geleneksel inkârın ‘gelenek’sel tekrarı!

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, egemen sınıflar, sömürü ve baskı düzenini devam ettirmek için yığınları birbirine düşürme, kendi zemininde suni çatışmalarla düzene yedekleme çabasına girmiştir. Türkiye egemen sınıflarına has değildir. Sömürü düzenin mevcut olduğu her toplumda, sahte düşmanlar, abartılmış tehlikeler ve düzen zemininde saflaşmalar yaratılır. Egemen sınıflar, iktidarlarını, –bazen suni, bazen gerçek sorun ve sıkıntılardan kaynaklanan– bu düzen içi çatışmalar, saflaşma ve düşmanlıklar üzerinden kurar.

Egemen sınıflar için mesele; bu saflaşmaları düzenin sınırları içerisinde tutabilmek, ‘muhalefet’i de kontrol altına alabilmektir. Eğer laiklik tartışılacaksa; iki taraf da, kapitalizmin sınırlarını aşmayan, dahası, doğrudan sosyalist olmasa bile, demokratik/sosyalist mücadeleye hizmet etmeyecek bir noktada olmalıdır. Böylesi bir laiklik tartışması egemen sınıflar için mubahtır; sakıncasızdır; hatta elzemdir. ‘Sol’, ‘sosyalist’, muhalif güçler de, anti-emperyalist, demokratik, anti-faşist devrimci bir programın parçası olarak laiklik talebiyle mücadele etmek yerine, görünüşte ‘devrimci’ laflar edip, egemen güçler arasındaki çatışmada düzen içi güçlere yedeklenirse, onunla aynı hatta savrulursa, ne ala memleket!

GİRİŞ

Ülkemizde, milliyetçilik, yıllardır toplumu yönetmenin, halkları bölüp parçalamanın temel argümanlarından birisi olagelmiştir. Egemen güçlerin farklı fraksiyonları, halktan daha fazla oy alabilmek adına milliyetçilik konusunda yarıştan geri durmamışlardır. Sınır ötesi operasyonlarla birlikte yükselen şoven milliyetçi dalga, bu yarışı daha da hızlandırdı. Dahası yarışa katılmayanları, yarışta biraz geri kalanları “hain” ilan etmeye kadar vardırdı. ‘Sol’da yer aldıklarını söyleyenlerin büyük bir kesimi de, bu furyadan payına düşeni aldı. ‘Yeni’ tez ve görüşlerle bu ‘furya’ya ‘ayak uydurdu’; düzen içi bir mevziiye geçişi son noktasına vardırdı. Ya ‘teröre karşı mücadele’ kervanına katılacaksın ya da terörist ilan edileceksin baskısına teslim oldu!

Egemen sınıfların; Kürt halkını, –şimdilik henüz tüm Türkiye halkını değil belki, ama– buz gibi havada panzerden su sıkılan Tekel işçileri örneğinde olduğu gibi halkın uyanan ve hareketlenen kesimlerini, devrimcileri, demokratları ve işçi sınıfının devrimci öncüsünü terörist/bölücü ilan etmek, onları yığınlardan tecrit etmek için yükselttiği bu saldırı dalgasından, solun, ‘sosyalistlerin’ ve muhalif kesimlerin etkilenmemesi düşünülemezdi. ‘Normaldir’, nesnel koşulların ‘sol’daki yansımasıdır; ancak bu boyutlardaki bir etkide öznelliğin de ciddi bir payı vardır!

Şoven milliyetçi dalga, yıllardır süren Kürt sorunu ve sorun üzerinden yaratılan kamplaşma, ‘sol’un içinde bulunduğu reformist, revizyonist platformu daha da derinleştirdi. Marksizm-Leninizm’in en temel tezleri ‘sol’culuk, ‘sosyalistlik’ ve değişen koşullar adına inkar edildi. Aslında pratik-politik platform teorileştirildi. Yüz yıllık reformist, revizyonist ve sosyal-şovenist tezler yeniymiş gibi ‘piyasa’ya sürüldü.

Sosyal-şoven bir yaklaşımla ortaya atılan ‘yeni’ tezler oldukça çeşitli. Ancak içlerinde en pervasızı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (UKKTH), emperyalizmin girdiği yeni dönemde “geçersiz”, dahası “emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir hak” olarak ele alan, ezilen ve baskı altına alınan ulusların mücadelesini; kendi kaderini tayin hakkını kazanma yoluna girdiği için ‘düşman’ ilan eden ‘yeni’ tez ve açılımlardır. Bu ‘yeni’ tezin sahipleri, ezilen ulusların ve asıl ‘dert’ olan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının artık geçersiz olduğunu ‘kanıtlamak’, dilini ve kültürünü özgürce kullanma ve varlığının tanınması mücadelesini “ikincil önemdeki”, hatta koşullar gereği “gereksiz” bir mücadele olarak ilan etmek için “halkların kardeşliği”, “işçi sınıfının mücadelesi” vb. genel doğruları sanki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bunlarla çelişiyormuş gibi yineleme ihtiyacı duyuyorlar.

UKKTH’nı “geçersiz” ilan eden yazar ve ‘teorisyen’lerimiz, ulusal hareketlerin ilerici nitelik taşıyabilme olanağını dışarıda bırakarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gerici, emperyalizmin çıkarlarına uygun bir ‘hak’ haline geldiğini, dolayısıyla sosyalistlerin kendi kaderini tayin hakkını savunmaması gerektiğini söylüyorlar. Buna göre, bir “taktik ilke” olarak savunulan ulusların kaderlerini tayin hakkı, yeni koşullar gereği –SSCB’nin ve sosyalist bloğun dağılması sonucu– savunulmaması gereken bir “taktik ilke” haline gelmiştir. Kurulan mantığa göre; yalnızca “taktik bir ilke” olan ulusların kaderlerini tayin hakkı; bölücü, Türk ve Kürt emekçilerin birlik ve mücadelesini engelleyen bir ilke haline gelmiştir; dolayısıyla yerini “sınırların değişmezliği” ilkesine bırakmalıdır.

UKKTH’NI İNKAR KİME HİZMET EDER?

Tarihsel bir kategori olan ulus, kapitalizmin doğuşuyla beraber ortaya çıkmıştır. Ulusal hareketlerin ortaya çıkması için kapitalizmin gelişmesi, en azından feodalizmin bağrında kapitalist ilişkilerin ortaya çıkmasını öngören nesnel koşulların belirmesi gerekmiştir. Bu nesnel koşullar ki; tarihin tekerleğinin peşinden yürüyen burjuvazinin güçlenip feodal sınıflardan iktidarı almasında başat rol oynamıştır. Ancak bugünden bakıldığında, burjuva/ulusal hareketi doğuran nesnel koşullar ortadayken, 18. yy. ve 19. yy. “ulusal hareketlerinin anlamsız” olduğunu söylemek hiç kimsenin aklına gelmemiştir. İş günümüze gelince, egemen sınıfların baskı ve zorbalığı somut/güncel bir hal alınca, emperyalizmin kendi karşıtını –sosyalist ve ulusal tepkileri– sürekli ve sürekli yaratmak zorunda olduğu, emperyalizm emperyalizm olarak kaldıkça başka türlüsü de mümkün olmadığı halde, ulusal hareketlerin ilerici niteliğini[1] ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını inkar etmek nedense birden akıllara gelivermiştir!

***

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını gündemden düşmüş ilan etmek için bu ilkeyi ifade ettiği anlamdan uzaklaştırmak, açıkça söylemek gerekirse, çarpıtmak gerekir. Çarpıtma, UKKTH meselesinde iki ayrı sorunun birbirine karıştırılmasında başlıyor. Birincisi; ulusların kaderlerini tayin hakkı nedir, her zaman geçerli bir ilke midir? İkincisi; proletaryanın devrimci mücadelesi açısından ezilen ulus nasıl örgütlenmeli, kaderini nasıl tayin etmelidir? Bu iki sorun birbirine bağlı, ancak ayrı sorunlardır. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı vardır. Ancak proletaryanın çıkarları ayrılmakta veya tek bir devlet çatısı altında yaşamakta olabilir. Stalin sorunu şöyle ifade eder:“Ulus, kaderini serbestçe kararlaştırma hakkına sahiptir. Onun, elbette öbür ulusların haklarını çiğnemeksizin istediği gibi örgütlenme hakkı vardır. Bu, tartışma götürmez.[2]

UKKTH, ulusun kendi kaderini serbestçe belirleme hakkıdır. Kısacası, ayrılma dahil, geleceğini bizzat kendisinin belirleyebilme hakkıdır. Ulus isterse ayrı bir devlet çatısı altına örgütlenebilir, isterse diğer ulus ya da uluslarla aynı devlet çatısı altında yaşayabilir. Tartışmanın birinci yönü budur: UKKTH tartışma götürmez bir haktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının “gündemden düştüğünü” öne süren Gelenek yazarlarına göre ise, bu hak “tartışma götürür”!. Kürt halkı baskı ve zulme karşı mücadelesinde sosyalizmi hedeflemediği sürece, –söylenene göre– kendi kaderini tayin hakkıyla sınırlı kaldığı sürece, emperyalizmin değirmenine su taşır. Bu anlayışa göre, sosyalist olmayan hiçbir hareket, anti-emperyalist veya demokratik, dolayısıyla ilerici olamaz. Buna göre, UKKTH ‘tartışma götürür’, tartışılmalıdır; öyle ki, UKKTH fetişleştirilmesin: “Sorun ulusların kaderlerini tayin hakkını bir siyasi fetiş olarak görmekte, onu bu fetişleştirmeyle siyasi bir taktik mertebesinden teorik bir ilkeye terfi ettirmektedir.[3] UKKTH fetiş haline getirilmemelidir! Amaçlanan, soyut bir fetişizme, yani körü körüne bağlanmaya karşı mücadele değildir. Mesele, UKKTH’nın önemini yitirdiğine, onun gereksizleştiğine ve gündemden düştüğüne varabilmektir: “Sınıflar mücadelesinde üçüncü bir tarafı veri alan UKKTH kavramı bu durumda gündemden düşmektedir[4]. Gelenek yazarlarının, UKKTH’nın kullanılması bir yana, sözünün edilmesine dahi tahammülleri yoktur: Söylediklerine bakılırsa, “Ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir.[5]Gerekçe”leri var; göreceğiz.

***

Tartışmanın ikinci yönü de şudur: Eğer ulusun çoğunluğunun ve her şeyden önce de proletaryanın çıkarları göz önünde tutulursa, nasıl örgütlenmeli, gelecekteki kurtuluşu hangi biçimler almalıdır?

Ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır. Ancak proletarya ulusun kendi kaderini hangi yönde tayin edeceğine kendi politikası doğrultusunda müdahale etmek zorundadır. Proletarya ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanır, ancak eğer ulus, kendini, ulusun çoğunluğunun, yani proletarya ve emekçi kitlelerin, halkın çıkarlarına ters düşecek şekilde örgütlüyorsa, proletarya buna karşı çıkar; emekçilerin çıkarlarının “burjuvazinin peşine takılmakta” olmadığını, “proletaryanın bağımsız politikasında” olduğunu açıklar ve bunun için mücadele eder.

Ulusların (özellikle Kürt ulusunun) kendi kaderlerini tayin hakkını kabul edersek –diye düşünüyor UKKTH’nı inkar eden ‘teorisyen’lerimiz–, ulus geleceğini proletaryanın çıkarlarına uygun bir şekilde örgütlemeyi kabul etmeyecek olursa, ne olacak? Böyle bir ihtimal karşısında, ‘teorisyen’lerimiz, UKKTH’nın artık kabul edilemez olduğunu, artık “geçersizleşmiş bir ilke” olduğunu iddia ediyorlar.

UKKTH’nı inkâr eden ‘teorisyen’lerimiz, soyut bir birlik savunusuyla, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkar ediyor. Gerekçe de, “işçilerin ortak mücadelesi”, “emperyalizme karşı mücadele” vb. Evet; halklar birlik olmalıdır, ama nasıl? Ezen ulus işçileri UKKTH’ı tanımadan, ezilen ulus işçilerinin demokratik taleplerine sahip çıkmadan birlik olabilir mi, enternasyonalizmden bahsedilebilir mi? Gelenek yazarlarının savunduğu birlik, UKKTH’nı içermeyen; ezen ulus işçilerinin Kürt halkının ayrılma hakkını tanımadığı, Kürt halkına yönelik saldırılara nasıl olsa “sosyalizmde çözülecek” diyerek ses çıkarmayan bir birliktir.

‘Teorisyen’lerimiz, “birliği” savunma adına UKKTH’ı gereksiz buluyor ve inkar ediyor. Lenin, bu konuda, yaklaşık 100 yıl önce şunu söyler: “Biz onların (ulusların) kaynaşmasından yanayız, ama şimdiki durumda ayrılma özgürlüğü olmadan, zorla kaynaşma ve ilhaktan, gönüllü kaynaşmaya geçiş olamaz. … Bütün uluslar sosyalizme varacaklardır – bu kaçınılmazdır, ama hepsi tamamen aynı yoldan varmayacak.[6]

SSCB’nin kuruluş sürecine baktığımızda, ulusların kaderlerini tayin hakkının nasıl anlaşılması gerektiğini daha iyi görebiliriz. Finlandiya, SSCB’ye katılmama, ayrı bir kapitalist devlet olarak örgütlenme yönünde görüş bildirir. Ulusların kaderlerini tayin hakkı gereği, Finlandiya ulusu (kendi burjuvazinin oyununa gelerek) SSCB’ye katılmak istememiştir, saygı gösterilir. Ayrı bir devlet kurma hakkı vardır. Ancak proletaryanın bu hakkı tanıması, burjuvazinin çözümünü onaylayacağı, sessiz kalacağı anlamına gelmez. Proletarya (başta Finlandiya komünist partisi), tüm gücüyle birlik yönünde propaganda faaliyetinde bulunur ve çaba gösterir. Bu çabaya rağmen, ulusun çoğunluğu ayrı bir devletten yanaysa ya da birlikten yana mücadeleyle kendi hükümetlerini devirmeye gücü yetmiyorsa, ulusun kendi kaderini tayin hakkı gereği, ayrı bir devlet hakkı tanınmak zorundadır ve tanınmıştır.

Tersten anlamaya hacet yoktur. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır, ancak bu hakkın kullanış biçimi her zaman proletaryanın çıkarlarına uygun düşmeyebilir. Proletarya bu hakkın kullanımını tanımakla beraber, hakkın kullanılış biçiminin proletaryanın çıkarlarına uygun olarak gerçekleşmesi için çaba gösterir. Stalin, bu konuda Tatarları örnek vererek şöyle der:

Kafkas-ötesi Tatarları, ulus olarak, diyelim ki kendi diyetlerinde toplanabilir ve kendi beyleri ve mollalarının etkisi altında, ülkelerinde eski düzeni yeniden kurabilir, devletten ayrılmalarını kararlaştırabilirler. Kendi kaderini kendisinin tayin etmesi maddesi uyarınca, buna yerden göğe kadar hakları vardır. Ama bu, Tatar ulusu emekçi katmanlarının çıkarına uygun düşecek mi? Sosyal-demokrasi ulusal sorunun çözümünde, beylerin ve mollaların, yığınları kendi arkalarından sürüklemelerine kayıtsız kalabilir mi? Sosyal-demokrasi işe karışmamalı ve ulusun iradesi üzerinde belgin bir yönde etkide bulunmamalı mı? Sorunu çözmek için en elverişli bir plan formüle etmemeli mi?[7]

Ulusun kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız, koşulsuz kabulü, proletaryanın tayin hakkının her türden kullanılışına sessiz kalacağı anlamına gelmez. Proletarya çıkarları doğrultusunda müdahale eder. Bu çaba, birlikten veya ayrı bir devletten yana olabilir. Bunun biçimini somut tarihsel koşullar belirler.

Gelenek yazarlarıysa, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının geçersizliğini buradan açıklıyor. UKKTH, işçi sınıfının çıkarlarıyla uyuşmadığı zaman geçersizdir; kabul edilmezdir diyorlar: “Emperyalizme karşı mücadele etmeden, enternasyonalizmi savunmadan, işçi sınıfının ve sosyalist devrimin çıkarlarını düşünmeden, sırf kendi kaderini tayin etmek için bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını kullanmasını sol destekleyemez”.[8]

Stalin’in verdiği örnek önemlidir. Mollaların etkisi altındaki Tatarlar “Emperyalizme karşı mücadele etmeden, enternasyonalizmi savunmadan, işçi sınıfının ve sosyalist devrimin çıkarlarını düşünmeden, sırf kendi kaderini tayin etmek için” bir mücadeleye girmiş bulunuyorlar. İşçi sınıfı böyle bir mücadelenin parçası olamaz, buna destek veremez. Tüm güçleriyle (başta Tatar işçi sınıfı olmak üzere) Tatar molla ve beylerin etkisine karşı savaşır, birlikten, demokrasi ve sosyalizmden yana tutum sergiler. Ancak sonuçta, Tatar ulusu, “kendi beyleri ve mollalarının etkisi altında, ülkelerinde eski düzeni yeniden kurabilir, devletten ayrılmalarını kararlaştırabilirler. Kendi kaderini kendisinin tayin etmesi maddesi uyarınca, buna yerden göğe kadar hakları vardır[9].

