Sayı 221

Özgürlük Dünyası Sayı 221

SUNU

Haziran’ın 12’sinde yapılan genel seçimlerin ardından önce seçim sonuçları tartışıldı. Herkes kazanmıştı: Yüzde 50’yle AKP, oy oranını ve vekil sayısını artırarak CHP, kasetlerin ardından barajın altında kalmayan MHP, hep kazanmışlardı! Oysa AKP tek başına anayasa değiştirecek çoğunluğu sağlayamamış, CHP kendi koyduğu yüzde 30 “çıtası”nın altında kalmış, MHP’yse baraj altı olmadığına sevinen iddiasız parti konumuna sürüklenmişti. Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu ise, kimsenin beklemediği bir sonuç alarak hem oy artırmış, hem 36 vekil çıkarmış, hem de asıl, yarattığı heyecan dalgasıyla siyaset gündemini damgalamıştı.

Blok’un bu atağı ve arkasında yatan başta Kürt halkı olmak üzere emek, demokrasi ve özgürlük güçlerinin son bir yıl içinde gösterdiği ilerleme yanıtını bulmakta gecikmedi. Zaten seçim öncesinde zorlanıp denenmiş olan “diş gösterme” sürdürüldü. Dicle’nin vekilliği düşürülürken, başka partilerden 3 vekille birlikte 5 de BDP’li tutuklu vekil serbest bırakılmadılar. Yatışmış görünen operasyonlara yeniden hız verildi.

Arap halklarının ayaklanmaları ise, emperyalist müdahalelerle birlikte sınırımıza kadar gelip dayanmış, AKP’nin dış politikasını değişmeye zorlamıştı. Aslında gelecek sayımızda ele alacağımız üzere AKP’nin o anlı şanlı dış politikasından geriye hemen hiçbir şey kalmamış, tam bir fiyaskoyla yüz yüze kalınmıştı. Libya’da.. Suriye’de… Hem halklar, hem de emperyalist dayatmalar işlevini görmüş ve AKP’nin dayanıksızlığı ortaya çıkmıştı. Ve “Arap baharı, Kürt yazı” tekerlemesinin de önü alınamaz olmuş; Avrupa’da, başta İspanya ve Yunanistan’da baş gösteren ayaklanma çağrışımlı gösteriler, emperyalistler kadar Türkiye egemenlerini de kara kara düşündürür olmuştu. “Yeni bir dönem”e girilmekte olduğu tartışmasızdı. Bölgemiz kaynıyordu ve başta Kürt sorunu olmak üzere, Türkiye’nin kangrenleşmiş belli başlı sorunlarında eskisi gibi devam edilemez noktaya gelinip dayanılmıştı.

Büyük güçler dünya, Akdeniz ve özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da sahne almaya başladılar. Emekçi halklar. Uluslararası burjuvazi ve emperyalizm.. Tam da “ortalık yerde” duran Türkiye’deyse arkalarında emperyalistlerle büyük burjuvazi.. Kürt halkı. Şimdilik sadece işçi sınıfı hareketli görünmüyor, değişecektir.

Ülke’nin böyle gidemeyeceği herhalde açık. Kürt sorunu örneğin, 90 yıla yakındır olduğunca nasıl kalabilir artık? Yüzlerce ve yüzlerce sivil Kürt sınırın ötesinde vurulan gençlerinin cenazelerini alıp getiriyorlar, ateş altında sınırı geçerek. Sivil itaatsizlik yayılmış, “demokratik özerklik” ilanı yapılmıştır. Ve PKK bir türlü bitirilememiştir, bitirilemiyor, tersine güç kazandığını herkes kabulleniyor. Üstelik yaşananlar, örneğin Kürt milletvekilleri Meclis’te grup kurduklarında ülkenin hiç de bölünmediğini, hem de bayağı akla yatan şeyler söyleyip yaptıklarını, son seçim başarılarının ise artık “onlarsız edilemeyeceği”nin dost-düşman herkesin ortak kanaati durumuna yükseldiğini göstermesinin beslediği ülkenin barış imkanının bulunduğu ve eller uzatılsa barışın yakalanabileceği inancı yayıldıkça, artık yeni ölümleri kabul ettirmek de zorlaşmaktadır. Bu durumda Kürt halkının talepleri nasıl reddedilecek hala? Sürüncemede bırakılmaları da olanaklı değil. Sorunun hem “düşük yoğunluklu savaş” adı takılmış yöntemle hem de sürüncemede bırakılarak üstesinden gelinemeyeceği belli artık. Hala nasıl eşit haklar kabullenilmeden, ama tekçilikte ve “terörle mücadele”de ısrarla ve tasfiye amaçlanarak yürünebilir? AKP işte bu denenmişi deniyor –çıkmaz yoldur. Ama kolaylıkla her şeyi “şirazesinden çıkma”ya götürebileceği de en azından Zeytinburnu’ndan bellidir. Tek yol eşit haklara dayalı “demokratik” çözüm ve şovenizmden arınmaktır. Türk ezilen sınıflarının çatışmanın sürdürülmesinden en küçük bir çıkarı olmadığı gibi, Kürt delikanlılarını öldürmeye ve ölmeye gönderilen Türk delikanlıları kentin kenar mahallelerinin ya da kırın yoksullarının çocuklarıdır. İki yazımız bu konuyla ilgili. Seçim, sonuçları ve Blok’la ilgili yazılarımız ileriye yönelik tutulacak yolla ilgili yayınlanıyor.

Diğer yazılarımızın önemli bir kısmı ayağa kalkan halklar ve gençleriyle ilgili. Avrupa Komünist ve işçi partilerinin halk ayaklanmalarıyla ilgili değerlendirmeleri ve aldıkları kararları, Avrupa gençliğinin ayağa kalkışı üzerine bir makalemizle birlikte yayınlıyoruz. Avrupalı ayağa kalkışların temelleri bakımından Avrupa ülkelerini kıskacına alan kapitalist kriz üzerine bir yazımız da çerçeveyi tamamlıyor. Milli gelir hesaplamalarına ilişkin son yazımız ise, “kişi başına milli gelir 10 bin doları geçti” çarpıtmasını açığa çıkarmanın yanında bu alanda zihin açıklığı oluşturmak amaçlanarak kaleme alındı.

Yer darlığından, ana hatlarıyla başka yayınlarda yayınlanmış olan “KESK değerlendirmesi”nden vazgeçtik ve iki uzun makalemizi, “Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler”le İstanbul örneği üzerinden “kentsel dönüşüm projeleri”ni gelecek sayımıza bıraktık. Görüşmek üzere…

Siyasal Gelişmeler, Seçimler, Blok ve Partileşme Süreci

2011’in başlarından itibaren belirginleşen ve 12 Haziran Genel Seçimi öncesinde somutlaşarak ilerleyen gelişmeler, gerek Ortadoğu’da gerekse Türkiye’de “yeni bir dönem”den söz ettirecek kadar önemlidir. Seçimde ortaya çıkan tablo ve seçimlerin hemen ardından yaşanan olaylar bile bu yeni dönemin çok şeye gebe olduğunu göstermektedir.

Elbette ki Ortadoğu’daki gelişmeler ve bu gelişmelerin katkısıyla (ki, giderek bu etkinin artacağı gözlenmektedir) biçimlenen Türkiye’deki gelişmelerin, böyle bir yazı kapsamında ayrıntılı değerlendirilmesi mümkün değildir. Bu yüzden de burada döneme “yeni” denmesine neden olan gelişmelere kısaca işaret edeceğiz.

1

AKP Hükümeti, Kürt sorunu başta olmak üzere, ülkenin başlıca sorunlarını çözme yeteneği olmadığını göstermiştir. Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi büyük kitleleri ilgilendiren sorunlarla ilgili talepler karşısında çözümsüzlüğü benimsemiştir. Kürt açılımı ve Alevi çalıştaylarında gelinen yer kaos ve çatışmadır. Ancak Kürtler onca baskıya, arkası kesilmeyen tutuklamalara rağmen mücadele yolunu tercih etmişler, “sivil itaatsizlik” eylemlerine başvurarak dönemin “yenilik” özelliğini kazanmasında asıl etken olmuşlardır. Kürt sorununun çözümü merkezli gelişmeler, Türkiye’nin demokratikleşmesi, emek ve demokrasi güçlerinin birleşmesi için son derece önemli bir dayanak olarak Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun ilk haliyle olsa bile ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bununla birlikte Bloğun 36 milletvekilini Meclise göndermeye hak kazanması, demokrasi mücadelesini bugüne kadar olduğundan çok daha ileri bir mevziye taşımanın yolunu açmıştır.

2

Yılın başında Arap-İslam dünyasında baş gösteren isyanlar ve bu isyanlara paralel olarak emperyalist güçlerin Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya fiili-askeri müdahaleleri, Suriye üstünden Türkiye sınırına dayanmıştır. Bu gelişmeler, AKP Hükümeti’nin en iddialı olduğu “eski Osmanlı İmparatorluğu toprakları üstündeki İslam dünyasında hegemonya kurma ve Türkiye’yi bölge gücü yapma” amaçlı dış politikasını tümüyle çökertmiştir. Dahası yaşananlar, AKP hükümetinin öncülüğünde Türkiye’nin Batılı emperyalistlerin ve savaş örgütleri NATO’nun basit hizmetkârı olma rolünü herkesin gözleri önüne sermektedir. Türkiye NATO’nun müttefiki ve ABD’nin bölgedeki ileri karakolu olma rolüyle, bir yandan bölge hakları ve ülkeleriyle (İran, Suriye, Libya başta olmak üzere) karşı karşıya gelirken, bölgede bir yanıyla açık, bir yanıyla henüz üstü örtülü ABD-İsrail-Türkiye Bloğunun yenilendiği artık gizlenemez hale gelmiştir.

Gerek Kürtlerin artık sivil itaatsizliğe dönüşen hak ve özgürlük mücadelesinin gelip dayandığı yer ve AKP ve sistem güçlerinin çözümsüzlüğü, gerekse Arap-İslam dünyasındaki gelişmeler birbiriyle içsel bağlantı halindedir. Bu yüzden bu alanlarda atılacak her adım bu iki büyük etkeni birbiriyle daha çok iç içe geçirmekte; muhtemel patlama stoklarını daha da büyütmektedir.

A

SEÇİM ÖNCESİ TABLO

Seçim öncesinde, partiler düzeyinde siyasi şekillenme, AKP-CHP-MHP sermaye partiler bloğu ile Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu biçiminde bir ana ayırım biçiminde gelişti.

Ancak sermaye partileri arasındaki mücadele ve rekabet, aralarındaki amaç birliğine karşın, önceki seçim dönemlerine nazaran görülmemiş biçimde sertleşti. Öyle ki, seçimden bir yıl kadar önce CHP’nin yeniden biçimlenmesinde önemli rol oynayan “kaset operasyonu”, bu sefer MHP’ye yönelik bir operasyon olarak kullanıldı. MHP Genel Başkanı Yardımcılarının üçte ikisi (15’ten 10’u) kasetlerle istifa ettiler.

Öte yandan son bir yıldır süren, PKK’nin “tek taraflı ateşkes” kararına karşın AKP Hükümeti’nin, “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarının sorunu vardır” diyen ve “çözümü” PKK’nin etkisizleştirilmesi ve BDP’nin tasfiyesi üstüne oturtan tutumu politik ortamı seçim öncesinde iyice germişti. AKP Hükümeti, bir yandan Kürt siyasetçilere, sendikacılara, yerel yöneticilere yönelik bir tutuklama kampanyası sürdürürken, öte yandan da kırsal alanda askeri operasyonları sürdürmüştü. KCK davalarında ise tutukluların “anadilde savunma” talebi, yargılayanların amaçlarına varmasını zorlaştıran yeni bir durum ortaya çıkarmıştı.

AKP ve Tayyip Erdoğan seçim taktiğini, 2024’e kadar iktidarda kalmayı sağlayacak bir stratejiye dayanak olarak biçimlendirilmişti. Ve burada hedef, AKP’nin oluşturduğu statükoyu anayasal bir düzen olarak garanti altına alacak ve buna uygun bir anayasa yapabilecek Meclis gücünü elde etmekti. 12 Haziran Seçimi, bu stratejinin başarısının olmazsa olmaz hamlesiydi ve bu da “Türkiye 2023’e Hazır!” sloganıyla ifade edilmişti. Burada pratik hedef ise, 367’yi aşan bir milletvekili sayısına ulaşmak, en azından 330’u aşan ve “anayasayı halk oylamasına götürecek bir sayıyı” garantilemekti. Bunun için de AKP, MHP’nin barajın altında kalmasını, Bloğun da çıkaracağı bağımsız milletvekili sayısının grup kuracak sayının altında kalmasını istiyordu.

CHP, Kemal Kılıçdaroğlu üstünden bir rüzgâr oluşturup oylarını yüzde 30’un üstüne taşıyarak, AKP’ye karşı bir seçenek ve gerçek bir ana muhalefet olma iddiasıyla seçimlere girdi. Kılıçdaroğlu meydanlarda bu imajı vermek üzere, hem her derde deva  “Kemal kardeşiniz” diyerek kendisini öne çıkardı, hem de “yeni CHP” propagandası yaptı.

MHP ise, AKP’nin MHP’yi barajın altına itme stratejisi ve kendi iç çatışmalarıyla da birleşen kaset skandallarının baskısıyla etkisiz bir konuma sürüklendi.

Bu koşullarda emekten, barıştan, demokrasiden yana parti ve örgütler ise, sermaye partileri bloğuna karşı, Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nu oluşturdu. Blok, bağımsız milletvekili adaylarıyla seçime katıldı. Kırk dolayında ilde seçime katılan blok, yüzde 10 barajı başta olmak üzere tüm engellere karşın sermaye partileri arasındaki kayıkçı dövüşüne, ülkenin gündemindeki temel sorunlara ve örgütlenmiş halk gücünün önemine dikkat çekti. Ve özellikle Blok adaylarına yönelik YSK vetosu ve sonrasındaki gelişmeler, Bloğun “ana muhalefet odağı” olarak biçimlenmesinin yolunu açtı. Blok her ne kadar belli başlı siyasi çevrelerin katılımıyla oluşsa da, süreç içinde, aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, bilim insanları, sendikacılar, Bloğa katılmamış çeşitli kimi sol çevrelerin desteğini de alarak etkisini artırdı.

B

SEÇİM SONUÇLARI

Seçim sonuçları günlerdir uzmanlar, siyasi odakların önde gelenleri tarafından aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı, soldan sağa, sağdan sola okunuyor, tartışılıyor. Seçim sonuçlarını burada şöyle özetleyebiliriz:

AKP, bu seçimde oylarını yüzde elliye vardırmıştır, ama stratejisinin gereği olan anayasayı kendi istediği gibi değiştirecek çoğunluğu elde edememiştir. Hatta anayasayı halkoyuna götürecek bir çoğunluk da sağlayamamıştır. Bu açıdan bakıldığında, AKP seçimden istediği sonucu elde edememiştir. Dahası AKP, Meclis çoğunluğunu, hükümeti, üniversiteyi, yargıyı, istihbaratı vb. hemen tüm devlet kurumlarını ele geçirmiş bir partidir, ama bu devasa güç bile ona başta Kürt sorunu olmak üzere ülkenin başlıca sorunlarını çözecek parti unvanını kazandırmamıştır. Hatta bir dönem öncesine göre bile AKP, sorun çözme yeteneği bakımından gerilere düşmüştür.

CHP, yüzde 26 civarında oy almış, ancak oylarını artırsa da, gelecekte bile AKP’ye alternatif olacak bir parti çıtasının altında kalmıştır. Kılıçdaroğlu rüzgârına rağmen beklediği başarıyı elde edememiş olması, CHP içindeki hizipleri harekete geçirmiş ve genel desteğini de düşürmüştür. Seçimden sonra CHP’ye oy vererek AKP’nin zayıflatılacağını uman pek çok çevre, “oylarının heder olduğunu” düşünmeye başlamıştır. Milletvekili sayısı bakımından CHP ana muhalefet partisi olsa da, ülke sorunlarının çözümü ve ondan halkın beklentileri bakımından CHP, artık bir “ana muhalefet partisi” olma misyonunu da yitirmiş bulunmaktadır.

MHP, ise kaset skandallarından sonra, yüzde 13 civarında oy almasına şükreden ve ama kamuoyunda itibarı ve etkisi olağanüstü irtifa kaybeden bir parti durumuna düşmüştür. MHP artık “Mecliste olsa da olur, olmasa da” denecek bir parti durumundadır.

Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu ise; onca baskı ve provokasyonlara karşın, tartışılmaz biçimde seçimden zaferle çıkan, önceden yapılan tahminleri aşan bir başarı göstererek 36 milletvekili çıkaran bir güç odağı olmuştur. Daha da önemlisi Blok, seçimdeki başarısıyla ve seçime gelen süreçteki kararlı ve mücadeleci tutumuyla sadece Bloğu destekleyen kesimler için değil, AKP’ye karşı olan ama Bloğa da karşı olan kesimlerin gözünde de “olmazsa olmaz”, “Mecliste mutlaka yer alması gereken” bir güç odağıdır. Seçimden sonra Bloğa atfedilen rol ana muhalefet rolüdür.

C

SİYASİ GELİŞMELER VE SEÇİM; BLOK ‘ANA MUHALEFET’ ODAĞI

Yukarıda seçimlere gelen sürece ilişkin ortaya konulan özet siyasal tablo seçim sonrasında çok değişmemişse de, sıcak gündemi belirleyen koşullar bir hayli değişmiştir.

Şöyle ki;

1

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun seçimden büyük bir başarıyla çıkması, halk yığınları içerisinde meşruiyetini artırması ve AKP’ye karşı tek gerçek muhalefet odağı olarak görülmeye başlanmasıyla yeni Meclis önceki Meclisten bir hayli ayrılmıştır. Daha Meclis’in açılması sürecinde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun Meclis’i Boykot etmesi ve bunun da etkisiyle CHP’li vekillerin yemin etmemesiyle yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Bu da, Meclis’te AKP’nin manevra alanını daraltacak yeni bir sürecin işaretidir.

2

Seçim sonrasındaki belirtiler, Kürt sorununun demokratik çözümüne dair taleplerin, sivil itaatsizlik ve öteki direniş alanlarındaki mücadelelerin daha da etkin duruma geleceğinin göstergesidir. Bloğun Meclis dışındaki aydın, demokrat çevreler, sendikalar ve emek mücadelesi alanında aldığı destek ve bir umut olarak görülmesi ise, genişleme ve güçlenme zeminini ortaya koyuyor. Bu işaretler, Blok partisinin umulandan çok daha geniş bir kesimden destek alarak kurulabileceğini de gösteriyor.

3

Sistemle çatışmaya giren toplum kesimlerinin mücadelesinin istikrar kazanması bakımından Blok bir dayanak olarak ortaya çıktı:

a

Kürt ulusal mücadelesinin güçleri, bugün Blokta “kendi iradesine sahip” en kitlesel ve en dinamik gücü olarak vardır. Blok, Kürt mücadelesinin ittifaklarına istikrar kazandırarak ve onların gücünü artırarak Kürt mücadelesi için de yeni bir dayanak olmaktadır.

b

Geleneği siyasetle hak mücadelesinin tamamen ayrı olması üstünden biçimlenen işçi sendika hareketi, şimdi onca tersini gösteren deneye karşın bu kötü geçmişine adeta dört elle sarılmıştır. Bu alanda zaman zaman işçi sendika hareketinin merkezlerini zorlayan ve birleşik bir genel grevin eşiğine gelen eylemler olmasına karşın, genel eğilim istikrarsızlık ve lokalliktir. Her gün birçok yerde eylemler olmaktadır, ancak hak gaspları, adaletsizlik, işten atmalar ve sendikalaşma amaçlı bu eylemler birbiriyle dayanışıp birleşememektedir.

Sendikaları önemli ölçüde denetime almış ve emek mücadelesini hayli hırpalanmış olan AKP Hükümeti’nin emek mücadelesine yeni darbeler vurmak için çok yönlü hazırlık içinde olduğu, bunları ertelemeyeceği, hatta ekonomi politikalarının sürdürmesi için bu saldırıları bir an önce gerçekleştirmesinin gerektiği çeşitli yayınlarda açıkça ortaya konmaktadır.

Bu koşullarda, işçi ve emekçi hareketinin artan saldırılara karşı yeni ve birleşik bir mücadele eğilimi içerisine girmesi ve Blok’tan güç alarak ve Bloğu güçlendirerek ilerlemesi için olanaklar düne gere daha da artmıştır.

c

Alevilerin talepleri ve inanç özgürlüğü mücadelesinin son yıllardaki birikimi, Alevilerin uyanış içindeki kesimleri için bir laisizm mücadelesi, dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşmesi ve özgürlük mücadelesi bakımından son derece önemli bir imkân olarak ortaya çıkmıştı. Ancak bir yandan AKP’nin “Alevi Çalıştayları” öte yandan da Kılıçdaroğlu’nun şahsında CHP’nin müdahaleleri bu birikimi önemli ölçüde tahrip etmiştir. Ancak son aylarda AKP’nin “Hızır Paşa Operasyonu” yaptığı açığa çıkmış, hükümetin aslında Alevileri yedeklemek dışında bir yaklaşımı olmadığı herkesçe görülür hale gelmiştir. Kılıçdaroğlu rüzgârının arkasındaki basınç da seçim arkasından ortaya çıkan gelişmelerle ortadan kalkmaktadır. Blok burada Alevilerin inanç özgürlüğü ve laisizm mücadelesinin hızla toparlanması ve daha istikrarlı bir mücadeleye dönüşmesinin dayanağı olacak yeni bir imkân olarak ortaya çıkmıştır.

d

Aydınlar, sanatçılar ve bilim çevrelerinde de AKP hükümetin baskılarına, üniversiteyi, basını ele geçirmesine, aydın, sanatçı, gazeteci dünyası üstünden yarattığı ideolojik (yerine göre de ekonomik çıkar sağlamalar ve ekonomik kuşatmalarla birleşerek) hegemonyaya karşı geniş bir tepki vardır. Ancak bu alan dağınıktır ve tepkileri istikrarlı değildir.

e

Çevre hareketi; ülke sathına yayılmış, yer yer küçük üretici, yer yer antiemperyalist bir hareket olarak biçimlenen son derece geniş bir çevre hareketi, onunla bazen de iç içe geçmiş kültür ve tarihi değerleri koruma, yanı sıra kentsel dönüşüm girişimlerine karşı oluşan mücadelelerin oluşturduğu geniş bir mücadele vardır. Öyle ki bu mücadeleler, hükümetin çevre ve kentsel varlıkları yağmalamasının önünde ciddi bir barikat oluşturmuştur. Ne var ki, bu mücadele de, kendi içindeki bölünmeler ve kimi gurupçu müdahalelerinin alanı olarak “lokal” kalmaktadır ve mücadelenin birleşmesi ve tabii ki yerel özellikleri kaybetmeyen bir merkezileşme ve hareketin istikrarı; ülkemizin, halkımızın ve insanlığın geleceği açısından son derece önemli olacaktır.

f

Kadın ve gençlik hareketi bakımından da benzer sorunlar var. Kadınlar geçmişte olmadığı kadar mücadelenin içindedir ve kadın cinayetlerinin giderek artması, adeta bir kıyıma dönüşmesi, bu cinayetlere çanak tutan fetvalar, hükümetin kadın bakanlığını kaldırmasına varan kadın düşmanlığı ve emniyetin, savcılıkların umursamazlığı, mahkeme kararları, kadınlar içinde öfkeyi artırmaktadır. Ancak kadın hareketi çok parçalıdır ve kadın çevreleri 8 Martlarda bile bir araya gelmekte sorun yaşamaktadır.

Gençlik ise, eğitim alanındaki skandallar (ÖSYM) ve YÖK’ün baskıları karşısında duyulan infiallere karşın sol grupların gençliğin ileri kesimlerini bölmüş olmasının zaaflarını taşımaktadır. Zaman, zaman kitleselleşme alameti gösteren öğrenci eylemleri bir adım sonra çeşitli “sol grupların” girişimleriyle bölünüp ana kitleden kopmuş, “ileri gençlerin” kendi aralarındaki itiş kakışına dönüşmüştür.

Toplam açısından bakıldığında, Kürt demokrasi güçlerinin dışındaki toplumsal alanlardaki mücadelelerin ortak özelliği; lokal, kesintili olarak ortaya çıkıp sönmesidir. Blok, burada bu hareketler için süreklilik sağlayacak ve onların birbiriyle dayanışıp ülke çapında birleşmesini kolaylaştıracak bir çekim merkezi olmaya adaydır. Ve gerçekleştiği ölçüde de “Bloğun” bu çevrelerin eylemlerini kapsaması ve bu kesimlerin temsilcilerini Blok içinde aktif yer alması, Bloğun gerçek bir Blok olarak şekillenmesini de kolaylaştıracaktır.

BLOK VE PARTİLEŞME ÜZERİNE ÖNERİLER

Türkiye’nin emek, demokrasi, özgürlük ve barıştan yana güçleri uzun yıllardır ortak bir mücadele zemininde buluşmanın, demokratik bir güç birliği oluşturmanın çabasını veriyor. 2002’den itibaren bu çaba esas olarak seçim dönemlerinde belli bir somutluk kazansa da, bir süreklilik kazanamamıştır. Bunun bilinen birçok nedeni vardır. Ancak son 12 Haziran Seçimleri sürecinde oluşan Blok, bugüne kadar yürütülen çalışmaların yeni bir aşamaya ulaşmasını da beraberinde getirmiştir.

Başlangıçta sınırlı sayılabilecek parti ve örgütlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış olsa da, Blok kısa bir zaman içerisinde birçok aydın, bilim insanı, sendikal çevrenin desteğini aldı. 12 Haziran Seçimleri’nden sonra geçen sürede bu destek daha da genişledi.

Bloğun bu kadar kısa sürede etrafında önemli bir güç biriktirmesinin temelinde, başta Kürt halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesi olmak üzere, işçilerin, emekçilerin, halkın ileri ve örgütlü kesimlerinin, aydınların, bilim insanlarının, sanatçıların, gerçek bir demokrasi mücadelesinin Blok etrafında verilebileceğine olan inancı bulunmaktadır. Bu kesimler, çeşitli vesilelerle seçim süreci ve sonrasında Bloğun, egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcileri karşısında, sistemden umudunu kesmiş ve arayış içerisinde olan kesimleri birleştirebileceği konusunda görüşlerini her fırsatta dile getirdiler.

Ortaya çıkan bu birikimi, heyecanı doğru değerlendirmek, umutları boşa çıkarmamak ve beklentilere yanıt verecek adımları hızla atmak sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Bu, aynı zamanda Bloğun daha da güçlenmesi, yeni katılımlarla etkisinin ve yaygınlığının artması ve bir anlamda Bloğun kendisini yeniden ve yeniden örgütlemesi için dinamik bir mücadele sürecinin gerekliliğine de işaret ediyor.

Bloğun güçlenmesi, etki ve yaygınlığını artırması ve bir Blok Partisi temelinde örgütlenmesi konusunda iki temel soruya doğru yanıt verilmesi büyük önem taşımaktadır.

Bunlardan Birincisi; kurulacak Blok Partisini programının içeriğinin nasıl olması gerektiğidir. İkincisi ise, nasıl örgütleneceği-örgütsel şekillenişinin nasıl olacağıdır?

BLOK PARTİSİ PROGRAMI ÜZERİNE

1 – Blokta yer alan siyasi parti ve örgütlerin her birinin kendi programları-tüzükleri mevcuttur. Yeni katılacak her türlü politik, mesleki, kültürel, sosyal vb. temeldeki çevre, kişi veya örgütlerin de durumu üç aşağı-beş yukarı aynı olacaktır. Blok Partisi’nin bu siyasi parti ve örgütlerin varlığını ortadan kaldırmayacağı, bu parti ve örgütlerin kendi varlıklarını devam ettirecekleri, Blok içerisinde yer alan ve ya Blok’u destekleyen hemen herkesin ortak yaklaşımıdır. (Bu noktada, kendi örgütsel varlığına son vererek Blok’a katılmak isteyen örgüt veya çevreler olabilir. Bu onların kendi bilecekleri ve verecekleri bir karardır.)

Bu tablo içerisinde, Blok Partisinin programı, klasik anlamdaki parti programlarından bütünüyle farklı bir yaklaşımla ele alınmalıdır.

2 – Blok Partisi’nin programı, elden geldikçe ideolojik ayrılık nedeni olacak yaklaşımlar, ifadeler veya kavramsal bir çerçeveden, formülasyonlardan uzak olmalıdır. Dünya ve Türkiye’nin içinden geçtiği süreci olabildiğince genel, birleştirici, anlaşılır ve halkçı bir üslupla ele almalıdır. İdeolojik ayrılık nedeni olacak yaklaşımlar ve formülasyonlar, program merkezli gereksiz tartışmalara yol açacaktır. Dahası, Bloğun birleştirebileceği, emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesine seferber edebileceği kişi, kurum, çevre ve örgütler açısından eleyici, sınırlayıcı ve daraltıcı bir etkisi olacaktır. Buna müsaade etmemek gerekir.

3 – Program, esas olarak Bloğun birleştirdiği emek, demokrasi, barış ve özgürlük güçlerinin bugünkü somut ve acil taleplerini kapsamalıdır.

Türkiye’nin demokratikleşme yolunda atması gereken acil ve temel adımları, Kürt halkının demokratik ulusal taleplerini, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin, temel ekonomik ve sosyal taleplerini, Alevilerin, çevre hareketlerinin, kadınların ve gençlerin öncelikli, acil ve temel taleplerini vb. içermesi, programın esası olmalıdır.

4 – Blok Partisin programı, esas olarak Bloğun mücadele platformunu ortaya koymalı, emeğe, demokrasiye ve özgürlüğe gönül vermiş, bu uğurda mücadele etmek isteyen herkesi kucaklamalıdır. Uzun uzun tahliller yapmadan, Türk ve Kürt halkına seslenen bir manifesto niteliği taşımalıdır.

5 – Programın hazırlanması, milletvekili seçilen arkadaşlarımız arasından görevlendirilen blok çalışmasından sorumlu vekiller tarafından sürdürülebilir. Bu arkadaşlarımızın görevlendireceği birkaç kişi yukarıda ortaya konan çerçevede bir program taslağı hazırlayabilirler. Bu taslak, Blokta yer alan parti ve örgütlerin fikirleri, önerileri alınarak, yine milletvekillerinden oluşan Blok Komisyonu tarafından son şekline kavuşturulur.

NASIL ÖRGÜTLENECEĞİ VE ÖRGÜTSEL ŞEKİLLENİŞİ ÜZERİNE

1 – Milletvekilleri arasından belirlenen Blok Komisyonu, Blok Partisinin örgütlenme çalışmasının merkezinde yer almalıdır. Ancak bu arkadaşlarımızın pratik çalışmanın bütününü omuzlaması, sürdürmesi mümkün değildir. Başta Bloğu destekleyen sendikacı, aydın, akademisyen ve sanatçıların da katılımıyla, Bloğu oluşturan parti ve örgütlerin görevlendireceği kişilerin de dahil olacağı merkezi bir “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu Partileşme Komisyonu” oluşturulabilir. Milletvekillerinden oluşan Blok Komisyonu bu Partileşme Komisyonu’nun yürütmesi olarak çalışmalara yön verir.

2 – Partileşme Komisyonu, Bloğun partileşme sürecine ilişkin iyi örgütlenmiş bir basın toplantısıyla Blok’ta yer almak isteyen herkese, sendikalara, meslek örgütlerine, Alevi örgütlerine, kadın, gençlik ve çevre örgütlerine, aydın, akademisyen, sanat ve bilim dünyasına açık bir katılım çağrısı yaparak işe başlayabilir.

Ardından da, Bloğun genişlemesi için merkezi düzeyde yeni katılımların gerçekleşmesini sağlamak üzere hedefli, somut, belirlenmiş kesimlerle görüşmeler yaparak, Bloğun partileşme sürecine merkezi düzeyde yeni katılımların sağlanması için bir çalışma yürütür.

3 – Partileşme Komisyonu’nun açık çağrısının ardından bütün illerde Blok Partisinin yerel ayaklarının örgütlenmesi için çalışmalar da eş zamanlı olarak başlatılır. Bloğu oluşturan parti ve örgütlerin temsilcileri, illerde, yerel düzeylerde bir araya gelerek, il il Partileşme Komisyonları’nı kurarlar. Örneğin “Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu Eskişehir Partileşme Komisyonu” gibi. Merkezi düzeyde ortaya konan anlayış ve çalışmaya uygun olarak illerde de çalışmalar yürütülür.

Blok Partisinin illere dayanarak örgütlenmesi hukuki açıdan ve önümüzdeki seçim süreçleri bakımından da işlerimizi kolaylaştırıcı olacaktır.

4 – Blok Partileşme Komisyonu’nda merkezi düzeyde yer alacak örgüt, çevre ve kişiler, illerde daha fazla çeşitlilik, genişlik ve zenginlik gösterecektir. Blok Partisi’nin illerdeki örgütlenmesi mutlaka yerel güçlere dayanmalı ve yerel güçlerin katılımı ve zenginliğini mutlaka taşımalıdır.

5 – İller temelindeki örgütlenmelerin yanı sıra belli başlı büyük ilçe merkezleri ayrı olarak ele alınıp, ilçe komisyonları-platformları temelinde bir araya getirilebilir.

6 – Hızlı bir örgütlenme sürecinin ardından, demokratik temelde bir yenilenme, güçlenme ve giderek ülke düzeyinde 500 ya da daha fazla sayıda temsilcinin yer alacağı bir “Blok Partisi Konseyi” oluşturulabilir. Bu konsey, kendi içerisinde 100 kişiden oluşan bir parti meclisi ve 20-25 kişilik bir yürütme kurulu seçebilir. Bu ana kurullar, Blok Partisinin emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesini ortak bir zeminde sürdürmenin sorumluluğuyla hareket eder.

7 – Blok ve parti örgütlenmesi demokratik bir yapı olarak görülmelidir. Dolayısıyla, örgütsel yapısı da dinamik olacaktır. Onun için de biçimsel açıdan bir esnekliği her dönem olmalıdır. Bloğun demokratik niteliği süreç içerisinde gelişerek, olgunlaşarak ilerleyecektir. Hareket noktası, emekten, demokrasiden, özgürlüklerden yana olan herkesin katılımını kolaylaştırmak, bütün bu çevrelerin temsil ve katılımını önemsemek ve örgütlemek olmalıdır.

8 – Kürt halkının ve Kürt siyasi hareketinin bölgede oluşturduğu demokratik temsil ve kurumlarının oluşumu önemli bir özgünlük içermektedir. Elbette ki Bloğa ve partileşme sürecine katılımları da bu özgünlüğe uygun şekillenecek. Açıktır ki bunun nasıl olacağının kararını da Kürt halkı ve siyasi temsilcileri verecektir.

Yalana Karşı Gerçek

Tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılmaması ve Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesiyle başlayan yemin krizinin önemli aktörlerinden birisiydi CHP. Millet iradesi naralarının gırla gittiği bir dönemde halkın on binlerce oyla seçtiği milletvekillerinin görevlerini yapamaz durumda tutulmaları halkın tepkisini çekmişti. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğunun Meclis boykotu CHP’yi yemin etmeme eylemine zorlarken, MHP’yi siyaseten etkisiz bir unsur haline getirdi. Ancak tutarsızlığı, sözünün arkasında duramaz hali ve “tükürdüğünü yalaması”, CHP’yi bir kez daha AKP karşısında etkisiz bir parti pozisyonuna sürükledi. CHP’nin bu hal ve tutumu, onun gerçek bir ana muhalefet olma rolünü bir kez daha sorgulanır hale getirdi.

GÖRÜNÜŞ VE GERÇEK

Özellikle bazı solcu aydın çevrelerinde derin bir hayal kırıklığına, halka karşı kimi derin ve üzüntü verici küçümsemelere ve kuşkulara yol açsa da, seçim sonuçları, aslında beklenmeyen bir tablo değildi. Herkes biliyordu ki, bu seçimlerin tartışmasız galibi AKP, dolayısıyla onun lideri Recep Tayyip Erdoğan olacaktı. Özellikle Anayasa Referandumu sonuçlarına bakarak, seçimlerde de benzer bir durumun doğacağını tahmin etmek için çok derin analizler yapmak gerekmiyordu. Ayrıca, AKP’nin gerek uluslararası planda gerekse yurt içindeki icraatlarının hacmine ve bunların yaygın propaganda aracılığıyla yarattığı etkinin gözlemlenebilir sonuçlarına bakınca, AKP’nin, CHP ve MHP’den ibaret seçenekleri karşısında rakipsiz olduğunu söylemek zor değildi. Kuşkusuz özellikle bu dar seçenekler tablosunun sağladığı avantaj, Recep Tayyip Erdoğan’ın “tartışılmaz karizmasıyla”, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin silik, herhangi bir cazibeye sahip olmayan “sıradan” ve herhangi bir vaatte bulunmayan özellikleri kıyaslandığında daha da öne çıkıyordu. Bunlar ayrıca değerlendirilebilir. Yerleşik burjuva siyaset tarzı içinde, halk yığınlarının zihnindeki “parti lideri” imgesinin ana çizgileri ile siyasi tercihleri arasındaki ilişki de ayrıca ilginç bir araştırma konusu olabilir.

