Emperyalist Müdahaleler ve Halklar

Emperyalist müdahalelerin hız kazandığı bir dönem yaşanıyor. En son örnek Libya’da da görüldüğü gibi, bu müdahaleler, açık askeri müdahale ya da üstü örtülü politik müdahaleler olarak devam ediyor. Libya ilk örneği oluştururken, Mısır ikinci türe giriyor. Müdahalelerin gerekçeleri ise hemen hiç değişmiyor. Ya diktatörlerinin bazı istisnalar dışında hemen hepsinin emperyalistler tarafından desteklendiği ve yine pek çoğunun bir darbe ile iş başına getirildiği çok iyi bilinmesine rağmen, halkların kendi diktatörleri tarafın ezilmesi, katledilmeleri gerekçe olarak kullanılıyor. Ya da “korkunç kitle imha silahları geliştirdikleri ve terörizme destek verdikleri” ilan ediliyor.

Irak örneğinde, “Saddam yönetiminin korkunç kitle imha silahları geliştirdiği” gerekçesi emperyalist dünya için başat bir rol oynadı. Müdahale ve işgal sonrasında ülke yakılıp yıkılmış, ama ortaya bu silahlara ilişkin bir kanıt konulamamıştı. O dönemde ABD yönetiminde olan üst düzey görevliler bu kanıtları ortaya koyamayınca “yanıltıldıklarını” itiraf etmişler, ama bu arada ülke harabeye çevrilmiş, yüz binlerce insan katledilip, işkencelerden geçirilirken, bir o kadarı da yurtlarını terk etmek zorunda kalmış, mülteci durumuna düşmüştü.

Emperyalistler ve özellikle ABD emperyalizmi Irak örneğinde, yine de “rahatlatıcı” bir gerekçe bulmuşlardı. Irak Kürtleri zülüm altındaydı ve Saddam yönetimi zehirli gazları da kullanarak kitle katliamları yapmıştı. Gerçi ABD yönetimi Halepçe’de rahat bir katliam yapabilsin diye Saddam yönetiminin ellerini serbest bırakmıştı, ama bu durumu nasıl olsa dünya halklarının gözünden kaçırabilirdi. Kürtler ulusal baskı ve zülüm altındaydılar, ama ne emperyalist müdahale istemişlerdi, ne de emperyalistler onların on yıllardır süren mücadelesine, esaretine ilgi göstermişlerdi. Kürtlerin müdahale sonrasında yaptıkları ise, benzer durumdaki hemen her halkın yapacağı şeydi. Ortaya çıkan durumdan yararlanmak ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin edebileceği koşullara kavuşmak için çaba göstermek.

Genel olarak çok iyi biliniyor ki, halkların, pek çoğu emperyalizmin işbirlikçisi olan kendi yönetimlerine karşı mücadelesi on yıllardır sürüyor. Bu mücadelelerinin hedefinde de –mücadele edenler bunun bilincinde olsunlar ya da olmasınlar ya da taktik nedenlerle açık bir tutum açıklamaktan kaçındıkları durumlarda bile– gerici yönetimlerin destekçisi olan emperyalizm bulunuyor. Ancak uluslararası gelişmelerin karmaşık gibi görünen örgüsü, halkların özü aynı olsa da yaşadıkları farklı süreçler, emperyalist müdahalelerin anlaşılmasını zorlaştırıyor ve kuşkusuz bu zorlaşmada emperyalizmin ideologlarının büyük propaganda aygıtını kullanarak sürdürdükleri demagojilerin ve onların izinden giden liberallerin yanıltıcı propagandalarının büyük etkisi bulunuyor.

Bu nedenle, emperyalist müdahalelerin gerçek amaçlarını yeniden yeniden tartışmak, durumu olabildiğince berrak bir biçimde halkların önüne getirmek, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi veren işçi sınıfını ve halkları bu bakımdan silahlandırmak büyük önem kazanıyor. Şurası açık ki, hiçbir müdahale ya da halkların müdahaleye olanak tanımayan atılımları –Tunus gibi– birbiri ile aynı özellikleri taşımıyorlar ve hepsi birden tek bir torbaya doldurulamazlar. Tunus ve Mısır’daki gelişmeler, benzer yönleri olmasına karşın aynı özellikleri taşımadıkları gibi, Mısır ve Libya’yla bu ülkelerde olanlar da aynı özellikleri taşımıyorlar. Diğer taraftan bir süre önce ABD tarafından açıklanmış, ancak halklar tarafından iç yüzü çabuk anlaşıldığından adı değiştirilmiş, ama stratejisi değiştirilmemiş olan bir Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) var ve bazı ulusalcılar ve solcular halkların eylemlerini BOP’un bir uygulama tahtası olarak görme ve böyle yansıtma eğilimindeler.

Bütün bunlar dikkate alındığında, emperyalist müdahaleleri ana hatları ile yeniden ele almak, sorunu mümkün olan açıklıkta işçi ve emekçi halkların, gençliğin bilincini geliştirecek bir mevziden ortaya koymak zorunlu ve gerekli olmaktadır.

AFYON SAVAŞLARINDAN LİBYA’YA

Çin’e karşı afyon savaşlarını başlatan sömürgeci koalisyonun açık bir gerekçesi vardı. Çin yönetimi sömürgeci güçlerin ticaretini ellerinde bulundurdukları afyonun pazarlanmasını serbest bırakmalı ve halkının uyuşturulmasına kapıları ardına kadar açmalıydı. Gerekçe, “serbest ticaret” adına bu kadar arsızca ve utanmazca orta yere konmuştu. Çünkü o devirde henüz “demokrasi ve özgürlük uğruna” müdahale yapmak icat edilmemişti.

Örneğin Alman İmparatoru II. Wilhelm, 27 Temmuz 1900’de, Bremerhafen’da, Boxer ayaklanmasını bastırmak üzere Çin gönderilecek askerlere şöyle sesleniyordu: “Askerlerim! Kurnaz, tam silahlı ve tehlikeli bir düşmanla karşılaşacağınızı bilmelisiniz. Onunla çarpışın ve yenin; ona hiç alan bırakmayın, hiç esir almayın. Elinize düşerse onu öldürün. Bin yıl önce Atilla’nın liderliğindeki Hunlar öyle bir nam saldılar ki, hala masallarda ve efsanelerde yankılanmaktadır. Dolayısıyla Almanların ismi de Çin tarihinde bin yıl sonra bile yankı yapmaya devam etsin, öyle ki çekik gözlü ya da değil, hiç bir Çinli, bir Alman’ın yüzüne bakmaya cesaret edemesin.” (Atilla, Christopher Kelly).

Çin’deki anti-sömürgeci hareketleri bastırmak için İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Japonya vb. ülkeler uluslararası bir güç oluşturarak, Çin’in tepesine çullandılar. Elbette Çin halkı sömürgeci müdahaleye direndi ve sömürgeciliğe karşı bir mücadeleler zinciri başladı. Kuşkusuz Afyon Savaşları ile başlayan, Boxer ayaklanmasına ulaşan anti-sömürgeci hareketleri uluslararası koalisyon oluşturarak bastırmak, geri ve bağımlı ülkelere müdahale etmenin ilk örneği değildi. Ama müdahalenin gerekçesi oldukça çarpıcıydı ve sömürgeci, emperyalist müdahalelerin tüm mantığını ve özünü açıkça ortaya koyuyordu. 1814’te Napolyon’un Waterlo’daki yenilgisinin ardından Avrupa’nın büyük devletleri, kralların ve imparatorların saltanatlarını güvenceye alacak, halklara karşı ortak hareket edecek bir sistem kurmuşlardı. Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun güçlü adamı Kont Maternich’in adını taşıyan bu sistem, 1848 devrimlerine kadar varlığını sürdürmüş, pek çok halkın ayaklanması bastırılmış, tahtların taçların korunması sağlanmış, bu gerici sistem en büyük destekçisini de Rus çarlarında bulmuştu. Avrupa’daki pek çok devrim ve özgürlük hareketi Çarlık orduları tarafından ezilmişti.

Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları’nın –dünya savaşları–, Cemiyet-i Akvam’ın deney ve tecrübeleri üzerine Birleşmiş Milletler kuruldu ve emperyalist güç ilişkileri ve onun etrafında şekillenen dünya sistemi “uluslararası hukuka” kavuşturuldu. Stalin döneminde sosyalist Sovyetler Birliği’nin bu örgütlerde ulusların eşit koşullarda temsil edilmesine yönelik mücadelesi, çeşitli gerici gerekçelerle engellendi ve Kruşçev yönetimiyle ve daha sonrasında da zaten durum bütünüyle değişti, Sovyetler kendi gerici, emperyalist çıkarlarını gütmeye başladı.

Güç ve paylaşım ilişki ve çekişmelerinden dolayı kendi aralarında savaşların eksik olmadığı büyük devletler, küçük devletlerde patlayan bağımsızlık eğilimlerini, halkların mücadelelerini bastırmak için neden bir araya geliyorlar, emperyalist koalisyonlar oluşturuyorlar ve halklara karşı saldırganca savaşlar yürütüyorlar? Kuşkusuz bu sorunun yanıtlanması çok uzundur ve üzerinde ciltler dolusu kitap yayınlanabilir ve zaten yayınlanmıştır da. Lenin, Emperyalizm –bu kitabın Evrensel Basım yayın tarafından yeni bir baskısı yapıldı– kitabında, kapitalizmin tekelci evreye geçmesi ve emperyalizm halini alması, büyük tekeller ve devletler tarafından dünyanın paylaşılmasının kaçınılmazlığını büyük bir açıklıkla ortaya koydu.

Konumuz açısından durum bir cümle ile şöyle özetlenebilir: Kapitalist emperyalist sistem en tepede yer alan birkaç büyük devlet tarafından korunacak ve savunulacak, bağımlı devletlerin ve halkların sistemi tehdit eden her hareketi bastırılacak, büyük tekellerin ve devletlerin kârları, stratejik çıkarları ne pahasına olursa olsun güvenceye alınacaktır. Bütün bunların doğal ve zorunlu uzantısı ise, emperyalist güçler arasındaki bölgesel ve genel savaşlardır. Bir halkın tepesine çullanıldığında sadece o ülke tam bir emperyalist denetim altına alınmıyor, aynı zamanda paylaşılıyor. Son dönemde gerçekleşen emperyalist koalisyonların temel özelliklerinden birisi işte bu paylaşımdır. Dünyayı güçleri oranında paylaşmaya devam ediyorlar.

Bugün bu paylaşımın nasıl devam ettiğini şu gazete haberi olanca açıklığı ile özetliyor: “İngiliz Independent gazetesinin ele geçirdiği binden fazla gizli belge, İngiltere’nin Irak işgalindeki asıl amacını gözler önüne serdi. Irak işgalinin başlamasından 1 yıl önce dünyanın büyük petrol şirketleri ile İngiliz hükümeti arasında Irak’ın dev petrol rezervleri üzerinde görüşmeler yapıldığı anlaşıldı. Petrol aktivisti Greg Muttitt tarafından, 5 yıllık bir çalışmanın sonucu ulaşılan belgeler, 2002’nin sonunda, devlet memurları ve bakanlar ile BP ve Shell arasında yapılan en az 5 görüşme hakkında detayları içeriyor. Belgelere göre, Mart 2003’teki işgalden 5 ay önce, dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Barones Symons, Başbakan Tony Blair’in Irak’ta rejim değişikliği isteyen ABD’nin planlarına verdiği destek için, İngiltere’nin enerji şirketlerine Irak’ın dev petrol ve doğalgaz rezervlerinden pay verilmesi gerektiğine inandığını kaydetti. Belgelerde, ‘Irak’ın çok büyük bir petrol potansiyeli var. Saddam sonrası Irak’ta, İngiliz şirketleri için adil bir pay elde etmek konusunda kararlıyız’ ifadeleri yer aldı. Yine belgelere göre, BP, ABD’nin, Fransız TotalFinaElf’in Saddam rejimiyle olan sözleşmesini işgalden sonra iptal etmemesi halinde Fransız holdingin dünyanın en büyük petrol şirketi olacağından endişe duyuyordu. Irak’ın işgalinden hemen sonra petrol rezervlerinin paylaşılma şekli, belgelerin doğruluğunu kanıtlıyor. İşgalin akabinde, 20 yıl süreyle geçerli olmak kaydıyla atılan imzalar tarihe geçti. Bu anlaşmalarla Irak’ın petrol rezervlerinin yarısı (60 milyar varil), BP ve Çin Ulusal Petrol Şirketi’nin (CNPC) oluşturduğu konsorsiyuma satıldı. Bu konsorsiyum, sadece Irak’ın güneyindeki Rumaila petrol yataklarından yılda 658 milyon dolar kazandı.” Hatırlatmakta yarar var, işgalin gerçek nedenlerini ortaya koyan bu belgeler, daha sonra İngiltere’nin Irak savaşındaki rolünü sorgulayan Chilcot Soruşturması’nda yer almadı. Shell ve BP de, Irak petrolü için İngiliz hükümetiyle görüşüldüğü iddialarını reddetmiş, dönemin Başbakanı Tony Blair “petrol komplosu teorisini saçma bulduğunu” ifade etmişti. Ancak gelişmeler gerçeği tüm çıplaklığı ile orta yere getirdi.

ARAP AYAKLANMALARI BOP’UN LABORATUVARINDA MI HAZIRLANDI?

Çok iyi hatırlanacağı üzere, ABD emperyalizmi Bush döneminde BOP’u ortaya atmış, Bush yönetiminin son dönemine doğru bu “proje”den söz edilmez olmuştu. Projenin özü şuydu ki, Kuzey Afrika’dan Kafkaslara kadar olan bir bölgede büyük değişimler olacak, krallar, şeyhler, diktatörler devrilecek, bu bölgelerde ‘daha demokratik yönetimler’ kurulacaktı! ABD’de, kendisiyle birlikte hareket etmeyi kabul eden müttefikleriyle bu süreci destekleyecek ve yönetecekti. ABD bu projeyi ilan ederek iki yönlü bir saldırıya hız kazandırmak istedi. Bu saldırının bir yönü, bölge halklarına ve diğer emperyalist rakiplerinin bölgeye ilişkin besledikleri hevesleri kırmaya yönelikti. Kısacası ABD’nin emperyalist çıkarlarının yenilenmesi ve güçlendirilmesi amaçlanıyordu. Ama bu projenin iki temel zaafı vardı.

Birincisi, kralların, şeyhlerin ve daha modern diktatörlerin büyük çoğunluğu –Libya’da Kaddafi, Suriye’de Esad yönetimi farklı özellikler gösteriyor– ABD’nin sadık destekleyicileri ve uşakları idi. Bunların değişmesi söz konusu değildi. ABD Yemen’de diktatör Salih’in arkasında durarak, Bahreyn’de muhalefetin Suudi desteğiyle ezilmesini sağlayarak, zaten bunun olamayacağını fiilen kanıtlamıştı. Mısır’da ise, halk hareketini kontrol altına almak için Mübarek yönetiminin kalıntıları ve Müslüman Kardeşler ile yakın bir işbirliği yürütmekte. Krallar ve şeyhlerle yönetilen ülkelerde Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı türden bir süreç, yani ABD kontrolünde ve denetiminde çok partili yaşama geçilmesi ve demokrasi görüntüsü verilmesi mümkün olabilir mi? Bu da mümkün gözükmüyor, çünkü örneğin Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki şeriat yönetimi buna bütünüyle kapalıdır. Ancak demokratik ve laik bir halk hareketi bu yolu açabilir, ama bu durumda da ABD’nin stratejik çıkarları tehlikeye atılmış olur. Açıkçası BOP, daha baştan çıkmaza girmeye mahkumdu.