Kürt ulusal mücadelesinin durumu, zaten, Tatar mollalarının durumundan farklıdır. Türkiye egemenleri, Cumhuriyetin kuruluşundan beri uyguladıkları ulusal baskı siyasetiyle, Kürt halkının kimliğini, dilini ve kültürünü tanımamış, tanımak bir yana baskı altına almıştır. Kürt ulusu yok sayılmış, Kürtler Türk ulusunun ögelerinden birine indirgenmiştir. On yıllardır süren egemen sınıfların baskı ve zulmü Kürt halkını mücadeleye ve direnişe itmiştir. Mücadele ve direnişin yönü ülke içindeki gericiliğe ve dolayısıyla emperyalizme karşıdır. 80 yılı aşkın süredir baskı altına alınmış; varlığı ve kimliği yok sayılmış Kürt halkı, kendi kaderini tayin hakkı gereği, ayrı bir devlet çatısı altında örgütlenebilir. Bu, Kürt ulusunun en doğal hakkıdır. Bırakın bir sosyalisti, tutarlı bir demokrat dahi, Kürt ulusun zorla aynı devlet çatısı altında tutulmasını savunamaz. Zorla bir arada ‘tutulmaya’ karşı çıkmak; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini tanımayı gerektirir.

UKKTH DÖNEMİ BİTTİ Mİ?

‘Gelenek yazarları, UKKTH’nın “taktik bir ilke olarak kullanılması”nı üç döneme ayırıyorlar: “i) burjuva devrimler çağı; ii) sosyalizm çağı (1917-1991); ve iii) sosyalizmin çöküşünden günümüze uzanan ve henüz kapanmamış olan dönem.[10]

Birinci dönemde burjuva demokratik devrimlerin gerçekleştiğini, ikinci dönemde SSCB’nin varlığıyla beraber ulusal hareketlerin ilerici bir nitelik kazandığını, üçüncü dönemde ise, SSCB ve sosyalist blok ülkelerinin dağılmasıyla ulusal hareketlerin emperyalizmin yörüngesine girdiğini iddia ediyorlar. Buna göre; UKKTH, esas olarak 1917 Ekim devrimiyle beraber devrimci bir karakter kazanmış, sosyalist bloğun dağılmasından sonra emperyalizmin uydu devletler kurmak için kullandığı bir ilke olmuştur!

‘Teorisyen’imizin dönem tasnifleri yanlıştır. Kuşkusuz sosyalizmin bir sistem olarak kapitalizmin karşısına dikilmesi önemli ve ulusal hareketlerin yönünü etkileyicidir; ancak bu, –emperyalizme karşı mücadele üzerinden sosyalizme bağlandığı durumda bile– ulusal hareketin burjuva demokratik karakterini değiştirmez. ‘Teorisyen’imiz ise, ulusal hareketlerin evrimini kapitalizmin evriminden ayrı ele alıp, ulusal hareketin kapitalizmin nesnel gelişmesiyle olan bağlantısı yerine öznel bağlantılarla ulusal hareketi tanımlamaya ve dönem tasnifi yapmaya çalışıyor. Nesnellikten koparak, kapitalist gelişmenin sonuçlarından birisine baştan sona belirleyici rol vererek, öznel idealizme düşüyor; kapitalizmin evrimini, bu evrimin ulusal hareketlerle ilişkisini gözardı ediyor, SSCB ile ulusal hareketler arasındaki ilişkiye belirleyicilik atfederek tarihsel materyalizm yerine öznel idealizm ve burjuva toplumbilimini koyuyor.

İlkin; “birinci dönem” diye ifade edilen, kapitalizmin doğuşundan 1917 yılına (sosyalist Ekim Devrimine) kadar olan kesit, kapitalizmin iki farklı dönemini içine almaktadır. 1917 yılına kadar süren dönem; Lenin’in 19. yy. bitişi ile sonlandırdığı[11], burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı kapitalizmin ilk evresi –rekabetçi evresi– ile sermayenin dünya ölçüsünde hızla tekelleştiği, egemen burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği kapitalizmin tekelci evresini –emperyalizm evresi– kapsar. Bu iki evreyi birbirinden ayırmadan, genel bir burjuva devrimler çağı tarif etmek, bilimsel olmamakla beraber, başka hesaplarla anlam kazanmaktadır.[12]

Feodal gericiliğe karşı burjuva devrimler çağı, esas olarak, kapitalizmin birinci dönemine ait bir olgudur.[13] Egemen burjuvazi ilerici bir nitelik taşımakta ve burjuva/demokratik devrimlere önderlik edebilmektedir. 1900’lü yılların başından itibaren egemen burjuvazinin ilerici nitelikte olduğu, burjuva devrimlere önderlik edebildiği kapitalizmin birinci döneminin olguları ortadan kalkmıştır. Egemen burjuvazi, kapitalizmin gelişip serpilmesiyle, anti-feodal, demokratik ilerlemelerin engeli haline gelmiş, gerici, emperyalist ve anti-demokratik siyasal yaşamın başlıca temsilcisi olmuştur. ‘Teorisyen’lerimizden Çulhaoğlu’nun “birinci dönem” dediği “burjuva devrimler çağı”; bu nedenle, i) burjuvazinin ilerici barutunu henüz tüketmediği kapitalizmin birinci evresindeki burjuva devrimler çağını, ii) (alt kesimleri, küçük burjuvazi vb. dışta tutularak) burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği emperyalizm ve proleter devrimler çağını kapsar. Tekelci kapitalizm, diğer deyişle emperyalizm, burjuva devrimler çağı olarak adlandırılamaz. Lenin, 1873 bunalımından itibaren sermayenin dünya ölçüsünde tekelleşmesi ile girilen yeni evreyi “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak niteler. Çulhaoğlu 20. yy. başı ile 1917 yılı arasındaki “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” içindeki bir dönemi; neden “burjuva devrimler” çağına dahil etmiştir? Lenin, yanılmış mıdır da, içinde bulunulan dönemin ayrıntılı tahlili sonucu “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının tespitini yapmıştır?

‘Teorisyen’imiz de bilmektedir ki; 20. yy. başı ile 1917 yılı arasındaki dönem “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının bir parçasıdır. Ancak Çulhaoğlu, bunu, ‘başka hesaplarla’ es geçmektedir. Buna göre, 1-) 1917 yılında gerçekleşen Ekim devrimiyle sosyalizm çağına girilmiş, böylece ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilerici bir karakter kazanmıştır; 2-) Emperyalizm çağında ulusların kaderlerini tayin hakkı ilerici bir nitelik taşıyamaz, ancak SSCB’nın varlığı ona ilerici bir nitelik verebilir; öyleyse, 1917 öncesi Lenin’in UKKTH savunusunu açıklamak için, bu dönemi, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” yerine burjuva devrimler çağı olarak nitelemek gerekir. Bu mantıkla hareket edildiğinde, –buna göre Lenin “emperyalizm ve proleter devrimler” çağında UKKTH’nı savunmuyor– Lenin, yalnızca burjuva devrimler döneminde ve SSCB’nin varlığı koşullarında UKKTH’nı savunmaktadır. Böylece, günümüzde –yani emperyalizm ve proleter devrimler çağında– ulusların kaderlerini tayin hakkının geçersizliğini, bu hakkı –emperyalizm ve proleter devrimler çağında değil– burjuva devrimler ve SSCB’nin varlığıyla başlayan “sosyalizm çağında” savunan Lenin’e dayandırmak ‘mümkün oluyor’!

Bu “ince” hesaplar, yazarımız açısından önemlidir. Burjuva devrimler çağını 20-30 yıl genişletmekten, bir döneme “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” yerine “burjuva devrimler” çağı demekten ne çıkar ki! Normal koşullarda ‘çok şey’ çıkmasa da, niyet, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını inkar etmek ve bu inkarı ‘zorlamayla’ Lenin’e dayandırmak olursa, çok şey çıkar!

Tekelci kapitalizm/emperyalizm ve proleter devrimler çağının, 1873 bunalımıyla ve sonrasındaki bunalımlarla hızlanan tekelleşme sürecinin sonucunda, burjuvazinin gerici niteliğinin giderek belirginleştiği bir dönemde başladığı kabul edilir. Elbette, ‘serbest rekabetçi’ kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş, bir olayla tanımlanabilecek belli bir tarihsel noktanın geçilmesi değil, nicel değişimlerin biriktiği bir süreç meselesidir. Sermayenin dünya ölçüsünde tekelleşmesi, geniş bir dünya pazarının oluşması, uluslararası sömürünün meta ihracının yanında sermaye ihracıyla birleşmesi, geri ülkelerin dahi dünya pazarının bir parçası haline gelmesi, yeryüzünün ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesi ile tanımlayabileceğimiz “emperyalizm ve proleter devrimler” çağı, 1917 Ekim Devrimi’yle başlamamıştır. “Sosyalizm çağı” olarak da niteleyebileceğimiz, Lenin’in ifadesiyle “emperyalizm ve proleter devrimler” çağı, Ekim Devrimi’yle başlamak ya da Ekim Devrimi’nin sonucu olmak bir yana, Ekim Devrimi’nin nesnel temelidir.

Kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen olmasıyla, sosyalizm ve sosyalist devrim, yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelerin gündemindeki bir mesele olmaktan çıkıp, bütün ülkelerde –sınıflar arasındaki mücadelenin durumuna bağlı olarak– gerçekleşebilecek bir olanak haline geldi. Ve devrim, emperyalizmin en zayıf halkasında –kapitalizmin ileri derecede gelişmiş olduğu ülkelerin dışında– gerçekleşti. Ekim Devrimi, Lenin’in çağa ilişkin ayrıntılı tahlil ve tespitlerini doğruladı. Ekim Devrimi, ‘teorisyen’imizin söylediğinin aksine, “proleter devrimler çağının” başlangıcı değil, bu çağın ürünü ve sonucudur; etkili ve süreci hızlandırabilecek bir sonuç!

“Emperyalizm ve proleter devrimler” çağında, egemen burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı ‘burjuva devrimler’ çağı son bulmuştur[14]. Lenin, tam da bu son bulan çağın –kapitalizmin birinci evresinin– ardından gelen dönemde –emperyalizm ve proleter devrimler çağında–, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. Lenin, henüz SSCB ortada yokken, burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı “burjuva devrimler” çağı bir yana, bizzat burjuvaziye karşı mücadele içerisindeyken, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. Çulhaoğlu’nun kabullenmek istemediği gerçek de budur.

19. yy’ın sonlanmasıyla kapitalizmin işleyişindeki nicel gelişmelerin nitel değişmelere yol açtığı, sermayenin/kapitalizmin dünya ölçüsünde egemen olduğu, dolayısıyla ulusal sorunun da kendi içinde bir sorun olmaktan çıkıp dünya ölçüsünde bir sorun haline geldiği, içeriğinin de değiştiği bir döneme girilmektedir. Emperyalizm aşamasında ulusal sorun, yalnızca ulusu ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkıp, emperyalizme karşı uluslararası mücadelenin bir parçası, gündemi konumuna gelmiştir. Burjuva devrimleri de, klasik olan; burjuvazinin feodal sınıflara karşı mücadelesi olmaktan çıkıp, egemen burjuvaziye karşı ulusun, emperyalizm –ve işbirlikçileri– tarafından ezilen sınıfların devrimine dönüşmüştür.

Emperyalizm çağında, dünya, ezen uluslar (emperyalist ülkeler) ve ezilen uluslar (sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler) olarak ikiye bölünmüştür. Ulusal sorun, ülke içinde ve yalnızca ulusu ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkmış; sömürge ülkelerin ve ezilen ulusların emperyalizmden ve gericilikten kurtuluş sorununa dönüşmüştür.

***

Emperyalizm, ulusal başkaldırının nesnel temelidir. Emperyalist sömürgecilik ve ulusal baskı siyaseti yığınların katmerli sömürüsü üzerine kuruludur. Başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen uluslar, emperyalist sömürü ve ulusal baskıya karşı mücadele için nesnel zemine sahiptirler. Keza sosyalizme ilerlemek için de…

‘Teorisyen’imiz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bu temelde ele almıyor. Ona göre, UKKTH’nın mubah olduğu iki dönem vardır. Birincisi, tahrif edilip sınırları fazlaca geniş tutulan –yukarıda bunun nedenini açıkladık– “burjuva devrimler” çağı, ikincisi, emperyalizmin nesnelliğiyle –dönemin emperyalizm ve proleter devrimler çağı– olmasıyla değil, SSCB’nin varlığıyla özleştirilen “sosyalizm çağı”dır. Çarpıtılmış “burjuva devrimler” çağını bir yana bırakırsak; UKKTH’nın mubah olup olmadığı, SSCB’nin varlığı ve yokluğuyla ilgili bir sorun olarak gündeme geliyor. SSCB mevcutken ulusal hareketler ilerici bir nitelik alabiliyor, emperyalizme karşı ulusal hareketler sözkonusu olabiliyor; böylece UKKTH’nı sosyalistler destekliyor; tersine, SSCB mevcut değilken ulusal hareketler “‘küresel eklemlenme’ ve emperyalist-kapitalist sistem içinde avantajlı yer kapma[15] çizgisinin dışına çıkamıyor ve sosyalistlerin UKKTH’nı desteklemesine gerek kalmıyor. Hele Kürt sorunu gibi ateşten gömlek giymeyi gerektiren bir mevzuda ‘riske girmeye’ ihtiyaç kalmıyor! Buna göre, ulusal sorunda son iki dönem; SSCB’nin olduğu ve olmadığı dönemler olarak belirleniyor!

Yukarıda biraz değindik. Emperyalizme karşı mücadele eden ulusal hareketler, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin nesnelliğinde var olurlar. Ulusal hareketleri yaratan, sosyalistlerin ulusların eşitlik idealleri veya ezilen ulus milliyetçilerinin ‘heyecanlı’ sloganları değildir. Ulusal hareketi yaratan, emperyalist sömürü ve baskı sisteminin kendisidir. Bu anlamda, ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadelesini, dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını yalnızca SSCB’nin varlığıyla açıklamak, anti-emperyalist ulusal hareketleri yaratan nesnel koşulları göz ardı etmek; öznelliğe abartılı bir rol vererek toplumbilimde idealizme düşmektir. Bu mantığa göre, 1917 Ekim Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı[16]; ulusal kurtuluş savaşları mümkün olmaz; örneğin Türkiye, Vietnam, Kore, Çin, Mısır, Angola’da uluslar kesinlikle kurtuluş savaşlarına girişemezlerdi! Ulusal kurtuluş hareketlerinin nesnel temeli emperyalizmin ekonomi-politiğindedir; SSCB’nin varlığıysa, ulusal kurtuluş hareketlerini yaratmaz; onlara güç ve destek verir.

SSCB’nin emperyalizme karşı burjuva/ulusal kurtuluş savaşlarına desteği, emperyalizme karşı verilen mücadelelere katkısı küçümsenemez. Hatta öyle ki; emperyalizmin karşı müdahalelerini baskılaması, ulusal hareketlerin önünü açması, ezilen yığınlar açısından bir çekim merkezi olması ulusal kurtuluş savaşlarının başarısında önemli etkenlerdir. Ezilen uluslar, halkların özgürlüğünü savunan ve dünyanın 1/6’ında egemen olan sosyalizmde; emperyalizme karşı moral ve manevi destek/ittifak buldular. Emperyalizme karşı mücadelede maddi, manevi yardım ve kadro/örgütsel destek aldılar. Dünya ölçeğinde emperyalizme kafa tutan, eşitlik ve özgürlük ideallerini savunmakla kalmayıp, kendi sınırları içerisinde yaşama geçiren sosyalizm, ezilen dünya halkları için çekim merkezi oldu.

Ancak SSCB’nin maddi, manevi ve moral desteği ulusal kurtuluş savaşlarını yaratmadı, onların niteliğini değiştirmedi; değiştiremezdi. Zaten Lenin ve Stalin’in de böyle bir yanılgısı yoktu. Amaç; ulusal kurtuluş hareketleri emperyalizme karşı savaştığı sürece onları desteklemek; bu ülkelerdeki işçi sınıfı partilerinin kurtuluş savaşı içindeki ağırlığının arttırmasına ve bu savaşlara önderlik etmelerine yardımcı olmaktı.