Fakat toplam olarak bütün bu olguların birleştiği bir nokta var. Gerek icraatlar toplamının, gerekse “karizma” denilen şeyin tümüyle bir yalanlar, aldatmacalar ve şişirmeler koleksiyonu olmasına karşın, bütün bunların “büyük hayallerin gerçekleşmesi” ve “olağanüstü başarılar” olarak sunulması ve daha da önemlisi bunun kitleler nezdinde kabul görmesi ciddi bir sorundur.

TTB (Türk Tabipleri Birliği)’nin “SAĞLIKTA HAYALLER YALANLAR VE GERÇEKLER” adlı titiz bir çalışma sonucu hazırlanmış broşürünü çıkış noktası yaparak bu sorunu inceleyeceğiz. Bu, yalnızca bir örnek. Bunun gibi, özelleştirmeler, işçi ve emekçilerin örgütlenme ve sosyal hak sorunları, işsizlik, eğitim, kentsel dönüşüm projeleri, çevre katliamları gibi pek çok sorunda da aynı türden çok uzun bir “yalanlar ve gerçekler” listesi yapılabilir, günlük işçi basınında defalarca yapılmıştır da. Dış politika ise, ayrı bir faciadır. O alanda da Recep Tayyip Erdoğan kendisini “dünya lideri” olarak tanıtıyor ve büyük halk kitleleri bu masala gerçekten inanıyor. Burada da uzun ve acıklı bir liste yapılabilir. Fakat her durumda, sonuç aynı olacaktır.

Şimdi TTB’nin broşürüne dönelim.

Broşür, 49 yalan ve bunlar karşısındaki gerçeği inceliyor. Birkaç yalan-gerçek karşılaştırmasını örnek olarak veriyoruz:

1. Yalan: istediğim hastanede tedavi oluyorum.

Gerçek: sağlık sigortalı hastalar eskiden öncelikle devlet ve üniversite hastanelerinde, sevk almak koşuluyla da sözleşmeli özel hastanelerde tedavi olabiliyorlardı. Evet, şimdilerde hepsinde değil ama, Sosyal Güvenlik Kurumu’yla sözleşme imzalayan özel sağlık kurumlarında tedavi alabiliyorlar. Yalnız küçük bir sorun var; taburcu olurken önlerine konulan milyarlarca liralık faturayı ödeyebilmeleri gerekiyor!

23. Yalan: vatandaşların sağlık hizmetine ücretsiz ulaşabilmesi için tam gün yasasını çıkardık, kamuda çalışan hekimlerin muayenehanelerini kapattırdık.

Gerçek: son yedi yılda kamuda çalışan doktorların büyük çoğunluğu muayenehanelerini kapattı. Bugün yüzde doksan ikisi zaten tamgün çalışıyor. Ancak vatandaşların sağlık için ceplerinden yaptıkları harcamalar azalmak bir yana üç kat arttı.

35. Yalan: sağlık “reformu” çerçevesinde sağlıkta etkili sevk zinciri kuracağız.

Gerçek: Ekim 2008’de dört ilde başlatılan sevk zinciri uygulaması büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Sağlık “reformu” sekiz yılını doldurdu, her nedense sevk zinciri hâlâ kurulamadı.

49. Yalan: Türkiye sağlıkta çağ atladı.

Gerçek: hükümet, Türkiye ekonomisinin dünyanın on yedinci büyük ekonomisi olmasıyla övünüyor. Oysa, Birleşmiş Milletler’in sağlık göstergelerini de içeren 2010 yılı İnsani Kalkınma İndeksi’nde Türkiye, yüz altmış dokuz ülke arasında seksen üçüncü sırada yer aldı.

Bir süre hastanelerde zaman geçirmek zorunda kalanlar görmüşlerdir ki, aslında vatandaş durumdan memnundur. Eskisine göre işler düzenli yürümekte, bir sağlık emekçisinin dediği gibi, eskiden torpili olmayan herkes saatlerce sıra beklemek zorundayken, şimdi “torpile ihtiyaç duymaksızın” işini görebilmektedir. En çok hasta bakan hastanelerde bile, aşırı bir yığılma yoktur ve bu kadarı bile hastalar ve yakınları için çok önemlidir. Bunun doğal sonucu olarak, seçim sandığının başında kime oy vereceğini çok fazla düşünmesi gerekmemektedir. Bir şeyler değişmiştir ve bu değişim iyidir!

Peki, TTB’nin kılı kırk yaran gerçeği açıklama çabasına ne olmuştur?

Halk neden yalanı gerçek olarak kabul etmiştir?

Her şeyden önce, farklı olguları kıyaslamaya kalkıştığımızı görmek zorundayız. Gerçeği söyleyenler, belki de bir kez bir broşür yayımladılar, onu da başta hekimler olmak üzere, sağlık emekçileri içinde bile okuyanların sayısı son derece sınırlı kaldı. Broşür halka, hastalara ve hasta yakınlarına dağıtılamadı. Ancak çok az sayıda yayın organı (Evrensel, Hayat Televizyonu ve Birgün) bu çalışmanın verilerine yayınlarında yer verdi. Emek Partisi, ajitasyon çalışmalarında kimi yerlerde ve ancak gerektiği zaman bu broşürden yararlandı. Yalancılar ise, her gün her dakika bu yalanları yüzlerce yayın organı, reklam panoları, parti sözcüleri ve gönüllü propagandacılar aracılığıyla yaymakla kalmadılar, onu görünür biçimler halinde sağlık sorunları yaşayanların hayatına soktular. Bu noktada, “halk neden gerçeklere değil de yalanlara itibar ediyor” diye sormanın hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Eşitsiz bir mücadele vardır ve üstünlük yalancıların elindedir.

GERÇEĞE İHTİYACIMIZ VAR MI?

Burada, “görünüş”ün ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Görünüş, kısaca, gerçeğin aldatıcı biçimler altında algımıza konu olma halidir. On binlerce yıldır Güneş’in “doğduğunu ve battığını” söylüyoruz. İnsana görünen budur. Oysa gerçekte, Güneş durduğu yerde durmakta ve yalnızca Dünya onun çevresinde dönmektedir. Doğup batan bir şey yoktur. Az çok mektep görmüş herkes bunu bilir, ama bir bilgin bile gündelik konuşmasında “Güneş battıktan sonra”, “gün doğmadan önce” gibi sözleri önünü ardını düşünmeden rahatlıkla kullanabilir. Kimse de onu bu “cahilce” sözünden dolayı kınamayı aklına bile getirmez. Yanlış, normal ve doğru haline gelmiştir çünkü. On binlerce yıldır tekrarlanmaktan, gerçeğin kendisinden daha güçlü olmuştur ve artık onu “düzeltmek” asla mümkün değildir, düzeltmeye çalışmak da gereksiz ve anlamsızdır. Hayatımızın parçası, yaşadıklarımızın yerleşik ve kabul edilmiş bir ifadesidir, üstelik kimseye bir zararı yoktur.

Burada iki şey önemli: tekrar ve bunun sonucunda ortaya çıkan genel kabullenme… Kuşkusuz bunu destekleyen en önemli etken, görünüştür. Herhangi başka bir araca ihtiyaç duymaksızın gözümüzün önünde olup bitenlere koyduğumuz ad, olayı anlatmaya elverişli gibidir ve bu “aldatıcı biçim” altında ne olduğunu araştırmamız için, gündelik hayatımız içinde, bizi kışkırtacak bir rahatsızlık yaratmamaktadır. Sadece bazı düşünürleri, “bunda bir yanlışlık var” deme cesaretini gösterebilen bazı meraklı bilim adamlarını ilgilendiren bir sorundur ve genellikle de “gerçeğin başka olduğunu” söyleyen bu insanlar, tarih boyunca hep ağır bedeller ödemişlerdir. Çoğunluk, kendi gördüklerinin aksine söylenenleri kabul etmemiştir. Gerçeğin genel kabul görmesi, doğrudan doğruya yığınların hayatında bir rol oynamasına, işlevli olmasına bağlıdır. Eğer bu rol aldatıcı biçim tarafından oynanıyor, bu da hayat içinde belli bir işlevi yerine getiriyorsa, o aldatıcı biçimin ardındaki gerçeğe ihtiyaç duyulmaz.

İnsan yeryüzündeki uzun varlığı boyunca, doğayla ihtiyaçları üzerinden bir ilişki kurmuştur. Barınma, beslenme ve üreme temel ihtiyaçlarıdır ve bunların giderilmesi mücadelesi boyunca, hem çeşitli aletler geliştirmiştir, hem de toplumsal örgütlenme biçimleri bulmuştur. İhtiyaçlarını yeterli biçimde karşılayan aletler ve bilgiler (bilimsel teoriler, felsefeler vb.) onun için “gerçek”, “doğru” şeyler olmuştur. Bir zamanlar “ölümsüz doğa yasaları” olarak kabul edilmiş bilimsel teoriler, gelişen ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kaldıkları zaman hiç acımadan çöpe atılabilmiştir. Evrenin bütün sırlarını çözdüğüne inanılan ve yüz yıllarca böyle kabul edilen Newton Yasaları (demek ki doğa yasaları değil, Newton Yasalarıymış!), bugün dağarcığımızda yalnızca mekanik çözümler için kullanılan teknik bir bilgi halindedir. Yalnızca bunlar değil, aynı zamanda toplumsal örgütlenme biçimleri, inançlar, siyasetler, ideolojiler de bu kapsamdadır. Zaman içinde ihtiyaçların çeşitlenmesi ve yeni ihtiyaçların üretilmiş olması işin esasını değiştirmez.

Bu kadar laf kalabalığından çıkan sonuç şu olacaktır: Gerçeğe yalnızca işimizi gördüğü oranda toplumsal olarak değer biçeriz. Bir başka deyişle, insanın işine gelen şey onun gerçeğidir! Bu kadar da çıkarcıyız yani!

BURJUVA YALAN HEGEMONYASINA KARŞI ÖRGÜTLÜ SİYASAL MÜCADELE

Marx, “her çağın egemen düşünceleri, egemen sınıfın düşünceleridir” demişti. Biraz açacak olursak, bu önermenin hangi sınıf egemense, topluma egemen olan da onun düşünceleridir gibi basit bir şey olmadığını görürüz. Burada egemen olmak, esas olarak kendi hak ve çıkarlarını bütün bir toplumun hak ve çıkarları olarak, kendi düşüncelerini (felsefesini, siyasetini, inancını) bütün toplumun (halkın, ulusun vb.) düşünceleri gibi kabul ettirebilmek gücünü göstermek demektir. Bu, her alanı kapsayan sistemli bir bütündür. Gündelik yaşamdan siyasete, ev içi ilişkilerden kültürel faaliyetlere kadar bütün insani faaliyetlerde, değişik biçimde ama hep aynı ana çizgiyi koruyarak kendini gösterir. Burjuva toplumda her birey, yaşadığı toplumsal ilişkilerin gereklerini kendi öz davranış ve düşünüş biçimleri gibi kabul ederek uygular. Diyelim bir işçi, salt işçi olmasından dolayı kitaba uygun bir proleter gibi düşünüp davranmaz. Çoğu kez, patronundan daha kapitalist kafalı olabilir. Siyasi tercihlerini buna göre yapabilir, ülke ve dünya sorunları karşısında egemen sınıfın düşüncelerini kendi düşünceleri gibi savunabilir.

Burjuvazi daha doğuşundan itibaren kendi hak ve çıkarlarını bütün ulusun, hatta bütün insanlığın hak ve çıkarları gibi göstermeyi başarmıştır. Ama bunu çok kurnaz, çok zeki olduğu için değil, burjuva hak ve çıkarlar dönemin en ileri ve gerçekten insanlığın temel çıkarları ve ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu için başarmıştır. Bugün de, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” dendiğinde bu sözlerin arkasında durmak bir insanlık ölçütü sayılır. Ama özgürlükten, eşitlikten ve kardeşlikten ne anlaşıldığı açıklanmaya başladığında, o kadar da ortak görüşler içinde olunmadığı hemen anlaşılır. Siyasi ve ideolojik farklılıklar, o anda, sınıf çıkarlarıyla belirlenmiş ayrılıklar olarak, bu kavramlara verilen içerikte de görülmeye başlar.

Demek ki, egemen sınıfların düşüncelerinin kırılma noktası, esas olarak karşı sınıfların siyaset alanındadır.

Birçok başka nedenin ve gerekçenin yanı sıra, Lenin’in, işçi sınıfına sosyalist bilincin verilebileceği alanın niteliğini belirlerken, siyasi mücadele kavramını kullanması bu yüzdendir. Özel olarak işçi sınıfının ve genel olarak halk kitlelerinin kendi durumlarının, hak ve çıkarlarının bilincini elde edebilmelerinin yolu, siyasi mücadeledir. Çünkü kendi iktidarları için verdikleri siyasi mücadele sürecinde, gerçek ile onun aldatıcı görünüşleri arasındaki farkı kavrayabilirler. Bu ise, asla yalnızca propaganda ve ajitasyondan ibaret bir çalışmanın sınırları içine sığamaz. Olmazsa olmaz olan unsur, örgütlenmedir! Örgütsüz kaldığı sürece, egemen sınıfın düşünsel hegemonyasına karşı yeterince silahlanamaz, ucundan kıyısından kavramaya başladığı gerçeği ve gerçeği kavrama yollarını uzun zaman yaşatamaz, kendisine ait bir tecrübe olarak benimseyemez.

Yalana karşı gerçek, günümüzün eşitsiz mücadele koşullarında ancak ve yalnızca bu uzun ve çok yönlü mücadele içinde galip gelebilir.

Günümüzde burjuvazinin düşünsel hegemonyası denilen şey, birkaç sabit unsur üzerinde yükselen basit ve aptalca yalanların sürekli, ısrarlı ve çok farklı araçlarla ve farklı biçimlerde defalarca tekrarlanmasına dayanmaktadır. Bu ısrarlı tekrar sonucunda yalan ve aldatmaca, tıpkı Güneş’in doğup batması yanılsamasında olduğu gibi, tartışılmasına bile gerek görülmeyen “gerçekler” gibi kabul edilir hale gelir. AKP’nin seçim propagandaları süresinin son anlarında devreye soktuğu reklam filmini hatırlayalım. Birçok bakımdan ilginç olan bu kısa filmde, hemen akılda kalan bir şarkı eşliğinde, halkın çeşitli tabakalarından insanlar, kadınlar, gençler hatta çocuklar hep aynı nakaratı tekrarlıyorlardı; “Bir daha, bir daha…” En sonunda Recep Tayyip Erdoğan gülümseyerek sahneye çıkıyor ve istenen şeyin kendisi olduğunu hatırlatıyordu! Burada önemli bir ayrıntı, reklamcılıktaki yeni perspektif değişikliklerinin başarıyla kullanılmış olmasıdır. Bu reklamcı teorisine göre, satılacak malın övülmesi önemini kaybetmiştir. Önemli olan onu satın alacak, kullanacak olan insanların övülmesi ve yüceltilmesidir. Sen o kadar güzelsin, o kadar eşsizsin ki, bizim malımızı ancak sen kullanabilirsin! Siz şahane insanlara, güzel ve değerli kadınlara, erkeklere bizim malımız yakışır! O kadar akıllısın ki, yalnızca bizim ürünümüzü satın alabilirsin! Bizim markamızı seçmeyecek kadar salak değilsin ya! AKP’nin reklam filminde de, hangi inançtan, hangi ulustan, hangi cinsten olursa olsun hepsi güler yüzlü, umutlu, neşeli, iyimser, barışçı, kardeşçe yaşamaktan yana insanlar, aynı zamanda çok yurtseverdiler ve hepsi ama hepsi, kendilerine layık olanın Recep Tayyip Erdoğan olduğunu söylüyorlardı. Burada doğrudan doğruya Recep Tayyip Erdoğan’ın propagandası yapılmıyor, reklamcılık ilkesinde olduğu gibi, malın kendisi övülmüyor, ama ona oy verecek olanların, onu isteyenlerin (yani malın müşterilerinin) üstün niteliklerine dikkat çekiliyordu. Dolaylı anlatım her zaman daha fazla kafa karışıklığı demektir.

İşçi sınıfının devrimci partisi, görünüş ile gerçek arasındaki farkı ortadan kaldırmak amacıyla gerçeğin aldatıcı biçimler altında sunulmasına ve yalana çevrilmesine karşı mücadelesini elinde bulunan bütün araçlarla sürdürüyor. Ancak bu mücadele, kendisinin bildiği gerçekleri “görünür hale getirmek”, halk kitlelerinin hayatının bir parçası halinde örgütlemek yolunda henüz çok gerilerdedir.

Bazı aydın çevrelerde, burjuvazinin elinde bulunan imkânlarla kıyaslama yaparak, aynı imkânlara sahip olunduğu takdirde yalana karşı galebe çalınabileceği düşünülüyor. Onların televizyonu varsa bizim de olmalıdır, onların gazetesi varsa bizim de olmalıdır, onlar okul açıyorsa biz de açmalıyız gibi… Oysa sorun araçların eşitlenmesinde değildir. Bizim de az çok bir televizyonumuz ve gazetemiz var. Ama bunlar, partimizin her zaman söylediği gibi, esas olarak basitçe ve yalnızca halka gerçekleri anlatmanın araçları değillerdir. Bu araçların asıl görevi, başta gazetemiz olmak üzere, işçi sınıfının ve bütün emekçilerin, ezilenlerin örgütlenmesinin araçlarıdır. Ve böyle kullanılabildikleri ölçüde işlevlerini yerine getireceklerdir.

Yakın geçmişte emekçi kitleleri çok farklı alanlarda sayısız mücadele verdiler. Kentsel dönüşümden özelleştirmelere, hak gasplarından, işten çıkarmalara, çevre sorunlarına kadar, gündelik hayatın görünür ve acil sorunlarına karşı günlerce, aylarca süren mücadeleler yürüttüler. Dağınık, birbirine bağlanmadan ve tek bir hedefe yönelmeden kendi üstlerine kapanarak sönen bu mücadelelere katılanların önemli bir bölümü, son seçimlerde yine AKP’ye oy verdiler. Açıktır ki, bunun temel nedeni, her bir mücadelenin sonuçta siyasal bir içerik kazanmaması ve mücadeleci emekçilerin siyasi bakımdan örgütsüz hallerinin devam etmesidir.

Kürt özgürlük mücadelesinin bu bakımdan da öğretici olduğunu söylememiz gerekir. Kürt halkı, uzun yıllar süren mücadele ortamında, günlük çıkarlarının ve taleplerinin son kertede ancak siyasi mücadele içinde kalıcı olarak elde edilebileceğini öğrenmiştir. Mücadelenin çeşitli biçimleri birbirinden kopuk değildir, hedef ortaklığına sahiptir ve eldeki araçlar ne kadar birbirinden farklı olsa da, sonuçta aynı amaç doğrultusunda birbirine bağlı olarak kullanılabilmektedir. Siyaset her şeyden önemli hale gelmiştir ve bu noktada herhangi bir şaşkınlık, tereddüt yaşanmamaktadır. Sahip çıktığı gerçekleri hiçbir yalan karartamamakta, doğru bildiğinden şaşırmamaktadır.

Kendi gerçekliğimizi nasıl yaşanır hale getirebilir de her türlü yalana karşı dirençli kılabiliriz sorusunun cevabını burada bulabiliriz.

CHP’nin Yenisi ve Anamuhalefet Meselesi

Tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılmaması ve Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesiyle başlayan yemin krizinin önemli aktörlerinden birisiydi CHP. Millet iradesi naralarının gırla gittiği bir dönemde halkın on binlerce oyla seçtiği milletvekillerinin görevlerini yapamaz durumda tutulmaları halkın tepkisini çekmişti. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğunun Meclis boykotu CHP’yi yemin etmeme eylemine zorlarken, MHP’yi siyaseten etkisiz bir unsur haline getirdi. Ancak tutarsızlığı, sözünün arkasında duramaz hali ve “tükürdüğünü yalaması”, CHP’yi bir kez daha AKP karşısında etkisiz bir parti pozisyonuna sürükledi. CHP’nin bu hal ve tutumu, onun gerçek bir ana muhalefet olma rolünü bir kez daha sorgulanır hale getirdi.

22 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı’ndan hemen önce Genel Başkan Deniz Baykal’ın bir kaset skandalıyla düşürülüp yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun getirilmesi CHP’de yeni bir dönemin başlangıcı olarak ilan edilmişti. Halkın sorunlarına değinmeyen, tek gündemi şeriat korkuluğu üzerinden Kemalist laiklik vurgusu olan elitist CHP, yerini halkın yoksulluk, işsizlik, çalışma yaşamına dair sorunlarına değinen, müzmin “laikçi” muhalif rolünden çıkarak, halkın değerlerine saygı duyan CHP’ye bırakmıştı. Böyle söyleniyordu.

Mesela aile sigortası; bu değişimin temel argümanlarındandı. Asgari ücretin altında geliri olan ailelere, asgari ücrete tamamlanacak şekilde nakit yardım yapılması öngörülüyordu. Son yıllarda küreselleşmenin bazı sonuçlarına önlem olarak, kimi reformist-küreselleşmeci sol çevreler ve Dünya Bankası gibi bazı emperyalist kurumlar, nakit gelir desteği ya da bunun daha geniş kapsamlı uygulaması olarak “vatandaşlık geliri” gibi bazı uygulamaları öneriyordu.

Hatta çalışma yaşamındaki esneklik uygulamalarından birisi olan taşeronlaştırmanın kamu sektöründe kaldırılması gibi vaatleri de vardı CHP’nin. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ndeki taşeronların belediye şirketlerinin kapsamına alınması, bu vaadin ciddiyetinin göstergesi olarak sunuldu. Kürt sorununda da CHP türü bir açılım yapılmış, Hakkari’de, Diyarbakır’da yapılan mitinglerde Kürtlerin sempatisini kazanabilecek bazı söylemler araya sıkıştırılmıştı. Halkın sorunlarına daha yakından ilgileniliyor görüntüsü amaçlanmış, buna “yeni CHP” vurgusuyla inandırıcılık katılmak istenmişti.

CHP seçmenlerinin Baykal’ın başarısızlığa mahkum “taş kafa” muhalefet tarzına öfkesi ve tepkisi Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinin temel dinamiğiydi. CHP’nin yeni olup olmamasından çok, Baykal’a yönelik antipatinin ve Kılıçdaroğlu’nun gelişinin geçmiş başarısızlıkları kapatacağı propagandası ancak geçmişe bir fermuar çekip yeniyi ilan etmekle olabilirdi. Böyle de yapıldı, ancak sonuç beklendiği gibi olmadı.

Masaya önce yüzde 30, sonra yüzde 40’la oturan CHP’nin yenisi, yüzde 30’un altını başarısızlık ilan edip, yüzde 26’lık oy oranıyla kendi kazdığı kuyuya kendisi düştü. Oy oranını arttırmasına rağmen, bunca yenilik nakaratının karşılığını bulmadığı açığa çıktı. AKP’nin eskisi CHP’nin yenisine yetti. Burjuva siyaset arenasının içinde süregelen kavgada AKP ve CHP’nin sınıfsal dayanaklarında fazla fark olmasa da, AKP’nin oylarını arttırması ve CHP’nin seçimlerde hedeflediği oy miktarının epeyce altında kalmasında bazı faktörler etkili olmuştur. Bu faktörlerin toplamı ve bloğun etkisi; CHP’nin, Mecliste AKP’den sonra en fazla milletvekiline sahip olmasına rağmen, gerçek bir ana muhalefet partisi olma özelliğini ortadan kaldırmıştır. Daha önce böyle bir niteliği var mıydı? Bunu burada tartışacak değiliz. Meselemiz, CHP’nin seçimlerdeki başarısızlığı ve gerçek bir muhalefet odağı olmadığı, yeni dönemde bu görevin Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğuna düştüğüdür. Bunun sebeplerinden dikkat çekici bazıları şöyle sıralanabilir:

1.        CHP, AKP’NİN “DEMOKRASİ” MİNDERİNDE GÜREŞMİŞTİR

Burjuva demokrasisinin en önemli özelliği yığınların demokrasi dışında bırakılması, yönetim erkinin seçim dolayımıyla sermayenin temsilcileri arasında paylaştırılmasıdır. Seçimler, sermaye partilerinin iktidarı kurulabilecekse anlamlı, değilse gereksizdir. Dahası demokrasi, esas olarak halkın oy verme ve sözde kendi temsilcilerini seçme, seçilmişlerin dört sene boyunca halk adına gereğini yapma pratiğine indirgenmiştir. Demokrasi mücadelesinin daha köklü bir geleneğe sahip olduğu kimi ülkelerde bunu aşan yanları olsa da, burjuva demokrasisinin temel özelliği halkın yönetim organlarının dışında bırakılması, ekonomik ve sosyal eşitsizliklere dayanarak (yasal eşitlik olsa bile –ki Türkiye’de bu da yoktur–) fiili siyasal eşitsizliklerin oluşturulmasıdır.

Siyaseti Meclis’le tanımlamak, Meclis’le sınırlamak, Meclis’in dışında halkın mücadelesini gereksiz, tahrik edici, provokasyon unsuru saymak Türkiye’de egemen demokrasi algısının önemli bir bileşenedir. Bu burjuva gerici anlayışa göre; Kürt hareketi eğer gerçekten demokrat olacaksa, halkın mücadelesini, tepkisini, eylem ve gösterilerini bir kenara bırakmalı, Meclis’te faaliyetlerini sürdürmeli, hatta Meclis’in tüzük ve yönetmeliklerinin dışına da çıkmamalıdır. Meclis’in dışında yapılacak her şey demokrasi dışıdır. Başbakanın yaptığı bir açıklama Diyarbakır’da protesto edilirse, halk sokağa çıkar, yürüyüş yaparsa “provokasyondur, terör örgütünün işidir”, öğrenciler parasız eğitim ister, eylem yaparsa “illegal örgütlerin faaliyetidir”. Seçimler ve Meclis sınırlarının dışında ne olursa demokrasiye karşı ve aykırıdır.

CHP, tıpkı AKP gibi; demokrasiyi halk yığınlarının dışında, onun bizzat yönetim işlevine katılmasının çeşitli “demokratik” biçimlerle engellenmesi olarak algıladığı için AKP’nin güçlü olduğu bir alana, yani Meclis’in sınırları içinde “mücadeleye” teslim olmuştur. Bu sınırı bir kez kabul edince, millet iradesini seçimlerde liderlerin belirlediği milletvekillerinin seçilmesiyle oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin faaliyetlerine indirgeyince, millet iradesinin temsilcisi kaçınılmaz olarak AKP olup çıkmıştır.

CHP demokrasiyi böyle anlayınca, halk iktidarı ve millet iradesi Meclis’le, Meclis içindeki siyasetle sınırlı olunca, 2007 seçimlerinde yüzde 47 alan AKP zaten millet iradesinin temsilcisi oluyor. Dolayısıyla CHP, demokrasiyi AKP’nin anladığı gibi yorumlayarak, gerçek bir alternatif olarak ortaya çıkamadığı gibi AKP’nin güçlü olduğu bir zeminde siyasal arenaya dahil oluyor. ‘Rakibinin minderinde güreşen’ CHP, kolayca el enseye gelip tuş oluyor.

Burjuva demokrasisi anlayışının tek bir biçimi yoktur. Benzer türevleri vardır. Ancak hepsinin ortak yanı halk yığınlarının siyasal yönetime katılmasının engellenmesidir. Bununla birlikte burjuva demokratların bir kısmı bireysel ve toplumsal bazı hakları tanır, bunların uygulanmasını burjuva toplumun devamının bir gereği olarak kabul eder. Burada tartışmayacağımız çeşitli nedenlerle Türkiye siyasal rejiminde böyle bir demokrasi anlayışı egemen olmamış, kurumsallaşmamıştır. CHP türü demokratizm ise, tıpkı AKP’ninki gibi, demokrasi düşmanlığıdır. Bireysel ve toplumsal hakların büyük bir kısmını savunmaktan acizdir. Bu nedenle AKP’nin anti-demokratik uygulamaları karşısında ciddi bir muhalefet olamamıştır. Örneğin Başbakan Erdoğan kesin bir dille “anadilde eğitimle bana gelmeyin” dediğinde, CHP bunun karşısında tek bir kelime söyleyemediği gibi, geri bir mevziden “bireysel hak” savunması bile yapamamıştır.

Ergenekon tutuklamaları sürecinde, CHP bu davaların kontrgerilla, çete örgütlenmeleri, faili meçhul cinayetler, Kürt halkına yönelik saldırıların teşhir edilmesi ve sorumluların yargılanması talebiyle ilerletilmesi yerine, Baykalcı Ergenekon avukatlığı çizgisini devam ettirmiştir. Darbelerden, askeri yönetimlerden mağdur olmuş, devletin “derin” faaliyetlerinden rahatsız milyonlarca insanı karşısına alarak, geçmişin üzerini örten bir anti-demokratizmin temsilcisi olmuştur. AKP’nin Ergenekon davaları sürecini sonuca bağlamayan ve onu göstermelik bir demokrasiciliğe indirgeyen yaklaşımı karşısında, CHP’nin yenisi, tıpkı eskisi gibi avukatlığa soyunmuş, Ergenekon tutuklularını milletvekili adayı göstermeye kadar yol almıştır.

CHP, burjuva demokrasisi açısından bile kabul edilemeyecek bir demokrasi anlayışıyla, başka bir deyişle demokrasi düşmanlığıyla, AKP’nin mevzisinde kalmış, anti-demokratik uygulamalar karşısında ne bireysel ne de toplumsal hakları savunamamıştır. CHP’nin bu tutumu, AKP’nin tüm demokrasi düşmanı yaklaşımına rağmen kendisini demokrasi şampiyonu ilan etmesini kolaylaştırmış, CHP, yenisi de dahil, demokrasi karşıtı konumunu sürdürmüştür.

2. KÜRT SORUNUNA GELENEKSEL BAKIŞ

CHP’nin yenisinde, eski Kürt politikasında bazı tutarsızlıkların ötesinde bir yenilik bulmak mümkün değildir. Kürt sorununun, Kürt halkının ulusal kimliği ve hakların tanınmasıyla çözülmesini değil, asıl olarak askeri operasyonlar, savaş ve baskıyla çözümsüzlüğün devamını savunmuştur. Kürt sorunu ekonomik geri kalmışlığın sonucu olarak tarif edilmiş, bir halkın yok sayılması, dili ve kültürünün baskı altına alınması görmezden gelinmiştir.

AKP’nin “demokratik açılım” ile Kürt sorununu çözme konusunda verdiği vaatler, Kürt halkının önemli bir kısmı üzerinde etkili olmuştur. AKP’nin giderek milliyetçi bir söylemi öne çıkartması, “tek dil”, “tek millet” baskısı bu umutları azaltıp Kürt ulusal hareketine yönelimi arttırsa da, Kürt halkı üzerindeki etkisi yok sayılamaz. Son dönemdeki “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunları vardır” yaklaşımına rağmen, AKP’nin Kürt sorununu çözmeyecek olsa bile çözme vaadinin, CHP’nin Kürt sorununu ekonomik soruna indirgeyen, savaş ve operasyonları kutsayan yaklaşımından çok daha etkili olduğu söylenebilir.

Kılıçdaroğlu’nun CHP’si bu durumu kırmak için bir iki umutsuz adım atmıştı. Örneğin Dersim’de “genel af”tan bahsetmişti. Barış için genel affın gerekli olduğunu söylemişti. Ancak, üstünden saatler geçmişken, “genel af” ifadesinin yanlış anlaşıldığı, genel af denilenin genel af olmadığı uzun uzun açıklandı. Kürt halkının birazcık sempatisini kazanacak bir söylem bile kabullenilemedi.

CHP’nin Hakkari mitinginde kürsüden özerklik sözü veren Kılıçdaroğlu, yine benzer şekilde çark etti. Mitinge katılanların coşkuyla karşıladığı özerklik vaadi, mitingden sonra yeniden tanımlandı. Söylenenin kitlelerin alkışını almayı amaçlayan, içi boş bir vaat olduğu ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu’nun CHP’sini yeni yapması beklenen birkaç iddia da, ifade edilmesinden birkaç saat sonra geri alındı.

Ülkenin en mücadeleci ve dinamik kesimi olarak Kürt halkı, CHP’nin bu inkarcı tutumunu elbette benimseyemezdi. Özgürlük mücadelesi veren Kürt halkının ve Kürt ulusal hareketini doğrudan desteklemeyen Kürtlerin kendi dil ve kültürleri konusunda bu kadar duyarsız, net bir şey söylemekten aciz CHP’yi bölgede yüzde bir-ikiye mahkum etmesi kaçınılmazdı.

3. İNANDIRICILIK SORUNU

AKP ülkenin temel sorunlarını gündeme getirmiş, ancak bu gündemleştirme istismar ve halkı yedekleme çabasından öteye gitmemiştir. Kürt açılımı, Alevi çalıştayları akla ilk gelen örneklerdendir. AKP, bu projelerle Kürtlerin taleplerini karşılamaktan çok, Kürt siyasal hareketini tasfiyeyi, Alevilerin isteklerine yanıt vermektense, muhalif Alevi hareketini parçalamayı hedeflemiştir. Ekonomik ve sosyal problemler karşısındaki yaklaşımı ise, genel olarak ekonomik büyüme rakamlarının “baş döndürücülüğüyle”, yoksulluk ve işsizliği savsaklamak olmuştur.

CHP, AKP’nin hegemonyasını oluşturmaya çalıştığı, ama beceremediği bu sorunların dışında, özellikle seçim döneminde ekonomik ve sosyal sorunları gündemine almıştır. En önemli vaatlerinden birisi olarak, özellikle çalışan üyesi olmayan ailelere yönelik Aile Sigortası projesini açıklamıştır. Ülkenin en dikkat çekilen sorunlarından birisi olarak işsizliğe yönelik böyle bir çözüm, işsizlik sorununu çözmeyi değil, onu istismar ederek ötelemeyi önermektedir. Buna rağmen yığınların önemli bir sorununu gündeme getiriyor ve kendince bir çözüm önerisi sunuyordu.

Yine emekli maaşlarının düşüklüğü, çeşitli kurumlardan emekliler arasındaki eşitsizlikler, sayısı on milyona yakın emeklinin büyük bir kısmını ilgilendiren bir konuydu. Kılıçdaroğlu bunları gündemine aldı, mitinglerinde bol bol gönderme yaptı. Keza kamuda taşeronluğun kaldırılması da, özellikle taşeron belediye işçileri için önemli bir talepti. Çiftçilerin taban fiyatlarına ilişkin talepleri de mitinglerin diğer bir gündemiydi. Bütün bunları gündeme getirmesi, CHP’nin belki bir yeniliği sayılabilir.

Ancak sınıflar ve partiler arasındaki ilişkiyi doğru kurmak gerekir. CHP gibi bir sermaye partisi halkın yaşam ve çalışma koşullarına dair sorunları dile getiriyorsa, bunda, taleplerin yakıcı hale gelmesi, yığınların bu konuda belli bir mücadele ve ilgi düzeyine ulaşmasının etkisi vardır (bu mutlak bir zorunluluk değildir). Diğer yandan CHP’nin çözüm önerileri sermayeyi karşısına alan bir yaklaşım sunmadığından, sermayenin diğer taleplerini karşılayacak bir durumda sermayeyi hiç rahatsız etmeyebilir. Sermaye medyasının bu konudaki rahatlığı bunun bir örneğidir. Zaten, Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlar halkın işsizlik ve ağır yaşam koşullarına karşı ayaklanmasına önlem olarak nakit gelir desteği gibi sosyal yardım paketlerini hükümetlere önermektedir.

Buna rağmen CHP’nin söylemleri halkın dikkatini çekebilir, sorunlarına bir çözüm olarak görülebilirdi. Ancak, bu vaatler kabul görmedi. Çünkü, CHP’nin tarzında bir inandırıcılık sorunu vardır. CHP “Allah bir” dese Müslüman düşünür. Bunda CHP’nin politika tarzı, yığınlardan uzaklığı, geleneksel Cumhuriyet elitinin küçümseyici, halkı sadece oy deposu olarak gören yaklaşımının etkisi vardır. Dahası, 12 Eylül darbesi de dahil darbecilere karşı net bir tutum alamaması, askerle olağandışı pratik ve duygusal ilişkisi ve halkın değerlerine yabancı olması da etkilidir. Diğer yandan parti içi bölünmüşlük, iktidar kavgaları, birinin söylediğini diğerinin yalanlaması da, CHP’nin güvenilirliğini bir kez daha sorgulanır hale getirmektedir. Sonuç olarak, CHP, halkın sorunlarının bir kısmını gündeme almasına rağmen, onun halk düşmanı geçmişi ve bugünü, beklediği oyu almasını engellemiştir.