İkinci olarak, Ortadoğu’daki halk kitleleri BOP’un “demokrasi” vaadini ciddiye alırlarsa ya da bu proje onlarda bu yöndeki istekleri kışkırtırsa ne olacaktı? Bu yöndeki her gelişme zorunlu olarak anti-ABD ve anti-Batı olmak, anti-emperyalist potansiyel taşımak zorunda idi. Gerekçesi ise açıkça ortada duruyordu, ilk olarak devrilmesi gereken yönetimler ABD uşakları idi ve onlar devrilmeden demokrasi yönünde bir gelişme söz konusu olamazdı. Ama onların baş destekçisi de ABD idi. İkinci olarak, Filistin sorunu gibi büyük bir sorun vardı ve aşağıdan gelişecek her halk hareketinin Filistin halkıyla yakın bir dayanışmaya yönelmesi hemen hemen kaçınılmazdı. Bu ise, ABD ve İsrail karşıtlığından başka ne anlama gelebilirdi ki? Çok açıktır ki, bu durum, emperyalist ve gerici emellerin darbe yemesi anlamına gelir.

Açıkçası BOP “olmayacak duaya amin” demekti ve sessizce ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gerçekleşmeyen projeler rafına kaldırıldı. Ama rafa kaldırılmayan bir amaç vardı ve bu amaç bölgeye ilişkin ABD’nin stratejik çıkarları ve hesapları idi. Yani asıl amaç ortada duruyor, ama kılıf değişiyordu. Bu kolayca anlaşılacağı üzere şu anlama geliyordu: ABD’nin emperyalist çıkarları bir “proje çerçevesine” sığdırılamaz, emperyalist çıkarlarımız her durumda korunmalı ve geliştirilmelidir, bunun için hedefleri ilan edilmiş projelere değil, Amerikan pragmatizmine ihtiyaç var! Herkesle konuş, denetim dışı hareketleri kontrol altına almaya çalış, yönetimler nasıl olursa olsun, ama Amerikan çıkarları her durumda korunsun ve geliştirilsin! Sorun yönetimlerin aldığı biçimler değildir, ABD çıkarları karşısında aldığı tutumlar belirleyicidir, çıkarlarımız savunuluyorsa yönetim biçimlerinin bir önemi yoktur! ABD emperyalizmi açısından sorun bu kadar açık ve net ortaya konmuştur ve uygulanan gerici politikalar da bütünüyle bu anlayış tarafından belirlenmektedir.

Burada, kısaca uluslararası medya tarafından “Arap Baharı” olarak adlandırılan, Arap halklarının devrim, isyan ve ayaklanmalarından oluşan sürecin, tek tek ülkelerdeki farklılıklarına da değinmek gerekir. Tunus, bütün diğer ülkelerden ayrılan bir özellik göstermektedir. Tunus halkı emperyalistlerin müdahalesine fırsat tanımadan bin Ali diktatörlüğünü devirmiştir. Fransız emperyalistlerinin Ali’ye destek verme girişimi başarısızlığa uğratılmıştır. Ayaklanma birden bire gelişse de, sürecin bu yana doğru gittiğini Tunus İşçileri Komünist Partisi çok önceden tespit etmiştir. Tunus işçileri ve halkı, diğer Arap ülkelerinden farklı olarak bir partiye sahiptir. Diktatörlük devrilmiş, halk bilincini ve örgütlenmesini daha fazla ilerletecek bir sürece girmiştir. Halk hareketi diktatörlüğün tüm kalıntılarını temizlemekte kararlıdır. Emperyalistler AKP benzeri bir partiyle devrimi denetim altına almaya, Tunus halkının kazanımlarını gasp etmeye çalışmaktadır. Ama Tunus halkı tecrübesi ve mücadele deneyimi ile böyle bir duruma izin vermeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Mısır halkı isyanıyla Mübarek yönetimini devirdi. Başta ABD olmak üzere belli başlı emperyalist güçler, ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un deyimi ile, “halkların ne yöne gideceği belli olmayan” hareketini kontrol altına almaya çalışmaktadırlar. Emperyalistlerin istediği Mübareksiz bir Mübarek rejimidir. Ancak Tahrir Meydanı’nı yeniden dolduran Mısır halkı buna izin vermeyeceğini tutumuyla ortaya koymaktadır. Mısır’da ayağa kalkmış bir halk vardır ve bu halk hızla bilincini artırmakta, örgütlenmelerini geliştirmektedir. Ayaklanma günlerindeki her bir gün “olağan zamanın onlarca yılına bedeldir” sözü burada da geçerliliğini korumaktadır. Mısır’da da Müslüman Kardeşler’in emperyalizmle uzlaşma tutumları, halk tarafından boşa çıkarılabilir ve gelişmeler durumun bu yöne doğru ilerlediğini göstermektedir.

Bahreyn ayaklanması, ABD’nin bölgedeki temel dayanaklarından birisi olan Suudi diktatörlüğü tarafından bastırıldı. ABD, Yemen’de diktatör Salih’i desteklemeye sonuna kadar devam etti. Ürdün’deki hareketlenme şimdilik kontrol altına alınmış görünüyor. Libya’da özellikle gençlerin başı çektiği ilk hareketlenme diktatör Kaddafi tarafından bastırıldı. Emperyalist güçler, NATO şemsiyesi altında Bingazi’de işbirlikçileri örgütleyerek, vurucu gücünü Fransa, İngiltere ve ABD’nin oluşturduğu, sonradan çıkarlarının güvence altına alınacağı garantisini alan İtalya’nın da katıldığı emperyalist bir koalisyonla Kaddafi yönetimini devirmeye çalışıyorlar. Türkiye gericiliği de bu emperyalist koalisyonun içinde aktif bir biçimde yer alıyor ve Libya’nın emperyalistler tarafından işgaline ve paylaşımına doğrudan katılıyor.

Suriye’de de muhalif gösteriler başladı ve Esad yönetimi bu gösterileri vahşice bastırmaya yöneldi. Bu durum “Batı” için bölgedeki çıbanbaşlarında birisi olarak kabul edilen Suriye yönetimini devirmenin gerekçesi yapılıyor. Suriye’ye karşı henüz emperyalist bir koalisyon oluşturulamasa da, Esad yönetimini devirmek için her fırsattan yararlanılıyor. Emperyalist güçler Suriye halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesine olanak tanımamak, süreci kendi kontrollerine almak istiyorlar. Türkiye gericiliği de bu gerici planda aktif bir rol oynuyor.

Görüldüğü gibi her bir Arap ülkesinde yaşananların kendine özgü bir gelişme özelliği ve farklı niteliği bulunuyor. Bunların aynı torbaya doldurulamayacağı, hepsi için geçerli genel tespitlerin yapılamayacağı ortadadır. Ortak bir gerçek varsa, o da Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da halklar hareketlenmişlerdir ve bu hareketlenme eski gerici statükoyu parçalamakta, halkların uyanışını hızlandırmakta, halk hareketleri objektif olarak ABD ve Batı’lı emperyalistlerin çıkarlarını tehdit etmektedir. Emperyalist güçler, Arap halklarının başlattığı bu süreci yeniden sıkı bir biçimde kendi kontrolleri altına almaya çalışmaktadırlar. Yaşanılanları böyle değerlendirmeyip, ABD’nin “planları” olarak görmek, sadece siyasi körlük değil, Arap halklarının çıkarlarının, onların isyan ve devrimlerinin karşısında yer almak, eski statükoya destek vermek anlamına gelmektedir.

Mayıs ayı sonlarında toplanan G-8 Zirvesi’nin şu bildirisi aslında fazla söze gerek bırakmamaktadır. “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devam eden tarihi değişim, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Orta ve Doğu Avrupa’da ortaya çıkan değişimlere kapıyı açan bir potansiyele sahiptir. Biz G-8 üyeleri olarak Arap Baharı’nın taleplerini kuvvetle destekliyoruz. … Fransa’nın ev sahipliğinde gerçekleşen G-8 zirvesinde ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, İtalya, Kanada ve Rusya devlet başkanları, Batının yardım ve desteği olmazsa Arap Baharı’nın aşırı uçlara kayması tehlikesine değinerek her ülkeye ayrı ayrı çağrıda bulundu.” (Sabah 28 Mayıs, abç.) Arap halklarının hareketlerinin aşırı uçlara kaymaması için emperyalist müdahalelerin şart olduğu, gelişmelerin yönünü etkilemek için her türlü yolun kullanılacağı böylece bir kez daha ilan edilmiş oluyor. “Aşırı uç”un demokrasi ve bağımsızlık olduğunu her halde ayrıca belirtmeye gerek bulunmuyor.

HALKLARIN YAŞADIKLARI DRAMLAR EMPERYALİST MÜDAHALELERİN HAKLI GÖSTERİLMESİNE MAZERET OLABİLİR Mİ?

Bu soru boşuna sorulmamıştır. Arap ülkelerinde yaşananlar eski bir tartışmayı yeniden güncelleştirmiştir. Hatırlanacağı gibi, bu tartışma Irak işgali ve sonrasında gelişen olaylar bağlamında yürütülmüş, Irak Kürtleri bazı kesimler tarafından işbirlikçi ilan edilmiş, bazı kesimler de ABD ve müttefiklerini Irak Kürtlerini özgürleştiren güçler olarak selamlamışlardı. Sorunun bu kısmına aşağıda yeniden döneceğiz ve İsmail Beşikçi ile Mesele dergisinde yapılan bir röportajı ele alacağız.

Görülüyor ki, bugün yukarıdaki tartışma farklı biçimlerde devam etmektedir. Emperyalizmin “liberal” savunucuları, bu müdahalelerin halkları kendi diktatörlerinden kurtardığını ve “halkları özgürleştirdiğini” savunmaktadırlar. Halkların yaşadıkları büyük dramlar, onlara yöneltilmiş katliamlar, bu katliamların hemen çoğunun arkasında emperyalist güçler olduğu unutularak ya da üzeri örtülerek, emperyalist müdahalelere haklılık kazandırma çabasına girişmişlerdir. Onlar, bırakalım geçmiş örnekleri, yaşanmakta olan süreçteki Yemen’deki Salih örneğini, Bahreyn’de olup bitenleri görmezden gelmektedirler. Ne gariptir ki, bunların estirdikleri rüzgarlar ilerici, demokrat çevrelerde de etkili olmaktadır. Süreçlerin karmaşıklılığının bazı kafa karışıklıklarına yol açmış olması anlaşılır olsa da, bu durumu anlayış düzeyine yükseltmiş olanların mahkum edilmesi gerekmektedir. Çünkü bu anlayışların emperyalizme, onun bugünkü dünya sistemine ilişkin tozpembe, liberal bir beklenticilikle sarıp sarmalanmış hayaller yaymasına seyirci kalınamaz.

Mesele Dergisi’nin 52. Sayısında Berat Günçıkan tarafından İsmail Beşikçi ile yapılan bir söyleşi yer alıyor. Beşikçi, söyleşinin içindeki bir bölümde kendisinin genel yaklaşımını özetle ifade eden şu tespitleri yapıyor: “Zeynel Abidin Ali, Hüsnü Mübarek, Kaddafi, Beşar Esad gibi diktatörlerin, geçmişte Saddam Hüseyin, Hafız Esad gibi diktatörlerin kendi halklarına karşı katliam yapmalarına uluslararası güçler izin vermemelidir. Egemenlik, bağımsızlık gibi ilkelerin böyle katı bir şekilde değerlendirilmesine karşı konmalıdır. Aslında bütün devletler, birbirlerine ekonomik ve siyasal ilişkiler yönünden bağımlı olmalıdır.” Anlayış bu olunca, doğal olarak örneğin Libya’ya yönelik müdahalenin emperyalist bir müdahale olduğuna ilişkin tespitler de Beşikçi tarafından eleştiri konusu yapılıyor. Sorunun Kürt sorununa ilişkin boyutları da bulunuyor. Bunlara da aşağıda değineceğiz. Ancak önce bu genel yaklaşıma ilişkin bazı değerlendirmeler yapmak gerekiyor.

Sorunu şuradan değerlendirmeye başlamak sanırız yararlı olacaktır. Bugün dünyada halkların özgürlüğünü savunan, onların kendi demokrasilerini kurmalarına yardım eden “uluslararası güçler” var mıdır? Eğer böyle güçler varsa, kuşkusuz doğru yapıyorlardır ve onlar desteklenmelidir. Ama bugünün dünya sisteminde böylesi güçler bulunmamaktadır. Ama bir “uluslararası güç” bulunmaktadır ve bu güçler egemen ilişkiler ve kurallara dayanarak veya dayanmayarak ülkelere çeşitli müdahalelerde bulunmaktadırlar. Dahası bu işgal ve müdahalelerden çok sonra ortaya çıkan belgeler, işgal edilen ülkelere ilişkin, bu ülkelerin enerji kaynaklarının, hatta tarihi eserlerinin nasıl yağmalanacağı ve paylaşılacağına kadar ayrıntılara giren hazırlıklar yapıldığını göstermektedir.

Bugün “uluslararası güçleri” kimler temsil etmektedir ve müdahale mekanizmaları nasıl işlemektedir? BM, BM Güvenlik Konseyi bu müdahalelerin “karar alıcı” organı durumundadır. Onunla işbirliği halindeki NATO ve AB’nin kurumları da alınan kararların yürütücüsü durumundadır. BM Güvenlik Konseyi beş daimi üyeden oluşuyor. ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin bu daimi üyeleri oluşturuyor. Bunlara birde 5 artı 1 formülü ile Almanya ekleniyor. Buradan çıkan kararlar genellikle BM Genel Kurulu’nda onaylanıyor. Eğer ortak bir karar çıkmazsa, Güvenlik Konseyi üyesi bir veya birkaç ülke “uluslararası hukuku” hiçe sayarak, eğer gücüne güveniyorsa, karar Güvenlik Konseyi’nin bazı üyelerince veto edilmiş olsa da, açık bir meydan okuma ile kendi müdahalesini ve işgalini, Irak ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi gerçekleştiriyor. Soyut olarak mekanizma bu!

Peki, bu mekanizma pratik olarak nasıl işliyor? İşleyiş genellikle şöyle oluyor: Dünyanın en büyük emperyalist gücü ABD hedefi ve amacı belirliyor. Genellikle yanında İngiltere de oluyor. Eğer yanına Fransa ve Almanya gibi ülkeleri de almışsa “uluslararası koalisyon” daha geniş oluyor. Çin ve Rusya ise bazen karşı çıkıyor, bazen sessiz kalıyor, bazen de destekliyor. Karşı çıktıkları durumlarda da, söz konusu kararı fiilen engelleyebilecek bir tutum almıyorlar. Hem buna güçleri yok, hem de bu durum açık bir gerici çatışmayı gündeme getireceği için böyle bir yolu henüz göze alamıyorlar. Bütün bu adı geçen devletlerin kendi içlerindeki yönetin farklılıkları bir yana, örneğin “aynı değerlere sahip olduklarını” iddia eden Batı’lı güçler, kendi ülkeleri dışında, özellikle de bağımlı ülkelerde demokrasi ve özgürlüğü hiç desteklemişler mi? Çin’de Rusya’da nasıl bir demokrasi bulunuyor?