Nesnellikten uzaklaşıp sorunları öznellik zemininde tartışınca, tarihsel materyalizm, dahası Markizm’in abecesi bile ortadan kalkıyor. Ulusal hareketlerin emperyalizme yedeklenmek zorunda oluşu, SSCB’nin dağılmasıyla açıklanıyor. SSCB varsa emperyalizme karşı ulusal hareketler olabilir yoksa olamaz deniyor. Oysa –yukarıda açıkladık– emperyalizme karşı ulusal hareketler ortaya çıkmak zorundadır; bu hareketleri yaratan, SSCB’nin varlığı değil emperyalizmin ekonomik işleyişi ve eğilimleridir. Emperyalizm emperyalizm olarak varlığını devam ettirdikçe, emperyalizme başkaldıran ulusal hareketler mevcut olacak; dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilerici niteliğini korumaya devam edecektir.[17]

‘Teorisyen’imiz “ortada bir karşıt sistemin olmayışı, bu yeni dönemi 1917 öncesine benzer kılmaktadır[18] diyor. Ancak yeni dönemde UKKTH’nın geçersiz olduğunu söylerken, yine SSCB’nin mevcut olmadığı, emperyalistlerin silah elde ulusları ‘ayartmaya’ ve baskı altına almaya çalıştığı bir dönemde (Ekim devriminden önce “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nın 1917 öncesindeki diliminde) UKKTH’ın geçerli olduğunu görmüyor mu? Lenin’in meseleyi insanın gözünün içine sokan yaklaşımlarını kavramıyor mu? Cevabı Lenin’e bırakalım: “Ayrılma özgürlüğünün inkarı teorik olarak baştan aşağı yanlıştır ve pratikte ezen ulusların şovenlerine köle olmağa varır – bunu biliyor, hergün görüyor ve hissediyoruz.[19]

Doğru mudur? Ulusal hareketler emperyalizme karşı çıkamaz mı? Emperyalizmin planlarını bozacak bir stratejiye sahip olamaz mı? “Küresel eklemlenme” dışında programı olamaz mı? Olabilir. Ulusal hareketler, emperyalizmin baskı ve sömürüsüne karşı mücadele edebilir. Sosyalist önderliğe sahip olmayan ulusal hareketler, tarihsel olarak emperyalizme bağlanmaya mecburdur; bu unutulmamalı; ancak ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadele yürütmeleri imkansız değildir. Tıpkı burjuva/kapitalist önderlikli Türkiye ulusal kurtuluş savaşı gibi. Tıpkı Irak’taki burjuva önderlikli ulusal kurtuluş hareketinin ABD emperyalizmine karşı savaşması gibi. Çulhaoğlu, Irak’taki direnişçileri desteklemediğini söyleyebilir mi ya da direnişçilerin topunun ABD uşağı olduğunu? Irak halkının direnişinin desteklenmemesi gerektiğini iddia edebilir mi?

Bizce bu kadar açıktan yapamaz. Peki ‘teorisyen’imiz Irak direnişçilerini desteklemekten yana mıdır? “Burjuva önderliğe karşı destek sınırlıdır, emperyalizme karşı savaştığı sürece koşullu destek verilebilir” denilmelidir. Cevabın bu olduğunu varsayarsak; emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının mümkün olduğunu kabul etmiş olmaz mıyız? Ya da Venezuella’da, Bolivya’da, Ekvator’da emperyalizme karşı tutum alınmamış mıdır? ABD egemenliğindeki tekeller kamulaştırılmış; ABD’nin bölgedeki planlarına darbe vurulmuştur. Yani “ulusal hareket” emperyalizme “küresel eklemlenme”nin ötesine geçmiş; ona karşı mücadele edebilmiştir; SSCB’nin olmadığı koşullara rağmen…

SSCB’nin varlığı, ulusal kurtuluş hareketleri için büyük bir maddi ve manevi destekti. Yığınları harekete geçirme gücüydü. Ancak temel sebep değildi. SSCB kurulmamış olsaydı; dünyada emperyalizme karşı ulusal mücadeleler olmayacaktı denilemez. Emperyalizmin bugünkü ‘devasa’ gücüne bakılarak, ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadele edemeyeceğini söylemek de doğru olmaz. Emperyalizme karşı verilen ulusal mücadelelerin temelini, nesnellikte, emperyalizmin ekonomik temelinde aramak gerekir. Gerisi, küreselleşmeci, burjuva sivil toplumcu argümanların sola etkisidir.

‘Teorisyen’imizin içine düşmüş bulunduğu idealizmin dönüp dolaşıp vardığı yer, ‘küreselleşme’ ideologlarının tespitleridir. Aynı noktada buluşurlar. Buna göre, SSCB’nin ortadan kalkması anti-emperyalist ulusal hareketlerin temelini ortadan kaldırmış; dünya ölçüsünde ekonomik ve siyasal birliği sağlayacak küreselleşmeyi gündeme getirmiş; böylece, emperyalizme karşı ulusal hareketler –dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da– gündemden düşmüş; mevcut ulusal hareketler, “‘küresel eklemlenme’ ve emperyalist-kapitalist sistem içinde avantajlı yer kapma” amacının dışına çıkamaz olmuştur. Aynı düşünceye göre; emperyalizm nitelik değiştirmiştir –‘teorisyen’imiz bunu açıktan söylemez, ama tezlerinin mantıksal sonucu budur– ve bu yeni dönemde ulusal kurtuluş savaşları mümkün değildir.[20]

Hayır! Bunlar burjuva vaazlardır. Ulusal kurtuluş hareketlerini gündeme getiren maddi temel, ulusal baskı ve ayrıcalık politikalarını var eden emperyalizmin kendisiydi. Ve emperyalizm emperyalizm olarak kaldığı sürece; burjuva propagandacıların tüm küreselleşme çığırtkanlıklarına rağmen, ulusal baskı ve sömürü devam ettikçe, emperyalizme karşı ulusal hareketler nesnelliğini ve zorunluluğunu korumaya devam edecektir. Ulusal baskı bitmemiştir; keza ulusal başkaldırı da bitemez. Ulusal hareketler emperyalizme karşı olabilir. Dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının güncelliğini yitirdiğine dair sunulan bu kanıt yersizdir, yanlıştır. Ya bu görülecek ve burjuva ‘küreselleşmeci’ idealizmden dönülecek; ya da ‘teorisyen’imiz Irak, Ekvator vb. ülkelerdeki sosyalist olmayan ulusal hareketlerin desteklenmemesi gerektiği ilan edecek!

‘EMPERYALİST EKONOMİZM’DEN SOSYAL-ŞOVENİZME

Emperyalist ekonomizm, proletarya hareketinin karşısına kapsamlı olarak ilk defa –1915 yılında– Birinci Dünya Savaşı sırasında çıktı. Emperyalist ekonomizme göre; proletarya, –ulusların kaderlerini tayin hakkı vb.– gerçekleşmesi ‘imkansız’ demokratik taleplerden vazgeçmeli, bu talepler için mücadele etmemeli, bütün sorunların çözümü olacak “sosyalist bir mücadele” vermelidir. Buna göre; asgari program, –UKKTH gibi– demokratik haklar için mücadele gereksiz, hatta sosyalist mücadelenin önünde engeldir. Demokratik talepler –başta UKKTH olmak üzere– emperyalizm koşullarında gerçekleşemezdir; dahası, demokratik hak ve talepler için mücadele sosyalist mücadelenin önünde engeldir.

Emperyalist ekonomizm, devrimci işçi partisinin ekonomik ajitasyonun dışına çıkıp siyasal mücadeleye girmesine karşı çıkan, devrimci öncüyü sendikal taleplerle sınırlayan, siyasal demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakan ilk dönem ekonomizmi gibi, demokratik haklar ve bir bütün olarak siyasal demokrasi için mücadeleyi proletaryanın mücadele alanının dışına koyar. İlk dönem ekonomizminden farkı biçimseldir; demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakan ekonomist yaklaşımın yerine, demokrasi için mücadelenin sosyalizm mücadelesine engel olduğunu söyleyip mücadeleyi burjuvaziye havale eden ekonomist yaklaşım getirilmiştir. Sonuç ise, demokrasi mücadelesini proletaryanın görevleri dışında tanımlamak, sosyalist mücadeleyi, demokrasi mücadelesinden soyutlayıp sözde “saf sosyalist” mücadeleye indirgemek; böylece proletaryanın en tutarlı demokrat sınıf olarak demokrasi mücadelesinin önderliğini yapmasına, dolayısıyla sosyalizme ilerlemesine engel olmaktır.

Tarif edilen tam da budur. ‘Teorisyenler’imiz, ulusal haklar için mücadeleyi “değersiz”, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını için gösterilen çabayı “kıymeti” olmayan bir mücadele olarak ifade edip, demokrasi mücadelesinin görevlerini kolayca bir kenara iterek, şöyle diyorlar: “Bugün, ulusların kendi kaderini tayin hakkının Türkiye’de bir siyasi taktik olarak komünistlerin nezdinde bir değeri ve kullanılabilirliği kalmamıştır. Dolayısıyla bu taktiğin, bir şekilde el altında bulundurulmasının da hiçbir kıymeti yoktur. Bu taktiği koruma ve yaşatma çabasının öznesi komünistler olamaz.[21]

Günümüzde –yine emperyalizm çağında–, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ‘gerçekleşemez’ olduğunu iddia etmek, demokratik haklar için; bir bütün olarak gericiliğe, emperyalizme ve faşizme karşı demokrasi mücadelesinin anlamsız olduğunu söylemek, 1915 yılında ortaya atılan emperyalist ekonomizmin çok çok gerisine düşmekle kalmaz; dahası Kürt sorunu gibi yakıcı bir sorunun mevcut olduğu Türkiye’de demokrasi mücadelesini inkar etmek, egemen sınıfların anti-demokratik, gerici, şoven saldırıları karşısında “sosyalist eleştiri” ile eli kolu bağlı oturmak demektir. Ancak pratik, eleştiriyi –teoriyi– de etkilerse, ki etkiler; bu ‘eleştirinin’ de sınırlanması ve gerici saldırılar karşısında ulusların kaderlerini tayin hakkını inkâra varması kaçınılmazdır.

Oysa ulusların kaderlerini tayin hakkı –ve bunun bir parçası olarak Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı– için mücadele, işçi sınıfının es geçemeyeceği, “sosyalist devrimin çıkarları” gereği üzerinden atlayamayacağı bir meseledir. İşçi sınıfı, sosyalist mücadelesini, ezilen ve baskı altına alınan Kürt halkının demokratik mücadelesiyle birleştirmezse, Kürt halkının –UKKTH dahil– demokratik taleplerine sahip çıkmazsa, enternasyonalist ve sosyalist tutum almak bir yana, emperyalist ekonomizmin günümüzdeki pratiği olarak sosyal-şovenizme boğazına kadar batmaktan kurtulamaz. Lenin’in konuya dair görüşleri ayrıntılı ve anlamlıdır. Emperyalist ekonomistlerin demokratik hakların, UKKTH’nin ve ilerici ulusal savaşların “kapitalizm koşullarına gerçekleşemeyeceğini”, dahası “demokratik talepler –ve UKKTH– için mücadele etmenin gereksiz” olduğunu savunan görüşlerini uzun uzadıya eleştirir. Lenin’in ayrıntılı tahlillerini burada tekrarlayacak değiliz; ancak biraz uzun olmasına rağmen, Lenin’in demokrasi mücadelesine yaklaşımını belirten bir alıntı açıklayıcı olacaktır:

Söylediklerine bakılırsa Parabellum, demokrasi cephesinde tutarlı devrimci bir programı, sosyalist devrim adına küçümseyerek reddetmektedir. Böyle yaparken yanılgı içindedir. Proletarya, demokrasi aracılığıyla, yani demokrasiyi tam uygulayarak ve savaşımının her adımını, en kararlı biçimde formüle edilmiş demokratik isteklerle ilişkilendirerek zafer kazanabilir, böyle yapmaksızın kazanamaz. Sosyalist devrimi ve kapitalizme karşı devrimci savaşımı, demokrasinin sorunlarından yalnızca biriyle, burada ulusal sorunla karşı karşıya koymak saçmadır. Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia), resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm varoldukça bu istekler –hepsi– yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak… Şimdiye dek başarılmış demokrasiye dayanarak ve bu demokrasinin kapitalizmde tam olamayacağını gözler önüne sererek, yığınların içinde bulunduğu yoksulluğun ortadan kaldırılmasının ve bütün demokratik reformların tam ve her yönüyle gerçekleştirilmesinin gerekli temeli olarak kapitalizmin devrilmesini ve burjuvazinin mülküne elkonmasını istiyoruz. Bu reformların bir bölümü burjuvazinin devrilmesinden önce, bir bölümü burjuvazinin devrilmesi sırasında, bir bölümü de devrildikten sonra yapılacaktır. Toplumsal devrim tek bir çarpışmadan ibaret değildir, ama ekonomik ve demokratik reformun bütün sorunları üzerinde, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle tamamlanan bir dizi çarpışmayı kapsayan bir dönemdir. Demokratik isteklerimizin herbirini, bu sonal amaç için A’dan Z’ye kadar tutarlı devrimci bir yolda formüle etmeliyiz. Bazı ülkelerde, tek bir temel demokratik reform bile yapılmadan önce, işçilerin burjuvaziyi devirmelerinde akla-aykırı hiçbir yan yoktur. Ne var ki, tarihsel bir sınıf olarak proletaryanın, en tutarlı ve kararlı devrimci bir demokrasi ruhuyla eğitilerek hazırlanmadıkça burjuvaziyi yenebilmesi aklın alabileceği bir şey değildir.[22]

Lenin, açık ki, demokrasi mücadelesini içermeyen bir “sosyalist mücadele”nin mümkün olmayacağı düşüncesindedir; hele demokratik sorunların ağırlıkla yaşandığı Türkiye gibi ulusal baskının mevcut olduğu ülkelerde, demokrasi mücadelesinin, bunun bir parçası olarak UKKTH’nın inkarı, Lenin’in deyimiyle Marksizm’i karikatürleştirmek ve boğazına kadar sosyal-şovenizme batmaktır: “Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.[23] (abç)

HALKLARIN BİRLİĞİ; ZORUNLU MU GÖNÜLLÜ MÜ?

Ulusal sorunun, proletaryanın sınıf mücadelesinin ihtiyaçları, yani sosyalizm mücadelesinin çıkarları açısından çözümü, her ülke ve her durum için farklılık gösterebilir. Proletarya her ulusal sorunda kesin biçimde “ayrılıktan veya birlikten yana olmalıdır” şeklinde bir belirleme yapılamaz. Belirleyici olan, nesnel durum ve somut koşullardır. Çok uluslu devletlerde, ezen ulus burjuvazisi, ulusal baskı siyasetiyle diğer ulusları ezerken, kendi ulusundan işçi ve emekçileri de yedeklemeye çalışır. Bu ülkelerde, ulusal baskı, işçi sınıfını milliyetçi önyargılarla bölmenin, birbirine düşürmenin aracı olur. Proletarya ve onun devrimci öncüsü ise, tüm uluslardan işçilerin birliğini temel alarak; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve eşit haklar temelinde gönüllü birliğini savunur. Ülkenin tam demokratlaştırılması ve ulusların eşitliği/kardeşliği çok uluslu devletlerde proletaryanın genel çizgisidir.

‘Teorisyen’lerimiz hiç gündeme gelmemiş bir öneri ortaya atıyorlarmuş gibi, “Türk ve Kürt emekçilerinin birliği” ve “ulusların eşitliği”nden söz ediyorlar! Ama ne söz ediş! Hem ulusların kaderlerini tayin hakkının artık geçersiz olduğunu, ulusal/demokratik hakların savunulmaması gerektiğini söyleyip bunu teori düzeyine çıkaracak ve işi, Kürt ulusunun ayrılma hakkının baskı altına alınmasını ‘onaylama’ noktasına, egemen sınıflarla “Misak-ı Milli sınırlarının değişmezliği”nde anlaşmaya kadar vardıracaksın, ardından da, emekçilerin birliği ve ulusların eşitliğinden yana olduğunu söyleyeceksin, açıklık ve samimiyet bunun neresinde? ‘Teorisyen’lerimiz, Kürt ve Türk halklarının birliği ile UKKTH arasında bir çelişki görüyor. UKKTH temelinde halkların birliği ve ortak mücadelenin mümkün olmadığından yola çıkarak, “birlik ve kardeşlik” adına Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkar ediyor. Oysa gönüllü birlik, eşitlik ve kardeşlik; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermeden; Kürt ulusuna özgürce seçme hakkı tanınmadan sağlanamaz; gönüllü birlik ile UKKTH bütündür; sosyalistler için birbirinden ayrılmazdır: “Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir.” (…) “Bir yandan da, ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun işçileriyle, ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dâhil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar.[24]

Evet, çok uluslu devletlerde, proletaryanın –somut koşulların somut tahlili temelinde– çözümü, genel olarak ülkenin tam anlamıyla demokratlaştırılması, ulusların, kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde, eşit ve gönüllü birliğinin sağlanmasıdır. Ülkemizde de, Kürt sorununda proletaryanın çözümü, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanması; bu hakkını Türk ve Kürtlerin kardeşçe yaşayacağı bir ülke lehine değerlendirmesi yönündedir. Türk ve Kürt proletaryası ve partisinin hedefi, halkların kardeşliğinin tesis edildiği, Türk ve Kürt halklarının eşitliğinin güvenceye alındığı, milliyetçiliğin tüm alanlardan silindiği bir ülke inşa etmektir. ‘Teorisyen’lerimizin sandığının aksine; Kürt halkının demokratik haklarının tanınması için mücadele, dahası kendi kaderini tayin hakkı için mücadele, emekçileri bölmek bir yana, Gelenek yazarlarının çokça ‘korktuğu’ “devletin çözülmesi” tehlikesini de azaltır; işçi sınıfının birlik duygularını, enternasyonalist bilincini arttırır; halkların birliğine işaret eder. Lenin, ezilen ulusun anadilde eğitim hakkı vb. ulusal-demokratik haklarının tanınmasının, kendi kaderini tayin hakkının savunulmasının ‘devletin çözülüp dağılmasına’ sebep olacağını, ülkenin bölünmesine yol açacağını söyleyenlere şöyle der: “ulusların ayrılma hakkının tanınması, ‘devletin çözülüp dağılma’ tehlikesini azaltır.[25] Kaldı ki, devrimci olan için sorun, burjuva devletlerinin ‘çözülüp dağılması’ ya da olduğu gibi kalması olarak belirlenemez.

