sağlıkta Dönüşüm’” Özgürlük Dünyası, Nisan 2004, Sayı 144 (s.41-64).

[2] Emiroğlu C., “Sağlıkta son tango”, Özgürlük Dünyası, Eylül 2009, Sayı 209 (s.55-64).

[3] “Türkiye: Yaygınlığı ve Verimliliği İyileştirmek Amacıyla Sağlık Sektöründe Yapılan Reformlar”, DB Raporu, Haziran 2002.

[4] Sağlıkta Dönüşüm Projesi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı, 2003.

[5] 16.6.2006 tarih ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu.

[6] Cumhuriyet gazetesi, 28.3.2011

[7] 21.1.2010 Tarih ve 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun.

[8] İstanbul Eczacı Odası, “Eczacılık Alanında Yaşanan Sorunlar Raporu”, http://www.istanbuleczaciodasi.org.tr (Erişim: 23.5.2011).

[9] Tüm Eczacı Kooperatifleri Birliği Başkanı Abdullah Özyiğit STAR Gazetesi, 13 Eylül 2009.

[11] Yükseköğretim Kurumlarında Döner Sermaye Gelirlerinden Yapılacak Ek Ödemenin Dağıtılmasında Uygulanacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğe karşı TTB tarafından Danıştaya açılan dava metninden.

[13] Kamu Personel Kanunu Tasarısı, Geçici Madde 17.

[14] TTB Merkez Konseyi Basın Açıklaması, 10 Temmuz 2009.

[15] “Hekimlerin Değerlendirmesi ile Performansa Dayalı Ödeme”, Türk Tabipleri Birliği Etik Kurulu, 2009, Ankara.

[16] Sağlık Bakanlığı’na Bağlı İkinci ve Üçüncü Basamak Sağlık Kurumlarında Görevli Personele Döner Sermaye Gelirlerinden Ek Ödeme Yapılmasına Dair Yönerge, 01.01.2004.

[17] 17.2.2011 tarihli ve 6114 sayılı Torba Yasa, m.17/b.

Yeni Emperyalizm:Siyasal Emperyalizmin Yeniden Keşfi

Emperyalizm kavramı, Marksist teori içinde, kapitalizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde belirginleşen yeni eğilimlerini tanımlamak üzere gündeme gelmiş, 20. yüzyıl boyunca sosyalist teori ve pratiğin temel eksenlerinden birisini oluşturmuştur. Belki de tam da bu nedenle burjuva ideolojik hegemonyanın üretim merkezlerinden birisi olarak işlev gören akademik dünyada, nesnel bir olguyu tanımlayan bilimsel bir kavram olarak değil, siyasal bir hattı sembolize eden bir slogan olarak görülmüş ve kullanımından uzak durulmuştur. 1960’larda sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarının ve sosyalizmin artan prestijinin etkisiyle bu tutum sınırlı ölçüde de olsa kırılmış ve azgelişmiş ülkelerin üzerindeki emperyalist sömürü ve denetim mekanizmaları, bu ülkelerin emperyalist bağımlılık ilişkilerinden koparak bağımsız bir kalkınmaya nasıl yönelebileceği sorunu etrafında üniversite çevrelerinde önemli tartışmalar yaşanmıştır.

Emperyalizm kavramı 1970’li yıllarda yeniden güç kazanan burjuva ideolojik hegemonyanın etkisi altında yeniden unutulmaya yüz tuttu. Bu dönemde kapitalizmin uluslararasılaşmasının yeni bir ivme kazanması ve sermayenin neoliberal politikalar aracılığıyla büyük bir hareket kabiliyeti kazanması, küreselleşme denilen metafizik bir kavramla açıklandı. Uluslararası kapitalizmin ideolojik merkezini oluşturan Anglo-Sakson dünyasında geliştirilen bu kavram gelişigüzel seçilmemişti. Küreselleşme terimi çelişkisiz ve pürüzsüz, ulusal sınırların ve ulusal düşmanlıkların önemini kaybettiği, bütün ulusal ekonomilerin karşılıklı bağımlılığı temelinde işleyen bir dünya sistemi tasvir ediyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalist geçmişten koparak bürokratik devlet kapitalizmine dönüşmüş bulunan rejimlerin yıkılmasıyla liberal kapitalizmin insanlığın gelişimindeki nihai evre olduğu yolundaki teorilerle desteklenen küreselleşme propagandası 1980’li ve 90’lı yılların düşünce dünyasını teslim almayı başardı.

1990’lı yıllarda küreselleşme propagandası, kapitalizmin kaçınılmaz gerçekleri olan iktisadi krizler ve emperyalist müdahalelerle itibar kaybetmeye başladı. I. Körfez savaşı, Yugoslavya’daki NATO bombardımanları, etnik boğazlaşmalar, Ruanda’da dünyanın gözleri önünde emperyalist güçlerin kışkırttığı soykırım, Asya krizi ve tüm dünyada emekçilerin yaşam koşullarının giderek artan ölçüde piyasanın acımasız kurallarının denetimine girmesi, IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla azgelişmiş dünyanın giderek derinleşen yoksulluğu küreselleşme kavramı etrafında inşa edilen büyülü modelin cilasının dökülmesine yol açtı. Ancak küreselleşme teorisi, emperyalist kapitalizmin doğası hakkında yaydığı yanılsamalarla, işçi sınıfı hareketinin sınıf mücadelesi ve enternasyonalizm konusundaki devrimci geleneklerini iğdiş ederek, sınıf hareketinin liberal ideoloji tarafından yozlaştırılmasına neden olarak temel hedefine büyük ölçüde ulaştı.

İkibinli yıllara gelindiğinde küreselleşme teorisinin gözden düşmesiyle, akademik dünyada yaşanan gelişmeleri tanımlayacak yeni bir teorik yaklaşım ihtiyacı gündeme geldi. Bu yöndeki en önemli girişim Michael Hardt ve Antonio Negri’nin 2000 yılında yayınlanan İmparatorluk adlı kitabıyla ortaya çıktı.[1] Bu kitap küreselleşme propagandasının bütün klişelerini tekrar etmesine karşın ortaya koyduğu siyasal kuram ateşli tartışmalara yol açtı. Yazarlar, küreselleşme propagandasının temel savını daha eserin önsözünde tekrarlıyor ve “son yirmi otuz yılda ekonomik ve kültürel mübadelenin karşı konulmaz ve geri dönüşü olmayan bir şekilde (vurgular bizim) küreselleşmesine tanık olunduğunu ve bu gelişmelerin İmparatorluk adını verdikleri yeni bir uluslararası düzeni ortaya çıkardığını ileri sürüyorlardı. Hardt ve Negri’ye göre yaşanan gelişmeler “küresel piyasa ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte bir küresel düzen, yeni bir yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi” yaratmıştı. Bu yeni egemenlik biçimi “küresel mübadeleyi etkin bir şekilde düzenleyen politik özne, dünyayı yöneten egemen güç” olarak tanımlanan İmparatorlukluktu. Ancak yazarlara göre bu güç özgül olarak belli bir ülke değil, uluslararası kuruluşları ile dünya sistemini denetleyen, sermayenin genel çıkarlarını her yerde kollayan, tek tanrılı dinlerin Tanrısı gibi hiçbir yerde olmayıp her yerde hazır ve nazır olan bir güçtü. Bu durumda anti-emperyalist mücadelenin hedefi olan ve ülkeden sökülüp atılacak bir emperyalizm kalmadığı gibi ele geçirilecek ya da yıkılacak bir iktidar odağı da kalmamıştı. Mücadele artık küresel ölçekte evrensel yurttaşlık hakları temelinde yürütülmeliydi. Kitabın yazarları, neoliberal çağın felsefi eğilimi olan postmodernist yaklaşım doğrultusunda eser boyunca iddialarını doğrulayacak herhangi bir somut kanıt ileri sürmedikleri gibi, birçok konuyu eklektik bir tarzda ele alarak küreselleşme propagandasının yarattığı kafa karışıklığına önemli bir katkı sundular. Ne de olsa, kendilerini dinlemeye hazır kafası karışık çok sayıda “solcu” okur vardı.

Bu kitabın yayınlanmasını izleyen dönemde Batılı Marksist kökenli akademisyenler arasında geniş bir tartışma başladı. Aynı yıl yayınlanan Leo Panitch ve Samuel Gindin imzalı Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmparatorluğu adlı bir başka çalışmada İmparatorluk argümanı tekrarlanıyor, ancak bu eserde dünya sistemi ABD hegemonyası altında birleşen “kapitalist imparatorluk” olarak tanımlanıyordu.[2] Bu yazarlara göre Amerikan kapitalizmi tüm dünyayı kendi egemenliği altında birleştirmiş, rakip emperyalist güçler arasındaki çekişme, yerini, kurallarını ABD’nin koyduğu yeni bir düzene bırakmıştı. Emperyalizm tartışmalarına 2003 yılında yayınlanan Sermaye İmparatorluğu adlı kitabıyla katılan Ellen Meiksins Wood ise Roma İmparatorluğu’ndan bu yana imparatorluk olgusunun sürekliliğini öne sürüyor ve sadece dayandığı iktisadi motifin değiştiğini iddia ediyordu.[3]

Yukarıda anılan eserler, sürekli sermaye birikiminin yarattığı genişleme, dünya pazarlarını ve hammadde kaynaklarını ele geçirme eğilimi ile devletlerin öteden beri var olan gücünü pekiştirme eğilimi arasında kategorik bir ayrım yapıyorlar. Bu ayrım sermaye mantığı/territoryal (ülkesel) mantık başlığı altında ifade ediliyor. Bu öncülden hareketle Lenin’in emperyalist güçler arasındaki rekabet savının bugün artık geçerli olmadığını, geçmişteki rekabetin devlet yapılarına hakim olan kapitalizm öncesi güçlerin kışkırttığı ülkesel çıkar çatışmasından kaynaklandığını iddia ediyorlar. Böylece emperyalizm, ekonomik temellerinden soyutlanarak salt siyasal bir kavrama dönüştürülüyor ve siyasal anlamı da oldukça dar biçimde yorumlanarak askeri işgal-fetih politikasıyla özdeşleştiriliyor. Bu yaklaşıma göre günümüzde, küreselleşme sonucunda kapitalizm ABD hegemonyası ya da uluslar arası kuruluşlar eliyle tek bir iktidar altında birleştiğine göre, emperyalizmden değil, imparatorluktan bahsedilebilir. Bu teori, bizzat anılan yazarlar tarafından da kabul edildiği gibi vaktiyle Karl Kautsky tarafından ileri sürülen ultra-emperyalizm teorisine dayanmaktadır. Ve her nasıl oluyorsa yeni teori diye ortaya atılmaktadır. Peki neydi bu yeniden keşfedilen teori ?

Büyük Yenilik: Kautsky’nin Keşfi!

20. yüzyıl başlarında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde etkili olan reformcu akımın Bernstein türünden sözcüleri, emperyalist sömürgeciliğin azgelişmiş ülke halkları üzerinde uygarlaştırıcı bir rol oynadığını ileri sürecek kadar sosyalizmden uzaklaşmışlar, yaklaşan emperyalist savaşta yurt savunması adı altında kendi ulusal burjuvazilerini destekleme tutumuna girmişlerdi. Başlangıçta bu kesime mesafeli olan Karl Kautsky, giderek benzer bir çizgiye savrulmuş, emperyalist politikaların arka planında devleti ve ekonomiyi kontrol eden mali sermayenin öncülük ettiği gerici sınıflar bloğunun bulunduğunu, buna karşılık sanayi burjuvazisinin serbest ticarete dayalı barışçı bir politikanın temsilcisi olduğunu savunma çizgisine gelmişti. Bu durumda işçi sınıfı partileri, emperyalist politikalara karşı, sanayi burjuvazisini destekleyerek barış, demokrasi, sömürgeciliğin sona ermesi ve işçi sınıfının yaşam koşullarında iyileşme gibi kazanımlar elde edebilecekti. Kautksy, emperyalizme karşı tüm dünyada sanayici güçlerin öncülük ettiği kapitalist devletlerinin ittifakından oluşan bir ultra-emperyalizmin mümkün olduğunu ve böylece toplumsal devrime gerek kalmadan evrimci bir şekilde sosyalizme geçileceğini ileri sürüyordu.[4] Bu görüşler o dönemde ortaya atılan Avrupa Birleşik Devletleri sloganının teorik temelini oluşturuyordu. Lenin, bu sloganı şöyle eleştiriyordu:

“Kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır. … ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa’daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa’dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika’ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla. Amerika Birleşik Devletleri’yle kıyaslandığında, Avrupa, tüm olarak ekonomik durgunluğu simgeler. Bugünkü ekonomik temel üzerinde, yani kapitalizm koşullarında, bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika’nın daha hızlı gelişmesini geciktirmek için gericiliğin örgütlenmesi anlamını taşır. Demokrasi ve sosyalizm davası denince yalnızca Avrupa’nın akla geldiği dönemler bir daha geri dönmemek üzere geçip gitmiştir.”[5] (vurgu orijinalinde)

Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, bugün kriz koşullarında etkisini kaybetse de yakın zamana kadar Avrupa Birliği’ne liberal soldan gelen desteğin ideolojik soykütüğünü ele veriyor.[6]

Emperyalizmi ekonomik temellerinden koparan sermaye mantığı/territoryal mantık ayrımından hareket eden ve sonuçta Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezinin bir varyantına ulaşan bir başka Marksist yazar olan David Harvey, Yeni Emperyalizm adlı kitabında günümüz emperyalizminin dayandığı ilkeler bakımından eski emperyalizmden tümüyle farklı olduğunu savunmaktadır.[7] Yeni Emperyalizm tartışmasına geçmeden Harvey’in eski emperyalizmden ne anladığına bakmak yararlı olacak. Çünkü bu onun yeni emperyalizminin temel karakterini anlamak için de gerekli.

Harvey, emperyalizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde burjuvazinin eski yönetici sınıflar karşısında sahip olduğu ayrıcalıkları sürdürmek için yöneldiği bir güç siyaseti olduğu inancında. Ona göre 19. yüzyılın son çeyreğinde burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmiş, eski sınıflara karşı kendi ayrıcalıklarını tahkim etmek için işgal ve fetih gibi güç siyasetine yönelmiştir. Bu nedenle emperyalizm Lenin’in iddia ettiği gibi kapitalizmin en son aşaması değil, burjuvazinin iktidarının ilk aşamasıdır. Harvey’in, liberal düşünür Hannah Arendt’e dayandırdığı bu sav, burjuva egemenliği ile burjuvazinin doğrudan yönetimi arasında kategorik bir ayrıma giderek siyasal iktidarın sınıf karakteri konusunda liberal bir yaklaşıma dayanıyor ve görünüş ve gerçeklik arasındaki mesafeyi görmezden geliyor.

Emperyalizmin doğuş yıllarında burjuvazi Avrupa’da Rusya dışında her yerde egemen sınıf konumundaydı. Ancak feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin kaçınılmaz olarak farklı ülkelerde farklı toplumsal dinamikler altında doğrusal olmayan bir biçimde gerçekleşmiş olması nedeniyle eski aristokratik sınıfların siyasal alandaki etkisi tümüyle ortadan kalkmamıştı. Örneğin tarihteki ilk burjuva devrimini gerçekleştiren İngiltere’de burjuva egemenliği, burjuvalaşan feodal aristokrasinin çoğunluğu oluşturduğu Parlamento’nun egemenliğinde ifadesini buldu. 17. yüzyıl burjuva devrimin izleyen dönemde burjuva toprak sahiplerinin egemen olduğu Parlamento’nun kontrol ettiği İngiliz devleti, sermaye birikiminin uzun dönemli çıkarlarını güvence altına alan bir aygıt olarak işledi. Burjuva devlet, sömürgecilik siyasetinin desteklenmesi, köylülerin Parlamento yasaları ile topraklarından atılarak, gelişen sanayinin ihtiyaç duyduğu iç pazarı ve işgücü piyasasını oluşturulmasında oynadığı rolle sanayi devriminin ya da fabrika sisteminin temellerini attı. Sanayi devrimini izleyen dönemde ise, Krallığın geleneksel himayeci politikalarına yaslanan ve işgücü maliyetlerini yükselten “Yoksul Yasaları” ve toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda gündeme getirilen ve yine işgücü maliyetlerini yükselten “Tahıl Yasaları” nedeniyle sanayi burjuvazisi ile burjuva toprak sahiplerinin çıkarları arasında bir gerilim ortaya çıktı. Uzun mücadeleler sonucunda bu yasalar yürürlükten kaldırıldı ve seçim reformu aracılığı ile sanayi burjuvazisinin siyasal egemenliği pekişti. 19. yüzyılın ikinci yarısında burjuva toprak sahipleri İngiltere’nin dünya ekonomisinin merkez gücü haline gelmesiyle ticari ve finansal yatırımlara yöneldiler. Ve burjuvazinin farklı katmanları arasındaki gerilim sona erdi.

Almanya örneğinde süreç daha farklı işledi. Almanya’da burjuva devrimi, İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi emekçi halk kitlelerinin feodal yönetime karşı ayaklandığı “aşağıdan devrim”ler yoluyla değil, kapitalist gelişmenin daha ileri bir aşamasında gelişen işçi sınıfının radikalizminden duyulan korkuyla burjuvazi ile geleneksel aristokrasinin (Junkerler) ittifakına dayanan “tepeden devrim” yoluyla gerçekleşti. Almanya’da burjuva egemenliğini sağlayan “demir ile çavdarın evliliği” kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının tipik bir örneğiydi. Almanya’da tepeden burjuva devrimi ile ulusal birliğin sağlanmasının ardından ağır sanayi patronları sanayi üzerinde güçlü korumacılık önlemleri alarak ve tekelci birlikler oluşturarak uluslararası planda saldırgan bir rekabet politikası uygulamaya yöneldiler. Ve bu politikaları hayata geçirmek için tarımda korumacı önlemler alınmasını kabul edip Junkerlerin siyasal desteğini aldılar. Bu dönemde Almanya’da sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi büyük bir hız kazandı ve Almanya serbest rekabetçi aşamadan geçmeden tekelci kapitalizmin egemen olduğu güçlü bir emperyalist odak haline geldi.

Emperyalizmin ekonomik temellerini görmezden gelerek, bu olguyu bir siyasal tercihe indirgeyen yazarların hareket noktasını burjuva egemenliğinin özgül biçimleri arasındaki farklılık oluşturuyor. Temelde yatan gerçeği görmezden gelerek görünüşe odaklanan burjuva düşünce alışkanlığının ürünü olan bu yaklaşım yukarıda değinilen sermaye mantığı/territoryal mantık ayrımının da hareket noktasını oluşturuyor. Üstelik yeni teoriler olarak sunulan bu yaklaşımlar 19. yüzyılın aşılmış burjuva emperyalizm tartışmalarına dayanıyor. 1870’lerden itibaren devletin emperyalist yayılmacılığın hizmetindeki aktif rolü, siyasi ve ekonomik öğelerin geçmiştekinden çok daha fazla iç içe geçtiği, devletin gerek içeride gerekse dışarıda daha etkin ve belirleyici bir rol oynadığı yeni bir döneme işaret ediyordu. Bu durum kimi gözlemcileri emperyalist yayılmacılığın açıklanmasında tekelci kapitalizmin pazar ve hammadde kaynakları üzerindeki rekabeti ve tekel egemenliğinin kaçınılmaz gericiliği yerine, hırslı devlet adamlarının imparatorluk tutkusu, milliyetçilik ve militarizm gibi psikolojik, ideolojik ve kültürel açıklamalara yöneltti. Daha da önemlisi emperyalizmin, adı geçen dönemin en dolaysız biçimde kendini gösteren belirtisi olan işgal/fetih bağlamında ya da işgal/fetihle eşanlamlı olarak ele alınmasına yol açtı.[8] Bu düşünürlerin ortak noktası emperyalizm ile kapitalizm arasında özgül bir bağlantının varlığını yadsıma tutumuydu. Örneğin Avusturyalı burjuva iktisatçı Joseph Schumpeter, yüksek gümrük tarifelerle korunan kartel ve tröstlerin tekelci kapitalizme yol açan tekelci fiyat politikaları, damping ve sermaye ihracı gibi unsurların altını çizmesine karşın, bu olguların rekabetçi kapitalizmin bağrından çıkmadığını, tüm bu gelişmelerin kökleri kapitalizm öncesi merkantilist ilkelere dayanan politik eylemlerin ifadesi olduğunu savunuyordu. Schumpeter’e göre kapitalizm doğası gereği anti-emperyalistti. Emperyalizm ise, “bir devletin tanımlı bir sınırı olmayan güce dayalı genişlemeye duyduğu amaçsız eğilim”den başka bir şey değildi.[9] Schumpeter, bir başka çalışmasında Almanya’da eski aristokratik sınıfların yönetici hale gelmesinin burjuvazinin muhalefetine yol açtığını iddia etmiştir.[10] Bu yaklaşım, Almanya’da burjuva devriminin özgül karakterini görmezden gelerek Alman burjuvazisini emperyalist politikaların sorumluluğundan kurtarmaktaydı. Burada sergilenen siyasal emperyalizm yaklaşımı Yeni Emperyalizm kuramının teorik öncüllerini oluşturmaktadır. Şimdi Harvey’in “Yeni Emperyalizm”ini tanıyalım

Harvey’e göre günümüz emperyalizmi, ileri kapitalist ülkelerde 1970’li yıllarda ortaya çıkan karlılık bunalımının yarattığı aşırı birikim sorununu çözmediği için, kendisinin “el koyarak birikim” adını verdiği yeni bir birikim mantığına yönelmiştir. Buna göre sermayenin neoliberal strateji altında izlediği yeni birikim mantığı, artı-değer sömürüsü üzerinde yükselen genişletilmiş yeniden üretimin yaşadığı tıkanıklık nedeniyle mevcut zenginliklerin hile ve zor yoluyla yağmalanmasına dayanmaktadır. Sermayenin 1970’li yıllardan bu yana dünya çapında hayata geçirmeye çalıştığı bu yeni stratejinin temel ayakları; hisse senedi spekülasyonları, anonim şirketleri ele geçirme kumpasları, enflasyonun neden olduğu yapısal değersizleştirme, gelişmiş ülke halklarının yüksek borç yükü altında yoksullaştırılması, kredi ve hisse senedi manipülasyonlarıyla varlıklara el konulması, Dünya Ticaret Örgütü Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması vasıtasıyla üretimdeki bilginin metalaştırılması, özelleştirme uygulamalarıyla kamu işletmelerinin yok pahasına ele geçirilmesi, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin ticarileştirilmesi, kültürel metalaşma ve doğal kaynakların tahribi vb. gelişmelerdir.[11] Harvey, bu gelişmelere dayanarak eski emperyalizmden farklı yeni bir emperyalizmle karşı karşıya olduğumuzu savunmaktadır. Yani onun argümanına göre burjuva iktidarının ilk aşaması olan güç politikaları yerine neoliberal dönemin egemen politik ikliminin gündeme getirdiği yeni güç politikaları…

Harvey, neoliberal politikaların, kapitalist ekonomideki karlılık sorunu karşısında, uluslararası kapitalizmin emekçi sınıflara ve azgelişmiş dünya halklarına karşı Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının sağladığı itkiyle hayata geçirdiği bir saldırı politikası olduğu kanısında değildir. Ancak 1970’li yıllardan itibaren hayata geçirdiği politikaların neden genişletilmiş yeniden üretimin alternatifi olduğu konusunda ikna edici bir argüman sunmamaktadır. Bilindiği gibi özelleştirilen işletmeler zaten genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleştirildiği kapitalist işletmelerdir. Özelleştirme politikaları, bu işletmelerdeki güçlü sendikal yapıları dağıtarak ortalama ücretlerini düşürmek ve sosyal kazanımları ortadan kaldırmak için gündeme gelmiştir. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin piyasalaştırılması, bir yandan kapitalizmin bitmek bilmez kar arayışının yarattığı metalaştırma eğiliminin sonucu iken diğer yandan işçi sınıfının sınıf mücadelesi ile elde ettiği ve kapitalistlerin işgücü maliyetlerini ve vergi yükünü artıran ve kar oranlarını azaltan kazanımlar olduğu için hedefe konulmuştur. Öte yandan sermaye piyasalarındaki spekülasyonlar, tekelci kapitalizmin işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yine gelişmiş kapitalist ülkelerde artan tüketici kredileri biçimindeki borçlanma, artı-değerin gerçekleştirilmesi ile ilgilidir. Elbette tüm bu gelişmelerle kapitalizmin 1970’lerde ortaya çıkan karlılık bunalımı arasında yakından bir ilişki vardır. Ancak bunlar, kapitalizmin işleyiş yasaları dışında işleyen bir güç siyasetinin değil, tekelci kapitalizmin olağan işleyişinin sonuçlarıdır. Ve elbette sınıf mücadelesi ile sermayenin bu politikaları engellenemediği takdirde yaşama geçirilebilecek politikalardır bunlar.

Marksist politik ekonomi konusunda oldukça yetkin bir yazar olan Harvey’in kapitalizmin işleyişinin dayandığı mekanizmaları bilmediği düşünülemez. Ne var ki yeni emperyalizm kuramı reformcu bir siyasi bir hattın doğrulanması için kaleme alındığından bunların bir önemi yoktur. Aşağıda göstereceğimiz gibi Harvey açısından sorun kapitalizm değil, neoliberalizmdir. Hatta o kadar öyledir ki kapitalistlere neoliberalizmin kendilerine ayak bağı olduğu yolunda akıl vermeye yeltenir.

Bu tartışmanın ardından yeni emperyalizm teorisinin başlıca dayanaklarından birisini oluşturan el koyarak birikim konusuna gelebiliriz. Harvey, eserinde Marks’ın kapitalizmin oluşum dönemine ait olan ilkel birikim kavramı yerine el koyarak birikim kavramını kullanır. Çünkü aşağıda tartışacağımız gibi ilkel birikim olmuş bitmiş bir süreci ifade etmektedir. Ancak bu farklı tanımlama Harvey’in kavrama yüklediği çarpık anlamı ortadan kaldırmaz. El koyarak birikim kavramı Rosa Luksemburg’un 1913 yılında yayınlanan Sermaye Birikimi adlı eserinde ileri sürdüğü ve kapitalist birikimin işleyişini yanlış bir yorumlanmasına dayanan emperyalizm kuramına dayanmaktadır.

Devrimci bir teorisyen olan Rosa Luksemburg, emperyalizm kuramını II. Enternasyonal içindeki reformist kanadın temsilcisi olan Kautsky ve Bernstein’a karşı kaleme almıştı. Yanlış teorik öncülerden hareket etmesine karşın ortaya koyduğu emperyalizm teorisi sosyalist devrimi hedefliyordu. Rosa Luksemburg, Sermaye Birikimi adlı çalışmasında Marks’ın Kapital’in II. cildinde ortaya koyduğu genişletilmiş yeniden üretim şemasını yanlış yorumlayarak kapitalizmin sadece artı-değer sömürüsüne dayanarak genişlemesinin mümkün olmadığını savunmuştur. Luksemburg’a göre kapitalist gelişme, emekçi sınıfları yoksullaştırarak ürettiği tüm metaları satıp artı değeri gerçekleştirebilmesi için gerekli pazarı daraltmaktadır. Bu sorunun yol açtığı kronik pazar sorunun çözümü için kapitalizm dışından talebe ihtiyaç vardır. Bunun için başvurulacak ilk kaynak ülke içindeki kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin kalıntısı olan bağımsız zanaatkar ve küçük üretici köylülük gibi kesimlerin talebidir. Ancak kapitalizm geliştikçe bu kesimler yok olma sürecine gireceği için, kronik pazar sorunun çözümü için dış pazarlara yönelmek gerekir. Emperyalizm bu noktada ekonomik bir zorunluluk olarak devreye girer. Yeni pazarları ele geçirerek artı değerin gerçekleştirilebilmesi için azgelişmiş dünyanın emperyalist işgal, baskı, hile, talan ve yağma politikalarıyla denetim altına alınması gerekir. Bu nedenle Marks’ın kapitalizmin başlangıç dönemine ilişkin olarak tartıştığı ilkel birikim, kapitalist birikimin sonraki aşamaları için iktisadi bir zorunluluk olarak devam etmek zorundadır. Rosa Luksemburg, bu politikaların azgelişmiş dünyanın kapitalist üretim ilişkileri içine çekilmesine yol açarak kapitalizmin kronik pazar sorunun derinleşeceğini, kendi sınırlarına dayanan kapitalizmin dünya çapında bir proleterya devrimi ile sonunun geleceğini söyler. Görüldüğü gibi Rosa Luksemburg, emperyalizmi kapitalizmin işleyiş yasalarına bağlıyor ancak bu yasaları yanlış yorumladığı için yanlış bir emperyalizm teorisine ulaşıyordu.

Yakın dönemde ülkemizde de emperyalist-kapitalist politikaların sıklıkla ve yanlış bir biçimde ilkel birikim argümanı çerçevesinde ele alınması nedeniyle burada bir parantez açıp bu olguya yakından bakmak yararlı olacaktır.

İlkel Birikim ve Kapitalizm

İlkel birikim deyimi, ilk bakışta, tanımladığı sürecin içerdiği baskı ve zorlamaları akla getirmektedir. Oysa Marx, bu deyimi, kapitalizmin doğuşunu sağlayan başlangıç koşullarını ifade etmek üzere kullanmıştır. Mesele özetle, feodalizmin çözülüş sürecinde parasal zenginliğin ve emeğin sermayenin kendisini büyüteceği koşulları sağlamak üzere dönüştürülmesi başka bir deyişle, sermayenin ve özgür emekgücü piyasasının yaratılmasıdır. Bu süreç ekonomi dışı baskı ve şiddet yöntemleriyle hayata geçirilmiştir.