4. SÖZÜNÜN ARKASINDA DURAMAMA

Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinin yeniliği nedir diye aranırsa, yeni bir politik hattan çok ortaya bazı sloganların atılıp geri çekilmesinden bahsedilebilir. Söz konusu olan, CHP’nin sınıfsal mevzisini değiştirmesi değil elbette. Ancak, aynı sınıfsal mevzi içinde köklü bir burjuva söylem değişiminden de bahsetmek mümkün değil. Buna rağmen, şunu da kabul etmek gerekir ki; CHP geleneksel “sınıfsız kaynaşmış kitle” yaklaşımını terk etmemekle birlikte, “kaynaşmış kitle” içinde ekonomik ve sosyal sorunların olabileceğini kabul etmiştir. Bahsedilen teorik-felsefi bir tartışma-çıkarsama değil, tamamen pragmatik bir yaklaşımla kitlelerin ilgisini ve dikkatini çekebilmektir.

Bu da, kitleler nezdinde, bugün söylediğini yarın geri çeken, sözünün arkasında duramayan bir CHP modeli çizmekte, CHP kendine oy veren kesimlerden de tepkiler almaktadır. Son olarak tutuklu vekillerin serbest bırakılmasıyla ilgili kesin olarak yemin etmeyeceğini açıklayan CHP, vekiller serbest bırakılmadan ve AKP bu konuda ciddiye alınacak bir çaba göstermeden geri adım atmış, Erdoğan’ın bozuk saat misali ifadesiyle “tükürdüğünü yalamıştır”.

Sadece tutuklu vekiller konusunda değil, CHP hangi konuda halkın ilgisini çekebilecek bir girişimde bulunsa çark etmiş, geri basmıştır. Genel af konusunda böyledir, özerklik konusunda böyledir. CHP için dün dündür, bugün bugün. Dün söylediğinin önemi yoktur, bugün rahatlıkla tersini söyleyebilmektedir. Böyle bir tarzın da hem dediğinin arkasında durmak, sözünün eri olmak gibi değerleri olan, hem vaatlerde ciddiyet, inandırıcılık arayan halk yığınlarında etkili olması beklenemez. CHP’nin seçim başarısızlığının nedenlerinden birisi de budur.

5. AKP’NİN “İCRAATÇILIĞI” VE CHP’NİN LAFAZANLIĞI

Seçimlere hazırlanırken AKP’nin en önemli argümanlarından birisi “icraatçılığı” ve “iş bitiriciliği” ise, CHP’nin dezavantajı alternatif çözümler üretemeyen müzmin muhalif hali ve inandırıcı olmayan vaatleriydi. AKP, bütün seçim sürecini, çarpıtılmış ve ezilen sınıfların durumu gizleyen genel istatisksel veriler ve esas itibarıyla belediyecilik icraatlarının propagandasıyla geçirdi dense çok da yanlış olmaz. Halkın doğrudan gözlemleyebileceği icraatlar, halkın temel sorunlarının bir kenara bırakılmasını gizleyebilmiştir. Dahası halkın temel sorunları siyasetin dışında ve genel olarak piyasanın etkinliğinde konular olarak ele alınmış, hükümetin elinde olan meseleler ise yollar, hastaneler vb. inşa faaliyetlerine indirgenmiştir.

Örneğin yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik, çalışma yaşamındaki kuralsızlık ve keyfilik, kısacası halkın günlük yaşamını etkileyen sorun ve sıkıntılarıyla hükümet politikaları arasında yeterli bir ilişki kurulamamıştır. Ekonomik sorunlarla siyasal iktidar arasındaki ilişki çözülememiş, AKP günlük yaşamsal sorunlar ile iktidar arasındaki bağı gözlerden saklamayı becermiştir. İşsizlik gündeme geldiğinde, AKP bunu dünyanın tamamında çözülememiş bir sorun olarak tanımlamış, inişli-çıkışlı rakamlarla kriz-başarı ikilemini dayatmıştır. Yoksulluğu ise, düzensiz ve bir hak olarak tanımlanamayan, genellikle seçim öncesine denk gelen sosyal yardım uygulamalarıyla istismar etmiş, böylece yoksulluğun teşhirini ve küçük yardımları seçim propagandasının malzemesi yapmıştır.

Ekonomi politikası ve siyaset, halkın yaşamsal sorunlarından uzaklaştırılarak, daha çok belediyeci icraatlar olarak nitelenebilecek bir takım görsel yapılaşmalar ve kapitalist sistemin ve ticari serbestleşmesinin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük düzenlemelerle sınırlandı. Örneğin büyük park alanları, mahallelerde çocuk parkı, çevre düzenlemeleri, piknik ve mesire alanları, büyük köprüler, cafcaflı havuz-şelaleler gibi göze hoş gelen inşa faaliyetleri, genel bir gözle bakıldığında ilgi çekiciydi. Keza çokça övülen duble yollar, hava alanları sayısı ve uçak taşımacılığındaki gelişmeler, internet ve bilgisayar kullanımındaki artış gibi çağın ve teknolojik düzeyin gerektirdiği gelişmeler de, bizzat AKP’nin başarı ve icraatı olarak kabul ettirilmiştir.

İşçinin, örneğin, fabrikada patronun baskısına öfke duyar ve onun uygulamalarına karşı kin beslerken AKP oy vermesi, yaşam ve siyaset, ekonomi ve siyaset arasındaki bağın kurulamaması (sınıf partisinin bu bağı kurmayı sağlayacak propaganda ve ajitasyonu önemlidir), CHP’nin de bu bağı kurmaktan uzak genel geçer söylemleri ve soyut-laikçi propagandası, AKP’nin ekmeğine yağ sürmüştür. Çünkü AKP’nin yaptığı yol, köprü, çevre düzenlemeleri zemininde değil (elbette bu konuda halkın öncelikleri ve bunların nasıl yapıldığı, nasıl bir taşeron ve sermaye aktarım mekanizması kurulduğu teşhir edilmelidir), halkın günlük çalışma ve yaşam koşullarının siyasal iktidarla bağının kurulmasıyla gerçek bir muhalefet örgütlenebilir. Elbette böyle bir muhalefet yalnızca AKP’nin değil bir bütün olarak sermayenin ve onun bir aracı olarak devlet aygıtının sınıfsal niteliğinin teşhirini, buna karşı bir mücadeleyi öngörür ki, “herkes için CHP”nin sınıfsal karakteri buna uygun değildir.

Durum bu olunca, CHP de, tıpkı AKP gibi, sermayeyi karşısına alması gereken meselelerde söz söylemekten uzak duracaksa, CHP gibi lafazan bir parti yerine AKP gibi icraatçı görünümü kuvvetli olan bir parti daha makbul oluyor. İşçi ve emekçilerin önemli bir kısmı da, AKP ve CHP arasında bir tercihe zorlandığında, çalışma ve yaşam koşullarında köklü bir iyileştirmeyi gündeme getirmeyen iki partiden “istikrar” vurgusu da yapan, icraatçı AKP’yi tercih ediyor.

ANA MUHALEFET BOŞLUĞU VE BLOK

CHP seçimlerde yüzde 26 oranında oy alıp 135 milletvekili çıkarması nedeniyle Meclis’te ikinci büyük parti, dolayısıyla resmi olarak ana muhalefet partisidir. Ancak CHP, ekonomik programı, ülkenin temel sorunlarına yaklaşımı, demokrasi anlayışı ve geleneksel siyaset tarzıyla AKP’de ifadesini bulan sermaye iktidarının karşısında az çok ciddiye alınacak bir muhalefet odağı olamamaktadır. Örneğin CHP’nin ekonomi politikası, işçi sınıfı ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarına dair perspektifi AKP’ninkinden farklı değildir. Kürt sorunu ve laiklik konusunda AKP’den ileri ve halkın taleplerini karşılayacak, yığınların desteğini alacak bir yaklaşım geliştirmemektedir. Bu anlamda CHP, AKP’den ciddi bir kopuşu sağlamadığı gibi, her önemli meselede özü itibarıyla AKP’yle birleşmektedir. Libya’ya müdahale için çıkarılan tezkere konusunda AKP, CHP ve MHP’nin anlaşması, emperyalizm ve sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda bu partiler arasında hiçbir farkın kalmadığının göstergesidir.

12 Haziran seçimleri sonrasında, CHP’nin yenisiyle AKP arasında ciddi bir fark kalmadığı gibi, halkın acil talep ve sorunlarının yanında geçmeyen, istismarın ötesinde bir mücadele hattı örgütlemekten aciz CHP’nin ana muhalefet partisi olması beklenemez. Kürt halkının, emekçilerin, Alevilerin, çevreciler ve kadınların taleplerini gerçek anlamda içeren, bir yönüyle bu talep sahiplerinin dinamik mücadelesini bünyesinde barındıran, bu anlamda emperyalizm ve sermayenin saldırılarına karşı gerçek bir direnişi örgütleyebilecek tek güç Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğudur. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz yeni dönemin gerçek ana muhalefet partisi blok olacaktır.

Sendikalar ve Blok

İşçi ve emekçilerin ileri, mücadeleci kesimleri ve onların örgütlü gücü olan sendikalar, sermaye ve onun çıkarlarının savunucusu hükümetin bitmek bilmeyen baskı ve saldırılarıyla karşı karşıyalar. Söz konusu saldırılar karşısında emekçileri ortak talepleri doğrultusunda birleştirme ve birleşik mücadeleyi örgütleme görev ve sorumluluğunu en ileriden duyması gereken kesimlerin başında sendikalar geliyor. AKP hükümetinin yıllardır, sendika bürokrasisinin de desteğini alarak sürdürdüğü saldırılara karşı geniş birliklerin kurulması, ekonomik taleplerin siyasal, demokratik taleplerden ayrı ve bağımsız olmadığına ilişkin görüşler, çok sayıda ileri işçi ve mücadeleci sendika temsilcileri tarafından dönem dönem çeşitli platformlarda dile getiriliyor.

Emek hareketini çeşitli yönlerden etkileyen, sınıfın beklentileri ve mücadelenin ihtiyaçları konusunda sendikalara önemli sorumluluklar düştüğü gerçeği, bugün çevresindeki gelişmeleri az çok gözlemleyebilen herkesin üzerinde ortaklaştığı bir durum. Ancak ileri işçi ve sendikacıların, sendikal mücadelenin niteliğine ve sendikaları daha mücadeleci bir çizgiye çekme yönünde yaptıkları değerlendirme ve tespitlerle, pratikteki uygulamalar arasında dağlar kadar fark olduğu da bir gerçek.

12 Haziran sonrasında iktidar partisi “her şeye rağmen” oylarını arttırırken, bütün baskılara ve yok sayma girişimlerine karşın, Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku beklentilerin üzerinde bir başarı elde etti. AKP’nin yüzde 50 civarında bir oy oranına ulaşmasıyla geçtiğimiz dönemlerde geri plana itilen saldırılar hızla yeniden gündeme getirildi. Başta esnek çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması ve kıdem tazminatlarının kaldırılmak istenmesi olmak üzere, elde kalan son hak kırıntılarının gasp edilmesi için düğmeye basıldı.

Genel seçimler öncesinde oluşturulan Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku, gerek bileşimi, gerekse seçim bildirgesi ile kendisini diğer bütün partilerden ayıran bir yapıda ortaya çıktı ve seçimlerde hiç kimsenin küçümseyemeyeceği bir başarı elde etti. İleri işçi ve sendikacıların, kendisini mücadeleci olarak tanımlayan, ekonomik sorunlar kadar demokratikleşme sorunları konusunda da duyarlı olan emek örgütleri ve sendikaların Blok karşısındaki tutumları, yıllardır sendikalar içinde, sendika genel kurullarında ve çeşitli platformlarda çeşitli yönleriyle tartışılan sendika ile siyaset ilişkisinin biçimi ve niteliğinin yeniden sorgulanması gerektiğini gösteriyor.

Sendikal mücadelede bugüne kadar benimsenen, çoğu zaman sadece söylemde kalan ve asla pratiğe yansımayan “siyaset dışı”* çizgiye, 12 Haziran Seçimleri’nin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden bakıldığında; sendikaların kendi savunduğu ilke ve değerlere paralel siyasetlere olan mesafesi nedeniyle sendikal bürokrasinin nasıl her fırsatta kendisini yenileyebildiğini anlamak kolaylaşıyor. Bu durum, aynı zamanda, sendikaların ve sendikal mücadelenin siyasal alandan kendisini uzak tuttukça, gücü ve etkisini yitirmesinin kaçınılmaz olduğunu da gösteriyor. Öte yandan Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun başarısı, diğer pek çok nedenlerle birlikte, sendikaların çıkarlarını temsil etmeleri gereken sınıfın talepleri doğrultusunda hareket etmemesi ve siyasal alana müdahaleden uzak kalması durumu, sendikal mücadelenin alanını daraltmakta ve sendikal bürokrasinin sendikalar üzerindeki egemenliğini ve etkisini arttırmaktadır.

Sendikaların sahip olması gereken çizgi ile birbirinden farklı sendika ve konfederasyonlara uzunca bir süredir hakim olan “sosyal diyalogcu” ve “uzlaşmacı” yapının sendikaları getirdiği nokta ortadadır. Bu noktada pek çok sendika ve konfederasyonun “partilerüstü” olarak ifade ettikleri ve sendikaları işçi sınıfı politikasından uzaklaştırmayı hedefleyen adımların, işçi sınıfının mücadele örgütleri olması gereken sendikaları sermaye ve onun çıkarlarına, dolayısıyla burjuva siyasetine daha fazla bağlayan bir pratik ortaya çıkarmaktadır.

12 Haziran Seçimleri sürecinde kendilerini mücadeleci olarak tanımlayan kimi sendikaların, Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku karşısındaki tutumları; hem geçmiş seçimlerle benzerlikleri, hem de 12 Haziran sonrasında yaşanan siyasal gelişmeler açısından üzerinde durulması ve çeşitli yönleriyle mutlaka değerlendirilmesi gereken özellikler taşıyor. Bugünden geriye doğru baktığımızda ortaya çıkan tablo, emek hareketi ile demokrasi ve özgürlük mücadelesinin somut talepler üzerinden birleştirilmesinin öneminin sendikalar tarafından hâlâ yeterince anlaşılamadığını gösteriyor. Bu durumun çeşitli sendika, konfederasyon ve meslek örgütleri açısından farklı şekillerde değerlendirildiği, belli istisnalar dışında, bu konuda bugüne kadar başarılı bir sınav verilemediği de kabul edilmesi gereken somut bir gerçek.

 

SENDİKALARIN BLOK KARŞISINDAKİ TUTUMLARI

Geçtiğimiz yıllar içinde, işçi sınıfının büyük ölçüde sendikaları aracılığıyla sürdürdüğü ekonomik mücadelesi ile bununla temelden ilişkili olan siyasal mücadele arasında kurulması gereken ilişkiler kurul(a)madığında, ne hak kazanımlarının sağlanabildiği, ne de daha önce kazanılmış hakların korunabildiği görüldü. Kuşkusuz bugünkü bürokratik yapılarıyla sendikalar, “ekonomik” olarak ifade edebileceğimiz talepler için bile kararlı ve etkili bir mücadele yürütmekten uzaktır. Ancak sendikal alanda birleşik ve etkili bir mücadelenin yürütülmesi gerektiğine inanan ileri işçi, sendikacı ve kendisini mücadeleci olarak tanımlayan sendikalar tarafından yürütülen tartışmalar, bu kesimlerin talepleri ve seçimlere yönelik görüşleri ile seçimler sürecinde aldıkları tutumları arasındaki belirgin çelişkiler olduğunu göstermiştir.

Belirli talepler üzerinden mücadele eden her emek örgütünün, öne sürdüğü talepler ve yürüttüğü mücadele ile gücünü ve etkisini arttırmaya çalışması kadar doğal bir şey yoktur. Özellikle sendikaların, söz konusu etkiyi arttırırken, işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak, siyasete müdahalenin merkezinde olması gerekir. Bu amaçla sendikalar, eğer gerçekten işçi sınıfını temsil ettiklerine inanıyorsa ya da en azından böyle bir iddiaları varsa, sınıfın talepleri ve sendikal mücadelenin dönemsel doğrultusunda hareket etmeleri ve tutumlarını buna göre belirlemesi gerekmektedir.

Sendikalar, temsil ettikleri sınıfın talepleri doğrultusunda aldığı tutumlarıyla, yaptığı ya da yapacağı işin içte ve dışta ne tür etkilere bağlı olduğunu, sonrası için hangi sonuçlara yol açabileceğini düşünerek hareket etmek zorundadır. Çünkü kendisinden beklenenin çok gerisinde bir tutum belirlediğinde, bu tutumun hem örgütsel, hem siyasal anlamda olumsuz etkilerinin olması kaçınılmazdır.

Her mücadele örgütü gibi sendikalar da, uğruna mücadele ettikleri hedeflere yönelik mücadele stratejisini ve taktik politikalarını belirlerken ya da herhangi bir konuda tavır geliştirirken, öncelikle temsil ettiği sınıfın çıkarlarını gözetmek, sınıfın beklentilerine uygun hareket etmek zorundadır. Bu anlamıyla sendikaların, genel seçimler gibi son derece önemli dönemlerde yaptıkları tercihin basit bir tutum belirlemenin ötesinde anlamının olacağı açıktır. 12 Haziran Genel Seçimleri sürecinde sendikaların, ileri işçi ve mücadeleci sendikacıların tutumları, işçi ve emekçilerin ekonomik-siyasal talepleri ve emek hareketinin hedefleri ile ne kadar uyumlu olduğunun görülebilmesi açısından öğretici ve geleceğe yönelik dersler alınması gereken sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Seçim süreci içinde, toplumun çeşitli kesimleri, kitle örgütleri, kamuoyu tarafından tanınan kişi ve kurumların önemli bir bölümü seçime yönelik tutumlarını çeşitli şekillerde açıklarken, yapıları ve işlevleri itibariyle siyasal alanın dışında olmayan sendikaların, mevcut sendikal hareket içinde en ileri olanlar dahil, açık ve somut bir tutum almaktan geri durdukları görülmüştür. Burada tutum almaktan kasıt, elbette sendikaların kabaca “şu partiyi ya da adayı destekliyoruz, bunlara oy verin” denmesi değildir. Ülkenin içinde bulunduğu siyasal atmosfer ve sendikaların üyelerinin hâlâ egemen siyasal güçlerin etkisinde olması, böyle bir çabayı en azından bugün için etkisiz kılabilecek özellikler göstermektedir. Ancak burada yapılması gereken, ama beklenen düzeyde yapılmayan, kendilerini daha ileri ve mücadeleci olarak tanımlayan sendikaların, ileri işçi ve sendika yöneticilerinin ekonomik, sosyal sorunların yanı sıra, ülkenin en temel ve çözüm bekleyen demokrasi sorunlarını çeşitli yönleriyle tartışması ya da tartıştırmasında gösterdikleri yetersizlikler olmuştur.

12 Haziran Genel Seçimleri süreci, demokratikleşme sorunları içinde en ön planda olan Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü konusunu yeniden gündeme getirdi. Bunun yanı sıra, anadilde eğitim ve kamu hizmeti verilmesi; laikliğin göstermelik değil, gerçek anlamıyla hayata geçirilmesi; Alevilerin ve diğer inanç gruplarının talepleri vb gelişmeler karşısında, sendikaların, çözümün aciliyeti ve bu taleplerin karşılanması gerektiğinin farkında olan ve çözüm talep eden açıklamaları yeterince yapmadıkları görüldü. Bu yönde açıklama yapma gayreti içinde olanların da, üyeleri içindeki ve kamuoyundaki olumlu etkilerini kullanarak, genel seçimde emek, demokrasi ve özgürlük savunucularından yana tutum almada çekingen davrandıkları, geri durdukları biliniyor. Oysa sendikalar, seçim sürecinin başından itibaren gerek üyeleri arasında, gerekse kamuoyunda, işçi ve emekçilerin oylarını taleplerine yanıt verecek olan parti ya da adaylara vermeleri gerektiğini tartışmaya açmış, en azından sendikal faaliyetleri içinde böyle bir gündem oluşturmuş olsalardı, bugüne kadar yapılanlardan farklı bir şey yapmış olacaklar ve bir seçim sürecini daha dışarıdan izlemek zorunda kalmayacaklardı.

Sendikaların, tek tek bireylerin kendine özgü tutum ve davranışlarından farklı kılan özellikleri olması kaçınılmazdır. Bu özellikleri nedeniyle herhangi bir konuda tutum belirlemeleri gerektiğinde ya da seçim dönemlerinde olduğu gibi bir tercihte bulunma durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, kuşkusuz her zamankinden daha dikkatli olmaları, söylemlerini ve taleplerini dile getirirken en geniş kesimlerin onayını alabilecek bir içerikte olmasına özen göstermeleri gerekir. Bu açıdan bakıldığında, kendi sınıf çıkarları açısından aynı tarafta olan ya da olması gereken kimi sendikaların, bilerek ya da bilmeyerek, “karşı tarafın” işine gelen ve temsil ettiği sınıfın çıkarlarıyla taban tabana zıt tutumlar içine girmesinin mantıklı bir açıklamasını yapmak mümkün değildir. Sendikalar içinde bir taraftan emekten, barıştan, demokrasiden yana adaylara destek çağrısı yapıp, diğer taraftan sermaye partilerini ve adaylarını destekleyen tavırlar içine girmek gibi pratik tutumlar yaşanmış olması da, başka bir tutarsızlık örneği olarak dikkat çekici olmuştur.

Kendilerini işçi sınıfının birleşme ve mücadele örgütleri olarak tanımlayan sendikaların, emek ve meslek örgütlerinin genel seçimler gibi önemli bir konuda kendilerinden beklenenin gerisinde tutumlar almalarının ya da belirgin bir tutum almamalarının, ekonomik ve siyasal çelişkilerin bu kadar derinleştiği, demokrasi ve özgürlüklerin bu kadar tehdit altında olduğu bir dönemde ne kadar anlaşılabilir olduğu tartışılırdır.

Sistemin iç çelişkileri ve yaşanan olumsuzluklar nedeniyle daha da güçlenmesi gerekenlerin, nesnel koşullar son derece uygun olmasına karşın, öznel etkenlerin etkisiyle zayıf ve etkisiz kalmalarının en önemli nedeni, tartışmasız bir şekilde sınıf siyaseti ile aralarına koydukları mesafedir. Mevcut durum ve koşullardan rahatsız olan ileri işçi ve sendikacıların, mücadeleci sendikaların, taleplerini daha güçlü savunabilecekleri, kendilerini en etkin şekilde ifade edebilecekleri güçlü bir siyasal alternatif olan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku ile birlikte hareket etmekten uzak duran tutumları, bir kez daha milyonlarca işçi ve emekçiyi sistem partilerinin politikalarını desteklemeye yönlendirmiştir.

İşçi ve emekçilerin ancak sermayenin doğrudan saldırılarıyla bire bir karşı karşıya kaldığı durumlarda sistemi sorgulamaya yöneldiği bir dönemde, her fırsatta sermaye güçlerini ve onu çıkarlarının savunucusu hükümeti eleştiren sendikaların, 12 Haziran Seçimleri sürecinde neredeyse hiç sesinin çıkmamış olması, emekçilerin mevcut sistem partilerine doğru zorla itilmesinden başka bir anlam taşımamıştır. Emekçilerin talep ve çıkarları ile siyasal taleplerini birleştirme iddiasında olanların genel seçimler gibi önemli bir dönemde birkaç istisna dışında bir araya gelememesi, sermaye güçlerinin ve onların çıkarlarını savunan sermaye partilerinin halk nezdinde kendilerini yenilenme sürecine, dolaylı da olsa, yardımcı olmuştur.

Egemen sınıf siyaseti karşısında gerçek bir alternatif yaratılamadığı sürece ya da geniş katılımlı bir Blok oluşturulamadığında, mevcut sermaye partileri içinde birbirine alternatif gibi görünenlerden birisinin emekçiler tarafından tercih edilmesini doğal karşılamak gerekir. Çünkü emeğin sermayeden bağımsız olan sınıf çıkarlarından kopuk olan her siyaset, aynı zamanda sınıf siyasetinin nesnel temelinden kopmak anlamına gelecektir ki, bu noktaya gelindiğinde yıllarca savunulan değerlerin ve iddialı söylemlerin hiçbir anlamının kalmadığı/kalmayacağı açıktır.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun hem milletvekili sayısı hem de blok bileşenlerinin niteliği açısından belirgin bir başarıyla çıkmasının ardından, sınırlı sayıda sendika, ileri işçi ve sendikacılar tarafından olumlu değerlendirmeler yapılmıştır. Ancak aynı sendikalar tarafından bu değerlendirmelere uygun tavırlar geliştirildiğini söyleyebilmemiz, en azından şimdilik, mümkün değildir. Bugün böyle bir görüntünün ortaya çıkmış olması, elbette bunun gelecekte de böyle devam edeceği anlamına gelmemektedir.

Sendikal hareketin bir süredir içinde bulunduğu durgunluk ve gerileme, sendikal bürokrasinin bu durumu fırsat bilerek mevzilerini adım adım yenilemesi vb. nedenler, sendikaların sınıf siyasetine yönelik mesafeli duruşu ve dolayısıyla sendikalar ile Blok arasında kurulması beklenen ilişkilerin geliştirilmesini engelleyici kimi özellikler gösteriyor olabilir. Ancak bu durum Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal talepleri ile demokrasi ve özgürlük taleplerini birleştirmede göstereceği çabayla birlikte olumlu değerlendirilebilirse, bu durumu tersine çevirebilmek çok da zor olmayacaktır.

SENDİKALAR İLE BLOK İLİŞKİSİ NASIL KURULMALI?

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na en zayıf katkının nereden geldiği konusunda bir belirleme yapılacak olursak, tartışmasız olarak söylenebilir ki, Blok’a en az katkı işçi hareketi ve sendikal alandan gelmiştir. 12 Haziran Seçimleri sürecinde birkaç yüz sendikacının destek kampanyasını çerçevesinde imza toplamasını saymazsak, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun işçi sınıfı ve sendikalar arasında, en azından şimdilik, beklenen düzeyde bir etki uyandırmadığı tespitini öncelikle yapmak gerekir. Burada, sendikalar ile Blok arasında kurulması gereken ilişki, sendikaların dışarıdan Bloğa katkı ve destek sunmaları değil, Bloku oluşturan asli ve dolaysız güçlerden birisi olmasıdır.

Sendikalar, Bloğun emek hareketi ve demokrasi mücadelesinin birliği ve başarısı için önemli bir ihtiyaç olduğundan hareketle tutum almak ve bu önemli olanağı kendi cephesinden en etkili şekilde değerlendirmek durumundadır. Sermaye güçleri ve partilerinin birbiriyle en acımasız rekabet içinde olduğu dönemlerde bile ortak çıkarları için bir araya gelebildiği, özellikle emeğe yönelik saldırılarda birlikte hareket ederek aynı “cephede” yer aldıkları bilinmektedir. Ancak benzer bir durum emekçiler ve onların örgütleri açısından henüz oluşturulabilmiş değildir. Bu nedenle, emekçilerin ve onların çıkarlarını temsil ettiğini iddia eden sendikaların kendi cephesinden güç birliğine girmesi ve Bloğu bu güç birliğinin somut bir adresi olarak değerlendirmeleri gerekmektedir.

12 Haziran Seçimleri’nde ortaya çıkan karşılıklı saflaşmada; Kürt sorununun demokratik çözümünden ekonomik haklar ve siyasal özgürlük taleplerine; Alevilerin inanç özgürlüğünden tüm anti demokratik yasaların kaldırılmasına; demokratik bir anayasa hazırlanmasından doğanın, tarihi ve kültürel değerlerin korunmasına kadar geniş bir alanda yaşanan sorunlara çözüm bulunmasını samimiyetle dile getirenlerin Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu dışında bir seçeneği yoktur. Ancak bu temel gerçek bütün açıklığıyla ortadayken, her fırsatta sermaye partilerine ve onların emek düşmanı politikalarına karşı olduğunu söyleyen kimi sendikaların, ilerici işçi ve sendikacıların 12 Haziran Seçimleri sürecinde, seçim bildirgesinde emek hareketinin taleplerine en fazla yer vermesine rağmen, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na destek vermekten geri durmuş olmaları dikkat çekici olmuştur.

Sendikalar; ülke sorunlarının işçiler ve ülke lehine çözümleri üstünden, işyerlerinden başlayan ve işçileri bir tutum almaya yönlendiren; tüm sınıfı doğru tutum etrafında birleştiren bir siyaset tarzını esas alması gereken örgütlerdir. Örneğin sendikalar, yıllardır üzerine söz söylemekten bile çekindikleri Kürt sorununun çözümü konusunda, bu önemli sorunun yıllardır çözülmemesinden kaynaklı olarak, Türk ve Kürt işçilerin sınıf örgütleri olarak, mutlaka tutum almak zorundadırlar. Bu tutumun, bir taraftan Türk işçiler için, Kürt işçiler ve halkının Kürtler olarak haklarını savunmayı esas alan bir çizgide olması gerekirken; diğer taraftan Kürt işçiler için de, Türk işçilerle birliği ve birlikte mücadeleyi temel alan bir içerikte olması gerekir. Bu sağlanamadığında, özellikle Türk işçiler arasında etkili olan milliyetçi, şoven düşünce ve söylemlerin önüne geçmek, farklı milliyetlerden işçilerin birliğini halkların kardeşliği temelinde oluşturmayı kaçınılmaz olarak zorlaştırmaktadır.

Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden yüz binlerce işçiyi aynı çatı altında birleştiren sendikaların, bu birliği savunarak ve en az sendikal talepler kadar Kürt sorunun demokratik, barışçı ve halkçı çözümünün dayanağı olan bir tutum ortaya koyup, bu tutum üzerinden Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun platformu ile birleşmeyi hedeflemesi ve açıkça barıştan yana “taraf” olması, işçilerin birliği ve halkların kardeşliği açısından tartışmasız derecede önemlidir.

Sendikal hareketin ekonomik taleplerinin gerçekleşmesinin, siyasal mücadeleden, demokratik, siyasal hakların savunulmasından bağımsız olmadığı gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde; sendika siyaset ilişkisinin ve sendikaların siyasal mücadelede oynayacakları güncel rolün nasıl olması gerektiğini anlamak kolaylaşmaktadır. Sendikal mücadeleye dolaysız bir biçimde katılan ve sermaye güçleriyle karşı karşıya gelen geniş işçi ve emekçi kitlelerin, aynı ülkede yaşamalarından kaynaklı olarak, en temel siyasi konulara bakışlarını değiştirerek, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda siyasallaşmaları gerektiği açıktır. Sendikaların farklı milliyetlerden işçi ve emekçilerin en geniş kesimlerinin yine kendi sınıf çıkarları doğrultusunda birleşmelerini esas alan bir çizgiyi benimsenmesi durumunda, bugüne kadar olduğu gibi “siyaset dışına” düşmelerinin önüne geçilebilmesi mümkündür.

İşçilerin birliğinden doğan gücün verdiği özgüvenle, sendikalar ülke ve dünya sorunlarında kendi sözlerini söyleyip, bu sözler doğrultusunda tutum belirlemek zorundadır. Sendikalar, emek ve demokrasi mücadelesini bir bütün olarak görüp ona göre hareket etmeyi sağladıklarında, sendikal mücadelenin yıllardır yaşadığı durgunluğa son verilebilecektir. Bu durum, aynı zamanda, sendikal alanın sadece dar ekonomik çıkarlar temelinde yürütülmesinin aşılması ve sendikaların sınıf mücadelesinin önemli araçlarından birisi olarak, kendilerini işçi sınıfının tüm kesimlerinin temsilcisi olarak yenilemesini de kolaylaştıracaktır.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun toplumun farklı kesimlerinden gördüğü kitlesel destek, başta Türk ve Kürt emekçileri olmak üzere, farklı milliyetlerden emekçilerin, ekonomik, sosyal ve siyasal talepleri arasındaki dolaysız ilişkinin niteliği, emek hareketi ile barış, demokrasi ve özgürlük taleplerinin birbirinden ayrı değil, aksine iç içe olduğunun ve birbirini çeşitli yönlerden etkilediğinin en somut göstergesi durumundadır. Sendikaların Blok’la ve Blok’un savunduğu platformla kuracağı bağ, ekonomik-siyasal taleplerin iç içe geçtiği ve birbirini tamamladığı  gerçeğinin görülmesini de ayrıca zorunlu kılmaktadır.

BLOĞUN GENİŞLEME DİNAMİKLERİ VE SORUMLULUK

Gücünü yerellerden ve birlikte mücadeleden alan merkezi ve alternatif bir siyasal güç oluşturma ihtiyacı, 12 Haziran Seçimleri sürecinde ve sonrasında yaşanan gelişmelerle birlikte ele alınırsa, artık ihtiyaç olmanın da ötesine geçmiş, bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu noktada Blok bileşenleri ve önümüzdeki süreçte Blok içinde yer alması beklenen kesimlere önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir.

Blok’un, Kürtler başta olmak üzere halkın şu ya da bu oranda örgütlü kesimlerinin küçümsenemez bir bölümünün etrafında bir araya geldiği önemli bir “güç merkezi” haline gelmeye başladığı açıktır. Bu durum, aynı zamanda, Bloğu bir alternatif olarak gören ve toplumun en geniş kesimlerinin, örgütlü güçlerin geleceğe yönelik birlikteliklerini ve ortak mücadelesini pekiştirecek, güçlü ve etkili bir mücadele platformunu ortaya çıkarmıştır. Bloğun, başta sendikalar, emek ve meslek örgütleri, kadınlar, gençler, Aleviler, çevre örgütleri vb. gibi kapitalist emperyalist sistemle çıkarları temelden çelişen kesimleri kucaklayarak genişlemesi durumunda, sömürülen ve ezilenlerin hükümete ve sermayeye karşı mücadelesini daha büyük bir güç ve kuvvetle ilerletebilecek tek ciddi siyasal odak haline gelmemesi için bir neden yoktur.

İşçi ve emekçiler, toplumsal gerçekleri, çoğu zaman kendi yaşam pratikleri içinde yaşayarak öğrenmekte ve yaşam deneyimleri üzerinden öğrenebildikleri sürece, içinde bulundukları yanılsamalardan kurtularak, gerçekte içinde olmaları gereken ekonomik, siyasal örgütlere yönelebilmektedirler. Sınıf mücadelesi tarihi içinde bu tür örneklerin yaşandığı onlarca gelişmeye rastlamak mümkündür.

Kendisini somut ve gerçek bir alternatif olarak tarif eden herhangi bir siyaset aracının, gerçek işlevini kazanabilmesi için sadece toplumsal koşulların olgunlaşmasını beklemek tek başına yeterli değildir. Bu önemli sürecin temel bir parçası olmak yerine, “hele bir Blok Partisi kurulsun o zaman değerlendiririz” gibi beklentici tutumlar içine girmenin, Bloğun kendisinden beklenen genişlik ve içerikte oluşmasını zorlaştıracağı ortadadır. Bu nedenle Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun genişleyerek yoluna devam etmesi için toplumsal koşulların yanı sıra, mücadeleyi somutlaştıracak, bir anlamda emek hareketi ile demokrasi ve özgürlükler mücadelesini birlikte ele alarak ete kemiğe büründürecek dinamiklerin katılımı, samimiyeti ve bu konudaki ısrarcılığı belirleyici olacaktır.

Blok güçlerinin yanı sıra, söylem ve eylem olarak blok çizgisinde olan, ama şu ya da bu gerekçeyle blok dışında yer alan siyasal güçlerin tutumu da ayrıca önemlidir. Çünkü çeşitli nedenlerle Bloğa mesafeli duran kimi siyasal çevrelerin özellikle KESK ve bağlı sendikalarda yönetimlerde olmaları, sendikalar ile Blok arasındaki ilişkilerde potansiyel anlamda kimi gerilimler yaşanmasına neden olabilecek özellikler göstermektedir.

Yaptıkları açıklamalar ile Blok ile aralarına mesafe koyan ve “birleşik devrimci bir siyasi merkez” oluşturma iddiasında olan kimi siyasi çevreler ve bu çevrelerin sendikalardaki temsilcilerinin de çok iyi bildikleri gibi; sınıf adına söylenenler, sınıfa ulaşmıyorsa, işçi sınıfının ve ezilen halkın çıkarları ile örtüşmüyorsa, söylenenler ne kadar doğru olursa olsun, lafazanlıktan öteye gidebilmesi mümkün değildir. Sınıfı ve halkı örgütlemek için öncelikle güçlü bir siyasal alternatif yaratmak gerektiği doğrudur. Ancak siyaset kendisini sadece “muhalefet” yapmakla sınırlamak için değil, demokratik halk iktidarını oluşturmak ve tüm mücadele araçlarını bu hedef doğrultusunda seferber etmek için yapılır.