‘Teorisyen’lerimizin çokça telaş ettikleri “bölünme tehlikesi”, egemen sınıfların, ezilen halkların hak ve taleplerini baskı altına almada kullandıkları bir propaganda aracı olmanın ötesinde bir gerçeklik de taşımaktadır. Ancak “bölünme tehlikesi”nin baş aktörü, ezilen halkların hak ve taleplerini, ulusların kendi kaderlerin tayin hakkını savunanlar değil, emperyalizm ve işbirlikçileri; Kürt halkının taleplerine silahla karşılık verenlerdir. Bölünme tehlikesinin sorumluları, Kürt halkının demokratik hak ve taleplerini kabul etmeyen anti-demokratik yapı ve gerici burjuvazidir. Kürt halkının demokratik talepleri karşılanmadığı, demokrasi mücadelesinin gelişip serpilmesi sonucu halklar arasındaki kardeşlik sağlanmadığı sürece, bu “tehlike” varlığını korumaya devam edecektir.

Bu gerçek gözönünde olmasına karşın, Gelenek yazarları, “devletin dağılma” ve “bölünme tehlikesi”nin sorumlusu olarak demokratik taleplerini savunan Kürt halkını gösteriyorlar. Türkiye devletinin “çözülmesi”nden, “bölünme”sinden, “sınırların değişmezliği” ilkesinin zarar görmesinden ödü patlayan ‘teorisyenler’imiz, “Osmanlı’nın dağıtılmasında temel rolün yüklendiği Hıristiyan halkların misyonunun Kürt ulusallığına devrolunduğu[26], dolayısıyla Kürt halkının taleplerini savunmanın ülkeyi bölünmeye götüreceğini iddia ediyorlar. Ülkenin dağılmaması adına “bugün, solun Kürt sorununun çözümü adına ve Kürt halkına hitaben, demokratik ulusal haklar ihalesine katılmaması[27] nı istiyor, “ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir[28] diye ahkam kesiyorlar. Onlara göre “ayrılma hakkı” başka bir deyişle Kürt halkının demokratik talepleri ve kendi kaderini tayin hakkı savunulmamalı; bunun için mücadele edilmemeli; mücadele “işçi sınıfının ortak taleplerinin” dışına çıkmamalıdır.

İlişkiyi tersten kuruyor, sorunu başaşağı koyuyorlar: demokratik taleplerin savunulması ve ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması, işçi sınıfını bölünmeye değil, birliğe, ama gerçek ve gönüllü birliğe götürür. Lenin, meseleyi “boşanma hakkı” örneği üzerinden ele alarak şöyle tarif eder: “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmaya isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlaksızlıkların savunucuları boşanma kurumuna karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir.[29] Lenin, aynı yerde, ulusal toplulukların “belirli bir ülkede” özgürlüklerden yararlandıkları ölçüde “o ülkeye bağlanacağı”ndan da söz ederek, konuya açıklık getirmeyi sürdürür; “Ve bir ulusal-topluluk için, ayrılma özgürlüğünden, bağımsız bir ulusal devlet kurma özgürlüğünden büyük özgürlük olabilir mi?[30] diye yazar.

Bizim ülkemiz açısından da, proletaryanın çözümü, ifadesini Kürt ve Türk halklarının eşit ve gönüllü birliğinin sağlandığı, ulusal sorunun çözüldüğü, emperyalizmle bağlarını koparmış, faşist örgütlenmelerin ortadan kaldırıldığı, emekçilerin haklarının güvenceye alındığı siyasal demokrasinin gerçekleştirilmesinde ve kapitalist sömürünün ortadan kalktığı, dolayısıyla ulusal sömürünün de ortadan kalktığı sosyalizmin kurulmasında bulur. Ancak proletaryanın ve onun partisinin öngördüğü çözümü ulus ve ulusun çoğunluğu kabul etmez; kendi kaderini tayin hakkını proletaryanın çıkarlarına uygun olmayan bir biçimde gerçekleştirmek isterse, proletarya ve partisi, gönüllü birlikten yana olmasına rağmen, ezilen ulusun gerici burjuva baskı ve saldırıyla susturulmasına sessiz kalmaz ve ona karşı mücadeleyi sürdürür. Askeri yöntemlerle, zor ile ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki baskısı yoluyla, ‘halkların birliği’nin sözüm ona sağlanmasına, daha doğru deyişle halkların zor ve baskıyla bir arada tutulmasına destek olan, buna sessiz kalan, bırakalım sosyalistliği demokrat dahi olamaz.

Çünkü tutarlı demokratizmin de, enternasyonalizmin de başlıca koşullarından biri, siyasal demokrasinin tüm öteki temel talepleri gibi, ulusların kaderlerini tayin hakkının önkoşulsuz savunulmasını içerir. Bu hakkın kullanılması ve kabulü, halklar ve işçi sınıfı arasında gerçek birliğin yolunu açar; hakkın reddi ise, işçi sınıfının milliyetçi önyargılarla zehirlenmesine yol açarak onun birliğini zaafa uğratır.

UKKTH, ulusların mutlaka ayrı bir devlet kurması anlamına gelmez. Ayrı bir devlet kurma hakkı da dahil, kendi kaderini belirleyebilme hakkı anlamına gelir. UKKTH gereği, bir ulus, geleceğini ayrı bir devlet örgütlenmesi biçiminde belirleyebilir ya da aynı devlet çatısı altında yaşamı tercih edebilir. UKKTH, ulusların birbirinden uzaklaşması, ulusal önyargıların egemen olmasını değil, tersine, ulusal önyargıların kırılmasına işaret eder. Eğer bir ulusa UKKTH sağlanmazsa, ulus için kendi kaderini tayin hakkı geçerli değilse, zorla ezen ulusun devletinde yaşamanın dayatılması, halkların birliği adına, bu zoraki durumun savunulması, halkların birliğinin sağlanması bir yana halkları düşmanlaştırır, gelecekteki birleşmeleri daha da zorlaştırır. Oysa UKKTH’nın tanınması koşuluyla, eğer ezilen ulus aynı devlet çatısı altında yaşamak isterse, zorunlu birliğin yerine gönüllü birlik yaşama geçmiş olur. Yine aynı ilke gereği, ayrı bir devlet kurmayı isterse, ezen ulus emekçilerinin bu hakka saygı duyması, halkların zorunlu bir aradalığının yarattığı düşmanlığı ve önyargıları zayıflatır. Halklar arasında kardeşlik ve diyalogu güçlendirir. Kısa vadede ayrı bir devlet anlamına gelse de, gelecekteki gönüllü birlikteliğin yolunu açar.

UKKTH, farklı ulustan işçiler arasındaki güven ve birliği arttırır. Çünkü başka bir ulusun işçilerinin kendi kaderine tayin hakkına saygı duyan ezen ulus işçileri, milliyetçilikten uzak enternasyonalist bir tutum içindedir. Keza ezen ulus işçileriyle eşit haklar temelinde demokratik bir devlette beraber yaşamı savunmak (UKKTH’nı birlikten yana kullanmak), ezilen ulus işçilerinin alması gereken enternasyonalist tavırdır. Ancak bu hak ortada yokken, bir ulusun zorla aynı devlet çatısı altında tutulması, bunun ‘sol’ söylemlerle meşru kılınması, “misak-ı millicilik”; yapılan parça-bütün ‘diyalektiğine’ karşın, enternasyonalizme ve tutarlı demokratizme karşı milliyetçi-gerici ezen ulus burjuvazisinden yana tavır almak olacaktır.

Gelenek yazarlarıyla Türkiyenin sosyal şovenleri, “dünya devriminin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutma”, “dar bölgeciliği aşma” ve “gerektiğinde ‘parça’nın çıkarlarını ‘bütün’ün çıkarlarına tabi kılma[31] adına, Kürt sorununun, “işçi sınıfının sosyalist mücadelesinin çıkarlarına tabi kılınması” gerektiğini söylüyorlar. Peki bu nasıl yapılacaktır; yol ve yöntemi nedir? Ulusların kaderlerini tayin hakkı ve gönüllü birlik yoluyla mı; yoksa Kürt sorununu inkar ederek, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bir kenara koyarak mı, kısacası şovence bir tutum alarak mı? Öyle görünüyor ki, ikinci seçenek, dönem ve karşı-devrimci güçlerin baskılaması vb. nedenlerle ‘teorisyen’lerimizce ‘daha makul’ bulunmaktadır. Buna göre; Kürt ulusal sorunu, işçi sınıfının sosyalist mücadelesinde engeldir; Kürt sorununun çözümü için mücadele, sosyalist mücadelenin gerisinde kalmalıdır. Tez budur: sosyalist devrimi temel alır gibi gözükmektedir. Ancak yeni değildir. Emperyalist ekonomizmden sosyal-şovenizme giden renkli yelpazede yer alan akımlarca yaklaşık yüz yıldır savunulmaktadır.[32]

Oysa sosyalizm için mücadele, –ulusal baskının mevcut olduğu, demokratik hak ve kazanımların henüz yerleşmediği bir ülke bahis konusuysa– egemen sınıfların ulusal baskı siyasetine karşı çıkmadan, faşizme karşı demokratik hak ve kazanımları savunmadan olamaz. “Sosyalist mücadele” gerekçesiyle ulusal sorunlara dair söz söylememek, ezilen ulusun haklarını savunmamak, UKKTH’nı inkar etmekle “sosyalist mücadele” olmaz. Sosyalist mücadele, yalnızca ‘işçi sınıfının ekonomik sorunlarına’ indirgenemez. Ezilen ulus üzerindeki baskı politikalarına karşı çıkmayan bir işçi hareketinin, sosyalist olduğu, dahası enternasyonalist olduğu iddia edilemez. Enternasyonalizm adına ezilen ulusun taleplerini savunmamak, sosyalizmden sonra çözülecek diyerek, tüm güncelliğine ve zehirlenmeye karşın bu talepleri dikkate almamak, ezen ulus milliyetçiliğine kuyrukçuluk, gericiliğe boyun eğmektir. Komünist hareketin tarihsel birikimi açısından da, adı, sosyal-şovenizmdir.

Enternasyonalizm, parça-bütün diyalektiği içinde UKKTH’ı inkar ederek savunulamaz ve gerçekleştirilemez. Lenin, II. Entarnasyonal partilerinin yozlaşmalarını, sosyalizmden sosyal-şovenizme giden yol olarak tarif ediyordu.[33] II. Enternasyonal partileri, UKKTH’nı inkar ederek, kendi burjuvalarının işgalci, emperyalist politikalarını desteklemişler, kendi burjuvalarının siyasetlerini ‘devrimci’ gerekçelerle aklamışlar ya da onlarla uyumlu bir politik hat çizmişlerdi. Buna göre, “ilhaklar ve savaşlar kötü”ydü, ancak ezilen ulusların karşı çıkışlarına destek vermek, II. Enternasyonal partilerini “kendi ülkelerinde zor duruma düşürür, komünist partilerin gelişimini zora sokardı”! Bu baskılanmanın etkisi, bürokratik ve burjuva eğilimlerle birleşince, sosyal-şoven politikalar egemen oldu. Burjuvazinin kurduğu sınırlar mutlak kabul edildi (Misak-ı Milliciler gibi), ezilen ulusun taleplerini savunmak (tabi ezilen ulus hareketindeki eksikliklerle bunu gerekçelendirerek) yasak ilan edildi (bugün UKKTH’yi inkar edenler gibi). II. Enternasyonal partileri UKKTH’na karşı çıktılar, onu reel/gerçekçi bulmadılar. Diğer emperyalistlerin oyunu olarak açıkladılar ya da rakip emperyalist güçlere hizmet ettiği gerekçesiyle inkar ettiler vb. vb.. Ama sonuç netti: “UKKTH gereksizdir”!

EZEN VE EZİLEN ULUS MİLLİYETÇİLİĞİ

Sosyal şovenizmin temel tez ve argümanlarından birisi de milliyetçiliğe karşı çıkıştır. Öyle ki, milliyetçilikle yan yana anılmayı hiç sevmez; inanmak gerekirse milliyetçilikle hiç işleri olmaz! Ama asıl kızdıkları ezen ulus milliyetçiliği değildir. Aksine, ezen ulus milliyetçiliğinin ağırlığı altında ezilip, üstlerine binen ağırlığı, ezilen ulus milliyetçiliğinin eleştirisiyle hafifletmeye çalışırlar!

Ezilen ulus milliyetçiliği –burada uzun uzadıya ele almayacağız– hareketin burjuva demokratik karakteriyle anlaşılır olmaktadır; adı üzerinde milliyetçiliktir. Ancak, milliyetçilik söz konusu olduğunda, ilk akla gelen, ezen ulus milliyetçiliği, dahası şovenizmdir. Marksizm ise, –ezen veya ezilen ulusun milliyetçiliği olabilir– milliyetçilikle bağdaşmazdır[34]. Ancak milliyetçiliği, ülkenin emperyalizmle ilişkileri, ulusal sorunun varlığını, sınıf mücadelesinin dinamikleri, ülkenin siyasal yapısını dikkate almadan, “saf” bir milliyetçilik olarak ele almak “saf”lıktır. Ezen ulus milliyetçiliği, başka bir ulusun baskı altına alınmasına, imha ve asimilasyona dayanır. Ezilen ulus milliyetçiliği ise, ulusal baskı siyasetine karşı çıkar; ezilen ulusun en temel haklarını, dilini ve kültürünü özgürce kullanabilme, kimliğini ifade edebilme, kendi kaderini tayin haklarını savunur. Bu yönüyle ezen ulus baskısına karşı yöneldiği, (işçi sınıfına düşmanca bir tutum sergilemediği) sürece ilericidir, demokratiktir.[35]

Ezilen ulus milliyetçiliğinin ulusal baskı siyasetine karşı mücadelede ilerici ve demokratik yönünü görmeden, onu ezen ulus milliyetçiliğiyle eşitlemek/aynı kefeye koymak, genel bir milliyetçilik eleştiriyle sözde tarafsız kalmak, sosyal-şovenizme geçişte başka bir altın taşlı yoldur. Lenin, Rosa Lüksemburg’la polemiğinde, ezilen ulus hareketinin ilerici niteliğini vurgulayarak, Rosa’nın bunu görmediğini ve milliyetçilikten uzak durmak adına ezen ulus milliyetçiliğine düştüğünü belirtir.

Ezen ulus ile ezilen ulus arasında mücadele sözkonusu olduğunda, sosyalistler için belirleyici olan, ezen ulus baskısına karşı mücadelenin ihtiyaçları, bu mücadelenin sosyalizm mücadelesinin bir parçası haline getirilmesidir. Sosyalist devrimi, “saf” ve işçilerin sorunlarını çözmek üzere gerçekleşen bir “salt işçi devrimi” olarak algılayan “hayalcilik”, hiçbir zaman toplumsal gerçeklikle denk düşmedi; ütopyanın ötesine de geçemedi. Sosyalizm mücadelesi; başta işçi sınıfının acil talep ve sorunları, ancak bununla beraber ve bunu güçlendirecek şekilde, ezilen ulusların, ezilen ve baskı altına alınan inanç sahiplerinin, cins ve sınıf olarak çifte sömürüye maruz kalan kadınların, her türlü ve her biçimde baskı ve sömürüyle karşı karşıya bulanan yığınların tepki ve öfkesinin tek bir potada, tek bir önderlik altında birleştirilip sosyalist çizgide ilerlenmesiyle başarıya ulaşabilir.

Marksizm’in en “ince” bir milliyetçilikle dahi bağdaşamaz olması, ezen ve ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyduğu ve aralarında fark görmediği anlamına gelmez. Ulusal tepkiler tipiktir; olağandır. Emperyalizme karşı yöneldikleri sürece demokrat ve ilericidirler: “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır[36]. İşte bu olgu; işçi sınıfı ile ezilen ulusun ittifakının temelini oluşturur. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı ise, kesin mücadele edilmelidir.