Ancak Marks, esas olarak tarihsel bir üretim tarzı olarak kapitalizmin zorunlu unsurlarını açıklamaya çalıştığı için, konuyu ilk olarak ele aldığı Grundrisse, ilkel birikim sürecinin içerdiği zor ve şiddet yöntemlerine değinmez bile. Sürecin içerdiği ekonomi dışı yöntemleri konuyu daha bütünlüklü olarak ele aldığı Kapital’in I. Cildinin 26. Bölümünde ayrıntılı olarak açıklamıştır. Bu bölüm, Almanca orijinal metinde “Die sogenannte uspruengliche Akkumulation” başlığını taşımaktadır. Bu ifade İngilizce’ye “So Called Primitive Accumulation” diye çevrilirken, İngilizce kaynaktan yapılan Türkçe çeviride “Sözde İlkel Birikim” ifadesi tercih edilmiştir. Almanca orijinalindeki uspruengliche kelimesi orijinal, başlangıca dair, birincil, temel anlamını taşımaktadır. 19. yüzyılda bu kelime, dönemin İngilizcesinde aynı anlamlara gelen primitive kelimesiyle karşılanmıştır. Ne var ki dilin evrimi sonucunda primitive kelimesi İngilizce’de daha çok Türkçe’deki güncel karşılığı olan ilkel anlamını taşımaya başlamıştır. Özetle Marx, “ilkel birikim” derken, sürecin ilkelliğine değil, kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç koşullarına işaret etmektedir. Ancak sürecin içerdiği insanlık dışı zorlamaları da ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Sözgelimi zorla topraklarından kovulan köylülerin işgücü piyasasının gereklerine uygun bir şekilde terbiye edilmesi amacıyla “serseriliğe karşı” çıkarılan sert yasalar akıl almaz şiddet önlemleri içermektedir.

Marks ilkel birikimi kapitalist üretim tarzının olgunlaşması için gerekli bir ilk moment olarak algılar. Ona göre kapitalist üretim tarzının olgunlaşması için:

“…birbirinden çok farklı türde iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir. Bir yanda başkalarına ait emek gücünü satın alarak ellerinde bulunan değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda kendi emek güçlerini dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. İki anlamda özgür emekçiler; Çünkü bunlar, ne köleler, serfler vb. üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler…Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur. Kapitalist sistem emekçilerin emeklerin gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen kopmuş ve ayrılmış olmalarını öngörür… İlkel birikim denilen şey, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir… Köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları bütün bu sürecin temelidir.”[12]

Görüldüğü gibi Marks’a göre ilkel birikim süreci sermayenin yeniden üretim sürecinin kesintisiz işleyeceği toplumsal koşulların oluşturulmasını ifade etmektedir. Marks Grundrisse’de sermayenin ilk oluşum sürecini şöyle açıklar:

“Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçların hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihi çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan özgürleşen işçilerle para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkânına kavuşmasından ibarettir”.[13]

İngiltere’de 15. yüzyıldan başlayarak köylüler, topraklarından atılarak işledikleri topraklar ve ortak alanlar (mera, orman) çitlenerek özel mülk haline getirilmiştir. Çitleme hareketi diye bilinen bu süreç, 18. yüzyıla kadar fiilen gelişirken 18. yüzyılda Parlamento yasaları ile ortak toprakların çitlenmesiyle köylü mülkiyeti neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Yine bu süreçte toprak üzerinde köylüye koruma sağlayan ve feodalizmin mirası olan geleneksel haklar tümüyle ortadan kaldırılmıştır.

Elbette Marks ilkel birikim analizini yaparken, baskı ve şiddete dayanan politikaların sadece kapitalizmin ilk dönemine ait olduğunu söylemeye çalışmaz. Örneğin Kapital’in I. Cildinde sermaye birikiminin aynı zamanda emekçi sınıflar açısından nasıl bir sefalet birikimi olduğunu çarpıcı bir şekilde anlatır. Yine örneğin köleciliğin ve Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğinin iğrenç yöntemlerini teşhir eder. Marks’ın ilkel birikim ile anlatmaya çalıştığı parasal zenginliğin ve emeğin nasıl sermaye haline geldiğini açıklamaktır. Marks, Kapital’de kapitalist üretim tarzının hareket yasalarını incelemeye çalıştığı için esas itibariyle artı-değer üretiminin ve artı-değerin gerçekleşmesinin koşulları üzerinde durur. Ekonomi dışı yöntemler, kapitalizme içkin olsalar da kapitalist birikim bu temel üzerinde yükselmez. Kapitalizmin ayırt edici özelliği artı-değer üretimidir. Elbette güç, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, düzenin bekası ve yeniden üretimi için gerekli bir aygıttır. Ancak kapitalist toplumda güç, sermaye birikimin hizmetindedir. Güç farklı ilkelere göre yeniden tanımlanmış, burjuva devrimleri ile feodalizmin güç aygıtı parçalanarak sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda yeni tipte bir devlet kurulmuştur. Thomas Hobbes’un 1651’de söylediği gibi kapitalist toplumda “güç zenginliktir; zenginlik de güçtür.”

Kapitalist gelişme sürecinde sermayenin birikiminin kaçınılmaz sonucu olan merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin doğurduğu tekelci kapitalizm aşamasında güç de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüşüm geçirmiştir. Emperyalizm, mali sermayenin egemenliği, sermaye ihracı, dünyanın rakip kapitalist gruplar ve rakip kapitalist ülkeler arasındaki pazar, hammadde kaynakları ve nüfuz alanları olarak paylaşılması gibi temel unsurlarla tanımlanan tekelci kapitalizmin politik ve ekonomik üstyapısıdır. Emperyalizmi ekonomik temellerinden soyutlayarak siyasal bir sorun olarak gören düşünürler, yalnızca fiili emperyalist saldırganlıkla karşılaştıklarında hatırladıkları bu olguyu, emperyalist politikaları uygulayan devlet adamlarının siyasal eğilimlerine bağlama eğilimindedirler. 11 Eylül saldırılarını izleyen dönemde Irak ve Afganistan işgalinin George Bush ve etrafındaki neocon çetesinin “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adını verdikleri politikaya ve Hıristiyan köktendinciliğini çağrıştıran söylemlerine, “medeniyetler savaşı” argümanına bağlanması örneğinde olduğu gibi. Oysa bu politikalar tekelci kapitalizmin işleyişinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Yeni Emperyalizme Karşı Ultra–Emperyalizm

David Harvey, sermayenin yeniden üretim sürecinde yaşadığı tıkanıklık nedeniyle başvurduğunu söylediği el koyarak birikim sürecini, kapitalizmin işleyişinden bağımsız olarak ele alır. Ona göre sermaye mantığı ve territoryal mantık birbirine bağlı olsa da birbirine indirgenemezler. Kapitalist birikimin tıkandığı noktada territoryal mantık baskın hale gelmiş, el koyarak birikim ön plana geçmiştir. Oysa yazar barışçıl bir kapitalizmden yanadır. O halde Kautsky yardıma çağrılmalıdır. Marksist yazarımız, territoryal mantığın dayattığı emperyalizme karşı sermayenin anti-emperyalist(!) müdahalesini zorunlu görür:

“…hükümete karşı duyulan güven çok önemli ve iktidarda askeri endüstri kompleksin, yeni muhafazakarların ve hatta maalesef kökten dinci Hıristiyanların egemen olduğunu gören sermaye mantığı, yaşamını sürdürmek adına, Washington’da yönetimin değişmesi için çalışacaktır. Bu, yeni muhafazakar emperyalizmin feci sonu demektir. Eğer bu gerçekleşmezse, kalıcı bir savaş ekonomisine geçişin yol açtığı büyük sermaye kaçışı ABD’nin ekonomik intiharı anlamına gelecektir. O zaman ABD küresel üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun sürdürmek için son çare olarak umutsuzca militarizme yönelecektir.[14]

Harvey bu satırları George W. Bush ve neocon ekibinin iktidarda olduğu dönemde kaleme almıştı. Anlaşılan anti-emperyalist(!) sermaye Harvey’in öğüdünü izleyerek Washington’daki yönetimin değişmesi için ciddi bir faaliyet yürüttü ve neocon ekibi iktidardan uzaklaştırıldı. Ama nasıl olduysa Obama yönetimi altında ABD’nin emperyalist yönelimlerinde bir değişiklik olmadı. Herhalde Harvey’in buna da bir yanıtı vardır. Kapitalistleri gerçek çıkarlarının kapitalist gibi davranmamak olduğuna bir şekilde ikna edecektir.

Harvey’in Yeni Emperyalizm teorisinin temel ayaklarından birisi de kendisi bunun yadsımakla birlikte yukarıda değindiğimiz Rosa Lüksemburg’un emperyalizm kuramıdır. Harvey’e göre genişletilmiş yeniden üretim sürecinde ortaya çıkan tıkanmanın yol açtığı aşırı birikim sorunun temel nedeni sermayenin neoliberal politikalar aracılığı ile emekçilerin yoksullaşmasına yol açması ve bu nedenle aşırı birikimi ortadan kaldıracak tüketici talebinin yaratılamamasıdır. Bu görüş, teorik açıdan yanlıştır. Çünkü kapitalistlerin üretim sektörüne yaptıkları yatırımlar ve askeri endüstri kompleksinin gerçekleştirdiği verimli kapasite yaratmayan yatırımlar talep sorununun çözümünde işlevsel olabilir.[15] Bu olgu militarizmin ekonomik temelini de açıklar. Ama Harvey, kendi reformcu-sosyal demokrat görüşlerini meşrulaştırmak için kapitalizmin aşırı birikim sorununu çözmek için emekçilerin yaşam standartlarını yükseltecek önlemler alması gerektiğini, bu çerçevede yeniden 1950-70 dönemindeki refah devleti uygulamalarına dönülmesinin zorunlu olduğunu söyler. Peki kim alacaktır bu önlemleri? Elbette kapitalistler:

“Geçici olsa da sorunun üretimin kapitalist kurallarına göre tek çözümü, küresel çapta bir çeşit yeni bir “Yeni Anlaşma” (New Deal) dır. Bu “Yeni Anlaşma”, sermaye dolaşım ve birikimini neoliberal zincilerinden kurtararak özgürleştirmek; devlet gücünü daha müdahaleci ve paylaştırıcı yönde düzenlemek; mali sermaye gücünü frenlemek; uluslararası ticaretle ilgili görüşleri medyaya dikte ettiren oligopol ve monopollerin ezici gücünü (özellikle askeri endüstri kompleksinin gücünü) demokratik yollardan denetlemek demektir. Sonuçta, Kautsky’nin çok önceden öngördüğü gibi kapitalist güçlerin koalisyonuyla ulaşılan daha yararlı bir “Yeni Anlaşma” emperyalizmine dönülecektir.”[16]

Burada sözü edilen “Yeni Anlaşma” kavramı 1929 büyük bunalımının ardından ABD’de ortaya çıkan devasa işsizlik karşısında dönemin ABD başkanı Roosevelt’in yaşama geçirdiği sosyal önlemleri ifade etmektedir. Bu politikalar toplam talebi artırmak için değil, krizin yol açtığı derin toplumsal huzursuzluğu denetim altına almak için gündeme gelmiştir. ABD bunalımı, bu önlemlerle değil, II. Dünya savaşı öncesindeki devasa silahlanma yatırımları ile aşmıştır. Savaş sonrasında Avrupa’daki işçi hareketinin gücü ve Sovyetler Birliği’nin artan prestijinin yol açtığı komünizm korkusu nedeniyle emperyalist ülkeler kendi işçi sınıflarına yüksek ücretler ve geniş sosyal haklar biçiminde tavizler vermek zorunda kalmışlardır. II. Dünya savaşı sonrasındaki yüksek büyüme hızları da bu tavizleri kapitalistler açısından tahammül edilebilir kılmıştır. Ancak sermaye ilk fırsatta bu hakları geri almak için harekete geçmiştir. Bugün uygulanan neoliberal politikaların özü budur.

Savaş sonrasında uygulanan refah devleti politikaları komünist partilerin evcilleştirilmesine ve sosyal demokrasinin güç kazanmasına yol açmıştı. Bunalımın ortasında 1936 yılında yayınladığı Genel Teori adlı eserinde efektif talep sorunun çözümü için devlet müdahalesi öneren Keynes’in görüşleri de aynı dönemde iktisat politikalarına yön vermiş ve bir tür sol-Keynesçilik sendikal ve sosyal demokrat çevrelerde egemen hale gelmişti. Harvey, sol-Keynesçi bir bakış açısıyla refah devletinin küresel çapta yeniden inşa edilmesiyle sonuçlanacak bir reform öneriyor. Bunu kimin gerçekleştireceği sorusuna gelince iş karmaşıklaşıyor. Bugün sermayenin bu tavizleri vermesine yol açacak ne güçlü bir işçi hareketi ne de Sovyet tehdidi var. Ama bunu kapitalistler yapacak Harvey’e göre. Sermaye birikiminin yasaları doğrultusunda tekelci sermayeye dönüşmüş olan kapitalistler tekelleri denetleyecek ve barışçı bir ultra-emperyalizmi kuracaklar!

Bu reformcu hayallerin kapitalizmin gerçekliği içinde bir karşılığı yok. Burada tüm dünyaya sermaye mantığı açısından bakan bir yaklaşım var. Harvey’in kavram setindeki sermaye mantığı anlamında değil dünyaya sermayenin gözünden bakmak anlamında. Öylesine ki yeni emperyalizmde sınıf mücadelesi önemini kaybetmiştir. Çünkü yazar, kurduğu teorik çerçeve ile hiçbir kanıt göstermeden genişletilmiş yeniden üretimin önemini yitirdiğini dolayısıyla proletaryanın sınıf mücadelesinin de savunmacı bir hatta çekilerek zayıfladığını öne sürüyor. Sınıf mücadelesinin gerilediği ve savunmacı bir pozisyonda kaldığı doğru. Ancak bu, genişletilmiş yeniden üretimin, el koyarak birikim karşısında önemini yitirmesinden değil, sınıf hareketinin ideolojik yenilgisine yol açan gelişmelerden kaynaklanıyor. Harvey, el koyarak birikimin yol açtığı toplumsal hareketleri, sınıf hareketine alternatif olarak öneriyor. Küreselleşme karşıtı hareketler, köylü hareketleri, yerli direnişleri, çevre mücadeleleri gibi yeni toplumsal hareketler başlığı altında anılan hareketler “el koyarak birikim”e karşı işçi hareketiyle birlikte mücadele edecekler. Peki ne için? Daha insancıl ve barışçıl bir kapitalizm için. İyi de bunu zaten kapitalistler gerçekleştirmeyecek miydi?


[1] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Çev. A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.

[2] Yazarların bu kitapta dile getirdiği görüşler Socialist Register Dergisinin 2004 sayısında yayınlandı. Bu sayının Türkçe çevirisi için bkz. Leo Panitch ve Colin Leys (Der) Günümüzde Emperyalizm: Yeni Emperyal Tehdit, Socialist Register 2004, İstanbul, Alaz Yayınclık , 2004.

[3] Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, Çev. Sami Oğuz, Ankara, Epos Yay. 2003.

[4] Sungur Savran, Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm, Yordam Yayınları, İstanbul.

[5] V.İ.Lenin, “Avrupa Birleşik Devleti Sloganı Üzerine”, Marx, Engels Marksizm adlı derleme içinde, Çev. V. Erdoğdu, Ankara, Sol Yayınları, 1990. sf. 239.

[6] Avrupa Birliği’nin emperyalist bir proje olduğu yolundaki bütün eleştirileri milliyetçilikle itham eden liberal solcuların tartışmadan özenle kaçındıkları konu bu birliğin ekonomik temelleridir. Son krizin ortaya çıkardığı gelişmeler Avrupa Birliği’nin bir uygarlık ve demokrasi projesi değil, ABD, Japonya, Çin ve Rusya gibi emperyalist odaklarla yoğun rekabet koşullarında Avrupa’nın işçilerine ve birliğin yoksul üyelerinin (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi) halklarına karşı Avrupa tekelci sermayesinin ortak hareket platformu olduğunu bir kez daha göstermiştir. Avrupa çapında inşa edilmiş bir ultra-emperyalizmin bir ortak refah projesi değil, yoksullaştırma projesi olduğu büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştır.

[7] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, İstanbul, Everest Yay. 2004.

[8] Bu görüşün karikatürize bir örneğini Baskın Oran 26 Haziran 2004 tarihli Birgün gazetesinde şu ifadelerle dillendiriyordu: “Küreselleşme döneminde Emperyalizm yapamazsın… Emperyalizm bir Küreselleşme biçimidir, ama Küreselleşme Emperyalizm değildir. Emperyalizm olması için mutlaka askerî işgal gerekir. Aksi halde önüne gelen her şeye Emperyalizm damgası vurabilirsin ki, Emperyalizm kavramını ayağa düşürüp anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramaz.”

[9] Joseph Schumpeter, Imperialism and Social Classes, çev. H.Norden, August M.Kelley, New York, 1951.

[10] Joseph Schumpeter, Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, çev. Tunay Akoğlu, Varlık Yayınları, İstanbul, 1974.

[11] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf.122.

[12] Karl Marx, Kapital. c. I. Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1997. sf. 678

[13] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979.

 

[14] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .171.

[15] Burada tartışılan konunun kriz teorisi olmadığı konusunda okuyucu dikkatli olmalıdır. Kapitalist krizler kitlelerin yoksulluğundan dolayı ortaya çıkmaz. Kapitalizmin anarşik doğasından dolayı ortaya çıkar.

[16] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .172.

 

Liberal Şiddet Kuramının Marksist Eleştirisi

Marksist kuram, bir olguyu incelerken onun bütün içinde kapladığı konumu ve diğer olgularla olan ilişkisini, bilimsel bir yöntemle ele almaya çalışır. Marksizm Descartescı mekanik determinist şemadan farklı olarak, neden-sonuç ilişkisini analiz etmekle kalmaz, sonuca yol açan nedenleri, bu nedenlerin somut durumla ilişkisini soyutlayarak değerlendirir.[i] Marx, gerçeğin bilgisine ulaşmak için basit soyutlamalardan yola çıkmanın daha yerinde olduğunu 1857 yılında yazdığı Giriş’te ve Grundrisse’nin başlangıç pasajlarında (nesne-nesnenin bilgisinin ayrımı) belirtmiştir.[ii] Marx, bu yöntemle, burjuva yöntemden farklı olarak görünüş ve gerçeklik arasındaki ikiliği aşmaya çalışır. Yalnızca görünüş bize ele alınan olgunun belirlenimleri hakkında bir şey anlatmaz, bizim gerçekliğe dair konuşabilmemiz için bilime ihtiyacımız vardır.

Marksist yöntem, maddi yaşamın içinde cereyan her olguyu, ortaya koyduğu ilkeler doğrultusunda açıklamaya çalışır. Maddi yaşamdan kasıt ise toplumu ilgilendiren ana belirleyici gelişmelerdir. Bu bir tarihsel kırılmalar yaratan ekonomik krizler, savaşlar, vb. olabileceği gibi kapitalizmin kendi içinde derhal bir değişiklik yaratmayacak ancak dönüşümlerin görünüşüne dair siyasal krizler, suikastlar da olabilir. Yani gövdesini bütüncüllüğün (holistic) ve ilişkiselliğin oluşturduğu Marksist epistemoloji ve Marksist yöntem, yeri geldiğinde salt tarihsellik içinde kalmayarak konjonktürel olana da değinebilir. Konjonktürel olana değinmek sıkıntıları da beraberinde getirebilir. Çünkü konjonktürel durumlar, genel değil özel, bütün değil tekil, ilişkisel değil fonksiyonel, tutarlı değil eklektik unsurları göz önüne almaya mecbur bırakabilir. Bilineceği üzere Lenin’in konjonktür analizi (1917’ye kadar yazdığı eserlerde), diyalektik bir şekilde belirlenimcilik yanında görece olumsallık içermekteydi. Yahut Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde sosyo-ekonomik güç analizlerini kavrama yöntemini dışında konjonktürel örüntüler kavramı geçmekteydi. Buna göre bütünün içindeki parçalara da bakılabilirdi. Sözün özü, Marksizm (Grundrisse bağlamında) nesneden yola çıkarak nesnenin bilgisine, olaydan/olgudan yola çıkarak bunların bilgisine ulaşır. Bu düşünsel işlem aynı zamanda mikro noktalara da ister istemez değinmek zorunda kalır.

Topluma dair Marksist yöntem, realisttir. Yani pozitivist bilim idealini, genel yasalar aramayı, bununla bağlantılı açıklama modellerini reddeder.[iii] Ancak topluma ilişkin objektif bir bilimin varlığını yadsımaz. Toplumu ilgilendiren, gündelik yaşamı kaplayan, somut erkek ve kadınları rahatsız eden veya temel eşitsizliklerin altında yatan olguları analiz sürecinde Marksizmin işlevsel avantajı burada yatmaktadır. Sadece olayı, olay olma durumu içinde değil; olaya neden olan etkileşim düzeyleriyle -varsa olgusal temeli- birlikte gündemine alır. Bu daha çok toplum tiplerinin yani formasyonel durumlarının yapısıyla ilişkili bir durumdur.[iv] Özellikle kapitalist toplumsal formasyonlarda sıkça görülen şiddet edimleri, bu açıdan ikili okunmaya müsaittir.

Örneğin liberal-hümanist yöntemle dünyaya bakanlar, bir ülkenin ordusunun bir başka halk üzerinde yaptığı sistematik veya anlık şiddet biçimlerini tarihsel süreklilik içinde okumaz (Fransız Ordusu’nun Setif Katliamı gibi). Genellikle ait olduğu anlam dünyasının içinden askeri şiddeti değerlendirmeye çalışır ama bir şeyler yerine oturmaz; düşüncelerinde kopukluklar oluşur. Eşitliğin ve özgürlüğü sınırlı bir düzeyde kavrayan bu liberal-hümanist, somut erkek ve kadınlardan ziyade yasalar önünde soyut insanların tarihsel olmayan eşitliğini verili kabul ettiği için bir halkın üyelerinin öldürülmesini idrak etmekte zorlanır.[v] Olanları sadece bir şiddet edimi düşüncesinin içine sıkıştırır: Söz konusu askeri şiddetin faili askerlerdir ve askerlik yani militarizm, özü itibariyle “şiddet sarmalına” dolanarak sarmaşık gibi büyümüştür. Bu liberal, askeri şiddet edimine ilişkin “neden” sorusunu sormadığı müddetçe düşünceleri arasında bir kopukluk da sürmeye devam edecektir.

Liberallerin şiddet kavramsallaştırmasındaki başlıca referansları olan Hannah Arendt, yazının girişinde bahsettiğimiz epistemolojik ve yöntemsel ayrımdan farklı hareket ettiğinden bir toplumsal formasyondaki şiddet edimlerini “inanılmazlık” veya “kapitalizm-dışı” argümanları ile kavramayı tercih eder. Tamamlanmış Anlamsızlık makalesinde, bilimin zorunlu olarak bazı temel aksiyomlara yani doğruluğu ispatlanmaksızın kabul edilen önermelere dayandığını söyler. Peşinden de ekler: “var olan kavramlar sistemi ile kavranılmayan, beklenmedik fenomenler ortaya çıktığında bu aksiyomlar çöker”. Arendt’in beklenmedik fenomenlerle ifade ettiği yine şiddet edimleri içeren dönemin Nazilerin faaliyetleridir.[vi] Ancak gerek bu kitabında gerekse ilgili diğer kitaplarında Arendt’te ve diğer liberal-hümanistlerin temel açmazı, Nazist ojenizim (saf ırk yaratma) projelerini ve “nasyonal sosyalist kitlesel katliamları”, salt şiddet ve edimsel şiddet bağlamında değerlendirmeleridir. Şiddetin öncesini ve sonrasını anlama çabası içine girmezler. Bir boyutuyla ölüm meleği olarak anılan J. Mengele öncülüğünde Auschwitz-Birkenau toplama kamplarında yüz binlerce esirin biyolojik kobaylar olarak kullanılması şiddetin bir biçimidir. Yine de Arendt başta olmak üzere liberal kuramcıların şiddeti ele alırken çoğunlukla karşı karşıya kaldığı kuramsal açmazın nedeni, kavramsal düzeyden metodolojik düzeye geçişte yatar: Liberal-hümanist düşüncede, olay ve olgular kavranılırken mevcut ilişkisel durumlardan sıyrılarak mevcut maddiliğinden koparılır. Yüksek bir “etik” ilkeye bağlanılır ve olaylarla birlikte failleri “genelleştirilmeye” gidilir.[vii] Liberal şiddet kuramlarında mevcut olay ve olgunun kavramsal düzeyde genelleştirilmesine başvurmak çok yaygın bir yaklaşım olarak karşımıza çıkar. Bir askeri operasyon ile bir erkeğin bir kadını dövmesi salt bu kurumların içkin mantığına atfedilir. Örneğin erkek “doğası gereği” şiddete meyillidir. Erkek şiddetinde toplumsal cinsiyet rollerinin normatif düzeyde oluşumu dikkate alınmadan, ontolojik olarak cinsin kendisinde sorun aranılır. Sıklıkla da tikel örnekler üzerinden gidilir.

Liberallerin niyetlerinden bağımsız olarak düşünsel işlemlerindeki kopukluklar daha genel bir sorunun ele alınışına aittir: Düşüncede somut ve gerçekte somut. Marksist düşüncede, düşünce ve gerçek arasında mutlak bir mütekabiliyet yoktur. Ki böyle olsaydı, her düşündüğümüzü kusursuz bir şekilde işletiyor olmamız gerekirdi. Düşüncedeki bu kopukluğun nedenini epistemolojik düzeyde (Lacancı matematikle), bilgiyi sağlayan (nedensel) nedenler zinciri s1 noktası ile seçim yapmayı tanımlayan s2 noktası arasında her zaman atlama mesafesinin (boşluğun) olmasındandır.[viii] İki nokta arasındaki mesafeyi kapatmak mümkün müdür bilinmez ancak hiçbir zaman düşüncedeki somut ile gerçekte olup bitenlerin yüzde yüz uyuşmadığını söyleyebiliriz. Atlama mesafesi, çeşitli dolayımlayıcılar aracılığıyla kapatılmaya çalışılır. Liberal düşüncenin epistemolojik düzeyinde kavramlar ve kategoriler kompartımanlaştırılmış olduğundan, nesnel olaylar ve olgular arasında süreklilikler değil kopukluklular vardır. Mekân ve zaman üzerinde nesneler ve onların bilgisi, tanımlanabilen ama tanıtlanamayan bir şey tarafından serpiştirilmiştir. İşte bu serpiştirilme ile Marksist yöntemdeki düşünce ve gerçek ayrımı birbirilerinden farklıdır. İlkinde nedensel bir bağ silsilesi yoktur ve aranmaz. Marksizm’de ise bu bağ epistemolojik olarak sorunludur. Şiddet edimlerini değerlendirirken, bu sebeple Marksistler -koşullar müsaitse- sopayı her iki yöne büker.

Şiddeti liberal-hümanistler gibi etik ilkeyle özdeşleştirmek, zaman-mekân üzerinde esneterek insanlara ve toplumlara içkinleştirmek, şiddettin toplumsal uğraklarını görüngüsel düzeyde eşitleyecektir yahut indirgeyecektir. Şiddete neden olan özün, konjonktürel ve nesnel koşulların etkileşimlerini görünmezleştirecektir. Söz konusu liberalin zihninde öldürülenler duygusal düzeyde romantize edilecek ve anısı benzer başka bir olayın vuku bulmasına kadar sürecektir. Olayın unutulmaması için yapılacak şey, yasın diri tutulması olacaktır.[ix] Sözgelimi bir askeri operasyonun faili ordunun eylemliliği, genel bir ordu fikrine atfedilecek, araç–amaç ilişkisi olmaksızın orduların kuruluş ve işleyiş mantığı sorgulanmadan “kötü olduğu” önkabulleştirilecektir. Kısacası idealize bir niyet okunması yapılacaktır.

Yine Arendt, “bütün davranışlar gibi şiddet pratiği de dünyayı değiştirir” derken, olumlu veya olumsuz sonuçlarının ötesinde, gündelik yaşam başta olmak üzere toplumsal ilişki biçimlerinde şiddetin belirleyici gücünü anlatmak istemiştir. Ne var ki, bir olguya ilişkin belirlenim ve dönüşüm ilişkisinden bahsediyorsak ve bu ilişkinin toplumsal biçimlenişlere etkilerini göz önünde bulunduracaksak, maddeci bir zemine dolayısıyla Marksizme ihtiyacımız vardır. Şiddet gibi somut insan edimlerinde belirginleşen, tarihsel bir anda insanla birlikte zımnen veya açık bir anlam kazanan bir olgudan bahsediyorsak, somut insanın şiddeti “nerede” ve “nasıl”, “ne gibi faktörler” sonucunda işlevselleştirdiğini sorgulamalıyız. Somut insan, Marx’ın 18 Brumaire’de belirttiği üzere “kendi tarihini kendi yapar” ama daha önce yapan insanların yaptığı yapısal sınırlar içerisinde.[x] Yani belirli nesnel koşulların belirleyiciliği altında.