ABD’nin diktatörleri nasıl desteklediğini uzun uzun anlatmanın bir gereği bulunmuyor. ABD, kendi halklarına karşı en ağır zulmü yapan en azılı diktatörleri hem destekledi, hem de onların işbaşına gelmelerine yardım etti. Evren ve Pinochet, Sedat ve Salih, Kral Abdullah ve bilumum şeyhler ve burada sayıp dökemeyeceklerimiz ABD’nin kara sicilinin sadece bir bölümü. ABD’nin Irak’a nasıl “demokrasi” götürdüğü ise artık kara mizah konusu. Eski sömürgeci, ABD’nin yamağı İngiltere’nin sicili ise daha parlak değil. Fransa, bırakalım eski dönemlerini, daha dün Ruanda’da soykırımını desteklemekle suçlandı. Tunus diktatörü bin Ali’ye destek sunmayı teklif etti. Almanya ise hevesle av peşinde koşuyor ve Afganistan’da halkı katletmekte ABD’nin sağlam bir ortağı durumunda. Çin’de en küçük bir muhalif hareket kan ve terörle bastırılıyor; Rusya ise kendi etki alanında halkların özgürlük hareketlerini kan ve terörle bastırmakla kalmıyor, kendi içerisinde de muhalif güçleri ezmeye çalışıyor.

Bugün “uluslararası toplum” adına hareket eden “uluslararası güçler” bunlar. Bunlara Japonya, Kanada, İtalya gibi ülkeleri, emperyalizmin sadık destekçileri Kuzey ülkelerini eklemedik! Bu tablodan halklara özgürlük çıkar mı ya da bugüne kadar çıktı mı? Gerçekler çıkmadığını gösteriyor. Bu emperyalist devletler kendi stratejik çıkarları peşinde koşuyorlar ve enerji kaynaklarını, bunların geçiş yollarını, ülkelerin zenginliklerini güçleri ve etkileri oranında paylaşıyorlar.

Bu genel tablo içerisinde, Irak Kürtleri, farklı bir yerde duruyor gibi gözüküyor. Bu nedenle, bu konuyu yine Beşikçi’nin iddiaları temelinde irdelemekte yarar bulunuyor. Beşikçi, aynı söyleşide şunları ileri sürüyor: “Saddam Hüseyin kendi halkı Kürtlere karşı kimyasal silahlar kullanmıştı. O zamanda Irak’ın egemenliğini, Irak’ın bağımsızlığını savunanlar, Kürtlere karşı tırmandırılan devlet terörünü, soykırımı görmezlikte gelerek Saddam Hüseyin ve rejimine karşı geliştirilen müdahaleye karşı çıkıyorlardı. Aslında bu, diktatörler tarafından ezilen halkların durumunu anlamak için daha önemlidir.” İddialar büyük ve suçlamalar kesin!

O zaman gelişmelere, olup bitene yakından bakalım. Ama önce şu ayrımı yapmak gerekiyor. Irak müdahalesine, soruna tutarlı bir anti-emperyalizm cephesinden bakanlar da, örneğin farklı bir gerekçe ile bizde olduğu gibi ulusalcı bir bakış açısıyla bakanlar da karşı çıktılar. Ulusalcıların gerekçelerini burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ama tek cümle ile özetlersek, onları harekete geçiren etken, Türkiye’de de bir Kürt sorunu olması, müdahalenin Türkiye açısından olumsuz sonuçlar doğuracağı, benzer müdahalelerin Türkiye’ye karşı da gündeme gelebileceği korkusudur. Nitekim onlar, Irak’ta PKK güçlerine karşı operasyona izin verildiği koşullarda “ABD ile ilişkilerden memnun oldukları”nı –örneğin Baykal gibi– açıklamakta bir sakınca görmediler. Biz burada sorunu doğal olarak anti-emperyalizm ve sosyalizm cephesinden ele alanlara yönelik eleştirileri yanıtlamak durumundayız.

Irak’a yönelik emperyalist müdahalenin gerekçesi, Saddam yönetiminin kitle imha silahları ürettiği ve 11 Eylül saldırısı ve El Kaide ile bağlantılı olduğu iddialarıdır. Ki bu iddiaların doğru olmadığı ortaya çıktı ve o dönemin baş aktörleri bunu açıkça itiraf ettiler. Müdahale gerekçeleri içerisinde Irak Kürtlerinin durumuna ilişkin tek kelime bulunmuyordu. Üstelik ilk müdahale sonrasında, 90-91’de, Saddam’ın Kürtleri Halepçe’de kimyasal gazlar da kullanarak rahatça katletmesine göz yumanlar da ABD ve İngiltere idi. Kürt halkının toplu katliamı, bu emperyalist güçlerce, son derece soğukkanlı bir biçimde, sonra atılacak adımın “malzemelerinden” birisi, Irak Kürtlerini kendilerine bağlamanın taktik adımı olarak değerlendirilip kullanıldı.

Irak’a müdahale ve Saddam yönetiminin devrilmesi, elbette ki Irak Kürtlerine yaradı. Irak Kürtlerinin ortaya çıkan bu durumdan yararlanmaması düşünülebilir miydi? Dahası Irak Kürtleri bu durumdan yararlanmış olmalarından dolayı eleştirilebilirler mi? Irak Kürtleri, kendileri dışında gerçekleşmiş olaylardan ve sonuçta ortaya çıkan durumdan akıllıca yararlandılar ve zaten on yıllardır verdikleri mücadelenin sonuçlarını almaya başladılar. Olup bitenin özeti budur. Soruna anti-emperyalizm ve sosyalizm cephesinden bakanlar için olup bitenin açıklaması budur. Bugün Irak Kürtlerine ne denilebilir? Herhalde ancak şunlar: “Barzani ve Talabani gibi işbirlikçileri ve gericileri değil, demokratik bir yönetime varacak hareketleri destekleyin, sizin bu yöndeki her çabanıza destek vereceğiz. Ama bunu yapmasanız da kendi kaderinizi tayin hakkına sahipsiniz ve size yönelik her türlü müdahaleye ve sizi boğma girişimlerine sonuna kadar karşı çıkacağız.” Bundan başka ne söylenebilir ki?

Ama önemli bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor: Açıkça görüldüğü gibi, Beşikçi’nin temel dayanağı olan Irak Kürtleri örneği, çok farklı bir gelişim yoluna işaret etmektedir. Ama Beşikçi’nin mantığı kabul edildiğinde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır. Irak Kürtleri, sonuçlarından yararlandıkları bir olayın –Irak’ın ABD tarafından işgali ve yakılıp yıkılması– gerçekleşmesini sağlayan bir faktör gibi ele alınıp anlatılmakta, on yıllardır direniş ve mücadele içinde şekillenmiş Kürt kimliği ve karakteri–Beşikçi bunu kötü bir şey olarak görmese de– sıradan bir işbirlikçiliğe indirgenmektedir. Aklı başında ve vicdan sahibi her Kürdün Beşikçi’ye, “şimdiye kadar bize yaptığın olumlu katkılar için sağol hoca, ama bize işbirlikçiliğin olumlu bir meziyet olduğunu kabul ettirmeye çalışma” deme hakkı herhalde olacaktır!

Beşikçi önem vermese ve farkında olmasa da, ulusal karakter ve kimlik şu açıdan önemli: Tutarlı bir ulusal şekillenme ve karakter oluşumu ancak bağımsızlıkçı –illa bağımsız bir devlet kurma yönelimi kast edilmiyor– bir tutuma sahip olmakla olanaklıdır. Aksi durumda bir ulus iradesini şu ya da bu emperyalist devletin iradesine, dolayısıyla çıkarlarına bağlamaktan, büyük güçlerin oyuncağı ve nihayetinde uşağı olmaktan kurtulamaz. Ulusal karakterin demokratik bir biçimde şekillenmesi açısından da bu durum belirleyici bir öneme sahiptir.

Öte yandan Irak Kürtleri Barzani ve Talabani taraftarlarından ibaret değiller ve demokrasi ve özgürlük için mücadele edenlerin güçlendiği bir süreç yaşıyorlar. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi yöneten gerici rejimlerin, Irak Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduğunu ve bunu kabul edeceklerini açıklamaları durumunda –bu onların hiç yanaşmayacakları bir tutum– Irak Kürdistan’ında çok farklı gelişmelerin yaşanacağı da bir gerçektir. Ama ne olursa olsun, Irak Kürtlerinin farklı bir tecrübe yaşıyor olmaları bugünün bir gerçeğidir ve her halka güvenildiği gibi, Irak Kürtlerine de güvenilmelidir. Beşikçi, Irak Kürtlerinin kendi güçlerine dayanarak bugünkü duruma geldiklerini vurgulama ihtiyacını duymuş olsa da, olup biteni baskı altındaki halklar açısından “genel bir-çözüm” olarak göstermekte bir sakınca görmüyor.

Aynı söyleşide, Berat Günçıkan Beşikçi’ye, Bahreyn ve Yemen’de olup bitenleri hatırlatıyor ve BM ve NATO’nun neden müdahale etmediğini de soruyor. Beşikçi’nin buna yanıtı ise şudur: “Ortadoğu’da yeni gelişmeler oluyor. Bahreyn’de Şiiler Sünni yönetime karşı mücadele içindeler. Suriye’de Sünniler Şii yönetime karşı mücadele ediyorlar. Ortadoğu’da bu tür dinamiklerin harekete geçmesini gelecek bakımından olumlu buluyorum.” Ne dersiniz, çok aydınlatıcı bir yanıt olmuş değil mi? Emperyalist müdahalelerin temel karakteri göz önüne alınmazsa, emperyalizmin stratejik amaçları dikkate alınmazsa, bu tür sorulara verilecek başka bir yanıt bulunamaz.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin derdi halkların kaderi ve özgürlüğü değildir. Bağımlı ülke yönetimleri hangi biçimleri alırsa alsın, emperyalist ülkelerin stratejik çıkarlarını savunuyorlarsa, bir sorun yoktur. Bu çerçeve içerisinde, Kaddafi ve Saddam’ın eli kanlı şeytani diktatörler olarak gösterilirken, Salih’e arka çıkıp, Suudi Kralı’nın desteklenmesinin garip bir yanı bulunmamaktadır. Emperyalizm açısından bu durum bir çelişkiyi ifade etmemektedir. Ama emperyalizm açısından bir çelişkiyi ifade etmeyen bu durum, bazı ilericilerimizin ve solcularımızın kafasında ciddi çelişkiler yaratmakta, onları oportünizmin karanlık sularında kulaç açmaya zorlamakta, emperyalizmden liberal beklentilere kapıyı ardına kadar açmaktadır. Ama gerçekler sadece inatçı değil, oldukça aydınlatıcıdır. Olup bitenlerde herkesin öğrenebileceği epeyce tecrübe bulunmaktadır.

Kriz, Euro, AB ve Gelecek Hayali

2007-2009 dünya ekonomik krizinin temposunda sonraki yıllarda “düşüş”,”düzelme-toparlanma” görüldüğü propagandasının yükseltildiği bir dönemde, daha güçlü bir krizin söz konusu olduğuna dair tartışmalar yeniden yoğunluk kazandı. Bu büyük krizin faturasının emekçilerin, işçi sınıfının sırtına bindirilmesi yoluyla, sermayenin zararlarının bütün toplumun zararı haline getirilerek, devletler tarafından büyük tekellere “kurtarma fonları”, “konjonktür paketleri” adı altında zararların kamu kaynaklarından karşılanması etkisiyle meydana gelen devasa bütçe açıklarının devletlerin iflasını gündeme getirmesi şeklinde yaşanacağına dair görüşler giderek ağırlık kazanıyor.

Böyle olması şaşırtıcı da değil! Çünkü krizin etkisini/şiddetini azaltma adına büyük tekelci işletmelere ve bankalara yapılan kaynak aktarmaların mutlaka bir karşılığının olması gerekiyordu. Ekonomik kriz dolayısıyla hükümetler, mali sermayeye “konjonktür paketleri” adı altında toplam 33 trilyon 500 milyar dolar devlet güvencesi verdiler. Ancak şimdi iş tersine dönmüş gibi. Bu nedenledir ki; sermayenin kriz zararlarını karşılama ve konjonktür paketleri oluşturma politikası sonucunda, ABD’de ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde devlet borçları görülmedik şekilde yukarı fırladı. IMF’nin yeni başkanı Christina Lagarde’in büyük tehlikeyi önleme adına ABD başta olmak üzere aşırı borçlu ülkeleri “iflas tehlikesi” konusunda uyardı ve bütçe açığını en kısa zamanda frenlemelerini istedi. Bugüne kadar tek tek şirketlerin çökmesi, iflas etmesi bir yönüyle devletler tarafından telafi edilebilecek bir durum iken, şimdi devletler içine düştükleri kamu borcu krizinin yaratacağı “iflas” tehdidiyle yüz yüzeler. Bankalar başta olmak üzere tekellere güvence veren ve büyük miktarda mali destek sunan devletlerin büyük çoğunluğu “iflas etmemek için”(!) uluslararası sermaye kurumlarının kapısında dilenerek ve daha güçlü emperyalist devletlerin dayatmalarına boyun eğerek ayakta kalmaya çalışıyorlar.

Bu yöndeki en çarpıcı gelişmeler, 2009’un sonundan bu yana Yunanistan başta olmak üzere İrlanda, Portekiz, İtalya, İspanya gibi Avro Bölgesi ülkelerinde yaşanıyor. AB ekonomisinin yüzde 2.4’ünü oluşturan Yunanistan’da “aşırı borçlanma krizi” ya da “bütçe açığı” ilk ortaya çıktığında, burjuva ekonomistleri ve birçok politikacı sorunun bu ülke ile sınırlığı olduğunu ileri sürerek, Avro’ya üyelik sürecinde yanlış rakamlar verildiğini; Yunan halkının gelirlerini gözetmeksizin “fazla harcadığını” ileri sürerek, sorunu bu ülkeyle sınırlı göstermeye çalışmışlardı. Ancak, meseleye oldukça yüzeysel yaklaşımı içeren bu popülist propagandanın gerçeği ifade etmediği kısa bir süre sonra anlaşıldı. Aşırı borçlanmanın Yunanistan ile sınırlı olmadığı, pek çok AB ülkesinin Maastrich Antlaşması’nda belirlenin “ortak ekonomik kriterler”e uymadığı dillendirilmeye başlandı. Yunanistan’ın ardı sıra İrlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya’nın (bu ülkelerin tümüne PIIGS devletleri deniliyor) aşırı borçlanma ile karşı karşıya kalmaları, uluslararası mali sermaye tarafından kuşatılan ülkelerin önce aşırı borçlanmaya, sonra da iflasa sürüklenmesinin tekil bir durum olmadığı ve bunun kapitalizmin temel yasalarının işleyişiyle ilişkili olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

MAASTRICH KRİTERLERİ VE BÜTÇE AÇIĞI

Aşırı kamu borçlanmasının Avro’yu ortak para birimi olarak kullanan ülkelerde meydana gelmesi, Avro’nun nasıl etkileneceği tartışmasını beraberinde getirdi. “Ortak para ve ekonomi politikası” için belirlenen kriterler yeniden masaya yatırıldı.

7 Şubat 1992’de, dönemin AB ülkeleri tarafından Hollanda’nın Maastrich kentinde imzalanan ve 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastrich Kriterleri’ne göre, bir AB üyesinin bütçe açığının toplam Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 3’ünden, Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) ise yüzde 60’ından fazla olamayacağı karara bağlanmıştı.