Ezilen ulusun mücadelesi, örneğin Kürt ulusal mücadelesinde sözkonusu olduğu gibi, emperyalizmin işbirlikçisi bir iktidara karşı demokratik hak ve özgürlükler talebiyle, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı için mücadele ediliyorsa; işçi sınıfının desteği ve ittifakı zorunludur. İşçi sınıfının enternasyonalist eğitimi buradan geçer.[37] Elbette işçi sınıfı ve onun devrimci öncüsünün görevleri ulusal harekete destek veya ittifakla sınırlı kalmaz. Sınıf partisi, ulusal hareket içinde işçi sınıfının etkinliğinin artması, demokratik hareketin tutarlı bir demokratik ve anti-emperyalist yön kazanması, dahası ve esas olarak, işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşıp devrime önderlik etmesi, kendisi için sınıf olması, demokrasi mücadelesini sosyalist mücadele ile birleştirmesini amaçlar. Bu yönüyle işçi sınıfı hareketi ile –ezilen ulus milliyetçiliğini de içinde barındıran– ezilen ulus hareketinin ittifakı mümkündür; hatta zaruridir.

AYRILMA PROPAGANDASI KAFA KARIŞTIRIR MI?

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, ulusların eşitliği, ulusal baskının ortadan kaldırılması için temel koşuldur. Türk işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi ve sosyalist bilince ulaşması, dahası Kürt ve Türk işçilerinin ortak mücadelesi, böyle bir eğitim ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi olmadan söz konusu olamaz.

Türk işçi sınıfı, egemen sınıfların baskı ve sömürü düzenine karşı çıktığı gibi, ezilen Kürt ulusunun üzerindeki ulusal baskı siyasetine de karşı çıkmalı, bu karşı çıkışın gereği olarak, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunmalıdır. Bu yüzden, ezen ulus işçilerinin ayrılma hakkını, ezilen ulus işçilerininse birliği savunması, işçi sınıfı ve emekçilerin gönüllüğü birliğini sağlayabilir. ‘Teorisyen’lerimiz, Türk işçi sınıfının ayrılma hakkını savunmasını mümkün görmeyerek, “sosyal-şovenist gerçekçi” zeminde hareket etmekte, “ayrılma hakkı” propagandasının kafa karıştıracağını iddia ederek, “En siyasallaşmışlarının dahi, Türk işçisinin ‘Sen birlikten yana ol, ama Kürtlerin ayrılma hakkını tanı!’ propagandasından somut bir görev çıkarması mümkün müdür? ‘Birlik için çalışalım ama karar sizin’ denen bir Kürt yoksulunun sağlıklı bir siyasi irade üretmesi mümkün müdür?[38] diye sorkmaktadırlar.

Onlara göre, kendi kaderini tayin hakkı propagandası, işçi sınıfının aklını karıştırıp işçilerin birliği ve ortak mücadelesini engelleyecektir. Oysa Türk işçilerine, Kürt halkının varlığı ve kimliğinin tanınması, eşitlik, dolayısıyla Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı için yapılan propaganda, Türk işçisini Kürt işçisinden değil, egemen sınıfların şoven milliyetçiliğinden koparır. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanıyan Türk işçisinin kafası karışmış olmaz; başka bir ulusu baskı altına alan ulus emekçilerinin özgür olamayacağının bilinciyle; enternasyonalist bir tutum almış olarak, Kürt işçileriyle birlik mücadelesi verir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan Türk işçisi ise, şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliğiyle zehirlenmiş, kendi burjuvazisinin kuyruğuna takılmış olur.

Ayrılma propagandası açısından Kürt işçilerinin tutumu ise, birlikten yana olmak durumundadır. Kürt proletaryasının önderi, Kürt işçi sınıfına, ulusal baskının çözümünün ayrılıkta, yani kendi burjuvazisinin egemenliğinde olmadığını, Türk işçisiyle birlikte mücadelede olduğunu anlatır. Ezen ulus burjuvazisinin işçileri yedekleme çabasına karşı, birlik, kardeşlik ve ortak mücadele propagandası yapar. Kürt işçilerinin çıkarı, düşmanlarının Türk işçileri olmadığı bilinciyle, ayrılık yerine birliği tercih edip, Türk işçileriyle ortak düşmana karşı mücadelede birleşmektedir. Lenin, ezen ve ezilen ulus işçilerinin ulusal sorun konusundaki görevlerini şöyle tarif eder: “Sorunu derinlemesine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları ‘ayrılma hakkı’ üzerine ısrar ederlerken; ezilen ulusun sosyal-demokratları ‘birleşme özgürlüğü’ üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek ulusların birbiriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.[39]

Türk işçilere “ayrılık propagandası”, Kürt işçilere “birlik propagandası” – işçi sınıfı partisinin enternasyonalist devrimci politikası budur. Bunun aksini iddia etmek/yapmak, ezen ulus veya ezilen ulus milliyetçiliğine kuyruk olmak anlamına gelir. Söz konusu olan, işçilerde kafa karışıklığı değil ulusal/milliyetçi önyargılardır. Bu önyargılar kırılmadan, işçi sınıfı ulusal baskı siyasetine karşı tek vücut olmadan, işçi sınıfının birliğini sağlamak hayal olmanın ötesine geçemez.

ŞOVENİZME ‘SOL’DAN DESTEK YA DA DAHA FAZLASI!

Gelenek yazarları, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını –yukarıda bir kısmına değindiğimiz– bir takım gerekçelerle gündemden düşmüş ilan ediyorlar. Buna göre, Türk ve Kürt işçilerinin “birliği”, ulusal sorun ve ulusal baskı siyasetinin dışında, bu sorunla ilgili söz söylemeden, “ortak sorunlar” üzerinden tarif ediliyor. Dahası, Kürt sorunu, bir ulusal sorun olarak yok sayılıyor.[40] Ülkemizdeki Kürt sorununun özgünlüğü göz ardı edilip, sanki ulusal/demokratik sorunlar yokmuşçasına ve sanki işçi sınıfı demokratik görevleri sahiplenmezmiş gibi, –ve üstelik “teorisyenlerimiz” sanki “solun birliği”nden sıra kalıp da işçi sınıfının birliğini akıllarına getirip savunurlarmış gibi– soyut bir “sınıf birliği” vaaz ediliyor. Türk işçileri Kürt halkının kimliğini, varlığını, dili ve kültürünü tanımayacak, bunun için mücadele vermeyecek, ama Türk ve Kürt işçileri “kardeş olup” “ortak mücadele” edecekler! Kürt işçilerine egemen sınıfların zorunlu birlik dayatması, geleceğini tayin hakkının engellenmesi meşru bellenip, şovenizmin ‘sol’dan sözcülüğü yapılacak, sonra da Kürt işçilerinin Türk işçileriyle birliğinden bahsedilecek! Şoven milliyetçiliğe, ulusal baskı siyasetine karşı çıkmadan “işçi sınıfı”nın “sosyalist” mücadelesinden bahsedilecek, ulusal sorun “gereksiz” sayılarak ve ondan bahsetmeden “ortak sorunlar” üzerinden mücadele edilecek!

Böylesi bir “birlik”, egemen sınıfların zorunlu birlik dayatmasından farksızdır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmadan halkların gönüllü birliğinden bahsedilemez. Bu hak tanınmadan, işçi sınıfının enternasyonal eğitimi ve sosyalist bilinci kazanması söz konusu olamaz. Ezen ulus burjuvazisinin baskı ve zulmü karşısında boyun eğip, Kürt halkının en basit ve insani taleplerini savunmaya gelince yan çizmek, bunu “sosyalist mücadelenin ihtiyaçları” gereği “gereksiz” bulmak, cehenneme –şovenizme– giden altın taşlı yollardan birisidir.

Kürt halkının dili ve kültürü yasaklanmışken, Kürt halkı çocuklarına kendi dilinde isim veremez, kendi dilinde eğitim alamazken, bu talepleri dillendirenler linç kampanyası eşliğinde baskı altına alınırken, “sosyalist mücadele” gereği sessiz kalmak, söz söylememek, “sosyalizmden sonra çözülecek” demek, dahası bu talepleri savunmamanın çağırısını yapmak, ezen ulus burjuvazisinin yüzyıllık söylemlerini “sosyalist” gerekçelerle tekrarlamaktan başka anlama gelmez.

‘Teorisyen’lerimizin söylediğinin aksine “hem eşitlik ve ortaklık hem de ‘ayrılma hakkı’ için mücadele gerçekçidir”. Halkların birliği, işçi sınıfının ortak mücadelesi için zorunludur. UKKTH hakkını tanımadan, Türk ve Kürt işçilerinin milliyetçi önyargılardan arınmış entarnasyonalist birliğinden söz etmek mümkün değildir. Halkların özgür birliği, ancak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanındığı sürece mümkün olabilir. Tersi, yani UKKTH’ın tanınmaması, halkların zora dayalı birliğine onay vermek, bir şovenist haline gelmek demektir. Ayrılma hakkı tanınan ezilen ulus işçileri, kendi dilini ve kültürünü özgürce yaşayabileceğini samimi bir şekilde ifade eden ezen ulus işçileriyle ortak düşmana karşı mücadele birleşebilirler. Ancak ezen ulus işçileri bu hakkı tanımadığı sürece, ezilen ulus işçileri, ezen ulus işçilerine güven duymaz, duyamazlar.

İşçi sınıfının devrimci öncüsü; ezilen ulus hareketiyle ittifak olsun veya olmasın; demokratik hareket içinde, işçi sınıfının ağırlığını hissettirmesi için mücadele eder; işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması için çaba gösterir. “İttifak” adına işçi sınıfını ezilen ulus burjuvazisine terk ederse; ezilen ulus burjuvazisine kuyrukçuluk yapmış olur. Kuyrukçuluk, oportünizm; sağdan ‘sol’a savrulmakla maluldür. Dün Kürt ulusal hareketine kuyrukçuluk, Kürt işçileri içinde örgütlenmeyi gereksiz görmek; bugün Kürt ulusal hareketinin ilerici niteliğini, hatta bunun da ötesinde, UKKTH’nı inkar etmek ve şovenizm yolunda “emperyalizm karşı mücadele” adına ilerlemek; Gelenek’in önerdiği ve yaptığı budur! ‘Doğu’dan gelen seslere benzetmemek elde değil…

Emperyalizmle ilişkiler”, Kürt hareketinin AB’den “beklentileri” vb. gerekçeler sosyal-şovenizmi gizleme amaçlıdır.[41] Kürt ulusal hareketinin niteliği bir yana, Kürt halkının ulusal demokratik haklarını ve UKKTH’yı savunma, olmazsa olmazdır. Kürt hareketi ilerici veya gerici –ki ilericidir–; bunu bir kenara koyarsak; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, kayıtsız koşulsuz, sosyalistler tarafından tanınır. Eşitliğin ve işçi sınıfının birliğinin gerçek zemini budur. Emperyalizmin işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve iktidarının şoven milliyetçi ulusal baskı politikasına karşı ulusal/demokratik hakları ısrarla savunmak, bunu bedel ödeyerek savunan Kürt ulusal hareketiyle[42] ittifak yapmak –elbette kayıtsız koşulsuz değildir–, egemen sınıfların ‘bölücülüğüne’ karşı halkların birliği için mücadele etmek, emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin tekerine çomak sokmaktır; emperyalizme karşı sözde değil gerçek bir mücadele örgütlemektir.

Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesi –yani demokrasi mücadelesi– ile sosyalist mücadeleyi birleştirmek; demokratik görevleri atlamadan –böylece demokrasi talebiyle mücadele eden/etmek zorunda olan yığın hareketini es geçmeden–, “bütün zorluklarına” rağmen işçi sınıfının enternasyonalist sosyalist bilince ulaşması için çaba göstermek; halkların gericiliğe, emperyalizme ve kapitalizme karşı birlik ve mücadelesini yükseltmek; sözde “birlik” –ama zorunlu birlik– lakırdılarının perdelediği şovenizmi yenecek; işçi sınıfının sosyalizm yürüyüşünü yükseltecek temel görevlerdendir. Bu yüzden, bugün gericiliğin, kontr-gerilla ve faşist güçlerin, emperyalizm ve işbirlikçilerinin tüm saldırılarına ve bunların ‘sol’ yankılarına karşı ulusların kaderlerini tayin hakkını ısrarla savunmak, ısrarla enternasyoanlizme bağlı kalmak, Kürt halkının demokratik taleplerini en zor koşullarda bile desteklemek; bunu işçi sınıfının iş, ekmek, özgürlük, halkların emperyalizme karşı bağımsızlık talepleriyle birleştirmek; kısaca, demokrasi mücadelesini kapitalist sömürü düzenine karşı mücadeleyle birleştirmek, sosyalizme giden yolun olmazsa olmazıdır. Ötesi şovenizm ve onun ‘sol’dan yankısı olan sosyal-şovenizmdir.

SONUÇ

Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri hakkının inkarı, “Kürt sorunu ortadan kalkmıştır” demeye kadar varan egemen sınıflarla yakınlaşmanın mantıksal sonucuna varmaması beklenemezdi. Sonuç: Ulusların kendi kaderini tayin hakkının inkarı ve bunun bir parçası olarak ulusal/demokratik talepler için mücadelenin askıya alınmasıdır. “İşçi sınıfı zemini”, “birlik” adına demokrasi mücadelesinden yan çizilmesi, “yan çizme” ile de sınırlı kalmayıp, bu mücadelenin baştan sona reddedilmesi. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı savaşmak yerine “Kürt ulusal hareketiyle aralarındaki mesafeyi hızla açmak[43], ezen ulus milliyetçiliğinin “kanı ve canı” ile savunduğu sınırlara “siper olmak[44], “bölünme tehlikesi” gerekçeleriyle egemen sınıfların temel felsefesini “sosyalist” kılıf geçirerek yeniden üretmek, “cesurca” sahiplenmek. Daha da uzatılabilir… Gelenek’çi ‘teorisyen’lerimiz saflarını seçmişlerdir. “2001 yılından itibaren” ‘yoğun mesai harcanan’ UKKTH’nın “somut koşullarda Marksizm-Leninizmde tuttuğu yerin yeniden tarif edilmesi[45] süreci tamamlanmış; sosyal-şovenizmin ‘kapalı’sından açık biçimlere geçiş yapılmıştır.


[1] Gerici nitelikli ulusal hareketlerin olmadığı anlamında kullanmıyoruz. Ancak mesele şudur ki, ilerici, anti-emperyalist ve demokratik nitelikte burjuva/ulusal hareketler mümkün müdür, değil midir? Bu kapsamda Kürt ulusal hareketiyle ilişki biçimi nasıl olacaktır? Egemen sınıfların saldırı dalgası karşısında ‘bizi ilgilendirmez’ denilip köşeye çekilmek mi, yoksa ilerici nitelikteki ulusal harekete destek/ittifak mı?

[2] Stalin, “Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu”, Sol Yayınları, sf. 27

[3] Özgür Şen, Gelenek, s. 98, “Bir Taktiği Güncelleme Zorunluluğu”, sf. 49

[4] Aytek Soner Alpan, Gelenek, s. 98, “Devrimin Kaderini Tayin Hakkı”, sf. 113

[5] Kemal Okuyan, Gelenek, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 17

[6] Lenin, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı”, Sol Yayınları, sf. 78

[7] Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sf. 27

[8] Özgür Şen, Gelenek, s. 98, “Bir Taktiği Güncelleme Zorunluluğu”, sf. 55

[9] Stalin, age., sf. 27

[10] Metin Çulhaoğlu, Gelenek, s. 98, “Kuru Gürültüyü Aşmak”, sf. 68

[11] Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” isimli eserinde, emperyalizmin “kesinlikle” egemen olduğu tarihi şöyle ifade eder: “Avrupa için, yeni kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu. … Böylece tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları. Tekeller, ancak farkedilir embriyonlar halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900-1903 bunalımı; bu dönemde, karteller, baştanbaşa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür.

[12] Yazar, “burjuva devrimler” çağı ile 20. yy’ın başında sonlanmış Avrupa’daki “burjuva devrimler” çağını ve 20. yy’da başlayan Doğu ülkelerindeki “burjuva devrimler” çağını birleştirdiğini söyleyebilir. Öyle olsa bile, kapitalizmin birinci evresinden emperyalizm aşamasına geçişi gözardı edip, genel bir “burjuva devrimler çağı” tarif etmek bilimsel yöntemle çelişir; yanlıştır.

[13] Emperyalizm çağında da, feodal gericiliğe karşı burjuva devrimler devam etmiştir. Ancak kapitalizmin birinci evresindeki burjuva devrimlerden farklı olarak, aynı zamanda, emperyalizme karşı, yani tekelci burjuvaziye karşı “burjuva devrimler” biçiminde devam etmiştir. Ve bu “burjuva devrimler”, yeni bir çağın, “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının “burjuva devrimler”idir.

[14] Burjuva devrimler son bulmamıştır; “egemen burjuvazinin” “ilerici” bir rol oynadığı “burjuva devrimler çağı” son bulmuştur. Artık burjuva/demokratik devrimler, işbirlikçi, faşist, gerici ve anti-demokratik burjuvaziye karşı gerçekleşmektedir.

[15] Metin Çulhaoğlu, agy, Sf. 69

[16] 1917 Ekim Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı; anti-emperyalist ulusal hareketlerin büyük bir destekten/itici güçten mahrum kalacağı açıktır.