Belirlenim ilişkisi, maddeci bir diyalektikte tarafların birbirini etkilemesine dayanır. Tek veya çift yönlü gibi spekülatif tartışmaların ötesinde, Erik Olin Wright genel hatlarıyla altı belirlenimden bahseder.[xi] Bizi ilgilendiren, yapısal nedensellik kavramı içinde saydığı “aynen üretme”, “dönüşüm” ve “aracılık” olan üç belirlenim tarzıdır. Bu üç belirlenim, somut insanın taşıdığı “şeylerin” yapı içerisindeki eylemlerinde cisimleşmelerini ifade eder. İnsanlar taşıdığı roller bağlamında ideolojiyi “Pascal’ın dediği gibi dizleri üzerinde dudaklarını kımıldatarak” ya aynen üretir, ya da aracılığını üstlenir.[xii] Bu belirlenim varyantlarını, şiddet olgusunun olumsuz yankılarından olan silahlanma bağlamında hem geçmişe hem de günümüze bakarak belirlenim ilişkisinde şiddetin pozisyonunu örneklendirelim.

Hobbes, Leviathan’da “Hiçbir devletin, Leviathan’ın bile, başaramayacağı tek şey insanları ölmeye ve öldürmeye razı etmektir” tespitinde bulunmuştu. Bu satırları yazmasından yaklaşık iki yüz yıl sonra Napolyon başarılamayanı başarmış ve gönüllü -yani toplumsal rıza üretiminin zor biçiminde cisimlenişi olan- bir orduyu kurmayı başarmıştı.[xiii] Hobbes ve Napolyon arasındaki süre zarfında ekonomik, kültürel, siyasi ve ideolojik köklü dönüşümler yaşanmış, insanlar anlam dünyalarını dönüştürmek zorunda kalmıştı. Şiddet de bu süreçte yeninden revizyona uğrayarak biçimini değiştirdi: Silahlanma yerellikten ve bireysellikten koparılarak, merkezileştirildi; ordu ve polis erki biçiminde düzenlendi. Dikkat edileceği üzere zor ve rıza dikey bir ayrımla değil, diyalektik bir ilişki çerçevesinde, konjonktürel ve belirli bir takım ihtiyaçlara göre toplumsallığa adapte edilmiştir. Engels’in Tarihte Zorun Rolü’nde bahsettiği zora denk düşen rol, idealist bir düşüncenin dehlizlerinde zorun yani şiddetin söz konusu versiyonun erek değil, araç olduğudur. Robinson Cuma’yı köleleştirirken kendi doğası gereği böyle bir davranışa yönelmemiştir.[xiv] Cuma’nın hizmetlerinden ancak şiddet ediminin sürekliliği ve bunun aracılığıyla onun üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde istifade edebilir.

Kapitalist toplumsal formasyonun sınırları içerisinden baktığımızda zor biçimiyle ortaya çıkan şiddet, toplumsal biçimlenişin gelişmişliğine ve (etik ilkelerden farklı olarak) içerdiği değerler sistemine göre, mikro ve makro ölçekte somut insanların yaşamlarında ortaya çıkmaktadır. Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda makro ölçeklerde şiddet, hâkim üretim ilişkilerini tehdit edebilecek işçi sınıfına karşı, devlet erkinin bir uzantısı haliyle, meşru zor gücü eylemlilikleri şekliyle uygulanmaktadır. Dünya ve Türkiye bunların örnekleriyle doludur. Mikro düzeyde ise, kapitalizm tarafından ataerkil yapının entegre edilmesiyle oluşan sakat erillikler sonucunda aile içi şiddet formuyla karşımıza çıkmaktadır.

Şiddetin mikro düzeyi, Marksist kuramda yoğunluklu bir biçimde değerlendirilmemiştir. Zorun rolü üzerinden yapılan şiddet analizleri daha sonraki Marksist külliyatta devam etse bile[xv] mikro şiddet edimlerinin spesifik yorumları Kuramda nüve halinde bulunmaktadır. Bu noktada Feminist kuramdan gelen eleştirilerin bir ayağını burası oluşturmaktadır. Feminist kuram Marksizm’in kadını görünmezleştirdiğini ve kadının toplumsal konumunu salt ekonomik kategoride değerlendirdiğini ileri sürer. Örneğin kadına yönelik şiddet edimlerinden en belirgin olanı namus cinayetleridir. Namus cinayetlerinin diyalektik bir bağlamı vardır: İlki, kadın bedeninin üzerindeki denetim mekanizmalarının en aşırılaşmış biçimi olarak, yaşama kasteden boyutuyla namus cinayetleri. Bu noktada belirleyici olan ideolojik salgılardır (din, milliyetçilik, bunları besleyen ataerkilliktir). İkincisi, yine kadın bedeninin değişken sermaye olarak bir meta-formu kazandırılamaması durumunda cezalandırılma biçimidir (mirasın bölünmemesi için aile içi evlilikler, farklı aşiretlerin servet birlikteliği için evlilikler). Son boyut ise sosyal psikoloji açısından ezilmişliğin bir rövanşı olarak namus kavramı altında işlenen cinayetlerdir. Bunun psikopatolojik yansıması, iş yerinde veya başka tür kamusal alanda ezilen bir erkeğin yaşamdan alamadığı intikamı karısından, kızından, erkek çocuğundan almaya çalışmasıdır. Üzerlerinde aile reisi sıfatıyla yüzde yüz tahakküm kurmaya çalışmakta; gerçekleşmediği takdirde şiddet edimlerine başvurmaktadır. Her üç durumda da bir erkeği (ve erkeklikleri) çoğunlukla bir kadın (ve kadınlıklar) üzerinde şiddete yönelten maddi bir durumdur. En soyut görünen psikopatolojik intikam duygusunda dahi toplumsal konumda söz sahibi olamamanın getirdiği “eziklik” duygusu altında güç ilişkilerinde belirleyici olamama durumu yatmaktadır.

Konuyu güncele çekersek, başka bir açıdan son birkaç yılda ülkemizde öldürülen kadın sayısında bir patlama yaşanmaktadır. 2010 yılında öldürülen kadın sayısı 217’dir. 2010’da kadın cinayetleri ve yaralama olayları en sık İstanbul ve Adana’da görülmüş olup, İstanbul’da 17 kadın ve çocuk öldürülmüştür. Basında yer alan haberlere göre, cinayet, yaralama, taciz ve tecavüz olaylarının en sık yaşandığı bölge, Marmara Bölgesidir. 2010 yılında ölüm olaylarının yüzde 25’i Marmara, yüzde 19’u İç Anadolu, yüzde 17’si Akdeniz, yüzde 15’i Ege, yüzde 10’u Güneydoğu Anadolu, yüzde 8’i Karadeniz, yüzde 6’sı da Doğu Anadolu bölgelerinde yaşanmıştır. Bölgesel düzey kapitalist üretim ilişkileri bağlamında değerlendirilmeye tabi tutulduğunda –ekonomik indirgemeciliğe ve salt modernist yorumlara düşmeden- açıklayıcı ama yetersizdir. Katil zanlılarının profil dağılımı da önemlidir: Katil zanlısı olarak kovuşturmaya uğrayanların yüzde 19.11’i emekli; 17.64’ü ücretli çalışan/işçi; 16.71’i işsiz; 10.29’u çiftçi; yüzde 8.82 polis ve askerlerle emekli polis ve askerler; yüzde 4.41 şoförler, işverenler, sabıkalı/izinli hükümlüler; yüzde 2.94’ü esnaf; yüzde 1.47’si mühendislerin ve öğretmenlerden oluşmaktaydı[xvi]. Profili oluşturanların büyük çoğunluğu sanayileşmiş yani kapitalizme entegrasyonu daha önce gerçeklemiş Marmara bölgesine aittir. Mikro dağılımlarda ise ücretli çalışanlar, emekliler ve işsizler önce gelmektedir. Ülkemizdeki makro-ekonomik parametrelere baktığımızda asgari ücretle çalışanlar, işçiler, emekliler ve işsizler, yoksulluk sınırı rakamlarının altında yaşamaktadırlar. Daha doğrusu gündelik yaşamın kapitalist formu altında yaşam mücadelesi vermektedirler. Her sorun, böylesine bir yaşam standartsızlığında başka bir sorunu tetiklemekte; sömürü ve mülkiyet ilişkilerinden kaynaklı genel “memnuniyetsizlik”, kolektif mücadele alanına yönlendirilemediğinde “bireysel patlamalara” dönüşmektedir. Sorunun kaynağını ilk elden çözemeyen kişiler, ulaşması görece daha basit hedefler seçerek, sorunlarının kaynağını o kişilerde görmeye eğilimlidir. Mikro şiddet edimlerine neden olan, kadına yönelik şiddet/aile içi şiddet konseptinde ortaya çıkan (psikolojik kaynaklı sorunlar dışında) tüm versiyonlar, nesnel koşulların bir ürünüdür.

Biliyoruz ki, erkeğin kadına uyguladığı şiddet biçimi, kadın tarafından kendi çocuğuna da uygulanmakta, kadın bedeni ve çocuğun kendisi bir enformasyon köprüsü fonksiyonuyla gelecek nesillere bu şiddet edimlerini taşımaktadır. Marksizm detaylı bir kuramsal analiz geliştirmese de sunduğu yöntem ile bu tip şiddet edimlerinin nasıl incelenmesi gerektiğine dair ipuçları sunmaktadır. Çünkü diyalektik düşünce uyarınca şiddet salt ontolojik gerekçelerle açıklanamayacağı gibi salt ekonomik saiklerle de açıklanamaz. Kültürel ve ideolojik kodların, bu kodların taşıyıcılarının eylemleri tarihsel bir süreç içerisinde nakledilmektedir. Ataerkillik kapitalizmden de önce vardır. Kapitalizmle beraber ise kapitalizme uygun olduğu ölçüde varlığını devam ettirmektedir.

 

Notlar:



[i] Rene Descartes (1994), Metot Üzerine Konuşma, İstanbul: Sosyal Yayınları, Louis Althusser (2002), Marx İçin, İstanbul: İthaki Yayınları

[ii] Karl Marx (1999), Grundrisse, Ankara: Sol Yayınları, sf. 40-43.

[iii] Russel Keat, John Urry (1994), Bilim Olarak Sosyal Teori, Ankara: İmge Kitapevi, sf. 117.

[iv] A.g.e, sf. 124.

[v] Bryan Turner (1997), Eşitlik, Ankara: Dost Kitapevi, sf. 36-38.

[vi] Hannah Arendt (1998), sf. 73.

[vii] George Sabine (2000), Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul.

[viii] Slavoj Zizek (1999), İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul:Metis Yayınları.

[ix] Judith Butler (2005), Kırılgan Hayat, İstanbul: Metis Yayınları.

[x] Karl Marx (2007), Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i, Ankara: Sol Yayınları, sf. 13.

[xi] Eric Olin Wright (1979), Class, Crisis and the State, London: Verso, sf. 15-17.

[xii] Louis Althusser (2005), Yeniden Üretim Üzerine, İstanbul: İthaki Yayınları.

[xiii] Eric Hobsbawm (2007), Yeni Yüzyılın Eşiğinde, İstanbul: Yordam Yayınları.

[xiv] Friedrich Engels (1974), Tarihte Zorun Rolü, Ankara: Sol Yayınları, sf. 37.

[xv] F. Engels, Tarihte Zorun Rolü, ayrıca bkz. Alois Prinz (2008), Ulrike Meinhof. İstanbul: Versus Yayınları.

AKP ve Çalışma Yaşamındaki Başlıca Değişiklikler

Türkiye’de ekonomisinin dünya kapitalizmine uyumu amacıyla kabul edilen 24 Ocak 1980 kararları, pek çok konuda olduğu gibi, o tarihten sonra çalışma yaşamına yönelik olarak hayata geçirilen düzenlemelerin de temelini oluşturdu. 1980 sonrasında IMF ile yapılan “yapısal uyum” anlaşmalarının ve Dünya Bankası’ndan alınan krediler ile hedeflenen, Türkiye’nin ekonomisinden siyasetine kadar bütün alanlarını ulusal ve uluslararası tekelci sermayenin ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda yeniden biçimlendirmekti.

Kapitalizm, geçtiğimiz yıllar içinde dünyada ve Türkiye’de sermaye birikiminin önündeki tüm engelleri aşmak, kâr alanlarını daha da genişletmek ve sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılanmak için çok önemli adımlar attı. ‘Reform’ adı altında hayata geçirilen tüm düzenlemeler, başta işçiler ve kamu emekçileri olmak üzere, toplumun geniş bir kesimi açısından tam bir yıkım ve yoksullaşma yarattı.

2002–2011 döneminde çalışma yaşamına yönelik olarak gerçekleşen çok daha fazla yasal düzenleme yapılmış olması, Türkiye’de istihdamın yapısını temelden değiştiren, gerek kamu, gerekse özel sektör istihdamını sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesini beraberinde getirdi. Kamu ve özel sektör çalışma ilişkilerinde kuralsızlaştırma ve emeğin aşırı sömürülmesini öngören düzenlemeler birbirine paralel olarak ve pek çok noktada iç içe geçmiş bir içerikle gündeme getirildi ve bazen yasal yollarla, bazen fiili uygulamalarla hayata geçirildi.

AKP’nin Kasım 2002’de tek başına iktidar olmasıyla birlikte, koalisyon hükümetleri döneminde gerçekleştirilemeyen yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi için peş peşe somut adımlar atıldı. Kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin hızla ticarileştirilmesi, 4857 Sayılı İş kanunu ile birlikte esnek çalışmanın yasal hale getirilmesi, sağlık ve sosyal güvenlik alanında gerçekleştirilen köklü düzenlemeler, AKP’nin istihdam strateji ve buna paralel olarak yasalaşan Torba Yasa düzenlemeleri 2002–2011 döneminde en fazla öne çıkan emek düşmanı düzenlemeler olarak dikkat çekti.

Özelleştirmeler ve istihdam üzerindeki etkileri

1980 sonrası dönemde Türkiye’de istihdamın dönüşümü açısından yapılanlar hiçbir zaman yeterli görülmemiştir. Özellikle özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, çalışma yasalarının üretim sürecinde yaşanan esnekleşme ve kuralsızlaşma uygulamalarına paralel olarak yeniden düzenlenmesi gibi adımlar, 1990’lı yıllardan itibaren ülkenin ana gündemini oluşturmuştur. 1990’lı yıllardan 2002’ye kadar koalisyon hükümetlerinin iktidarda olması nedeniyle emek karşıtı uygulamaların ilerlemesi istenilen hızda olmamış, yerli ve uluslararası sermeye çevrelerinin özlemle beklediği yasal değişikliklerin gerçekleşmesi için AKP gibi bir sermaye partisinin tek başına iktidara gelmesi gerekmiştir.

Özelleştirme, taşeronluğun yaygınlaştırılması, esnek çalışmanın hayatın her alanında egemen hale getirilmesi, iki yüz yıllık mücadeleler sonucu kamunun yükümlülüğünde olan bütün hizmetlerin piyasa koşullarında üretilmesi ve halka “piyasa fiyatından satılması” noktasında geçtiğimiz 9 yıl içinde önceden tahmin bile edilemeyecek kadar mesafe alınmıştır. Özelleştirme uygulamalarına 1986 yılında başlayan Türkiye, 25 yılda 42 milyar 33 milyon 904 bin dolarlık özelleştirme yapmıştır. Bunun 34 milyar dolarlık bölümü 9 yıllık AKP iktidarında gerçekleşmiş, 58., 59. ve 60’ıncı AKP hükümetleri döneminde yapılan özelleştirmelerin toplam özelleştirme içindeki payı yüzde 80’i bulmuştur.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından özelleştirme; “Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile özel sektör  tarafından yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir… Özelleştirmenin temel amacı nihai olarak, devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktadır[1] şeklinde tanımlanmıştır. Tanımdan anlaşılabileceği gibi özelleştirmenin amacı, adalet ve güvenlik hizmetleri dışında kalan tüm alt yapı, mal ve üretim hizmetlerinin özel sektöre devredilmesidir.

1980’li yıllarda özelleştirme altyapısı oluşturulmuş ve 1990’lı yılların ortalarından itibaren özelleştirme uygulamaları hız kazanmıştır. 2002’ye kadar yönetime gelen bütün hükümetler döneminde özelleştirmeyi meşrulaştırmak adına birçok kampanya yürütülmüş, kamu kurumlarına yatırım yapılmamış ve zarara uğratılmışlardır. Kamu kurumlarının, özel sermaye eliyle daha iyi çalışacağı ve kar edeceği iddia edilerek özelleştirmeler teşvik edilmiştir. Türkiye’de özelleştirmelerin ve özelleştirme sonucunda ortaya çıkan ekonomik ve sosyal sorunların en yoğun yaşandığı dönem AKP hükümetinin iktidarda olduğu 2002–2011 dönemi olmuştur.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (ÖİB) hazırladığı Türkiye’de Özelleştirme başlıklı rapora göre 1985 yılından itibaren 270 kuruluştaki kamu hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 814 taşınmaz, 8 otoyol, 2 boğaz köprüsü, 114 Tesis, 6 Liman, şans oyunları lisans hakkı ile Araç Muayene İstasyonları özelleştirme kapsamına alınmış ve bunların büyük bölümünün özelleştirmesi tamamlanmıştır. ÖİB’nin raporuna göre; 1986 yılından itibaren hız kazanan ve tamamı kamuya ait veya kamu iştiraki olan kuruluşlardaki kamu paylarının özelleştirme kapsamına alınması yoluyla yürütülen program çerçevesinde, İdare tarafından bugüne kadar 199 kuruluşta hisse senedi veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 188’inde hiç kamu payı kalmamıştır. Devam eden ve planlanan özelleştirmeler de gerçekleştirildiği takdirde kamuya ait hiç işletme kalmaması hedeflenmektedir.

Özelleştirmeye konu olan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT), geçmişte Türkiye’de kamu istihdamı alanında son derece önemli bir alan olarak dikkat çekmiştir. Özellikle KİT faaliyetlerinin tarım dışı alanlarda yoğunlaşmış olması, bu kuruluşların tarım dışı istihdamdaki önemini ön plana çıkarmıştır. 1991 yılında KİT’lerde çalışan sürekli işçi sayısı 700 bin ve KİT’lerin istihdamdaki payı yüzde 2 iken, bu oranda 2002’den itibaren yaşanan yoğun özelleştirmeler sonucu keskin bir düşüş yaşanmış ve 2011 yılı başı itibariyle yüzde 0,7 seviyesine kadar gerilemiştir. AKP döneminde Türkiye’de genel istihdam düzeyi ve tarım dışı istihdam istikrarlı bir şekilde artarken, özellikle özelleştirme uygulamalarının ardından KİT’lerde istihdam oranı hızla azalmış, buna paralel olarak resmi işsizlik oranlarında istikrarlı bir artış görülmüştür.

1

2002-2011 yılları itibariyle işgücü ve istihdamda yaşanan değişime bakıldığında en dikkat çekici noktanın tarım dışı istihdamda yaşandığı görülmektedir. 2002 yılında tarım dışı istihdam 13 milyon 896 bin iken, AKP döneminde tarımda yaşanan mülksüzleşme ve bunun yarattığı olumsuz sonuçlarla birlikte tarımdaki istihdam ciddi bir düşüş yaşamış ve tarım dışı istihdam 2011 yılında yaklaşık 3,5 milyon artış göstererek 17 milyon 330 bine kadar yükselmiştir. TÜİK’in verilerine göre aynı dönem içinde tarımın Türkiye ekonomisi içindeki sektörel payı yüzde 35’ten yüzde 24’e gerilemiştir. 2002 yılında KİT’lerde çalışan işçi sayısı 432 bin iken, aradan geçen 9 yılda gerçekleşen özelleştirme uygulamalarının ardından 2011 yılı başı itibariyle KİT’lerde çalışan sürekli işçi sayısı 153 bine kadar gerilemiştir.

AKP iktidarı döneminde yaşanan özelleştirme uygulamalarına paralel olarak, Bakanlar Kurulu’nca 3 Mayıs 2004 tarihinde kararlaştırılan “Özelleştirme Uygulamaları Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan İşçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin Esaslar” yürürlüğe girmiş ve TEKEL direnişi ile yoğun bir şekilde ülke gündemini oluşturan kalıcı bir “4/c statüsü”[2] yaratılmıştır. Bu düzenlemeye göre İş Kanunu hükümlerine tabi olarak çalışan sürekli veya geçici işçi olup (kapsam dışı personel hariç), özelleştirme uygulamaları sonucunda işsiz kalanlar, iş sözleşmelerinin kamu tarafından feshedilmesini takip eden 30 gün içinde çalıştıkları kamu kurumlarının Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na bildirilmeleri halinde, 4/c kapsamında Devlet Personel Başkanlığı kanalıyla istihdam edilmeye başlanmıştır.

4-c kapsamda istihdam edilecek personele yapılacak tüm ödemeler ile disipline ilişkin yaptırımlar, çalışma saat ve süreleri, sosyal güvenlik yönünden tabi olunacak mevzuat, izin hakları ve buna benzer diğer konular her kurum için Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenmeye başlanmıştır. Yapılan bu düzenleme ile 2004 yılından itibaren özelleştirilen kuruluşlarda çalışırken özelleştirme nedeniyle mağdur olan işçiler başka kurumlara 4/c’li personel olarak atanmaya başlamış ve ciddi hak kayıpları yaşamışlardır. Bu tarihten sonra kamuda memur ve işçi alımlarında keskin bir düşüş yaşanmış, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamunun neredeyse tüm kurumlarında sözleşmeli ve geçici personel çalıştırılması yoluna gidilmiştir

2

2002-2011 yılları arasında kamu istihdamında yaşanan değişime bakıldığında, kamu istihdamındaki artışın nüfus artışının çok altında kaldığı görülmektedir. 2002 yılında Türkiye’nin nüfusu 67 milyon, devlet memuru sayısı 1 milyon 653 bin iken, 2010 yılı sonu itibariyle nüfus 7 milyon artarak 74 milyona çıkmış, buna karşın devlet memuru sayısı toplamda sadece 124 bin artmıştır. Aynı dönemde sözleşmeli personel sayısı 195 binden 262 bine çıkarken, sürekli işçi sayısı 247 binden 226 bine gerilemiştir. Toplamda ise 2002 yılında kamuda istihdam edilen 2 milyon 179 bin kamu görevlisi varken, 2010 yılı sonu itibariyle bu sayı sadece 2 milyon 276 bin ile sınırlıdır. 7 milyon nüfus artışına rağmen, kamu görevlilerinin sayısında bu kadar sınırlı artış olması, AKP döneminde kamuda esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarının ne kadar yaygınlaştığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Özelleştirme uygulamalarıyla çalışma süreleri uzatılmış, çalışma şartları ağırlaşmış, işçilerin kazanımları gerilemiş ve ücret yapısındaki değişme ile ücretler düşme eğilimine girmiştir. İşçi sağlığı, iş güvenliği ve diğer kazanımlar, işletmeler kamunun elinde iken daha yüksek olmasına rağmen, bu işletmelerin özele devri ile bu konularda işçilerin aleyhine bir durum ortaya çıkmıştır. Bu durum, özellikle her türlü güvenceden yoksun, küçük, dağınık ve kaçak iş yerlerinde daha belirgin bir şekilde görülmeye başlamıştır.

Özelleştirmenin taşeronlaşma, geçici ve mevsimlik çalışma ve diğer istihdam biçimleri sonucunda da sosyal güvenlik sistemini olumsuz yönde etkilemiştir. Sosyal güvenlik hizmetlerinin özelleştirme ile birlikte maliyet artışından dolayı düşük gelirli geniş halk kesimleri, bu hizmetlerden yararlanamama riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle özelleştirme uygulamalarının, diğer sonuçlarının yanı sıra, sağlık ve sosyal güvenlik hakkını zayıflatma eğilimini ortaya çıkaran bir boyutu vardır. Bu durumu fırsat bilen AKP hükümeti, sağlık ve sosyal güvenlik hakkına yönelik kapsamlı bir tasfiye operasyonuna girişmiştir.

AKP’nin tek başına iktidar olduktan sonra hızlandırılan özelleştirme uygulamalarına paralel olarak 4857 Sayılı İş Yasası’nın kabul edilmesiyle başlayan kapsamlı dönüşüm süreci, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin sermayenin beklentileri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesiyle devam etmiştir. Geçtiğimiz yıl Haziran ayında açıklanan “Ulusal İstihdam Strateji Belgesi” ve bu belgeye paralel olarak gündeme getirilen “Torba yasa” düzenlemeleri, her ne kadar birbirinden bağımsızmış gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekte çalışma yaşamına yönelik olarak hayata geçirilen bütün düzenlemelerin birbiriyle içsel bağlantıları olduğu görülmüştür.

4857 Sayılı İş Kanunu: Esnek çalışmanın yasal güvencesi

Türkiye’de esnek çalışma uygulamaları 1990’lı yılların ortalarından itibaren fiili olarak uygulanmaya başlanmış, yıllarca fiilen uygulanan esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri AKP iktidarı tarafından yasal bir zemine oturtularak, 2003 yılında 4857 Sayılı İş Kanunu çıkarılmıştır. 10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu, yıllardır emek piyasasının daha esnek ve kuralsız hale getirilmesini savunan sermaye örgütlerinin (özellikle TÜSİAD ve TİSK) talepleri ve yayınladıkları kapsamlı raporlar doğrultusunda hazırlanmıştır. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun ilk göze çarpan özelliği, iş hukukunun temel ilkelerinden birisi olan “emeğin korunması” ilkesinden uzaklaşılarak, işyerinin ya da işletmenin güvenliği ilkesinin benimsendiği yeni bir sistemin benimsenmiş olmasıdır. Ancak 4857 Sayılı İş Kanunu’nu asıl önemli kılan nokta, kanun birlikte gelen “yeniliklerle” esneklik uygulamalarının yasal olarak güvence altına almış olmasıdır.

4857 iş güvencesini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır[3]. Meclis Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında AKP’nin verdiği önergeyle iş güvencesinin 10 veya daha fazla işçi çalıştırılan işyerlerinde uygulanması hükmü, 30 veya daha fazla işçi çalıştıran işyerleri olarak değiştirilmiştir[4]. SGK verilerine göre Türkiye’de 30 ve daha fazla işçi çalıştıran işyeri sayısı, toplam işyeri sayısının sadece yüzde 6’sı kadardır. Bunu anlamı tüm işçilerin ancak yüzde altısının yasal olarak iş güvencesi hükümleri kapsamına girebildiğidir.

Kanunun getirdiği düzenlemelere göre iş güvencesi hükümlerinden yararlanabilmek bazı şartların oluşması gerekmektedir. İş güvencesi kapsamında olmak için öncelikle otuz[5] veya daha fazla işçiyi bir hizmet akdine dayanarak çalıştıran iş yerlerinde çalışma şartı aranmıştır. Bununla birlikte, sadece en az altı aylık kıdemi olan ve belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışıp iş sözleşmesi işverence feshedilen işçiler iş güvencesi hükümlerinden yararlanabilmektedir. Kanun ile işveren, işçilerle süresi belirli, kısa süreli, kısmi süreli çalışma türlerine uygun iş sözleşmeleri yaparak, esnek çalışma koşullarını uygulama ve bu şekilde işçilerin iş güvencesini sağlayan hükümlerin dışında tutulmasını sağlayabilmiştir. İş güvencesini sağlayan kanun maddesinde işyerinin veya işin gereklerine dayandırılan sebepler fesih için geçerli sebep sayılmış, böylece işverene işçilerin yeterliliğinden, davranışlarından, işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklandığını iddia ettiği bir nedenle işten çıkartılması hakkı verilmiştir.

4857 Sayılı Kanun, 1980’lerden günümüze kadar gündemde olan özelleştirmeler, taşeron uygulamaları, sendikasızlaştırma yoluyla adım adım örülen yeni esnek birikim modeline uygun olarak hazırlanmış ve yasalaşmıştır. Patronların elini güçlendiren bu kanun ile asıl işveren-alt işveren ilişkisi yeniden tanımlanmış ve işverenin ürettiği mal ve hizmetleri bölümlere ayrılıp işin alt işveren (taşeron) eliyle yürütülmesine yönelik taşeron uygulamasının kapıları ardına kadar açılmıştır. Düzenleme öncesinde son derece sınırlı olan taşeron çalıştırma uygulamaları, 4857 Sayılı İş Kanunu hayata geçirildikten sonra kelimenin tam anlamıyla patlama yapmış, sadece özel sektörde değil, kamuda da yaygın olarak uygulanmaya başlamıştır[6]. 2002 yılında kamudaki toplam taşeron işçisi 20 bin civarında iken, 2011 yılı başı itibariyle kamuda çalışan taşeron işçi sayısının belediyelerle birlikte 300 bini aştığı tahmin edilmektedir.

AKP döneminde kamuda, mevcut mevzuata göre sınıflandırılamayan istihdam biçimleri oluşturulmuştur. 2011 yılı bütçe gerekçesine göre kamuda (yerel yönetimler hariç) “diğerleri” adı altında 103 bin kişi çalıştırılmaktadır. Memur, sözleşmeli personel, işçi ya da geçici personel olmayan bu “diğerleri” kategorisini eğitim ve sağlıkta hukuka aykırı biçimde “ücretli öğretmen”, “vekil öğretmen”, “vekil ebe, hemşire” gibi tanımlamalar ile çalıştırılan emekçilerin oluşturduğu tahmin edilmektedir. Yerel yönetimlerde ise “diğerleri” adı altında çalıştırılan kişi sayısı 10 bin 612’dir[7].