İleri işçiler ve mücadeleci sendikacıların, bir bütün olarak emek hareketinin mücadelesini Blok’la birleştirme yönünde atacağı her somut adım, bugüne kadar sendikal mücadele içinde yaygın olan “ekonomik mücadele ayrı, siyasal mücadele ayrı” yanılsamasının reddedilmesini beraberinde getirecektir. Böylece sendikalar sadece üyelerinin değil, geniş toplum kesimlerinin de yeniden güvenini kazanacak, sendikaların böyle bir hatta yönelmeleri, işçi sınıfı ve ezilen halkların iktidar yürüyüşünü güçlendirecektir.

Sömürü ve baskı sistemine karşı, bağımsızlık, siyasal özgürlükler, ulusal tam hak eşitliği için mücadeleyi farklı örgütlenmeler, partiler, sendika ve dernekler içinde yer alarak sürdürenlerin ülkenin içinde bulunduğu koşulları ve yaşanan siyasal gelişmeleri görmezden gelmeleri mümkün değildir. Emekçilerin ve ezilenlerin daha güçlü mücadele birliğini gerçekleştirme ihtiyacı, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun oluşturulması ile kuşkusuz artmıştır. Blok’a katılması ihtiyaç olan, ancak henüz dışında duran sendika, kitle örgütü, parti ve örgütler bu sorumluluğa uygun hareket ettikleri sürece gerçek anlamda temsil etme iddiasında oldukları kesimlerin siyasetini yapabileceklerdir. Bu kesimler daha etkili ve halk hareketini ilerletici olmasını istedikleri bir siyaset yapmak istiyorlarsa, bir araya gelip Blok ile birlikte hareket etmeleri, savundukları değerlerin ve halka karşı sorumluluklarının bir gereğidir.

Bütün eksikliklerine karşın, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku pratiğinin kanıtladığı temel gerçek, ülkenin demokratikleşmesi ve özgürleşmesi konusunda sorumluluk duyan tüm parti, siyasal akım, sendika ve meslek örgütlerinin bu gerçeği özümseyerek, temsil ettikleri kesimlere ve halka karşı sorumlulukla hareket etmekten geri durmamalarıdır. Bu durum, samimiyetle ortak mücadelenin ortaya çıkardığı olanakları geliştirmeye ve güçlendirmeye yönelmek, hükümetin ve gericiliğin dayanaklarını yerle bir etmek için temel bir ön koşul niteliğindedir.

Türk ve Kürt işçi ve emekçilerin uyanış içinde olan kesimleri başta olmak üzere; emek, demokrasi ve özgürlük için daha sıkı ve kenetlenmiş geniş bir birlik ve onun çevresinde örülmüş bir mücadelenin emeğin hakları, demokrasi, barış ve özgürlük hedeflerine ulaşmaması için hiçbir neden yoktur. Blok kendisini bu hedefler doğrultusunda örgütleyip, güçlü bir alternatif olarak siyaset sahnesinde yer alabildiği ölçüde, geniş halk kitlelerinin sermayenin çeşitli türden örgüt ve partileri aracılığıyla bölünüp yönlendirilmesinin önüne geçilebilecektir.

Türkiye gibi şoven-milliyetçi bir devlet yapısının on yıllar boyunca elindeki egemenlik araçlarıyla halkı yönlendirdiği bir ülkede, Emek, Demokrasi ve Özgülük Bloku’nun başarısı, kuşkusuz sadece seçim sonuçları ile sınırlandırılamayacak kadar büyüktür. Yıllardır şoven milliyetçi söylemler ve şiddet üzerinden biçimlendirilen bir toplumu kazanmanın yolu, bu toplumun temel gereksinimleri ve çıkarları üzerinden siyasallaşmamış geniş kesimleri birleştirebilecek bir yönelime girmektir. Başta emekçiler ve ezilen halklar olmak üzere, geniş kesimlerin taleplerine tercüman olacak, kitleleri sarsacak, onları kucaklayıp harekete geçirecek mevcut sistem karşısında alternatif bir güç yaratma olasılığına bugüne kadar hiç bu kadar yaklaşılmamıştır. Bu nedenle bu tarihi fırsatı, ülkede yaşanan gelişmelerden rahatsızlık duyan herkesin doğru değerlendirmesi gerekmektedir.

SONSÖZ

Türkiye’nin bir süredir içinde bulunduğu derin yönetim krizi, egemenler arası çatışmalar, siyasetin aynı cephenin iki karşıt kutbu arasında sürekli olarak gerilmesi, Avrupa’dan Türkiye’ye doğru gelişmesi kaçılmaz olan muhtemel bir ekonomik-siyasal kriz ve yaratacağı sonuçlar, emek ve demokrasi güçlerinin en kısa sürede güçlü bir alternatif olarak ortaya çıkmalarını gerektirmektedir. Bu noktada gösterilecek herhangi bir tereddüt ya da geri adım, yıllardır sendikal-siyasal alana yönelik olarak dile getirilen birleşik mücadelenin oluşmasını zorlaştıracak, hatta geri dönüşü olanaksız kimi sonuçlar ortaya çıkarabilecektir.

Türkiye gibi bir ülkede, toplumsal ve siyasal gerçeklikleri dikkate alan, yıllardır çözümsüzlük içinde bırakılmış sorunların kökenine inen ve toplumun geniş kesimlerini kucaklayacak siyasal bir mücadele merkezine duyulan ihtiyaç ortadadır. Türkiye ile bölgenin barışçıl ve demokratik gelişimini tetikleyebilecek, aynı zamanda güçlü bir iktidar alternatifi olabilecek bir mücadele platformunun önemli bir siyaset aracı olarak sahip olduğu potansiyel ve harekete geçirebileceği kesimler vardır ve bu kesimler harekete geçirildiğinde kuşkusuz Bloğun bugünkü etkisinden çok daha fazlasıyla güçlü olması sağlanacaktır.

Kürt sorununun barışçıl çözümü ile ülkenin demokratikleşmesi arasında birebir ilişki olduğuna, Kürt sorunu çözülmeden diğer sorunların çözülemeyeceğine inanan kim varsa, artık ortak hareket etme iradesinin gereğini yerine getirme görev ve sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Bu noktada, emek hareketinin bir bütün olarak savunduğu taleplerle Blok içinde yer almasının taşıdığı önemi tekrar belirtmeye gerek yoktur.

Her an ve her yerde halk kitlelerine, emekçilere dayanan; yoksul, emekçi halk kitlelerinin doğrudan denetimine açık, onlara her an hesap vermeye hazır; toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştiren; hedeflediklerini önce kendi içerisinde yaşama geçiren; inandırıcı, güven veren, tutarlı, özgürlükçü, mücadeleci, işçilerin birliği ve halkların gönüllü birliği anlayışı üzerine kurulu bir Blok; demokratikleşme, barış ve özgürlük mücadelesini sadece bulunduğu alanlarda başlatmakla kalmayacak, aynı zamanda benzer mücadeleler içinde olan bölge halklarına da örnek olacak bir dönüşüm sürecinin kıvılcımı olabilecektir.


*Buradaki “siyaset dışı” ifadesinden kastımız, kendisini mücadeleci olarak tanımlayan sendikaların, temsil ettikleri sınıfın siyasetine olan uzaklıklarıdır. Yoksa sendikal mücadelenin niteliği itibariyle, geniş anlamda siyasetten uzak olduğu iddia edilemeyeceği gibi,  büyük ölçüde burjuva siyasetinin etkisinde olduğunu söylemek de mümkündür.

Yeni Dönem, Gençlik ve Blok

İşçi sınıfının devrimci partisi EMEP, 16-17 Temmuz tarihlerinde merkezi bir konferans gerçekleştirdi. Çünkü 2011 yılının başlarından itibaren belirginleşen ve 12 Haziran Genel Seçimleri öncesinde somutlaşarak ilerleyen gelişmeler, gerek Türkiye’de gerekse Ortadoğu’da “yeni dönem”den söz ettirecek kadar önemliydi.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da ayaklanan Arap halklarının özgürlük kavgası diktatörleri deviriyor, özgürlük rüzgârı tüm bölgeyi etkisi altına alıyordu. Kürt halkı bu gelişmeleri coşkuyla karşılarken “Arap Baharını Kürt Yazı ile tamamlamak fikri baş gündemlerden biri oluyordu. Avrupa ve diğer kapitalist merkezlerde ise krizin etkileri, ülkelerde iflas bayraklarının çekilmesi ile sonuçlanıyordu. Yunanistan, İspanya, İrlanda, İtalya ve daha birçok ülkede emekçiler, gençler krizin faturasını reddederek, genel grevler, boykotlar gerçekleştirmiş ve sokaklara çıkmıştı. Elbette bütün bu gelişmeler, Türk, Kürt ve her milliyetten Türkiye gençliğini etkisi altına almadan edemezdi.

Çevre ülkelerde ve bölgede bu gelişmeler yaşanırken Türkiye 12 Haziran Genel Seçimleri’ne girdi. Emperyalizme, kapitalizme, diktatörlere ve gericiliklere karşı gelişen bu tepkileri bir tehdit olarak gören iktidar partisi yeni bir demagojik propaganda kampanyası başlattı. Çevreyi kuşatan bu istikrarsızlık tablosu içerisinde “İstikrar Sürsün Türkiye Büyüsün” sloganı öne sürüldü. Her ne kadar bu propaganda kampanyasından oylarını arttırmış olarak da çıksa, AKP yeni Anayasa için ihtiyaç duyduğu milletvekili sayısını yakalayamadı. Buna karşın Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u 36 milletvekili çıkararak “seçimin esas galibi” unvanını aldı. Blok, sokağa ve halka dayanarak fiilen ana muhalefet yapabilecek bir pozisyon yakaladı. Bunu sezen hükümet partisi ve devlet çok yoğun bir saldırı dalgası başlattı ve bu gelişmelerle birlikte bilinen “yemin krizi” gündeme geldi.

Sistemle çatışmaya giren toplum kesimlerinin mücadelesinin istikrar kazanması bakımından da Blok bir dayanak olarak ortaya çıkmaya başladı. Aleviler, çevre hareketleri ve köylüler, sermaye ve hükümet tarafından baskı altına alınan meslek odaları ve sendikalar, kadınlar ve tabii ki mücadele etmek isteyen gençler; bütün bu yaşanan saldırı dalgası karşısında, bir muhalefet odağı olarak Blok’u izlemeye ve tartışmaya başladılar.

Üstelik AKP, meclis çoğunluğunun yanı sıra yargı, istihbarat, hükümet ve nihayetinde üniversiteyi de ele geçirmişti. Aydınlar, yazarlar, akademisyenler peş peşe açıklamalar yaparak, Blok’a olan desteklerini açıkladılar. Bu kesimler içinde genç akademisyenlerin çabası ise dikkat çekiciydi.

Böylece hem bölgesel planda, hem de iç politikadaki gelişmeler açısından Blok hareketi, beklentilerin üzerinde bir mesafe kaydederek önemli bir pozisyon yakaladı. Bugün Blok’un partileşme süreci tartışılıyor.

İşte bu dönemde işçi sınıfının devrimci partisi “Yeni Dönemin Eşiğinde İşçi Sınıfına Bağlanmak ve Amatörlükten Kurtulmak için Mücadeleyi Yükseltelim” şiarıyla Genel Konferans’ını topladı. Zira Emek Partisi güçlenmeden ve yeni dönemi karşılayacak örgütsel bir dönüşümü sağlamadan; ne Blok’un güçlenmesi mümkündü, ne de toplumsal mücadelenin birleşik bir karakter kazanarak ilerlemesi. Bu nedenle “Emek Partisi güçlendikçe Blok, Blok güçlendikçe Emek Partisi güçlenecektir” yaklaşımı, konferansta temel bir prensip olarak saptanmıştır.

“Yeni dönem”in örgütsel bir hazırlık ve donanımla karşılanması için tüm örgütsel çalışma alanlarının masaya yatırılması, zaaf ve hatalardan süratle arınmak ve temel çalışma prensiplerini hayata geçirmek gerekmekteydi. Parti konferansı da zaten bu amaçla toplanmıştı. İşte bu yazı, parti çalışmasının temel alanlarından biri olan gençlik alanındaki kimi meselelere (yukarıda ifade edilen gelişmelere bağlı olarak) dikkat çekmeyi amaçlıyor.

1- GENÇLİK MÜCADELESİNİN İLERLETİLMESİ BAKIMINDAN BLOK

2010-2011 eğitim ve öğretim yılı öğrenci gençlik eylemleriyle birlikte açılmış ve bu eylemler çeşitli biçimlerde eğitim yılının sonuna kadar sürmüştü. Eylül ayıyla birlikte açılacak yeni dönemin de canlı geçeceği şimdiden söylenebilir. Fakat mesele, eylemlerin olup olmaması ya da canlı geçip geçmemesinden çok, nasıl ilerletileceği ve sonuç alacağı ile ilgilidir. Gençlik mücadelesi birleşik bir mücadeleye ve örgütlenmeye nasıl evrilecek, kitleselleşmeyi nasıl sağlayacak? –Sorun bu.

Geçtiğimiz dönem öğrenci gençlik hareketine kısaca bir göz atarsak, bu sorulara daha kolay yanıtlar bulabiliriz. 2010-2011 eğitim ve öğretim yılında cereyan eden öğrenci gençlik eylemleri şu başlıklar altında toplanabilir:

a-            Özellikle taşra üniversitelerinde yurt, ulaşım, barınma vb sorunlara karşı eylemler (üniversitelerde en kitlesel geçen eylemler bunlardır).

b-            Hükümet ve YÖK’ün elbirliği ile üniversitelere, bilime, özgürlüklere dönük saldırılarına karşı eylemler (basında daha çok bunlar yer edinmiştir).

c-            Anadilde eğitim başta olmak üzere inkâra ve baskılara karşı bölgede gerçekleşen eylemler ve boykotlar (doğrudan siyasal taleplerle gerçekleşen oldukça kitlesel eylemler olması bakımından dikkat çekicidir).

d-    YGS başta olmak üzere KPSS, ALES vb. sınavlarda baş gösteren kopya skandallarına karşı gelişen protesto eylemleri ve boykotlar (en belirgin olanı YGS karşıtı eylemlerdir).

e-    Mesleki ve özlük haklara, iş güvencesine dönük saldırılara karşı emekçi örgütleriyle birleşen gençlik eylemleri (tıp ve diş hekimleri öğrencileri, TMMOB gençlik komisyonları vb.).

Gençlik; eğitim alanındaki skandallar (ÖSYM), YÖK’ün baskıları karşısında duyulan infiallere karşın, “sol” grupların gençliğin ileri kesimlerini bölmüş olmasının zaaflarını taşımaktadır. Zaman zaman kitleselleşme alametleri gösteren öğrenci gençlik eylemleri, örneğin YGS protestolarında olduğu gibi, bir adım sonrasında çeşitli “sol” grupların girişimleriyle bölünüp ana kitleden kopmuş, “ileri güçlerin” kendi aralarındaki itiş kakışa dönüşmüştür.

Dolayısıyla yeni döneme girerken, “sol” grupların fraksiyoncu ve gençlik hareketine zarar veren tutumlarına karşı mücadele önem kazanmış bulunuyor. Emek Gençliği’nin kitle çalışmasında, en geniş öğrenci kesimlerinin taleplerini esas alması ve bunda ısrar etmesi hala belirleyici bir öneme sahip. Bununla birlikte talepleri için harekete geçen tüm gençlerin karar mekanizmalarında yer alabileceği bir eylem ve örgütlenme platformunu hayata geçirmek, gençlik hareketinin hala ana sorunlarından biridir. Bu durumun değişmesi, elbette Emek Gençliği’nin örgütsel çalışma düzeyini ne oranda ilerletip ilerletemeyeceğine bağlıdır. Bu açıdan yaz dönemi çalışmaları ile birlikte yaz kampında yürütülecek tartışmalar da önem kazanmış bulunuyor.

Bugün, gençlik hareketindeki kimi sorunların aşılması bakımından, Blok ile birlikte yeni imkanlardan söz edilebilir. Elbette bu durum, Blok’un, gençlik mücadelesinde yaşanan tüm dertleri ortadan kaldıracak sihirli bir ilaç olduğu anlamına gelmez.

Peki, Blok’un ortaya çıkardığı imkanlar nelerdir? Öncelikle belirtmek gerekir ki; farklı taleplerle ayağa kalkan gençlik kesimlerinin birleşmesi kadar, gençlik mücadelesinin işçi ve emekçilerin yanı sıra demokrasi mücadelesiyle birleşmesi bakımından da, Blok önem kazanmış bulunuyor. Blok’un ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan kesimlerle (sendikalar, Aleviler, çevre hareketleri, gençlik vb) birleşerek güçlenmesi, gençlik alanında yaşanan kimi sorunların aşılmasında da ilerletici olacaktır. Üstelik fraksiyoncu çekişmeler nedeniyle mücadeleden uzaklaşan gençlerin en azından bir bölümü böylece birlik zemini içinde mücadeleye yeniden katılabilecektir.

Gençliğin önünde bulunan “YÖK’ün kaldırılması, üniversiteden polisin gitmesi, bilimin üzerindeki baskılara son verilmesi, demokratik lise vb.” talepler, aynı zamanda demokratikleşme ve demokrasi mücadelesinin kapsamındadır. Bugün için, daha çok demokratikleşme talepleri ve demokrasi mücadelesi ile öne çıkmış bulunan Blok, üniversitelerin ve eğitimin de demokratikleşmesi için imkanlar sunuyor. Gençliğin taleplerinin ve temsiliyetinin Anayasa’da yer bulabilmesi ve bunun için yürütülen mücadele bakımından da Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun yakaladığı pozisyon, önemli bir avantaja işarettir.

Blok, Türk ve Kürt emekçilerinin mücadele birliğinin gelişmesi açısından da önem taşıyor. 12 Haziran Genel Seçimleri’nde yürütülen çalışmalar içinde emekçiler arasındaki ön yargıların kırıldığına dair sayısız örnekten bahsedilebilir. Bu durum, talepleri için mücadeleye yönelen Türk ve Kürt gençler açısından da böyledir. Parasız, bilimsel, demokratik eğitim mücadelesi içerisinde, sözüne ettiğimiz bu önyargılar, gençliğin eylem birliğini de çoğu zaman sekteye uğratmıştır. Örneğin YGS eylemlerinde Kürt gençlerin anadilde eğitim talebi kimi “sol”cu gruplar tarafından bastırılmak istenmiş ve Kürt gençler büyük kentlerde eylemlerin dışına itilmeye çalışılmıştır. Devlet güçlerinin üniversite öğrencilerine dönük şiddetinin artığı dönemde gerçekleşen Üniversite Konferansı öncesinde, Kürt öğrencilerin katılımı ve konuşmaları üzerine “ön şart koşan” tutum ve yaklaşımlar da buna eklenebilir. Gelinen yerde, Blok’la birlikte, Kürt ve Türk gençlerin mücadele birliği yeni bir gelişme şansı yakalamış bulunmaktadır.

Geçtiğimiz dönem, ileri işçilerin inisiyatifiyle gerçekleşen “İşçi Kurultayları”nda genç işçilerin mücadele isteği dikkat çekicidir. 12 Haziran Genel Seçimleri’nde genç ve Kürt işçiler çalışmalara ulusal talepleri kadar sınıfsal talepleriyle de olumlu yanıt vermişlerdir. Blok’un güçlenmesi Kürt, Türk her milliyetten işçi, işsiz, köylü gençlerin kendi talepleri için mücadeleye katılmalarını kolaylaştıracaktır.

Evet, Blok, gençlik mücadelesinin ilerlemesi için oldukça önemli imkanlar sunmaktadır. Fakat bunun kendiliğinden gerçekleşmeyeceği de açıktır. İmkanın gerçekliğe dönüşmesi, öncelikle gençlik içindeki parti çalışmasının düzeyine ve Emek Gençliği’ne bağlıdır. Blok bileşenleri içinde iki temel güç olan EMEP ve Kürt Özgürlük Hareketinin ortak çalışma düzeyi ise, hedeflere ulaşmanın ikinci yönünü oluşturmaktadır.

Bu nedenle, gençlik yığınlarına Blok’a katılma ve Blok etrafında birleşme çağrısı yapmak güncel görevlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Bu nedenle, gençliğin talepleri ve çıkarları ile Blok’un mücadelesi arasındaki bağın iyi anlaşılması ya da kavratılması önem kazanmış bulunuyor.

2- KÜRT SORUNU, BLOK VE GENÇLİK

Yukarıdaki bölümde gençliğin mücadele birliğinin örülmesinde milliyetçiliğe karşı mücadelenin öneminden bahsettik. Burjuva gericilik, Türk gençliğini Kürt halkının talepleri karşısında şoven ve milliyetçi bir çizgide tutarak gençliği “tekçi” fikre kazanmaya gayret göstermektedir.

Bölge ve Türkiye ölçeğinde yaşanan gelişmeler, Kürt sorununun çözümünde artık bir eşiğe gelindiğini göstermektedir. 12 Haziran seçim sonuçları da bu açıdan dikkat çekicidir. Kürt halkı bu dönemi “ya onurlu barış ya görkemli direniş” biçiminde ifade etmektedir. DTK’nın açıkladığı özerklik ilanı ise, sürecin nereye dayandığını gösteren bir diğer önemli gelişmedir.

Kürt sorununun aşılması açısından bu gelişmeler yaşanırken, hükümet ve devlet yeniden operasyonları devreye sokmakta, inkar politikalarına sarılmaktadır. Provokasyonlar ve linç kampanyaları bu tutumdan cesaret alarak hızla artmaktadır. Bu nedenle, önümüzdeki sürecin bir hayli sert ve gerilimlerle geçeceğini söylemek mümkün.

Blok içinde, kapsadığı politik platformla bir “zamk” işlevi gören EMEP’in, bu süreçteki rolü zaten biliniyor. Bu nedenle gerek devrimci işçi partisinin gerekse Emek Gençliği’nin gençlik yığınları içinde yürüteceği faaliyet belirleyici bir öneme sahip olacaktır. Öyleyse ilk elden, başta Blok milletvekillerine konan engeller ve ilan edilen özerklik beyanı olmak üzere, yaşanan gelişmelerin ne anlama geldiğini Türk gençliğine anlatmak gerecektir. Bu ise, cesaretli, zengin içeriğe sahip ve yaygın bir propaganda faaliyetini gerektirir.

Kürt halkının talepleri ve eşit haklar temelinde bir arada yaşama isteği karşısında yükseltilen ırkçı ve milliyetçi dalga, Kürt gençlerinin linç edildiği kampanyalara dönüştürülüyor. Böylesi bir dönemde hem milliyetçi propagandanın kırılması, hem de Kürt halkına ve Kürt gençliğine sahip çıkan militan bir tutumun geliştirilmesi elzemdir. Elbette kendi başına bu da yetmez. Bununla birlikte gençlik yığınlarının sosyal, eğitsel, iktisadi, kültürel vb. sorun ve taleplerinin sahiplenilmesi, milliyetçiliğin kırılması ve bu çalışmanın başarısı için de gerekli ve zorunludur.

Fraksiyonculuk ya da geleneksel Türk ulusalcılığının etkisiyle Kürt halkına ve Blok’a mesafeli duran ve kendini “sol”cu olarak adlandıran çevrelerle ideolojik bir mücadele sürdürmek ve bu akımların etkisi altındaki gençlerle açıktan, ama kazanıcı bir tartışma yürütmek, sözü edilen mücadelenin vazgeçilmez bir parçasıdır.

3- BLOK DIŞINDA KALAN “SOL” AKIMLARA KARŞI İDEOLOJİK MÜCADELE

a-) ÖDP, TKP, Halkevi gibi “sol” parti ve çevreler Blok’a katılmadılar. ÖDP, TKP, HE gibi, seçimi, ülkenin içinde bulunduğu koşulları, Kürt sorunu ve öteki başlıca sorunların çözümünde bir güç oluşturma kaygısı gütmeyip sadece “kendi grubunun ihtiyaçları” açısından değerlendiren örgütler, Blok dışında kalarak, aslında büyük güçler arasındaki çatışmanın dolayısıyla “siyasetin dışına” düştüler. Ve onların bu grupçu, fraksiyoncu tutumu; kendi yakın çevrelerinde bile itibar görmedi. ÖDP seçime katılamamanın sancılarıyla malulken, HE zaten kendi isteği ile seçim sürecinde politikanın dışında kalarak siyasi bir grup olmayı bile reddeden bir tutuma düştü. TKP ise, onca iddiasına karşın eskiden aldığı oyların bile çok gerisinde oy alarak, bir iç sorgulama-tartışma sürecine girdi.

Seçim süreci ve seçim taktiği tartışmaları diğer kesimler kadar gençliğin ileri kesimleri arasında da cereyan etti, ediyor. Blok çalışmaları ve partileşme tartışmalarıyla cereyan bugün de belirli yönleriyle sürmektedir. Blok milletvekillerine reva görülen uygulamalar, Kürt gençlerine dönük yürütülen linç kampanyaları, faşist saldırılar; bütün bunlar elbette ülkenin ve dünyanın geleceğini sorgulayan ve bunun için mücadele eden gençleri de etkilemektedir.

İşçilere, emekçilere ve gençliğin sosyal haklarına dönük saldırılar artarken, insan hakları ayaklar altına alınmakta, bölgede operasyonlara hız verilmekte, yaşanan çatışmalarda yine Türk ve Kürt gençler hayatlarını kaybetmektedir. Milliyetçi kışkırtmalarla sokağa çıkılamaz bir ortam yaratılmak istenirken, Aynur Doğan’a yapılan saldırıda olduğu gibi, bir kez daha “ya sev ya terk et” sloganı devreye sokulmaktadır. Oldukça sıcak ve sert geçen siyasal gelişmeler artık gerçeklerin daha açık ve net bir biçimde görünmesini sağlamaktadır. Gerçeklerden kaçmak mümkün olmadığı gibi, gerçekliği teğet geçen politikaların devrimci kalması da mümkün değildir. Bu nedenle emek, demokrasi, eşitlik ve özgürlük isteyen tüm güçlerin (elbette tüm gençlerin de) sermaye saldırılarına ve milliyetçi-faşist kışkırtmalara karşı birleşmesi gerekmektedir. Bu mücadele, diğer taleplerle birlikte, Kürt halkının eşit haklar temelinde taleplerini elde edeceği bir kapsama sahip olmak zorundadır.

Gerçekliği temel almayan ve devrimci politikanın dışına düşen bu parti ve çevreleri, elbette Emek, Demokrasi ve Özgürlük mücadelesinde birleşmeleri için çağırmaya devam edeceğiz. Doğru yaptıklarında “devam edin” demesini bildiğimiz kadar, yanlış yola saptıklarında gittikleri yolun çıkmaz olduğunu söylemekten de geri durmayacağız. Bu nedenle gençlik mücadelesi içinde yer alan tüm devrimci, demokratik gruplar ve gençler Blok’a katılmalıdır. İşçilerin birliği ve halkların kardeşliğini esas alan Blok taktiği, bugün için gençlik açısından da izlenebilecek esas devrimci taktiktir. Blok karşıtı bir taktik üzerinde ısrar etmek ise, bunu sürdürecek olanları demokrasi mücadelesinin dışına itecektir. Bu nedenle dar fraksiyoncu ve “grupçu” kaygılardan uzak durarak, Türk ve Kürt gençlerinin mücadele birliğine temel oluşturacak bu birlik içinde en kararlı şekilde yer almak gerekir.

Blok’la birlikte esen rüzgar üniversitelerde de hissedilmeye başlanmış ve genç akademisyenler arasında ciddi bir etki yaratmıştır. Tüm yeniliğine ve taşıdığı acemilikten gelen sorunlara karşın, üniversiteli Emek Gençliği, bu sorunları yaşayan Blok güçlerinin birliğinin güçlenmesi ve genişlemesi için kararlı ve donanımlı bir çalışmayı hayata geçirmek durumundadır. En geniş gençlik kesimlerinin Blok’a katılmaları da bu mücadelenin bir parçasıdır.

Öte yandan, Blok’un yakaladığı başarının önemini anlamayan ve AKP’nin aldığı oy oranına bakıp paniğe kapılan küçük burjuva yaklaşımlar da yok değildir. Öğrenci gençliği dar AKP karşıtlığına hapsetmeye çalışan ve siyasal planda ortada bırakıp CHP çizgisine mahkum eden bu türden “solcu” çevrelere karşı ideolojik bir mücadele yürütmek, elbette “yeni dönem”in temel çalışmalarından biri olacaktır. Ortaya çıkan seçim sonuçları nedeniyle halkı suçlayan, emekçileri koyun yerine koyan ve işçilere gericilik yaftasını yapıştırmaya kalkan bu akım ve anlayışlara karşı; işçi sınıfına bağlanan ve halk sevgisine dayanan bir kitle mücadelesi anlayışını, gençlik içinde savunmak esas olarak Emek Gençliği’nin görevidir.

b-) Peki, önüne arkasına bakmadan, güç ilişkilerini gözetmeden her seçimde “boykot” çağrısı yapanlara ne demeli? CHP çizgisine kadar uzanan yedeklenmenin ve “siyasetin dışına düşme”nin en iyi savunması Blok’a saldırmak oluyor. Marksizm-Leninizm’in kıyısından bile geçmediği anlaşılan bu çevreler, devrim tarihinin sayısız seçim ve parlamento deneyini de yok saymayı devrimcilik sanıyorlar. Oy kullanma oranının yüzde 85’lere ulaştığı 12 Haziran seçimleri için bir boykot çağrısı yapmanın toplum bilimiyle ve sosyalizmle nasıl bir alakası olabilir? Her koşulda boykot demenin, her zaman gençler için devrimci bir çağrışım yapacağını düşünenler acaba gençlere haksızlık yapmış olmuyor mu? Onlara göre, Blok içindeki güçler “devrim ideallerini parlamentoya feda etmektedir”! Meclise girmesi fiilen engellenen 36 milletvekili için verilen sokak mücadelesini görmezden gelen, bir kez olsun desteğe gelmeyen çevrelerin, “çözüm yeri burjuva meclis mi?” diye sorması demagoji yapmak değilse nedir? Boykot gücünü bugün elinde tutan ve fiilen parlamentoyu boykot eden (yemin etmeme biçiminde) Blok’un bu mücadelesini görmezden gelmek, bu tutumun bir devamı olsa gerek.

Bir çocukluk hastalığı olan “solculuk”tan kurtulamamakta ısrar eden bu çevrelerin Marksizm-Leninizm’i daha fazla çarpıtmalarına seyirci kalınamayacağı kesindir. Bu nedenle bilimsel sosyalizmin teorik birikimini öğrenmek ve dünya ölçeğindeki pratik tarihsel deneylerini edinmek için daha çok çabaya ihtiyaç var.

c-) Blok, bölgedeki halk isyanlarını destekleyip, halkların kendi kaderini tayin hakkını savunurken, aynı zamanda bölgeye emperyalist müdahalelere karşı çıkan en önemli mihraktır. Bu yüzden de Blok, demokrasi mücadelesinin olduğu kadar antiemperyalist mücadelenin de bir mihrakı olarak şekilleniyor. Antiemperyalist mücadeleye oldukça yatkın olan Türkiye gençliğine, bu mücadelenin Kürt sorunu ve demokrasi mücadelesi ile olan kopmaz bağını kavratmak son derece önemlidir. Yoksa antiemperyalizmin de içeriği boşaltılacak ve bozuşturulacaktır. Kürt halkının ve Ortadoğu’daki Arap halklarının her mücadelesinde, bu mücadelenin arkasında emperyalist bir kışkırtma ya da işbirliği aramak, liberal solculuğun ya da liberal sol aydınların en tipik hastalıklarından biridir. Dolayısıyla antiemperyalizm bayrağına sarılarak milliyetçi ve egemen ulus taraftarlığına savrulan yaklaşımların gençlik içindeki etkilerine karşı mücadele, yeni dönemde önem kazanmış bulunuyor.

4- GENÇLİK ÇALIŞMASINDA DÖNÜŞÜM, BLOK VE EMEK GENÇLİĞİ

Genel seçimler ve seçim çalışmaları ne gösterdi? Bu sorunun gençlik alanındaki karşılığı herhalde şöyle olmalıdır; “Emekçilere, gençliğe ve halka gidildiğinde, halkın mücadele ve örgütlenmeye istekli olduğu görülmüştür. Ne var ki, sorun bizim çalışmamızda ve örgütsel çalışmamızın düzeyindedir”. Dolayısıyla mesele, parti genel konferansının da dikkat çektiği üzere, gençlik alanındaki örgütsel çalışmanın amatörlükten kurtarılması ve birimler temelinde yeniden ayağa dikilmesi meselesidir. Yeni dönemin örgütlenmesi ve hazırlığı bakımından ilk elden şu konulara eğilmek gerekir:

a-) Seçim kampanyasında ve Blok çalışmalarında, gençlik çok önemli bir öneme sahip olmasına karşın genel olarak çalışmanın dinamik bir gücü haline getirilemedi. Mahallelerde ve özellikle kadın alanında yaşanan çalışma birliğinin gençlik alanında yeterince yaşanmadığını kabul etmek gerekir. Elbette bunun birçok nedeninden bahsedilebilir. Blok içinde başta Emek Gençliği ile Kürt yurtsever gençliği arasında ortak bir çalışma birliği bir biçimde sağlanmalıdır.

Seçim sürecinde Emek Gençliği, gücü oranında ortaya çıkan bu boşluğu (ortak çalışma birliğinden kaynaklanan) ve zayıflığı kapatmak için ajitasyon çalışmalarının yükünü omuzlamış ve bunu yaptığı yerlerde takdir ve sempati toplamıştır. İşte izlenecek pratik tutum budur; ancak iş yaparak, yardımcı olarak sözün yanında pratikte de birliğin önü açarak sorunlar aşılabilir. Elbette iki örgüt arasında eylem biçimi, slogan türleri, örgüt anlayışı bakımından farklı yaklaşımlar olabilir. Ortak mücadelenin önündeki sorunların aşılması, birbirini anlayarak yardımcı olma tutumuyla birleşerek ve ortak mücadele içinde mümkün olacaktır.

Seçim sürecinde kimi üniversitelerde, gecikmeli de olsa ortak “Blok komiteleri” kurulmuş ve ortak etkinlikler yapılabilmişti. Fakat bu çabalar henüz çok yetersizdir. Bu nedenle, yeni dönem Blok çalışmalarının gençlik alanlarında örgütlenmesi için Emek Gençliği ile yurtsever gençlik arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi gerekir.

b-) Emek Gençliği’nin çeşitli dönemlerde temas ettiği gençlerin seçimlerde yeterince çalışmaya katılmadığı tartışılan bir sorundur. YGS eylemlerinden gençlik kamplarına kadar, gençlik örgütüyle tanışan ya da partiye sempati duyan binlerce gençten söz etmek mümkün. Fakat sorun şudur ki, politik hareketliliğin bu kadar yoğun ve sert geçişlerle ilerlediği bir dönemde, sözü edilen gençler her gelişme karşısında yeniden politik-taktik platforma kazanılmadan çalışma içine çekilemiyor. Bu nedenle Blok taktiği başta olmak üzere, “EMEP bölgede ve ülkede ne yapmak istiyor?” sorusuna karşılık gelecek sistemli bir kazanma, kavratma faaliyeti belirleyici olacaktır.

c-) Seçim çalışmaları boyunca Emek Gençliği daha çok ajitasyon grupları biçiminde çalıştı. Elbette bu konuda da epey bir tecrübe de kazandı. Fakat gençliğin kendi talepleri üzerinden gençlik alanına özgü bir çalışmayı hayata geçirmede gerekli özen ve yardımın parti örgütleri tarafından sağlandığı tam olarak söylenemez. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte işin (Blok çalışmalarının da) esas olarak bu temelde örgütlenmesi gerekmektedir.

d-) Gençlik çalışmasında hala temel sorun “partinin tüm gövdesi ile gençlik çalışmasına girişmemiş” olmasıdır. Bundan anlaşılması gereken, her alanda ve en aşağıda gençlik çalışmasının parti birim örgütlerince yürütülememesi sorunudur. Örneğin gençlik ve kadın çalışmasının olmadığı bir mahalle çalışmasının güçlenmesi beklenemez. Burada elbette kastedilen Emek Gençliği’nin bir kenara bırakılması değildir.

Ayrıca bugünkü gençlik hareketinin düzeyi de gözetilerek gençlik çalışmasına parti örgütlerinin daha fazla ağırlık vermesi gerekir. Emek Gençliği bu dönemde daha inisiyatifli bir tutumla hareket etmelidir. Fakat parti örgütleri, sorunu ortaya koyarken, meseleyi partinin gençlik çalışması sorunu olarak tartışmalı ve örgütsel çalışmalar buna göre yapılmalıdır.

e-) İşçi çalışması bugün için esas olarak parti örgütleri üzerinden sürmektedir. İMES, Çağlayan, OSTİM ve birçok sanayi sitesi ya da bölgesinde parti çalışması etrafında toplanmış genç işçi gruplarından söz edilebilir. İşte bu gruplar, esas olarak “Emek Gençliği” grupları olarak örgütlenmeli ve gençlik çalışmasının temeli haline getirilmelidir.

f-) Bölge’de gençlik örgütlenmesinin farklı bir düzeyde ele alınması gerektiği açıktır. Bölge gençliğinin talepleri gözetilerek buna uygun bir propaganda faaliyeti örgütlenmeli ve Türkçenin yanında esas olarak Kürtçe propaganda araçları geliştirilmelidir.