Maastrich Kriterleri arasında sayılan, bugün Yunanistan ve diğer ülkelerin durumunun tartışılmasına neden olan “GSYİH’nin yüzde 60’ndan fazla bütçe açığı olmama” kriteri baz alındığında, Avro’yu ortak para birimi olarak kullanan 17 ülkeden sadece Finlandiya, Slovakya, Slovenya, Lüksemburg ve Estonya’nın durumunu buna uygun düşüyor. Geriye kalan 12 ülkenin bütçe açığı GSYİH’larının yüzde 60’ından fazla. En çok borçlu olanların başında ise yüzde 157 ile Yunanistan, yüzde 120 ile İtalya, yüzde 112 ile İrlanda, yüzde 102 ile Portekiz, yüzde 97 ile Belçika geliyor. Bu beşliyi, Avro Bölgesi’nin en büyük ekonomilerine sahip Fransa (yüzde 85) ve Almanya (yüzde 82) takip ediyor.[1]

Benzer bir durum “yüzde 3 kriteri” için de geçerli. Dolayısıyla, Maastrich Kriterleri’ni aşma ve aşırı borçlanma içine girme, günümüz Avrupa’sında sadece Yunanistan’ın, İtalya’nın, Portekiz’in değil, bütün ülkelerin sorunu haline gelmiş bulunuyor. Uluslararası bankalar, mali sermaye fonlarının verdiği borçtan aldığı faizden çok daha fazlasını kazanmak için devlet tahvillerinin değerini düşürmüşler ve bu da bu ülkelerin borçlarının artmasına ve “iflas ile yüz yüze gelmeleri”ne yol açan etkenlerden biri olmuştur. Aşırı borçlanma içine çekilen ve iflas ile karşı karşıya kalan Yunanistan’ın kurtarılması adına başlatılan süreç de, ülkenin borç açığının azalmasından çok artmasına neden olmuştur.  AB Komisyonu’nun 2012 tahminlerine göre, Yunanistan’ın halen yüzde 157 olan bütçe açığı, bunca tasarruf paketine ve özelleştirmeye rağmen önümüzdeki yıl yüzde 166’ya çıkacak. Veriler, bu ülkenin bütçe açığının yıllara göre büyümeye devam ettiğini gösteriyor. 2007’te yüzde 105 olan bütçe açığı, 2008’de yüzde 111’e, 2009’da yüzde 127’ye, 2010’da yüzde 143’e çıkmıştır. Bu veriler, Yunanistan’ı kurtarma adı altında hazırlanan 110 milyar Avro’luk fona, sosyal kesintiler karşılığında verilen kredi dilimlerine rağmen, bütçe açığının büyümeye devam ettiğini gösteriyor. Ve şimdiden 2013’ten sonra ne kadarlık bir “yardım paketi”nin karar altına alınması gerektiğinin hesapları yapılıyor. Daha da önemlisi, AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından dayatılan 28 milyar Avro’luk tasarruf paketi, 50 milyar Avro’luk özelleştirme programı parlamentoda tarafından kabul edilmiştir.

Yunanistan’ın içinde bulunduğu/düşürüldüğü durum, Avro bölgesi ve AB ülkelerinin “birleşme” ve “ortak ekonomi” politikalarının sadece işçi sınıfı ve emekçiler için değil, bu “birlik”in ‘küçük’ ülkeleri açısından da tahrip edici sonuçlar doğurduğunu gösteriyor. Yunanistan’ın durumu bunu daha iyi anlamak açısından çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Kısaca bakalım.

YUNANİSTAN: ‘KURTARILDIKÇA’ BATAN ÜLKE

Son bir buçuk-iki yıldır AB Komisyonu-AMB-IMF troykası tarafından Yunanistan’a dayatılan reçeteler, borç krizini bitirme yerine daha kronikleştirmiş bulunuyor. “Kurtarma” adına atılan bütün adımlar Yunanistan’ı düzlüğe çıkarma yerine daha da batırdı. Kurtarılan ise sadece Avrupa’nın büyük bankaları, yatırım fonları ve sigorta tekellerinin yüksek faiz karşılığı Yunanistan ve onun gibi borç batağına itilen ülkelere verdiği paralar ile onların yüksek getirileri.

“Yunanistan’ın toplam 300 milyardan fazla borcunun yüzde 74’ünü, yani 218 milyar Avro’luk bölümünü, yabancı bankalar ve kurumlardan alınan miktar oluşturuyor. Yabancı bankaların toplam 146 milyar Dolar alacağı bulunuyor. Sadece Alman bankalarının 34 milyar Dolar (23 milyar Avro) alacağı söz konusu. Bu toplam içinde sigorta tekellerinin 49 milyar Avro, emeklilik kurumları ve fonların 47 milyar Avro’luk alacağı bulunuyor. Çeşitli ülkelerin Merkez Bankaları ise 33 milyar Avro alacaklı. Yunanistan’ın kamu borcunun yüzde 56 kadarı (164 milyar Avro) Avro Bölgesi ülkelerine ait. Bunun 72 milyar Avro’su bankalar, 44 milyar Avro’su sigortalar, 33 milyar Avro’su emeklilik kurumları ve fonlara, 9 milyar Avro’su Merkez Bankalarına ait. Alacaklı ülkelerin başında 50 milyar Avro ile Fransa, 28 milyar Avro ile Almanya, 20 milyar Avro ile İtalya, 17 milyar Avro ile Belçika, 15 milyar Avro ile Hollanda ve yine 15 milyar Avro ile Lüksemburg geliyor.[2]

Ülkeler adına sıralanan alacaklılar listesindeki gerçek alacaklılar elbette bu ülkelerin en büyük banka, sigorta, yatırım fonlarıyla özel ya da kamu tekelleri. Bu nedenle, “borçlu” ülke Yunanistan’ı kurtarma adına AMB-IMF tarafından 2013’e kadar ayrılan 110 milyar Avro’luk “kurtarma fonu”nun çok önemli bir bölümü bu tekellere gidecek.

Keza Alman bankalarının İspanya’dan 240 milyar Dolar, Portekiz’den 47 milyar Dolar, İrlanda’dan 184 milyar Dolar, İtalya’dan 190 milyar Dolar alacağı bulunuyor.[3]

Benzer bir durum kamu açığı krizi içinde olan başka ülkeler için de geçerli. Almanya’da yayınlanan Die Zeit gazetesine göre, “Aşırı borç içinde olan AB üyesi ülkelerden, Alman bankaları, sigorta şirketleri ve diğer finans kurumları 500 milyar Avro’luk; Fransız bankaları ve finans kurumları 400 milyar Avro’luk; aynı şekilde İngiliz bankaları ve kurumları da 400 milyar Avro’luk devlet tahvili satın aldı.[4]

Bu veriler, “Avro krizi”nin kazananlarının asıl olarak Almanya, Fransa ve İngiltere olduğunu ve bu üç ülkenin parasal ve politik gücünü kullanarak dayatmalarda bulunduğunu gösteriyor. Veriler, uluslararası tekellerin yüksek faiz karşılığında vermiş olduğu kredileri –bütçe açığı ve iflas tehdidi nedeniyle– geri alamama riskinin, sözünü ettiğimiz üç ülkenin bankalarının, sigorta şirketlerinin ve finans fonlarının “kurtarma” paketleriyle  devreye girdiğini gösteriyor. Hannover Leibniz Üniversitesi Kamu Finansmanı Enstitüsü Müdürü Stefan Homburg, uluslararası mali sermayenin Yunanistan’ın içini boşaltarak kamu borcu krizine sürüklemesini şu şekilde özetliyor: “Birinci aşama: Bankalar ve Hedge fonlar mağdur ülkeden devlet tahvili satın alıyorlar. İkinci aşama: Ülke hakkında kredi notunu düşürecek şekilde gevezelik yapmaya başlıyorlar. Üçüncü aşama: Bunun üzerine tahvillerin değeri artınca geri satıyorlar. Böylece hükümeti kandırarak yüksek kar elde ediyorlar.[5]

Bu büyük dolandırıcılık yoluyla en çok para kazananların başında Alman mali sermayesi geliyor. AB çapında “borç krizinin” bu denli derinleştiği bir dönemde Deutsche Bank’ın 2011 yılının ilk yarısında, kendi tarihindeki en büyük kâr miktarlarından birini yakalamış bulunuyor. Deutsche Bank, kendi verilerine göre, 2011’in ilk çeyreğinde 2.8 milyar Avro kâr elde etti ve bankanın şefi Josef Ackermann bu sonucu “Bankanın tarihindeki ikinci büyük kar” şeklinde kamuoyuna duyurdu. En dikkat çekici olan da bu kârın yüzde 96’sının “spekülasyon ticareti” (hisse alış-verisi) yoluyla elde edilmesidir. Bankanın hedefi ise yılsonunu 10 milyar Avro kâr ile kapamak.

Bu örnekler, uluslararası sermaye tarafından yüksek faiz karşılığında kamu borç sarmalına alınan Yunanistan gibi ülkelerin karşı karşıya geldikleri durumun, başka ülkeler açısından da beklenilir olması olasılığının yüksek olduğuna işaret ediyorlar. “Borç krizi” giderek derinleşecektir. Borçlu ülkelerin borçluluk durumu giderek ağırlaşacaktır.

Hemen belirtmek gerekiyor ki; riskin artması nedeniyle Yunanistan’a yüksek faizli borç veren bankalar ve yatırım fonlarının bir bölümü, şimdi daha temkinli davranıyorlar. Uluslararası Ödemeleri Denkleştirme Bankası (Bank für Internationalen Zahlungsausgleich – BIZ) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, sadece geçen yılın son çeyreğinde, yabancı bankalar tarafından 10,3 milyar Dolar (7 milyar Avro) Yunanistan’dan çekildi. Avro Bölgesi’nde Almanya ve Fransa’dan sonra üçüncü büyük ekonomiye sahip İtalya’nın Yunanistan ile aynı kaderi paylaşması durumunda ise, AB’nin durumu içinden daha fazla çıkılmaz hale gelecek! Çünkü Yunanistan, Portekiz ve İrlanda gibi Avro Bölgesi’nin toplam ekonomisi açısından küçük olan ülkeleri, hazırlanan ve hazırlanacak “kurtarma fonları” ile idare etmek mümkündü. Ancak, İtalya’nın kredi notunun düşürüldüğü yönündeki haberler bile ilk günde Avrupa borsalarını sarsıp Avro’nun dolar karşısındaki değerini düşürdü. İtalya’nın borç krizi içine sürüklenmesi ise işin rengini iyice değiştirecek.

Gayrisafi Yurtiçi Milli Hasıla’sının yüzde 120’si kadar bütçe açığı, 1.8 trilyon Avro borcu bulunan İtalya’nın bu durumdan kısa zamanda çıkması beklenmiyor. Daha şimdiden, yükü emekçilere aktaran 47 milyar Avro’luk tasarruf paketi senatoda onaylandı. Emekçilerin yaşamı çok daha zorlaşacak.

AB’NİN ÜLKELER ÜZERİNDEKİ TAHAKKÜMÜ YOĞUNLAŞIYOR

Yunanistan’dan başlayarak genişleyen ve en son İtalya’yı da içine almaya başlayan “aşırı kamu borcu krizi” ya da yaygın tanımlanmasıyla “Avro Krizi”nin önlenmesi adına AB’nin egemen güçlerinin attığı adımlar, bugüne kadar ekonomik ve siyasi anlamda gerçekleştirilemeyen “tam birliğin” zor ve baskı yöntemiyle hayata geçirilmek istendiğini gösteriyor. Tek tek devletlerin ekonomi ve bütçe üzerindeki yetkisini Brüksel’e devretmesini düzenleyen yeni kurumların ve anlaşmaların oluşturulması, aynı zamanda normal koşullar altında ülkeler üzerinde “bütçe disiplini” ve “mali kontrolü” gerçekleştiremeyen sermaye güçlerinin, şimdi bu krizi bir fırsat bilerek adımlar attığı, dolayısıyla krizi fırsata çevirmek istediği görülüyor. AB bünyesinde bu amaçla birçok “pakt” oluşturulup anlaşma imzalanmış bulunuyor. Bu kurum-pakt ve anlaşmalar, AB’nin biçimlenmesinde rol oynayan Batı Avrupalı güçlü emperyalist ülkelerin nasıl bir Avrupa istediğini de ortaya koyuyorlar. Bunların başlıcaları şunlardır:

a-) AVRO-ARTI-PAKT: Mart ayının sonunda bir araya gelen AB liderleri, “Avro krizini” çözme adına, AB’nin ekonomi ve mali politikasını Brüksel’den belirleme, üye ülkeler üzerinde baskının çerçevesine tanımlamak üzere “Avro-Plus-[ARTI-] Paktı”nın kurulmasını karara bağladılar. Avro’nun yürürlükte olduğu ülkeler için bağlayıcı özelliği bulunan paktın amacı şu şekilde ifade ediliyor: “Farklı ekonomileri, ekonomilerdeki gelişmişlik düzeylerini ya da belli yapısal belirtileri (Maastrich kriterleri gereğince) birbirine yakınlaştırmak amacıyla böylesine bir paktın oluşturulmasına karar verilmiştir.”

Pakt gereğince her Avro ülkesi, her yıl için, diğer Avro ülkelerine karşı sorumluluklarını yerine yetirip getirmediği konusunda hesap verecek. Almanya Başbakanı Angela Merkel, bu durumu “karşılıklı sorumluluk” olarak adlandırırken, bunun ülkeler arasında “politik işbirliğini güçlendireceği”ne inanıyor.

Paktın amaçlarının başında, “ülkeler arasındaki mali ve ekonomik işlemler konusunda koordinasyonu sağlamak” olduğu açıklansa da, asıl amaç, ücretlerin, sosyal hakların daha da aşağıya çekilmesi.

“Avro-Plus-Paktı” kapsamında ayrıca “Avrupa 2020 Stratejisi” ve “Avrupa Sömestri” adlı planlar bulunuyor. “Avrupa Stratejisi 2020” ile 2020 yılına kadar Avro Bölgesi çapında farklı “sosyal piyasa ekonomisinin birbirine yakınlaştırması” amaçlanıyor. “Avrupa Sömestri” ise finans ve maliye politikaları koordine edilecek ve ulusal bütçelerin Brüksel ile konuşularak hazırlanmasını sağlayacak. Buna gerekçe olarak da tek tek ülkelerin bütün AB ekonomisini etkileme özelliğine sahip olması gösterilerek, “disiplinin zorunluluğuna” dikkat çekiliyor. “Avrupa Sömestri” 2005’te karar altına alınan Lizbon Stratejisi’nin sertleştirilmiş halinden başka şey değil.

b-) İSTİKRAR VE BÜYÜME PAKTI (SWS): Bu pakt ile AB üyesi ülkelerin “ulusal ekonomi pratikleri” kontrol altına alınacak. Bununla, henüz Avro Grubu üyesi olmayan ülkelerin Avro’ya geçişleri durumunda bütçelerinin disiplin altında tutulması hedefleniyor. Bu pakt öncelikli olarak Avro kullanan AB’nin 17 üye ülkesi için geçerli. Pakt gereğince ülkelerin ulusal yasalarını ve anayasalarını bu çerçeveye göre düzenlemeleri gerekiyor. Böylece “ulusal hükümetler”in AB’ye karşı görevlerini yapıp yapmadıkları sıkı şekilde denetlenmiş olacak. Pakta üye olan ülkeler, ücretleri “makul” düzeye indirme, emeklilik yaşını nüfus gelişmesine göre düzenleme, anayasalarına “borçlanmanın sınırlandırılmasını” öngören maddeler ekleyecekler. Yanı sıra, yılda bir düzenlenecek zirvelerde alınan kararların uygulanıp uygulanmadığı gözden geçirilecek. Uygulamada geri kalan ülkelere yaptırımlar gündeme gelecek. Almanya’nın talebi üzerine pakta 17 Avro ülkesinin yanı sıra Bulgaristan, Danimarka, Letonya, Litvanya, Polonya ve Romanya da dahil edildi.

c-) AVRUPA İSTİKRAR MEKANİZMASI (ESM):  Mart ayında yapılan AB Zirvesi’nde, Avrupa Mali İstikrar Fonu (EFSF) kredi havuzunun 250 milyar Avro’dan 440 milyar Avro’ya yükseltilmesi ele alınırken, Haziran 2013′de EFSF’nin yerine “Avrupa İstikrar Mekanizması” (ESM)  kurulması kararlaştırıldı. Sürekli hale getirilen “İstikrar Mekanizması” kapsamında üye ülkelere daha fazla bütçe ve borçlanma disiplinine ilişkin kurallar ve yine üye ülkelere uzun vadede tasarruf yapma zorunluluğu getirilirken, aşırı borçlu ülkelerin hükümetleri üzerinde bütçe açıklarını kapatmaları yönünde baskı artırılacak. Haziran 2013′de çalışmaya başlayacak ESM’nin toplam bütçesi 700 milyar Avro olacak. Bunun 80 milyar Avro’su nakit olarak fonda bekletilecek. 620 milyar Avro’luk bölümün 420 milyarı her an çekilebilir sermaye ve 200 milyarı ise kefalet sermaye bölümlerinden oluşacak. Avro Grubu ülkeleri fona nakit aktarmakla yükümlü oldukları miktarı 2017 yılına kadar beş taksitte ödeyecekler.[6]

TAHAKKÜM İÇİN YENİ KURUMLAR SIRADA BEKLİYOR

“Avro krizi”nin ortaya çıkmasından sonra, “aşırı kamu borçlanması” içinde olan ülkeleri kurtarma adı altında AB liderleri tarafından karar altına alınan Avro-Artı-Pakt, SWP ve ESM gibi yeni sözleşmeler ve kurumlar, eskiden de var olan ancak yaptırım bakımından esnek olan sözleşmelerin sertleştirilmesini içeriyor. Böylece, AB’nin asıl karar verici ülkeleri olan Almanya, İngiltere ve Fransa tarafından “disiplin” adına dayatılan anlaşmalar, her üç anlaşmada da görülebileceği gibi “ulusal karar mercilerini” (Parlamento, hükümet ve bakanlıklar) bir tarafa bırakıyor ve bütün ekonomi ve mali politikaların Brüksel’den belirlenmesini içeriyor. Ancak, bu “pakt”ların da istenilen disiplini sağlayamayacağının farkında olan AB’nin büyük sermaye güçleri, daha merkezi bir sistemin kurulması için yeni kurumların oluşturulmasını sıkça gündeme getiriyorlar.