4857 ile telafi çalışması, çağrı üzerine çalışma, serbest zaman uygulaması, denkleştirme süresi vb gibi yeni esnek çalışma biçimleri getirilerek, işçilerin tamamen patronların belirlediği ölçülerde çalışmasının önü açılmıştır. Kanunda getirilen çalışma türleri ise bir bütün olarak geçici istihdam, taşeronluk, kısmi süreli çalışma gibi uygulamaları yasal güvencelere bağlamıştır. Bu düzenlemenin ardından işçi sınıfı içinde esnek, kuralsız ve düzensiz çalışma olarak adlandırılan atipik istihdam biçimleri hızla yaygınlaşırken, işgücü kendi içinde derin bir farklılaşma ve katmanlaşma yaşamaya başlamıştır.

4857 ile sürekli ve düzenli istihdamın mutlak olarak azalması öngörülmüştür. Özellikle getirilen yeni sözleşme türleri, sürekli bir iş ilişkisinin yerine tercih edilen bir çalışma sistemi olarak geçici iş ilişkisinin yaygınlaşması hedeflenmiştir. Esneklik savunucularının başlıca iddialarından birisi bu sistemin yaygınlaşması ile işsizlik sorununun çözüleceği üzerine olmuştur. Buna gerekçe olarak, daha az sürelerde de olsa, daha çok kişinin istihdam alanına gireceği iddia edilmiştir. Bu düşünceye göre işçi 3 ay çalışıp 3 ay işsiz olsa bile TÜİK tarafından işsiz olarak değerlendirilemeye alınmayacağı için işsizlik oranlarının rakamsal olarak düşürülmesi amaçlanmıştır.

Üretimin ve bunlara bağlı olarak istihdamın kendi içinde parçalanması ve belirsizleşmesi emeğin kolektif iş ilişkilerini ve bunlara dayanan kurumsal yapıları sendikaları zayıflatarak, bireysel iş ilişkilerini ön plana çıkarmıştır. Geçici istihdam ve bireysel iş ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla beraber işçi ücretlerinde genel olarak bir azalma yaşanmış, özellikle geçici, mevsimlik ve taşeron uygulamalarına paralel olarak, yasal asgari ücret uygulaması fiilen ortadan kalkmıştır.

4857 ile yasal hale getirilen esnek çalışma ilişkileri ile iddia edilenin aksine çalışma sürelerinde bir azalma ortaya çıkmamış, aksine işçilerin daha yoğun ve uzun çalıştırılmasına neden olmuştur. Kanun bir bütün olarak işçiyi işverene tam anlamıyla bağımlı kılmayı ve üzerinde her türlü tasarrufta bulunmayı öngörmüştür. İş ilişkileri çerçevesinde işçilere yönelik (işten çıkarma ile ilgili öngörülen sınırlı güvencenin dışında) herhangi bir koruyucu düzenleme getirilmemiş, bu durum üretim aşamasında ve sonrasında patronların işçiler üzerindeki denetiminin artmasını sağlamıştır.

4857 ile sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları, yasal düzenlemeler ve fiili saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. Yasanın yürürlüğe girmesinin ardından, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri daha da artmış ve yaygınlaşmıştır. İş yasasının sağladığı kolaylıklarla geçtiğimiz dokuz yıl içinde artan sömürü oranlarına paralel olarak, ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, sürekli artan işsizlikten beslenip, sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün artmasını sağlamış; patronlar, işyerlerinde daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirebilmişlerdir. Böylece kâr oranlarının istenilen oranda artışını engelleyen ve sermaye birikiminin istikrarını tehdit eden tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmeyi kolaylaştırmak adına önemli adımlar atılmıştır.

Yasal bir içerik kazanan esneklik uygulamaları sermayeye, işgücünün yapısında, kurallara bağlı kalmadan, içinde bulunulan koşullara kolaylıkla uyum sağlayacak şekilde, istediği gibi değişiklik yapabilme serbestliği tanınmıştır. Esneklik ya da esnek çalışma ile birlikte, işçilerin, çalışma süresi, çalışma biçimi, ücretleri ve çalışma koşulları bakımından, ‘piyasa koşulları’ neyi gerektiriyorsa, o koşullarda istihdam edilebilmesinin kapıları ardına kadar açılmıştır. Bu uygulama ile birlikte, eğer “piyasa koşulları” işçilerin sayısının azaltılmasını, ücretlerinin düşürülmesini ya da çalışma süresinin yükseltilmesini gerektiriyorsa, patronlar, hiçbir yasal engel ile karşılaşmaksızın, çalışan sayısını azaltabilmekte ya da çalışma sürelerini arttırabilmektedir. Bu çerçevede oluşturulan yeni istihdam yapısı içinde sistemin, yaşanması muhtemel krizler karşısında, işgücünü istediği şekilde çalıştırarak, ücretlerini düşürerek ya da işçileri istediği zaman işten çıkararak, kendisini koruyabilmesinin önü açılmıştır. 

Sosyal Güvenlik ve sağlık alanında yaşanan değişiklikler

1990’lı yılların başından itibaren, dünyanın çeşitli ülkelerinde sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesinde, sosyal güvenlik sistemlerinden yararlanan işçi ve emekçilerin haklarının daraltılmasında en önemli rolü Dünya Bankası oynamıştır. Dünya Bankasının sosyal güvenlik sistemlerine ilişkin “yeniden yapılandırma” politikalarının özünü, sosyal güvenlik sistemlerinin varlıklarını sürdürebilmeleri için temel yapısal değişikliklerin “kaçınılmaz” olduğu varsayımı oluşturmuştur.

1980’lere kadar bir sorun olarak görülmeyen sosyal güvenlik sistemleri, fonlarının devlet tekelinde olması ve bu alanda yatırım yapan şirketler açısından “haksız rekabet” yarattığı, bu nedenle de sosyal devlet uygulaması üzerindeki devlet tekelinin kaldırılması gerektiği gerekçesiyle hedefe konulmuştur. Bu iddia en belirgin şekilde, 1995 yılında imzalanan “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması” (GATS) ile gündeme getirilmiştir. GATS ile antlaşmaya imza atan hükümetlerden kamu hizmetleri üzerindeki devlet tekeline son verip, başta eğitim ve sağlık olmak üzere, halkın ve emekçilerin yararlandıkları tüm kamu hizmetlerini “serbest rekabete” açmaları istenmiştir. Bu anlayışa göre, kamu hizmetleri içinde önemli bir yeri olan sosyal güvenlik sistemleri yeniden bölüşüm için kullanılmamalıdır. Bunun yolu sosyal yardımın devlet tarafından karşılanması ve bunun dışında kalan sosyal güvenliğin büyük ölçüde özel sektöre devredilmesidir[8].

1990’lı yıllara kadar, nüfusun neredeyse yüzde 85’i, herhangi bir devlet katkısı olmaksızın üç temel sosyal güvenlik sistemi üzerinden güvence altında bulunmaktadır. Bu üç sosyal güvenlik kurumu (SSK, Emekli Sandığı, Bağ-Kur), devlet bütçesinden herhangi bir yardım almaksızın kendi başına ayakta durabiliyorken, kurumların kaynaklarının siyasi istismara açılması ile birlikte sosyal güvenlik sisteminin açıkları oluşmaya başlamıştır.

Türkiye’de dönem dönem emeklilik yaşı ile ilgili değişiklikler yapılmıştır. En son 1999 yılında sendikalar tarafından “mezarda emeklilik” olarak adlandırılan düzenleme ile bu alanda ciddi bir yol alınmış, ancak sosyal güvenlik sisteminin kökten değiştirilmesi girişimleri, AKP Hükümeti ile birlikte başlatılmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayınlamış olduğu “Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform” başlıklı raporda[9], mevcut sosyal güvenlik sisteminin başarısız olduğu, yüksek açıkların kamu bütçesinde faiz harcamalarının büyümesine neden olduğundan söz edilirken, bu açıkların nedenlerine ve hükümetlerin özellikle işverenler lehine çıkardığı “prim affı” yasalarıyla sosyal güvenlik açıkların daha da büyüttüklerine hiç değinilmemiştir.

AKP Hükümeti’nin sosyal güvenlik sisteminin geleceğine yönelik uygulamaları Dünya Bankası modeline uygun bir yapısal değişimi beraberinde getirmiştir. Bu anlamda önerilen reformun üç temel özelliği dikkat çekmiştir; Birincisi, fonsuz, tanımlanmış faydaya dayalı, asgari bir aylığı garanti eden kamusal sistemin daraltılması ve sosyal güvenlik sisteminin düşük aylık verilerek varlığını sürdürmesi; İkincisi, özel yönetilen, fonlu, tanımlanmış katkıya dayalı, ücrete bağlı bir aylık sağlayan emeklilik sisteminin geliştirilmesi; Üçüncü olarak ise isteğe bağlı, yine tanımlanmış katkıya dayalı, özel emekliliğin yerleştirilmesi öngörülmüştür[10].

5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu (SSGSS) öncesinde Türkiye’de devlet memurları, ücretli çalışanlar, tarım işlerinde ücretli çalışanlar, kendi hesabına çalışanlar ve tarımda kendi hesabına çalışanları kapsayan beş farklı emeklilik sistemi bulunmaktadır. Bu durum farklı statülerdeki çalışanların, sırf farklı emeklilik sistemine bağlı olmalarından kaynaklı olarak, emeklilik hakları bakımından farklı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Söz konusu sosyal güvenlik sistemlerinin farklılığı sonucu ortaya çıkan eşitsizliğin giderilmesi iddiasıyla başlatılan “Sosyal Güvenlik Reformu”, Türkiye’deki beş farklı emeklilik sisteminin tek çatı altında birleştirilmesi ile sonuçlanmış, Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur gibi ayrımlar kaldırılarak, tüm emeklilik sistemlerindeki haklar ve yükümlülükler Sosyal Güvenlik Kurumu bünyesinde birleştirilmiştir.

Yeni sistemde bütün emeklilik sistemlerindeki haklar ve yükümlülüklerin eşitleneceği iddia edilmiştir. Yapılan değişikliklerle prime esas kazancı, aylık bağlama için gerekli minimum yaş, prim gün sayısı, aylık bağlama oranı, aylık ve gelirlerin yükseltilme biçimi, kazancın güncelleme biçimi, sigorta yardımlarının türü ve kapsamı gibi konularda “en alt sınırda” eşitlenme sağlanmıştır. Oysa adil bir eşitlenme olması için en yüksek ortak paydada eşitlenmenin sağlanması gerekir. Ancak sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinde gerçekleştirilen değişiklikler ile finansman açıklarının kapatılması hedeflendiği için söz konusu eşitlenme en yüksek ortak paydada değil, en düşük ortak paydada gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur emeklilerine ödenen emekli maaşı bağlama oranları kademeli olarak düşürülmüştür[11].

1 Ekim 2008’de yürürlüğe giren 5510 Sayılı SSGSS Kanunu’na göre emekli maaşları yıllık bağlanma oranlarının kademeli olarak düşürülmesi hedeflenmiştir. Buna göre örneğin Emekli Sandığı’na bağlı olarak çalışan bir kamu emekçisinin 5510 sayılı Kanun yasalaşmadan önce emekli olduğunda emekli maaşı bağlama oranı yıllık yüzde 3 iken, yasadan sonra 2016 yılına kadar yüzde 2,5 oranına, 2016 sonrasında ise yüzde 2’ye düşmüştür. Buna göre 5510 Sayılı Kanun’un getirdiği değişiklik nedeniyle kamu emekçilerinin emekli maaşlarındaki düşüş oranı yüzde 33’ü bulmaktadır. Yasal değişiklikten önce SSK ve Bağ-Kur’dan emekli olanların 1 Ekim 2008 öncesi emekli maaşı bağlama oranı yıllık yüzde 2,6 iken, yasadan sonra yüzde 2,5, 2016’dan sonrası için ise yüzde 2 sınırına çekilerek toplamda SSK ve Bağ-Kur emekli maaşlarında yüzde 23 düşüş gerçekleştirilmiştir.

3

Türkiye’de 5510 Sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 öncesinde uygulanan sisteme baktığımızda, SSK ve Bağ-Kur emeklileri çalışırken aldıkları brüt ücretin yüzde 65’ini almıştır. Bu oran Emekli Sandığı’na bağlı emeklilerde çalışırken aldıkları brüt ücretin yüzde 75’i kadardır. Sadece bu rakamlardan hareketle “Sosyal Güvenlik Reformu” olarak adlandırılan düzenlemelerin bütün işçi ve küçük esnafı, özellikle de Emekli Sandığı’na bağlı olarak çalışan kamu emekçilerini olumsuz etkileyeceği görülmektedir. Yapılan düzenleme ile 1 Ekim 2008 sonrasında çalışmaya başlayanlara, eğer emekli olabilirlerse çalışırken aldıkları maaşın sadece yüzde 50’sini ödeyen bir sosyal güvenlik sistemi oluşturulmuştur. Alt sınır aylığının miktarı düşürüldüğünden mevsimlik, sözleşmeli, geçici süreli ve yarı zamanlı çalışan sigortalılar çok daha düşük aylıkla karşı karşıya bırakılmıştır. Bu şekilde yapılan değişiklikler sonucu, işçi ve emekçiler bireysel emeklilik sistemlerine katılmaya zorlanmış, böylece kamu emeklilik sistemini işlevsiz kılarak, bireysel emeklilik sistemleri güçlendirilmiştir.

SGK verilerine göre kamu sağlık harcamaları AKP döneminde (2002- 2011) 4 kat artmış, ancak kamu sağlık harcamalarının toplam sağlık harcamaları içindeki payı sürekli azalmıştır. 2002 yılında %70,7 olan kamu sağlık harcamalarının toplam sağlık harcamaları içindeki payı, bugün yüzde 60’lara kadar gerilemiştir.

AKP’nin 2003 yılında gündeme getirdiği “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın önemli bir ayağını özel hastanelerin kurulması, sağlık yatırımlarının özel sektör eliyle gerçekleştirilmesi, hatta bu hizmet arzının piyasa tarafından gerçekleştirilmesi oluşturmuştur. 1990’larda başlamakla birlikte, daha çok 2003 sonrasında, AKP iktidarıyla özel sağlık yatırımları hızlanmıştır. Türkiye’de son yıllarda toplam yatırımlardaki payı yüzde 75’e ulaşan özel sektörün, sağlığa yatırımları özel yatırımların toplamında yüzde 5’e yaklaşmaktadır. 2006-2010 döneminde yılda ortalama 7-8 milyar TL’yi bulan sağlık yatırımlarının üçte ikisini özel sektörce, üçte birini kamu gerçekleştirmiştir.

4

Sağlık ve sosyal güvenlik açıklarının kapatılacağı iddiasıyla gündeme getirilen sağlıkta dönüşüm programının ve buna paralel olarak yasalaşan 5510 Sayılı SSGSS Kanunu’nun yasalaşması sürecinde öne sürülen bütün iddiaların gerçeği yansıtmadığı, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun 2002-2010 dönemindeki verileri göstermektedir.2002 yılında toplam sağlık harcamaları 7 milyar 629 TL iken, aradan geçen 8 yılda katlanarak artmış ve 2010 yılı sonu itibariyle 32 milyar 80 milyon TL’ye ulaşmıştır. Sağlık harcamalarının artışına paralel olarak her yıl artan oranda kamu kaynakları özel sağlık kuruluşlarına aktarılmıştır.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, SGK prim gelirleri ile emekli aylıkları ve toplam sağlık ödemeleri arasındaki fark sadece 9 milyar 494 milyon TL iken, aradan geçen dönemde sosyal güvenlik açığı 5 kat artarak 2010 yılı sonu itibariyle 44 milyar 275 milyon TL’ye yükselmiştir. Sadece bu veriler bile, AKP’nin çalışma yaşamının diğer alanlarında olduğu gibi, sağlık ve sosyal güvenlik harcamaları konusunda da toplumu yanlış bilgilendirdiğini göstermektedir.

Sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını kapatmak ve “aktüeryal denge” oluşturmayı amaçlayan 5510 Sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 2008 yılından sonra, bırakalım “aktüeryal denge”yi, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin bütün dengeleri alt üst olmuş, sağlık ve sosyal güvenlik giderlerinin aşırı artması sonucunda sistemdeki açık alarm vermeye başlamıştır. 2008 yılında 29 milyar 936 milyon TL olan toplam açık, 2009 yılında 42 milyar 836 milyon TL’ye, 2010 sonu itibariyle de 44 milyar 275 TL’ye ulaşmıştır. Söz konusu açığın 2011 sonu itibariyle 50 milyar TL’yi geçmesi tahmin edilmektedir.

5510 Sayılı Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı 1 Ekim 2008’den itibaren işe girenler için geçerli olmak üzere hem kadınlar, hem de erkekler için 65’e çıkarılmıştır. Üstelik emekliliğe hak kazanabilmek için daha önce 7 bin gün olan prim ödeme zorunluluğu 7 bin 200 güne çıkarılmıştır. 5510 öncesinde işten çıkan sigortalının önceki yılda 90 gün prim ödemişse kendisinin, 120 gün prim ödemişse kendisi ile birlikte geçindirmekle yükümlü olduğu aile fertlerinin sigortalı niteliği sona erdikten itibaren 6 ay süreyle tedavi olabiliyorken, işten çıkan sigortalıların bu hakkı ortadan kaldırılmış ve 6 aylık süre 3 aya düşürülmüştür.

Kanun ile ayrıca emekli aylıklarının hesaplanmasında kanun öncesinde ekonomik gelişme hızının yüzde 100’ü dikkate alınırken bu oran yüzde 30’a indirilmiştir. Hastalanan sigortalılara verilen iş göremezlik ödeneği % 16 azaltılmış, malullük ve ölüm aylıklarını mevcut mevzuata göre hak etmek için 5 yıl sigortalı olup 900 gün prim ödenmesi yeterliyken bu şartlar 10 yıl sigortalılık süresiyle 1800 gün prim ödeme şartına yükseltilmiştir. Çalışan veya gelir alan çocuksuz dul eşin ölüm aylığı oranı yüzde 75’ten yüzde 50’ye düşürülmüştür.

Esnek çalışma biçimlerinin, üretim ve hizmet birimlerinde mevcut çalışma ilişkileri sistemini parçalayarak; düzenli ve belirli bir iş günü, belirli bir iş haftası ve sigortalı çalışma zorunluluğunu (yasalarda bu zorunluluk olmasına karşın) ortadan kaldırmış olması; AKP eliyle Türkiye’de sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerini çöküşe götüren yolu açmıştır. Ortaya çıkan açıkların hazineden karşılanması yerine hükümetler; bunu giderek sayısı ve prim ödeme imkanları azalan sigortalı işçi ve emekçilerin üzerine yıkan yöntemleri devreye sokmuş, ancak yapılan “düzenlemelere” karşın sistemdeki çöküş sürmüştür. Geçtiğimiz yıllarda esnek çalışmanın, kuralsız ve sigortasız çalıştırmanın yaygınlaşması, yapılan bütün düzenlemeleri önemsiz hale getirmiştir.

Sosyal güvenlik ve sistemini tahrip eden temel faktör; çalışma düzeninin esnekleştirilerek, çalışma ilişkilerine kuralsızlığın egemen olmasıdır. Sağlık sistemini tek çatı altında toplayarak hizmetlerin merkezileşmesi ve halka daha iyi hizmet anlayışının sunulmasının, koca bir yalan olduğu geçtiğimiz yıllar içinde bütün açıklığıyla görülmeye başlanmıştır.

Türkiye’de tıpkı özelleştirmeler ve “mezarda emeklilik” tartışmalarında olduğu gibi, kamu emekçilerine, işçilere, halka yönelik olarak yapılan dezenformasyon (yanlış bilgilenme), başka bir ifade ile “yalan propaganda” SSGSS konusunda da en üst seviyelere çıkmıştır. Kamu hizmetlerinin işlememesi için elinden geleni yapan AKP Hükümeti, halkın gözünün içine bakarak “bu hizmetleri özelleştirirsek, daha kaliteli hizmet alırsınız” iddiasında bulunmuştur. Ancak bu yalan propagandayı yaparken, yoksul halkın cebinden kaç para çıkacağından, kamu emekçilerinin ne gibi hak kayıplarına uğrayacağından hiç bahsedilmemesi, “reform” olarak sunulan düzenlemelerin kolay kabullenmesi için yaratılan bilinç bulanıklığından başka bir şey olmadığı kısa süre içinde görülmüştür.

AKP’nin istihdam stratejisi: Kuralsız ve güvencesiz çalışma

AKP döneminde çalışma yaşamına yönelik olarak en tehlikeli düzenlemelerden bir diğeri de 2010 yılı Haziran ayı başında gündeme getirilen Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) olmuştur. UİS, gerek içeriği gerekse Türkiye’de istihdamın yapısını kökten değiştirecek olan orta ve uzun vadeli hedefleri ile birlikte, önemli ve tehlikeli bir uygulama olarak dikkat çekmektedir.

AKP Hükümeti tarafından büyük bir gürültü eşliğinde açıklanan UİS ve bu strateji ile birlikte hayata geçirileceği belirtilen konu başlıkları, emek sürecinde yaşanan dönüşümün alt başlıkları olarak daha önce de çeşitli şekillerde gündeme getirilmiştir. Özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb. gibi uluslararası emperyalist kuruluşlar, merkezinde “işgücünün esnekleştirilmesi”, “standart dışı çalışmanın yaygınlaşması” ve “güvencesiz istihdam” uygulamalarının yer aldığı bir dizi eleştiri ve önerilerde bulunmuşlardır.

Türkiye’de istihdamın yapısında önemli değişiklikler içeren ve Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nin, OECD’nin 2010 yılında yayınladığı OECD Economic Surveys: Turkey 2010 (OECD Ekonomik Araştırmalar: Türkiye 2010) Raporunda belirlenen tespitlere uygun olarak hazırlanmış olması dikkat çekicidir. 144 sayfalık OECD raporunun özellikle “Uzun Dönemli Büyüme için Düzenleyici Reformlar”[12] başlığı taşıyan üçüncü bölümündeki ifadeler, Türkiye’de bugüne kadar istihdamda yaşanan ve 12 Haziran seçimleri sonrasında da devam etmesi öngörülen değişikliklerin hangi temel parametreler üzerinden gerçekleşeceğinin ipuçlarını vermektedir.

OECD’nin raporunda yapılan ilk tespit, Türkiye’de işgücü maliyetlerinin yüksekliği üzerindedir. OECD’ye göre “yüksek işgücü maliyetleri iş yaratmanın önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. İşgücü maliyetleri arasında ilk sırada yüksek yasal asgari ücret gelmektedir. Türkiye’deki yasal asgari ücret, Avrupa’nın yükselen ekonomilerinin çoğundan daha yüksektir. Bu ülkeler Türkiye’nin rekabet ettiği ülkeler olmasının yanı sıra Türkiye’den daha yüksek kişi başına Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) seviyesine sahiptir. Bu durum, özellikle emek yoğun ürünler açısından Türkiye’nin rekabet gücünü azaltmaktadır”[13]. OECD’nin yapmış olduğu tespitlerin, daha önce IMF, Dünya Bankası ve AB tarafından da yapılmış olması dikkat çekicidir.

OECD’nin bir diğer tespiti, Türkiye’de AKP döneminde istihdamda yaşanan onca esnekleşmeye rağmen, hala işgücü piyasası düzenlemelerinin katı olduğunu iddia etmesidir. OECD’ye göre “İş yaratma, katı iş koruması düzenlemeleri nedeniyle de engellenmektedir. Bu düzenlemeler, özellikle sürekli işçilere yönelik yüksek işten çıkarma maliyetlerini kapsamaktadır. Türkiye, kıdem tazminatının OECD ülkeleri arasında ve dünyada en yüksek olduğu ülkelerden biridir. Bu maliyetler işletmelere ağır yükler yüklemekte ve konjonktürel daralmalarda likidite problemleri ortaya çıkarabilmektedir. Bununla birlikte, 30 ve 49’dan fazla işçi çalıştıran işyerleri, onlara ek yasal yükümlülükler yükleyen maliyetli ek düzenlemelerle karşı karşıyadır”[14].

OECD, Türkiye’nin geçici istihdam konusundaki düzenlemelerini çok katı bulmakta, OECD ülkelerinin birçoğunun aksine yasaların, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdama izin vermediğini, belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesinin son derece istisnai bir uygulama olduğunu belirtmektedir. İşçilerin lehine olan bütün düzenlemeleri “katılık” olarak değerlendiren OECD, Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında en katı iş güvencesine sahip ülke olduğunu iddia etmektedir.

Ulusal İstihdam Strateji Belgesi, gerek OECD’nin işgücü piyasasına yönelik tespitleri, gerekse IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’de istihdamın tamamen esnekleşmesine yönelik önerileri doğrultusunda hazırlanmış, orta ve uzun vadeli hedefleri olan kapsamlı bir “dönüşüm stratejisi” olarak gündeme getirilmiştir. UİS’in açıklanması sürecinde yıllardır Türkiye’nin en temel sorunlarından birisi olan işsizlik sorununu çözmek için istihdamda önemli adımların atılacağı izleniminin verilmesi dikkat çekici olmuştur. Oysa bahsi geçen stratejinin içeriğine bakıldığında, ulusal ve uluslararası sermayenin, uluslararası emperyalist örgütlerin ve onların yerli uzantılarının (özellikle TÜSİAD, MÜSİAD ve TİSK’in) son yıllarda sürekli olarak gündeme getirdiği temel değişikliklerin “Ulusal İstihdam Strateji Belgesi” içinde bütün boyutlarıyla yer aldığı görülmektedir.

Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde temel politika eksenleri olarak eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi; işgücü piyasasının esnekleştirilmesi; kadınlar, gençler ve dezavantajlı grupların istihdamının artırılması ve istihdam-sosyal koruma ilişkisinin güçlendirilmesi belirlenmiştir. Belge’de öncelikle yapılacak değişikliklerin gerekçelendirilmesi amacıyla makro ekonomik bir çerçeve çizilerek, istihdam stratejisinin mevcut içeriği ile uygulanmasının bir zorunluluk olduğu savunulmuş ve temel hedefin işgücü piyasasının esnekleştirilmesi olduğu açıklanmıştır.

İstihdamın esnekleşmesi konusunda çok sayıda tespit yapılmakla birlikte, Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde özellikle kısmi süreli istihdamın yaygınlaştırılmasına yönelik olarak yapılan tespitler dikkat çekicidir. Belge’de kısmi süreli çalışma[15], en eski ve yaygın olarak uygulanan esnek çalışma biçimi olarak ifade edilmiştir. Belge’de Eurostat verileri referans gösterilerek, 2009 yılında kısmi süreli çalışan oranı AB-27’de yüzde 18,8 olduğu, kısmi süreli çalışmanın Hollanda (yüzde 48,3), İsveç (yüzde 27), Almanya (yüzde 26,1), İngiltere (yüzde 26,1), Danimarka (yüzde 26) ve Avusturya (yüzde 24,6) gibi ülkelerde yaygın olarak uygulandığı belirtilmektedir. Türkiye’de ise kısmi süreli çalışanların istihdam içindeki payının yüzde 11,3 olduğu, ancak ücretsiz aile işçileri dışarıda tutulduğunda bu oranın yüzde 3,6’ya indiği vurgulanmaktadır. Kısmi süreli istihdamın Türkiye’de yaygınlaşması ile birlikte işsizlik oranının azalacağı iddia edilerek, bu tür esnek çalışma biçimlerinin mutlaka yaygınlaştırılması gerektiği savunulmuştur.

Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde kısmi süreli çalışmanın yanı sıra, belirli süreli çalışma, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkilerinin kurulması, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma, iş paylaşımı, esnek zaman modeli, kıdem tazminatlarının yüksekliği, bölgesel asgari ücret ve benzeri çok sayıda düzenleme ayrıntıları ile açıklanmış ve bütün bu düzenlemelerin nasıl adım adım hayata geçirileceği belirtilmiştir. Buna göre öncelikle işgücü piyasasının esnekliğinin artırılması hedeflenmekte, İş Kanunu’nda düzenlenen ancak yaygın olarak uygulanmayan esnek çalışma biçimlerinin uygulanabilir kılınması, yasal altyapısı bulunmayan esnek çalışma biçimlerinin ise mevzuatta düzenlenmesi amaçlanmaktadır. Bu şekilde işgücü piyasasının rekabet edebilirliğinin arttırılması hedeflenmekte ve son derece açık ifadelerle kıdem tazminatı “sorununun” çözüleceği belirtilmektedir. Belge’de ayrıca bölgesel asgari ücret uygulamasına imkân tanınarak istihdam üzerindeki mali yüklerin öngörülebilir ve rekabet edebilir bir düzeye çekilmesinin amaçlandığı da açık bir şekilde belirtilmiştir.

Torba Yasa: İstihdamın dönüşümünde ön adım

AKP Hükümeti, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı “vergi, borç ve prim affı” olarak gündeme getirdiği “Torba yasa” içinde çalışma yaşamı ile ilgili olarak kapsamlı düzenlemeler yapılmıştır. Özellikle 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, 4857 Sayılı İş Kanunu, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu vb gibi istihdamı doğrudan etkileyen kanunlarda yapılması düşünülen değişiklikleri tek bir torba yasa içinde birbiriyle hiç ilgisi olmayan düzenlemelerle birlikte ele alınmış ve yasalaşarak yürürlüğe girmiştir. Ülke nüfusunun tamamını etkileyecek düzenlemelerin özellikle istihdam ile ilgili olanları, gerek OECD’nin 2010 istihdam raporu, gerekse ulusal istihdam stratejisinde belirtilen hedefler doğrultusunda hazırlanmış olması dikkat çekicidir.