5- GENÇLİK ÇALIŞMASINDA PROPAGANDANIN İDEOLOJİK BOYUTU

EMEP Genel Konferansı’nda da ifade edildiği üzere, bu dönemde “propagandamızın ideolojik boyutu önem kazanmıştır”. Bu nedenle öncelikle propaganda, ajitasyon ve teşhir faaliyetinin düzeyi değişmeli ve güç kazanmalı. Ajitasyon faaliyeti yürütürken kesinlikle bir anlaşılırlık ve bilgilendiricilik sorunu yaşanıyor. Örneğin yıllardır dile getirilen “Parasız, sınavsız eğitim” taleplerinin altı doldurulmadığında, bu tür sloganlar gençlik için hem mümkün olmayan, hem de anlaşılmaz talepler durumuna düşebiliyor. Dolayısıyla ajitasyon, gençlik kitleleri için anlaşılmaz ve soyut kalıyor. Bu nedenle, propagandanın içeriği değişmek ve zenginleşmek zorunda. Merkezi ajitasyonla birlikte yerel ajitasyonun örgütlenmesi ve bu iki ajitasyon alanının arasında bir bağ kurmada yeterli ustalıkta olunmadığı ise ortadadır. Bu sorunları aşmada gerekli adımları atmadan günün görevlerinin üstesinden gelmek mümkün değildir.

Propagandanın ideolojik boyutunu ele alırken, EMEP Genel Konferansı’nda da gündeme getirilen şu dört başlığı gençlik içinde bir plan haline getirmek gerekir:

a-) “Yeni Dünya Düzeni” değerler sisteminin çöküşünün gelip geçici olmadığını göstermek, bu açıdan uluslararası “yeni emperyalizm” teorilerine ve onların yerli uzantılarına karşı sıcak bir mücadele,

b-) Dinci, muhafazakar gericilik, milliyetçilik, Yeni Osmanlıcılık gibi yerli görünüşlü düşüncelere karşı savaş,

c-) Revizyonist ve liberal “sosyalist” akımların Marksizmi bozuşturucu tutumlarını mahkum etmek,

d-) Taleplerin ve sloganların içeriğinin anlamı, ekonomi-politik ve felsefi içeriklerinin açıklanması. Propaganda ve ajitasyonda acil ve güncel taleplerin sosyalizm propagandası ile birleştirilerek ele alınması.

6- GENÇLİK ÇALIŞMASINDA POLİTİK İÇERİK SORUNU; GAZETE VE TELEVİZYON

Gelinen noktada ve yeni döneme hazırlık bakımından gazetenin ele alınış düzeyi kabul edilemez. 12 Haziran Genel Seçim çalışmalarında bu açıdan sınıfta kaldığımız kabul edilmelidir. Gençlik örgütünün çalışmasında ya da parti örgütlerinin yürüttükleri gençlik çalışmasında gazetenin tuttuğu yer de bunun bir kanıtıdır.

Önceki birçok çalışmada olduğu gibi, ama ondan da öte, 12 Haziran Genel Seçimleri süresince yürütülen çalışmaya bir bakalım. Ne görürüz? Örgüt ve genel propaganda-ajitasyon faaliyetimizle gazetenin birbirinden kopuk ele alındığını. Adeta örgüt çalışması ayrı bir yerde, gazete ayrı bir yerde durmaktadır. Peki, bu durum neden böyledir?

Kabul etmek gerekir ki, örgütümüz gazete meselesini daha çok kaba bir “tiraj” meselesi olarak ele almıştır. Bu durum, çalışmanın hedef ve içeriğinden gazeteyi kopararak, gazetenin ek bir işmiş gibi ele alınmasına yol açmıştır. Bu nedenle, gazetenin ele alınışı sorunu hep bir yükmüş gibi algılanmıştır.

Oysaki gazete, her şeyden önce örgütsel çalışmamızın politik bir muhtevaya sahip olması ve politik hedeflere bağlanması için vardır. Günlük politik çalışmanın olmadığı bir faaliyette, elbette kendiliğindenlik ve ekonomizm, dolayısıyla amatörlük egemen hale gelir. Gazete, örgütün ve kitlelerin politik eğitimi kadar, yürütülen propaganda, ajitasyon ve teşhir çalışmasının içeriğinin siyasal bir karakter taşıması için de her gün yol gösteren bir kılavuzdur.

Parti çalışmasının diğer alanlarında olduğu gibi gençlik çalışmasında da kendini gösteren; gazete ile örgüt arasındaki bu kopukluk, aslında gençlik çalışmasının içeriğinin ne oranda politikadan uzak kaldığını göstermektedir.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. 12 Haziran seçim çalışmalarının değerlendirildiği parti ya da gençlik örgütlerinin toplantılarında anlatılan deneylere, gözlemlere ve değerlendirmelere bir bakalım. Ya da bugün yürütülmekte olan gençlik kampı çalışmalarına bakalım. Ve hep birlikte şu soruyu soralım: “İyi de, bu anlatılan çalışma örneklerini biz gazeteden neden okuyamadık?” Bu örnek bile yürütülen çalışma ile gazete arasında nasıl bir kopukluk olduğunu göstermeye yeterlidir. Gazete ile aramıza örülen duvar, aslında parti merkezi ile gençlik çalışmamızın arasına örülmüş olmaktadır.

15 günlük bir gençlik eki ve haftada bir gün çıkan köşe yazısı ile gençlik çalışmasının muhtevasını ve düzeyini ilerletmek mümkün değildir. Eğer gençlik örgütü, gençlik yığınlarına seslenişini parti merkezinden beslenerek politik bir içerikle gerçekleştirecekse, 15 günlük dergi ritmi ile çalışmaya son verilmelidir. Keza tüm gövdesiyle gençlik çalışmasına dalmış bir parti olma kararlılığı lafta kalmayacaksa eğer, gençlerle ve gençlik örgütüyle gazete üzerinden kurulacak ilişki tümüyle değişmek durumundadır. Gençliğe ideolojik ve politik önderlik yapmak günlük bir temele ancak gazete ile oturabilir. Çünkü işçilerin olduğu kadar gençliğin de politik eğitimi esas olarak gazete üzerinden sağlanır.

Yeni döneme hazırlanmak ve örgütsel dönüşümü sağlamak için işçilerin yanında, gençlere de gidilmelidir. Çünkü enerji, dinamizm, kadro rezervi ve geleceğimiz gençliktedir. “Gençliğe gitmek” derken, elbette onu her türden burjuva ve küçük burjuva etkilere karşı günlük politik taktik platformumuza ve programımıza, devrim ve sosyalizme kazanmayı kastediyoruz. Gençlere, gazeteyi günlük politik çalışmanın bir aracı olarak kullanmasını öğretmeyi kastediyoruz.

Gençlik çalışması çok yönlüdür, gençlik çalışmasının sorunları da öyle! Fakat yoğunlaşacağımız ve işin bam teline dokunacağımız esas mesele, gençlik çalışmasında politik faaliyetin, dolayısıyla gazetenin ele alınışıdır. Çünkü gençliği kazanmak için sonuç alacağımız esas mesele budur.

Gazetenin yanında ikinci muazzam bir araç daha var; televizyon. Yukarıda sıralanan meseleleri bir kez de televizyon için sıralamak gerekmiyor. Gençlik alanına seslenmek ve gençlik alanlarından beslenmek için televizyon üzerine oldukça yetersiz kalındığı ortada. Bununla birlikte program çekimleri bakımından önemli adımların atıldığı da biliniyor. Gençlik açısından belki de en önemli sorun televizyonunun tanınması ve izlenmesi sorunudur. Bu yönde etkili ve yaratıcı çalışmalar, her alanda hayata geçirilmek durumundadır. Yoksa yapılan programlar da etkisini yitirecektir.

BİTİRİRKEN…

Bölgede ve ülkede son derece kritik gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Emek Gençliği “Türkiye Gençliğinin Özgürlük Buluşması adında yeni bir gençlik kampına daha hazırlanıyor. Kampın örgütlenme çalışmalarında da görüldüğü üzere, çok çeşitli kesimlerden ve çevrelerden gelip kamp programına katkı sunan geniş bir aydın ve sanatçı desteği söz konusu. Bunda Emek Gençliği’nin düzenlediği ve geleneksel hale gelen kampların prestiji kadar, Blok’un yarattığı havanın da etkisi vardır.

Yaz dönemi gençlik çalışmaları açısından 2011 kampı, önemli bir fırsattır. Fakat günlük örgüt çalışmasından ve hedeflerden kopuk bir kamp çalışmasının ilerletici olmayacağı da görülmelidir. Bu nedenle birimler temelinde hem mücadelenin örgütlenmesi, hem de kampın hazırlanması, içi içe geçen ve birbirini besleyen bir çalışma olarak ele alınmalıdır.

Sonuç olarak gençlik, kuşku yok ki partinin ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun hem enerjisi hem de geleceği olacaktır. Yeter ki, günün gerektiği görevleri cesaret, kararlılık ve disiplinle örgütleyebilelim.

Irkçılık, Şovenizm ve Milliyetçilik Üzerine Birkaç Söz

Farklı etnik toplulukların bir tarihsel süreç içinde ve belli topraklar üzerinde şekillenen iktisadi-sosyal ilişkiler içindeki ruhi biçimlenmeleriyle ve kendi aralarında geliştirdikleri dil birliğiyle uluslaşma yolunda ilerlemeleri, bugünkü çok sayıda ulusun ve ulusal toplulukların varlık temelini oluşturuyor. Uluslar, belirli bir toprak üzerinde birlikte yaşayan, birbirleriyle iktisadi-sosyal ilişkileri olan, bu ilişkiler içinde ruhi şekillenmede ve dilde birliği gerçekleşen toplulukların hareketiyle ve kapitalizmin gelişme sürecinde şekillendiler.

Tarihsel eğilim tek uluslu devletlerin oluşması yönündeydi. Kapitalizmin anavatanı Avrupa başta olmak üzere Amerika ve Asya’da çok sayıda ulusal devlet bu tarihsel eğilime uygun olarak birbiri ardına ve bazıları gecikmiş olarak ortaya çıktılar. Feodal merkezi imparatorlukların olduğu topraklarda ise, kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişmesiyle dolaysız bağlı olarak birden fazla ulus ve ulusal topluluk içinden onların tipik olarak en gelişmiş olanı, devlet hakimiyetini eline geçirerek diğerlerini boyunduruğu altına aldı.

Kapitalizmin bir dünya sistemi olarak şekillenmesi ve tekelci sermayenin hakim güç haline gelmesinin sonuçlarından biri de az sayıdaki emperyalist ve gelişmiş güçlü devletin çok sayıda diğer ülke ve ulusu bağımlılık ilişkileri içine alması, topraklar, pazarlar ve zenginlik kaynakları üzerinde denetim kurmasıydı. Uluslar ezen ve ezilenler olarak farklılaştılar. Şovenizm ve ırkçılık ile fetih politikaları, işgal ve sömürgecilik arasında birbirini besleyen ve tamamlayan bağlar güçlenirken, sömürgelerin, bağımlı ulus ve halkların ulusal hak eşitliği ve bağımsızlık için mücadeleleri de yaygınlaşmaya başladı.

Uluslar arasındaki bu ilişki, başlıca olarak ‘deniz aşırı’ ya da sınırlar ötesi işgal ve sömürgeleştirme durumuyla çok uluslu merkezi devletler içindeki ezen-ezilen ulus ilişkileri yönünden bazı farklılıklar göstermekle birlikte; ezen ya da sömürgeci ulusun hakim sınıfları tarafından toprakları işgal edilen, sömürgeleştirilen ya da boyunduruk altına alınan ulusa iktisadi, sosyal, kültürel ve diğer hemen her alanda dayatmalarda bulunulur; kendi kültürü ve dilini özgürce geliştirmesinin önü kesilir ve egemen kültür ve dilin benimsetilmesi için çeşitli yöntem ve araçlar kullanılırdı. Buna rağmen, sömürgeciliğin bu dayatılmasının “deniz aşırı” ya da “sınırlar ötesi” işgalcilik durumunda, toprakları işgal edilen ulusun varlığının görmezden gelinmesi daha zordu; işgal ve ‘dış düşman’ olgusu gizlenemeyecek kadar belirgindi. Merkezi devletin bir ulusun devleti olarak şekillenmesi ve devleti oluşturan ulusun -o ulusun hakim sınıfı ya da sınıflarının- devlet sınırları içinde kalan tüm öteki ulus ve ulusal topluluklar üzerinde hakimiyet kurması durumunda ise, ezen ulusun çıkarları için, ezilen ulus ve ulusal toplulukların varlığının inkarına özel bir ağırlık verilmesi; onların kültürel-ulusal ve dil ile ilgili farklı özelliklerinin reddedilmesi daha fazla öne çıkıyordu. Bu ikincisi esas olarak merkezi feodal imparatorlukların bulundukları topraklarda ortaya çıktı. Bu tür ülke ve devletlerde, ulus devletin egemen burjuvazi, kendi ulusal devletini örgütlerken, siyasal, iktisadi ve kültürel olarak tek sınıf ve tek ulus çıkarlarını “ulusal tek gerçek” ilan etmesi ve diğer ulus ve ulusal toplulukların varlığını yok sayması tipik bir özellikti. Kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişmesinin sonucu olarak daha önce uluslaşma sürecini sancılı yaşamış veya henüz tamamlayamamış ya da tamamladığı ve ulusal kurtuluş mücadelesine giriştiği halde bunu başaramamış halkların, ulusal devletini kurma kavgasına girişmeleri karşısında hakim ulus burjuvazisi tek ulusçu şoven ve inkarcı politikayı güç dayatmasıyla kabul ettirmeye çalışıyordu.

IRKÇILIĞIN VE ŞOVENİZMİN TOPLUMSAL ÖRGÜSÜ YA DA “TOPLUMSALLAŞMA”SI

Kapitalizmin basitten karmaşığa, manifaktürden makineli üretime ve tekellerin hakimiyetine doğru gelişme seyri içinde gerçekleşen merkezileşmesi, hakim ulus burjuvazisinin farklı sınıf ve ulusların varlığını ret politikalarının dayanağını oluştururken, kapitalist rekabet ve burjuvazinin kendi pazarına hakim olma ihtiyacı ve anlayışı onu ‘sınırlarla bölünme’ye ve “ulusal” savaşlara sürüklüyordu. Burjuvazi bu nesnel durum ve gelişmeyi dayanak ediniyor; hakimiyetini tesis etmek ve sürdürmek üzere “herkesin çıkarlarını temsil etme” iddiasıyla ortaya çıkıyor; dışındaki sınıf ve tabakaların kendisiyle uyumlu olmalarını ve biat etmelerini istiyordu. O, “hakim ulus” konumundan da, ezilen-bağımlı ve sömürge ulusların asimilasyonuna yönelik politikalar izliyordu. Hakim ulus egemen sınıfı bir yandan “herkesin bir ve aynı haklara sahip olduğu” söylemiyle “özgürlük” ve “hak eşitliği” propagandası yürütüyor, diğer yandan “farklılıkların yok edilmesi”[1] amaçlı asimilasyon, o da olmazsa açık baskıyla sindirme politikası izliyor; herkesin hakim ulusun, onu tamamlayan ve ancak onun içinde var olabilecek bir parçası ya da unsuru olmasını dayatıyordu. Milliyetçilik, yurtseverlik, şovenizm ve ırkçılık kavramlarında ifadesini bulan anlayış ve politikalar bu sosyal-iktisadi ilişkiler zemininde boy verdi. Bir ulusun bağımsızlığı ve çıkarlarının savunulmasıyla bunun başka ulus ve halklara karşı baskı, sindirme, boyunduruk altına alma ve yok sayma duygu, düşünce ve politikası olarak şekillenmesi birbirleriyle çatışmayı da içeren iki farklı eğilimdi. Irkçılık ve şovenizm, başkaca ulus ve ulusal toplulukların hakim ulus içinde eritilmesi-etkisiz kılınması ya da bunun başarılamaması durumunda şiddetle “yok edilmesi” ve sınırlar dışına sürülmesini politika ediniyor; ezen ulusun emekçilerinin kendi uluslarının başka uluslar ve ulusal topluluklar karşısındaki ayrıcalıklarını “üstün millet” (!) görüşü açısından haklı görmeleri ve bu ulus ve ulusal topluluklara karşı girişilen saldırı ve asimilasyona sessiz kalmaları amacıyla üst sınıfların ideologları, politikacıları, sosyologları ve tarihçileri tarafından yaygınlaştırılıyordu.

Sömürgeleştirilen halklar bir yandan asimilasyoncu politika ve kültür dayatmasıyla egemen ulus içinde eritilmeye çalışılırken, diğer yandan en basit insani haklardan dahi dışlanıp yoksun bırakılıyorlardı. Böylece yok oluş dayatmasıyla -bu ancak bir süreç içinde gerçekleşebilir ya da gerçekleştirilmesi olanaksız hale gelir ve ilgili halk ulusal kurtuluş savaşına girişerek kaderini kendi ellerine alır- aşağı gruplar/ ‘alt insan toplulukları’ muamelesi iç içe geçiyor; ulusal hak eşitliğinin inkarı, ulusların boyunduruk altına alınarak kaynaklarının sömürülüp yağmalanması haklı gösterilerek devlet tarafından kuramsal “doğru” olarak sunuluyordu.

İngiliz, Hollandalı, Belçikalı, Fransız ve Portekizli sömürgecilerle 20. yüzyılın en saldırgan ve fetihçi gücü ABD’nin politikalarında, bu iki unsur bir aradaydı. Feodal aristokrasi, daha sonra da burjuvazi, beyaz ırkın üstünlüğü fikriyle hareket ettiler ve “aşağı-geri halklar” olarak gördükleri halklara karşı vahşi uygulamaları “uygarlaştırmanın gerekleri” olarak göstermeye çalıştılar. Fransız burjuvazisi, kendi kültürünü “insanlığın eğitimi için” evrensel bir işlevle yükümlü görüyor; Fransız sömürgeciliğini, Afrika halklarının “uygarlaştırılması” politikası olarak sunuyordu. Bu, sömürge ve bağımlı ulusların yağmalanması politikasının aklanarak mükafatlandırılmasıydı. İngiltere bir tür sömürge imparatorluğu olarak da adlandırılabilecek şekilde, 19. ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinin “deniz aşırı” en büyük gücüydü. Hindistan’dan Afrika’ya kadar geniş toprakları “medeniyet götürme” iddiasıyla sömürge bağımlılığı içine almıştı ve bu halkların kaynaklarını yağmalamayı onlar için “ilerleme” olarak gösteriyordu.

ABD emperyalizminin temsilcileri ise kendilerine “dünyayı kurtarma” misyonu biçiyorlardı. “Seçilmişlik” miti Siyonist ırkçı propagandanın en önemli unsurlarından birini oluşturuyordu.

Naziler, “ari ırk”ın dünya ölçeğinde hakimiyetinin teorisini ve politikasını yaptılar. Kalıntıları ve özlemcileri aynı çizgiyi sürdürüyorlar. Türk şovenizmi “Türkün üstün meziyetleri-ululuğu” üzerinden Rumlara, Ermenilere, Kürtlere karşı düşmanlığı geliştirdi.

Irkçı-şovenist politikanın en sert ve bariz örnekleri Nazi Almanya’sının Yahudi kırımında, Güney Afrika beyaz yönetiminin Siyah Afrikalılara karşı yok etme siyasetinde, Siyonistlerin Filistin Arap halkına karşı politikalarında yaşandı. Fransız gericiliğinin Afrika’daki barbarlığı 20. yüzyılın ortalarına kadar devam etti. Cezayir halkının ulusal kurtuluş savaşını kana boğma politikası 1962’de, bu mücadele başarıyla sonuçlanana dek sürdürüldü. Fransız emperyalistleri günümüzde de Afrika’daki entrikalarını bu halkların yararına gösterecek denli yüzsüzlüğü sürdürüyorlar. Türk devlet ve hükümetlerinin Ermeni kırımı, Rum nüfusu göç ettirme ve Kürtlere karşı inkarcı-asimilasyoncu politikası bunlara eklenebilir örneklerden bir diğeridir.

Bu politika, Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının demokrasi ve özgür yaşam olanaklarını ancak büyük ve gelişmiş ileri güçlerin (emperyalistler) müdahaleleriyle elde edebilecekleri propagandası eşliğinde ve bazı bakımlardan daha da gelişmiş ve inceltilmiş yöntemlerle günümüzde de devam ediyor. Neoliberal burjuva-emperyalist çetelerin yönlendirmesi ve kontrolünde, uluslararası sermayenin olanaklarıyla donatılmış ‘medya’ desteğinde sürdürülen bu politika, bağımlı-ezilen ulusların bağımsızlık mücadelelerine karşı, mücadeleyi etkisizleştirme işlevi görmekte ve bu halkların saflarında büyük tahribatlara neden olmaktadır.

Ezilen ulusların kurtuluş ve hak eşitliği mücadelesinin hakim ulus emekçileri, özellikle de kent küçük burjuvazisi tarafından kuşku ve tepkiyle karşılanmasının önemli etkenlerinden biri, herkesin ezen ulus kültürüyle yetiştirilmesi ve farklı etnik kökenlerden toplulukların kendi ana-babalarından ve onların eski kuşaklarından aktarılarak biriktirilen kültürlerinden uzaklaştırılmaları için sürdürülen eğitimdir. Ezen ulus burjuvazisinin “milletin eğitimi” için bir kültür olarak kurumsallaştırdığı milliyetçilik, farklı etnik kökenden ve uluslardan olanlara karşı şovenizmin boy vermesini ve “yurttaşlar kitlesi”nin henüz önemli bir güç oluşturmaya devam eden kesiminin etki altına alınmasını kolaylaştırmış; ezen ulusa mensup kitlelerin diğer devletler karşısında olduğu kadar kendi ülkesinde kendiyle bir arada yaşayan ancak farklı ulus ve topluluklardan olanlara karşı da devleti “kendi devleti” olarak benimsemesine; devlete, onun kurumlarına ve bu kurumlardan biri olarak hükümete karşı mücadeleyi “yıkıcı ve bölücü” saymasına yol açmıştır. Ezen ulus milliyetçiliği – şovenizminin bu özelliği, kolektif kabul görmüş, toplumsallaşmış / toplumsallaştırılmış diğer değer yargıları, sembol ve anlayışlar gibi kitlesel etki işlevi görmekte; “ideal”leştirilen ulusal değerler üzerinden kendi devletine dokunulmazlık atfetmektedir.

Bu özel ve kutsanmış-popüler rol, diğer yandan ırkçı- şoven anlayışların devlet ve burjuva partilerinin politikasında kolektif kimliğe bürünmesi ve örgütlü – ‘resmi’ kurumsal kimlik kazanmasını kolaylaştırmakta, böylece bireylerin veya şu ya da bu grupların şovenist politika ve tutumlarından yüzlerce kat daha tehlikeli bir durumun oluşmasına yol açmaktadır. Kendini “ulusun hizmetinde” gösteren burjuva devleti, bir sınıf egemenliği aracı olarak diğer sınıf ve kesimler üzerinde baskı gücü oluşturmasına rağmen, onların da içinde yer aldıkları “ulusun devleti olma” görünümü ve iddiasıyla bu etkiyi diri tutmakta; burjuvazi için ve onun adına kitleleri böylece “ulusal birlik” ve “aynı ulusun bireyleri olma” söylemiyle kontrol altında tutmaktadır.

IRKÇILIK VE ŞOVENİZMİN KİTLESEL YIKIM-KİTLESEL YOK EDİŞ KARAKTERİ

Irkçılık en ilkel ve kaba biçimiyle bir ırkın “diğerlerine üstünlüğü” teori ve düşüncesine dayanır. Irkçı teorilere göre “üstünlük” göstergeleri kategorisindeki gelişkin fiziki özellikler, zeka ve kültür kalıtım yoluyla kuşaklar arası geçiş yapar ve “üstün ırklar”ın diğer ırklar üzerinde egemenlik kurma ve sömürmeleri böylece “doğal yasalar çerçevesinde” ve meşru olarak gerçekleşir! Farklı “ırklar”dan ve etnik kökenlerden toplulukları birbirleriyle düşmanlaştıran bu ayrıcalıklar politikası, “geri ve henüz yeteri düzeyde gelişmemiş” halklara karşı kapitalist barbarlığı ve bu halkların hegemonya altına alınmasını “kaçınılamaz sosyal gerçeklik” sayar.

Eski Yunan’da, Köleci Roma İmparatorluğu’nda, eski Mısır’da egemen olanlar, kendi dışındakileri “ikinci sınıf, köle ve hizmetçi” topluluklar olarak değerlendirirlerken, İsrailoğulları “Tanrı tarafından kurtarıcı olarak seçilmiş oldukları” iddiasında bulunuyor; İspanyol sömürgeciler Amerika kıtasını “keşfettikleri”nde, kıta halkına karşı giriştikleri katliamı, onların “insan dahi sayılamayacak kadar ilkel oldukları” ırkçı savıyla meşru gösteriyorlardı.

“Beyaz adamın misyonu” üzerinden geliştirilen ırkçılık, sömürgeci fetihlerin örtüsüydü.  Avrupalı “özel misyon sahibi beyaz ırk”ın egemenleri soykırımlara varan şiddet hareketlerini, “ilkel-barbar” halkların “medenileştirilmesi” için kaçınılmaz uygulamalar olarak sundular. Asya, Afrika ve Uzak Doğunun Hindistan gibi ülkelerinin sömürgeleştirilmesi benzer gerekçelerle meşrulaştırıldı.

Beyaz ırkın “bu üstün” ve “özel misyonu”, Amerika kıtasında yerli halklara Amerikan saldırısı olarak devam etti. ‘Kızılderili’ halkın yüzbinlercesi kırımdan geçirilerek toprakları işgal edildi. ‘Amerikan ulusu’, yerli Amerikalıların (Kızılderililer ve diğerleri) ‘soykırım’dan geçirilmesi ve Siyah ırkın köleleştirilmesi üzerinden oluşturuldu.[2]

19. yüzyıl ‘Amerikan Tarihi’, Kızılderililere ve Siyahlara karşı ırkçı vahşetin tarihi oldu. Beyaz işgalci ve egemen için Kızılderilileri öldürmek serbestti. Başlarına ödül konmuştu ve onları öldürmek ceza nedeni sayılmıyordu. Kitlesel yok etme politikası sonucu, Kızılderili nüfusu 1850’lerde 150 bine,1880’de 20 binin altına kadar düştü/düşürüldü.

Amerikan ırkçılığını besleyen diğer kaynak Siyah ırkın köleleştirilmesiydi. 1850’de 3 milyon iki yüz bin civarında Siyah köle olarak tutulmaktaydı. 1860’da bir Siyah köle 1300-2000 dolara satılıyordu. Beyaz Kontra olarak da tanımlanabilecek olan Ku Klux Klan’ın cinayetleri devlet korumasındaydı.

Beyaz ırkın ayrıcalığı sadece 19. yüz yılda değil, 20.yüzyılda da okulda, lokantada, tuvalette, kütüphanede devam etti. Theodore Roosevelt, Kızılderililere karşı politikaları; Kızılderililerin katledilmeleri ya da topraklarından zorla sürülmelerini ‘Anglosaksonlar’ın “ileri ve gelişkin ırk oldukları” teziyle haklı göstermekteydi. Beyaz-Siyah evliliği 1883’e dek yasaktı. Irkçı ayrımcılık yasal düzeyde 1954’e kadar yürürlükte kaldı. Bu tarihte ise, “eşit, ama ayrı tutulma” maddeleri anayasaya kondu.[3] Siyahlara karşı ırkçı ayrımcılık yakın döneme kadar devam ede geldi. Siyahlar Beyaz derili olanlarla aynı okulda okuyamaz, toplu taşım araçlarına onlarla birlikte binemez, aynı semtlerde ve iç içe oturamazlardı. Bunu olanaklı kılan ise doğrudan doğruya tekelci burjuvazi ve onun devlet erkini oluşturan siyasal-askeri aygıttı.[4]

ABD okullarında ırk ayrımcılığına karşı yasal önlemler esas olarak ancak 1950 li 60’lı yıllarda yürürlüğe konabildi. 1961’de “Amerikan vatandaşlarının ırk ayrımcılığı olmaksızın ‘eşit istihdam’dan yararlanması” yönünde girişimleri olan Kennedy, bir suikastla öldürüldü. Yüz yıllarca süren/sürdürülen ayrımcı-ırkçı politikaların sonucu olarak, Beyazlar, Siyahlarla bir araya gelmeyi reddediyor, Beyaz ve Siyahların aynı semtlerde oturmaları yönündeki girişimler başarısızlığa uğruyordu. Siyah ırktan olanlar “sağlık alanında ilerleme kaydetme” gerekçesiyle kobay olarak kullanılıyor, bulunan ilaçlar ise öncelikle zengin Beyaz egemenin hizmetine veriliyordu. ABD egemenleri, bu ırkçı uygulamaların dünya ölçeğinde açığa çıkması nedeniyle1997’de “özür dileme” ikiyüzlülüğüyle tepkilerin önünü kesmeye yöneldiler. 1998 yılı verilerine göre Beyaz çocukların %16’sı, Siyah çocukların ise %41’i yoksul olarak, yoksul ailelerin çocukları olarak doğuyorlardı. Dünyanın bu en gelişmiş, en zengin ve her bölgesinde ordular bulunduran ülkesinde, Siyah yoksullar, 50 milyon barınaksız ile birlikte, gettolarda yaşıyor ve başka yerlere gidebilecek olanak dahi bulamıyor ve toplumsal yaşamdan soyutlanıyorlar. Bu o denli belirgin bir olgudur ki, Bil Clinton 1995’te, “ırk ayrımcılığı ABD’nin daimi lanetidir” diyerek durumu kabullenmişti. Bu durum, milyonlarca Siyah’ın on yıllar boyu ırkçı ayrımcılığa karşı sürdürdüğü mücadele sonrasında ve ‘çok yakın’ denilebilecek bir süre öncesinde ancak değişebildi.

J.W. Bush çetesinin yönetimindeki 2000’ler ABD’sinin, Huntington’un “Medeniyetler Savaşı” teorisinde de ifadesini bulan “İslam Dünyası”nı (!) terörle topyekûn ilişkilendirmesi ve “Genişletilmiş Ortadoğu ile Kuzey Afrika”ya “demokrasi ve özgürlük götürmek” üzere bir tür “Haçlı” politikası izlemesi salt sömürgeci yayılmacılığın değil, “üstün ve kurtarıcı misyona sahip” olma iddiasının da güncelleştirilmiş biçimlerinden biridir.

Beyaz ırkın üstünlüğü teorileri 19. ve 20. yüzyıllar Avrupa’sında da revaçtaydı. Buna göre, Beyaz ırk gelişmiş üstün vasıflara sahipti ve bu üstünlük ona “daha geri olanlar”ı ya da “geriden gelenler”i yönetme ayrıcalığı sağlamalıydı! F. Nietzsche gibi ideologların teorilerinden de güç alan Nazi faşizmi ve ırkçılığı, bu ırkçı anlayışı başka halkların kırımına dönüştüren politikanın en uç örneklerinden birini oluşturuyordu. Faşizm başka halklara karşı ırkçılık ve şovenizmin körüklenmesi ve bu “aşağı halklar”ın katledilmesinin hak sayılması da demekti. Nitekim yalnızca Nazi faşizmi örneğinde değil, faşist diktatörlüklerin hakim olduğu hemen tüm toplumlarda ve faşist partilerin politikalarında kendi ulusu dışındaki ulus ve halklara karşı düşmanlık en önemli özelliklerden biriydi.

Nazi ırkçılığı ve faşizmi, dönemin sözde en demokrat devletleri dahil, birçok ülkenin yöneticilerini kendi şoven milliyetçiliklerinin teorisini geliştirmede motive edici rol oynadı ve elli milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanan dünya ölçeğindeki bir savaşla yenilgiye uğratılmasından sonra da İspanya’dan Filipinler’e, İran’dan Şili’ye birçok ülkede faşist barbarlıklara ilham kaynağı olmaya devam etti. Güney Afrika’da ırkçı beyaz azınlık tarafından onlarca yıl sürdürülen Siyah çoğunluğa karşı ırkçılık Nazi ideolojisinden beslenirken en büyük desteği Amerikan emperyalistlerinden aldı. Irkçı-faşist kırımın hedefi olan Yahudiler, galip devletlerin desteğinde yerleştirildikleri topraklarda Filistin Arap halkına karşı ırkçı politika izlemekten geri durmadılar. Filistinliler topraklarından sürüldü, binlercesi katledildi ve tüm bunlar “Tanrı tarafından seçilmiş kurtarıcı halk-ulus olduğu” saçma iddiasıyla “İsrailoğullarının hakkı” olarak kutsandı. Bu Siyonist-ırkçı politikanın ilk sırada gelen destekçisi ise, dünyanın kendini en ileri, en demokratik ve özgürlükten yana gösteren gücü Amerikan emperyalizmiydi.

TÜRK ŞOVENİZMİNİN DEVLETÇİ KARAKTERİ

Türk devleti çok uluslu Osmanlı İmparatorluğundan ‘arta kalan’ topraklar üzerinde kurulduğunda, Balkan Savaşları’yla ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde kaybettiği topraklar üzerinde birçok ulusal topluluk kendi ulusal devletlerini kurmuş; ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ olarak adlandırılan devlet sınırları içinde Kürtlerin yanı sıra Arap, Rum, Ermeni, Suryani toplulukları kalmışlardı. Türk nüfus dışındaki en kalabalık ulusal topluluk Kürtlerdi. Kürtlerin üzerinde yaşadıkları topraklar ilkin Osmanlı İmparatorluğu ile Pers İmparatorluğu-İran Safavi Devleti arasında (1639) bölündükten sonra, ikinci kez birinci dünya savaşıyla pazarların, nüfus alanlarının ve toprakların emperyalist yeniden paylaşımı sonucu bölünmüş; etkin güçleri Fransız-İngiliz emperyalistleri olan devletlerin himayesinde Irak ve Suriye ile “bağımsız Türk Devleti”nin sınırları içinde kalan Kürt nüfus birbirinden ‘suni’ sınırlarla ayrılarak, farklılaşan bir gelişme sürecine girmişlerdi. En kalabalık kesim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları içindeydi. Türkiye Kürtleri, kapitalizmin gelişme seyrine bağlı olarak sonraki süreçte en gelişmiş Kürt kesimini oluşturdular.

Türkiye Kürtlerinin, Türk Devletinin kuruluşu öncesinden başlayarak ve aralıklı olarak gerçekleşen isyanlarının başlıca ve temel nedeni, ‘Türk ulusçuluğu’nun Kürtler başta olmak üzere diğer ulusal toplulukları ve haklarını ret etmesiydi. Türk burjuvazisi ‘son’ ve en modern Kürt isyanına; bu isyanın ateşlediği Kürt ulusal mücadelesinin kitlesel boyutlar kazanarak inkarcılığı fiilen geçersiz kılmasına dek, Kürtleri “Türk sayarak” (!) hem ulusal varlıkları ve haklarını reddetti hem de “bu Türkler”i (!) Türk nüfus içinde asimile etmek üzere kültürel-politik-ideolojik ‘yeniden şekillendirme’ye tabi tuttu. Türk şovenizmi, Avrupalı ‘Beyaz Adam’ın kendini yükümlü ve yetkili kıldığı işlevi ve özel olarak da 1930-40’lı yıllarda bu kıtayı baştanbaşa ateşe atan ve dünya halklarını alevle imtihana sürükleyen Nazi kıtalarına yön veren düşünce sisteminden “feyz” alarak gelişti. “Türkçülük” akımına göre, Türkiye toprakları üzerinde ve devlet sınırları içinde yaşayan herkes Türk’tü. Türk egemenleri, Türk ulusundan olmayanların “ancak Türk’e hizmet edebilecekleri” propagandasıyla ezen ulus şovenizmini körüklerken, ideolojik gıdalarını aynı zamanda “ari ırkın üstünlüğü” teorisinden almışlardı. “Türk Tarih tezi” ve “Güneş Dil Teorisi”yle Türk ve Türk’e dair özelliklerin “ayrıcalığı” ve “mutluluk kaynağı” olduğu iddiası, “ulusal eğitim ve şekillendirme”nin dayanağına dönüştürüldü. Bu teori, Türk olanı “üstün özelliklere sahip ve ayrıcalıklı olmaya layık” gösteren ırkçı bir teoriydi. İttihat ve Terakki yönetiminden başlayarak günümüzün muhafazakar milliyetçi Türk politikasına, yüz yıla yakın süredir “Türk’ün gücü”, “Türk’ün ululuğu”, “Türk’ün dünyaya bedel oluşu” üzerinden Türk olma “mutluluk” nedeni ve kaynağı gösterilerek sürdürülen propagandanın temel özelliği budur. Şovenizm böylece bizzat devlet ve kurumları eliyle, hükümetlerin ve sermaye partilerinin politikalarında, eğitim sistemi ve politikası aracıyla ve kesintisizce sürdürülen kültürel, ideolojik “terbiye edicilik ve şekillendirme” ile güçlendirilip kitle dayanağına kavuşturuldu.