Bunların başında AB Maliye Bakanlığı, Avrupa Para Fonu, mali politikalarla ilgilenen Ekonomi Hükümeti (Wirtschaftsregierung), Avrupa Reyting Ajansı geliyor. Hatta, kendisini dizginleyemeyen azgın sermaye sözcüleri Avro bölgesinde kontrol edilemeyen bütçe açıklarını engellemek amacıyla, bütün ülkelerin tahvillerinin “Avro Tahvilleri” olarak birleştirilmesini bile talep etti. Kurulan ve kurulmak istenen kurumların hedeflerine bakıldığında, AB’nin büyük ülkelerinin (Almanya/Fransa) AB ekonomisinin tek elde toplanmasını zorunlu gördükleri anlaşılıyor. Bunun anlamı; ekonomileri zayıf küçük ülkelerin büyük ülkeler tarafından mutlak olarak teslim alınmasıdır. Ne var ki; bunun için temel kabul edilen ortak pazar ve para birliği konusunda genel çerçeve açısından bazı adımlar atılmakla birlikte, bunun daha somut bir hal alması anlamına gelen bütün ülkeler için geçerli olan ortak maliye/finans, bütçe, vergi, ücret politikaları halen söz konusu değildir. Almanya ve Fransa’nın dış politikada olduğu gibi bu konularda da ortak politikanın oluşturulması gerektiği yönünde çeşitli dönemlerde ve biçimlerde yaptığı çağrılar, öneriler sonuçsuz kaldı, kalmaya da devam edecek. Çünkü farklı ülkelere ait sermaye grupları arasındaki rekabet ve daha fazla kậr arzusu bunu olanaksız kılıyor. Ve öyle görünüyor ki, son ekonomik kriz ve aşırı borçlanmayla birlikte bu yöndeki rekabet bundan sonra daha da kızışacaktır. Bu çelişkinin kendisi özünde mevcut AB içinde “çelişkisiz” ortak siyasi ve ekonomik politikaların mümkün olmadığını gösteriyor. Bu nedenle, Almanya ve Fransa ikilisi AB’de nihai hedef olan siyasi ve ekonomik açıdan “tam birliği” dayattıkça birliğin temelleri sarsılmaktadır.

Ama, “Birleşik Avrupa”dan en çok kazanç elde edenler bütün bu çelişkilere rağmen, genel hedeflerine varmak için, olanaklar elverdikçe azami dereceden süreçten yararlanacaklardır. Bu nedenle, Avro’nun “çöküşü” ve “dağılması” tehdidi kullanılarak normal koşullarda olması zor ya da uzun bir zaman alması tahmin edilen “merkezileşme/birleşme” politikaları daha hızlı bir şekilde, özellikle de Almanya ve Fransa tarafından gündeme getirilerek, üye ülkelere dayatılıyor.

AVRO KRİZİ Mİ AB KRİZİ Mİ?

Avrupa’nın büyük sermaye güçleri açısından, AB’yi kısa zaman içinde kendi çıkarlarına göre dizayn etmede fırsat olarak görülen “Avro krizi”nin bugünkü verili durumu itibariyle gerçekten parasal anlamda bir kriz olup olmadığı tartışmalı. Evet, ortada gelişmiş ekonomilere karşı rekabet gücü zayıflayan, bu yüzden de artık rekabet edebilecek durumda olmayan ülkeler ve bu ülkelerin vermiş olduğu büyük bütçe açıkları söz konusu. Yani, sorunun özünü “kamu borcu krizi” oluşturuyor. Ancak bunun “Avro krizi”ne dönüşmesi de pek mümkündür. Bir veya bir kaç ülkenin iflas etmesi ve buna bağlı olarak dünya piyasalarında Avro’nun değerinin düşmesi muhtemeldir. Ama bu durumun kendisi bile Avro’nun hemen ortadan kalkacağı, eski ulusal paralara geri dönüleceği anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla bugün açısından tek tek ülkelerin içine düştüğü bütçe açığı elbette tek başına Avro’ya geçiş ile açıklanamaz. Bu nedenle, Yunanistan ile başlayan diğer ülkeler ile devam eden “aşırı borçlanma” krizinin kendisi asıl olarak kapitalist ekonominin işleyişiyle, yasalarıyla ve çarpıklığı ile ilgilidir. Ülkelerin tek tek mali tablosuna bakıldığında hemen hemen hiç bir Avro ülkenin borç sarmalından kurtulamadığı görülüyor. Dolayısıyla krizler ne şu ve ya bu hükümetin beceriksizliği, yanlış reçetelerinden, ne büyük tekellerin yanlış kararlar almasından kaynaklanıyor. Bu ülkelerin hükümetleri bir bütün olarak tekelci kapitalizmin işleyiş kurallarına göre hareket ederek kendi sınıflarının çıkarları ve ihtiyaçlarına göre hareket ediyorlar, kararlar alıyorlar.

Zira eşitsiz ve sıçramalı gelişme emperyalist kapitalizminin temel bir özelliğidir. Dolayısıyla, farklı ekonomi birikimine sahip olan AB ülkeleri arası eşitsizlikler ve dengesizlikler kaçınılmazdır. Ortak para birimi Avro, bu dengesizlikleri giderme yerine daha da büyütmüştür. Örneğin; en büyük ekonomiye sahip Almanya’nın ihracatının yarısından fazlası AB ülkelerine gitmektedir. Avro, Alman sermayesinin elini diğer ülkelerin sermayelerine karşı güçlendirmiş, dolayısıyla da gücünü artırmıştır. Avro sayesinde Almanya’nın ticaret fazlalığı, diğer ülkelerin ticaret açığını büyütüyor. Keza; Avro zayıf devletlerin kendilerine göre bir para politikası oluşturma olanağını da (devalüasyon yapma) ortadan kaldırdığı için, dışarıya borçlanma adeta tek seçenek olarak sunulmuştur.

Ama AB’nin egemen güçleri ve medyası bu gerçeği örtbas ederek, işi tek tek ülkelerin “hasta ekonomileri”nin durumuna indirgiyor ve sistemi aklıyor. Almanya’nın eski başbakanlarından Helmut Schimdt’in bir süre önce “Avro’nun durumu”na ilişkin bir tartışma vesilesiyle söyledikleri bu bakımdan hayli ilginçti. Schmit şöyle diyordu: “Gerçekten de Avro hem içeride hem de dışarıda Amerikan Dolarından daha istikrarlı. Bizde enflasyon oranı düşük, paranın değeri yüksek. Avro son 12 yıl içinde, Alman Markı’nın son 12 yılına göre çok daha istikrarlı. (…) Dünya çapında para rezervlerinin yüzde 30’u Avro, yüzde 60’ı Dolar, yüzde 10’u Yen, Sterlin ve İsviçre Frangı ve diğerlerinin üzerinden yapılıyor. Bu demektir ki, Avro bugün dünyanın ikinci büyük önemli parası, ancak önümüzdeki yıllarda Çin’in dövize bağlı ticaret zorunluluğunu bırakması durumunda, Ranminbi (Yuan-Çin parası) tarafından geride bırakılabilir” diyor.[7]

ORTAK PARA BİRLİĞİ “AVRUPA BİRLİĞİ”Nİ SAĞLADI MI?

Bütün bu gelişmeler ve ortadaki veriler, AB açısından bir “gelecek krizi”nden söz etmek için önemli nedenler olduğunu gösteriyor. Ortak ekonomik ve siyasi kriterlerin tam olarak benimsenmediği, her emperyalist ülkenin kendisine göre bir Birleşik Avrupa Devletleri hayali kurduğu günümüzde, tek tek ülkeler nezdinde yaşanan krizler, kapitalist devletler arasında rekabetin olduğu koşullarda, ekonomik ve siyasi açıdan “birleşik bir Avrupa”nın öyle beklenildiği kadar kolayca gerçekleşir olmadığını gösteriyor. Serbest dolaşıma imkan veren Schengen Anlaşması ile ortak para birimi Avro’nun yürürlüğe girmesini, “kıta Avrupa’sında artık ulus devletin yerine çok uluslu Avrupa Birleşik Devletleri’ne giden yolun yarılandığı” şeklinde yorumlayanlar bir kez daha yanılmış görünüyorlar.

Emperyalist devletlerin ve onların tekellerinin kendi çıkarlarına göre bir Avrupa yaratmak için ekonomileri zayıf ve güçsüz olanları ezdikleri; teslim almaya çalıştıkları “Birleşik Avrupa” yolculuğunda, önemli bir dönemeç olarak kabul edilen Avrupa Anayasası Fransız ve Hollanda halklarının duvarına çarpmış, ama onlar yine de hedeflerine varmak için Lizbon Sözleşmesi’ni gecikmeli de olsa yürürlüğe koymuşlardı.

Bu sözleşmeyle öngörülen ortak siyasi, mali, askeri ve dış politika hamlesi de “ulus devletler” arasındaki çelişkilerin giderilmesine, bastırılmasına yetmemişti. Bu anlaşılmış olmalı ki, şimdi ek anlaşmalarla bu baskı ve hizaya getirme çabası, bir kez de “kriz” tehdidiyle sonucuna ulaştırılmak isteniyor.

Ancak, buradan çok fazla bir şey çıkmayacağı bugünden görünüyor. En yetkili ağızlar bile artık belirlenen hedefe varmanın kolay olmadığını, varıldığı takdirdeyse, geride pek çok kaybın olacağını ifade ediyorlar.

Dolayısıyla, Avro ekseninde yapılan tartışmalar, duyulan kaygılar asıl olarak AB’nin geleceğiyle ilgilidir. Nitekim Almanya eski Başbakanı Helmut Kohl’un Avro’nun yürürlüğe girmesinden önce gündeme getirdiği ve “birlik” için şart olduğunu ileri sürdüğü “Politik birlik” üzerine söylemler yeniden yoğunluk kazanmış bulunuyor. Hatta bazıları, Avro’nun çökmesi durumunda, Avro Bölgesi’nin dağılacağını ve AB’nin geleceğinin tehlikeye düşeceğini ileri sürerek, “siyasi birliğin sağlanması”nı bunun çözüm yöntemi olarak gösteriyorlar. Örneğin, AB Ekonomi ve Para Politikası Komiseri Olli Rehn, Avro’nun çöküşünün asıl olarak siyasi bir çöküş anlamına geleceğini ifade ederek, şunları söylüyor: “Avro sadece bir ödeme aracı değil, tersine topluluğumuzun (AB) temel politik projesidir. Bu nedenle Yunanistan’ın Avro’dan çıkmasını hiç bir zaman kabul etmeyeceğiz.[8]

Demek ki; tek tek Avro Grubu ülkelerinin içinde bulunduğu durum tek başına onların geleceğiyle ilgili değil, bir bütün olarak AB’nin siyasi varlığı ile de ilgilidir. Bu gerçekten hareket edildiğinde, Avro’dan en çok yarar gören, kâr eden büyük ülkeler ve onların sermaye güçleri, şimdilik Avro’dan dönüşün mümkün olmadığını ifade ederek, sıkı sıkıya ilan edilen tasarruf planlarına bağlı kalınmasını istiyorlar.

Ancak, Avrupa’nın egemen güçleri ne yaparlarsa yapsınlar, kapitalizm koşullarında sonu gelmeyecek rekabet, aşırı kar hırsı, eşitsiz gelişim, güçlü olanların güçsüz olanları yutması vb. olgular, “ulusal çıkarlar yerine Avrupa’nın çıkarları”nı koyma iddiasını boşluğa düşürüyor. “Ortak siyasi iradeye ulaşma” adına başlatılan uygulamalar da, güçlü olanın sözünün geçtiğini kanıtlamış durumda. Günümüz AB’si de zaten parçalı halde varlığını sürdürebiliyor.

Bu bir yana, son “borç/Avro” krizi ile birlikte AB bir kez daha net bir şekilde Avro Bölgesi üyesi olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölündü. Avro’nun geleceği adına yapılan toplantılarda alınan kararların çoğu sadece Avro Grubu üyesi ülkelerin katıldığı toplantılarda alındığı dikkate alındığında, karar verici ülkelerin zenginler/büyükler durumundaki Almanya ve Fransa olduğu görülüyor. Keza; bu bölünmeye son zamanlarda bir de “istikrarlı kuzey”-“istikrarsız güney” ayrımı eklendi. Akdeniz’e sahili bulunan ülkelerde kendisini gösteren kamu borcu açığı dalgası karşısında özellikle İskandinav ülkeleri, kendisini korumaya aldı. İlk adımı ise Schengen Anlaşması’nı rafa kaldırarak sınır kontrollerini başlatan Danimarka attı. Bu nedenle AB’nin Kuzey-Güney olarak bölünmesi gerektiğini savunanların sayısı hiç de az değil. Daha önce de sıkça varlığından söz edilen “yaşlı Avrupa” (Batı Avrupa) ve “genç Avrupa” (1 Mayıs 2004’te üye olan Doğu Avrupa ülkeleri) ayrımları da göz önünde bulundurulduğunda, 27 üyeli AB zaten parçalı bir görüntü vermektedir.

BURJUVAZİSİNİN BİTMEYEN RÜYASI: “AVRUPA BİRLEŞİK DEVLETLERİ” OLANAKLI MI?

Gelinen aşamada, Avrupa’ya egemen olmak isteyen ülkelerin burjuvazisinin uzunca bir süredir hayalini kurduğu ve atmış olduğu kimi somut adımlarla gözleri boyadığı “Avrupa Birleşik Devletleri” hayali yaklaşık iki yıldır cereyan eden ve bundan sonra da derinleşerek sürmesi beklenen “aşırı borçlanma” krizi, kapitalizm koşullarında farklı ulusal devletlerin kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını bir tarafa bırakarak, yeni bir devlet ve “Avrupalılık kimliği” altında buluşmasının mümkün olmadığını gösteriyor. Bu gerçek Marksistler için bilinir olduğu halde, artık  “Avro’nun tutmayacağı ve bir gün çökeceği” üzerine tartışmalar kapsamında bazı liberal ekonomistler tarafından da dillendiriliyor.