Torba yasada istihdam ile ilgili olarak dikkat çeken düzenlemelerden birisi, kısmi süreli çalışan işçilerin eksik sigorta primleri cepten ödemelerinin önünün açılmasıdır. Buna göre 1 Ocak 2012’den itibaren kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışanlar ile ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılara, eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini 30 güne tamamlama yükümlülüğü getirilmiştir. Haftalık çalışma süresi 30 saatin altında olan ve esnek çalışma türlerini kapsayan kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışan sigortalılar, ancak kısmi süreli çalıştıkları aylara ait eksik sürelerini ceplerinden tamamlamak şartıyla sağlık hizmetlerinden yararlanabilecektir. Örneğin ayda 15 gün sigortası yatanların, eksik olan 15 günü ceplerinden ödeyip tamamlamadıkları zaman sağlık hizmetlerinden yararlanmasının önü kesilmiştir.

TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de çalışan erkeklerin yüzde 38’i, kadınların yüzde 60’ı kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Dolayısıyla sadece kayıtlı işgücü için geçerli olacak bu düzenleme ile düşük ücretle çalışmak zorunda olan kısmi süreli çalışanların (yevmiyeli çalışanlar, taşeron işçiler, evlerde temizlik işlerinde çalışanlar vb) aldıkları ücretlerin önemli bir bölümünü sağlık sigortası (1 Ocak 2012’den sonra GSS primi) için ayırmak zorunda bırakılmıştır.

Torba yasa ile gerçekleşen bir diğer düzenleme genç ve ucuz emek sömürüsünün önünü tamamen açacak bir içerikte gerçekleşmiştir. AKP hükümeti tarafından mesleki eğitim yaptıracak işletme sayısının yetersizliği öne sürülerek, 20 ve daha fazla personel çalıştıran işletmeler için var olan staj yaptırma yükümlülüğü, 20’den az işçi çalıştıran ve Türkiye’deki toplam işletmelerin önemli bir bölümünü kapsayacak şekilde genişletilmiştir. AKP Hükümeti bu düzenleme ile meslek liseleri öğrencilerinin staj yapma olanaklarını arttırdığını iddia etse de, diğer maddelerde yapılan değişikliklerle özellikle staj ücreti bakımından stajyerlerin yasa öncesinde brüt asgari ücretin üçte ikisi ödeniyorken, yapılan değişiklikle stajyerlerin asgari ücretin net tutarının üçte biri kadar ücret almaları öngörülmüştür. Meslek liselerinde öğrenciler son sınıfta iki gün okula, üç gün ise alanlarındaki işletmelerde staja gitmektedir. Kanun değişikliği ile patronları stajyerleri daha fazla ve daha ucuza çalıştırma imkânına sahip olması sağlanmıştır. Sermaye açısından ucuz iş gücü olarak görülen gençler, işçilerin yerine kendi alanları olmayan konularda çok uzun saatler çalıştırılacak ve artık, eskiye kıyasla daha çok işyerinde ucuz emek sömürüsü yaşanması sağlanmıştır.

Torba yasa ile ayrıca, kısa çalışma ödeneği ile patronlara destek sürekli hale getirilmiş, kısa çalışma ödeneğinin uygulama alanı genişletilerek ödenek miktarı yeniden düzenlemiştir. Buna göre, “genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz” nedeniyle haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak azaltılması, işyerinin faaliyetinin kısmen veya geçici olarak durdurulması hallerinde işyerinde 3 ayı aşmamak üzere kısa çalışma yapılabilecektir. Kısa çalışma ödeneği hazineden değil, işsizler için kurulan İşsizlik Sigortası Fonundan verilecek olması işsizler için oluşturulan fonun patronlara nasıl aktarıldığının görülebilmesi açısından önemlidir[16]. Bu düzenleme aynı zamanda, önümüzdeki dönemde genel, bölgesel ya da sektörel krizlerin yaşanabileceğinin itirafı anlamına gelmektedir.

Torba yasayla 31 Aralık 2015 tarihine kadar ilk defa işe alınacak her bir sigortalı için, özel sektör işverenine sigorta primi desteği getirilmiştir. Buna göre, 31 Aralık 2015’e kadar işe alınan sigortalının, sigorta primlerinin işverene ait tutarının önemli bir bölümü, işe alındıktan sonra belirli sürelerle İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacaktır. Yasada ayrıca sigorta prim desteği süresinin Bakanlar Kurulu’nca 2020 yılına kadar uzatılabilmesi öngörülmüştür. Bu düzenleme, 18 yaşından büyük kadınları ve 18–29 yaş arası erkekleri istihdam edenlerin sigorta primlerinin işveren hisselerine ait tutarının belli bir kısmını, işe alındıkları tarihten itibaren İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasını sağlamıştır. Böylece bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da işsizlere ödenmesi gereken Fon gelirleri patronlara “istihdam teşviki” olarak aktarılmıştır. İşverenler 29 yaş altında olanları daha çok istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışacak, 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar deneyecektir. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması daha da zor hale getirilmiştir.

Torba yasayla ayrıca, grev yasağı olan memurların ve sözleşmelilerin, üretimden gelen en önemli eylemi olan işi yavaşlatma ve işi durdurma eylemlerinin “memuriyetten çıkarmayla” sonlandırılmasının önü açılmıştır. Bu şekilde en temel sendikal eylemlerin “memuriyetten çıkarılma” tehdidi ile önüne geçilmek istenmiştir. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun disiplin hükümlerini içeren 125’inci maddesinde yapılan değişiklik ile bugüne kadar sendikalarının aldıkları kararlar ile işi yavaşlatan, hizmet üretimini bir süreliğine yapmayan memurların işten atılmasının önü açılmıştır.

657 Sayılı DMK’nın 125’inci maddesinin “E” bendinin “a” alt bendinde yer alan “engelleme” ibaresi “kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme” olarak değiştirilmiştir. Yapılan değişiklikle “a) İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak” devlet memuriyetinden çıkarılma nedeni sayılmıştır[17].

Torba yasayla müzakereci, “sosyal diyalogcu” ve hepsinden önemlisi “yandaş” sendikaları güçlendirmek, mücadeleci sendikaları etkisiz hale getirmek için yapılan en temel sendikal eylemlerin bile “memuriyetten çıkarılma” sebebi sayılması, AKP’nin “kendine demokrat” olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Torba yasa ile getirilen bir diğer önemli düzenleme, kamuda 4-c benzeri çalışma statüsü yaygınlaştırılmasının önünün açılmasıdır. Kurumlarında atama imkânı olmayan memurların, Devlet Personel Başkanlığınca belirlenen başka bir kurumdaki boş kadroya atanabilmesinin önü açılmıştır. Bu durumda olan memurlar, atama işlemi yapılıncaya kadar kurumlarında niteliklerine uygun işlerde çalıştırılacak ve eski kadrolarına ait mali haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam edebilecektir. Torba yasa ile ayrıca, tıpkı 4-c statüsünde çalışanlara yapıldığı gibi, memurların da yürüttükleri hizmetin özelliklerine göre, tespit edilen çalışma saat ve süreleri ile görev yerlerine bağlı olmaksızın çalıştırılabilmeleri gibi son derece tehlikeli düzenlemeler yer almaktadır. Hatırlanırsa, özelleştirilen kamu işletmelerindeki kamu işçileri, 4-c kadrosuna geçene kadar özlük haklarını ve ücretlerini tam almış daha sonra işçilerin 4-c’ye geçirilmesi ile ücret ve özlük haklarında yarı yarıya kayıp yaşamıştır. Torba yasada yer alan bu tür düzenlemelerle kamuda iş güvencesi ve özlük hakların önemli bir bölümünün ortadan kaldırılması ve 4-c statüsünde çalışmanın yaygınlaştırılması için ön hazırlık yapılmıştır.

Torba yasada “memurların, kamu yararı ve hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması halinde kurumlarınca Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarında 6 aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebileceği” belirtilmiştir. Kamuoyunca “ödünç memurluk” olarak değerlendirilen bu düzenleme ile çeşitli nedenlerle “istenmeyen” kamu görevlilerinin başka kurum ve illere sürgün edilmesinin önünü açılmıştır. Bu düzenleme ile özellikle KESK’e bağlı sendikaların üyelerinin sık sık karşı karşıya kaldığı sürgünler yasal hale getirilmiştir. Mücadeleci sendikalara üye kamu emekçilerine gözdağı verilerek memurların, kendilerini güvencede hissedebilmeleri için yandaş sendikalara yönlendirilmesi sağlanmıştır.

Torba yasada belediye işçileri ve il özel idarelerinin sürekli işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası işçilerin, Karayolları Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına, belediyelerin sürekli işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası işçilerin ise, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadroları ile ihtiyacı bulunan mahalli idarelere, vali ya da vali yardımcısının başkanlığında oluşturulacak komisyonun kararıyla gönderilmesinin önü açılmıştır. Komisyon kararıyla gönderilen işçiler 5 işgünü içinde görevlerine başlamazlar ise istifa etmiş sayılacaklardır. 12 Haziran seçimleri sonrasında belediyeler ve il özel idarelerinde çalışan yaklaşık 52 bin işçinin “norm fazlası” ya da “ihtiyaç fazlası” olarak şu anda çalıştıkları yerlerden çok uzak yerlere sürgün edilecekler ve bu sürgünler 1 Ağustos 2011 tarihi itibariyle başlatılacaktır.

İşçilerin, kamu emekçilerinin, gençlerin ve kadınların geleceğini yakından ilgilendiren çok sayıda olumsuz düzenleme içeren torba yasa, kamu ya da özel ayrımı yapmadan, bütün istihdam alanlarında esnek, kuralsız, güvencesiz ve kayıt dışı çalıştırmayı yaygınlaştırma açısından, 12 Haziran seçimleri sonucunda yaşanacakların ön adımı niteliğindedir.

AKP’nin 2002–2011 yılları arasında çalışma yaşamında hayata geçirdiği ve burada sadece bazılarına değinebildiğimiz değişiklikler, emeğe ve emekçilerin haklarına yönelik yasal düzenlemelerin ve fiili saldırıların 12 Haziran genel seçimleri sonrasında artarak devam edeceğini göstermektedir.

Sonsöz

AKP öncesi çalışma ilişkilerinde yaşanan değişiklikleri bir tarafa koyarsak, sadece son 9 yıl içinde kez yapılan ve önümüzdeki dönemde AKP’nin tek başına iktidar olması durumunda yapılması düşünülen yasal değişikliklerin nasıl bir içerikte karşımıza çıkacağını bugünden tahmin etmek zor değildir. AKP’nin bugüne kadar çalışma yaşamında yaptıkları, gelecekte yapacaklarının teminatı olarak kabul edilebilir. Bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, işsizliğin azaltılması amacıyla yeni istihdam alanları yaratması, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesi mümkün olmayacağı gibi, işçi sınıfının mevcut sınırlı haklarına, kendilerini sınıf örgütleri olarak tanımlayan mücadeleci sendikalara bile tahammül edilmediğini görmek mümkündür.

İstihdamın esnekleşmesi, kuralsızlaşmanın ve güvencesizliğin artması, en çok sendikaların örgütlenme ve mücadele alanını daraltmakta, bu durum, kaçınılmaz olarak, sendikaların sermaye karşısındaki gücü ve etkisini ciddi anlamda zayıflatmaktadır. Bu nedenle, kapitalist sistemde, genel olarak çalışma yaşamına, özel olarak istihdama yönelik herhangi bir değişiklikten söz edildiğinde, bir taraftan sömürüyü arttırıcı düzenlemeler gündeme getirilirken, diğer taraftan işçilerin örgütlenmesini ve mücadelesini güçlendirmek yerine, onu zayıflatacak ve kendi denetimi altına sokacak adımların atılıyor olması dikkat çekicidir.

İşçi ve emekçilerin birçok kazanılmış hakkını gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, emekçiler ve bu değişikliklerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenecek geniş halk kesimleri açısından bir zorunluluktur. Bu nedenle, geçtiğimiz yıllar içinde çeşitli ad ve biçimlerde uygulanan emek düşmanı politikalar ve gündeme getirilen yasal düzenlemelere, fiili uygulamalara karşı sendikaların, emek ve meslek örgütlerinin birleşik, örgütlü ve daha kararlı tutumlar alması, emek hareketinin sadece bugününe değil, geleceğine de sahip çıkılması açısından ayrı bir önem taşımaktadır.


[2] 657 4-c statüsü, ilk defa 23 Aralık 1972 tarihinde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununa “geçici personel” başlığı ile girmiştir. İşin niteliğine göre geçici sayılan işlerde çalışanların 4-c statüsünde çalıştırılması öngörülmüş olmasına karşın, AKP hükümeti, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışmanın simgesi haline gelen 4-c statüsünde çalışma uygulamasını sürekli uygulanan bir istihdam biçimi haline getirmiştir.

[3] 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girmeden önce, 15 Mart 2003 tarihinde yürürlüğe girmek üzere 09.08.2002 tarihinde “iş güvencesini” sağlayan 4773 Sayılı Kanun kabul edilmiştir. Bu kanun, 15 Mart 2003 tarihinde yürürlüğe girmiş, 4857 Sayılı İş Kanunu kabul edilinceye kadar geçen üç ay süresince yürürlükte kalmıştır.

[4] İşçilere son derece sınırlı “iş güvencesi” sağlayan bu düzenleme, 30’dan fazla işçi istihdam eden işletmeler açısından işten çıkarma maliyetlerini yükselttiği için OECD tarafından eleştirilmektedir (OECD Economic Surveys: Turkey 2010).

[5] İşverenin, aynı işkolunda birden fazla işyerinin olması halinde, işyerinde çalışan işçi sayısının, bu işyerlerinde  çalışan toplam işçi sayısına göre belirlenmesi öngörülmüştür.

[6] Devlet Bakanı Egemen Bağış, geçtiğimiz Ocak ayı içinde kamuda taşeronlaştırma ile ilgili olarak Meclis’te kendisine sorulan 7 bir yazılı soru önergesine verdiği yanıtta; “Bazı hizmetlerin hizmet alımı yoluyla sürdürülmesinin daimi personel istihdamına göre daha ekonomik olduğunu” söylemiş ve kamuda taşeron işçi çalıştırılmasını savunarak “Taşeron işçi daha ucuz oluyor” ifadesini kullanmıştır.

[7] Sosyal İş, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Emekçilerin Panoraması, Sosyal İş Raporu, Mayıs 2011, syf: 7.

[8]Erkan Aydoğanoğlu, Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta Yaşanan Değişimin Nedenleri, syf:13, Almanak 2005, Sosyal Araştırmalar Vakfı, 2006, İstanbul.

[9] Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform, www.calisma.gov.tr.

[10] Seyhan Erdoğdu, “Türkiye’de Emeklilik Sisteminde Değişim”, Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı:23, syf: 22, Temmuz-Eylül 2005, Ankara.

[11] Erkan Aydoğanoğlu, a.g.m, syf:16.

[12] OECD, Economic Surveys: Turkey 2010, ss: 109-132.

[13] OECD, agy, syf: 112.

[14] OECD, agy, syf: 114.

[15] 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 13. maddesi kısmi süreli çalışmayı, “işçinin normal çalışma süresinin, tam süreli iş sözleşmesiyle çalışan emsal işçiye göre önemli ölçüde daha az belirlenmesi” şeklinde tanımlanmıştır. “Önemli ölçüde az” ibaresi, ‘İş Kanununa İlişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliği ile netlik kazanmıştır. Yönetmelik “İşyerinde tam süreli iş sözleşmesi ile yapılan emsal çalışmanın üçte ikisi oranına kadar yapılan çalışmayı” kısmi süreli çalışma olarak tanımlamaktadır. Kanunda ve Yönetmelikte kısmi çalışmanın ölçütü olarak işyerindeki tam süreli emsal işçi esas alınmıştır. Buna göre işyerindeki emsal işçi haftada 45 saat çalışıyor ise en fazla 30 saate kadar yapılan tüm çalışmalar kısmi çalışma olarak kabul edilmektedir.

[16] Ocak 2011 itibariyle 46 milyar TL büyüklüğe ulaşan İşsizlik Sigortası Fonu’nun bugüne kadar sadece 3 milyar 755 milyonu işsizler için kullanılmıştır. Buna karşın daha önce yapılan yasal düzenlemelerle GAP ve Karayolları gibi alanlara Fon’dan son iki yıl içinde aktarılan miktar 8 milyar 500 milyon TL’dir.

[17] Geçmişte iş yavaşlatma ve durdurma eylemi yapılan çok sayıda kamu emekçisi ceza almış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu cezaları “Örgütlenme hakkı eylem hakkını da içerir; sendikaları eylem kararı almış ve memur buna uymuşsa, kendisine ceza verilemez” diyerek Türkiye’ye binlerce Euro cezalar vermiştir. Bu maddenin uygulanması durumunda Türkiye’nin benzer cezalar alması kaçınılmaz görünmektedir.

“Ne Yapmalı” İçin Okuma Klavuzu ve Özet

Bu yazı, devrimci işçi örgütlerinin her düzeydeki ve her alandaki militanları, ajitatörler ve propagandacılar için “Ne Yapmalı?”nın okunup tartışılmasına yardımcı olmak üzere hazırlanmıştır.

“Ne Yapmalı?”da ileri sürülen tezler ve eleştiriler, yalnızca Rusya’nın ve Lenin’in tecrübelerinden kaynaklanmaz. Aynı zamanda bütün zamanlar ve bütün ülkeler için devrimci sosyalist çalışma, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda konularında temel ilkeleri, yol ve yöntemleri özetleyen evrensel bir Marksist klasiktir.

Bu bakımdan okunması ve tartışılması da, tıpkı Lenin’in diğer faaliyet alanlarında önerdiği tarzda, planlı, diyalektik bir etkileşme ve karşılıklı tartışma içinde yürütülmelidir. Yazıda, her bölümün ve kesimin kısa bir özetiyle birlikte, ele alınan konularla ilgili sorular ve tartışma konuları da verilmiştir.

 

1. “Ne Yapmalı?”nın yazıldığı Tarihsel Koşullar, Dayandığı Pratik ve Teorik Öncüller

Eser, 1901’in sonu ile 1902’nin başları arasında, Rusya Marksistleri arasında, işçilerin devrimci Marksist partisi hakkındaki tartışmalar sürerken yazılmıştır. Merkezi bir partileşme gerçekleşmediği için tartışmalar, çeşitli Marksist yayın organlarında sürüyordu.

Lenin, “Ne Yapmalı”nın öncesinde, bu eserde dile getirdiği tezlerin ve örgütlenme planının bir taslağı olarak adlandırdığı “Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup” (Ekonomizmin Savunucularıyla Bir Konuşma) adlı makalesini yazmıştı ve bu daha sonra Iskra’nın 12. sayısında yayımlandı. Burada, bir işçi sınıfı partisinin kurulması için ilk önce gerçekleştirilecek iki temel görev öneriliyordu: Bir Merkez Komitesinin ve merkezi bir yayın organının kurulması.

“Nereden Başlamalı?” adlı bir başka makalesi de, “Ne Yapmalı?”ya giden yolda yazılmış makalelerden bir diğeridir ve ilk kez Iskra’nın 4. sayısında yayınlanmıştır. Bu makale, o dönemde Rus sosyal demokrat hareketi içinde baş gösteren en önemli sorunları ele alıyor ve çözümler getiriyordu.

Üzerinde önemle durduğu başlıca sorunlar şunlardı:

1. Siyasal ajitasyonun temel içeriği ve niteliği,

2. Tüm Rusya için militan bir Marksist partiyi kurma görevi ve planı.

Lenin, bu makaleyi daha sonra, “Ne Yapmalı?”da geliştirilecek olan planın taslağı olarak tanımlamıştır.

“Nereden Başlamalı?”, devrimci sosyal demokratlar için bir program niteliğindeydi ve hem Rusya’da hem de yurtdışında geniş bir biçimde dağıtılmıştı. Yerel sosyal demokrat örgütler, bunu Iskra’da okumuşlar ve ayrı bir broşür olarak yeniden yayımlamışlardı.

Lenin, 1895’te Avrupa’daki sosyalist önderlerle görüşmek üzere çıktığı geziden döndükten sonra, Petersburg’da işçi çevreleri içinde propaganda faaliyeti yürüten bir grup içinde yer aldı. Burada sosyalist nitelikli propagandadan ziyade, fabrikadaki ücretler, çalışma koşulları, disiplin cezaları, fabrika yönetimi ilişkiler gibi konuları ele alan bir ekonomik ajitasyon faaliyetinin yürütüldüğünü ve bunu ciddi kitlesel güç yaratacak etkileri olduğunu gördü. Ne var ki, Lenin’in tespitlerine göre, bu çalışmalar çoğu kez sosyalist neticeler doğurmaktan uzak kalıyor ve işçilerin siyasal bilinçlerinin gelişmesine katkıda bulunmuyordu. Lenin, bizzat yaşadığı bu deneylerin ışığında sosyalistlerin içinde bulunduğu dağınıklık, örgütsüzlük ve yerellik gibi zaafları da tespit ederek, bu duruma karşı mücadele başlattı.

“Ne Yapmalı?”nın daha sonraki yıllarda bir değerlendirmesini yapan Lenin, eserin hazırlanışı hakkında şunları söyler:

Ortada aslında birleşik bir parti kalmamıştı. Grev hareketiyle, ekonomik mücadelelerle iç içe geçme, sonunda ‘Ekonomizm’ olarak bilenen garip bir soysal-demokrat oportünizmine yol açmıştı. Iskra grubu faaliyetine başladıktan sonra Plehanov, Yurt Dışı Sosyal Demokratlar Birliği’nden ayrılarak kendi ‘Sotsial Demokrat’ını yayınlamaya başladı. ‘Ne Yapmalı?’ Iskra taktiklerinin ve örgütsel faaliyetlerin doğasıyla görüş farklılıklarının sistematik bir muhasebesidir.

Iskra, bir profesyonel devrimciler örgütü için kavga verdi. 1901 ve 1902’de büyük bir azimle dövüştü. Ve o zaman egemen akım olan ekonomizmi mahvederek sonunda, 1903’te bu örgütü yarattı. ‘Ne Yapmalı?’nın tekrar tekrar savunduğu bu örgütün, mücadele için kendiliğinden ayağa kalkan gerçek devrimci sınıftan kopuk olarak hiçbir anlamı olamayacağının altını çizer.

***

Lenin, “Ne Yapmalı?”nın Önsöz’ünü Şubat 1902’de yazdı ve kitap Mart başlarında Dietz tarafından Stuttgart’ta yayınlandı. Yayın duyurusu, Iskra’nın 10 Mart 1902 tarihli 18. sayısında yapılmıştı.

“Ne Yapmalı?”, Rusya işçi sınıfının devrimci bir Marksist partisi için verilen mücadelede ve Iskra eğiliminin, RSDİP’nin komite ve örgütlerinde ve 1903 tarihli kongresinde zafere ulaşmasında önemli bir rol oynadı.

Kitap, 1902 ve 1903’te Rusya’daki sosyal demokrat örgütler arasında yaygın bir biçimde dağıtıldı. Kiev, Moskova, St. Petersburg, Nijni-Novgorod, Kazan, Odessa ve başka kentlerdeki polis baskınlarında ve tutuklamalarda ele geçirilmiş olması dağıtımın Rusya çapında yaygınlığının kanıtıdır.

“Ne Yapmalı?” 1907’de bazı değişikliklerle “On İki Yıl” adlı derlemede yeniden basıldı. Bundan sonraki bütün baskılar, bu son değişiklikleri içeren baskı esas alınarak yapıldı.

 

2. “Ne Yapmalı?”nın Yol Açtığı Sonuçlar

“Ne Yapmalı?”nın yayınlanmasının ve işçi partisi içinde ve işçi kitleleri arasında yaygın bir biçimde okunup tartışılmasının başlıca iki önemli sonucu olmuştur:

Birincisi, Iskra grubu, işçi sınıfının ekonomik mücadele içinde kendiliğinden sosyalizmi bulacağını ileri süren ekonomizmi saf dışı etmiştir;

İkincisi, Çarlık polisine karşı gizlilik koşullarında mücadele edecek, güçlü bir merkezi önderliğe sahip bir Marksist partinin kuruluşu için güçlü bir temel atılmıştır.

“Ne Yapmalı?”nın yayınlanmasından yaklaşık bir yıl sonra, 1903’te Rus sosyal demokratları bir parti kongresinde toplandılar.

“Ne Yapmalı?”nın büyük tarihsel etkisi bu kongrenin sonuçlarında görüldü. 1903 Kongresi, parti tüzüğünün ikinci maddesinin tartışılması sırasında doğan “Bolşevik” ve “Menşevik” bölünmesine sahne oldu. Bu maddenin tartışılması sırasında Lenin’in savunduğu tezlerin dayanağı  “Ne Yapmalı?” idi.  Lenin, “Ne Yapmalı?”da savunduğu düşüncelere uygun olarak, parti üyeliğinin dar tutulmasında ısrar etti ve üye olacaklarda, “parti organlarından birinde görev alma” koşulunu ileri sürdü. Martov ve Troçki ise, partiye yardım eden herkesin, her grevci işçinin parti üyesi sayılması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Kongre sonucunda Lenin’in görüşleri kabul edildi. Bu tarihten başlayarak, kongrenin çoğunluğunu temsil eden Lenin ve arkadaşları Rusça çoğunluk anlamına gelen “Bolşevik”, Martov ve arkadaşları da azınlık anlamına gelen “Menşevik” sözcükleriyle adlandırıldı.

“Ne Yapmalı?”da ifade edilen düşüncelerin yol açtığı siyasal sonuçlar bundan ibaret değildir. “Ne Yapmalı?”nın içerdiği eleştiriler ve planlar, dünyadaki bütün komünist örgütlerde ve Marksist partilerde, o günden bu yana, oportünizmle devrimci Marksizm arasındaki ayrımı netleştiren kıstaslar haline gelmiştir, günümüzde de bu kıstaslar geçerliliğini korumaktadır.

 

3. “Ne Yapmalı?”dan Önceki Marksist Literatür

1890’larda Rusya’nın genel düşünce ve kültür hayatı son derece canlı ve verimli bir dönem yaşıyordu. Edebiyat, müzik, felsefe ve sanatın bütün dallarında dünya çapında şaheserlerin ortaya çıktığı çok boyutlu ve zengin bir ortam vardı. Yeni düşünceler, devrimci atılımlar, toplumsal hayatın bütün alanlarında kendilerini gösteriyor, yalnızca Rusya çapında değil, Avrupa’da da çok etkili bir kültürel atmosfer yaratıyordu. Bu ortamda, Rusya’da en yaygın ve etkili devrimci akım Narodnikler idi. Narodnikler, Rus kırsal hayatını, köylüleri temel alan bir devrim düşüncesine sahip genç aydınların oluşturduğu bir akımdı. Suikast ve sabotajlarla hedefe varmaya çalışan bu akımın temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

Narodnik, Rusça Narod (halk) sözcüğünden türemiştir, “Halkçı”, “Halk Dostu” anlamına gelmektedir.  Hareketin ön saflarında, devrimci aydınlar vardı. Marksizm’in aksine, sosyalizm için kapitalizm aşamasının yaşanmasına gerek olmadan Rusya’daki geleneksel köy komünleri aracılığıyla sosyalist bir toplum kurulabileceğini düşünüyorlardı. Bakunin, Tçarov ve Lavrov gibi önde gelen teorisyenler kapitalizmin hiçbir ilerici yanının olmadığını ileri sürüyorlardı.

Temel özellikleriyle küçük-burjuva devrimciliğinin bütün kurucu unsurları tarihte Narodnikler tarafından inşa edilmiştir. Özellikle devrimin işçi sınıfının örgütlü öncülüğünde değil, onlar yerine düşünen ve eylem yapan devrimci aydınların bir eseri olabileceği yolundaki görüşleri, bütün dünyada benzeri akımların ortak karakteri olmuştur. Narodnizmin çizgisinde, bilimsel sosyalizmin en sağındaki burjuva düşüncelerden, anarşist eylem biçimlerine kadar her türlü “proletarya dışı” eğilim kendine yer bulabilmekteydi.

1874 yılının başlarında Narodnikler öncülüğünde kendiliğinden ve örgütlenmemiş bir ayaklanma patlak verdi, ama kısa sürede bastırıldı.

1879 yılında Voronej’de yapılan kongre sırasında harekette bölünme yaşandı. Hareketin terörizm yanlısı bölümü Narodnaya Volya (Halkın İradesi) adlı gizli örgüte dönüştü ve 1881 yılında Çar II. Aleksander’ın öldürüldüğü suikastı düzenledi.

Bu ortamda, Çarlık polisi, 1890’lı yıllarda, kendince akıllıca bir taktikle, Narodniklere karşı Marksistleri güçlendirmek için Marksist yayınlara ve örgütlere izin vermeye başladı. Bu dönem daha sonraları,  “Legal Marksizm Dönemi” olarak adlandırıldı.