Okullarda bunun eğitimi verildi. “Ulusal marş” ve “ant”larda bu anlayış dile getirildi. “Türklük” dışındaki ulusal-etnik kimliklerin varlığının kabulü ve bunlara dair haklardan söz edilmesi dahi “Türklüğe hakaret”, “Büyük Türk Milletinin birlik ve bütünlüğüne karşı caniyane düşünce ve eylem” olarak mahkum edildi.  Bunlara karşı her tür yaptırım; fiili saldırı, tutuklama ve cezalandırma hak sayıldı. Tüm bunlar yasa ve anayasa ölçeğinde hukuki korumaya alındı. Hem dayanaktan yoksun oluşu hem de şovenist karakteri nedeniyle tepki görmesi sonucu inandırıcılığını önemli oranda yitirmesine rağmen bu teori hala bazı sermaye partileri ve Türkiye’de yaşayan farklı ulusal kimliğe sahip ulus ve ulusal toplulukların inkarını sürdüren devlet kurumları tarafından sürdürülmektedir. Devlet tarafından kuramlaştırılan bu Türkçü söylem ve iddiaya göre, “herkesin Türk olduğunu” savunanlar gerçek, buna karşı ulusal-etnik çokluğu reddetmeyenler “sözde vatandaş”tırlar! MGK ve Genelkurmay bu iddianın sözcülüğünü yapmada başı çekmektedir. Geniş Türk halk kitlelerinin, devletin ve sermaye güçlerinin Kürtlere karşı izlediği yok sayma-hak tanımama, hak sahibi olmaya layık görmeme politikasına gereken tepkiyi ve yeterli düzeyde gösterememeleri; daha da önemlisi, bir bölümünün, sürdürülen “bölünme” propagandasının etkisinde kalarak Kürtlere karşı şovenist politikaya yedeklenmeleri, devlet güdümünde ve kurumları aracıyla sürdürülen bu kesintisiz şovenist ve inkarcı politika ve ideolojik-kültürel eylem bütünlüğünün sonucudur.

“Ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” (!) propagandasının ulusal azınlıklara ve Kürtlere karşı politikayı kitlelerin belirli kesimleriyle “paylaşır” kılmasının etkenlerinden biri de, Türk halk kitlelerinin emperyalist baskı ve ülkenin işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcileri tarafından uluslararası sermayenin piyonu haline getirilmesine karşı duygu, arayış ve öfkesidir. Türk devlet ve hükümet yöneticileri ve kapitalist parti sözcüleri bu tepkiyi Kürtlere yönelterek, hedef şaşırtmış; Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği istemlerini “Türk vatanı ve milletini bölme girişimi” göstererek, Türk ulusuna siyasal-kültürel-ulusal ayrıcalıkları hak gören; diğer ulus ve ulusal toplulukların ve haklarının inkar ve ihlalini kaçınılmazlık sayan şovenist milliyetçiliğe kitle desteği sağlayabilmişlerdir. Kürtlerin ulusal varlıklarının 80 yılı aşkın süre inkar edilmesi ve bunun bizzat devlet kurumları tarafından ve sermayenin parti, dernek, kuruluş, basın-yayın ve diğer güçlerinin katılımıyla sürdürülmesi, Kürtlere karşı baskı, sindirme ve asimilasyonun Türk halk kitlelerinin bir kesimi açısından da kabul görür olmasını sağlayabilmiş; ezen ulus milliyetçiliğinin devlet kurumlarının ve sermaye partilerinin politikasında kolektif-örgütlü karakter kazanması, diğer ulus ve ulusal topluluklara karşı düşmanca duyguların kitlesel boyutlara ulaşmasının önemli bir etkeni olmuştur. Muhafazakar Türk milliyetçiliği sadece MHP başta olmak üzere sağ-gerici parti ve örgütlerin ve “devleti kuran parti” olmakla övünen CHP’nin politikalarının değil, devletin temel kurumlarının politikalarının da içeriğini oluşturmuştur.

Kürt, Ermeni ya da Rum karşıtı şovenizm, şu ya da bu kişinin şoven-ırkçı hezeyanına değil, burjuva-küçük burjuva kitleleri başta olmak üzere toplumsal ilişkiler özelliği gösteren ‘kolektif tepki’ye dayanır ve bu ‘kolektif tepki’yi üreten ve canlı tutan devletin temel kurumsal yapılarıdır. Kendisini “milletin partisi” olarak reklam eden, ancak “millet”in ana kitlesini oluşturan Türk halk kitlelerinin hak ve çıkarlarının da karşısında yer alarak, uluslararası sermayeye hizmete odaklanan AKP ve hükümetinin “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” bu şovenist politikayı “hepimiz eşit ve kardeşiz” söylemiyle sürdürmeyi esas almaktadır.[5]

ULUSAL AYRIMCILIK VE ŞOVENİZMİN KAPİTALİST TEMELİ

Sermaye birikimi ve artı-değer üretimini esas alan ve bu temel üzerinde kurulan kapitalist dünya ekonomisinin en belirgin özelliği ürün, sermaye, emek-gücü dahil her şeyi metalaştırmasıdır. Kapitalist toplumsal ilişkiler içinde her şey pazarlanabilir değeriyle bir değerdir ve bu değeri de parayla ölçülür. Kapitalizmin uluslararası bir dünya sistemi ve emperyalist aşamasında her bir ülkenin halkalarından birini oluşturduğu bir zincir teşkil etmesi bu ‘gelişme eğrisi’ne uygun düşer. Sermayenin emek-gücüne ihtiyacı, dar kalıpların kırılmasını; dışlayıcılığın dışlanmasını gereksinir.

Sermaye için emek-gücünü en düşük maliyetle elde etmek; ona, ürettiğinin çok küçük bir bölümüne denk gelecek bir ücret ödeyerek karını artırmak, başlıca amaçtır. Kapitalist, emek gücünün düşük ücretle mal edinilmesini hedeflerken, kendi ülkesinin yedek ve ucuz işgücü kitlelerinin yanı sıra düşük ücretle çalışmaya ‘hazır’ bağımlı ülkeler emekçilerinin geniş kitlesine de göz diker. Kapitalizmin bu temel özelliği, pazarın bölünmesi ve meta ve sermaye hareketine devletler ve hükümetler eliyle sınırlamalar getirilmesiyle çelişir. Sermayenin genişleyen yeniden üretiminin ihtiyaç duyduğu engelsiz kapitalist pazardır.

Ancak kapitalizmin bir diğer ve başlıca özelliği de, dengesiz gelişmeye ve rekabete mahkum oluşudur. Kapitalizm, büyüklerin küçükleri yutması / yok etmeleri, rakiplerin keskin pazar kapışmaları, pazarların ve toprakların fethi / işgali, sömürgeleştirme ve bağımlılık ilişkileri içine almayla “at başı” ilerler. O, burjuvazinin ulus çıkarları gerekçesiyle başka ulus ve halklara karşı ve pazarlar-etki alanları için politikalarını, rekabet ve çatışma içinde sürekli yeniden üretir. Milliyetci ideoloji ve politika bu kapitalist “iklimi”nde; bu ilişkiler üzerinde gelişir ve yükselir. Modern ulus devletlerin oluşumunda, geçici bir süre için ulusu birleştirici rol oynayan milliyetçi ideoloji, ulusların birbirleriyle ilişkilerinde ayrıcalıklar isteyen, şoven ve ırkçı bir “aşırılık” olarak şekillendiğinde ise, ulusal düşmanlıkların körükleyicisi olma işlevi görür ve kurtuluşları kapitalist sömürünün ortadan kaldırılmasında olan işçi sınıfıyla tüm emekçi ve ezilenlerin önüne bölücü-yıkıcı engeller çıkararak toplumu geriye doğru sürükleme etkeni olur. Ezen-ezilen ulus ilişkileri kapitalist emperyalizmin bu iktisadi-sosyal ve siyasal “gerçekliği” temelinde şekillendiler ve farklı ulusların birbirleriyle ilişkileriyle bu ilişkilerdeki değişim son tahlilde bu kapitalist temel tarafından belirlenmiştir.

Şovenist-ırkçı söylem ve politikaları sürdürelenler, kapitalizmin bu özelliklerine ve bu politikanın dışlayıcı, yok sayıcı ve asimilasyoncu karakterine rağmen, kapitalist uluslararasılaşmaya işaret ederek, “dar yerel çıkarlara bağlılıkların sınırlarının aşıldığı zamanlarda olduğumuz” vaazıyla halkları boyunduruk altına almak üzere giriştikleri saldırılara sessiz kalınmasını, ulusal kurtuluş kavgalarından geri durulmasını istiyorlar. Küreselleşme” söylemi eşliğinde ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, sömüren-sömürülen; ezen-ezilen ilişkisi en modern biçimlerinden en ilkel biçimlerine bir karışım içinde doğrudan ve dolaylı, açık ve sinsi yöntemlerle sürdürülürken, buna karşı mücadele “dar çıkarlara bağlanma, yerelcilik ve bölücülük” olarak suçlanıyor.

Burjuva kapitalist sistemin uluslararası kurumlarında ve her bir “ulus devlet”te, bu kurum ve devlet sözcülerinin “insan hakları”, “hak eşitliği” ve “uluslararası ilişkilerin karşılıklı saygı temelinde ve içişlerine karışmadan” sürdürülmesi üzerine iddialı sözlerine rağmen, ulusal baskı, horgörü ve ayrımcılık devam etmektedir.[6]

Kapitalizm, rekabet ve çıkar kavgası sistemidir ve tekellerin hakimiyeti bunu daha sert, daha keskin hale getirmiştir. Ulusal ayrımcılık ve baskı politikaları, eşitsizlik ve hegemonya, toprakların fethi ve ülkelerin işgali rekabetin; pazar ve etki alanı kavgalarının kapitalist emperyalizm koşullarında kaçınılamaz olmaları olgusuyla bağlıdırlar. ABD başta olmak üzere başlıca emperyalist ülkelerin yönetimleri, günümüzde de sınırlarının binlerce hatta on binlerce kilometre uzağındaki ülke ve toprakları işgal ediyor ve bunu “ulusal çıkarlarının gereği” olarak açıkça ilan ediyorlar. “Ulusal çıkarlar” söyleminin emperyalist politikadaki anlamı başka halkların, toprakların ve pazarların denetim ve boyunduruk altına alınmasıdır. En yakın örnek, petrol sahalarına el koymak üzere Libya’ya karşı girişilen saldırıdır. Irak ve Afganistan’ın işgali bu yayılmacı politikanın “teröre karşı savaş” gerekçesiyle uygulandığı diğer iki ülkedir.

bitirirken

Irkçılığa ve şoven ayrımcılığa karşı ezilen ulusların, bağımlı halkların ve işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin sürdürdükleri mücadele sonucunda bu baskıcı ve ayrımcı politika ve kültür süreç içinde geriletilmesine; NAZİ ırkçılığının, ırkçı beyaz Afrika diktatörlüğünün ve Siyonist işgalcinin Filistin Arap halkına karşı politikalarının uluslararası ölçekte teşhir olması, Yahudi katliamının yol açtığı tepkinin hala etkili olmaya devam etmesi, G. Afrika’da beyaz ırkçılığın yenilgiye uğratılması vb. gelişmeler, bu politika ve kültürün eskisi gibi sürdürülmesini zora düşürmesine karşın, o, en açık biçimleriyle Filistinlilere karşı İsrail politikasında, Kürt ulusunu ve haklarını inkar eden Türk şovenizmi pratiğinde, siyahlara karşı horgörüde ve Avrupa’daki yeni NAZİ hareketleriyle sağ partilerin yabancılara karşı politikalarında görüldüğü üzere hala güncel ve aktiftir.

Milliyetçilik ve onun şoven-ırkçı biçimleri sınıf farklılıklarının, sınıf sömürüsü ve mücadelesinin üzerini örterek tüm toplumu bir “tek ve bölünmez bütün” gibi göstererek muhafazakar milliyetçi politikalara güç verir. Bu politikalardan en fazla zarar görenler ise işçi sınıfı ve emekçilerdir. Milliyetçilik önünde sonunda bir burjuva akımı-politikasıdır. Tarihsel olarak burjuvazinin kendi pazarına hakim olma, pazarını sömürme politikasına bağlanmıştır.

Ancak, ‘milliyetçilik vardır, milliyetçilik vardır’. Ne her tür milliyetçilik ırkçılık ve şovenizmle maluldür ne de baskıya karşı hak eşitliğini hedefleyen ve boyunduruktan kurtuluşu amaçlayan milliyetçilik (yurtseverlik), başka halkların ulusal haklarının gaspını-yok sayılmasını politika edinen şovenizmle aynıdır. Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşları örneğin, ulusal haklar gibi ulusun ortak duygu ve istemlerinin savunusunu esas alan bir yurtseverliği gerektirirken, bir ulusun başka bir ülke ve ulusun boyunduruk altına alınması için seferber edilmesini kışkırtan ulusçuluk politikası doğrudan doğruya ilhakçı, gerici ve şovendir.

Irkçı ve şoven politika ve kültür, milliyetçiliğin başka ulus ve halklara karşı ayrıcalıklarını esas alan “aşırı bir yoğunlaşması”dır ve milliyetçiliğin başka halklara karşı düşmanca politikalar olarak devlet ideolojisi şeklinde bu biçimlerdeki belirmesi, tüm uluslardan işçi ve emekçilerin uluslararası kardeşliği, dayanışması ve birliğinin önündeki en önemli barikatlardan biridir.

Kendi ulusuna ayrımcılığı hak gören ya da öyle olması gerektiğini vaaz eden ezen ulus milliyetçiliği baskı ve ayrımcılığa hedef olan ezilen ulusun kurtuluş hareketi ve politikasıyla “eşit” görülemez. Milliyetçilik başka halklara karşı ayrıcalıklar savunusu ve başka halklara baskıya dönüştüğünde gerici bir karakter kazanır ve buna karşı mücadele şarttır. Boyun eğdirmeye, asimile ederek yok etmeye çalışan milliyetçilik ile ulusal haklarına sahip olarak ve başka uluslarla eşit haklar temelinde yaşama mücadelesini içeren milliyetçilik aynı değildir. Egemen ulus burjuvazisinin “vatanın bölünmezliği ve savunulması” söylemiyle yürüttüğü politikanın haksızlığı ve şovenist karakteri, onun kendi dışındaki ulus ve etnik grupların haklarını reddediyor oluşunda; onları kendi vatanlarında, kendi ulusal haklarını özgürce kullanmaya layık saymamasındadır. Buna karşı mücadele ezen ulus işçi ve emekçilerinin tarihsel, zorunlu ve ertelenemez sorumluluğudur.



[1] Farklılıkların ortadan kalkmasının zora dayanmayan, iktisadi temelin sömürü ve eşitsizlikleri doğurmayan değişimiyle devrimci bir tarzı ve yolu da vardır.

 

[2] Burada ABD’nin soykırımcı uygulamaları ve sömürgeci politikalarına özel dikkat çekilmesinin nedeni, onun kapitalist dünyanın en gelişmiş temsilcisi olmasının yanı sıra, “özgürlük ve eşitlik” üzerine uluslararası burjuva yalanının da en önemli sözcüsü olmasıdır.

[3] “Eşit ama ayrı” uygulaması o denli ayrımcıydı ki, Oklohama’da, üniversiteye kabul edilmek zorunda kalınan bir siyah öğrencinin sandalyesi sınıfının dışına, kapı önüne konmuş; dersleri böyle dinleyerek eşit haklardan yararlanması sözüm ona sağlanmıştı!

[4] 1968’de Mexico City’de  yapılan Olimpiyat koşuları 200 metre finalini birincilikle bitiren ABD’li Tommie Smith (Siyah) üçüncülükle bitiren John Carlos (Siyah) ve ikincilikle bitiren Avusturyalı Peter Norman (Beyaz) kürsüye yoksul ve Siyah ırka karşı izlenen politikaları protesto eden işaretler yapmaları nedeniyle cezalandırılmış ve ülkelerinde spor yapmaları olanağına son verilmiştir.

[5] Söz konusu dayanaksız iddia bu makalenin konusunu oluşturmuyor. Bu nedenle, iki noktaya  işaret etmekle yetineceğiz: “Milli birlik ve bütünlük” ya da “Milli Birlik ve Kardeşlik” üzerine söylem, toplumsal nesnel durumu gözardı etmektedir. “Ulus”, “bütün”lük içinde homojen bir “kitle” değildir. O sömüren-sömürülenler olmak üzere sınıflara bölünmüştür ve bu sınıflar birbirleriyle kıyasıya mücadele içindedirler. Egemen sınıf ve siyasal-askeri ve ideolojik temsilcileri basın-yayın araçları başta olmak üzere ellerindeki araç ve olanakları kullanarak üstünü örtmeye çalışmalarına karşın, işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarıyla başta tekelci kesimi olmak üzere burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, fabrika ve işyerlerinde, yoksul semtlerinde, ücret sorunlarından yaşam ve çalışma koşullarına dair her alanda iktisadi-siyasal ve partiler düzeyinde örgütlenmiş şekilde giderek keskinleşmektedir. “Milli Birlik ve Kardeşlik” ya da “Milli Bütünlük” söylemi diğer yandan, ulusal eşitsizlik, baskı ve ayrıcalık politikasını ve bu politikanın yol açtığı çelişkilerin üstünü örtmektedir. Türkiye, Türk ve Kürt ulusları ve Arap, Zaza, Rum, Ermeni, Suryani gibi çeşitli ulusal toplulukların yaşadıkları çok uluslu bir ülkedir ve bu durum “tek millet” iddiasını geçersiz kılar. Bu iki olgusal gerçek “Tek millet, tek dil” iddiası gibi “milli birlik ve bütünlük” ya da “milletin bölünmez birliği” varsayımlarını geçersiz kılmakta ve milliyetçiliğin, özellikle de ezen ulus milliyetçiliği / şovenizminin sınıf çelişkilerinin üzerini örtme ve farklı diğer ulus ve ulusal toplulukların ülkedeki varlıklarını inkarı esas aldığını göstermektedir.

[6] Birleşmiş Milletler Örgütü, örneğin 1965’te imzaya açıp 1969’da yürürlüğe koyduğu “Irk Ayrımcılığının Bütün Biçimlerini Kaldırmaya İlişkin Sözleşme”nin 1. maddesinde, “Siyasal, ekonomik, toplumsal ya da kamusal yaşamın herhangi bir alanında eşit, insan hakları ve temel özgürlüklere dayalı, yararlanma ya da kullanmayı ortadan kaldırma ya da engelleme amacına dönük ırk, renk, soy, ulusal ya da etnik kökene dayalı herhangi bir ayrımın, dışlamanın, sınırlamanın veya tercihin ırk ayrımcılığı anlamına geleceği” ni ilan etmişti. (abç)

 

Bir “Türk Sorunu” Olarak Kürt Ulusal Mücadelesi ve Birlikte Yaşamanın Yolu

 

1. İNKÂRDAN DIŞLAYICI MİLLİYETÇİLİĞE GEÇİŞİN KISA TARİHİ

Kürtlerin ulusal varlığının ve bu varlığa dayalı haklarının kabul edilmemesinden kaynaklanan Kürt sorunu, Cumhuriyet tarihi boyunca başkaca olgularla izah edilen bir sorun olageldi. Dönemin koşullarına göre, ülke egemenleri Kürt sorununu, “dış güçlerin kışkırtması”, “ekonomik geri kalmışlık sorunu”, “terör sorunu” olarak gördüler/gösterdiler. Son Kürt isyanı olarak nitelenen ve 1980’li yılların başlarından bugüne devam etmekte olan Kürt ulusal mücadelesi sürecinde de geleneksel yaklaşım devam etti. Sorun Suriye, Yunanistan, Ermenistan gibi “dış güçlerin kışkırttığı bir terör sorunu” olarak gösterildi. Medya yıllarca “sünnet olmamış teröristler” söylemini dilinden düşürmedi. Toplumun algısının “devletin bölücü terörle mücadelesi” üzerine odaklanmasına yönelik politikalar geliştirildi. Bu politika ve söylemlere dönem dönem “Bölgenin ekonomik geri kalmışlığına son verecek paketler/planlar” eşlik etti. Bütün bu süreçleri karakterize eden temel olgu, Bölgede yaşananların Batıda yaşayan halka farklı biçimde yansıtılması ve bu manipülasyon üzerinden geniş halk kesimlerinin gerici, ırkçı-şoven politikalara kazanılmasıdır.

Çatışmaların en yoğun yaşandığı, binlerce faili meçhulün, yargısız infazların yapıldığı, köylerin yakılıp milyonlarca insanın evini yurdunu bırakıp göç etmek zorunda bırakıldığı 90’lı yıllarda bile soruna dair genel algı, “devletin bölücü terörle mücadelesi” biçiminde şekillendi.

Bu tablo, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra (bu arada Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesiyle artık sorunun da biteceği beklentisini yaratıldığını da belirtmek gerekiyor) Kürt hareketi tarafından ilan edilen tek taraflı ateşkesle birlikte Kürt ulusal mücadelesinin daha çok kitlesel halk eylemlerine yönelmesi ve ABD’nin Irak müdahalesi sonrasında algı, Bölgede oluşan yeni dengelerle değişmeye başladı. 2000’li yıllarla birlikte düne kadar askeri önlemlerle çözülecek bir “terör sorunu” olarak algılanan/görülen Kürt sorunu, artık talepleri için Bölgenin ve ülkenin çeşitli kentlerinde alanlara çıkan bir halkın sorunu olarak, Türk ve ülkenin diğer milliyetlerinden halkın önünde duruyordu. Üstelik Talabani ve Barzani, 90’lı yıllarda PKK’ye karşı mücadelede devletle işbirliği yapan “aşiret reisleri” olarak anılırken, yeni dönemde Irak’ta cumhurbaşkanı ve bölgesel yönetim başbakanı olarak karşımıza çıktılar. Varlıkları ve ulusal istemleri hep yok sayılan Kürtler, eğitimin her kademesinin Kürtçe yapıldığı, kendi bayrağı ve meclisi olan Kürt Federe Yönetimi ile kapı komşumuz oldular. Önceleri Kürtlerin federe oluşumunu tanımayı reddederek bunu ‘kırmızı çizgi’ olarak ilan eden Türkiye egemenleri, hem ABD’nin kendi Kürtlerine karşı mücadele için Güney Kürtleriyle işbirliğini işaret etmesi, hem de Irak’a savaş tezkeresinin reddedilmesinden sonra gözünden düştükleri ABD’nin Bölgesel taşeronu rolünü daha iyi oynayabilmek için 2005’te bu ‘kırmızı çizgi’ siyasetinden geri adım atmak zorunda kaldılar.

Ülke sınırları içinde yaşayan Kürtlerin demokratik istemlerinin reddi ve Kürt ulusal hareketinin imha edilmesi temelinde Güney Kürtlerinin Federe yönetimini tanıma, egemen sınıfları bugüne kadar devam eden bir çelişki ve açmaza sürüklemiştir. Artık Kürtleri yok saymanın olanakları ortadan kalkmış ve gelinen yerde ülkedeki Kürtlerin statü talebinin önüne geçmenin olanaklarının tükenmiş olduğu ortadadır. Bu noktada yapılması gereken açıktır; ya Kürtlerin taleplerinin karşılanması yönünde adımlar atılacak ya da Kürt düşmanlığı körüklenerek gerici politikalarla bu istemlerin önüne geçilmeye çalışılacaktır. Bugüne kadar ülke egemenlerinin temel eğilimi ikincisinden, Kürtlere karşı dışlayıcı bir milliyetçiliğin körüklenmesinden yana olmuştur. Geçtiğimiz günlerde Silvan’da 13 askerin öldürüldüğü çatışmadan sonra (burada, Demokratik Toplum Kongresi’nin “Demokratik Özerklik” kararını ilan ettiği gün yaşanan bu olayda –ki söz konusu çatışma PKK’nin ‘eylemsizlik’ kararına rağmen devlet güçlerinin yaptığı operasyon sonucu yaşanmıştır– askerlerin yanarak ölmesinin yine devlet güçlerinin müdahalesi sonucu olduğuna dair ciddi kanıtlar olduğunu da söylemek gerekiyor) yaşanan olaylar, dışlayıcı milliyetçiliğin ülkeyi bir iç savaşa sürükleyecek kadar tehlikeli bir hatta ilerlediğini göstermiştir. BDP binalarının yakılmasıyla başlayan saldırılar, Kürtlerle ilgili her şeye düşmanlık, Kürt müzisyen Aynur Doğan’ın susturulmasına ve Kürt işçilere karşı linç girişimlerine varmıştır. İşte bu dışlayıcı milliyetçilik, Kürtlerin inkâr koşullarının ortadan kalktığı ve üstelik ülke egemenlerinin kendi Kürtlerine karşı Güney Kürtleriyle işbirliğine yöneldiği süreçle başlayıp günümüze kadar gelmiştir. Hatırlayalım, 2005’te dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök, Mersin’deki ‘bayrak provokasyonu’ sonrasında Kürtleri “sözde vatandaş” ilan etmiş, yine “sosyal demokrat” CHP’nin faşist milletvekili Sinan Aygün, 2006’da Ankara Ticaret Odası başkanıyken “Kürtler beğenmiyorlarsa Barzani babalarına gitsinler demişti. Dünün hükümet sözcüsü, bugünün Meclis Başkanı Cemil Çiçek de “Nijerya’daki Nijeryalılara Türkçeyi öğrettik. Hakkâri’dekine, Diyarbakır’dakine halen Türkçeyi öğretemedik” sözleriyle dışlayıcı milliyetçiliğin AKP politikalarından azade olmadığını ortaya koymuştu. Ama Kürtlere karşı dışlayıcı milliyetçiliği açıktan dillendirerek ‘beyaz Türkler’in sözcülüğü yapan, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök oldu. Özkök, geçen yaz (2010 Temmuz) Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Bursalı’nın “Devletin Kürtlere karşı ayrılma kozunu oynamasını ve Kürtlere bunun faturasını göstermesini” öneren yazısından hareketle Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız?” sorusunu gündeme getirmişti. Özkök, Kürtlere kendilerini imtiyazlı hale getirecek kadar hak verildiğini, ama Kürtlerin yine de bunlarla yetinmediğini savunuyor ve bu soruyu sorarken, Kürtlerin ayrı bir ulus olarak haklarının tanınmasını değil, onların talepleriyle hesaplaşmayı esas alıyordu. Üstelik nankörlükle suçladığı Kürtlerle hesaplaşmayı bütün toplum kesimlerine yaymaya çalışarak, Türk-Kürt düşmanlığını körüklüyor, ırkçı-gerici bir zihniyete hizmet ediyordu.

Ertuğrul Özkök’ün “Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız?” sorusunu sorduğu günlerde KONDA tarafından gerçekleştirilen “Kürt Meselesi’nde Algı ve Beklentiler” konulu araştırmanın sonuçları, dışlayıcı milliyetçiliğin vardığı nokta konusunda çarpıcı sonuçlar ortaya koymaktadır. 59 il ve 374 ilçede yapılan araştırmaya göre, Türklerin yüzde 57,6’sı gelin veya eş olarak, yüzde 53,5’i iş ortağı olarak, yüzde 47,4’ü komşu olarak bir Kürt’ü istememektedir. Bu tür araştırmaların toplumsal gerçekliği yansıtmada yanılma paylarını göz ardı etmemekle birlikte, verilerin toplumsal ayrışma bakımından ciddi bir tehlikeye işaret ettiği açıktır. Dolayısıyla bugün Kürt sorununun eşit haklar temelinde birlikte yaşama dayalı çözümü önünde dışlayıcı milliyetçilik önemli bir engel ve tehdit durumundadır.

2.        TÜRK SORUNU

Ulus, kapitalist üretim güç ve ilişkilerin gelişerek feodalizmin duvarlarını yıktığı ve kendine yeni pazarlar yarattığı bir dönemde şekillenen tarihsel bir kategoridir. Uluslaşma süreci kapitalizmin anavatanı olan Batı Avrupa’da 19. Yüzyılda büyük oranda tamamlanırken, Doğu Avrupa ve Asya’da ise bu süreç 20. Yüzyılda da devam etmiş, hatta kimi ulusal meseleler, Kürt sorunu örneğinde olduğu gibi, Cumhuriyet rejiminin Kürt ulusunun varlığının reddi üzerine kurulmuş olması nedeniyle, günümüze kadar gelmiştir. Ulusal sorun, esas olarak burjuva karakterli bir sorundur. Ulus kategorisi, burjuvazinin kendi çıkarlarını ulusun bütün sınıf ve katmanlarının çıkarıymış gibi göstermesine hizmet eden bir örtüdür. Ancak işçi sınıfı ile burjuvazi arasında sınıf mücadelesinin sürdüğü koşullarda ulusal sorun, işçi sınıfının ulusal baskı ve ayrımcılığa karşı halklar arasında eşitliği ve bu eşitlik temelinde sınıf kardeşliğini örmek üzere uğruna mücadele ettiği demokratik bir talep haline gelmiştir.

Burjuvazi, kendi pazarını kurduğu, kendi uluslaşma sürecini sağladığı koşullarda da ulus/millet kategorisini sınıfsal çelişkilerin üstünü örtmek, kendi çıkarlarını bütün ulusun çıkarıymış gibi göstermek için kullanmaya; başka bir deyişle milliyetçiliği bir yönetme biçimi olarak kullanmaya devam eder. “Milli çıkar”, “milli birlik” gibi söylemler kapitalizm döneminde burjuva egemenlerin dillerinden düşürmedikleri kavramlardır. Türkiye’de Cumhuriyet burjuvazisi, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitleyiz” söylemiyle kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları gibi gösteren bir propagandayı sürdürmüş, üstelik rejimin kuruluş sürecinde iki kurucu unsur/ulustan biri olan Kürt ulusunu varlığını yok saymış, zor ve şiddet politikalarıyla Kürt coğrafyasını kendi pazarı içinde tutmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan onlarca Kürt isyanı da, başka bir ulusun hak istemi olarak değil, “milli birliğimiz”e kasteden güçlerin kalkışması/kışkırtması olarak gösterilerek geniş halk kesimleri bu gerici/milliyetçi politikalara yedeklenmiştir. Dolayısıyla milliyetçi şoven söylem ve politikalar, sadece Kürtleri yok saymanın ve baskılamanın aracı olmakla kalmamış, aynı zamanda Türklerin ve diğer milliyetlerden halk kesimlerinin bu gerici politika ve söylemlere yedeklenerek yönetilmesinin bir aracı olarak da kullanılmıştır.

Marx, ulusal sorunun ezilen ulusları baskılamanın ötesinde ezen ulusun geniş halk kitlelerinin yönetilmesinin bir aracı olarak kullanılması gerçeğini “başka bir ulusu ezen ulusun özgür olamayacağı” sözleriyle ortaya koymuştur. Türkiye’de sadece Kürtler değil, Türkler ve diğer milliyetlerden halk kesimlerinin, öncesi bir tarafa, son otuz yılda yaşadıkları, bu gerçeği bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Kürt sorununda çözümsüzlük politikalarından beslenen şiddet ortamında yaklaşık 40 bin insan yaşamını yitirmiş, 17 bin faili meçhul, binlerce kayıp, işkence, tecavüz, adam kaçırma olayı yaşanmıştır. OHAL ile Bölgede her türlü demokratik hak ayaklar altına alınırken, ülke genelinde DGM’ler ve sonrasında özel yetkili mahkemeler düşünme, örgütlenme, basın özgürlüğünü ortadan kaldırmaya, ülke “terör yasaları” ile yönetilmeye devam etmektedir. Bu süreçte devletin savaş için harcadığı kaynaklar resmi rakamlara göre 350-400 milyar dolar civarındadır. Bu paralar halkın cebinden çıkmış, ama eğitim, sağlık, altyapı, istihdam için yatırım olarak kullanılmak yerine, başka bir halkın –Kürt halkının– topraklarının bombalanmasına, bu toprakların askeri ablukaya alınmasına harcanmıştır. Sadece Kürt halkının değil, Türk halkının da savaştan payına düşen ölüm, daha fazla işsizlik, açlık ve yoksulluk olmuştur. “Terörle mücadele” adı altında Bölgede 3800 köy ve mezra ya yakılmış ya da zorla boşaltılmış ve zorunlu göç uygulaması nedeniyle yaklaşık 3 milyon insan kentlerin varoşlarında barınma, beslenme, iş, sağlık başta olmak üzere her türlü insani yaşam koşularından mahrum şartlarda yaşamını sürdürme mücadelesi vermiştir. Bu politika, işsizlik, yoksulluk ve açlığı büyük kentlere de daha yoğun olarak taşımış; burjuvazi, bu gelişmeleri işçi-emekçileri her türlü haktan mahrum koşullarda çalıştırmak için kullanmıştır/kullanmaya devam etmektedir. Ülke egemenleri, savaşı, geniş halk kesimlerini gerici-şoven politikalara yedeklemek, daha fazla açlık ve işsizliğe razı etmek için kullanmış, ülke adeta burjuvazi için dikensiz gül bahçesi haline getirilmiştir. Kürt halkına ve demokrasi güçlerine karşı örgütlenip faaliyete sokulan JİTEM-kontrgerilla örgütlenmesi, zamanla çetelerin, mafyanın bütün ülkeyi kuşatmasına kadar varmıştır. Son dönemde futbolda şike ile ilgili ortaya çıkan gerçekler bu örgütlenmenin hem vardığı nokta, hem de mali gücü bakımından dikkat çekicidir. Burada, AKP döneminde yapılan Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının, JİTEM-kontrgerilla gibi karanlık örgütlerin ortaya çıkartılıp tasfiyesinden çok egemenlik mücadelesinde AKP’ye karşı olan güçlerin tasfiyesi biçiminde ilerlediğini, mesela gerçeklerin bütün yönleriyle açığa çıkartılması için gündeme getirilen ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ kurulması talebinin AKP tarafından engellendiğini de belirtmek gerekiyor. Bu sürecin ortaya çıkardığı bir diğer çarpıcı gerçek de, 1970’lerde yüzde birkaç oy alan ve sivil faşist örgütlenmeye dayanan MHP’nin yüzde 10-20’ler arasında oy alan bir kitle partisine dönüşmesidir (son seçimlerde AKP’nin MHP’yi etkisizleştirmesi ve bağlı gelişmeler ayrı bir tartışma konusudur). Özetle devletin son 30 yılda Kürt ulusal mücadelesine karşı uyguladığı baskı ve şiddet politikaları, Türk halkı için de her türlü demokratik hakkın ve mücadelenin “terör destekçiliği” ile damgalandığı, örgütlenmenin, sendikal hakların, düşüncenin engellenip suç sayıldığı, işsizlik ve yoksulluğun giderek arttığı, çocuklarının adı konmamış bir savaşta öldüğü ve hep korkuyla yaşadıkları ve bu korku nedeniyle gerici politikalara daha fazla sarıldıkları bir süreç olmuştur.

Bugün Kürt sorununun, baskı ve şiddet politikalarıyla, operasyonlarla çözülemeyeceğini askerler de söylüyor. Ama yine de şiddet ve çatışmalar toplumdaki milliyetçi algıyı, şovenizmi tırmandırmanın aracı olmaya devam ediyor. Öte yandan Kürt ulusal hareketi ve mücadelesinin bu geçen sürede egemenlerin bunca saldırısına rağmen güç ve etkisini, örgütlülüğünü arttırmaya devam ettiği ortadadır.  İşte ülke egemenlerinin 90’ların sonlarındaki AB Uyum Yasaları’ndan AKP’nin Kürt açılımına Kürt sorununu çözme adına gündeme getirdikleri ve genel olarak çerçevesi bireysel haklar temelinde atılacak adımlarla sorunu çözmek olan politikalar, bu gerçekliğe dayanmaktadır. Egemen sınıflar kendi çıkar ve egemenlik ilişkilerini zora sokacak kolektif hak ve statü taleplerini geriletmek, Kürt hareketini bölmek-etkisizleştirmek için çeşitli manevralar yapmaya çalışmaktadır. Mesela liberal burjuvazinin sözcülerinden Mümtaz’er Türköne, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in Diyarbakır’da katıldığı bir toplantıda konuşmasına Kürtçe selamlama ile başlamasını “Sermaye, piyasa ihtiyaçlarını merkeze alan evrensel duruşu ile Türkçeyi de, Kürtçeyi de hiç komplekse kapılmadan iletişime geçmek için seferber ediyor” sözleriyle değerlendirmektedir. Egemen sınıflar Kürtlerin üzerine bomba yağdırırken ya da Kürtlerin istemleri konusunda pazarlık yaparken, kendi sınıfsal çıkarlarının, egemenlik ilişkilerinin devamını esas almakta ve üstelik bu politikayı “milli çıkarlar” adına uyguladığı propagandasını yapmaktadır.