Ekim 1917 devriminin lideri V. İ. Lenin, Ağustos 1915’te kaleme aldığı “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı üzerine” başlıklı makalede bu sloganın gerçekleşmesinin mümkün olmadığını şöyle ifade ediyordu: “Emperyalizmin ekonomik koşulları —yani sermaye ihracı ve dünyanın “ileri” ve “uygar” sömürgeci güçler arasında paylaşılmış olması— açısından, kapitalizm altında bir Birleşik Avrupa Devletleri ya olanaksızdır ya da gericidir.[9]

Gelişmeler ve olgular Lenin’i haklı çıkardı. Son gelişmelerin kendisi “Birleşik Avrupa Devletleri”nin öyle kolay olmayacağını, olması durumunda bile denetim altına almaya çalıştığı ülkelere, işçi sınıfına ve emekçilere karşı muazzam derecede gerici olacağını gösteriyor. Daha birleşme gerçekleşmeden, birleşme yönünde atılan adımlar dolayısıyla, kurulan kurumlar ve imzalanan sözleşmelerin kendisi emekçilere karşı gerici karakterini yeterince ortaya koyuyor.

Ekonomik ve siyasi anlamda “birleşik” bir karakter kazanmadan, bunun gerçekleşmesini mümkün hale getirmek üzere oluşturulan kimi mekanizmalar, imzalanan sözleşmeler işçi sınıfı, emekçi kitlelere dayatmış olduğu politikalarda tam anlamıyla gerici bir hal almış bulunuyor. Buna, dış politikadaki militarizm, iç politikada emekçilere yönelik iktisadi-sosyal saldırılardaki yoğunlaşma ve demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yönünde atılan adımlar eklendiğinde, AB’nin emekçiler açısından oldukça gerici karakterde bir “oluşum” olduğu daha da netlik kazanıyor. Bu da, önümüzdeki süreçte, Alman/Fransız burjuvazisinin hem kıta içinde hem de kıta dışında çıkarlarını koruma ve geliştirmeye dayalı bir proje olan AB’nin işçi sınıfı ve halklar nezdinde hızla itibar kaybetmesi ve dayatılan gerici politikalara karşı öfkenin büyümesi anlamına geliyor.

Yunanistan başta olmak üzere aşırı borçlanmanın olduğu ülkelerdeki emekçiler ve gençler arasında, gelinen durumun sorumlusunun AB/Avro olduğu bilinci hızla gelişiyor ve AB’nin asıl olarak burjuvazinin çıkarlarını kıta Avrupa’sında ve dünyada korumak ve geliştirmek amaçlı olduğu daha yalın hale geliyor.

Dolayısıyla, AB’nin “halkların ve ülkelerin eşit ve gönüllü birliği” olduğu şeklindeki burjuva propagandası bundan sonra eskisi gibi geniş kitleleri etkilemeyecektir. Zira; zaman, AB’nin, halkların ihtiyaçları temelinde ülkelerin ve halkların gönüllü birliği olarak gerçekleşmediğini, tam tersine burjuvazinin pazar alanını genişletmek ve rekabet gücünü artırmak için oluşturduğu bir birlik olduğunu bir kez daha kanıtlanmış bulunuyor.

MUHTEMEL GELİŞMELER VE EĞİLİMLER

Son iki yıldır yaşananlar ve gelecekte yaşanması muhtemel gelişmelere bakıldığında, AB açısından önümüzdeki dönem şu gelişmelerin meydana gelmesi olanak dahilindedir:

a- Avro Grubu’na yön veren Almanya ve Fransa, yürürlükte olduğu 12 yıl boyunca yararını gördükleri Avro’yu güçleri yettiğince koruma çabası içinde olacaklar. Ancak, siyasi gelişmelere bağlı olarak, rekabet gücü iyice dibe vuran küçük ülkelerin burjuvazisi, kendi çıkarlarına bağlı olarak AB ve Avro’dan çıkmayı ciddi olarak gündeme getirebilir. Bu durumda, sözünü ettiğimiz AB’nin egemen güçleri “giden gider, kalan sağlar bizimdir” diyerek yoluna devam etmeye çalışırlar.

b- Ekonomik ve siyasal anlamda tam birliği isteyen ve istemeyen ülkeler olarak AB’nin “iki vitesli” ya da “çekirdek-çevre” olarak bölünmesi güçlü olasılık bir halindedir. Mevcut üye ülkelerin tümünün sonuna kadar birlik içinde kalıp kalmayacağı çoktandır tartışma konusu. Bu yüzden “siyasi birliği” savunucusu durumundaki Almanya, Fransa ve Benelux ülkelerinin katılımıyla “iki vitesle” (hızlı ve yavaş olanlar) giden bir çekirdek Avrupa planı, Almanya ve Fransa’nın “B planı” olarak kenarda duruyor. Hemen belirtmek gerekiyor ki, çekirdek ülkeler arasında yer alan Belçika’daki siyasi istikrarsızlık, –iki yıldır koalisyon hükümeti kurulamadı– bu çekirdeğin de fire vermesine yol açabilir. Görünen o ki, birbirine sıkı sıkıya bağlı olması arzulanan çekirdek, öyle “çelikten” olmayacak.

c- Hem Almanya ile Fransa arasında, hem de tek tek ülkeler arasında pazar rekabeti kızışacak, çelişkiler derinleşecek. Dış ticaret bakımında Almanya’nın mallarının yarısından fazlasını AB ülkelerine satması, herkesten önce Fransa’nın işine de gelmiyor. Bu nedenle, dışarıdan çelişkisiz görünün Alman-Fransız ittifakı her biri için aslında hedefe varmak için “zorunlu evlilik”ten başta bir şey değildir.

d- Avro’yu kurtarma adına dayatılan tasarruf paketleri, başta iflasın eşiğindeki ülkelerde olmak üzere, kıta genelinde işsizlik ve yoksulluğu artıracak. Çünkü dayatılan paketler bir taraftan kamu iş kolunda çalışanların maaşlarını yüzde 30-40 düşürmeyi öngörürken, diğer taraftan emeklilik yaşını yükseltiyor, emeklilik maaşını da düşürüyor. Borç içinde olan ülkeler yeni işyerleri açacak sabit sermayeye yatırım yapamadıkları için işsizlik sürekli artacak. En çok da genç yığınlar arasında.

500 milyonluk AB’de 30 yaşının altında 100 milyon genç yaşıyor. Bu gençlerin 15-24 yaşları arasında olanlarının yüzde 20’sinden fazlası işsiz. Genç işçilerin yüzde 40’ı güvencesi olmayan süreli işlerde çalışıyor ve her an kapı dışarı edilmeyle karşı karşıya. Ekonomik kriz sırasında zaten önce gençler işten atıldı. 18-28 yaşları arasındaki gençlerin yüzde 15’nin lise bitirme, yüzde 30’nun üniversite diploması yok. AB ortalaması açısından bu şekilde ifade edilen rakamlar tek tek ülkelere indirgendiğinde daha vahim bir tablo ortaya çıkıyor. On binlerce, yüz binlerce gencin meydanları terk etmeme kararı alarak protestolara başladığı İspanya’daki gençlerin yüzde 43.6’sı işsiz. Bu oran, uluslararası tekellerin, emperyalist kuruluşların boğazını sıktığı Yunanistan’da yüzde 33.4. AB’nin Doğu Avrupa’daki üyelerinde de durum çok farklı değil. Litvanya, Estonya, Slovakya’da gençler arasında işsizlik yüzde 35-40 arasında. İtalya, İrlanda, Macaristan’da da benzer bir durum söz konusu. Dolayısıyla, borç açığının kapatılması adına kamu kurumlarının yabancı ülkelere ve tekellere kelepir fiyatına özelleştirmesi, ardından başlayacak “yeniden yapılandırma planları” da on binlerce, yüz binlerce emekçinin işinden olmasına neden olacak.

e- Benzer şekilde büyük ve zengin ülkelerdeki emekçilerin kazanımları da birer birer kesilmek istenecek, krizin yaşandığı ülkelerdeki kesintiler ve gelişmeler bunlara temel dayanak olarak gösterilecek. İş piyasasında ve çalışma yaşamında kriz içinde olan ülkelerdeki emekçilerin durumu, burjuvazi için “aynılaştırma kriteri” olarak sunulacak. Keza, “kurtarma paketleri” ya da “yardım fonları” adına AB çapında karar altına alınan fonlara aktarılacak milyarlarca Avro’nun halkın sırtından karşılanması için özel vergiler, kesintiler gündeme getirilecek. “Krizdeki ülkelerle dayanışma” adına yapılacak bu kesintiler asıl olarak bu ülkelerdeki halkın değil, uluslararası tekellerin cebine indirilecek. Bu nedenle; işsizlik ve yoksulluk aynı zamanda zengin ülkelerde de artacak, sınıflar arası çelişkiler derinleşecek.

EMEKÇİ MUHALEFETİNİN YÜKSELMESİ İÇİN KOŞULLAR FAZLASIYLA OLGUN

Bütün bu gelişmelerin emekçilere getirdiği yeni yükler ve bununla bağlı olarak artacak olan sosyal-siyasal saldırılara karşı emekçilerin önünde, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek ve sermaye ve hükümetlerinin saldırılarını püskürtmek için daha fazla birleşmek, örgütlü birliklerini güçlendirmek ve Avrupa çapında birbirleriyle dayanışma içinde mücadeleyi yükseltmektir. Bunun için koşullar olgunlaşmıştır ve sermaye-emek çelişkisinin giderek sertleşmesi kaçınılmazdır.

Son yıllarda ortaya çıkan kitle hareketleri, İspanya, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerde ortaya çıkan kitlesel gençlik eylemleri bunun olanaklarına işaret ediyor. Avrupa emekçileri, son yıllardaki birçok eylem sırasında birbirleriyle dayanışma içinde mücadeleyi ilerletmeye istekli olduklarını da dile getirdiler. Buradan çıkan sonuç, ileri işçilerin, emekçilerin ileri kesimlerinin, halkın çıkarlarını savunan parti ve örgütlerin içinde bulunduğumuz ve önümüzdeki dönemde daha büyük sorumluluklarla yüz yüze olacaklarıdır. Bu sorumluluğun layıkıyla yerine getirilmesi sürecin Avrupa halkları ve dünya emekçilerinin yararına ilerlemesine hizmet edecektir.



[1] AB Komisyonu 2011 tahminleri, Der Spiegel 20/2011

[2] Financial Times’ten aktaran Deniz Gökçe, finanstek.net, veriler, Ekim 2010’a ait

[3] ISW Report, Nisan 2010

[4] Die Zeit, 19/2011

[5] Der Spiegel, 26/2011

[6] www.bundesregierung.de

[7] Die Zeit, 07.05.2011

[8] Der Spiegel, 21/2011

[9] http://www.enternasyonalforum.org/arastirma-ve-calisma-gruplari/2002-avrupa-birlesik-devletleri-siari-uzerine-vilenin.html

Milli Gelir Üzerine

Milli gelir kavramı güncel iktisadi gelişmeleri kavramak için büyük bir önem taşır. Belli bir ülkenin iktisadi yapısını, gelişmişlik düzeyini, gelir bölüşümünü anlamak için ilk elde bakılacak iktisadi gösterge, milli gelirdir. Ancak bu göstergeler, burjuva iktisadının mantığı doğrultusunda burjuva iktisadının kategorilerine göre üretildikleri için, bu göstergelere bakarak, kapitalist ekonominin yapısı hakkında sağlıklı bilgi edinmek güçtür. Mevcut halleriyle milli gelir istatistikleri, emekçilerin iktisadi ve sosyal talepleri karşısında sermaye medyası ve hükümetleri tarafından iktisadın karmaşık ve teknik dilinden yararlanarak çarpıtılır. Ya da kapitalist ekonominin istikrarının emekçilerin de çıkarına olduğu düşüncesini yerleştirmek için milli gelir istatistikleri kullanılır. Bu yazıda, milli gelir kavramının ortaya çıkışı, içeriği, burjuva iktisadı ve Marksist iktisadın kavrama yaklaşımı ele alınacak ve bu tartışmalar ışığında, Türkiye’nin son yıllardaki milli gelir rakamları üzerindeki başlıca çarpıtmalara değinilecektir.

MİLLİ GELİR KAVRAMININ DOĞUŞU

Milli gelir kavramı, kapitalizmin doğuşuyla birlikte ortaya çıkan bir kavramdır. Kapitalizmin ilk dönemlerinde, kapitalist gelişmenin bir sonucu olarak, Roma kilisesinin egemenliği altındaki feodal prensliklerden oluşan birleşik Hıristiyan uygarlığı ortadan kalkarak, yerini mutlakiyetçi krallıklar tarafından yönetilen ön-ulus devletlere bıraktı. Bu ön-ulus devletler, sermaye birikiminin erken döneminin ürünüydü. Bu dönemde, meta üretimi henüz iktisadi yaşamın temel düzenleyici ögesi değildi. Bu nedenle, zenginlik konusunda ortaçağ düşüncesinden gelen bir kavrayış vardı. Zenginlik, bir ülkenin sahip olduğu değerli madenler, toprak, binalar toplamı olarak görülüyordu. Başka bir deyişle, zenginlik ülkenin ve Krallık hazinesinin sahip olduğu stokla ölçülüyordu.[1] Bu dönemdeki zenginlik kavrayışının bir diğer özelliği ise, dünya üzerindeki zenginliğin sabit bir miktarda olduğu ve zenginliğin ancak ticaret yoluyla artacağı düşüncesiydi. Burada esas olan dış ticaretti; iç ticaret, ülkenin sahip olduğu zenginliğin yurttaşlarının birinin cebinden ötekinin cebine girmesiyle sonuçlanan yararsız bir etkinlikti. Bu durumda, bir ülkenin zenginliği, dünya ticaretindeki payını artırmasıyla artacaktı. Ulus devletler, zenginliği artırmak için merkantilizm adı verilen bir iktisat politikasını benimsediler. Merkantilist doktrine göre, ihracat ve ithalatı arasındaki farkı oluşturan dış ticaret dengesinin pozitif olmasıyla ülke zenginleşecekti. Bu çerçevede ihracatın desteklenmesi ve ithalatın caydırılmasıyla ülke hazinesinde daha fazla altın ve gümüş birikecekti. Hazineyi zenginleştirmek için, merkantilist dönemde mutlakiyetçi ulus devletler, devlet desteğiyle tekelci dış ticaret şirketleri kurarak, uluslararası ticaretteki paylarını artırmaya çalıştılar. Merkantilist politikalar, kapitalizmin erken gelişme döneminde önemli bir sermaye birikimi kanalı olarak işlev gördüler. Merkantilist düşünceyi sistematize eden en önemli eser, Thomas Mun adlı bir tüccarın kaleme aldığı “England’s Treasure by Forraign Trade” (İngiltere’nin Dış Ticaret Yoluyla Zenginleşmesi) başlığını taşıyan bir risaleydi. Bu risale, Marx tarafından, dönemin düşünce dünyasındaki etkisinden dolayı “merkantilist İncil” diye adlandırmıştı.