Lenin, “Ne Yapmalı?”da, Legal Marksizm Dönemini şöyle değerlendirmiştir:

Yalnızca (devrimci) Narodnaya Volya’cılığın teorisini tehlikeli saymaya alışmış olan ve onun kendi içinde nasıl bir evrim geçirdiğini de her zamanki gibi fark edemeyen hükümet, bu akıma karşı yöneltilen her türlü eleştiriden hoşnut oluyordu. Hükümet olup bitenin ayırtına varana, beceriksiz sansürcüler ordusu ile jandarmalar, yeni düşmanı tespit edene ve üzerine çullanıncaya kadar, (bizim Rus ölçütlerimize göre) epey zaman geçti. Ama bu süre zarfında Marksist kitaplar birbiri ardına yayımlandı, Marksist dergiler ve gazeteler yayın hayatına başladı, hemen herkes Marksist oldu, Marksistler pohpohlandı, iltifata boğuldu; yayıncılar Marksist kitapların görülmedik şekilde artan satışlarından büyük sevinç duydular.” (“Ne Yapmalı?”, Evrensel Basım Yayın, Haziran 2011, sf. 36)

Legal Marksizm’in başlıca özelliği, Rusya’da kapitalizmin gelişmesinin zorunluluğunu vurgularken bu açıdan Narodnikleri ve eylemlerini eleştirirken, Çarlığa karşı devrimci sınıf mücadelesi hakkında bir şey söylememekti. Legal Marksistler, Marksizmin devrimci kanadına karşı baskıların yoğunlaştığı dönemde yayınlarına serbestçe devam ettiler ve Rus aydınları arasında yaygın bir etkisi bulunan Narodnizmin teorik ve örgütsel olarak çökertilmesine katkıda bulundular.

Bu arada Plehanov da, Narodniklerin öznel iradeciliğine karşı katı bir ekonomist nesnelciliği savunuyor ve tarihsel nedenselcilik görüşünü Marksizm adına ileri sürüyordu. Bu yanlış ve özünde Marksizm’e aykırı olan görüşler, Marksizm’in Rusya’ya ilk kez girdiği o günkü koşullarda ayrıntı olarak görülebiliyor ve fazla tartışılıp eleştirilmiyordu.

Bu arada, 1895’te yine Narodnikleri eleştiren bir başka kitap daha yayınlandı: “Halkçılığın Ekonomik İçeriği ve Bay Struve’nin Eserinde Eleştirilişi – Burjuva Literatüründe Marksizmin Yansıması” adını taşıyan bu kitap K. Utin imzasını taşıyordu ve çok kısa zamanda Çarlık sansürü tarafından toplatıldı. K. Utin, o zamana kadar yapılanlardan farklı bir eleştiri geliştirmişti. Ona göre, Narodnik programın ilerici ve gerici yönlerini ayırmak gerekiyordu. K. Utin’e göre, Nardoniklerin programında önerilen genel demokratik önlemler vardı ve bunlar Marksistler tarafından ciddiye alınmalıydı. Narodnikleri eleştirirken, onların gericiliğe karşı direnen militan demokratik çekirdeğini dikkatle ayırmayı öneren K. Utin, aslında daha sonra Lenin adını kullanacak olan Vladimir İlyiç Ulyanov adlı bir Marksist’ti.

Lenin’in Narodniklere karşı bu titiz tutumu, “Ne Yapmalı?”da da görülecektir.

Bu geniş eleştiri ve tartışma ortamının “Ne Yapmalı?”ya yansıyan özelliklerini şöylece özetleyebiliriz:

·                    Teorinin öneminin ve politik hareketle bağlantısının gösterilmesi,

·                    Marksist proletarya partisinin temel kıstaslarının belirlenmesi ve işçilerin diğer örgütlerinden farklı olarak taşıması gereken özelliklerin net olarak tespit edilmesi,

·                    İşçi sınıfı içinde Marksist propaganda ve ajitasyonun özellikleri, legal Marksist ve Narodnik ajitasyon ve propagandadan farkının temellendirilmesi.

Kısaca, “Ne Yapmalı?”, daha adından başlayarak, bir yeni başlangıç noktasında bulunulduğunu göstermeye yönelikti. Devrime doğru proletaryanın atacağı bu ilk adımların karakteri kesin bir dille ve eskiyi savunanları açıkça eleştirerek konulmalıydı.

“Ne Yapmalı?”nın yazımında yer yer sert ve küçümseyici, alaycı ve polemikçi bir dil kullanılmış olması da, bu başlangıç adımının bir özelliğiydi.

 

4. “Ne Yapmalı?”nın Amacı ve İçeriği

“Ne Yapmalı?”nın başlıca amacı;

·                    Devrimci parti örgütlenmesi ve bunun araçları

·                    Siyasi mücadelenin biçimleri,

·                    Ajitasyon ve propagandanın içeriği ve niteliği,

konularında ekonomistlerle Lenin’in tezleri arasındaki derin görüş ayrılıklarını açıklamak ve bunları bir örgüt ve çalışma planı halinde ortaya koymaktır.

“Ne Yapmalı?”da, yalnızca Rusya’da değil, o dönemdeki uluslararası sosyalist hareketin içinde bulunduğu durumun da ayrıntılı bir çözümlemesi yapılır. Burada, devrimci Marksizm’le, Marksizm’i devrimci özünden ayırmaya kalkışan oportünist akım arasındaki karşıtlık incelenir. Oportünizmin uluslararası işçi hareketi içinde yarattığı tehlikeye işaret edilerek, işçi sınıfının tarihsel görevini yerine getirebilmesinde, devrimci teorinin ve sosyalist bilincin belirleyici önemi gösterilir. Proletarya partisinin en önemli görevinin işçi sınıfı hareketiyle bilimsel sosyalizmin birleştirilmesi olduğuna dikkat çekilir.

Lenin’e göre, sosyalist politik bilincin işi sınıfı içinde yayılmasının yolu, burjuva ideolojisine karşı her alanda etkili bir mücadele yürütmekten geçmektedir.

“Ne Yapmalı?”da Lenin, Marx ve Engels’in işçi sınıfının devrimci partisinin ideolojik temelleri hakkındaki görüşlerini geliştirir ve devrimci bir partiyi inşa etmenin temel ilkelerini tespit eder, programının ve taktiğinin esaslarını gösterir.

 

“Ne Yapmalı?”nın koyduğu birinci ayrım noktası: Devrimci bir parti.

Geleneksel Alman sosyal demokrat parti geleneğini temsil eden Kautsky, Bernstein gibi eski önderler giderek kendiliğindenciliği ve tarihsel determinizmi Marksizmin yerine koyan bir kaderciliği geliştirmeye başlamışlar ve bu teorik çerçevede de, partiyi, “devrimci ama görevi devrim yapmak olmayan bir parti” olarak tanımlamışlardı.

Devrimci teori ve devrimci inisiyatife vurgu yapan bir bölümle başlayan “Ne Yapmalı?”, bu görüşün Rus sosyal demokrat hareketi içindeki uzantılarını hedef alıyordu.

 

“Ne Yapmalı?”nın koyduğu ikinci ayrım noktası: Politik bilincin önemine güçlü vurgu ve politikasızlık karşında kesin tavır.

Kautsky, partisinin devrim için hazırlanmasının ötesinde bir programının olmasını istemiyor, bunun sonucu olarak da, parti güncel sorunlar ve gelişmeler karşısında tamamen tavırsız kalıyordu. Ücretlerin yükselmesinin işçileri sosyalistlerden uzaklaştıracağını düşünüyor, hatta 1907’deki seçim yenilgisini, işçi ücretlerindeki artışa bağlıyordu.

Kautsky’nin Marksizme aykırı bu görüşlerine rağmen, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin örgütlenme ve çalışma tarzı, kitlelerle bağları ve işçi sınıfını yönetmedeki gücü, klasik bir model oluşturuyordu. Ayrıca Kautsky, Marx ve Engels’in yakın arkadaşı olarak da büyük bir prestije sahipti. Lenin, Kautsky’nin oportünist yönlerinin açığa çıkması için, onun emperyalist savaş karşısındaki tutumuna kadar bekledi. “Ne Yapmalı?” adlı eserinde ileri sürdüğü en önemli tezlerinde, onun görüşlerinden yararlandı.

İşçi sınıfına sosyalist siyasal bilincin dışarıdan verilmesi ilkesini formüle ederken, onun şu görüşünden yararlandı:

Modern sosyalist bilinç, ancak derin bilimsel kavrayış temelinde oluşabilir. Ancak bilimin taşıyıcısı, proletarya değil, burjuva entelejansiyasıdır. Dolayısıyla, sosyalist bilinç, proletaryada doğuştan varolan bir şey değil, sınıf mücadelesi içinde, ona dışarıdan verilen bir şeydir.” (Kautsky, Materyalist Tarih Anlayışı) Ancak Lenin, bu görüşü, aşağıda inceleyeceğimiz üzere,  daha ayrıntılı ve gittikçe derinleşen bir biçimde işleyecektir.

Lenin ve Kautsky arasındaki ilişki, Lenin’in 1914’ten itibaren, emperyalizm ve emperyalist savaş konularındaki görüşleri nedeniyle Kautsky’i eleştirmeye başlamasıyla koptu. Alman komünist hareketinin önde gelen kadın militanlarından Rosa Luxemburg, Kautsky’yi daha önce eleştirmeye başlamış ve Lenin ile arasında bu konuda bir tartışma da geçmişti. Lenin, 1914’te Rus Bolşevik Şliyapnikov’a yazdığı mektupta, “Kautsky oportünizmini, Rosa daha önce görmüştü” diye yazıyordu. Lenin’in Kautsky’ye karşı eleştirisinin gecikmesinde, onun Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin pratiğine büyük önem vermesinin payı vardı. Rus Narodnizminin kendiliğindenciliğine karşı, Alman teorisyenliğini ve örgütçülüğünü bir model olarak benimsiyordu ve bu, Alman partisinin kimi hataları karşısında, bir ölçüde esnek davranmasına yol açıyordu.

“Ne Yapmalı?” Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin teorik birikimi ve örgütlenme pratiğini Rusya koşullarına uygulamanın sonuçlarını taşır. Bu bakımdan, aynı zamanda, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Marksizmin temel tezlerini Ortodoks tarzda benimsemesinin yol açtığı eksikliklerinin ve oportünist hataların yakında görülmesini de kolaylaştıran bir içeriği vardır.

Rus sosyal demokrasisinde Lenin’in tespit ettiği iki başlıca eksiklik vardı:

1) Örgütsel dağınıklık.

2) Sübjektivizm ve kendiliğindencilik.

Alman Sosyal Demokrat Partisi ise, teorik birikimi ve politik deney zenginliği ve örgütsel gelenekleriyle tanınıyordu.

Eserde üzerinde durulan en önemli tezlerden birisi, işçi sınıfına önderlik edecek bir partinin görevini yerine getirebilmesi için ideolojik birliğinin yetmeyeceği, bunun örgütsel birlikle tamamlanması gerektiği yolundaki tezdir.

Aşağıda “Ne Yapmalı?”, her bölümde yer alan önemli tezler bakımından özetlenmiş ve her bölümün anlaşılması için başlıca önemli konular, sorular halinde çalışma konusu yapılmıştır.

 

“Ne Yapmalı?”nın Planını İzleyerek Özet ve Temel Tezler

Bir: Dogmacılık ve Eleştiri Özgürlüğü

Birinci bölüm, “Ne Yapmalı?”nın yazılmasına yol açan uluslararası koşulların kısa bir özetini verir. Özellikle Bernstein revizyonizminin Avrupa’da sosyal demokrat çevrelerde egemen olmaya başlaması ve Rus Sosyal Demokrat Partisi içinde de, bu görüşlerin gittikçe daha çok destek bulur olması, “Ne Yapmalı?”nın genel içeriğini belirlemiş ve Lenin, mücadelesinin yalnızca Rusya’daki partinin iç ilişkilerinden ibaret olmadığını, oportünizmin uluslararası bir karakter gösterdiğini hatırlatmak için böyle bir girişe ihtiyaç duymuştur.

Birinci bölüm, dört ana kesimden meydana gelmiştir:

a) Eleştiri özgürlüğü ne demektir?

b)Eleştiri özgürlüğünün yeni savunucuları

c) Rusya’da eleştiri

d) Teorik mücadelenin önemi üzerine Engels

İlk iki kesim, dönemin dünya devrimci işçi hareketi içindeki başlıca tartışma konularını, tartışan tarafların görüşlerini özetler ve Lenin’in bunlar karşısındaki tavrını gösterir.

Birinci bölümde, eserin daha sonraki bölümlerinde ileri sürülen tezleri anlamak için üzerinde dikkatle durulması gereken noktalar şunlardır:

– Marksizmin devrimci özü ile oportünist, işbirlikçi revizyonizm arasındaki fark ve Bernstein oportünizminin başlıca özellikleri.

– Rus sosyal demokratlarıyla Bernstein revizyonizmi arasındaki ilişkiler.

– Devrimci teori ile devrimci eylem arasındaki ilişki.

– İşçi sınıfı ve sosyalist bilinç sorunu.

Bu bölüm incelendikten sonra, okuyucu, şu konular hakkındaki bilgisini sınamalıdır:

– Çarlık otokrasisine karşı devrimci Marksist eleştirinin boyutları ve içeriği ne olmuştur?

– “Legal Marksistler”in, Rusya’da Marksizmin gelişmesinde oynadıkları rol ve bu akımla illegal Marksist hareket arasındaki ilişki nedir?

– Burjuva demokratlarla ittifakın ilkeleri ve “illegal ekonomistler”in bu konudaki hataları nelerdir?

– Legalizmle, legal olanakları kullanma taktiği arasındaki fark nedir?

– Ekonomistlerin, teorik mücadeleyi küçümseyişlerinin içeriği ve sonuçları nelerdir?

İki: “Kitlelerin Kendiliğinden Hareketi ve Sosyal Demokratların Bilinçliliği”

Bu bölüm:

a) Kendiliğinden Kabarışın Başlangıcı

b) Kendiliğindenliğe Tapma ve Raboçaya Mısl

c) Öz Kurtuluş Grubu ve Raboçyeye Dyelo

başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşmaktadır.

Bu bölümde Lenin, başından beri, Rus sosyal demokrat ve halkçı hareketine egemen olan kendiliğindenciliğin tarihsel bir özetini vererek, Iskra’ya yöneltilen küçük burjuva eleştirileri yanıtlar. Bu sırada, Marksizm’in kitle hareketinin nesnel durumu ile bilinçli öncünün ilişkisi üzerine önemli tezlerini inşa eder.

Bu bölümün ele aldığı temel sorun, uyanan sanayi proletaryasının harekete verdiği güçle, devrimci önderlerin bilinç ve inisiyatif yoksunluğunun harekete kattığı zayıflık arasındaki çelişmedir.

a) Kendiliğinden Kabarışın Başlangıcı başlığını taşıyan ilk kesimde, Rusya’da işçi hareketinin kendiliğinden gelişmesinin tarihçesi ve değişik dönemlerdeki özellikleri anlatılır. Bu kesimin en önemli tezi, işçiler arasında sosyalist siyasal bilincin kendiliğinden doğamayacağıdır. Burada Lenin, sosyalist teorinin inşasına ilişkin süreçleri ve işçilerin bu sürece katılma olanaklarını inceleyerek, ekonomistlerin kendiliğinden gelme hareket önünde “kölece boyun eğmelerinin” yol açtığı siyasal sonuçları sergiler.

b) Kendiliğindenliğe Tapma ve Raboçaya Mısl” başlıklı ikinci kesimde, ekonomizmin temsilcisi olan Raboçaya Mısl gazetesi tarafından ileri sürülen “ekonomik mücadelenin sosyalizmden ve her türlü siyasetten daha değerli” olduğu görüşü eleştirilir.

Lenin, burada, sosyalist teorinin inşasında “mülk sahibi sınıflardan gelen aydınların” rolünü değerlendirir.

c. Öz Kurtuluş Grubu ve Raboçyeye Dyelo”, başlığını taşıyan üçüncü kesimde, küçük fakat etkili bir ekonomist grubun görüşleri eleştirilir.  Burada, herhangi bir yığın hareketinde, sıradan bir grevde, kendiliğinden gelme özellikler karşısında Marksistlerin tutumuyla ekonomistlerin tutumu kıyaslanır. Lenin gösterir ki, kendiliğindencilik demek, aynı zamanda plan ve programdan yoksun olmak demektir.

Bu kesimde Lenin, sık sık ekonomistlerin görüşlerinden alıntılar yaparak eleştirmektedir. Okuyucu, bu alıntılarda sergilenen görüşlerdeki temel hataları, Lenin’in eleştirilerini okumadan önce kendisi bulmaya çalışarak, sonra da kendi eleştirileri ile Lenin’in eleştirilerini kıyaslayarak kendisini sınayabilir. Ekonomistlerin, çarpıtmalar ve geriliklerle dolu tezlerini, Marksizm’in temel tezlerine dayandırmaya çalışarak nasıl gizlediklerini görebilmek için, böyle bir deneme son derece yararlı olacaktır.

Bu bölümde, şu özelliklere dikkat edilmeli ve sorular yanıtlanmalıdır:

– Kendiliğinden hareketin tanımı.

– Kendiliğinden hareketin değişik görünümleri.

– Kendiliğinden hareket içinde bilinç unsurunun tohum halinde bulunması ne demektir?

– “İşçi sınıfına bilincin dışarıdan verilmesi” ilkesinin birinci anlamı.

– Ekonomizm, “trade-unionculuk”, ekonomizm ve kendiliğindencilik ile örgüt-parti, ideoloji arasındaki ilişki.

– Plan ve taktik kavramlarına kendiliğindenci ve Leninist tarzda yaklaşımın farkları (Öznel planlar hazırlayan birisi, neden nesnel durumu küçümsemekle suçlanamaz? (sf. 67)

– Son paragraf, bütün bölümü özetler. (sf. 72)

Üç: Trade-Unioncu Politika ve Sosyal Demokrat Politika

Üçüncü bölüm, teorik görevleri küçümseyen ve kendiliğindenci eğilimleri “eleştiri özgürlüğü” sloganıyla örten çevrelerin görüşlerinin siyasal görevler ve örgütlenme çabasında kendisini nasıl gösterdiğini incelemektedir. Bu bölümün temel konusu, ekonomik mücadele ile siyasi mücadele arasındaki farklılıklar ve ilişkilerdir.

Giriş paragrafında, en önemli görüş, siyasi pratiğin içeriği hakkında yapılan ayrımdır. Ekonomistlerin, siyaseti tümüyle reddettikleri görüşünün yanlış olduğunu söyleyen Lenin, asıl üzerinde durulması gereken noktanın, ekonomistlerin benimsedikleri siyasi çizginin, “trade-unioncu” içeriğinin saptanması olduğunu söylüyor.

Bu bölüm altı kesimden oluşmaktadır:

a) Politik Ajitasyon ve Bunun Ekonomistlerce Daraltılması

Bu kesimin okunmasında dikkat edilecek eleştiri noktaları şunlardır:

– İktisadi çalışma ve meslek koşullarının teşhirinin önemi.

– Teşhirin başarılı olmasının temel koşulu ve bu koşul olmadığı zaman karşılaşılan eksiklik ve zayıflıklar. (sf. 77)

– İktisadi mücadeleyle sınırlanmaktan kaçınmanın gerekçeleri.

– Siyasal ajitasyonun içeriği.

– İktisadi mücadele ile siyasi mücadele arasındaki ilişkiler (Siyasi mücadele, iktisadi mücadelenin gelişmiş biçimi midir? Siyasi ajitasyon iktisadi ajitasyonu izlemeli midir? vd.) Bu konuyla ilgili olarak ayrıca sf. 98’e bakınız.

Şu soruları cevaplayınız:

– Aşamalar teorisi neden oportünisttir?

– “Ekonomik mücadelenin kendisine politik bir nitelik kazandırmak” görüşü neden yanlıştır? (sf. 81)

– Öyleyse reformlar uğruna mücadele sosyalistler için ne ifade eder?

b) Martınov’un Plehanov’u Nasıl Derinleştirdiğinin Hikâyesi

Bu kesimde Lenin, Martınov’un “Plehanov’u derinleştirmek” adına, aslında onu nasıl tahrif ettiğini gösterir.

Bu kesimi okuduktan sonra aşağıdaki sorulara cevap veriniz.

– Propaganda ve ajitasyon arasında ne fark vardır?

– Martınov, bu kavramları nasıl bozmuştur?

c) Politik Teşhirler ve Devrimci Etkinlik Eğitimi

– Bu kesimde Lenin, “iktisadi mücadelenin kendisine siyasal nitelik kazandırma” kavramı üzerinde yeniden duruyor. Bu anlayışın oportünist içeriğini belirleyen başlıca unsurlar nelerdir?

– Siyasal teşhir kampanyalarının başlıca konuları (sf. 89)

– İşçiler aydınlardan ne bekliyorlar? (sf. 92-93)

d) Ekonomizm ile Terörizm Arasındaki Ortak Nokta Nedir?

Bu kesimde Lenin, ekonomistlerle, terörü bir siyaset biçimi olarak benimseyen “Devrimci Sosyalistler” arasındaki iç bağıntıya dikkat çeker. Her ikisi de, “devrimci eylem için eğitim” sorununda ortak bir tutum takınmışlardır. (Açıklayınız, bu ortak tutumun içeriği nedir?)

Her iki akımın ortak yönlerini sergileyen Lenin, ikisinin de işçi sınıfı hareketine aynı uzaklıkta durduğunu gösterir. Ekonomistlerin kendiliğindenciliği ile terörcü Sosyalist Devrimcilerin kendiliğindenciliği arasındaki bağın eleştirisinden yola çıkan Lenin, Marksistlerin devrimci eylem ve sınıf hareketi arasındaki ilişkiyi nasıl ele almaları gerektiğini inceler:

Rus yaşamında yeteri kadar zorbalık yok mu ki, özel ‘sarsıcı’ araçlar icat etmeye gerek olsun?” Bu eleştiriyi Türkiye devrimci hareketinin geçmişteki kimi tezleriyle kıyaslayın. Özellikle, Mahir Çayan’ın geliştirdiği “suni dengeyi kırmak” kavramıyla bu anlayış arasındaki benzerliği inceleyin.

Öte yandan, Rusya’da egemen olan keyfi zorbalıklar karşısında bile sarsılıp harekete geçmeyen ve geçirilemeyecek olan kimselerin, hükümet ile bir avuç terörist arasındaki düelloyu ‘kollarını göğsünde kavuşturup’ sakinlikle izleyecekleri açık değil midir?” (sf. 97) Bu cümleyi, Türkiye’de tek mücadele biçimi olarak “devrimci şiddeti” seçen grupların eylemi açısından değerlendirin.

– “Teröristler, devrimci faaliyet ile işçi hareketini bir bütün halinde birleştirmeyi beceremeyen veya bu olanağa sahip olmayan aydınların tutkulu başkaldırısının kendiliğindenliğine taparlar” sözünü açıklayın.

– “Ne terör, ne de iktisadi teşhir, siyasi ajitasyonun örgütlenmesinin yerini alabilir.” Bu cümleyi açıklayın.

e) Demokrasi Mücadelesinin Öncü Savaşçısı Olarak İşçi Sınıfı

Bu kesim, önce, burjuva demokratik devrimde işçi sınıfının rolü sorununu ele alır. Ekonomistler, devrimin burjuva karakterde olacağını ileri sürerek, işçi sınıfının görevini, burjuvaziyi desteklemekle sınırlı görmektedirler. Lenin ise, demokratik devrimde işçi sınıfının önder rolünü ileri sürmekte ve bunu yerine getirebilmesi için sınıfın siyasal eğitiminin önemini vurgulamaktadır.

Bu bölümde özellikle dikkat edilmesi gereken tezler, “işçi sınıfına siyasal sosyalist bilincin dışarından verilmesi” ilkesinin açıklanmasına yönelik olan tezlerdir. Türkiye’de bu ilke, genellikle, aydınların işçi sınıfına bilinç götürmesinden ibaret bir içerikle anlaşılmaktadır. Bu ilkenin tam ve doğru anlaşılmasını sağlayacak olan diğer iki unsur, bu bölümde açıklanmaktadır. Özel bir dikkatle ve tartışılarak okunmalıdır. Ayrıca, bu bölümün ve “bilincin dışarıdan verilmesi” ilkesinin daha iyi anlaşılması için, “Markizmde Temel Kavramlar” adlı broşürün ve “Proletaryanın Sınıf Mücadelesinin Üç Temel Biçimi” başlıklı bölümünden yararlanılabilir.

– İşçi sınıfına siyasal sosyalist bilincin dışarıdan verilmesinin ikinci (ve esas) anlamı. (sf. 99)

– “Dışarıdan” kavramının üçüncü yönü. (sf. 101)

– Öncünün siyasetinin niteliği ne olmalıdır? İşçi sınıfının burjuva siyaseti ne demektir? (sf. 103)

– Halkın bütün sınıfları içinde çalışma ne demektir?

f) Bir Kez Daha İftiracılar, Bir Kez Daha Aldatmacılar

Bu kesimin konusu, ekonomistlerin Lenin’in eleştirileri hakkındaki cevaplarıdır. Lenin, “işçi hareketinin burjuva demokrasisinin bir aletine dönüştürülmesi için dolaylı olarak zemin hazırlamakla” suçladığı ekonomistlerin saldırılarını cevaplandırırken, trade-unioncu siyaset ile sosyal demokrat (Marksist) siyaset arasındaki farkları bir kez daha özetler. Her iki siyasetin yol açacağı sonuçları gösterir ve işçi sınıfının devrimci siyasetinin özellikleri hakkında açık önerilerde bulunur.

Dört: Ekonomistlerin Amatörlüğü ve Devrimcilerin Örgütü

Bu bölüm, Leninist parti teorisinin bütün ilkelerini ve işçi sınıfı hareketiyle siyasal örgüt arasındaki ilişkinin sorunlarını evrensel ölçekte ele alan tezleri içerir. Bu bölüm “Ne Yapmalı?”nın devrimci eylem, siyasal bilinç ve eğitim sorunlarından sonra, örgütlenme sorununu derinlemesine ele aldığı bölümdür.

Bu bölüm okunup incelendikten sonra aşağıdaki konuları tartışınız:

– “Ekonomizmin, yalnızca siyasal olarak yanlış olmakla kalmayıp, örgütsel görevler bakımından da dar görüşlülüğe yol açacağı” düşüncesini açıklayınız.

– “Bir örgütün niteliğini belirleyen şey, onun eyleminin niteliğidir” sözü ne anlama gelmektedir?

a) Amatörlük Nedir?

– Çok iş yapmak, ama plansız yapmak ve ilk hamlede yenilmek!!! Plansızlık.

b) Amatörlük ve Ekonomizm

– Ekonomizmin örgütsel alandaki yansımaları nelerdir?

– İlkellikle çalışılan alanın niteliği arasındaki ilişki nedir?

– Amatörlük, ekonomist siyasal eylem ve yığınların geri kesimleriyle ilişki içinde nasıl köklenmektedir?

– Lenin, profesyonel devrimcilik kavramını nasıl tanımlamaktadır?

Bu bölüm, ayrıca, “illegal grev”, “siyasi polise karşı özel mücadele” gibi ilginç konuları da ele almaktadır.

c) İşçiler Örgütü ve Devrimciler Örgütü

Bu bölüm, devrimci işçi sınıfı partisinin temel özelliklerini açıklar. Anlaşılması gereken temel tez şudur: “Sosyal demokrasinin politik mücadelesi, işçilerin işverenlere ve hükümete karşı ekonomik mücadelesinden çok daha geniş ve karmaşıktır.” Lenin burada, sendikal örgütlenme ile siyasal örgüt arasındaki farkı ele alır. Legal ve illegal mücadele biçimleri arasındaki farkı ve ilişkileri, siyasal mücadele ekseninde inceler.

Ekonomistlerle teröristler arasındaki benzerlik de, bu bakımdan yeniden gösterilir. Komünist devrimci militanlık anlayışını açıkladığı paragraflar, 1903’te yapılacak kongredeki ayrılıkların temelinde bulunacak olan görüşleri de içerir.

Bu bölümde dikkatle incelenmesi gereken konular şunlardır:

– İşçilerin her türden örgütü ile siyasal örgütü arasındaki farkların baskı koşulları tarafından silinmesi… (“özgür ülkelerde, sendika örgütlerinin sosyal demokrat parti örgütleriyle bir örtüşmesi söz konusu olamaz” Bu cümleyi açıklayın.) (sf. 131)

– Sendikacılıkla particiliğin kaynaşması düşü…

– Sendikaların bileşimi (132)

– Sendikalarda bürokrasi ve gizlilik (136)

– Devrimciler örgütünün asıl işlevi ne olmalıdır? (138)

d) Örgütsel Çalışmanın Kapsamı

Bu bölümde, profesyonel tarzda çalışacak gerçek bir Marksist partinin yapması gereken işlerin Rusya koşullarında neler olacağını gösteren bir döküm çıkartılır. Mevcut durumda ekonomistlerin kendiliğindenciliğinin, ilkelliğinin ve amatörlüğünün bu görevlerin yerine getirilmesini nasıl önlediği gösterilir.

– Devrimci örgütün büyüme sorunları: “Adam yok!”

– “Bilindiği üzere savaşta, yalnızca ordunuza kendi gücüne güven aşılamakla kalmayıp, düşmanı ve bütün tarafsız unsurları da bu güce inandırmak, belirleyici bir etkendir;” Bu cümleyi açıklayın ve örnekleyin.

– İşçilerin devrimciler düzeyine yükseltilmesi ne demektir?

– Kadroların eğitim sorunları (düzeyler arasında ayrım vs.)

– Parti dışı gruplarla profesyonelce ilişkilerin ilkesel koşulları nelerdir?

e) Komplocu Örgüt ve Demokrasicilik

Bu bölüm okunup incelendikten sonra şu sorular cevaplanabilmelidir:

– Lenin’in, “komplocu”, “Narodnik” olarak suçlanmasının nedenleri nedir?