Peki, devletin Kürt halkına karşı uyguladığı inkâr, imha ve asimilasyona dayalı politikadan Türk halkının çıkarı nedir? Ya da tersinden sorarsak, mesela Kürtlerin okullarda kendi dillerinde eğitim görmesinin Türk halkına kaybettireceği bir şey var mıdır? Açıktır ki, bugün örnek olarak gösterilen burjuva demokrasisinin olduğu birçok ileri kapitalist ülkede birden çok dille eğitim yapılmaktadır. Demek ki, Kürtlerin kendi dillerinde eğitim görmesinin ülkeyi böleceği söylemi, halkı gerici politikalara yedeklemek için ortaya atılmış bir yalandır. Savaştan beslenen egemen sınıf ve güçler, Kürtlerin demokratik haklarını elde etmelerini egemen oldukları pazar ilişkileri ve çıkarları için bir tehdit olarak görmekte ve bu yüzden “bölünme” fobisini yayarak, bütün halk kesimlerini bu gerici politikalarına yedeklemeye çalışmaktadır.

Devam edelim. Demokratik Toplu Kongresi (DTK) geçtiğimiz günlerde “demokratik özerklik” kararını ilan ederek, kardeşliğin eşit haklar temelinde yeniden tesisini ve ortak vatanda birlikte yaşamın yolunu açacak statüyü ortaya koymuştur. DTK’nın “demokratik özerklik” modelini tarif eden taslağında ekonomik politika, “topluluklar ekonomisi yaratılması (köy komünleri, kooperatifler vb. -yyk) temelinde işsizliğin ve yoksulluğun ortadan kaldırılması” ve bu temelde “azami kârı hedeflemeyen kullanım değerini esas alan anti tekelci eşitlikçi dayanışmacı bir ekonomik sistemi oluşturmak” biçiminde açıklanmaktadır. Bu taslak, burjuvazi ve medyadaki sözcülerinin “tüylerini diken diken yapma”ya yetmiştir. Hemen “Stalin döneminden kalma bu modelin ekonomik çöküntüye yol açacağı” yalanına sarılmışlardır. GAP’ın emperyalist tekeller yerli ortakları tarafından parsellenmesi, Bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması Türk halkına ne kazandırmaktadır? Daha doğrusu bir şey kazandırmakta mıdır? Elbette hayır. Bu kaynakların halkın çıkarına kullanılması, milyonlarca Kürtün iş, toprak taleplerinin karşılanması, aynı zamanda Türk halkının kazanımı olacaktır. Çünkü kaynakların halkın çıkarları temelinde kullanılması halkın refahını arttıracak, işsizlik ve yoksulluğu azaltacak, göç büyük oranda engellenmiş olacak ve Batı’daki Türk işçiye karşı sermayenin sömürüsü, düşük ücret ve ağır çalışma şartlarını dayatması belli oranda dizginlenmiş –bu yönde atılacak adımlar, elbette bir bütün olarak kapitalizmin işleyiş yasalarını değiştirmeyecektir– olacaktır. Yani yağmaladığı kaynakların özerk yönetim tarafından kamusal çıkarlar temelinde kullanılması ve Kürt coğrafyasından göçün büyüttüğü işsizler ordusunun bu politika nedeniyle küçülmesi ve dolayısıyla yoğun sömürü ve ağır çalışma koşullarını uygulamakta zorlanmaya başlayacak olması, ancak tekelci sermayenin, büyük burjuvazinin çıkarlarını tehdit etmektedir.

Görüldüğü gibi, Kürt halkının ulusal demokratik istemlerinin karşılanması, halkların eşit haklar temelinde birlikte yaşayacakları, emekçilerin sermayenin gerici politikalarına karşı birlikte mücadele edebilecekleri koşulları sağlamış olacak, öte yandan egemen sınıfların milliyetçi politikalarla halkı daha fazla baskı ve sömürüye mahkûm etme koşulları ise, büyük oranda ortadan kalkmış olacaktır. Bu yüzden burjuvazi, kendi sömürü ve yağma koşullarını için tehdit olarak gördüğü “demokratik özerklik” statüsünü bütün ülkeyi felakete sürükleyecek bir talep olarak göstererek, Türk halkı ve her milliyetten geniş emekçi kesimleri milliyetçilik üzerinden kendi gerici politikalarına yedeklemeye çalışmaktadır. Öyleyse Kürt sorunu, aslında bir Türk sorunudur; Türk halkının, işçi ve emekçilerin baskı, sömürü ve yağmaya dayanan sermaye düzeninin örtüsü olarak kullanılan milliyetçi-şoven politikalardan kurtarılması sorunudur.

Büyük burjuvazinin çıkarlarını yansıtıp işini gören şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliği, ezen ulusun, Türk ulusunun başlıca burjuva orta sınıflarını, en başta küçük burjuvaziyi hedef almakta ve onu etkilemektedir; ancak tartışmasızdır ki, isçi sınıfı ve emekçilerin çeşitli kesimleri içinde de, sınıf birliğini ve birleşik mücadelelerini zayıflatıp güçten düşüren etkide bulunur. Bu da, işçi ve emekçiler içinde de şovenizme karşı mücadelenin önemini ve gereğini artırır.

3.        ŞOVENİZME KARŞI MÜCADELE VE BUNUN BİR OLANAĞI OLARAK BLOK

Milliyetçilik, egemen sınıfların çıkarlarını “ülke çıkarları” gibi göstermesine hizmet eder; şovenizm ise, bu çıkarların korunması adına başka halklara düşmanlığı temel alır. Türk egemen sınıfları, Kürt sorununu, Kürtlerin ulusal hak istemli kalkışmalarını on yıllarca sorunun adını koymadan “ülkenin bütünlüğüne yönelmiş bir tehdit” olarak gösterdiler. Kürtlerin varlığını inkâr edemedikleri son yıllarda da, Kürt ulusal hareketini “dış güçlerin maşası” gibi gösterme tutumunu sürdürdüler. Oysa bu sorunu çözmeyerek emperyalizmin bu sorun üzerinden ülke politikalarına müdahale zeminini hazırlayan yine ülke egemenleridir. Üstelik çözümü “dışarıda” arayanlar; yıllardır PKK ile mücadele konusunda ABD, İsrail, Irak Kürdistanı, Suriye, İran vb. ülkeler ile çeşitli pazarlıklar yapanlar, hatta NATO’yu bu sorun için Bölgeye müdahaleye çağıranlar yine bunlardır. ABD emperyalizmi, 1999’da Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken de, 2007’de PKK’ye karşı sınır ötesi operasyonlara izin verirken de, sorunu, ülke egemenlerini kendi Bölgesel emellerine bağlamak, onları kendi taşeronluğuna razı etmek için kullanmıştır. Burada, ulusal taleplerinin bastırılması emperyalizm ve işbirlikçi ülke egemenleri arasında pazarlık konusu yapılan Kürt halkının, bu politikaların doğrudan mağduru olduğu açıktır. Sadece buradan bakıldığında bile, Kürt halkının ulusal eşitlik mücadelesinin desteklenmesi, Türk halkı ve her milliyetten ülke emekçilerinin emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin başarısı için olmazsa olmaz önemdedir.

Ezilen ulusun –Türkiye’de Kürtlerin– ulusal hak istemli mücadelesi karşısında egemen sınıflar şovenizm ve gericiliği kışkırtsa da, bu mücadelenin başarısı, egemen düzenin halklar arasına inşa ettiği milliyetçi duvarların yıkılmasına, şoven politikaların işlemez hale gelmesine hizmet eder. İşte her türden milliyetçiliğin yerine enternasyonalizmi geliştirmek için çalışan işçi sınıfı partisi, egemen ulus burjuvazisinin kendi çıkarları için halklar arasında ayrımları kışkırtan politikasına karşı ezilen ulusun kendi geleceğini belirleme hakkını, ulusal demokratik istemlerini savunarak, halklar arasında eşitliği sağlamak ve ulusal çelişki ve çatışmalara son vermek ister. Bu nedenle, Marksist-Leninistler, Stalin’in dediği gibi, “En incesinden en kabasına kadar ulusal baskıya ve ulusları birbirlerine karşı kışkırtma politikalarının bütün biçimlerine karşı savaşırlar.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, sf. 24-25, Evrensel Basım yayın) Demek ki, burjuvazi ve işçi sınıfı arasında sınıf savaşının sürdüğü koşullarda her türlü ulusal baskı ve ayrımcılığa karşı mücadele, burjuva baskı ve sömürü düzenini yıkmak isteyen işçi sınıfı ve onun devrimci partisinin görevidir. Bu görev, günümüz koşullarında her milliyetten işçi sınıfının devrimci partisi tarafından, Kürt sorununda kazanılmamış –şovenizm ve gericiliğe karşı Kürt halkının ulusal hak eşitliği mücadelesini desteklemeyen– bir işçinin, aslında kendi sınıf davasına da kazanılmış olmayacağı biçiminde tarif edilmiştir. Dolayısıyla bugün ülkemizde Kürt halkının mücadelesine çeşitli gerekçelerle sırt çevirenler, bunu hangi adla yapıyor olurlarsa olsunlar, aslında işçi sınıfı davasına, bu davanın gelişip güçlenmesine sırt çevirmektedirler. Başka bir deyişle, egemen ulus burjuvazisinin ekmeğine yağ sürmektedirler.

İşçi sınıfı partisi, ezilen ulusun hak eşitliği mücadelesinin en tutarlı savunucusudur. Çünkü ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz olarak kabul eder, destekler. Bunu işçi ve emekçiler arasına dikilen milliyetçi duvarların yıkılmasının, şovenizm ve gericiliğin tasfiye edilerek sınıfın birliğini sağlamanın temel koşulu olarak görür. Ülkemiz örneğinde Kürt sorununun çözümünü isteyen/istediklerini söyleyen çeşitli “sol” ve liberal çevreler, Kürt ulusal hareketinin mücadelesini çeşitli kayıt/koşullara bağlamaktadırlar. Mesela liberaller artık savaşın bitmesi gerektiğini ve sorunun barışçıl yollardan çözülmesi gerektiğini söylemektedirler. Ama aynı liberaller, Kürt ulusal hareketinin demokratik özerkliğin çerçevesini belirleyen DTK taslağının halk meclislerini öngörmesi ve kimi kolektif üretim biçimlerini benimsemesi nedeniyle, kabul edilemez olarak değerlendirmişlerdir. Yine Kürtlerin ulusal mücadelesine sırt çevirip onlara sosyalizmi beklemelerini vaaz edenlerden bu mücadeleyi Kürt ulusal hareketinin sınıfın çıkarlarını gözetmediği vb. gerekçelerle reddedenlere kadar, birçok burjuva, küçük burjuva “sol”cu akım/siyasal eğilimin olduğu bilinmektedir. Oysa işçi sınıfı hareketi, sadece ezilen ulusun ulusal mücadelesinin destekçisi olmakla kalmaz; aynı zamanda burjuva sınıfın empoze ettiği milliyetçi önyargıların kırılmasını sağladığı için bu mücadelenin en önemli müttefikidir de. TEKEL direnişi, önceleri Kürtleri “terörist” olarak gören Türk işçilerin, mücadele içinde ulusal önyargılarını kırarak Kürt işçilerin farklı ulusal kimliklerini kabul edip benimsemelerinin, Kürtçe-Türkçe türkü ve sloganlar eşliğinde kardeşleşmelerinin canlı bir örneği durumundadır.

Bugün gericileşmiş burjuvazinin en temel demokratik istemleri bile reddettiği koşullarda, her türlü demokratik hakkın en tutarlı savunucusu olduğu, dahası gerici-şoven baskı ve kışkırtmalara karşı sınıfın birliğini ve halkların kardeşliğini örmeyi temel bir görev olarak gördüğü için, sınıf partisi, ezilen ulus hareketini –Kürt ulusal mücadelesini– desteklemekle kalmaz, onu temel bir müttefiki olarak görür. Dahası ezilen ulus hareketi, emek hareketi ile ittifak yapmaya, birleşmeye yöneldiği oranda en temel destekçisinden güç almakla kalmaz, en geniş emekçi halk kesimlerini kendi haklı davasına kazanmanın yolunu da açmış olur. İşte 12 Haziran Seçimleri sürecinde bu zemin üzerinde inşa edilen ‘Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’, Kürt ulusal hareketi ile emek hareketinin şovenizm ve gericiliğe karşı demokrasi, barış ve insanca yaşam mücadelesinde birleşmelerinin ifadesi olarak anlam kazanmıştır.  Blok, seçimlerin hemen öncesinde kurulmuş olmasına rağmen, Bölgede Kürt halkında ciddi bir moral yaratmış, Batıda da Türk ve Kürt işçi ve emekçileri, kadın ve gençlerinin yanı sıra yüzlerce sendikacı, sanatçı, aydın-akademisyenin de desteğini almıştır. Seçime günler kala YSK vetosunu boşa çıkaran geniş ve kitlesel halk eylemleri Bölgede ve Batıda 36 blok milletvekilinin seçilmesiyle sonuçlanmış; Blok, burjuva medya tarafından bile seçimin iki galibinden biri –AKP ile birlikte– ilan edilmiştir. Bu başarının önüne geçmek üzere egemen sınıfların temsilcileri hemen harekete geçerek, Hatip Dicle’nin vekilliğini düşürüp tutuklu vekillerin meclise gitmesinin önüne geçmişlerdir. Önümüzdeki sürecin yeni anayasa yapım süreci olduğu dikkate alındığında, yapılan saldırıların halk güçlerinin bu konuda inisiyatif almasının önüne geçme amaçlı olduğu açıktır. Blok bu saldırıları boşa çıkarabildiği; Kürtlerin “demokratik özerklik” statüsünün kabul edilmesi, ülkedeki tüm milliyet ve inançların eşitliğini esas alan, düşünme, örgütlenme, basın özgürlüğü önündeki gerici yasa ve yasakların kaldırıldığı bir anayasa için; Kürt ve Türk halklarını, her milliyetten işçi ve emekçileri, kadınları, gençleri, Alevileri ve çevre hareketlerini, sendikacı ve aydınları birleştiren bir cephe örgütü olarak yoluna devam edebildiği oranda rolünü oynayabilecektir. Bu rolün oynanabilmesi bakımından, Kürt ulusal mücadelesinin dinamizminin yanı sıra emeğin birleştirici gücünün belirleyici bir önem taşıdığı ve bu görevin asıl olarak sınıf partisinin omuzlarında olduğu açıktır.

Nihayetinde bugün ülke egemenleri, ırkçı-şoven politikaları kışkırtarak sorunun demokratik çözümünün önüne geçmek, en azından Blok güçlerinin bu konuda yarattığı güç ve etkiyi kırmak istemekte, halklar arasında düşmanlaşma ve kamplaşma yaratan tehlikeli bir tutum izlemektedir. Blok, bu gerici-şoven politikalar karşısında kardeşliği eşit haklar temelinde yeniden kurmak, başta Kürt halkı ve her milliyetten işçi ve emekçiler olmak üzere bütün halk güçlerinin demokrasi, barış ve insanca yaşam taleplerini yaşama geçirmenin bir olanağı durumundadır. Bu olanağın Bölgenin ve ülkenin her tarafında örülecek mücadele ağı ile gerçekliğe dönüştürülmesi, bugüne kadar başarılamayan ülkede demokrasi ve devrim mücadelesinin iki temel ayağının –Kürt ulusal mücadelesi ile sınıf/emek hareketinin– birleştirilmesinin; dolayısıyla emekçilerin ve halkların demokratik cumhuriyetinin yolunu da açacaktır.

Yeni Mücadelelere Hazır Olalım

Avrupa Marksist Leninist Partileri: Yeni mücadelelere hazır olalım

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML) üyesi partilerin Avrupa toplantısı geçtiğimiz günlerde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapıldı. Senede bir kez bir araya gelen Avrupa partilerinin gündeminde bu kez, ağırlıklı olarak Arap halklarının isyanları ve devrimci girişimleri, buradan çıkarılacak dersler, Avrupa’daki etkileri konusu vardı.

Başta İspanya olmak üzere, Avrupa’nın değişik ülkelerinde yeni bir ivme kazanmakta olan gençlik hareketlerinin değerlendirilmesi ve desteklenmesi yönündeki çabalar da, toplantıda ele alınan bir başka konu oldu.

Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrasındaki nükleer facia, Avrupa ülkelerinde halk arasında büyük bir tedirginliğe yol açmış bulunuyor. Zira birçok ülkede nükleer santraller bulunduğu gibi, dünyanın önde gelen nükleer güçlerinden bazıları da Avrupa’da bulunuyorlar. Almanya, İtalya ve özellikle de öteki Kuzey ülkelerinde nükleer karşıtı hareket yeniden canlanmış bulunuyor. Partiler toplantısı, bu konuyu da özel olarak gündemine aldı.

Toplantıdan, bir tanesi genel deklarasyon olmak üzere, değişik konularda ortak metinler çıktı. Gençlik mücadelesini destekleyen ve daha ileri eylemler için çağrı yapan metnin yanı sıra, Magrip ve Ortadoğu’da ayaklanan Arap halklarıyla dayanışma bildirisi ve partilerin nükleer enerji kullanımı ile ilgili tutumlarını ortaya koyan bir açıklama da yayınlandı.

Toplantıya İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan, Türkiye, Almanya, Danimarka ve Norveç’ten komünist parti ve örgütler katıldılar.

Toplantı sonunda yayınlanan ortak bildirge ve diğer karar metinleri aşağıdadır.

Derin krizinden hâlâ çıkamamış olan kapitalist dünyada, devrimin ve halk isyanlarının rüzgarı bu kez Magrip ve Ortadoğu’dan esti.

Bu bölgedeki ülkelerin halkları, çoğunlukla emperyalizme satılmış baskıcı rejimlere karşı ayağa kalktılar.

Halklar, demokrasi ve onurlu bir yaşam için, iş, eğitim için mücadele ediyorlar. Ülkelerinin kalkınmasına katkıda bulunmak, ülkeyi ve zenginliklerini emperyalist güçlere satarak ve halkın sırtından zenginleşen yozlaşmış rejimlerden kurtulmak istiyorlar.

Devrim önce Tunus’ta başladı. İşçi sınıfının, gençliğin, köylülerin, demokratların, tüm halk kesimlerinin direnişi, son ana kadar emperyalist efendileri tarafından desteklenen bin Ali yönetiminin ağır baskısına rağmen örgütlendi.

Bu mücadelede Tunus İşçileri Komünist Partisi önemli bir yönetici rol oynadı. Ve bugün başka güçlerle birlikte, devrimci sürecin sonuna kadar gitmesi için çaba sarf ediyor. bin Ali’yi kovalayan Tunus devrimi, bölgenin diğer halklarına da teşvik edici bir örnek oldu. Mısır’dan Yemen’e, Fas’tan Suriye’ye tüm bölge ülkelerinde, dünyanın her yerindeki işçi, genç ve emekçi halkın sempatisini toplayan hareketler gelişti.

Bu bölgeyi kendi av alanları olarak gören emperyalist ülkeler hazırlıksız yakalandılar. Ve hareketin yönünü değiştirebilmek için, sözde destek açıklamalarında bulundular. Mesela Libya’da kendileriyle işbirliği yapmaya hazır güçler bulunca, Sarkozy, Cameron, Obama, hemen bu ülkeyi kaosa sürükleyecek bir savaş başlattılar. NATO, kuruluşundan bu yana ilk defa bu bölgeye açık askeri müdahalede bulundu.

Amaç, halk hareketlerine gözdağı vermek, başta petrol, gaz ve su olmak üzere bu ülkenin tüm kaynaklarına el koymak ve Libya’nın Akdeniz havzasında ve Afrika’daki stratejik konumundan faydalanmaktır.

Son G8 toplantısında görüldüğü gibi, büyük emperyalist güçler, borç zinciri ile boyunduruk altına aldıkları halklara “yardım”dan söz ediyorlar. Borç mekanizması bugün, emperyalizmin yeni sömürgeci politikasının temel araçlarından biridir. Bu bir köleleştirme politikasıdır ve halkların yeni borçlara ihtiyacı yoktur.

Hiçbir şey henüz sonuçlanmış değil, ama bu hareketler uluslararası planda sınıf mücadelesine yeni boyut ve genişlik getirmiştir. Halklar ayağa kalktılar ve devrime, ulusal ve sosyal kurtuluş kavgasına yeni nefes kattılar. Tarihi yapanın halklar olduğunu, birleşmiş bir halkın diktatörleri devirip, emperyalist düzeni altüst edebileceğini ortaya koydular.

DEVRİM FİKRİ YENİDEN GÜNDEMDE

İşçi sınıfı, emekçiler, gençlik ve dünya halkları, krizin yükünü kendi sırtlarına yıkmaya çalışan kapitalist emperyalist sisteme karşı mücadelelerine esin kaynağı olan, moral ve güç katan bu hareketle dayanışma içerisindedirler.

Henüz bir kriz sona ermemişken, başka birisinin patlak vermesi tehlikesi belirmiş bulunuyor: AB üyesi ülkeler de dahil olmak üzere birçok ülkeyi tehdit eden devlet borçları krizi.

Tekeller ve mali oligarşi, finans sistemini, bankaları ve büyük işletmeleri kurtarmak için, devletleri aşırı ölçüde borçlandırdılar. Kamu bütçelerinden alınan milyarlarca para bu işe seferber edildi. Aynı anda ücretler düşürüldü, işsizlik büyük oranlara ulaştı, yoksulluk daha geniş kitleleri etkileyen bir seviyeye ulaştı. Şimdi finans piyasaları devletlerin iflası üzerine spekülasyon yapıyor, özelleştirmeler, sosyal hakların tümüyle geriletilmesi ve kemer sıkma önlemleri talep ediyorlar.

Avrupa Birliği’ndeki büyük güçlerin, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’nın yöneticileri, Euro’yu kurtarmak için, aslında şehir ve kır emekçilerini, gençleri, emekçi kadınları daha fazla sefalete, güvensizliğe ve fabrikalarda aşırı sömürüye tabi olmaya sürükleyecek, geniş çaplı kemer sıkma paketleri ve “istikrar önlemleri” dayatmak istiyorlar. Ve sağcı, sosyal demokrat, sosyal liberal hükümetler bu sosyal gerileme politikasını kabul ettirebilmek için, artan hoşnutsuzlukları bastıracak baskıcı yasalara daha çok başvuruyorlar. Popülist bir söylem içerisindeki aşırı sağcıların kullandığı ırkçı temaları tekrar etmekten geri durmuyorlar. Avrupa sınırlarının “sağlamlaştırılması”na karşı çıkıyor ve kovalanması gerekenin göçmenler değil, Sarkozy, Berlusconi ve hempası olduğunu söylüyoruz.

İŞÇİ SINIFI, EMEKÇİ KİTLELER VE HALKLAR DİRENİYOR, KAPİTALİST SİSTEMİN KRİZİNİN FATURASINI ÖDEMEYİ REDDEDİYORLAR

Kitlesel işsizliğin ve sefaletin ilk kurbanı olan gençlik, birçok ülkede sokağa çıkıyor, kentlerin ana meydanlarını işgal ediyor ve kendisine hiçbir gelecek sunmayan bu topluma karşı öfkesini haykırıyor.

Yunanistan’dan Büyük Britanya’ya, Portekiz’den İtalya’ya, İrlanda’dan İspanya’ya kadar hemen her ülkede işçi sınıfı ve halk kitleleri, sistemin krizinin faturasını ödemeyi reddettiklerini haykırıyorlar.

Biz de bu direnişi ilerletmek, uluslararası dayanışmayı yükseltmek ve krizin, savaşların, Fukuşima santralindeki gibi nükleer kazaların sorumlusu olan kapitalist sisteme karşı öfkeyi ve mücadeleleri birleştirecek bir çaba sarf ediyoruz. Zira halkları tehlikeye atan, kaza riskine açık hale getiren şey, en başta azami kâr arayışıdır. Kapitalistlerin borcunu ödemeyi reddeden Avrupa işçilerinin ve halkların mücadelesini destekliyoruz. Borçları, zenginler, spekülatörler, büyük hissedarlar ödesin.

Özelleştirmelere, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetlerinin tasfiyesine karşı mücadeleyi destekliyoruz.

İşçilerin ücret artışı için ve işten atmalara, sosyal dampinge karşı grev ve mücadelelerini destekliyoruz.

Her bir ülkede ve uluslararası planda, “istikrar paktı”na karşı mücadelenin yükseltilmesi çağrısı yapıyoruz.

Irkçılığı lanetliyor, teşhir ediyor ve ortak düşmanlara karşı mücadelemizi güçlendiren tüm emekçiler arasında hak eşitliği talebini ileri sürüyoruz.

Emperyalizmin savaş politikasını lanetliyor ve Magrip ve Ortadoğu halklarının mücadelesiyle dayanışmanın yükseltilmesi çağrısı yapıyoruz. Tunus’taki devrimci sürece ve kardeş partimiz PCOT’ye geniş bir desteğin örülmesi çağrısı yapıyoruz.

Burjuvazinin ve gericiliğin politikalarına, emperyalist savaş politikasına karşı çıkan güçlerin birliği için ve bu güçlerin eylem içinde, tabanda ortak bir cephede birleştirilmesi için çaba sarf ediyoruz.

SINIF MÜCADELESİ BİRKAÇ AY İÇERİSİNDE HIZ KAZANDI

İşçi sınıfını, gençliği, şehir ve kır emekçilerini, emekçi kadınları; haklarını savunmak, kazanılmış sosyal ve politik haklarına sahip çıkmak için mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.

Sistem ile kopuş için, toplumsal değişim için çaba sarf eden sosyal ve politik örgütleri; yeni kavga ve çatışmalara, sınıf mücadelesinde yeni gelişmelere hazır olmaya davet ediyoruz.

 

Kopenhag

Mayıs 2011

Avrupa Partileri Bölge Toplantısı

Danimarka Komünist İşçi Partisi (APK)

İspanya Komünist Partisi Marksist Leninist (PCE-ML)

Fransa Komünist İşçi Partisi (PCOF)

Yunanistan Komünist Partisini İnşa Örgütü

İtalya – Komünist Platform

Norveç Marksist Leninist Devrim Örgütü (Revolusjon)

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP)

Almanya Komünist İşçi Partisi’ni İnşa Örgütü (Arbeit Zukunft)

 

Karar 1

ARAP HALKLARININ MÜCADELESİYLE DAYANIŞMA

Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı mensubu Avrupalı parti ve örgütler olarak biz, Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’daki halk hareketlerinin; bu ülkelerdeki kitlelerin içinde bulunduğu dramatik maddi yaşam koşulları ve zorba rejimlerin baskıları neticesinde ortaya çıktığını biliyoruz.

Bu koşullar, kapitalizmin dünya krizinin sonuçları nedeniyle nesnel olarak daha da ağırlaştı.

Bunlar, demokrasi sorunuyla ve özellikle sosyal meselelerle, sömürü, yoksulluk, bağımlı ülke halklarının baskı altına alınması ve emperyalist talan politikalarının yarattığı eşitsizliklerle bağlantılı köklü meselelerdir.

Bu devrimci ve demokratik süreç; oligarşinin imtiyazlarının tamamen ortadan kaldırılması, politik özgürlüklerin kazanılması, emperyalizme bağımlılığa son verilmesi ve yeni bir toplum perspektifinin açılması, zorba rejimlerin ve gerici güçlerin yıkılması için mücadele kendi mecrasında ilerliyor.

Bağımlı ülke halklarının, baskıya maruz kalan ve devam eden sürecin asıl aktörleri olan gençlerin devrimci kapasitesini gösteren bu olaylar; proletarya için çok önemlidir. Çünkü kapitalizmi zayıflatıyorlar ve emperyalizmin yedek gücü olan bağımlı ülkeleri proletarya devriminin gücüne dönüştürebilirler.

Genel olarak ilerici bir niteliğe sahip olan bu hareketler, uluslararası proletarya için değerli dersler içeriyor. Zira bu mücadeleler aracılığıyla, sömürülenlerin bizzat kendi güçlerine olan güveninin artmasına neden oluyor ve devrim düşüncesini yeniden gündeme getiriyor.

Emperyalizme karşı uluslararası mücadele cephesini güçlendiren devrimci hareketleri ve boyunduruk altındaki halkların özgürleşmesini kararlılıkla destekliyoruz. Özellikle, devrimci süreçte büyük bir açıklık ve kararlılıkla hareket eden Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin (PCOT) önemli bir rol oynadığı bir devrim olan Tunus halkının bin Ali diktatörlüğüne karşı demokratik devrimini desteklemek gerekiyor.

Emperyalizm, ekonominin nefes almasını önlemeye çalışmak da dahil olmak üzere çeşitli araçlar kullanarak devrimci süreçleri yavaşlatmaya ve kontrol etmeye çalışıyor. Bu nedenle Tunus’un dış borçlarının iptal edilmesini talep eden uluslararası bir dayanışma kampanyası geliştirmeyi öneriyoruz. Borçlar, halkları boyunduruk altına almak ve ülkeleri bağımlı kılmak için emperyalizmin elinde önemli bir silahtır.

Halk ayaklanmalarının başından bu yana, emperyalizm, özellikle de ABD emperyalizmi ve Fransa, İngiltere, İtalya, Norveç, İspanya vb. gibi Avrupalı güçler tekrar kontrolü ele almak ve çıkarlarını savunmak için doğrudan ve dolaylı olarak bölgeye müdahale ediyorlar.

Emperyalist güçlerin silahlı güçleri olan NATO aracılığıyla Libya’da sürdürdüğü savaş, emperyalist, bağımlı ülkelerin talan edilmesi, sosyal ve ulusal baskı, devrimci hareketleri boğmak için verilen gerici bir savaştır.

Bunların amaçları şunlardır: Libya’nın gazını, petrolünü, suyunu yok pahasına gasp etmeye, mali zenginliklerine el koymaya, bu stratejik bölgenin kontrolünü ele almaya, halk devrimlerini engellemeye ve bu devrimlere karşı mücadele etmeye ve diğer rakip kapitalist güçleri bölgeden atmaya olanak tanıyacak uşak bir rejim kurmaktır.

Bu bölgeye ilk defa müdahale eden NATO’nun saldırısı, onun kıtayı ve bölgeyi kontrol etmek için oluşturduğu yeni stratejisinin bir parçasıdır. NATO tarafından sürdürülen ve Avrupa Birliği’nin de katıldığı savaş ve terör politikasının maskesini düşürmeli ve ona karşı mücadele etmeliyiz.

Savaşa derhal son verilmesini, Irak, Afganistan ve Libya’dan emperyalist silahlı güçlerin çekilmesini talep ediyoruz. NATO ve Avrupa Birliği’nin bu bölgeleri terk etmesini, ABD’nin askeri üslerinin kapatılmasını ve savaş için halkın paralarının kullanılmasına son verilmesini ve bu paraların sosyal ihtiyaçlar ve hizmetleri için kullanılmasını talep ediyoruz. Mücadele eden halklarla bir barış ve dayanışma politikası geliştiriyoruz.

Halk hareketlerinin gelişmesini destekliyoruz ve bu ülkelerin her birinin ulusal bağımsızlığını savunuyoruz. İçişlerine müdahaleyi ve yeni emperyalist müdahale tehditlerini, özellikle Suriye’nin tehdit edilmesini kınıyoruz.

Irkçı İsrail devleti tarafından organize edilen insanlık dışı ambargoya maruz kalan Gazze ve Filistin halkı ile dayanışmamızı bir kez daha ifade ediyoruz ve bu ambargonun derhal kaldırılmasını talep ediyoruz. Filistin halkının ulusal haklarının tanınması için verdiği mücadelesini destekliyoruz. Siyonist haydutluk politikasını mahkum ediyoruz ve Avrupa Birliği’nin İsrail ile politik, ekonomik suç ortaklığını da kınıyoruz.

Bütün Avrupa’ya yayılan göçmenlere karşı ırkçı ayrımcı politikalara son verilmesini talep ediyoruz. Sürekli insan haklarından bahseden emperyalist güçler tarafından Akdeniz’in militaristleştirilmesini kınıyoruz.

Gerici güçlerin İslam ve terörizm arasında benzerlik kurmasını kınıyoruz.

Afrika ülkeleri ile ilişkilerinde, pazarlarının açılmasını, özelleştirmeyi ve kamu hizmetlerinin yok edilmesini dayatan Avrupa Komisyonu’nun manevralarına hayır diyoruz.

Yaşasın halklar arası dayanışma ve mücadele!

Karar 2

YAŞASIN MÜCADELECİ GENÇLİK!

İspanyol gençliği eylemine Madrid, Barselona ve İspanya’nın onlarca kentinde devam ediyor. Gençlerin yüzde 40’ının işsiz olduğu İspanya’da gençlik, temel ve hayati talepleri için sokaklardadır. Gençliğin talepleri iş, yeterli bir gelir, konut, herkes için eğitim vb. olarak özetlenebilir.

Gerçek demokrasi” sloganının etrafında toplanan gençlik, kapitalist sömürü sistemin yol açtığı tahribattan duyduğu memnuniyetsizliği dile getiriyor ve bu sisteme karşı bir isyan çığlığı atıyor.

Kapitalist sistem yüz yıldan bu yana en derin krizi ile karşı karşıya bulunuyor. Her zaman olduğu gibi, bankalar ve tekeller ceplerini ve kasalarını doldururken, krizin faturası, bu krizin ortaya çıkmasında hiçbir sorumluluğu olmayan emekçilerin önüne konuldu. Krizin yükü sadece dünyanın ezilen halklarının ve uluslarının sırtına yüklenmedi, aynı zamanda ileri kapitalist ülkelerin emekçileri ve halkları da bu saldırıdan payına düşeni aldı.

Bu saldırılarla özellikle hedeflenen gençlik, bizzat kendi taleplerini savunmak ve kendinden önceki kuşaklara gücünü, enerjisini ve heyecanını sunmak için, dinamizmiyle, mücadelenin en ön saflarında yer aldı.

Kendinden önceki kuşakların sahip olduğu koşullardan daha kötüsüne mahkum olmak istemeyen İspanya ve tüm Avrupa gençliği, daha iyi yaşam ve çalışma koşullarını elde etmek için bu örneği izlemeye hazırlar.

Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı mensubu Avrupalı parti ve örgütler (CIPOML), İspanyol gençliğinin bu mücadelesini selamlıyor, komünist gençliğin aktif rol aldığı bu hareketin taleplerinin gerçekleşebilir, gerekli ve meşru olduğunu düşünüyoruz.

Sermayenin şiddetli saldırılarına maruz kalan bütün Avrupa’nın gençliğini ve özellikle Yunan, Portekiz, İrlanda, İngiltere gençliğini, İspanyol gençliğini örnek almaya, sömürüye, gericiliğe, sosyal adaletsizliğe karşı dikilmeye ve mücadeleyi daha ileriye taşımaya çağırıyoruz.

Madem ki gençlik “işsiz, evsiz, geleceksiz” yaşamaya mahkum edilmiştir, mücadeleleri aracılığıyla “korkusuz” yaşamaya da yetenekli olduğunu gösterdi.

Yaşasın mücadeleci gençlik!

Gençlik gelecek, gelecek Sosyalizm!

Karar 3

ÖLDÜRÜCÜ BİR KOKTEYL: KAPİTALİZM VE NÜKLEER ENERJİ

Fukushima’da meydana gelen kaza, çevre ve emekçilerin ve halkın güvenliğinin kapitalist üretim sistemine özgü olan azami kâr hırsına kurban edildiğini bir kez daha gösterdi.

Nükleer lobisi Nükleer enerjinin “tamamen güvenli” olduğunu iddia ederek halkı sistematik bir şekilde aldattı. Oysa Fukushima, Çernobil, Harrisburg santrallerinde meydana gelen kazalar, bu enerjinin güvenli olmadığını kanıtladı. Öyle ki sigorta tekelleri nükleer santralleri sigortalamayı reddediyorlar.

Santraller “güvenli” olsa bile radyoaktif atıklar sorunu hâlâ çözülmüş değildir. Atıklar; okyanusları, nehirleri sürekli kirletiyor. Uranyum ve plütonyum, radyoaktif olarak kirlenmiş bölgelerde ve nükleer santrallerde hiçbir koruma önlemi olmaksızın bırakılıyor.

Nükleer enerji, hem pahalı hem de kaynakları sınırlıdır.

Santrallerde çalışan emekçilerin ve etrafında yaşayan halkın güvenliği yeterince dikkate alınmamıştır. Radyoaktif kirliğin yoğun olduğu alanlarda çalışmak zorunda olan emekçiler aynı zamanda herhangi bir kaza durumunda da kazanın ilk kurbanı durumundadırlar.

NATO’nun “ilk vurucu güç olma” stratejisi nedeniyle, özellikle de başta ABD olmak üzere farklı nükleer güçler tarafından elde bulundurulan yüzlerce nükleer başlık nedeniyle, Avrupa toprakları da kirlenmiş durumdadır.

Bu durum, “dost olsun, “düşman” olsun herkes için bir tehlike teşkil ediyor. Halklar, daha önce bazı ülkelerin yaptığı gibi, bu tür silahların, kendi topraklarında yasaklanmasını talep etmelidir.