Merkantilistler, zenginliğin kaynağını değişimde gördükleri için doğrudan üretim sürecinin sorunları ile ilgilenmediler. Aslında, meta üretiminin yaygınlaşmadığı koşullarda iç ticareti verimsiz görmekte tümüyle haksız değillerdi. Çünkü ucuza alıp pahalıya satarak elde edilen kâr, tek tek bazı tüccarları zenginleştirse de, bir bütün olarak hepsinin çıkarına değildi. Tüccarlar arasındaki alışveriş bazılarını zenginleştirirken, bazılarını da yoksullaştıracaktı. Bu nedenle, sermaye birikiminin mekansal temeli olarak ulus devleti gördüler ve dış ticarete odaklandılar. Marx, metaların dolaşımı sürecinde elde edilen bu zenginliği “devir üzerinden sağlanan kâr” (profit upon alienation) diye tanımlar. Burada tüccar sermayesi, başka bir pazarda daha pahalıya atmak için meta satın alır ve bunu satarak kâr elde eder.

Para 1- Meta –Para 2 biçiminde ifade edebileceğimiz bu devreye Marx, sermayenin basit dolaşımı adını verir. Ne var ki, sermayenin basit dolaşımı kapitalizmin ilk dönemine özgüdür. Sermayenin gerçek dolaşımını anlayabilmek için ise, üretim sürecine bakmak gerekir.

Nitekim, 17. yüzyıl sonlarından itibaren meta üretimi geliştikçe, iktisadi düşüncede zenginliğin kaynağının dolaşım süreci değil, üretim süreci olduğu anlaşılmaya başlandı. Ancak kapitalist üretim ilişkileri, tam manasıyla ilk olarak tarımda ortaya çıktığı için üretim sürecinin analizi tarım sektöründen hareketle yapılmaya çalışıldı. Bu yöndeki en önemli girişim, Fransız Fizyokrasi okulundan geldi. Fizyokrasi okulunun kurucusu François Quesnay’ın 1758 yılında yayınlanan Ekonomik Tablo adlı eserinde, üretim, tarım üretiminin kendi üzerinde ve ötesinde bir artık üretilmesini sağlayan tek sektör olarak görülüyor ve ekonomi, yıllık dönemler temelinde basit yeniden üretimi gerçekleştiren bir mekanizma olarak tasvir ediliyordu. Fizyokratlar, bu yanlış algılamaya karşın, artığın üretimini dolaşım alanından üretim alanına taşıyarak, iktisadi düşüncede büyük bir devrim yarattılar. Marx “sermayenin tüm üretim sürecini bir yeniden üretim süreci olarak gözler önüne serenEkonomik Tablo’nun kavramsal yapısını “ekonomi politiğin o zamana kadar ortaya koyabildiği, rakip kabul etmez en parlak yaklaşım” ifadeleriyle övmüştür.[2] İktisadın kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki başarısı, Fizyokratların sermaye teorisi ve yeniden üretim modellerini sanayi sektörünü de kapsayacak şekilde genelleştirmekten ibarettir.

Marx’ın sermayenin genel formülü olarak adlandırdığı süreç şöyle formüle edilebilir: Para 1 – Meta 1 (üa+e) …Üretim Süreci… – Meta 2 – Para 2

Sermayenin genel formülüne göre, para biçimindeki sermaye, artı-değer elde etmek için, öncelikle üretim araçları (üa) ve meta biçiminde mübadele edilen emekgücü (e) satın alır. Burada üretim araçları, makine, teçhizat (sabit sermaye) ile hammadde ve aramallarını (döner sermaye) kapsar. Üretim sürecine katılan üretim araçları yeni metanın değerine bir şey katmazlar. Bunların değeri değişmeden yeni metaya aktarılır. Sadece emekgücü eliyle biçim değiştirirler. Bu nedenle Marx, üretim araçlarına değişmeyen sermaye adını verir. Kapitaliste artı-değer yaratan sermaye unsuru ise, emekgücüdür. Emekgücü, piyasadan satın alınan bir metadır. İşçinin üretken kapasitesini ifade eder. Ancak, emekgücü özel türde bir metadır. Diğer metalardan farklı olarak, nicel olarak ifade edilebilen bir kullanım değeri vardır. Kapitalist açısından emekgücünün kullanım değeri işgünü uzunluğundadır. Emekgücünün değişim değeri ise, ücret olarak ödenir. İşçi, işgünün bir bölümünde ücretiyle satın alabileceği geçim mallarının eşdeğerini üretir. Kalan zamanda ise, kapitalist için artı-değer üretir. Başka bir ifadeyle, artı-değer emekgücünün kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki farkı ifade eder. Burada dikkat edilmesi gereken şey, işçi çalışmadığı zaman, kapitalistin elindeki üretim araçlarıyla ya da para sermayesiyle baş başa kalacağıdır. İşçi kapitalist için çalışırken, hem kendi ücretini, hem de bütün çalışmayan sınıfların paylaşacağı artı-değeri üretir. Marx, emekgücünü, kendi değerinin üzerinde ve ötesinde bir değer yaratma kapasitesinden dolayı değişken sermaye olarak tanımlar. Emek süreci sonucunda elde edilen toplam yeni değer, işçi tarafından yaratılır. Canlı emeğin katkısı, net ürün ya da katma değer olarak tanımlanır.

Bu söylenenler ışığında değerin unsurları şöyle yazılabilir:

Değişmeyen Sermaye (Sabit Sermaye+Döner Sermaye)+Değişken Sermaye+Artı Değer

Değişmeyen sermaye unsurları, emeğin koşullarını ele geçiren kapitalist tarafından geçmişte işçiler tarafından üretilen artı-değerle satın alındıkları için, bu sermaye unsurları, birikmiş emek ya da ölü emek ürünleri olarak tanımlanır. Değerin yeni yaratılan bölümü ise, canlı emeğin katkısını ifade eder. Bu durumda değer, birikmiş emekle canlı emeğin katkısının toplamından oluşur.

Bir ülkenin gerçek milli geliri, işçi sınıfı tarafından bir yıl içinde yaratılan toplam katma değeri ya da canlı emeğin yarattığı yeni değeri ifade eder.

Katma değeri hesaplarken, metanın değerinden, bu metanın üretiminde kullanılan değişmeyen sermaye unsurlarının değerini çıkarmak gerekir. Döner sermaye denilen aramalı ve hammadde için hesaplama kolaydır. Çünkü bunlar, üretim sürecinde kullanılıp tüketilirler; ya da ürünün içinde şekil değiştirerek yer alırlar. Metadaki sabit sermayenin değeri ise, söz konusu metanın üretiminde sabit sermayenin yıpranan bölümü dikkate alınarak hesaplanır. Sözgelimi 1 makine ile 1000 tane meta üretildikten sonra makine hurdaya çıkıyorsa, her birim metada makinenin binde biri tüketilmiş demektir. Bu durumda, katma değere ulaşmak için, metanın değerinden döner sermaye unsurlarının yanı sıra makinenin değerinin binde birini de düşmek gerekir. Tüm bu söylenenlerden, milli gelir hesaplarının piyasaya yönelik meta üretimini temel aldığı anlaşılmış olmalıdır. Bu çerçevede, değişim değeri değil, kullanım değeri üreten, kendine yeterli üretim yapan çiftçiler ve ev kadınları gibi kesimlerin üretimleri milli gelir hesaplarında dikkate alınmaz.

Kapitalist ülkelerde milli gelirin hesaplanmasına 1929 büyük bunalımından sonra başlanmıştır. Bilindiği gibi, 1929 bunalımı, piyasaların kendiliğinden dengeye geleceğine körükörüne inanan geleneksel liberal iktisat düşüncesine büyük bir darbe vurmuştur. Krizi izleyen yıllarda giderek artan işsizlik ve gerileyen talep karşısında devletin ekonomiye doğrudan müdahale ederek fiili talebi canlandırması gerektiğini söyleyen Keynes’in görüşleri, kapitalizmin içine sürüklendiği çıkmazdan bir kurtuluş yolu olarak görülmüştür. Bu çerçevede devletin talep yaratmak ve işsizliği düşürmek için para ve maliye politikası yoluyla ekonomiye müdahale edebilmesi için, başta milli gelir, enflasyon ve işsizlik olmak üzere temel iktisadi göstergeleri yakından izlemesi gerekiyordu. Yine aynı dönemde Sovyetler Birliği’nin planlamadaki başarıları, kapitalist ülkelerin krizden çıkmak için planlama fikrini benimsemelerine yol açtı. Plan hedeflerinin ve bu hedeflere varmak için kullanılacak araçların etkinliğinin izlenebilmesi için düzenli istatistiklerin üretilmesi zorunluydu. Bu gelişmeler, milli gelir hesaplarının düzenli olarak üretilmesini gündeme getirdi. Peki, neydi bu istatistiklerin özelliği? İzleyen başlıkta kapitalist milli gelir hesaplarının dayandığı yöntemsel esasları tartışacağız.

BURJUVA İKTİSADI VE MİLLİ GELİR

Geleneksel burjuva iktisadı, milli geliri, milli gelir muhasebesi başlığı altında bir dizi büyüklükle birlikte ele alır. Birbiriyle yakından ilişkili olan bu kavramların en başta geleni, istatistik kurumları tarafından üretilen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) serileridir.[3] Standart iktisat ders kitaplarında Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, bir ülkede belli bir yılda üretilen nihai mal ve hizmetlerin (metaların) piyasa fiyatları üzerinden değeri şeklinde tanımlanır. Bu tanımdaki nihai mal ve hizmet vurgusu, hammadde ve ara malların dikkate alınmadığını ifade eder. Aynı yıl içinde üretimde kullanılan hammadde ve ara malların değeri, nihai malların değerinin bir parçası olduğu için çifte sayıma yol açmamak için hesaba katılmaz. Örneğin bakkala satılmak için getirilen un hesaba katılırken, fırıncının kullandığı un dikkate alınmaz. Başka bir deyişle, değişmeyen sermaye ögelerinden birisi hesaba katılmayarak, belli bir yılda üretilen net ürüne ulaşılmaya çalışılır. Değişmeyen sermayenin sabit sermaye bölümü için ise, piyasa faiz haddi üzerinden belli bir amortisman oranı saptanarak bulunan rakam GSYH’dan düşülür ve net yurtiçi hasılaya ulaşılır. Net yurtiçi hasıladan malların piyasa fiyatlarının parçası olan dolaylı vergiler çıkarıldığında, milli gelire ya da emekgücü tarafından yaratılan katma değer toplamına ulaşılır.

Ancak kapitalist ülkelerdeki milli gelir hesapları çok ciddi bir sorun içerir. Yukarıdaki tartışmada, katma değeri, artı-değer üretimiyle ilişkili olarak ele aldığımız hatırlanacaktır. Ancak kapitalist ekonomideki bütün sektörler artı-değer üretmez. Kullanım değeri üreten kesimlerin üretimlerinin piyasaya bir meta sunmadıkları için dikkate alınmadığını vurgulamıştık. Kapitalist ülkelerdeki milli gelir hesapları da bunları dikkate almaz. Sorun, esas itibariyle burjuva milli gelir metodolojisinde hizmetler sektörü diye geçen alanla ilgilidir. Klasik ekonomi politiğin ve Marx’ın temel izleklerinden birisi olan üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımının ele alınış biçimi, burjuva milli gelir hesaplarının en temel açmazlarından birisini oluşturur.

Kapitalist ekonomide meta üretimi, esas itibariyle ücretli emeğe dayanır. Bağımsız zanaatkar ve küçük üretici köylülüğün meta üretimindeki giderek payı yok olma sürecine girmiştir. Türkiye’de küçük üreticiliğin nüfustaki payı görece yüksek olmasına rağmen, aşağıda göreceğimiz gibi, değer cinsinden meta üretimindeki payı oldukça düşüktür.

Ücretli emeğe dayalı üretimin en önemli unsuru, sermaye ile mübadele edilen emekgücünün üretimidir. Bu, kapitalizmin varlık koşulu olan sermaye birikimi için zorunludur. Sermaye birikimi, ücretli emekçinin artı-değer üretmesi ve buna kapitalist tarafından el konulmasıyla gerçekleşir. Ancak sermaye ile satın alınan emekgücünün tümü artı-değer üretmez. Sermaye tarafından istihdam edildiği halde hizmetler sektörü içinde yer alan, banka, sigorta ve diğer finansal kurumların çalışanları, ticari şirketlerin işçileri, üretim alanında değil, dolaşım alanında (artı-değerin dolaşımı) istihdam edildikleri için artı-değer üretmezler. Bu nedenle, bu emekçiler, sermaye için üretken emekçi değildir. Bunların ücretleri, üretken emekçilerin ürettiği artı-değerden ödenir. Artı-değer üreten emekçiler sadece, mal ve hizmet üretimi ile üretimin bir parçası olan ulaştırma (nakliye) sektöründeki emekçilerdir.[4] Oysa burjuva milli gelir hesaplarında, bu kesimler için katma değer hesaplaması yapılır. Dolayısıyla ortaya oldukça yanıltıcı sonuçlar çıkar.

Burada, genel olarak hizmetler sektörünün üretken olmadığını söylemek doğru değildir. Geçmişte, SSCB’de yapılan milli gelir hesaplarında yanlış bir şekilde hizmetler sektörü tümüyle üretken olmayan sektör olarak değerlendirilmiştir. Buradaki karışıklık, metanın tanımından kaynaklanmaktadır. Sovyet istatistikçileri, metayı sadece elle tutulur fiziki bir ürün olarak değerlendirmiştir. Hizmet üretiminde, üretimi ve tüketiminin eş zamanlı olması nedeniyle ortaya somut, fiziksel bir ürün çıkmaz. Ama metayı tanımlayan temel unsur, fiziksel bir ürün olması değil, kullanım değeri ve değişim değerine sahip olmasıdır. Bu çerçevede, otel çalışanları, restoran çalışanları, temizlik şirketi çalışanları gibi hizmetler sektöründe çalışan emekçiler artı-değer ürettikleri için üretken emekçidir. Yine eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi (ya da kısmen de olsa ve kamu kesimi tarafından sürdürüldüğü halde ticarileştirilmesi) ile birlikte, bu sektörlerde çalışan öğretmen, hemşire, doktor gibi çalışanlar da üretken emekçi haline gelmiştir.

Ücretli emeğe dayalı üretim, kendi içinde, ücretleri gelirden ödenen, hizmetçiler, aşçılar, şoförler, korumalar vb. bir alt kesimi de içerir. Bunlar, hizmet ürettikleri halde, üretken emekçi değildir. Burada emekgücü sermaye ile mübadeleye girmez. Yani bunların ürettiği hizmeti satın alan kişiler, bu hizmeti satıp gelir elde etmek üzere değil, kişisel ihtiyaçları için talep ederler. Elbette, bir otelde çalışan aşçı ya da bir şehiriçi servis hizmeti sağlayan bir şirkette çalışan şoför, temizlik firmasında çalışan temizlikçi, hizmet biçiminde bir meta ürettiği için artı-değer üretir ve bu nedenle üretken emekçi sayılır.

Burjuva milli gelir hesaplarında üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımına gidilmeden, artı değerin dolaşımı ile ilgili sektörler için de katma değer hesaplandığını vurgulamıştık. Yine bu milli gelir hesaplarında, kamu çalışanları ile ilgili olarak, katma değer hesaplandığı görülecektir. (Bkz. Tablo.I) Oysa kamu çalışanlarının KİT’lerde çalışan işçiler dışında kalan ezici çoğunluğu, üretken emek kategorisine girmeyen, toplumsal düzenin yeniden üretimi (ordu, emniyet, yargı,) alanında ve eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetlerde çalışmaktadır. Bu söylenenden kapitalist işletmeler olan KİT’lerde çalışan işçilerin üretken emekçi olduğu açıkça anlaşılmış olmalıdır.

Özellikle sermaye ile emek arasındaki birincil bölüşüm ilişkisini ifade eden sömürü oranı hesaplanırken, milli gelir hesapları üretken emek üretken olmayan emek ayrımına göre ele alınmadığında, oldukça yanıltıcı sonuçlar ortaya çıkabilir.