– Güçlü bir devrimci örgütle siyasal savaşımın geniş görevlerinin yerine getirilmesi. (“biçim olarak dar, pratik olarak geniş” kavramını açıklayın, örnekleyin)

– Menşeviklerin ileri sürdüğü “demokrat nitelikte, gevşek ve geniş” örgüt biçimiyle, Lenin’in önerdiği örgüt modelini kıyaslayın.

f) Yerel Çalışma ve Rusya Genelini Kapsayan Çalışma

Bu kesim, Lenin’in mücadele anlayışının, bir siyasal parti önerisiyle birlikte ortaya koyduğu eleştirilerinin yeni bir düzlemde ele alınmasını içerir. Lenin, siyasi mücadelenin, merkezi bir örgüt eliyle ve bütün Rusya çapında ele alınması gerektiğini düşünmektedir. Güçlü bir merkezden yönetilecek “devrimciler örgütü” fikri, ekonomistlerin yerel mücadeleleri öne çıkaran anlayışının tam karşıtıdır. Lenin, sorunu merkezi ve yerel gazeteler örneği üzerinden tartışır. Rusya çapında bir illegal yayının nitelikleri hakkında ilk ipuçlarını burada verir. Değişik bölgelerdeki işçilerin çeşitli sorunlarına ait doğru bilgileri elde etmenin ve bunlar hakkında Rusya çapında yayın yapmanın gerekliliği üzerinde durur.

Bu bölümde özellikle, hareketin alçalış ve yükseliş dönemlerinde yerel ve Rusya çapında çalışmanın özellikleri ve bunların birleştirilmesi çabalarına dikkat edilmelidir.

Beş: Tüm Rusya İçin Bir Politik Gazete Planı

Bu bölümde, başlıca şu görüşler açıklanır:

– İç bağlantısı Rusya çapında bir gazete tarafından sağlanan bir örgüt.

– Parti mi gazeteyi yaratır, gazete mi partiyi?

Bu bölüm üç alt başlık içermektedir.

a) Nereden Başlamalı? Makalesinden Kim Alındı?

– Ekonomistler, genel bir parti örgütü planından neden rahatsız olmaktadır?

b) Bir Gazete, Kolektif Bir Örgütleyici Olabilir mi?

– Ekonomistlerin kendiliğindenciliği ile kolektif örgütleyici bir gazete düşüncesi neden çelişmektedir?

c) Hangi Tip Örgüte İhtiyacımız Var?

Bu kesimde söylenenler, kitap boyunca savunulan bütün görüşlerin ve tezlerin gelip dayandığı son noktayı gösterir.

Yükselen yığın hareketinin kendiliğinden niteliği ile Rus Marksistlerinin bilinç ve inisiyatif geriliği arasındaki çelişmeyi çözecek tek bir yol vardır: Bütün Rusya’yı kapsayacak tek bir devrimciler örgütü!

Şu cümlelerin anlamlarını açıklayınız:

– Hemen saldırıya geçmeyi reddediyoruz. “tüm çabaların düzenli bir ordunun toplanması, örgütlenmesi ve seferber edilmesine yöneltilmesi…”

– “Günlük çalışmamızı her zaman yürütmeliyiz ve daima her şeye hazırlıklı olmalıyız.”

– Lenin, “Tüm Rusya için bir politik gazete planı” ile bir halk ayaklanmasının hazırlanması arasında nasıl bir ilişki kurmaktadır?

Sonuç

Bu son bölüm, Lenin tarafından adeta, kitabın bütün kapsamının bir özeti olarak tasarlanmıştır. Okuyucu, kitap hakkında tam bir bilgi edinebilmek için, bu bölümü ilk önce okuyabilir. Rus sosyal demokrasisinin tarihi belli başlı dönemlerin özellikleri içinde anlatılır. Bunlar, “Ne Yapmalı?”nın yazılış gerekçesini açıklamaktadır.

– Rus devriminin başlıca gelişme evreleri nelerdir, her dönemde hangi mücadele biçimleri ve taktikleri kullanılmıştır?

– “Üçüncü dönemi tasfiye etmeli!” Kitabın bu son cümlesinin anlamını açıklayın.

 

Kitaba ilişkin genel sorular

–   İşçi sınıfının iktisadi çıkarları için mücadelesinin öneminden yola çıkarak, ekonomistler iktisadi mücadelenin belirleyici olduğu sonucuna ulaşırlar. Lenin’e göre, iki kavrayış arasındaki fark nedir? Örneğin Raboçyeye Dyelo’nun sf. 78/79’te özetlenen görüşleri neden yanlıştır?

–   Ekonomistlerin savunduğu “siyaset” nasıl bir siyasettir?

–  Kendiliğinden hareketin bir unsuru olarak doğan ekonomik teşhirin hangi koşullarda sosyalist, hangi koşullarda sosyalist olmayan bir harekete yol açacağını anlatın.

–   Aşamalar teorisi nedir? Bu teori ile kendiliğindencilik arasında ne ilişki vardır?

–   “İktisadi mücadeleye siyasi nitelik kazandırmak” anlayışını eleştirin.

–   Propaganda ile ajitasyon arasında farkı açıklayın.

–  Ekonomizm ile terörizm arasındaki benzerliğin kökü nedir? Terör yöntemlerinin işçileri bilinçlendireceği yolundaki iddialar karşısında Lenin’in eleştirisini özetleyin.

–   Demokratik devrim sürecinde işçi sınıfının diğer halk kesimlerine karşı görevleri nelerdir? Bu görevleri işçi sınıfının sosyalist bilinci bakımından yorumlayın.

–  “İşçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç dışarıdan verilir” ne demektir? Lenin’e göre, bu ilkenin unsurları nelerdir?

–   “İlkellik”, “amatörlük” ve “profesyonellik” kavramlarını Lenin nasıl tanımlıyor? Bu kavramlarla ekonomizm arasında ne gibi bir ilişki vardır?

–    Leninist parti teorisi ile “süreç olarak taktik” ve “aşamalar teorisi” neden birbirine karşıttır?

–  Merkezi bir örgütün ve gazetenin devrimci sosyalist mücadele bakımından taşıdığı önemi Lenin’in görüşlerine uygun olarak açıklayın. Günümüzde ve ülkemizde bu görüşlerin geçerli olup olmadığını tartışın.

–     Rus sosyal demokrasisinin 1902 yılına kadar geçirdiği başlıca dönemleri özetleyiniz. Üçüncü dönemin özellikleri nelerdir? “Ne Yapmalı?”nın bu dönemsel özellikler bakımından önemi nedir?

Ev Eksenli Çalışma ve Kadın Emeği

Neoliberal ekonomi politikaların en önemli sonuçlarından biri olan esnek ve kayıt dışı çalışmanın son birkaç on yıldır yaygınlaşması ve genişlemesiyle birlikte, ev eksenli üretim ve çalışma tarzı da bu alanın en önemli dayanaklarından biri haline geldi. Çalışma konusunun dağınıklılığı ve disiplinler arası yapısından dolayı bu alanda giderek artmakla birlikte hala çok kısıtlı sayıda ve yeterlilikte akademik, bilimsel ya da sendikal çalışma mevcut. Ev eksenli çalışan işçilerin çoğunlukla kadın ve göçmen olması, meseleyi ekonomik tartışmalar dışında birçok sosyolojik ve demografik tartışmanın da konusu haline getiriyor.

Çalışma ekonomisi açısından bakıldığında uluslararası alanda dönen tartışmaların başında iş tanımının yapılmasındaki sıkıntı dile getiriliyor. Ev eksenli çalışanların istihdam edilme biçimlerinin farklılaşması, onların “kendi hesabına çalışan” ya da “bağımsız çalışan” işçiler olarak tanımlama eğilimini gösteriyor. “Ev eksenli çalışan” tanımının içerisinde “bağımlı işçi” ve “bağımsız çalışan” gibi ayrımlar yapılmaya çalışılıyor. Elbette ki bu tartışmalar ideolojik olarak liberalizmin “işçi emeğini satıp satmamakta özgürdür” söyleminin bir başka pratik örneğinden öteye gidemez. Çünkü, kapitalizmin doğuş aşamasından itibaren mülküzleştirilmiş işçi sınıfı, küçük toprak sahibi köylü üretici ve irili ufaklı tüm üretim ve hizmet sektörleri kapitaliste bağımlı hale getirilmiştir. Günümüzde ev eksenli çalışmayı bilimsel bir şekilde analiz edebilmek ve mücadele dayanaklarını ve olanaklarını doğru bir şekilde tespit edebilmek için, toplumsal cinsiyetle sınıfsal sömürünün en çok iç içe yaşandığı bu alanın tarihsel sürecini iyi anlamak gerekmektedir.

Dünden Bugüne Ev Eksenli Çalışma

Her toplumsal dönüşüm ve bu dönüşümlerin sonuçları dünya coğrafyasında zamansal, mekansal ve şekilsel farklılıklar gösterir. Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda ev eksenli çalışmanın dinamiklerini ve evrimini kabaca ‘evrensel’ olarak etiketlemek yanlış gözükebilir. Örneğin, ev eksenli çalışma ve sanayi üretimi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ekonomik dinamikleri, çalışma koşulları veya çalışanların demografik özellikleri, bu ülkelere bağımlı yoksul ülkelerdekinden farklılaşır. Ne var ki, üretim ilişkilerindeki ve üretim ilişkilerine kadının katılım biçimindeki değişimi belirlemek açısından, bu çalışma ve üretim tipinin temel yapısındaki radikal değişimlerle sonuçlanan bazı noktaları belirlemek bir ihtiyaçtır. Bu yazıda, ev eksenli çalışma açısından temel olarak iki tarihsel dönüşüm süreci ele alınacaktır: Sanayi Devrimi ve 1970’lerdeki ekonomik bunalım. Buna bağlı olarak da ev eksenli çalışmanın üç tarihsel nitelendirmesinden bahsedebiliriz.

1. Sanayileşme öncesi aile-temelli tarımsal üretim

2. Sanayileşme sonrası ev endüstrisi[1]

3. Esnek çalışmanın güncel bir örneği olarak ev eksenli çalışma

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, kapitalizm öncesi üretim biçimleri ve ilişkilerinin ortak bir özelliği olan ev-işyeri ve aile(akrabalık)-üretiminin birleşik yapısının sanayileşme öncesi erken kapitalist dönemde bir dereceye kadar korunduğunu belirtmiştir. Bu dönemde aile üretici/üretken bir ekip olarak karşımıza çıkar. Cinsiyete dayalı iş bölümü daha belirgin olarak ailenin iç işlerini kadının ve dış işlerini de erkeğin idare etmesi biçiminde kendini gösterir. Yani, ekip biçilebilir arazi işleri ve/veya hayvan otlatma gibi işler ‘evin reisi’nin kontrolündeyken ev içi ekonomiye dair tanımlanabilecek her türlü iş ‘evin hanımı’nın sorumluluğundadır. Her ne kadar cinsiyete dayalı bu iş bölümü ev-işyeri ayrımını ortaya koyar görünse de, kapitalizm öncesi (haraçlı) toplumda ailenin ev-işyeri bütünlüğünü temsil eden bir birim olmasının altındaki neden ailenin üretim araçları üzerindeki tam tahakkümüdür. Bu tahakkümün en önemli sonuçlarından biri, ailenin üretim ilişkilerinde önemli ölçüde bağımsız üretici bir birim olmasıdır. Diğer bir deyişle, ailede merkezileşen, üretim araçları üzerindeki bu tahakküm ev-işyerinin bütüncül yapısının oluşmasına (ve devamlılığında), dolayısıyla da ailenin bağımsız üretken bir güç olarak şekillenmesine zemin hazırlamıştır.

Bundan hareketle, üç saptama yapılabilir. Birincisi, cinsiyete dayalı iş bölümü henüz aile sınırları içerisinde kalmış, yani tam anlamıyla toplumsallaşmamıştır. İkincisi, ailevi (akrabalık, karı-kocalık, vb.) ilişkiler ve üretim ilişkileri mekansal olarak evde birleşmiştir ve iç içe geçmiştir. Üçüncüsü, ailenin üretim araçları üzerindeki tahakkümünden kaynaklanan bağımsızlık, kadına ev içerisinde kısmi bir bağımsızlık sağlarken, ev dışında tamamen kocasına bağımlı olması üretim ilişkilerine katılımında sadece kısmi bir özerklik getirmiştir.

Marx’ın “basit kapitalist işbirliği” (co-operation) olarak adlandırdığı sanayileşme öncesi kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç aşamasında, aynı türden metayı aynı anda ve bir ve tek kapitaliste bağımlı olarak üreten işçilerin bir araya geldiği fabrikaların ilkel formları diyebileceğimiz küçük atölyelerin kurulmasıyla, ev-işyeri ayrımının ilk nüveleri ortaya çıkmıştır. (Capital,1. cilt, s. 305) Bu aynı zamanda, yeni doğan kapitalist sınıfla girdiği rekabette yenik düşen eskiden kendi hesabına çalışan köylü üretici ailelerin bağımsız karakterinin çözülmeye başlamasını da beraberinde getirmiştir. Kapitalist üretim biçiminin doğuşu eskinin tarım-temelli aile üretimini baskılamış ve zamanla kendine tabî kılmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak sanayileşme dönemine kadar olan bu geçiş sürecinde, kadının üretim ilişkilerine katılımı birkaç nedenden dolayı zayıflamıştır. Birincisi, kadının sorumluluğundaki ailenin iç ekonomisinin üretim ve ev idaresinden oluşan alanı, ev-işyeri ayrımının peyda olmasıyla birlikte daralmış, ve sadece ev işleri (temizlik, yemek pişirme, vb.) çocuk ve yaşlı bakımı, annelik gibi bugün genel olarak ev içi görünmez emek diye adlandırılan işlerin toplamına indirgenmiştir. Bir başka neden olarak, henüz makineleşmenin gelişmediği bu dönemde gerekli iş gücünün kas gücü olmasından dolayı kadının ücretli emek piyasasına girişinin ertelenmesi gösterilebilir.

Basit kapitalist işbirliği sürecindeki üretim içi iş bölümünün örgütlenmemiş karakteri erken manifaktür dönemde örgütlenmiş bir karaktere bürünmeye başlar. Bir ve aynı türden metanın üretiminine dayalı üretim süreci vasıflı-vasıfsız emek ayrımıyla paralel örgütlenmiş bir iş bölümünü ortaya çıkarır. Üretim sürecinin, işçi tarafından sürekli tekrarlanan bir ve aynı basit parçalara bölünmesi, yani parça başı iş, erken manifaktür döneminin temel karakteristiklerinden biridir. Marx, bu dönemde, iş yerindeki bu basit iş bölümünün topluma yansıdığını ve yeni tip bir toplumsal iş bölümünün ortaya çıktığını savlar (339). Bir yandan, belirginleşen ev-işyeri ayrımı, erkeğin proleterleşmesi ve kadının ‘ev kadını-laş(tırıl)ması’ ile cinsiyete dayalı iş bölümünü yeni bir biçime sokarken; diğer yandan da -bağımsız- tarımsal aile üretiminin çözülmesiyle kapitalist üretimin doğuşunun kesiştiği bu dönemde hala hayatta kalabilmiş üretici aileler kapitaliste bağımlı hale gelmiştir. Erken manüfaktür dönemde bu ilişki başlıca iki sistemle hayata geçirilmiştir: üretimin hammaddesinin kapitalist tarafından sağlandığı ve küçük toprak sahibi üreticilerin parça başı ücretlendirilerek kapitaliste bağımlı kılındığı Kauf sistemi (Kaufsystem); sanayileşmeye doğru gidilen süreçte mülksüzleştirilen topraksız ev eksenli proleterlerin kapitalizmin işletme ve ticaret döngüsündeki ihtiyacına karşılık verdiği Verlag sistemi (Verlagsystem) (Secombe, 181-2). Sanayileşme öncesindeki bu iki sistem, birçok kişi tarafından ev eksenli üretimin tarihsel biçimleri olarak kabul edilir.

Kapitalist üretim biçiminin tarihsel gelişimi açısından, Sanayi Devrimi tarihi bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Marx, makineleşmenin doğuşunu geri dönüşü olmayan bir sürecin başlangıcı olarak vurgularken, fabrikayı da makineleşmenin belirli bir sistemde örgütlenmiş formu olarak betimler. Kapitalizmin giderek daha da rekabetçileşen ortamında, makineleşme, seri üretimle üretimin, dolayısıyla en yüksek kar marjının elde edilmesini sağlarken, diğer yandan üretim maliyetlerini artırmıştır. Böylece, kapitalist mümkün olan en ucuz emeği işe alma uğraşına girmiştir. Kas gücü ihtiyacından arınan makineleri kullanabilecek yeterlilikteki kadın ve çocuk emeğinin ücretli emek piyasasına kitlesel katılımının maddi koşulları böyle oluşmuştur. Basit kapitalist işbirliği sürecinde ilk nüveleri oluşan ev-işyeri ayrımı süreci kadınların ucuz emek gücü olarak emek piyasasına katılımıyla tamamlanmıştır. Artık ev içi emek ve fabrikadaki emek tamamen birbirinden ayrışmış iki emek türü olarak tanımlanmaktadır. Bu katılım, bir yandan işçiler arasındaki rekabeti artırır ve dolayısıyla onları kapitaliste daha da bağımlı hale getirirken, diğer yandan da geleneksel evlilik ilişkilerinin bozuşmasıyla sonuçlanmıştır. Engels bu durumu kadın üzerindeki eril tahakkümün temellerinin yıkılması olarak tarif eder (Origins s. 103). Birçok feminist akım, Engels’in bu saptamasını ya yanlış anlamakta ya da saptırmaktadır. Onlara göre, Engels kadınların baskılanmasının kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle birlikte ortadan kalktığını söylemektedir. Oysa ki Engels, kapitalist üretim ilişkilerine dahil olan kadının sömürüsünün iki kat arttığını açıkça belirtmiştir. Kadın üzerindeki eril tahakkümün temellerinin yıkılmasından anlaşılması gereken kadının ücretli emek olarak proleter sınıf içerisinde artık doğrudan bir özne olarak bulunması, dolayısıyla özgürleşmesi için yeni bir mücadele alanının doğması olmalıdır.

Fabrika sisteminin gelişmesiyle birlikte üretim şehirlerde ve büyük kasabalarda bir merkezileşme sürecine girmiştir. Mülksüzleştirilmiş köylü ailelerin kentlere kitlesel zorunlu göçleri, modern proleter sınıfın doğuşunu konu edinen birçok romana, filme, vs.’de anlatıldığı üzere, bu dönemin toplumsal yeniden yapılandırılmasına damgasını vurmuştur. Bu dönem için, iddia edilenin aksine, Marx ev eksenli üretimin yok olacağını değil, yapısal ve işlevsel olarak biçim değiştireceğini savlamaktadır. Eski tip ev eksenli üretim, “fabrikanın, manüfaktürün ya da ambarın dışsal departmanı”[2] olarak yeniden örgütlenmiştir (Capital, s. 434). Diğer bir deyişle, makineleşme ve teknolojik gelişmeler ev eksenli üretimi yok etmemiş, tam tersine bunların sonucunda ortaya çıkan kitlesel işsizlik, işçi sınıfına mensup ailelerin fabrika üretimine bağımlı olmak koşuluyla ev eksenli çalışmaya yönelmesini zorunlu kılmıştır. Böylece, tarihte ilk defa ev eksenli sanayi üretimi ortaya çıkmıştır.

20. yy boyunca ev eksenli üretim, toplam toplumsal üretimdeki payı oranında, bölgesel ve sektörel farklılıklar gösterse de, 1970’lerdeki ekonomik bunalıma kadar, fabrika üretimine ek/yardımcı bir departman olmak bakımından, biçimsel olarak radikal bir değişiklik göstermemiştir. Kısacası, toplumsal üretimde tuttuğu yer bakımından üretimin temel karakteristiğini belirleyecek bir düzeye hiçbir zaman ulaşmamıştır. Diğer yandan, 20. yy boyunca yaşanan siyasal ve/veya ekonomik krizler, kadın istihdamında dönemsel hareketlere yol açsa da ev eksenli üretimde kadınlar her zaman iş gücünün çoğunluğunu oluşturmuşlardır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında erkeklerin kitlesel olarak orduya alınmaları, kadınların fabrikada istihdam edilme oranında ciddi bir artışa sebep olmuştur. ABD’de özellikle silah sanayiinde ağır iş makineleri kullanan kadın işçiler onore edilmiştir. ‘Rosie the Riveter’ gibi popüler simgeler yaratılmış, kadınların fabrikalarda, ağır sanayide “en az erkekler kadar” başarılı olduğu propagandası güçlendirilmiştir. Sözde sosyal devlet kapsamında çocuk ve yaşlı bakım işlerinin kısmi olarak devlet sorumluluğunda olması da kadınların eve bağımlılığında kısmi bir rahatlama yaratmıştır. Fakat ev eksenli emeğin üretim sürecinin bir parçası olmadığı ve bu alandaki istihdamın çoğunluğunu kadınların oluşturmadığı bir dönem hiç yaşanmamıştır. Diğer yandan, dünyanın sosyalist kısmında, SSCB’de ev içi emeğin ev dışında toplumsal yeniden örgütlenmesi, kadınların hızla ve kitlesel bir biçimde üretim sürecine doğrudan katılımını sağlamıştır. Bu dönemde özellikle Avrupa’da sosyal devlet adı altında benzer rahatlamalar görülür. Elbette kapitalistler, sosyalizmin zaferinin sosyal devlette işçilerin kazanılmış hakları üzerindeki rolünü her zaman inkar etmiş, kitlelerden bunu her alanda saklamaya çalışmıştır.

SSCB’de revizyonizmin baş göstermesi ve ardından 1970’lerde

başlayan ekonomik kriz üretimin makro ve mikro düzeyde yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılmıştır. Üretimin merkeziyetsizleştirilmesi (decentralization) ve esnekleştirilmesi, krizin yıkıcı etkilerinden kaçınmak adına kapitalizm için yeni bir çözüm stratejisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu merkeziyetsizleştirme kapsamında “küresel montaj bandı” (global assembly line) olarak tanımlanan, üretimin dünya coğrafyasına dağılmasına yönelik bir yol izlenmiştir. Sermaye giderek tekelleşirken üretimin bu şekilde dağılması, taşeronlaştırma ve aracılar yoluyla çalışmanın hızla esnekleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Özellikle bazı sektörlerdeki kayıt dışı istihdam hızla büyürken, ev eksenli üretim, bu çalışma ve üretim tipleri arasında ciddi bir yaygınlık kazanmıştır. Kayıt dışı ve esnek bir çalışma tarzı olduğu için sağlıklı bir istatistiksel veri ortaya koymak neredeyse imkansız olsa da, Uluslararası Emek Örgütü, ILO’ya göre ev eksenli çalışma dünyadaki tarım dışı iş gücünün %10’unu oluşturmakta, ‘gelişmekte olan ülkelerde’ konfeksiyon ve tekstil sektöründe bu sayının %25 ila %60 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ev eksenli üretim özellikle 20. yy’ın son on yılında ‘merkeziyetsizleştirilmiş’ üretimin temel dayanaklarından biri haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak, ev eksenli üretim hala fabrika üretiminin dışsal bir departmanı olarak sürse de, diyebiliriz ki aralarındaki bağımlılık ilişkisi tek yönlü olmaktan çıkma ve karşılıklı olma yönünde hızlı bir eğilim göstermektedir. Ev eksenli üretim, aynı zamanda üretim maliyetlerindeki enerji, su, kira vb. kalemlerin de işverenin sorumluluğundan almakta ve işçinin sırtına yüklemektedir.

Bu kayıtdışılaştırma ve esnekleştirme sürecinin işçi sınıfı açısından en önemli sonuçlarından biri de toplu iş sözleşmelerinin bireysel ve sözlü hale indirgenmesidir. Diğer bir deyişle formal sektördeki toplu pazarlığa dayanan iş sözleşmeleri, enformalleştirme sürecinde bireysel sözleşmelerle yer değiştirmeye başlamıştır. Emek gücünü satan işçinin pazarlık gücünü zayıflatan bu dönüşüm işçileri çok düşük ücretler karşılığında ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakmıştır. Diğer yandan, formal ve enformal sektör arasındaki organik bağ, formal sektörde çalışan ‘düzenli’ işçilerle kayıt dışı ve esnek çalışan işçiler arasındaki rekabeti de artırmış, sonuç olarak formal sektördeki mütemadi ücret artışlarında da bir düşüşe, hatta ücretlerin artmaması ya da düşürülmesine sebep olmuştur. Formal ve enformal ayrımına ek olarak, esnek çalışma cinsiyet, ırk, etnisite ve bunun gibi faktörlere dayalı iş bölümünü de şekillendirmiştir. Örneğin, bir uluslararası araştırma politikaları ağı olan WIEGO (Enformal Sektördeki Kadınlar: Küreselleşme ve Örgütlenme) bugün ev eksenli endüstriyel üretimde 100 milyondan fazla insanın çalıştığını ve bunun %80’ini kadınların oluşturduğunu tahmin etmektedir. Ya da, İngiltere’de ev içi bakım hizmetinde eski Doğu Blok’u ülkelerinden gelen kadınlar işe alınmaktadır.

Kadınların kayıt dışı ve esnek çalışmaya, özelde ev eksenli üretim istihdamına katılmalarında neoliberal politikaların etkilerine baktığımızda başlıca ilk bakışta çelişik duran iki hareketlenmeyi sıralayabiliriz. Birincisi, sosyal hizmetlerin (çocuk-yaşlı-hasta bakımı) özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesidir. Aile bütçesi için karşılanamaz hale gelen bu hizmetler kadınların istihdamdan çıkıp eve kapanmasına sebep olmaktadır. İkincisi ise hane gelirindeki düşüş ve artan yoksulluk ‘ev kadınlarını’ emek gücü piyasasına itmektedir. ‘Kadın işçilerin ev kadınlaştırılması’ ve ‘ev kadınlarının proleterleştirilmesi’ olarak tarif edebileceğimiz zıt yöndeki bu iki itki ev eksenli çalışmada istihdamın çoğunluğunu kadınların oluşturmasının maddi koşullarını ele verir. Bazı akademik çevreler bu durumu “emeğin kadınlaşması”[3] olarak tanımlasalar da bu saptamanın sadece belli çalışma alanlarda ve kısıtlı sektörlerde doğru olabileceğini söylemek gerekir. Yoksa “emeğin küresel olarak kadınlaşması” gibi bir savın hiçbir bilimsel dayanağı olamaz. (Feminist iktisat teorisi gibi bir şeyin bilimsel olamayacağı gibi…)

Ev Eksenli Çalışmayı Sorunsallaştırma

Dergimizin geçmiş sayılarında esnek üretim, esnek çalışma ve kayıtdışılaştırma gibi çalışma ekonomisine ilişkin birçok neo-liberal politika şimdiye dek detaylı bir biçimde ele alındığından kayıt dışı esnek çalışma koşullarının burada tekrarını yapmak gereksiz olacaktır. Ev eksenli çalışma -yukarıda da altını çizdiğimiz üzere- toplumsal cinsiyet ve sınıf arasındaki ilişkiye dair tartışmaların kristalleşmiş bir örneğini sunması açısından önemsenmektedir. Ev eksenli çalışan kadınlar açısından sömürünün ve baskılanmanın maddi koşulu ise yeniden üretken (reproductive) ve üretken (productive) emeğin[4] zamansal ve mekansal bütünlüğüdür. Diğer bir deyişle örgün çalışmaya katılan bir kadın işçinin koşullarına kıyasla, bu kadınlar için ev-işyeri ayrımı pratik olarak ortadan kalkmış, anne-eş-‘ev hanımı’-bakıcı-işçi olma durumları iç içe geçmiş bir şekilde evde bütünleşmiştir. Buradan hareketle ortaya toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları arasındaki ilişkiye dair başlıca iki sorunsaldan bahsedebiliriz: Kadının ezilmesinin maddi temeline ev-işyeri ayrımını koyan toplumsal cinsiyet teorilerinin yeniden düşünülmesi ihtiyacı ve ev eksenli çalışan kadınların işçi sınıfı içerisindeki konumundaki muğlaklık.

Sanayileşme döneminden bu yana, ev-işyeri ayrımı[5] toplumsal cinsiyet temelinde belirli bir iş bölümünü doğurmuştur ki bu da kadının üretken olmayan emeğinin evde, erkeğin üretken emeğinin de iş yerinde konumlanmasına dayanır. Bu koşullarda ev, zamansal olarak Marx’ın boş zaman ya da çalışma dışı zaman olarak tarif ettiği bir mekandır. Yani iş günü dışındaki, aşk, cinsellik, dinlenme, entelektüel aktivite vb. insan ihtiyaçlarının karşılandığı mekan.