[17] Çulhaoğlu, olguları, nesnel zemin, üretim ilişkileri/ekonomik ilişkiler bağlamında tartışmak yerine öznelliğe abartılı bir rol biçerek idealizme düşüyor. Mahir Çayan’ın ‘üçüncü bunalım döneminde SSCB’nin varlığı nedeniyle emperyalist savaşlar mümkün değildir’ derken düştüğü öznelliği tekrarlıyor. Çayan emperyalizmin ekonomik temelini ve bu temelden kaynaklı emperyalistler arasındaki kutuplaşmanın nesnel/zorunlu dinamiklerini görmezden gelerek; SSCB’nin varlığını nesnel zeminin önüne koyarak, dünya savaşının imkansız hale geldiğini söylüyordu. Benzer bir akıl yürütme ve idealizm, Çulhaoğlu için de geçerlidir. Çulhaoğlu, emperyalizmin ekonomik temelini ve bu ekonomik temelden kaynaklı zorunlulukları (ulusal sömürü ve baskı siyaseti ile buna karşı ulusal tepkiler) görmezden gelerek, SSCB’nin yıkılmasının, emperyalizmin nesnel niteliğinden kaynaklı olguları ortadan kaldıracağını iddia ediyor. Buna göre; artık emperyalizme karşı ulusal hareketler mümkün değildir; dolayısıyla ulusların kaderlerini tayin hakkı güncelliğini yitirmiştir!

[18] Metin Çulhaoğlu, agy, sf. 69

[19] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Koral Yayınları, sf. 81

[20] ‘Emperyalizm nitelik değiştirmiştir’ denmese de, emperyalizm aşamasında, hem de SSCB’nin mevcut olmadığı ilk dönemlerinde –ve günümüzde- anti-emperyalist ulusal hareketlerin mevcut olduğu tarihsel bir gerçek iken, bugün yine “SSCB’nin dağılması” gerekçesiyle emperyalizme karşı ulusal hareketlerin mevcut olamayacağını söylemek, emperyalizmin ‘küreselleşmeci’ bir niteliksel değişimini varsayar.

[21] Metin Çulhaoğlu, Gelenek, Sayı: 98, “Kuru Gürültüyü Aşmak”, Sf. 62

[22] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, Sf. 197

[23] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf. 179

[24] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 139–140

[25] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 80

[26] Aydemir Güler, Gelenek, s. 98, “Yeniden Doğu Sorunu”, sf. 38

[27] Aydemir Güler, agy, sf. 39

[28] Kemal Okuyan, Gelenek, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 17

[29] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 81

[30] Lenin, agy, sf. 81

[31] Kemal Okuyan, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 9

[32] Lenin, 1916 yılında, emperyalist ekonomizm savunucularının sahte “sosyalist devrimci”liğini yerden yere vurmuş, görünüşteki ‘sol’culuğun sağ niteliğini sergilemiştir.

[33] Elbette, II. Enternasyonal partileri küçük burjuva hatta burjuva partiler haline gelmişlerdi. Ancak sosyal-şovenizm, II. Enternasyonal’den kopuşun temel unsurlarından birisiydi.

[34]En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve en uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 31)

[35]Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaşın yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 69)

[36] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 70

[37] Bunun zorlukları karşısında ezilmek; bunu hayalcilik olarak adlandırmak da sosyal-şovenizmin “gerçekçiliğine” örnek gösterilebilir.

[38] Kemal Okuyan, Gelenek, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 18

[39] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 179

[40] Aydemir Güler, “Sınırın Ötesinde de Yasalar Var” başlıklı yazısında, Kürt sorununun ulusal sorun olarak ortadan kalktığını söylüyor: “Bu ‘Kürt sorunu’ değildir. Ya da Kürt sorununun son 25 yıllık etabı bütün özellikleriyle birlikte ortadan kalkmıştır.” (http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=15033)

[41] ‘Teorisyen’lerimizin UKKTH’nı ve Kürt halkının demokratik talepleri için mücadeleyi inkar ederken kullandığı gerekçelerden birisi, “emperyalizmin bu hakları savunması”dır. Oysa Lenin, bugünden konuşurmuş gibi, şöyle der: “Bazı başka durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 140)

[42] Kürt ulusal hareketi, savunduğu talepler gereği, gerek AB, gerek ABD ile arasını açmak durumundadır. Emperyalizmin “demokratik haklar” savunusu bir aldatmacadan ibarettir. Emperyalizmin işbirlikçisi iktidara karşı demokrasiyi savunmak, emperyalizme karşı mücadelenin önemli bir halkasıdır. Kürt ulusal hareketi, tüm eksiklik ve çelişkilerine rağmen bu çizgide bedel ödeyerek mücadele etmektedir. Kürt hareketi, içindeki farklı unsurların AB ve ABD’den farklı beklentileri olmakla beraber, nesnel konumu itibarıyla ilericidir; emperyalizm karşıtıdır. Bu karşıtlık önümüzdeki dönem daha da gelişmeye açıktır.

[43] Özgür Şen, Gelenek, Sayı: 98, “Bir Taktiği Güncelleme Zorunluluğu”, sf. 65

[44] Özgür Şen, agy, Sf. 62

[45] Aytek Soner Alpan, Gelenek, Sayı: 98, “Devrimin Kaderini Tayin Hakkı”, Sf. 112

 

şoven milliyetçi dalga ve sol

 

Kürt sorunu ve Kürt sorunu üzerinden yaratılan milliyetçi-şoven dalga Türk işçi ve emekçilerini zehirlemekle kalmıyor, ‘sol’, ‘sosyalist’ ve ‘devrimci’ çevreleri de çeşitli biçimlerde baskılıyor. Kürt sorununun yakıcılığı, egemen sınıfların saldırı mevzisini buradan kurması ve tırmandırılan şoven milliyetçi tahriklerle kışkırtılan Türk-Kürt bölünmesi, işçi ve emekçi hareketinin sınıfsal sorunlarını Kürt halkının ulusal demokratik sorunlarıyla birleştiriyor. Öyle ki; Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikalarına, Kürt dil ve kültürünün baskı altına alınmasına ve Kürt ulusal kimliğinin yok sayılmasına karşı mücadele etmeden; işçi sınıfının daha iyi çalışma ve yaşam koşulları, köylülüğün bağımsız bir tarım politikası, öğrencilerin parasız, bilimsel ve demokratik eğitim mücadelesi; bir bütün olarak halkın bağımsız ve demokratik Türkiye; emekçilerin daha iyi koşullarda yaşadığı ve yönetimde söz sahibi olduğu bir ülke mücadelesinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Mümkün değildir; çünkü egemen sınıflar yükselme olanaklarına/nesnel koşullarına sahip emek mücadelesini, milliyetçi-şoven dalga vesilesiyle yığınları ‘vatan savunması’ adına uyuşturup seferber ederek baltalıyor. Hatta, sınıf mücadelesinin yükselme eğilimine girip işçilerin çeşitli biçimleriyle hak alma mücadelesi gelişmeye başladığında, IMF emriyle uygulanan neo-liberal yıkım politikalarına karşı tepkiler arttığında, mücadelenin bölünüp dağıtılması ve bastırılması amacıyla halkı birbirine düşürmeye yönelik şoven milliyetçi bölücülüğün yükseltilmesine tanık oluyoruz.

Burjuvazi açısından büyük bir nimettir Kürt sorununun varlığı. Öyle bir nimettir ki; egemen sınıflar tarafından, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş mücadelesi yolunda bir adım atmasına yol açacak/açabilecek hak alma mücadelelerine karşı paratoner/koruyucu işleviyle değerlendirilmektedir. Halklar arasındaki önyargılar devam ettiği, bir ulus baskı altında tutulduğu ve ezen ulus emekçileri bu duruma sessiz kaldığı sürece, ancak halkların ortak mücadelesiyle gerçekleşebilecek devrimin zaferinden bahsedilemez.

 

EMPERYALİZM DÖNEMİNDE ULUSAL SORUN

Kürt sorunu önemli ve yakıcı bir sorundur. Şafağında doğduğu kapitalizmi zemin edinmiş, burjuva demokratik içerikli tüm ulusal sorunlar gibi, kapitalizm karşıtlığı ve sosyalizm söz konusu olduğunda ikincilliği açık olsa da, bağımsızlık ve siyasal demokrasinin kazanılması mücadelesinin gündemde ve başlıca görev olduğu koşullarda, Kürt sorunu, ikincil, yan, tali bir sorun değildir. İşçi sınıfının devrimci hareketinin önündeki en önemli sorunlardan birisidir. Türk işçi sınıfı Kürt işçilerinin ulusal taleplerini ve ayrılma hakkını kabullenmeden; Kürt işçi sınıfı Türk sınıf kardeşleriyle kader birliği etmeden ortak bir mücadele verilemez. Farklı uluslardan işçi sınıfı en basit ekonomik, demokratik ve siyasal talepler için dahi mücadele ederken aralarındaki önyargıları yıkıp eşit haklar ve kardeşlik temelinde bir araya gelmeden başarıya ulaşamaz.

Kürt sorunu, yakıcılığını, bir yandan bütün ulusal sorunlar gibi genel, diğer yandan Türkiye’deki özel niteliğinden almaktadır.

Kapitalizmin birinci (tekel öncesi) aşamasında ulusal burjuvazinin önderliğinde yükselen burjuva demokratik hareketler sonucunda ulus devletler kurulmuştur. Emperyalizm çağında, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tekelci-burjuva sınıfın geri kalmış ülkelerde hegemonyasını kurması ile, dünya, bir yanda sömürgeci-emperyalist, diğer yanda sömürülen-sömürge ülkeler olarak ikiye bölünmüştür. Sömürgeler sorunu, emperyalizm çağında ulusal sorunun esas ve birincil tipidir. İkincisi ise, geç kalmış ulusal hareketlerdir. Uluslaşma sürecinde geç kalan veya başka bir ulus tarafından uluslaşması ve kendi ulusal devletini kurması engellenen ezilen uluslar ile ezen ulus arasındaki çelişkiden türeyen, emperyalizm çağında, ulusal sorunun ikinci tipidir. Devletin yöneticisi konumundaki ezen ulus burjuvazisinin, ulusun emekçi kesimlerini peşine takıp, diğer ulusları baskı altına almasıyla oluşan çok uluslu devletlerdeki ulusal sorunlar, emperyalizm çağına, kapitalizmin birinci evresinden miras kalmışlardır.

Uluslaşma tarihsel bir eğilimdir. İktisadi ve kültürel birikime dayanmakta olup nesnel bir içeriği vardır. Kışkırtmayla, komployla bir ulus kurulamaz. Toprak ve dil birliği olmadan, iktisadi ve kültürel bağlarla bağlanmış istikrarlı bir topluluk mevcut değilse bir ulustan bahsedilemez.

 

ULUSAL SORUN OLARAK KÜRT SORUNU

Kürt sorunu, tarihsel ve ulusal özgünlükleriyle birlikte, çok uluslu devletlerde yaşanan biçimde bir ulusal sorundur. Temeli, uluslaşma sürecindeki bir halkın baskı altına alınmasıdır. Kendi kaderini tayin hakkının zora dayalı politikalarla engellenmesidir. Öncesi bir yana, Kurtuluş Savaşı sırasında varlığı tanınan, dönem dönem ulusal kimliği kabul edilen Kürtlerin, Cumhuriyetin ilanıyla beraber, “Türk ulusunu oluşturan etnisitelerden birisi”, dahası “Türklerin Orta Asya’dan gelen bir kolu” olduğu ve “dağda yürürken ‘kart kurt’ sesi çıkarmaları nedeniyle Kürt adını almış olan Türkler” olduğunun ilan edilmesidir. Kürt sorununu oluşturan, (yol ve yöntemleri ne olursa olsun) Kürt ulusunun Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra inkar edilmesi, bir ulus olarak varlığının ve kimliğinin yok sayılması, dolayısıyla ulusal hak ve taleplerinin baskı altına alınmasıdır.

Her ulus gibi Kürt ulusu da, kendi kaderini özgürce belirleyebilme, ayrı bir devlet örgütleyerek veya diğer uluslarla birlikte yaşabilme hakkına sahip olmalıdır. Ülkemizde Kürt ulusunun varlığının/kimliğinin inkarı; dolayısıyla en basit ulusal hak ve özgürlüklerin baskı altına alınması, Kürt sorununun bugünkü boyutlarına ulaşmasına yol açmıştır.

Kürt sorununun bugünkü çözümsüzlük içindeki şekillenişi, ülkedeki sınıf mücadelesi açısından iki yönlü bir engel niteliğindedir. Birincisi ve temel olanı, egemen sınıfların Türk işçi ve emekçilerini yedekleyerek Kürt halkına yönelik milliyetçi paranoyalarla doldurması ve şoven propagandayla zehirlemesidir. Şoven dalganın aktif veya pasif bir parçası haline gelen Türk işçi ve emekçileri, ezen ulusun üyeleri olarak ezilen ulus üzerindeki baskı ve asimilasyon politikalarına karşı çıkmadan, her türlü baskı ve zulmün karşısında durmadan sosyalizm yolunda ilerleyemezler. Başka bir ulusu ezen ulus/ezen ulusun işçi sınıfı özgür olamaz. Ancak bu durumun kendisinin, şoven milliyetçi propagandanın tırmandırıldığı koşullarda, işçi sınıfının sınıf bilinciyle donanmasını, ek olarak zorlaştırıcı bir etken oluşturduğu ortadadır. İkincisi, Türk milliyetçiliğinin siyasi, kültürel ve askeri baskısı karşısında, kendi dil, kültür vb. hakları da içinde ulusal haklarını ve kimliğini savunan ezilen ulus milliyetçiliği, tüm meşru ve ilerici niteliğine rağmen, halklar arasındaki milliyetçi önyargılara işaret etmektedir.

 

***

Baştan, bilinen bir gerçeği tekrar etmekte yarar var. Ezen ulus milliyetçiliği bir ulusun hak ve taleplerinin, dil ve kültünün; kendi kaderini tayin hakkının baskı altına alınması ve engellenmesidir. Ezilen ulus milliyetçiği ise, ezilen ulusun baskı altına alınan dilini, kültürünü, kimliğini ve diğer ulusal haklarını savunur. Ezen ulus milliyetçiliğinin anti-demokratik gerici programına karşı çıkar. Bu nedenle ilerici, demokratik içerikli ve meşrudur. İşçi sınıfı sosyalistleri ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyup ikisine de ‘eşit mesafede’ durmazlar. ‘Eşit mesafede durmak’ ve ‘tarafsızlık’, sosyal-şovenizmin ve ezen ulus milliyetçiliğine yedeklenmenin defalarca tanıtlanmış klasiğidir.

Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkı konusunda Rosa Lüksemburg’la yaptığı tartışmada, ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini birbirinden ayırır. İkisini aynı kefeye koyan anlayışları yerer. Ezilen ulus milliyetçiliğinin demokratik karakterini vurgular ve tam da bu karakterinden dolayı ezilen ulus hareketiyle demokrasi mücadelesinde ittifak yapılabileceğini, dahası yapılması gerektiğini ifade eder:

 “Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 69)

Rosa Lüksemburg’sa, ezilen ulus milliyetçiliğinin meşru ve ilerici karakterini savunan Lenin’in ezilen ulus milliyetçiliğine taviz verdiğini, ondan etkilendiğini, daha doğru bir deyişle, ona yedeklendiğini söyler. Lüksemburg’a göre, Lenin ezilen ulus milliyetçiliğinin saflarına kaymıştır.

Lenin, ezilen ulus hareketiyle ittifakı savunurken, proletaryanın kendi ideoloji ve programından vazgeçmesinden bahsetmiyordu elbette. Lüksemburg’un iddia ettiği gibi ezilen ulus milliyetçiliğinden de etkilenmiyordu. Proletaryanın ulusal sorundaki siyaseti ve çözüm önerisi, ezilen ulus milliyetçiliğinin siyaseti ve çözümünden farklı olmasına rağmen, ortak noktalar sağlanmışsa ezilen ulus milliyetçiliğiyle ittifaklar yapılabilir diyordu:

“Burjuvazi, ulusal sorunda proletaryanın siyasetini (öteki sorunlarda olduğu gibi) ancak belli bir doğrultuda destekler; bu siyaset, burjuvazinin siyasetiyle hiçbir zaman tam uygunluk haline gelemez. İşçi sınıfı, burjuvaziyi (burjuvazinin tek başına sağlayamayacağı ve ancak tam bir demokrasi ile gerçekleşebilen) ulusal barışı sağlamak için, eşit haklar sağlayabilmek ve sınıf savaşımının gerekli koşullarını yaratabilmek için destekler. Onun için burjuvazinin pratikliğine karşı, proleterler, ulusal sorunda, kendi ilkelerini ileri sürerler; onların burjuvaziye sağladıkları destek, ancak koşula bağlı olabilir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 67)

Ezilen ulusun ulusal hak ve talepler için mücadelesinin demokratik niteliğini görmeyen, onu ezen ulus milliyetçiliğiyle aynı kefeye koyan Lüksemburg, milliyetçiliğin her türlüsünden uzak kalmak adına, Marksizm’le arasına kalın bir çizgi çekmiştir. Ulus ve ulusal hareketin tarihsel bir olgu olduğunu, ezilen ulus hareketinin ezen ulus baskısına karşı yöneldiği sürece demokratik bir nitelik taşıdığını belirten Lenin; ezilen ulus milliyetçiliğine kayma suçlamasının, Rosa Lüksemburg’un ezen ulus milliyetçiliğine yaklaşma politikasını gizlemeyi amaçladığını belirtir:

“Birinci iddia, Kautsky’nin hemen hemen yirmi yıl önce çürütülemez bir biçimde tanıtlamış olduğu gibi, kendi milliyetçiliğinden ötürü başkalarını suçlama halidir; çünkü ezilen ulusların milliyetçilinden korkmakla Rosa Lüxemburg, gerçekte Büyük-Rusların kara-yüzler milliyetçiliğinin oyununa gelmektedir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 73)

Ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici bir karakter taşıması ve dönemsel ittifaklar, işçi sınıfı devrimcilerinin ezilen ulus milliyetçiliğine savruldukları anlamına gelmez. Marksizm, en incesinden olsa bile, milliyetçilikle (ulusalcılıkla) bağdaşmaz. Marksizm, ulusal burjuvazinin egemenliğinin değil, uluslararası işçi sınıfı kurtuluşunun bilimi ve pratiğidir.