Bu sorunları göz ardı ederek, milli gelirin en geniş tanımıyla işçi sınıfı tarafından üretilen toplam değeri ifade ettiği söylenebilir. Bu değerin bir bölümü, işçi sınıfının emekgücünü yeniden üretebilmesi için gereken ücretlere giderken, kalan bölüm burjuvazi başta olmak üzere mülk sahibi sınıfların kâr, faiz, kira ve sigorta gelirleri ile üretken olmayan emekçilerin gelirlerini oluşturur. Ancak burjuva iktisadı, milli geliri açıklarken, sermaye ile bina ve toprak sahiplerinin gelirlerini, bu kesimlerin sahip olduğu üretim unsurlarının üretkenliğinin bir sonucu olarak ele alır. Burjuva iktisadına göre, üretim süreci, firmalar olarak tanımlanan soyut karar birimlerinin emek, sermaye ve doğa biçimindeki üretim faktörlerini, bu faktörlerin sahiplerinden, en düşük maliyetli üretimi sağlayacak şekilde satın alması olarak tanımlar. Ve üretim sürecini, üretim fonksiyonu adı altında matematiksel olarak kanıtlamaya girişir. Ama bunu yaparken, burjuvazinin üretimden aldığı payı meşrulaştırmak için bilimsellik iddiasını bir kenara bırakır. Q=f (K, L, N) biçiminde tanımlanan üretim fonksiyonunda, Q üretim miktarını, K sermayeyi, L emek miktarını, N ise toprağı (binaları) tanımlar. Bu üretim fonksiyonunun her bir üretim faktörüne göre türevi, o üretim faktörünün üretime katkısını verecektir. Marjinal verimlik diye tanımlanan bu katkı, malın fiyatı ile çarpılırsa, her bir üretim faktörünün alacağı pay ya da bu üretim faktörünün fiyatı parasal olarak ifade edilmiş olacaktır. Yalnız burada ciddi bir tutarsızlık vardır. Bir fonksiyonun türevinin alınabilmesi için fonksiyondaki bütün terimlerin aynı cinsten yazılabilmesi gerekir. Oysa burada üretilen mal miktarı (Q) ve emek miktarı (işçi sayısı) fiziki birimler cinsinden yazılabilirken, sermayenin bu şekilde ifade edilmesi mümkün değildir. Sermaye, çok farklı biçimler altında üretime katılır ve fiziksel olarak ifade edilemez. Örneğin bir traktör fabrikasında, 100 işçinin günde 50 traktör ürettiğini varsaydığımızda, ürün miktarı ve işçi sayısı fiziksel olarak ifade edilebilirken, sermaye unsurları olan bir dizi aramalı, makine ve robot kullanılır. Yani bunları işçi sayısı ve ürün sayısı gibi tek bir birime indirgemek mümkün değildir. Burjuva iktisadı bu güçlüğü görmezden gelerek, sermayenin üretime katkısını ölçmek için sermaye mallarının fiyatını dikkate alır. Yani hesaplamaya çalıştığı şeyi, biliniyor varsayar. Burjuva iktisadı, bu mantıksal tutarsızlığa getirilen eleştiriler karşısında metafizik bir piyasa inancı dışında hiçbir sav ileri sürememiştir.

UYGULAMADA MİLLİ GELİR

Milli gelirin ekonomideki bütün sektörlerde üretilen katma değerin toplamı olduğunu yukarıda vurgulamıştık. Hatırlanacağı gibi katma değer, üretim sürecinde canlı emeğin katkısını ifade eden net üründen başka bir şey değildi. Resmi istatistik kurumu (TÜİK) ekonomideki her alt sektör girdi çıktı tabloları oluşturarak, toplam katma değere ulaşmaya çalışır. Bu durumda, milli geliri, ekonomideki ana sektörlerin her birinde ne kadar katma değer yaratıldığına bakarak tanımlamak mümkündür. Ekonomideki ana sektörler olan tarım, sanayi ve hizmetlerin toplam katma değer içindeki payına göre yapılan hesaplamaya, üretim yöntemiyle milli gelir adı verilir. Bu yöntem, ekonominin yapısal özellikleri hakkında kuş bakışı bir fikir verir. Örneğin Türkiye’nin cari fiyatlarla 2010 yılı GSYH’sının sektörel dağılımı Tablo I.’de aktarılmıştır.

 

 

Tablo I. Cari fiyatlarla sektörlerin GSYH içindeki payları

2010

TARIM

8,4

Tarım, avcılık ve ormancılık

8,2

Balıkçılık

0,2

SANAYİ

19,2

Madencilik ve Taşocakçılığı

1,4

İmalat Sanayi

15,5

Elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi ve dağıtımı

2,3

HİZMETLER

63,0

İnşaat

4,1

Toptan ve perakende ticaret

11,2

Oteller ve Lokantalar

2,3

Ulaştırma, depolama ve haberleşme

13,3

Mali aracı kuruluşların faaliyetleri

3,8

Konut Sahipliği

11,3

Gayrimenkul, kiralama ve iş faaliyetleri

4,8

Kamu yönetimi ve savunma, zorunlu sosyal güvenlik

4,2

Eğitim

3,3

Sağlık işleri ve sosyal hizmetler

1,6

Diğer sosyal, toplumsal ve kişisel hizmet faaliyetleri

1,7

Eviçi personel çalıştıran hanehalkları

0,2

Sektörler Toplamı

89,3

Dolaylı ölçülen mali aracılık hizmetleri

1,8

Vergi-Sübvansiyon

12,5

Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (Alıcı fiyatlarıyla)

100,0

 

Tablo I’de görüldüğü gibi, Türkiye’de tarım sektörü en düşük katma değer yaratan sektör durumundadır. Bu eğilim gelişmiş kapitalist ülkelerde de görülmekle birlikte, bu ülkelerde ücretli işçi kullanan geniş ölçekli kapitalist tarım egemendir. Türkiye’de ise, istihdamın yüzde 25’i tarım sektöründedir. Ve bu kişilerin ezici çoğunluğu, küçük ölçekli aile işletmelerinde tarımsal üretim yapan ücretsiz aile işçisidir.

GSYH, sektörel katma değer toplamına dayanarak hesaplanabileceği gibi, toplam katma değerin toplumsal sınıflar arasında nasıl bölüşüldüğüne bakılarak da hesaplanabilir. Bu yönteme gelir yöntemi denilir. Gelir yönteminde katma değerin ücret, kâr, faiz, kira gibi gelir unsurlarına hangi oranda ayrıştığı dikkate alınır. TÜİK’in sunduğu 2006 yılına ait son rakam, işgücü ödemelerinin toplam GSYH’nın yüzde 26,2’sini oluşturduğunu göstermektedir. Ancak bu rakamın, bir yandan, kapitalist sınıfın bir parçası olan profesyonel yöneticilerin gelirini de ifade ettiği gözden kaçmamalıdır. Yine toplumsal düzenin yeniden üretimi alanında çalışan asker, polis, istihbaratçı, korucu gibi ortalama emekçiden daha yüksek gelir elde eden kesimlerin gelirleri de, bu başlık altında toplanmıştır. Türkiye’deki uygulamada, ücret geliri dışında kalan gelirler, işletme artığı başlığı altında toplanmıştır. Bu rakamın içinde üretici köylülüğün geliri ile kâr, faiz ve kira gibi diğer gelirler yer alır.

Son olarak GSYH, elde edilen toplam gelirin nasıl harcandığına bakılarak hesaplanabilir. Bu yöntem, toplam GSYH’nın nasıl harcandığını gösterir. Katma değerin, ücretler ile kârlar, faiz, kira ve sigorta gelirleri gibi artı-değer ögeleri arasında paylaşıldığını söylemiştik. Bu gelirler, bütün toplumsal sınıflar tarafından öncelikle yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan tüketim harcaması şeklinde harcanacaktır. İşçiler ücretlerinin neredeyse tümünü tüketim harcamalarına aktarırlar. Yine ücret geliri elde eden profesyonel yöneticiler, mühendisler, doktorlar gibi toplumsal kesimler ise, gelirlerinin bir bölümünü tasarruf ederler. Kapitalistlere gelince, bu sınıf üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurduğu için toplumsal üretimin büyük bir bölümüne kâr biçiminde el koyar. Kapitalistlerin tüketim harcaması için ayıracakları tutar, zorunlu ihtiyaç maddelerinin yanı sıra eğlence ve lüks tüketim harcamalarını da kapsar. Ancak tüm bunlar toplam kâr içinde çok küçük bir meblağ oluşturur. Kalan bölüm ise, daha fazla artı-değer elde etmek üzere sermayeye eklenir. Bu tutara yatırım harcaması denilir. Yine, artı-değerden pay alan diğer mülk sahibi kesimler ise zorunlu ve lüks tüketim harcamalarından kalan miktarı bankacılık sistemine aktararak, yeni yatırımların finanse edileceği kredi havuzunu genişletirler. GSYH’nin bir bölümü ise, devletin doğrudan tüketim harcamalarına, altyapı yatırımlarına ve personel harcamalarına gider. Öte yandan, ülkede üretilen metaların bir bölümü ihraç edildiği için yabancı ülkelerde harcanır. Son olarak, Türkiye’de elde edilen katma değerin bir bölümü, yabancı ülkelerde üretilen metalara harcanır. Başka bir deyişle, başka ülkelerde yaratılan katma değere katkıda bulunur. Dolayısıyla harcamalar yoluyla GSYH hesaplanırken dış ticaret, ihracat-ithalat farkı (net ihracat) bulunarak hesaplamaya dahil edilir. Sonuç olarak, harcamalar yöntemiyle GSYH hesaplamasında tüketim harcamaları, yatırım harcamaları, devlet harcamaları ve net ihracat kalemleri yer alır.

Tablo 2. Harcamalar Yöntemine Göre GSYH

(cari fiyatlarla)

 

GAYRİ SAFİ YURTİÇİ HASILA 2010

1.105.101.110

YERLEŞİK HANEHALKLARININ TÜKETİMİ

786.079.201

DEVLETİN NİHAİ TÜKETİM HARCAMALARI

157.451.278

Maaş, Ücret

87.344.368

Mal ve Hizmet Alımları

70.106.910

YATIRIM HARCAMALARI

206.879.576

Kamu Sektörü

42.558.113

Makine- Teçhizat

6.426.472

İnşaat

36.131.641

Özel Sektör

164.321.462

Makine- Teçhizat

108.826.482

İnşaat

55.494.980

(*) Stok Değişmeleri

15.646.824

MAL VE HİZMET İHRACATI

233.076.618

(EKSİ) MAL VE HİZMET İTHALATI

294.032.387

Harcamalar yoluyla milli gelir hesapları bağlamında değinilmesi gereken en önemli konu, bu yöntemde hesaplamalar kapsamında yer alan yatırım harcamaları kalemi içinde, ilgili yılda üretilen ancak satılamayan metaların yer almasıdır. Sermayedarlar açısından meta-sermayeyi ifade eden bu büyüklük, “stok değişmeleri” başlığı altında değerlendirilir. Ekonominin durgunluk ya da daralma yaşadığı dönemde bu rakam büyük meblağlara ulaşır. Milli gelir metodolojisiyle ilgili bu genel bilgilerin ardından, milli gelirin mutlak büyüklüğü ile kişi başına milli gelir arasındaki farka dikkat çekmek yararlı olacaktır.

Bilindiği gibi, Türkiye ekonomisi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer almaktadır. AKP hükümeti ve yandaş basın, bu olguyu sıkça AKP döneminde yaşanan “büyüme mucizesi”ne bağlamaktadır. Oysa Türkiye, 1980’li yıllardan bu yana, satın alma gücü paritesine göre (döviz kuru yerine satın alma gücüne göre hesaplanan reel kura dayalı) hesaplanmış GSYH büyüklüğü bakımından 20 büyük ekonomi içinde yer almaktadır. Bu olgunun temel nedeni, Türkiye’nin büyük bir nüfusa sahip olmasıdır. Kapitalist gelişmenin düzeyi bakımından daha anlamlı gösterge, GSYH’nın ülke nüfusuna bölünmesiyle elde edilen kişi başına GSYH rakamıdır. 2010 yılı rakamlarına göre, Türkiye, kişi başına GSYH bakımından dünya sıralamasında 60. sıradadır. Elbette kişi başına GSYH’nin, ülke içindeki gelir bölüşümünü dikkate almadığı unutulmamalıdır. Türkiye, emek hareketinin yaşadığı gerileme nedeniyle gelir bölüşümü açısından dünyanın en adaletsiz ülkelerinden birisi haline gelmiştir.

Kişi başına GSYH konusunda hükümet sözcüleri ve sermaye basınının AKP yandaşı kesimi, sıkça AKP döneminde kişi başına milli gelirin 3500 dolardan 10.000 doların üzerine çıktığını iddia ediyor. Normalde ciddiye alınmaması gereken bu iddia, propaganda malzemesi olarak kullanılınca, aslında bütün iktisatçıların bildiği bir gerçeği hatırlatmak gerekiyor. GSYH’nin 10.000 doların üzerine çıkması, GSYH hesaplamalarında 2006 yılında gerçekleştirilen teknik düzeltmeden ve AB sistemine uyum sağlamak amacıyla hesaplama yönteminin değiştirilmesinden kaynaklandı. AKP’nin hükümet yıllarında, kişi başına GSYH artışı, yaklaşık olarak yüzde 33 olarak gerçekleşti. AKP’nin 8 yıllık iktidar dönemi dikkate alınırsa, bu durum, kişi başına gelirin yılda ortalama yüzde 4 civarında büyüdüğünü göstermektedir.

Buraya kadar söylenenlerden, burjuva milli gelir hesaplarının Marksist bilimsel ekonomi kategorilerine göre ele alınmasının işçi sınıf hareketi açısından daha anlamlı çözümlemeler yapmak için zorunlu olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu yöndeki çalışmaların değerlendirilmesi başka bir yazının konusu olacaktır.



[1] İngilizce’de 18. yüzyıla kadar sermaye yerine “stock” teriminin kullanılması bu algılamayla bağlantılıdır.

[2] Karl Marx, Artık Değer Teorileri, c. I., Çev. Y. Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, 1998, sf. 325-6.

[3] Milli gelir istatistiklerinde hesaplanan bir başka kavram ise, Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’dır. GSMH kavramı, belli bir yılda belli bir ülkenin vatandaşlarının ülke içinde ve yurtdışında elde ettiği katma değeri (kâr ve ücretleri) dikkate alır. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da (GSYH) ise, esas olan ülke içinde yaratılan katma değerdir. Örneğin yabancı bir firmanın Türkiye’de el koyduğu artı-değer GSYH içinde yer alır. Ama Mısır’da yatırım yapan Türk kapitalistin el koyduğu kâr Türkiye’nin GSYH’si içinde değil, GSMH’si içinde yer alır. Benzer bir şekilde, Almanya’daki Türkiyeli işçinin ücretlerinden artırarak Türkiye’ye gönderdiği paralar GSMH hesapları içinde yer alırken, Türkiye’de çalışan Gürcü işçilerin burada kazanıp burada harcadığı ücret gelirleri Türkiye’nin GSYH hesapları içinde yer alır. GSMH ile GSYH arasındaki fark “net dış alem faktör gelirleri” başlığı altında muhasebeleştirilir.

[4] Bu tartışma, şu yazıda geliştirilen tartışmaya dayanıyor: Sungur Savran, E. Ahmet Tonak, “Üretken Emek ve Üretken Olmayan Emek: Bir Açıklığa Kavuşturma ve Sınıflandırma Denemesi”, Praksis, sayı 16, Güz 2007

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