Nükleer enerjinin sivil amaçlarla kullanılması, askeri amaçlar için kullanımının bir yan ürünüdür.

Nükleer santralleri korumak için ordu ve polis güçlerinin seferber edildiği günümüzde sivil ve askeri nükleer sektörler birbiriyle sıkıca ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle hatalar ve kazalar kamuoyundan gizlenebilir, bu da bizzat demokrasiyi tartışılır hale getirmektedir.

Acil taleplerimiz şunlardır:

·  Yenilenebilir ve temiz enerji üretimi geliştirilmelidir,

·  Eskimiş santraller derhal kapatılmalıdır,

·  Hiçbir koşulda yeni santral inşa edilmemelidir,

·  Mevcut santraller mümkün olduğunca kısa sürede kapatılmalıdır.

Bu talepler haklı ve meşrudur. Halklar nükleer enerjiye bağlı kalmak istemiyorlar. İtalyan halkı, yeni santral inşasını reddetmek için hükümeti bir referandum yapmaya zorluyor[1]. Sardunya adasında yapılan resmi olmayan bir referandumda, oy kullananların %97’si yeni santral inşaatına karşı olduklarını ifade ettiler.

Nükleer endüstrinin yol açtığı radyoaktif atıklardan ve kirlilikten sorumlu olan tekeller, yol açtıkları yıkımın ve eski santrallerin kaldırılmasının faturasını ödemelidirler. Fukushima kazasının uzun vadede sonuçlarının ne olacağını hâlâ bilemiyoruz. Japonya gibi gelişmiş bir ülkede bu boyutlarda bir felaket meydana geliyorsa, benzer felaketlerin başka yerlerde meydana gelmesi de mümkündür.

Kapitalizm ve emperyalizm ile çevre güvenliği birbirine taban tabana zıttırlar, kapitalist sistem ile insanlığa güvenli bir gelecek; yan yana gelemeyecek iki olgudur.



[1] 12 ve 13 Haziran tarihleri arasında yapılan referandum da İtalyan halkı, yeni nükleer santral inşasını % 95 oranında reddetti. (ç.n)

Avrupa Gençliğinin Uyanışı

Avrupa gençliği bir süreden beri protestolarla kendinden söz ettirmekte. Özellikle son aylarda gündeme gelen gençlik eylemleri ise, gençliğin protesto ve tepkisinin geçici olmadığı, gerisinde temelli faktörlerin rol oynamaya başladığını göstermekte. Anlaşılan o ki, Cebelitarık’ın güney kıyısından kuzeyine, ayaklanma kıvılcımı olmasa da, sermaye ve hükümetlerin saldırılarına karşı direnişe geçme ve daha önemlisi mevcut toplumsal çelişkileri kitlesel mücadeleyle aşma kıvılcımı sıçramış görünmekte.

Hiç şüphesiz, gençlik, Avrupa çapında yeni bir mücadele sürecine girmiş bulunmakta. Bu süreç şimdilik, emperyalizmin egemenlik zincirinde krizle birlikte oluşan yeni zayıf halkalar Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de daha belirgin durumda. Dolayısıyla, Avrupa’daki son gençlik eylemlerini, Arap gençliğine öykünmeye dayanan bir gençlik hevesi olarak değerlendirmek büyük bir siyasi aymazlık olacaktır.

“KAYIP BİR KUŞAK”!

Bugünkü gençlik hareketinin dinamiklerini anlayabilmek için AB’deki gençliğin ekonomik-sosyal durumuna kabaca da olsa göz atmamızda fayda vardır.

Geçtiğimiz yıl ILO, 2007-2009 dünya ekonomik krizinin gençlik üzerindeki etkisiyle ilgili şöyle bir uyarıda bulunmuştu: Yaşanan krizin ağır bir mirası, iş piyasasıyla alakası kesilen “kayıp bir kuşak” olabilir! Ve gerçekten de rakamlar çarpıcıdır: Kriz öncesinde, dünya çapında 25 yaşın altındakiler işsizlikten nüfusun ortalamasından üç misli fazla etkilenirken, krizle birlikte bu konudaki rakamlar adeta tavan yapmıştır. Sadece 2007-2009 yılları arasında işsiz gençlerin sayısı dünya ölçeğinde yaklaşık 8 milyonluk bir artış kaydetmiştir.

Avrupa da bu bakımdan bir istisna oluşturmadı. Avrupa istatistik dairesi Eurostat’ın güncel verilerine göre, AB’de her beş gençten biri işsizdir. Buna ek olarak, “çalışan yoksullar” kategorisi içerisinde yer alan emekçilerin çoğunluğunu da gençler oluşturmaktadır.

AB kendi içinde değerlendirildiğinde, Doğu Avrupa ülkelerinin yanı sıra, PİİGS devletleri olarak tanımlanan ülkelerde, yani Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya’daki gençlerin işsizlikten bugün ciddi biçimde etkilendikleri görülmekte: İspanya’daki resmi rakamlara göre, gençlik içerisindeki işsizlik oranı % 43; Yunanistan’da % 33; İrlanda ve İtalya’da % 29 ve Portekiz’de % 21’in üzerindedir. Gençliğin bu ülkelerdeki durumu kriz öncesinde zaten ağırdı, kriz ise gençliğin yaşam koşullarını hızla daha çekilmez hale getirdi.*

Ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerin başında gelen Yunanistan ve İspanya’daki gençliğin ekonomik durumunu özetleyecek olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkmakta:

Bir süreden beri Yunanistan’da “600 Avro Kuşağı”ndan söz edilmekte. Bu söylemle kastedilen, aylık brüt gelirleri 600 Avroyu geçmeyen gençlerdir. Meslek eğitimi gören her on gençten sadece biri eğitim sonrası iş bulabilmektedir. Her üç gençten biri ise, ortalama 4 ila 5 yıl boyunca iş aramaktadır. Zaten çalışan gençlerin büyük çoğunluğu, başta hizmet sektöründe olmak üzere, süreli işlerde çalışmaktadırlar. Düşük ücret ve güvencesizlik nedeniyle, birçoğu iki ya da üç işte çalışmaktadır. Bu arada 20 yaş öncesinde velilerinin evini terk edemeyen gençlerin sayısı da giderek artmakta. Ailelerin çocuklarına maddi yardımda bulunma olanakları da oldukça sınırlanmış durumda; zira Yunanistan, Avro Bölgesi’nde en düşük ücretlerin verildiği ülkelerin başında gelmekte. Her beş Yunanlıdan birisi yoksul sayılmakta. Yunanlı emekçi gençliğin yaşam koşullarının krizle birlikte daha da ağırlaştığını ise belirtmek bile gereksiz.

Benzer bir tablo İspanya’da da mevcut. Orada da “Mileuristas” fenomeninden, yani brüt 1000 Avro’yu geçmeyen, son derece vasıflı genç işçilerden söz edilmekte. Çalışanlar kategorisinde yer alan bu “şanslı” gençlerin önemli bir bölümü, aldıkları ücret bir daire kiralamalarına yetmediğinden, aileleriyle birlikte yaşamak zorunda kalmaktalar. Son kriz ülkeyi öylesine derinden sarsmıştır ki, gelinen yerde hemen hemen her iki İspanyol gencinden biri işsizdir. Olanağı olan birçok genç, öğrenimini uzatmaya çalışarak bu sancılı dönemi atlatmaya çalışmakta. Olanağı olmayanlar arasında ise, yurtdışına göç edenlerin sayısı giderek artmakta. Özellikle en vasıflı olanları ülkeyi terk etmekte. Ekim 2007 ile Ekim 2010 arasında 205 bini aşkın genç İspanya’dan başka bir Avrupa ülkesine göç etmiştir. Portekiz ve İrlanda gençliğinin durumu da az çok benzer bir tablo sunmakta.

Gençliğin yaşam koşullarındaki bariz kötüleşme hemen hemen tüm Avrupa ülkelerini kapsamakta. Bu genel trend açısından Almanya ve Fransa bile bir istisna oluşturmuyor. Avrupa’nın tüm ülkelerinde; işsizler arasında, düşük ücretli ve güvencesiz işlerde ve sosyal kısıtlamaların kendisinden ve sonuçlarından etkilenmede gençler ilk sırada yer alıyorlar. Üniversite mezunu olmak (“yüksek gelirli rahat bir yaşamın anahtarı”!); meslek eğitimini tamamlamak (“altın bilezik”!); önceleri az çok güvenceli bir iş ve nispeten rahat bir yaşam sağlayabilen bu tür konumlar, son 10-15 yıldır zaten bu anlamlarını yitirmeye başlamışlardı. Son ekonomik kriz ise, tedricen seyreden bu kötü gidişatı her bakımdan hızlandırmış bulunuyor.

Dolayısıyla, ekonomik ve sosyal yaşamdaki bu ciddi kötüleşme, sadece işçi gençliği değil, üniversiteli/akademisyen genç kesimi de derinden sarstı. Genç aydın kesim, üniversiteyi bitirmesine ve hatta mesleğinde bir iş bulması durumunda dahi, orta sınıfa mensup ailesinin yaşam seviyesine artık zor ulaşacağını görmektedir! Hayal ve umutlar yıkılmakta, gelecek korkusu ve endişesi artmakta. Ve bu belirsizlik, belirli ve güvenli bir hayat özlemini arttırmakta. Ve kaçınılmaz bir şekilde, gençliğin dünyayı algılama ve dünyaya bakışı da değişime uğramakta; ezberler bozulmakta. Denilebilir ki, bugünlerde, Avrupa’daki gençliğin sosyal-kültürel yaşamı ve düşünce dünyası, 68 gençlik hareketinden bu yana, en ciddi ve taşıdığı potansiyel bakımından ondan da büyük bir kırılmayı yaşamakta.

YUNANİSTAN VE İSPANYA ÖRNEKLERİNİN FARKLI ANLAMLARI

Avrupa’daki bugünkü gençlik hareketinde kendisini henüz yeni yeni hissettiren eğilimi daha görünür kılabilmek açısından, son yılların iki önemli gençlik olayını kıyaslamak aydınlatıcı olacaktır. Birincisi, Yunanistan’da Aralık 2008’de patlak veren gençlik isyanı iken, ikincisi geçtiğimiz aylarda kendisinden söz ettiren İspanya’daki “öfkeliler”in 15 Mayıs Hareketi’dir.

Aralarındaki fark dikkate değerdir: Birincisinde; dünya ekonomik krizinin ortasındayken, 15 yaşındaki Alexis Grigoropoulos’un bir polis kurşunuyla öldürülmesi üzerine patlayan öfkenin hızla bir gençlik isyanına dönüşmesi söz konusu. Burada, gençliğin kendi yaşam koşullarına ve toplumsal sorunlara ilişkin politik bir tutumu ve değerlendirmesi zayıftır. Adeta bir öfke kusması yaşanmıştır.

İkincisinde ise, yani İspanya’daki 15 Mayıs Hareketi’nde ise tersine, öfke şiddete değil bilinçli bir eylem ve harekete dönüşmüştür. Yunanistan’daki gibi, gençlik eylemi emekçi kitlelerin desteğini giderek yitirmemiş, aksine bu destek giderek artmıştır, öylesine ki, kendilerini “işsiz, evsiz, güvencesiz ve korkusuz” olarak tanımlayan İspanyol gençliğinin eylemi adeta bir halk hareketine dönüşmüştür.

Hemen belirtelim ki, ikisi arasındaki esas farkın, birisinin şiddetli diğerinin şiddetsiz olması değildir; bu, son derece yüzeysel bir değerlendirme olacaktır. Aralarındaki asıl farkı oluşturan ve dolayısıyla İspanya’daki “öfkeliler”in hareketindeki yeni unsuru da koşullayan şu iki önemli olgu ve gelişmedir: Birincisi, ekonomik krizin toplumsal sonuçları ve bu büyük krizin büyük faturasının başta gençlik olmak üzere emekçi halka çıkartıldığı gerçeğinin giderek daha geniş kitlelerce görünür hale gelmesi. İkincisi ise, Arap coğrafyasında yaşanan ve önemli bir dinamiğini gençliğin oluşturduğu halk ayaklanmalarının sunduğu çarpıcı ve bir o kadar da öğretici örnektir.

Avrupa’daki gençlik açısından, özellikle de Akdeniz’e kıyısı olan Avrupa ülkelerinin gençliği açısından, belirtilen son iki olgu ve gelişme, bariz bir çelişkiye işaret etmekteydi: Avrupa’da mali sermaye, hükümetleri ve AB eliyle, krizin faturasını emekçilere çıkartırken, ne Avrupa Sendikalar Birliği, ne de ilgili ülkelerdeki büyük sendikal konfederasyonlar ciddi bir mücadeleyi örgütlüyorlardı. Aynı şekilde, yerleşik burjuva partileri de, iş mali sermayeyi kurtarmaya gelince büyük bir “devlet sorumluluğuyla” hareket ediyorlardı! Dahası, Fransa’da olduğu gibi, üç ayda yedi kez genel greve gidilmesine rağmen, esasta bir şey değişmiyordu; tepki ve mücadeleler sonuçsuz kalıyordu! Öte yandan ama, Magrip’te “rejimler yıkılıyor”, “tarih yazılıyor”du!

Hiç şüphesiz, olup bitenler Avrupa gençliğinin algısı açısından oldukça sarsıcı ve tezat bir duruma işaret ediyordu. Nitekim Arap gençliği; iş, sosyal refah ve demokrasi olmadığı için yürüyordu ve siyasal özgürlüğün yoksunluğu koşullarında belirli bir sonuç alabiliyordu. Avrupa gençliği ise, demokratik tepkisini son yıllarda artan bir sesle dile getiriyordu: 2006’da Fransa’da yeni iş yasası CPE’ye, geçen yıl ise emeklilik reformuna karşı; Hollanda, İngiltere ve İtalya’da üniversiteli gençlik, kısıtlamalara ve harçlara karşı geçtiğimiz sonbahardan beri büyük kitlesel eylemler gerçekleştiriyordu, ancak demokrasi ve siyasal özgürlüğe rağmen talepleri karşılanmıyor, sonuç alınamıyordu! Dolayısıyla, ekonomik ve sosyal koşullarından zaten hoşnutsuz olan Avrupa gençliği, İspanya örneğinde olduğu gibi, artık demokrasisinden de hoşnutsuzluk duyar oluyordu. Ve işte Arap gençliğinin siyasal özgürlük mücadelesi, olay ve gelişmelerin bu biraradalığında, Avrupa gençliğine, içinde yaşadığı demokrasinin sınırlılığını ve biçimselliğini de görünür kılmaktaydı!

“GERÇEK DEMOKRASİ, ŞİMDİ!”

İspanya örneği üzerinde daha ayrıntılı durmanın yararı var. Gelişmeleri kaba hatlarıyla hatırlayalım: 15 Mayıs’ta ana kitlesi gençlik olan yüz bini aşkın insan, “Gerçek demokrasi, şimdi!” şiarıyla ülkenin meydanlarını işgal eder. Madrid’in Puerta del Sol Meydanı 4 hafta boyunca gençliğin işgali altında kalır. 4 hafta sonra ise, meydandaki binlerce gencin ortak kararıyla meydanlar boşaltılır. Ama eylemlere son vermek için değil, çalışmaları semtlere kaydırmak için! (Bu arada bu hareket Yunanistan ve Fransa’ya da sıçrar; Avrupa’nın birçok ülkesinde gençler, bu hareketle dayanışma eylemleri düzenler.)

19 Haziran’da ise, ülke çapında “Avro istikrar paketi”ne karşı büyük bir eylem gerçekleşir. Ülke çapında 80 kentte eylemler olur. Madrid’in köy ve çevresinden gelen yüz binler, 6 koldan parlamentoya doğru yürür. “Onların krizini biz ödemeyeceğiz!”; “Gençlik geleceksiz!” vb. sloganlar öne çıkar. Yürüyüşlere çağrı yapanlar, esasta “Gerçek demokrasi, şimdi!” hareketi, “halk meclisleri” ve “işçi komiteleri”dir. “Halk meclisleri”, Puerta del Sol Meydanı’nın bir aylık işgali boyunca, Madrid’in çeşitli semt, banliyö ve köylerinin meydanlarında oluşan meclislerdir. “İşçi komiteleri” ise, geçtiğimiz Eylül ayındaki genel grevden sonra sol sendikacı çevrelerince Madrid’in bazı işçi semtlerinde kurulan komitelerdir.

Gençliğin “öfkeliler” hareketinin geniş halk kitlelerini harekete geçirebildiği, tüm bu eylemler boyunca görülür. 19 Haziran eylemi yaşlısı ve genciyle, emeklisi ve üniversitelisiyle, emekçilerin aileleriyle katıldığı bir halk eylemine dönüşür. (Bu arada “öfkeliler”, eylemlerine devam edeceklerini, 15 Ekim’de Avrupa çapında, hatta başarılırsa dünya çapında bir eylem örgütlemek istediklerini açıkladılar.)

15 Mayıs Hareketi’nden bir aktivist bu tabloyu şöyle yorumlar: “Dört ay öncesinde Facebook’da yalnızca 20 kişiyle ‘Gerçek demokrasi, şimdi!’ adlı platformumuzu oluşturduk. Bundan beri hareket durmaksızın büyüyor. 15 Mayıs’ta, yani hareketin kendisini 15 Mayıs hareketi olarak ilan ettikten sonra, tüm İspanya’da 130 bin insan sokaklara çıkmıştı. Bugün ise yalnızca Madrid’de yüz binlerceyiz! Halkı uyandırmayı, sosyal bilinci canlandırmayı başardık.

Kuşkusuz, bu gençlik hareketinin içinde farklı siyasi akımlar şu veya bu düzeyde yer alıyorlar. Ancak tayin edici değiller. Zaten bu kendiliğinden hareketin en yaygın sloganlarından birisinin “bizi temsil etmiyorlar” sloganı olması da bir raslantı değildir. Gençler, “bizi temsil etmiyorlar” derken, kastettikleri düzen partileri, merkezi ve yerel meclisler ve başta sendikalar olmak üzere mesleki örgütlerdir!

Gerçek demokrasi, şimdi!” platformunun manifestosuna baktığımızda da şunları not edebiliriz:

> Farklı siyasi eğilim ve görüşlerden gelen gençlerin ortak özelliği; mevcut siyasete ve ekonomik ve toplumsal koşullara öfke duymak;

> Ancak bir araya gelindiğinde, durum değiştirilebilir; daha iyi bir toplum yaratılabilir;

> Modern bir toplumun öncelikleri: Eşitlik, ilerleme, dayanışma, kültürel özgürlük, kalıcı gelişme, insanların refah ve mutluluğu;

> Talep edilen haklar: Konut, iş, kültür, sağlık, eğitim, politik katılım, özgür bireysel gelişme ve tüketim hakkı;

> Mevcut hükümet ve ekonomik sistem insani bir ilerlemenin önünde engeller oluşturuyor. “Mevcut sistemin amacı, ekonomik olup olmadığına, toplumun refahını artırıp artırmadığına bakmaksızın, para birikimidir”;

> “Toplum olarak geleceğimizi artık soyut bir ekonomik sisteme teslim etmemeyi öğrenirsek, hepimizin zararını gördüğü istismarı ortadan kaldırırız”;

> “Bize etik bir devrim gerek. Parayı insanın üstünde tutmaktansa, yeniden kendi hizmetimize sokmalıyız. Bizler ürün değil, insanız.”…

“Arap Dünyasında Ayaklanma” adlı kitapta, halk isyanları, son büyük ekonomik krizin emperyalist kapitalizmin genel bunalımında teşkil ettiği yeni ağırlaşma sürecinin bölgedeki toplumsal çelişkiler temelinde bir dışavurumu olarak saptanmış ve isyanlarda rol oynayan çelişkiler ve ilişkilerin uluslararası dolayımları dikkate alındığında, bu gelişme ve olayların salt Arap coğrafyasına özgü olmadıkları ve başka bölge ve ülkelerde de gerçekleşebileceğine dikkat çekilmişti.** Bu bağlamda, özellikle de İspanya’daki gençlik hareketinin yukarda özetlenen özelliklerine bakıldığında, görülen şudur: Gençliğin dert edinip çözümünü talep ettiği sorunlar oldukça geniş bir alanı kapsamakta. Ve gençliğin bu sorunlarla ilgili mücadelesinin de gelip geçici bir protesto hareketi olmadığı görülmekte. Nitekim hemen hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde, sistem gençliğe gelecek sunamayacak bir durumda ise ve dahası bunun böyle olduğu giderek daha geniş gençlik kitlelerince de algılanıyorsa ve öte yandan toplumsal sorunlar, gençlik kitlelerinin karşısına kapitalist sistemin genel bunalımındaki yeni bir ağırlaşmanın koşulladığı karmaşayla çıkıyorsa; daha temelli bir hareketlenmenin mayalanma koşulları alabildiğine genişliyor demektir.

Hiç kuşku yok ki, 15 Mayıs gençlik hareketi, başlangıçtaki taleplerinde (seçim yasasının reformu ve yolsuzlukla mücadele) süreç içerisinde bir genişleme kaydetmiş olsa da, henüz naif ve öfke duyduğu toplumsal sorun ve çelişkilerin nedenleri ve çözümü konusunda doğru bir bilinçten yoksundur. Örneğin bu hareketin aktivistlerinden birisi olup biteni şöyle açıklıyordu: “Henüz bir devrim olmadı. Ama benim için bir hayal gerçek oldu: Halkın uyanmasını sağladık. Bir tür bilincin devrimini gerçekleştirdik.

Biliyoruz ki, bilinçteki devrim, otomatikman devrimci bilinç anlamına gelmez. Fakat bu anlamı olmadığında da, bunun ilk adımı, önkoşulu olabilir. Başka bir deyişle, yüz yüze olduğumuz, gençliğin siyasal uyanışı sürecidir. Siyasal uyanış ama, her zaman, belirli bir pozisyondan uyanış olduğundan, haliyle başlangıçta, uyanılan o pozisyonun sınırlılıklarını taşır. “Bilincin devrimi” burada, uyanışın kendisidir. Devrimci bilinç haline gelebilmesi için halihazırdaki pozisyonun değişimi gerekmektedir.

Aslında, tarihsel bakımdan değerlendirecek olursak; içinden geçtiğimiz dönem, burjuva ideolojisinin ve özelde de liberalizmin hegemonyasında yeniden büyük bir kırılma safhasına geçişi ifade etmekte. Gençlik, bir yönüyle de, toplumun sismografıdır (depremyazarı). O bize, bu kırılmanın ilk işaretlerini yansıtmaktadır.

Hatırlatmak gerekir ki, bugünkü burjuva ideolojisi ve liberalizmi, komünizmi alt etmiş olma üzerinden “yenilediği” tez ve ideallerle hegemonyasını tahkim etmiş bir ideolojidir. Ne var ki, bu tez ve idealler artık kapitalist toplum ve dünyanın bariz olgularıyla büyük bir tezat oluşturmakta; “yenilenen”*** bu fikirler, günümüzün yeni “hür” kapitalist dünyasının ortaya çıkardığı devasa çelişkilerle hiçbir şekilde örtüşmemekte. Gençliğin bugün görmeye başladığı, ideallerle gerçekliğin arasındaki bu büyük tezat, bu bariz örtüşmemedir.

Bilindiği gibi, SB ve Doğu Blok’un çöküşü üzerinden yenilenen burjuva hegemonya, gençliğin, tarihe bakışı bir anlamsızlık olarak içselleştirmesini sağlamaya çalışmıştır. Oysa bilinçteki devrimin devrimci bilinç olabilmesi için tarihsel süreklilik olmazsa olmazdır. Zira öfke duyulan şeylerin öncesi, arka planı, kısacası oluşumu hakkında bir irdeleme ve fikir olmaksızın, gerçek bir değişimi içeren bir alternatif de ortaya çıkartılamayacaktır.

Başka bir deyişle; kapitalist toplumsal gerçekliğin burjuvazinin kendi normatif ilkeleriyle (eşitlik, özgürlük, sosyal adalet vb.) çelişkisinin bariz bir şekilde ortaya çıkması karşısında; güncel toplumsal çelişkilere öfke duyan, ancak gelenek ile güncellik arasındaki kırılmayı kapitalist güncelliği aşan tarihsel bir perspektifle ele alamayan ve bu anlamda tarihsiz bir “şimdiki zaman”a hapsolmuş bir gençlik durmaktadır. Bir taraftaki örtüşmemeye diğer taraftaki örtüşme karşılık gelmekte. Fakat açıktır ki, bu tür bir durum, muhafaza edilemez, kalıcı kılınamaz bir durumdur. Çünkü “şimdiki zaman”ın ideolojik zincirleri ne denli görünmez ise de, maddi-toplumsal olgu ve çelişkileri de artık o denli hissedilirdir; verdiği acılar, ister istemez, düşünsel zincirleri de farkedilir kılmaktadır.

Zaten şu dikkat çekmekte: İdeolojik plandaki hegemonya ve hapsetmeler ne kadar etkin olsa da, öfke ve mücadelenin neden ve dinamikleri, ister istemez, bu ideolojik zincirleri zorlamakta: Tarih ve tarihsel eylem biçimleri, bir şekilde gündeme gelmekte. Örneğin eylem biçimlerinde, meydanları ele geçirme (tek başına Madrid’de aynı anda 100 semt toplantıları gerçekleşiyordu), konseyler olarak örgütlenme, Franko faşizminin uygulama ve provokasyonlarının hatırlanması vb. olaylar, bu tür düşünsel sınır ve zincirlerin zorlandığının ifadesidir aynı zamanda.

Ve işte bu böyle olduğu için; yani, ilkeler ile gerçekliğin örtüşmemesinin görünür hale gelmesiyle ideolojik hegemonyada beliren kırılma yeni bir sorgulamayı tetiklediği için, olup biteni burjuva ideolojisi sınırları içerisinde yeniden anlamlandırmak burjuva ideologlarının gençlik hareketi karşısındaki ana çabası haline gelir. Örneğin bir taraftan, İspanya’daki gençlik hareketi, burjuva demokrasisinin ciddi bir “temsiliyet krizi” içerisinde oluşuna kanıt kabul edilir, öte taraftan ama, “demek 200 yıl önce başlayan demokratik devrim hala devam ediyor” denilir! Gençliğe böylelikle, burjuva ilkeler ile gerçeklik arasındaki çelişkiyi, burjuva ilkelerini bizzat gerçekleştirerek çözme öğüdü verilir! Kapitalizmin toplumsal gerçekliğinin, ilkesinden sapmasını, ilkeye yeniden sahip çıkarak engelleme çağrısı yapılır!

GENÇLİĞİN MÜCADELESİ VE GENÇLİK İÇİN MÜCADELE

Bugünkü gençlik kuşağı, “sosyalizmsiz bir dünya”nın gençlik kuşağıdır. Aynı zamanda, liberalizmin (ve onunla birlikte bir süreliğine suni talep yaratma ekonomi politikasının) şaha kalktığı bir dönemin kuşağı. Öte yandan ama, emperyalist kapitalist sisteminin ikinci en büyük ekonomik krizinin tanığı ve doğrudan kurbanı olan bir kuşaktır. Kapitalizmin tarihi boyunca belki de hiçbir gençlik kuşağının dünya resmi, bu denli kısa bir sürede altüst olmayla yüz yüze gelmemiştir.

Günümüz gençliğinin mücadele hedefleri ile (iş, eğitim, sosyal refah ve güvence, gerçek temsiliyet ve söz hakkı vb.) ideolojik şekillenişindeki tarihsel sınırlanmışlık arasında öylesine çelişkili bir korelasyon bulunmakta ki, sosyalizmin gençlik hareketinin gündemine girmesi bir yerde kaçınılmazdır. Hatta sosyalizmle, Avrupa’nın 68 gençlik hareketinden çok daha sağlıklı bir zeminde buluşabilir. Avrupa 68’in gençliği, tabiri caiz ise, kafa üstü gitmeye yeltendi; kafa üstü duran bugünkü gençlik hareketinin önünde en azından ayakları üstüne dikilme olanağı bulunmaktadır. Nitekim, bugünkü gençlik hareketinde ne “devrim fetişizmi”, ne de “protesto ideolojisi” var; ne “devrim macerası”nın, ne de “büyük reddin” peşindedir!**** Bununla birlikte, gerçek yaşam ve sınıf mücadelelerine çok daha yakın, onun içinde ve dinamiklerinden biridir. Mayalanmakta olan gençlik hareketi, her şeyden önce, salt bir üniversite hareketi değildir; yoksul-işsiz işçi gençlik bir tarafa; üniversiteden mezun olmuş, bir süre çalışmış veya doğrudan işsiz kalmış genç aydın emekçiler bu hareketin önemli bir yapı taşıdır. Kaldı ki, bugünün koşullarında, üniversiteli gençliğin büyük bir kısmı, en azından düne göre çok daha büyük bir oranı, öğreniminin yanı sıra çalışmak zorundadır. İşte, kapitalizmde atılan her adım, bu sistemin temel çelişkisi nedeniyle, kendi karşıtını bağrında taşıyarak gerçekleştiğinden, üniversiteleri doğrudan piyasanın emrine sokma girişiminin bir başka sonucu da, çalışma ile üniversite yaşamının bu gençlik kuşağında çok daha fazla iç içe geçmesi olmuştur.

Ayrıca, gelinen yerde birçok mesleğin sosyal statüsü ile ekonomik konumu örtüşmemekte; doktor, mühendis, avukat, öğretmen vb. meslek sahipleri, emekçilere nispeten daha yakın bir yaşam sürdürmekte. Bu arada belirtelim ki, gençliğin ekonomik sosyal konumundaki değişiklikler, gençlik ile işçi hareketi arasındaki ilişki bakımından da önemsiz değildir. Bu bağlamda gençlik hareketinin işçi hareketine yapabileceği etki İspanya örneğinde görülürken, tersi etki geçtiğimiz yıl Fransa’da emeklilik reformuna karşı verilen mücadelede görüldü…

Kısacası, çok daha dünyevi olan bu gençlik, hakkını talep etmekte! Büyük oranda tüketim kredilerine dayanan ve “anını yaşa!”, “dert edinme!” vb. suni talebi pazarlamaya dönük sloganlarla kandırılan ve aynı zamanda ufku daraltılan gençlik, şimdi yüz yüze geldiği kapitalizmin çıplak gerçekliği karşısında aldatıldığını hissederek öfkeyle ‘parasız eğitim, iş, müreffeh bir yaşam benim hakkımdır’ diye haykırmakta!

Açıktır ki, etik tepki ve öfke, ahlaki protesto ve başkaldırı; bütün bunlar, gerekli oldukları kadar yetersizdirler de. Dolayısıyla Avrupa gençliğinin önünde, bir taraftan mücadele taleplerinde genişleme (İspanyol gençliği, bir yerde, Avrupa gençliğinin gireceği yönelimi öncelemiş bulunuyor) süreci dururken, diğer taraftan talep ettiği yaşamın kapitalist sistemle ne anlamda ve nereye kadar bağdaşıp bağdaşamayacağını özdeneyimiyle kavrama süreci bulunmaktadır.

Bugün, siyasal uyanış sürecinde bulunan gençliğin gözlemleri değil sorun olan; sorun, bu gözlemlerden doğru politik sonuçlar çıkartıp çıkartamamasındadır. Başka bir deyişle, günümüz gençliğinin olağanüstü bir yardıma ihtiyacı var. Bu yardımı gerçek anlamda yapabilecek yegane siyasal güç ise, sosyalistlerdir.

Elbette sosyalistlerin görevi; ne bugünkü gençliğin naifliği, siyasal illüzyonları ve yanlışları karşısında bilgiçlik taslamak veya sekter davranmak (örneğin Yunanistan’daki gençliğin, “bizi temsil etmiyorsunuz!” haykırışına, aslında onların çıkarlarını bir şekilde temsil eden PAME gibi mücadeleci sendikal güçleri de dahil etmesini, Yunanistan Komünist Partisi/KKE bu hareketin dışında olmayı kabullenmekle karşılamış ve gençliğin bu hareketinin yanlışlarından kendi yanlışlarına mazeret bulmuştur!), ne de ama marjinalleşmemek adına hareketin bilinç düzeyini yükseltme çalışmasından vazgeçmek ya da bu çalışmayı unutmaktır. Mali sermayenin ve devletinin iktidarını yıkmadan “gerçek demokrasi”nin ne “şimdi” ne de sonradan gerçekleşmeyeceği açıktır. Fakat bu böyledir diye, gençliğin halihazırdaki bilinç düzeyi ile ileri sürdüğü taleplerine sahip çıkmamak, hatta onun haklı talep ve istemlerini doğru formüle etmesine yardımcı olmak yerine, teoriyle onun pratiğine dudak bükmek, anlamsız ve esasta da sorumluluk almaktan kaçınmaktır. Burjuva ideolojisi ve onun normatif sınırları içerisinde sorunlarına çare arayan bir gençlik hareketi karşısında, çalışmayı “devrimin gerekliliği” ve “kapitalizm yıkılmadan olmaz”lığı üzerine ahkam kesmeye oturtmak, aslında bu hareket açısından somut olarak hiçbir şey söylememek demektir. Bütünün bir anda değişimi istemiyle ortaya çıkmak, herhangi bir tekil istemde bulunmamaktır ve dolayısıyla objektif olarak hiçbir değişiklik istememektir.

Tekil talepleri doğru ya da yanlış kılan; bütünle ilişkisi, bütündeki yeri ve etkisi, bütünün değişimindeki rolüdür (burada bütünle kastedilen, kapitalist sistemin kendisidir). İşin bu nesnel boyutunun yanı sıra, bir de bu talepleri ileri sürenlerin bütünün kendisi hakkındaki bilinci dikkate alınmak zorundadır. Demek oluyor ki, doğru talepleri formüle etme ve bunlar uğruna mücadeleyi örgütlemede yardım, her zaman, talep edilen şeylerin yoksunluğunun nedeni ve niçini üzerinden bütünün kendisi hakkında doğru bir bilinç oluşturmayla birleşmek zorunda. Çalışmadaki bu bütünlük, her defasında yeniden ve çalışmanın ana karakteri olarak sürekli kılınamadığı vakit, gerçek bir önderlik yardımı da gerçekleşmemiş olur. Kısacası, somut talepler uğruna mücadele, mücadele eden kitlelerin bilinç düzeyini sürekli yükseltme görevini dışlamaz, tersine, bütünlüklü bir anlayışla gerçekleştiğinde, talepler temelindeki mücadele, bunun en verimli ve somut vesilesidir…

Gençliğin siyasal uyanışını koşullayan çelişkilere, bu çelişkiler hakkında gençliğin halihazırdaki bilincine ve burjuva ideologlarının getirmeye çalıştığı yeni anlamlandırmalara dikkat çekildi. Böylesi tarihsel süreçlerde, başta sosyalist gençlerin kendilerini ve gençlik hareketi içerisindeki çalışmalarını yenilemeleri, gençliğin mücadelesinin talep ettiği yeni yetenek ve donanımı hızla kazanmak için olağanüstü bir çabayla öne çıkmaları, hem işçi sınıfına ve hem de tarihe karşı sorumluluklarının bir gereğidir.

Gençliğin mücadelesi, gençliği kazanma mücadelesinde yeni olanaklar anlamını taşır. Bu olanakların gerçeğe dönüşmesi, salt gençliğin mücadelesiyle olacak bir iş değildir, gençlik için mücadeleyi de olağanüstü yükseltmeyi gerektirmektedir. Şu kesindir ki, gençliğin siyasal uyanışı, aynı zamanda, sosyalist çalışma için de bir meydan okumadır.



* Rakamlar: International Labour Office, Global Employment Trends for Youth; Auğustos 2010 ve Eurostat’ın 01.03.2011 tarihli basın bildirgesinden aktaran 04/11 tarihli BdiP dergisi.

** Arap Dünyasında Ayaklanma, Evrensel Basım Yayın, 2. baskı, sf. 120-123

*** Aslında fikri bakımdan gerçek bir yenilenme söz konusu değildir. “Yenilenme”, esasta, kendi ideolojisinin doğruluğunun kanıtını karşıt tarafın, yani sosyalizmin, yenilgisinde keşfetmekten ibaret!]

**** Avrupa 68’indeki “sosyalizm”, esasta, kurulu düzeni ret düzeyine indirgenmiştir. Özellikle Frankfurt Okulu bu konuda olumsuz bir rol oynamıştır. Frankfurt Okulu’nun teorisyenleri Horkheimer ve Adorno’nun “eleştirel teorisi”nin açmazı da bu yetersizliği olmuştur: Hegel’deki yadsıma kavramı, esasta olumsuzlama boyutuyla sınırlanmış (diyalektik de esasta olumsuzlama olarak); belirli bir yadsımanın yerine belirsiz yadsıma geçtiğinden, etik, ahlaki ve politik olarak yadsınanın somut alternatifi de konulmamıştır. Haliyle, yadsınması gereken şeyin kalıcılaşmasına varılmıştır. Özellikle Avrupa 68’i deneyimi, başka şeylerin yanı sıra, salt olanın reddi tutumunun son derece yetersiz olduğunu ortaya koymuştur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