 

KÜRT SORUNUNDA YENİ GELİŞMELER

Türkiye egemen sınıfları, yaklaşık 80 yıldır Kürt ulusu üzerinde sürdürdükleri baskı ve asimilasyon politikasını, yeni olgular karşısında revize etmek zorunda kaldılar. Kürtlerin varlığını inkar eden, Kürt ulusal mücadelesini “bir avuç kendini bilmez terörist”in ekonomik durumu kötü vatandaşları ‘ayarttığı’ bölücülük hareketi olarak yansıtan egemen sınıflar, bugün, Kürtlerin varlığını, dilini ve kültürünü tanımaya, göstermelik de olsa kabul etmeye yönelik bazı düzenlemeler yapma noktasına gelmişlerdir.

Kürt ulusal hareketinin 20 yıldan fazla bir zamandır sürdürdüğü mücadele ve bu mücadelenin yarattığı birikim, başlıca iki egemen sınıf fraksiyonu hâlâ “tek millet” vurgusu yapmayı sürdürse bile, ‘Kürt yoktur, herkes Türk milletinin bir parçasıdır’, ‘zaten Kürtler de Türklerin bir koludur’ gibi tezleri tutunamaz hale getirdi. Yığınlar, Kürt halkının varlığını, onaylasa da onaylamasa da, bunu bir gerçek olarak, bir mücadele/savaş ile gördü.

ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirme planının bir parçası olarak Irak’a girmesi, Saddam iktidarının ortadan kaldırılması ve işbirlikçi bir hükümetin başa geçirilmesiyle sonuçlandı. ABD, Irak’taki direniş güçlerine karşı savaşırken, ülke içinde en büyük dayanağı, Kürt ulusallığının yıllardır baskı altında tutulması, ulusal hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınmasıyla ulusal baskı ve ulusal direniş kapsamıyla şekillenmiş Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve Kürtlerin ulusal haklarına duydukları özlem oldu. ABD emperyalizmi, bulunduğu dört ülkede de ezilen ve ulusal talepleri karşılanmayan bir halkın demokrasi ve özgürlük özlemlerini istismar ederek, kendine yedekledi. Kürt burjuva-feodal sınıflarının temsilcileri olan Talabani ve Barzani önderliği, Kürt işçi ve emekçilerinin çıkarlarını emperyalizme pazarlamakta sakınca görmeyerek, emperyalist strateji ve planların bir parçası oldu.

Öyle veya böyle. Ortadoğu’da Kürdistan Özerk Bölge Yönetimi’nin varlığı, “Kürtler yoktur, olsa bile etnik bir azınlıktır, bir ulus olamazlar” vb. diyen Türk milliyetçiliğinin paralelinde işleyen tezleri geçersizleştirdi. En gerici-milliyetçi çevreler dahi, Kürt düşmanlığını elden bırakmadıkları halde, Kürtlerin varlığını kabullenmeye eğilim göstermeye zorlandılar.

Ancak Kürt halkının varlığının lafızda –kabul edilmesi bile değil– kabul edilmeye zorlanılması, Kürt sorununun, çözülmek bir yana, çözüm yoluna girdiği anlamına gelmez. Kürt halkının ulusal kimliği, demokratik hak ve talepleri anayasal güvence altına alınmadan, –gönüllü birliğinin yolunu açıp onu mümkün kılmak üzere– tam hak eşitliğinin kabulü demek olan ayrı bir devlet kurma hakkı dâhil kendi kaderini tayin hakkı tanınmadan, “Kürtler vardır” demekle Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Üstelik, henüz açıkça Kürtlerin varlığı bile kabul edilmemekte ve “tek millet” dayatmasında direnilmektedir. Kürt halkının kimliği, dili, kültürü ve kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı müddetçe, Kürt sorunu kanayan bir yara olmaya devam edecektir.

ABD’nin bölgeye müdahalesi ve müdahalesini, doğrudan askeri güce dayanan işgaliyle birlikte, Saddam’ın baskıladığı Şiilerin yanı sıra, Kürt halkının burjuva-feodal önderliği üzerinden yapması, Kürt sorununu yerel/bölgesel bir sorun olmaktan çıkartıp uluslararası bir sorun haline getirdi. Bu çerçevede, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadele de, Kürt sorununun çözümü, Kürt, Türk ve Arap halklarının kardeşliği temelinde verilecek bir mücadele ile zafer kazanabilir hale geldi. Kürt halkının hak ve taleplerini dikkate almadan ‘mücadele etmek’, emperyalizmin Kürt halkını yedeklemesi için davetiye çıkarmak; dahası bölge halklarının ortak yaşama ve mücadele kültürünü baltalayıp milliyetçi eğilim ve düşmanlıklara yol açmaktır.

 

KÜRT SORUNUNUN BURJUVA “ÇÖZÜMÜ”

Kürt sorunuyla ilgili yeni durum ve gelişmeler, sorunun uluslararası bir boyut kazanmış olması (veya uluslararası niteliğinin kuvvetlenmesi), egemen sınıfların soruna yaklaşımlarını revize etmelerini gerektirdi.

Egemen sınıfların bir bölümü, Kürt sorununu, eskisi gibi, esas olarak askeri yöntemlerle çözmeyi ve Türk ulusunu milliyetçi şoven dalganın bir parçası haline getirerek buradan nemalanmayı amaçlıyor. Dilinde ufak tefek değişiklikler yapsa da, Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerine karşı düşmanlıkta bir değişiklik yok.

Egemen sınıfların diğer bölümüyse, (bugün özellikle askeri yöntemlerin kullanılmasında diğer kesimle birleşmekle birlikte) ırkçı-şoven yaklaşıma liberal bir sos katarak, görünüşte daha yumuşak, Kürt halkının ezilmişliğini gözeten, dini duyarlılıklara da seslenen bir dili tercih ediyor. AKP şahsında billurlaşan bu eğilim, Kürt halkını ‘benim Kürt kökenli vatandaşlarım’ diyerek kucaklamaya çalışırken, diğer yandan Kürt kimliği, dili ve kültürü, ulusların kendi kaderliğini tayin hakkını inkârda ve askeri yöntemlerin ‘uygun’ biçimde kullanılmasında, belirtildiği gibi, geleneksel ve resmi tutumdan ayrılmıyor.

Tayip Erdoğan’ın, 2006 yılı ortalarında, Diyarbakır’da “Kürt sorunu vardır, benim sorunumdur ve demokrasi yoluyla çözülecektir” demesinin hemen ardından, “Kürt sorunu yoktur, sorunlu Kürtler vardır” ya da “düşünmezsen, Kürt sorunu olmaz” yollu açıklamaları, Kürt sorununun çözümünde bir kararlılık ögesi olması bir yana, meselenin Kürt halkının yedeklenmesi amacında kilitlendiğini göstermektedir.

AKP’nin Kürt politikası da, MHP-CHP tarafından temsil edilen yüzyıllık şoven-milliyetçi ulusal baskı politikası da, Kürt halkının kimliğini anayasal güvenceye alma, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıları kaldırma, anadilde eğitimi uygulama, devleti, ırkçı-milliyetçi kurumsallaşmasından temizleyip demokratik olarak yeniden inşa etme, özetle tam hak eşitliğinin kabulü noktasında aynıdır. İkisi de gericidir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına düşmandır.

İki politikanın da özü gereği birbirine benzer olması, anti-demokratik içeriği, AKP ile MHP-CHP politikası arasında bir fark olmadığı, AKP’nin geleneksel politika dışında attığı adımların ciddiye alınmaması gerektiği anlamına gelmez. AKP’nin yaklaşımı, CHP-MHP’nin temsil ettiği geleneksel politikadan çok daha tehlikelidir. AKP, Kürt sorununa farklı bir “çözüm” getiriyor. Kürt halkının varlığını tanımaya zorlanırken Kürtleri düşman ilan edenlerle, “Kürt kökenli vatandaşlarım” edebiyatı yaparak araya sınır çekip, Kürtlerin koruyucusu, savunucusu rolüne bürünürken; diğer yandan, milliyetçilik ve teröre karşı mücadele fetvalarıyla Türklerin milliyetçi duygu ve eğilimlerine seslenmeyi de ihmal etmiyor. Geleneksel politikanın Kürtleri düşman ilan eden ve karşısına alan yaklaşım yerine, görünüşte Kürtleri karşısına almadan, ama Türk milliyetçiliğinin duygusal sıçramalarını da okşayarak iki yönlü, esnek bir politika izliyor. Özellikle, yarattığı açmaz ve atanın elinde patlamasıyla sanki kullanımına sunulan “koz” gibi işlev gören son Diyarbakır bombası türünden “karşılıklar”ın da kolaylaştırmasıyla, şimdiye kadar bu politikayı sürdürmede belirli bir başarı sağladığını da söylemek yanlış olmayacak.

Oysa AKP Kürtlerin savunucusu pozlarına bürünürken, yıllardır süregelen baskı ve asimilasyon politikasını daha ‘uygun’ bir yaklaşımla devam ettiriyor. Kürtlerin varlığını ve vatandaşlığını görünüşte tanıyor, kabul ediyor. Ancak Kürt halkının hak ve özgürlüklerini tanıyarak onu bir ulus olarak kabul etmiyor ve “tek millet” dayatmasını sürdürüyor. Kürtleri, “Türk ulusunu oluşturan” Çerkez, Laz, Gürcü vb. etnisitelerden birisi olarak ele alıyor. Kürt halkı bir ulus olarak tanınmadığı sürece, ne yıllardır uğruna mücadele edilen haklar, ne de ulusun kendi kaderini özgürce tayini söz konusu olabilir. Bu nedenle, AKP, Kürt halkını kendi politikalarına yedekleme amacıyla, ulusal uyanışını ve hareketini görmezden gelerek ve ulusal haklarını ve eşitliğini tanımadan, ulusal haklarını yok sayıp hareketini yok etmeye ve yerine Kürtlerin kendi (ya da belki bir Kürt AKP’si) etrafında ve “ümmet” türünden “birliği”ni geçirmeye çalışarak, dolayısıyla Kürt halkının kimliğini, hak ve özgürlüklerini, kendi kaderini tayin hakkını güvenceye almayıp inkar ederek Kürt sorununa “çözüm” getirmek istiyor. Egemen sınıfların geleneksel ulusal baskı politikasının bu ‘ince’ biçimi, burjuvazinin Kürt sorununa getirdiği “yeni çözüm”dür. Bu “yeni çözüm”ün, kuşkusuz, daha ötesini de öngören içeriği ve biçimiyle, aslında bir Amerikancı “çözüm” olduğuysa ortadadır ve bu yönüyle “incelikleri”nin (221. maddeyi az-çok aşan bir “af”a benzer “inceltmeler” ve Barzani ile yine “ince ilişkiler”le) daha da “incelmesi” şüphesiz beklenebilir. Beklenemeyecek olan, bu “çözüm”ün hak eşitliğinin kabulüne oturmasıdır.

İşçi sınıfı devrimcileri, Kürt sorununun; eşit haklar temelinde Kürt ve Türk halklarının kardeşliği, Kürt halkının kendi kaderini özgürce tayini temelinde barışçıl ve demokratik çözümünden yanadır. Bunun için mücadele eder. Bu mücadele, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilen bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Türkiye’nin mevcut durumu, sınıfların karşılıklı konumlanışı ve egemen sınıfların saldırı cephesi dikkate alındığında, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunun çözümü için mücadele sınıf hareketinin temel gündemidir.

 

YÜKSELEN ŞOVEN-MİLLİYETÇİ DALGA VE ETKİSİ

Türkiye egemen sınıfları, baskı ve sömürü düzenini sürdürmek için, böl ve yönet politikası olarak bilinen politikayı ustaca uygulamışlardır. “Düşmanlaştır, zehirle ve çatışmalarla yönet” politikası yıllarca egemen olmuştur. Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikasına yığın desteği sağlamak için kontrgerilla faaliyetleri bitmek bilmemiş, provokasyonlarla Kürt düşmanlığı yeniden ve yeniden üretilmiştir.

Egemen sınıflar, yıllardır üzerinde yükseldikleri ulusal baskı siyasetinin iflası ve Kürt sorununun çözümünü dayatması karşısında yeniden Türk milliyetçiliğinin ırkçı-şoven tezlerine ve siyasal platformuna sarıldılar. AKP’nin sözde “yeni” politikası da bundan muaf değil. Uluslararası planda yıllardır işlenen “uluslararası teröre karşı mücadele” platformunun Türkiye ayağındaki hedefi Kürt ulusal hareketi olmuştur. Ülkenin birlik ve bütünlüğünü ‘tehdit’ eden, ‘bölücü-terör örgütü’ne ve onun yasal uzantısı olan kişi ve kurumlara karşı milli bir heyecan ve galeyan dalgası, bu heyecan ve galeyana katılmayanın “bölücü”, “terör örgütü yanlısı” ilan edilmesi, her yerde ve her kesimde etkisini göstermiştir. Öyle bir etki ki; ya “terör örgütünün yandaşı” olarak ilan edileceksin ya da milliyetçi-şoven dalganın gönüllü-gönülsüz destekçisi/parçası olacaksın! Birçok demokrat eğilimli öğretim görevlisi, akademisyen, aydın, işçi ve emekçi bu dalganın ideolojik etkisi veya zorlamayla “teröre karşı” eylemlere katıldı/katılmaya zorlandı.

Milliyetçi şoven dalganın, esas itibarıyla Türk işçi ve emekçilerini zehirleyip Kürt halkına (son dönemde söylendiği biçimiyle, Kürt halkı değil, PKK’ye) karşı düşmanlık yaratarak linçlere girişirken, PKK mı Kürt halkı mı ‘düşman’ meselesi bir yana, Kürt halkının ulusal demokratik taleplerine bastırmaya yöneldiği açık bir gerçektir. AKP ile MHP-CHP politikalarının tüm söylem farklılıklarını bir kenara bırakarak ortaklaştıkları temel nokta budur.

 Şoven milliyetçi dalga işçi ve emekçileri zehirlerken, diğer yandan aydın, entelektüel kesimleri, ‘sol’, ‘sosyalist’ ve ‘devrimci’ çevreleri de etkilemekten geri kalmadı. Devletin ve yığınların gözünde Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerini savunmak, ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele etmek ‘bölücülük’ ve ‘terör örgütü yandaşlığı’ ile damgalanırken, kimi sol çevrelerin bu baskılanma karşısında geri adım atması beklenmeyecek bir gelişme değildi. Kimileri ‘bölünme’ ve ‘bölücülük’ paranoyasına iyiden iyiye kapılıp şoven-milliyetçi güçlerle aynı söylemleri paylaşmaya kadar geriledi. Ezen ulus milliyetçiliğinin Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerine saldırısının merkezinde yer alan Kürt ulusal hareketine yönelik baskılar, burjuva hukuk kurallarının sınırlarını aşıp “duyarlı vatandaş” tepkisiyle birleşirken (ya da başka bir deyişle “duyarlı vatandaşlık” örgütlenir ve meşrulaştırılırken), yasal parti büroları basılıp insanlar linç edilirken, Kürt illerinde operasyonlarla beraber fiili bir OHAL yaşanırken, devlet, ‘bölünme’ korkuluğu sallayarak, ‘yasal’, askeri, sivil ve yasadışı tüm kurumlarıyla ezilen ulus hareketine karşı saldırırken, “ülkemizin bölünmesine izin vermeyeceğiz”, “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” demek, en hafif deyimiyle, ezen ulus milliyetçiliği karşısında el pençe divan durmaktır.

Ezen ulus milliyetçiliğinin baskısı ve şoven dalga karşısında, milliyetçi bir anti-ABD karşıtlığıyla süslenmiş vatanı böldürmeme “kararlığı”, aynı hedefle yola koyulan devlet güçlerinin ve onun etkisi altındaki yığınların sempatisini kazanır veya kazanmaz, ayrı bir konudur; ancak şurası kesindir ki; sınıf mücadelesinin keskin bir dönemecinde burjuvazinin saflarına atılmış ‘emin’ bir adım; ezilen ulus milliyetçiliğine karşı çıkma adına ezen ulus milliyetçiliğinin saflarına gizlenemez geçiştir.