Birçok feminist yaklaşım, kadının ezilmesi sorunun temelinde bu ev-işyeri ayrımının cinsiyetçi bir biçimde şekillenmesini görür. Düşün camiasında Marksist feminist olarak bilinen Heidi Hartmann “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” başlıklı ünlü makalesinde erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün bu ayrımdan kaynaklandığını söyler. Hartmann’a göre, erkekler aralarındaki ‘dayanışma’ yoluyla kadınları üretim araçlarından uzak tutarak kadınların emek-gücü üzerinde şiddetli bir tahakküm kurmaktadır. İşçi sınıfının eşinin evde kendisine hizmet etmesini isteyen erkek mensuplarının yanı sıra kapitalistler de kadın iş gücü üzerinde bir tahakküm kurmak istediğinden bu iki eril iktidar arasında görünürde bir çatışkı doğduğunu söyler; makineleşme sürecinde belirginleşen bu çatışkının 19.yy’da aile-ücreti sistemi ile dönemsel olarak çözüldüğünü örnekler. Maddi dayanağı ev-işyerine dayanan bu iki ayrı (erkek-egemenlik/ patriarkal ve kapitalizm) sistem günümüzde çakıştığı için, günümüz toplum formasyonunu “ataerkil (ya da patriarkal) kapitalizm” olarak adlandırmamız gerektiğini savlar.[6] Hartmann’a göre, ev-işyeri ayrımına dayanan patriarkal kapitalizm, kadını istihdam dışı bırakıp evde konumlandırarak, Marx’ın “kapitalizm mümkün olan en yüksek sayıda insanı proleterleştirmek zorundadır” tespitini boşa çıkarmıştır, çünkü kapitalizm ‘ev kadınlarını’ proleterleştirememiştir. Bu olgu, patriyarkanın kapitalizm üzerindeki belirleyici karakterinin bir göstergesidir.

Hartmann’ın sadece bu tespitlerine bakarak bile doğru bir varsayımda bulunabiliriz. Kendisi hükümetlerin ve hükümetlere bağlı istatistik kurumlarının verilerinin fazlaca etkisinde kalmış olacak ki, başlı başına kayıt dışı sektörün varlığının bile Marx’ın öngörüsünü doğrulamaya yettiğini görememiştir. Kapitalizmin bugünkü gidişatı zihinsel emeği bile hızla proleterleştirme eğilimindedir. Ev eksenli endüstriyel üretim ise Hartmann’ın ‘beceriksiz’ sandığı kapitalizmin toplumun her kesimini meta üretim sürecine ücretli emek olarak dahil etmedeki başarısına tek başına bir örnektir.

Hartmann’ın toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları ve patriyarka ve kapitalizm arasında kurduğu bu çarpık ilişki birçok radikal feminist tarafından da benimsenmiş durumdadır. Örneğin, Kate Millet Cinsel Politika’sında insanlık tarihindeki temel eşitsizliğin cinsiyete dayandığını ve bu anlamda cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin sınıflı toplumdan daha önce başladığını savunur. Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği’nde toplumun temelde kadın ve erkek olmak üzere iki sınıftan oluştuğunu, benzer bir şekilde Christine Delphy de Baş Düşman’da evlilik kurumunun aslında karı (işçi) ve koca (patron) arasındaki bir iş sözleşmesinden ibaret olduğunu savunur. Feminizmin bu noktadaki temel teorik problemi kadının sömürüsünü ve ezilmesini kadınlar üzerindeki eril tahakkümle aynılaştırmasıdır. Bu da kadının birincil ve temel olarak içerisinde yaşanılan üretim biçimi ve ilişkilerine değil (örneğin kapitalizme) değil de erkek iktidarına tabi olduğunu varsayar. Bu durum aslında kadının ezilmesi sorununun maddi ve tarihsel sürecini saptırmak, yanlış tahlil etmek ya da iyimser bir deyişle kavrayamamaktan kaynaklanır. Cinsiyet kavramı idealize edilir ve ‘kendi-içinde ve kendi-için’ cinsiyet olarak algılanmaya başlanır. Kadının ezilmesi sorununu erkek iktidarı olarak deşifre ettikleri için de ‘baş düşman’ olarak erkekleri görmekte ve erkek iktidarına olan mücadeleyi listenin başına koymaktadırlar. Toplumsal şekilleniş içerisindeki sınıfsal, ulusal, cinsiyete dayalı çelişkileri ve bunların birbiriyle olan diyalektik ilişkilerini göremezler.

Bu tür feminist akımları eleştiren ve meseleye tarihsel materyalizmin ışığında yaklaşmaya çalışan bazı düşünürler (örneğin, Roisin McDonough, Rachel Harrison, vb.) ise kapitalist toplumda kadının ezilmesinin temelinde kadının kapitalist üretim ilişkilerine tabi olmasında görür. Fakat bu ilişki her zaman dolayımlıdır. Kadının kapitalizme tabîliği erkeklere olan bağımlılığı üzerinden işlemektedir. Bu tutum, Marx’ın kadının emek piyasasına girişiyle aile ilişkilerinde saptadığı değişimle uyumlu görünmektedir. Marx, kadının işçileşmesiyle kocanın efendi olmaktan çıkıp karısının ve çocuğunun emeğini satan bir ‘köle tüccarı’ haline geldiğini söylemiştir (Capital s.373) Fakat bu tespit sadece bir sürecin başlangıcına işaret etmektedir. Marx ve Engels kadının proleterleşmesini ataerkil ilişkilerin temellerinin yıkılması sürecinin başlangıcı olarak tarif eder. Kadının kapitale olan bu dolayımlı ilişkisi git gide dolaysızlaşmaktadır. Ev eksenli çalışmanın bir yönü bu dolaysızlaşma süreciyle doğrudan bağlantılıdır. Kocası olmadan aracı, taşeron veya işverenle doğrudan pazarlık eden kadın üretim ilişkilerinin dolayımsız bir parçasıdır artık.

Fakat bu durum çifte sömürüyü de beraberinde getirir. Kadının ücretsiz emeği, ev içi emek, kadının işyerinde ücretli emek olmasıyla sırtından alınmamıştır. Nerede çalıştıklarından bağımsız olarak, kadınlar bu işler için her zaman sorumlu tutulmuşlardır. Fakat ev eksenli çalışan kadın işçiler için, iki farklı tür emek zaman ve mekan açısından iç içe geçmiş ve bütünleşmiştir. Bunlardan ilki ev içi emek dediğimiz, bakım-yemek pişirme-temizlik, vb. işlerdir. Bu türden bir emek ücretsizdir ve meta üretimi açısından üretken olmayan emektir. Her ne kadar Italya’daki bazı “Marksist-Otonomist” feministler bu emeğin artı değer ürettiğini iddia etseler de, bu yaklaşım çoğu marksist tarafından haklı olarak bilimsel olmamakla eleştirilmiştir. Engels toplumsal üretimin çift yönlü karakterini tarif ederken, toplumsal hayatın yeniden üretimiyle meta üretimi arasındaki ilişkiden söz etmiştir. Kadınların ev içi emeği bu bakımdan yeniden üretken emektir, diyebiliriz. İşçi sınıfının, işçi sınıfı olarak hayatta kalmasına ve yeni işçi nesillerinin ‘sağlıklı’ bir şekilde kapitalistin hizmetine girmesini sağlayacak emektir yani.

İkinci tür emek, ev eksenli çalışan kadın işçinin ücretli yani üretken emeğidir. Doğrudan artı değer üretir. Ev içi (ücretsiz-yeniden üretken) emek ve (ücretli) üretken emeğin yaşam alanındaki bu bütünlüğü kadınların toplumsal entegrasyonunun sınırlarını ev ve mahalle içinde olmak üzere belirlemiştir. Sanayileşmeyle birlikte, meta üretiminin ev-dışı, fabrikada hayata geçirilen bir üretim ilişkisi olduğunu belirtmiştik. Üretimde ev-işyeri şeklinde gelişen ayrım, siyasal hayatta modernleşmeyle birlikte daha da belirginleşen özel alan-kamusal alan ayrımının maddi koşullarını oluşturur. Dolayısıyla meta üretimi ve buna özgü ilişkiler kamusal alana yani ev dışına ait ilişkiler olarak görülmüştür. Öte yandan, ev eksenli üretim, ev dışı/kamusal alanla özdeşleştirilen meta üretimini ‘özel alana’ taşıyarak kamusal alan ve özel alan ayrımının da pratikte ortadan kalktığı özgün ve karmaşık bir entegrasyon örneği sunmaktadır. Fakat bu ayrımın ortadan kalkması şimdilik sadece pratikle sınırlıdır, çünkü özel alandaki kamusal etkinliğin, yani evdeki meta üretiminin sadece kadının üretken emeğiyle sınırlıdır. Sonuçta, tüm vaktini evde, en iyi ihtimalle sokağında veya mahallesinde harcayan bir kadın tipolojisi ortaya çıkar.

Ev eksenli üretim ve çalışma söz konusu olduğunda, ev-işyeri ya da özel-kamusal alan ayrımına ilişkin tartışmalar meselenin analizinde sadece bir dereceye kadar yardımcı olabilmektedir. Feminizm gibi analiz konusunu bu ayrımlarla sınırlayan teoriler, toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları arasındaki ilişkiyi incelemekte bu nedenle başarısız olmaktadırlar. Meseleye bilimsel yaklaşmanın en temel koşullarından biri, Marx’tan örnek alarak, ev eksenli çalışan kadınların emeğinin analizini yapmaktan geçer. Bu noktada iş günü kavramı bu kadınların emeği açısından yeniden ele alınmalıdır. Çünkü düzenli fabrika işçisi için iş günü belirli bir zamanla sınırlanmış ve aralıksız üretken bir etkinliğe işaret ederken, ev eksenli çalışan kadınlar için üretken aktivite ev işleriyle aralıklı olarak kesintiye uğrar. Bu da günde kaç saat ücretli emek olarak çalıştıklarını, yani onlar için iş günü tanımını muğlaklaştırır.

i. Ev eksenli çalışan kadın işçilerin ücretleri açısından iş günü ne ifade eder?

Marx, Kapital’de emek gücünün değerinin üretim için gerekli olan çalışma zamanıyla ölçüldüğünü ve belirlendiğini belirtir. Yani işçi, günlük/haftalık olarak belirlenen zamanla ölçülen emek gücünü satmaktadır. İşyerinde harcanan zamanın belirli bir başlangıç ve bitiş zamanı vardır. Bu zamanın belirlenmesinde, iş gününün belirlenebilir ve belirlenemez olarak tanımlanan ikili ve kompleks karakterinin altını çizer. İş gününü belirlenebilir kılan şey, işçinin fiziksel kapasitesinin fiziksel ihtiyaçlar (uyuma, yeme, içme, üreme, vb.) ve sosyal ihtiyaçlarla sınırlanmasıdır. Fakat aynı zamanda bunun tam zıttı yönünde bir itki vardır ki bu da işgününün belirlenemez karakteriyle alakalıdır. Son tahlilde ücretli emek gücünün alıcısı ve satıcısı arasındaki değişim/alışveriş ilişkisini temsil eder. İş gününün bir kısmı işçinin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması için gereken zorunlu emek zamandır. Bunun geri kalanındaki sürede işçi sadece üretim araçlarının sahibi için üretir. Bu da artık emek zamanı oluşturur. Örneğin, 10 saatlik iş gününde işçi 4 saatte kendi ihtiyaçlarını karşılayacak değişim değerine sahip emek gücünü satıyorsa, geri kalan 6 saat tamamen kapitaliste aittir. Yani iş günü içerisindeki ücretli emek 4 saatliktir ve işçinin harcadığı 6 saatlik emek-gücü artık değeri oluşturur, ödenmeyen emek gücüdür. İş gününün belirsiz karakteri bir günlük emeğin belirsizliğinden kaynaklanır (Capital s. 223). Kapitalist bu artık-emek zamanı uzatmaya (bu 6 saati 7-8 saat yapmaya) çabalarken, normal bir işgünü mücadelesinin talebi bu sürenin insanca yaşanacak biz düzeye çekilmesi yönündedir. Dolayısıyla, üretken emek bu süreçte metalaştıkça, işçinin zaman algısı da parasal bir olguya dönüşür.

Parça başı çalışan ve ev eksenli üretim yapan işçi kadınlar içinse, bu zaman algısına dair bir çıkarım yapmak zorlaşır. Parça başı ücret görünürde işçinin çalışma kapasitesini, yani emeğinin kullanım değerini sattığına dair bir yanılsama yaratır. Marx parça başı ücretin emek gücünün değişim değerinin zamana dayalı ücretlendirilmesini dönüştürülmüş bir formu olduğunu açıkça belirtmiştir. Çünkü parça başı ücret, verili zaman zarfı boyunca emeğin nesneleştiği ürünlerin miktarı tarafından belirlenir. Yani, artık-emek ürün biçiminde ortaya çıkar. (Capital s. 517-8) Parça başı ücret, parça başı işlerin tümünde olduğu gibi, kapitalist ve işçi arasındaki gerçek ilişkiyi -emek gücünün değişim değerini- gizler. Yani işçinin emeğinin kullanım değerini sattığı yanılsamasını yaratır. Bu nedenle, ev eksenli çalışma açısından da sorunludur. Fakat bu, parça başı çalışan işçinin zaman algısının da parasal bir olguya dönüştüğü gerçeğini değiştirmez. Diğer parça başı işlerden farklı olarak ev eksenli çalışmayı özgün kılan nokta ise üretken emeğin ev işleriyle sürekli olarak bölünmesiyle doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla ev eksenli çalışan kadınların emeği kabaca şu şekilde kategorize edilebilir:

a. Metalaşmış Emek=Üretken Emek=Ücretli Emek

Ø Zorunlu Emek: (yukarıdaki örnekte 4 saat)

Ø Artık Emek: (örnekteki 6 saat- gerçekte değişim değeri ödenmemiş emek)

b. Metalaşmamış Emek= (Meta üretmeyen) Yeniden Üretken Emek= Ücretsiz Emek:

Annelik, eşlik, bakım, ev işleri (yemek, temizlik), vs.

Ev eksenli kadın işçiler açısından bu iki temel emek türü arasındaki ilişki bu kadınların sınıfsal bilinçlerini doğrudan etkiler. Birçok araştırmanın da ortaya koyduğu üzre ev eksenli çalışan kadınlar kendilerini işçi olarak görmemektedirler. Eğer kapitalist toplumda kadının sömürülmesinin ve ezilmesinin maddi temellerinden söz edeceksek bu kadınların üretken ve yeniden üretken emekleri arasındaki ilişkiyi sorgulamamız gerekir. Fabrikada çalışan kadın açısından bu iki emek türü arasındaki hiyerarşi, ev eksenli işçiye nazaran daha dengelidir- ki “çalışan anne, çalışan eş” gibi tanımlamalarla ifade edilir. Ev eksenli çalışan kadın işçiler, yeniden üretken emeklerinin üretken emeklerini, yani ev içi emeklerinin ücretli emeklerini gölgelemesinin bir sonucu olarak kendilerini işçi olarak tanımlamaktan ziyade anne, eş, kız evlat vs. gibi tanımlamaları ön plana çıkarmaktadırlar. Genel olarak kadın işçiler herhangi bir çelişkinin olgunlaştığı bir evrede, bir mücadele dönemine girildiğinde, üretken emeklerine sahip çıkabildiklerinde, tüm baskılanmanın üretim ilişkileriyle alakasını kurabilir hale gelirler. Geçmişte Novamed, Sümerbank, vb. mücadelelerde ya da Desa deri işçisi Emine Aslan’ın direnişindeki söylemlerinden bu sonucu çıkarabiliriz. Ev eksenli üretici kadınlar içinse bu bilince erişmenin yolları çok daha çetindir. Çünkü yeniden üretken emek ve üretken emek tam anlamıyla iç içedir, birbirinden ayrılamaz haldedir. Dahası fabrikalarda ya da daha farklı iş yerlerinde kendi sınıfdaşlarıyla buluşma olanakları olmadığından mahallelerde bölük pörçük dağılmış bu kadınların bir araya gelmesi hem zordur hem de işverenler farklılaştığından ortak bir hedefe yönelmek neredeyse imkansızdır.

ii. Marx’ın tarif ettiği üzere, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin temel alanı olan normal iş günü ve insanca yaşam mücadelesi bu kadınlar için ne ifade etmektedir?

Yukarıda tarif ettiğimiz bu çelişkili durum, yani ikili sömürünün ev içindeki zamansal bütünlüğü, iş günü mücadelesinin de ikili karakterini zorunlu kılar. Yani ev eksenli çalışan kadınlar için normal bir işgünü mücadelesinin stratejik talebi mutlaka ve mutlaka ev işlerinin ve bakım hizmetlerinin kolektifleştirilmesini/toplumsallaştırılmasını içermek zorundadır. Ülkemizde kreş talebi sadece fabrikada çalışan kadınların bir talebi olarak dile getirilmekte ve böyle algılanmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi içerisinde bile ücretli-ücretsiz, her türlü emeği görmezden gelinen bu “ev hanımı işçilerin” bakım sorumluluğunu tek başına göğüslemelerinde bir problem görmeyen eğilimler kuvvetlidir. Hasta ve yaşlı bakımının devlet sorumluluğunda ve güvencesinde olmaması başka bir külfeti getirmektedir. Türkiye’de gelişkin geleneksel aile bağları, hasta ve yaşlı bakımını kız evlatların ya da gelinlerin doğal bir vazifesi olduğu algısını yaratmıştır.

Diğer yandan, kayıt dışı çalışma koşullarının iş sözleşmesini illegal, sözlü ve bireysel hale sokması üretim sürecince sınıfdaşlarıyla bir araya gelemeyen bu kadınların kendi emekleri üzerindeki işverenle pazarlık gücünü neredeyse sıfırlamaktadır. Ev eksenli çalışan kadınlar ve sendikalar arasındaki zayıf ilişkide başlıca iki belirleyen vardır. Birincisi, ev eksenli çalışmanın dönemsel/geçici/mevsimlik olarak görülmesidir. Çalışılan iş başına düşünüldüğünde bu tespit doğru gibi görünse de, günümüzde İstanbul’un yoksul semtlerinde farklı ya da aynı işverenden aldığı parça başı işleri evinde yapmayan orta yaşlı bir kadın bulmak neredeyse imkansızlaşmaktadır. İkincisi de, yukarıda da belirttiğimiz gibi, neoliberal politikalar sonucu üretimin merkezden uzaklaştırılıp dağıtılması ve çalışmanın esnekleştirilmesinin sendikal örgütlülüğü zayıflatmasıdır. Ne yazık ki ülkemizde birkaç sendika hariç (örneğin Birleşik Metal-İş) ev eksenli üretim üzerine çalışma yürüten sendika yoktur. Bu durumda ev eksenli çalışan kadın işçilerin en acil talebi derhal kayıt altına alınmak olmalıdır. Türkiye’de özellikle büyük şehirlerde, belli başlı tekstil havzalarında irili ufaklı örgütlenme (örneğin kooperatifler) deneyimleri yaşansa da bugün neredeyse tükendi denecek kadar azdır.

Esnekleşen ve merkeziyetsizleştirilen üretimin çalışma alanını parçalamasının sosyal hayata yansımaları üzerine daha çok çalışma yapılmalı, bu dönüşümün hedefindeki kadın emeğinin giderek kötüleşen konumuna karşılık verecek örgütlenme biçimleri tahlil edilmelidir. Elbette ki talepler bir liste şeklinde sıralanabilir ve bu oldukça uzun bir liste olacaktır. Fakat her şeyden daha acil olan işçi sınıfının kendi öz örgütlerinin ve sınıf partisinin bu kadınların kendi -göreli- bağımsız örgütlerini kurma çabasına girmesidir. Neredeyse tüm zamanlarını evde geçiren bu kadınlara doğru kanallarla ulaşmak için daha çok tartışma üretilmeli ve örgütlenme mekanizmaları geliştirilmelidir. Unutulmamalıdır ki, özellikle İstanbul’da işçi sınıfının bir yarısı git gide evlerinin içine hapsedilmektedir.

KAYNAKÇA

· Engels, F. The Origin of Family, Private Property and the State. (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) London: Penguin. 2010

· Hartmann, H. “The Unhappy Marriage of Marxism and Feminism: Towards a more Progressive Union.” (“Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği: Daha İlerici bir Birliğe Doğru”) Women and Revolution (Kadınlar ve Devrim) Ed. Lydia Sargent, Cambridge: South End Yaınları, 1981: s. 1-41.

· International Labour Organisation (Uluslararası Emek Örgütü). Women and Men in the Informal Economy: A Statistical Picture. (Enformal Ekonomide Kadınlar ve Erkekler: İstatiksel Bir Tablo) Geneva: ILO, 2002

· Marx, K. Capital: A Critical Analysis of Capitalist Mode of Production, V.1., (Kapital: Kapitalist Üretim Biçiminin Eleştirel Bir Analizi), Ed. Frederick Engels. Çev. Samuel Moore & Edward Aveling. London: Lawrence&Wishard, 2003

· Secombe, W. A Millenium of Family; feudalism to capitalism in Northwestern Europe. (Ailenin Bir Bin Yılı: Kuzeybatı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme ) London&New York: Verso, 1992

SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, Politik Ekonomi Ders Kitabı, çev. İsmail Yarkın, İstanbul: İnter Yayıncılık, 1996


[1] Bazı kaynaklarda ‘kapitalist ev işi’ olarak da tanımlanmaktadır. Bkz: Politik Ekonomi Ders Kitabı (s. 123),

[2] İngilizcesinden çevrilmiştir.

[3] Öreneğin, Standing, G. “Global Feminization through Flexible Labor.” (Esnek Emeğin Küresel Kadınlaştırılması) World Development. Vol.17. No.7. 1989

[4] Engels, toplumsal üretimin ikili karakterini yeniden üretim (insanlığın bir tür olarak kendini sürekli üretmesi, kapitalizmde işçi sınıfının yeniden yeniden üretilmesi) ve materyal üretim (türün devamı için gerekli yaşamsal materyallerin üretilmesi, kapitalizmde meta üretimi) olarak tarif etmiştir.

[5] Bu ayrıma dayalı toplumsal cinsiyet teorilerini irdelemeye başlamadan önce belirtilmesi gereken bir nokta var ki, bu da ev-işyeri ayrımının sanayileşme döneminde ücretli emek piyasasına katılan kadınlar ve günümüz kadınları için farklı bir anlam ifade edeceğidir. Çünkü makineleşmeyle birlikte fabrikaya giren kadın ilk defa evden dışarı çıkıp üretken emeğini satmaktadır. Günümüz kadını ise kapitalizmin doğuşundan bu yana hareketli bir istihdam olagelmiş ve kimi zaman işsiz kimi zaman fabrika işçisi olmuştur. Yani günümüzde tarihsel süreçte fabrika işçiliğini deneyimlemiş, işçi olmanın bilincine erişmiş kadın emeğinin yeniden eve kapatılıp üretken emeğini sattığı koşullardan bahsediyoruz.

[6] Hatta daha da ileri gidip her dönemdeki toplumsal formasyonun benzer şekillerde tanımlanması gerektiğini buyurur. Örneğin, patriyarkal feodalizm ya da -cinsiyetsel- eşitlikçi avcı toplum.

Sosyoloji Öğrencileri Kongresi Toplandı

Bu yıl on yedincisi gerçekleştirilen Sosyoloji Öğrencileri Kongresi, 32 üniversiteden yaklaşık 1200 öğrencinin katılımıyla Dicle Üniversite’sinin ev sahipliğinde gerçekleştirildi. 17 yılı geride bırakan Sosyoloji Öğrencileri Kongresi sosyal bilimler açısından oldukça önemli bir yerde durmakla birlikte, kongrenin katılımı da akademi içerisinde uyandırdığı etki de her geçen yıl katlanarak artıyor. Sosyoloji Öğrencileri Kongresi başta Sosyoloji öğrencileri olmak üzere sosyal bilimlerin diğer alanlarında da eğitim gören ya da sosyal bilimlere, toplumsal olaylara ilgi duyan pek çok öğrenci tarafından ilgiyle takip ediliyor. Kongre, 17 yıllık tarihi boyunca oldukça önemli deneyimler biriktirerek ilerliyor. Tamamen öğrencilerin emekleri ve çalışmalarıyla düzenlenen kongre temel olarak Sosyoloji Öğrencilerinin bağımsız, özgür bir ortamda bilimsel çalışma yürütmelerini, çalışmalarını paylaşabilmelerini, mesleki bir dayanışma ortamı sağlamayı hedefliyor. Kongre, bilimsel kaygılar taşımasının yanı sıra toplumsal kaygılar da taşıyor ve kongrenin oturum başlıklarının bir kısmını sosyolojinin akademik, metodolojik konuları oluştururken, önemli bir bölümü de Türkiye ve dünyadaki güncel politik gelişmeleri içeriyor. Bu yıl Dicle Üniversitesi’nde gerçekleştirilen kongrenin ana başlıklarını, ağırlıklı olarak Kürt sorunu olmak üzere kadın sorunu, çevre sorunu, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye ekonomisi, medya tartışmaları, sanatsal, kuramsal tartışmalar, üniversite eğitimi ve gençliğin mücadelesi gibi oturumlar oluşturdu. En çok merakla beklenen ve en kalabalık geçen oturumlar Kürt sorununun tartışıldığı oturumlar oldu. Bu oturumlarda beklendiği kadar nitelikli sunumlar ve tartışmalar gerçekleştirilemedi. Kongrenin gerçekleştiği tarihler bölge açısından oldukça hareketli olmasına rağmen bu gelişmelerin kongreye fazla yansımaması dikkat çekti. Ancak yine de Türkiye’nin pek çok ilinden gelen her milliyetten üniversite öğrencisinin duygu birliği sağlaması ve Kürt sorununun çözülmesi, savaşın son bulması konusundaki irade birliği oldukça önemliydi. Türkçenin yanı sıra Kürtçe ve Ermenice olarak yapılan sunumların da kongreyi zenginleştirdi.

Kongrede her günün akşamı gerçekleştirilen ve kongrenin işleyişinin ve sorunlarının tartışıldığı İnteraktif Oturumlar bu yıl epey ateşli tartışmalara sahne oldu. Geçtiğimiz yıl Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yapılan kongrenin ardından tutuklanan Özcan Şimşek arkadaşımız, kongre üzerindeki baskılar ve Özcan’la dayanışma duyguları interaktif oturumların en sık tartışılan konularından biriydi. İnteraktif oturumlarda ayrıca kongrenin başlangıcından itibaren resmi ve sivil polislerin baskısı, kongre sürecinin başından beri Dicle Üniversitesi yönetiminin engelleme çabaları, özellikle taşra üniversitelerindeki bölüm yönetimlerinin ve kimi topluluklarının kongreyi engelleme, kongreyi karalamaya dönük çalışmaları da tartışıldı. İnteraktif oturumlarda kongrenin epey deneyim biriktirdiği açıkça görüldü. Kongrenin artık bir eşiğe geldiği düşünülebilir. Pek çok tartışmada kongrenin artık sadece bir tartışma platformu değil, “mücadele” platformuna dönüşebileceği ifade edildi. Kimi politik gelişmelerde ortak bir tutum geliştirilebileceği, üniversiteleri ilgilendiren konularda ve mesleki konularda ortak tutum geliştirmenin önemi tartışıldı. Bu fikrin karşısında, kongresinin daralacağı ve işlevlerini yitirebileceği endişesiyle kongrenin yalnızca bir bilimsel kürsü olarak, bir tartışma platformu olarak kalması gerektiğini düşünenler de vardı.

Bunların yanı sıra kongrenin hala basına kapalı olarak gerçekleştirilmesi kararı da tartışmaya açık. Kongrenin kamuoyuna çarpıtılarak yansıtılması, olası provokasyonların gerçekleşebileceği ve daha çok duyulan bir kongrenin daha fazla baskı altında kalabileceği gibi kaygılarla, güvenlik gerekçesiyle kongre uzun yıllardır basına kapalı olarak gerçekleştiriliyor. Kongre öncesinde ve kongre anında basında haber ve görüntülerin yer almamasına özen gösteriliyor. Ancak medyanın etkisiyle (buradan popülizm anlaşılmamalıdır) kongrenin daha fazla gündeme getirilmesi, hem meşruluğunu artıran hem de dolayısıyla baskıları, saldırıları azaltan bir etki yaratabilir. Ayrıca güvenlikli bir ortamının sağlanabilmesi kimi yasaklamalardan yahut “geri durma”dan ziyade baskılara karşı demokratik bir üniversite ortamının sağlanması için birlikte mücadele edilerek mümkündür. Bu konular, gelecek kongre ve temsilciler toplantılarının önemli tartışma başlıklarını oluşturacak gibi görünüyor.

Dicle Üniversite’sinin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Kongre, interaktif oturumlarda hem teknik kimi sorunlar hem de tartışmalarının niteliğinin düşüklüğü bakımından oldukça eleştiri topladı. Bu eleştiriler, kongrede çoğu zaman gerilimli tartışmaların yaşanmasına vesile oldu. 3 gün süren kongre boyunca çözülemeyen tartışmalar ne yazık ki kongrenin kapanış oturumuna da yansıdı ve gerginliklerin şiddetlenmesi sebebiyle kongre, kapanış oturumu tamamlanamadan sona erdi. Yapılan oylamada bir sonraki kongrenin Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Topluluğunun ev sahipliğinde gerçekleştirilmesine karar verildi.

Hem ülkedeki gençlik mücadelesi hem de üniversite öğrencilerin bilimsel çalışma ve tartışmaları açısından önemli bir dinamik olma potansiyeli taşıyan Sosyoloji Öğrencileri Kongresi’nin sorunlarını bir an önce aşması oldukça önemlidir. Ancak vurgulamak gerekir ki kongrenin içine girdiği tartışma aşıldığı durumda kongre platformuna güç katacak ve kürsünün daha ileri bir zenimde sürmesine vesile olacaktır. Bu tartışmalı süreçte, geçtiğimiz dönemlerde kongrede oldukça etkili olan mücadele kaçkını kimi liberal/ sol liberal fikir ve eğilimlerin de etkisini yitirmeye başladığı söylenebilir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