Ülkeyi “ABD’ye böldürmeme”ye karar verenlerin (!) dışındaki bir takım “özgürlükçü” ve aynı zamanda “sosyalist” çevreler de, hem ezen ve hem de ezilen ulus milliyetçiliğine karşı çıkar, ikisinden de “korunma”ya çalışır, hatta bir suçlu varsa, o da, hâlâ silahlı eylemlere devam eden ve bir türlü “devlet karşısında koşulsuz silah bırakmayan ezilen ulus milliyetçiliğidir” tespiti yaparken, ezen ulus milliyetçiliğinin rahat ve ‘sorunsuz’ saflarına uygun adım ilerlemektedirler.

Sorun, yalnızca baskı ve yükselen şoven dalganın etkisine bağlanamaz. İdeolojik zaaf ve eksiklikler, ezen ulus milliyetçiliğine her zaman açık kapı bırakan teorik ‘saptamalar’, strateji ve taktikte idealistlik ve bir bütün olarak revizyonist-reformist ideolojik (ve bunu koşullayan sınıfsal) zemin, ezen ulus milliyetçiliğine giden yolun taşlarıdır.

 

KÜRT ULUSAL HAREKETİNİ ELEŞTİRMEK VE ENTERNASYONALİZM

Milliyetçi-şoven dalga, “sol”, “sosyalist” çevrelerde etkisini açıktan ezen ulus milliyetçiliğine geçiş ve milliyetçi tezleri savunmakla değil, “ince” biçimlerde ezen ulus milliyetçiliğiyle uyum sağlamak biçiminde kendini gösteriyor: Örneğin ABD karşıtlığı üzerinden; PKK’nin ABD ile işbirliği yaptığını, ABD’nin Türkiye’yi bölmek için kullandığı bir örgüt olduğunu savunarak Kürt ulusal hareketini eleştirmek, yalnızca eleştirmek değil, ötesinde, “emperyalizme karşı mücadele”nin bir “gereği” olarak emperyalizmin “işbirlikçisi” olan Kürt ulusal hareketine karşı mücadele etmek vb… Kürt ulusal hareketine karşı mücadele eden egemen sınıflarla aynı cephede türkü söylemenin sağlam bir temeli olsa gerek, bu tür bir “ABD karşıtlığı”!

ABD karşıtlığı mı Kürt ulusal hareketine karşı tutum almaya itiyor, yoksa Kürt düşmanlığı veya milliyetçi etkilenme (ya da şoven dalgayı göğüslemeye cesaret edemeyip önünde diz çökme) mi ABD’ye karşı tutum almaya itiyor? Milliyetçi ve milliyetçilikten etkilenen “sosyalist” çevreler açısından ikinci seçenek geçerlidir. Yıllardır ABD’nin kucağında politika yapan ırkçı-milliyetçi çevreler, ABD –özellikle Türkiye’deki durumu ve ilişkileri etkilemesinde şaşılacak şey olmayan, işgal altındaki Irak’ta– Kürtleri desteklediği ve Kürt devletinin kurulmasına izin verdiği için, Kürt düşmanlığının yansıması olarak, geçici ve göstermelik bir ABD karşıtlığına, üstelik istemeye istemeye geçtiler. Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, bu çevreler, ABD’nin “vazgeçilemeyecek” dost olduğunu tekrar hatırladılar ve göstermelik Amerikan karşıtlıklarını hemen bir yana bıraktılar. Ulusalcılar ve Kızılelmacı “solcular”ın yıllardır yürüttükleri “ABD ülkeyi bölmek istiyor, Kürtleri de kullanıyor” propagandası zaten ABD karşıtlığının temelini oluşturuyordu. “Kürt halkının ulusal demokratik talepleri ülkeyi bölünmeye götürür” tezi, onları ırkçı-milliyetçi çevrelerle ittifaka itiyordu.

Kürt ulusal hareketi, söz konusu edilebilecek tüm zaafları ve tüm sevap ve günahlarına karşın, burjuva demokratik bir hareket olarak, anti-demokratik yapıya ve ulusal baskı siyasetine karşı yönelmiştir. İlerici ve demokratiktir. Devletin ve ulusal baskı siyasetinin yıllardır süren baskı ve zulmüne bedel ödeyerek karşı çıkmış, direnmiş ve ileri bir mevzide durmuştur. Milliyetçi gericiliğe karşı demokrasi mücadelesinde önemli bir mevzi oluşturduğu bir gerçektir.

Öte yandan, burjuva bir hareket olmasından kaynaklı ilerici niteliğine rağmen, şüphesiz tutarsızlık ve çelişkilere de sahiptir. Demokratik niteliği Kürt ulusal hareketini sınıf mücadelesinde ilerici bir cepheye iterken, burjuva karakteri de tutarsızlıklara yol açmıştır. Örneğin kent merkezlerinde yapılan ve sıradan vatandaşların can güvenliğini tehdit eden bombalama eylemleri şoven milliyetçiliğin propagandasına destek olur niteliktedir. Ulusal hareket içindeki farklı görüş ve eğilimlerin kaba milliyetçilikle birleşen yönleri, egemen sınıfların ulusal hareketi karalamaya yönelik propagandasında önemli bir argüman haline gelebiliyor. Açıktır ki, Kürt ulusal hareketi, bir ulusal hareket olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin görev ve ihtiyaçlarını göremeyebilir ve buna göre tutum almayabilir. Bu, onun burjuva demokrat niteliğinin kaçınılmaz sonucudur. Ancak bütün bunlara rağmen, yine de Kürt ulusal hareketinin, en azından bir yönü olarak, onu, işçi ve emekçi sorunlarına uzak kalmak yerine olabildiğince yakın durmaya, kaba milliyetçilik yerine Türk halkına barış elini uzatmaya yönelten bir duyarlılığa da sahip olduğu bir gerçektir.

AB’nin Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini savunuyor gözükmesi, –son süreçte vazgeçme eğilimine girse bile, yakın zamana kadar– AB’ye giriş sürecinde hükümeti “çok kültürlülük” ve “azınlık hakları” gibi noktalardan sıkıştırması, AB’ye yönelik yanılsamalı sempatiyi iyiden iyiye besledi. Ancak son dönemde Kürt ulusal hareketine karşı mücadelede AB’nin gerici-milliyetçi güçlere desteği, AB’nin gerçek yüzünü bir kez daha gösterdi. Kürt ulusal hareketinin AB’ye yönelik tutumu, uluslararası destek arayışının ifadesidir. Ve AB’nin ikiyüzlülüğü görünür oldukça, mücadele ve kazanımları AB’ye bırakmak bir yana, hâlâ büyük bedellerle taleplerin savunulmaya devam etmesi, bunu göstermektedir. Son dönem gelişmeleri, Kürt ulusal hareketinin az-çok belirgin AB’ye dair umutları ve tutarsız yaklaşımlarını tersine çevirecek niteliktedir.

ABD, Ortadoğu’da yaşayan Kürt halkı açısından ayrı bir çekim merkezidir. Yaklaşık yüzyıldır demokrasi ve özgürlük talebiyle mücadele eden Kürt halkı somut bir kazanım elde edemezken, ABD ile işbirliğine giren Irak’taki Kürt feodal-burjuva çevreleri devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlar, dahası bir Kürt devletinin kurulması yoluna girmişlerdir. Bölge halkları ve özellikle Kürt halkı açısından bu olgu, ABD ile işbirliğini olumlayan bir eğilim yaratmıştır.

Ancak Türkiye Kürtleri ABD’nin Irak işgalini temkinli karşılamış, ABD ve işgalini açıktan eleştirmekten kaçınsa bile, Irak Kürtlerinin ve burjuva-feodal önderliğinin girdiği bayram havasının bir benzeri içine girmemiştir. ABD emperyalizminden dost olmayacağını defalarca yaşayarak gören Kürtlerin en ileri parçasını oluşturan Türkiye Kürtleri, çekiciliğine rağmen, ABD’nin Kürt hamiliğine kapılıp gitmemiştir. Örneğin, ulusal hareket içinde “Amerikancı çözüm” arayışına giren Osman Öcalan ve ekibi tasfiye edilmiştir. Başka etkenler bir yana, sınır ötesi operasyon ve ABD’nin yaklaşık 60 yıllık stratejik ortağından vazgeçememesi, ABD’nin Kürt hareketi karşısındaki düşmanca tutumu, bazı tutarsızlıkları içinde barındırsa da Kürt hareketi ile ABD arasındaki mesafenin kapanmasının önünü kesmektedir. Ulusal hareket, –en azından iç ve dış gericiliğin saldırganlığının belirlediği bugünkü konjenktürde–, savunduğu talepler ve sahip olduğu demokratik içeriğe uygun olarak, demokratik çözüm karşıtı güçlerle (Türkiye egemen sınıfları ve ABD emperyalizmiyle) giderek daha fazla karşı karşıya gelmeye zorlanmaktadır.

Kürt ulusal hareketinin doğrudan doğruya ABD emperyalizminin Türkiye’deki taşeronu olduğu görüşü, Kürt hareketine düşmanlığın ve milliyetçi-şoven dalganın yarattığı baskılanmanın ‘sol’dan etkisine işaret etmektedir. ABD ile ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel olarak varlığı ve yönünü birleştirmiş olan işbirlikçi Türkiye burjuvazisine karşı ABD’nin mücadele ettiği tezine dayanan bu görüş*, geleneksel Kemalist devlet anlayış ve etkisinin ‘sol’da ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. ABD emperyalizmi, Türkiye gericiliğinin, şoven-milliyetçi ulusal baskı siyasetinin, halkları birbirine düşürme politikasının en büyük destekçisidir; kendisini ve emperyalist çıkarlarını en başta bu politika ve oluşturduğu çıkmaz üzerinden dayatmaktadır. Dönem dönem Kürt halkının koruyucusu gibi gözükme çabası ise, Türkiye gericiliğini hizaya getirme hamlesinin, Ortadoğu’da Kürt halkını yedekleme çabasının ötesinde bir şey değildir. Kürt ulusal hareketinin ulusal baskı siyasetine karşı çıkması, şoven-milliyetçiliğe karşın –belirli tutarsızlıklar içerse bile– Türk halkına barış elini uzatması, savaşı değil barış ve kardeşliği savunması ve gericiliğe karşı demokrasi mücadelesi sürdürmesi, dünya gericiliğinin temsilcisi konumundaki emperyalizme karşı tavır almayı gerektirir/getirir.

Sorun, Kürt ulusal hareketini eleştirmekte değildir. Kürt ulusal hareketinin zaaf ve yanlışları, tutarsızlık ve çelişkileri eleştirilir. Eleştirip doğru ve tutarlı bir yönelime girmesine yardımcı olunabilir, olunmalıdır da.

Ancak eleştirinin içeriği, hangi sonuca bağlandığı ve yapıldığı koşullar önemlidir. Egemen sınıflar, sağ ve ‘sol’ burjuva partiler, askeri ve ‘sivil’ faşist güçler, Kürt halkının demokratik taleplerine karşı, Kürt ulusal hareketi şahsında bir karalama kampanyasına girişmiş ve “bölücü”, “bebek katili” terör konusunda tam bir birlik sağlamışken, Kürt hareketinin tam da tanımlanıp istenen, dayatılan türden ‘eksik’ yönlerini bulmak ve bunları “işbirlikçiliği”ne bağlamak, üstelik ancak Marksist bir harekete yöneltilebilecek eleştirilerin hedefi kılarak, buna ‘Marksist’ eleştiri adını takmak anlamlı olsa gerek!.. Egemen sınıflar Kürt hareketini ABD’nin üstü kapalı desteğiyle ülkeyi bölmek için çaba göstermekle suçlarken, ‘sol’cuların da Kürt hareketine aynı minval üzerinden eleştiriler yapması rastlantı olsa gerek!..

Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Kürt ulusal hareketinin programında ayrı bir devlet kurmak yoktur. Kürt halkının ayrılma hakkı dahil kendi kaderini tayin hakkı vardır. Ancak Kürt ulusal hareketi, tercihini, ayrılıktan değil, eşit haklar temelinde birlikten yana yapmıştır. ‘Bölücülük’ propagandası, burjuvazinin Türk işçi ve emekçilerini yedeklemek için kullandıkları bir propagandadan ibarettir. Burjuvazi, bölücülük korkuluğuyla, yığınları milliyetçi-şoven dalgaya yedeklemeyi amaçlıyor. Bu propagandanın “sosyalistler”, hatta “komünistler” tarafından benimsenmesi, “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” vb. sloganlarla aynı korkuluğun ‘sol’dan kullanılması, şovenizme yedeklenmenin ifadesidir.

 

KÜRT SORUNUNDA ‘İNKÂRCILIK’ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE YEDEKLENME

Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve “Yeni Dünya Düzeni”nin ilan edilmesiyle birlikte, 1975 sonrasında temellendirilen neo-liberal politikaların uygulanması hız kazandı. Sosyal devletçi dönemden kalan birçok demokratik kurum ve emekçilerin kazanılmış hakları ortadan kaldırılarak ilerleyebilecek bir sürece girildi. Tansu Çiller, başbakanlığı zamanında “Türkiye dünyanın son sosyalist ülkesidir” derken, sosyal devletin kazanımlarının hızla tasfiye edilmesi görevine vurgu yapıyordu.

Emekçilerin kazanılmış haklarının gaspedilmesi, IMF eliyle ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının peşkeş çekilmesi, çalışma ve yaşam koşullarının giderek kötüye gidişi, dinin devlet tarafından kullanılması, emperyalizmle bağımlılık ilişkileri ve tüm sürecin Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren çözülmemiş Kürt sorunuyla birleşmesi; sınıf mücadelesinin ve bu mücadeleden kaynaklanan saflaşmanın daha da karmaşık bir hal almasına neden oldu, oluyor.

Türkiye orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülke olduğuna göre, (siyasal düzlemde partilerde ifadesi bularak) soyut olarak burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki ve küçük burjuvazinin bir tarafa yedeklenmesi olarak gerçekleşmesi beklenecek olan saflaşma, emperyalizme bağımlılık ilişkileri, dinin devlet tarafından kullanılması ve ulusal baskı siyaseti nedeniyle çok daha ‘karmaşık’ bir biçim alıyor. Saflaşmada bir karmaşıklık olmasa da, revizyonist temelde siyasetlerini belirleyen yapılar için ‘karmaşık’ bir algılama ortaya çıkıyor.

Emperyalizmle –yeni türden sömürgesel– bağımlılık ilişkileri içine sürüklenmiş olan Türkiye’de, ekonomi politikalarından siyasete, medyadan kültüre kadar bütün alanlarda emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin egemenliği söz konusudur. İşçi sınıfı ve emekçiler, en basit ekonomik taleplerinden ulusal demokratik içerikli olanlarına kadar, talepleri sözkonusu olduğunda, karşılarında, başta işbirlikçi tekelci burjuvazi ile birlikte emperyalizmi ve ekonomik ve siyasal programlarını bulmaktadır. Diğer emekçi sınıflarla birlikte, işçi sınıfının mücadelesi, yerli gericiliğe karşı mücadelenin yanı sıra kaçınılmaz olarak emperyalizme karşı bir mücadele olarak da şekillenmektedir.

Esas olarak küçük burjuva bir kategori olan küçük köylülüğün taban ürün fiyatı, tarım girdilerindeki maliyetlerin düşürülmesi, sübvansiyonların korunması talepleri, köylülüğü IMF programlarına karşı mücadeleye yöneltmektedir. Uluslararası standartların gereği gibi gösterilen taşeronlaştırmaya, esnek çalışmaya vb. işçi düşmanı uygulamalara karşı işçilerin mücadelesi de, emperyalist merkezler ve politikalarıyla çatışmayı zorunlu kılmaktadır. En basitinden, asgari ücretin insanca yaşanacak bir seviyeye çıkarılması, emperyalizmin temsilcisi olan IMF’ye kafa tutmayı gerektirir olmuştur.

Dinin yığınları ‘uyutma’ ve ‘uyuşturma’ aracı olarak devlet eliyle kullanılması, bir din veya mezhebin diğer din ve mezheplere devlet yardımıyla hatta devlet eliyle üstünlük kurması, baskı uygulaması, anti-demokratik ve anti-laik devlet yapısına karşı mücadeleyi gündeme getirmektedir. Gericiliğe ve dinin devlet eliyle yığınları uyuşturma aracı olarak kullanılmasına karşı mücadelenin asıl gücü işçi sınıfı iken, diğer bir gücü de dinin devlet işlerinden ayrılması, devletin dinler karşısında tarafsız olması, din ve vicdan özgürlüğü talebiyle mücadele eden ezilen ve baskı altına alınan din ve mezheplerin mücadelesidir.

Kürt halkının ulusal demokratik taleplerin baskı altına alınması, kimliğinin inkarı ve kendi kaderini tayin hakkının engellenmesine karşı mücadele, yine en başta Türkiye işçi sınıfının sorunudur. Türkiye işçi sınıfının mücadelesi emperyalizme karşı yönelmek zorunda olduğu gibi; ondan bağımsız olmamakla beraber, ulusal baskı siyasetine ve dinci gericiliğe karşı da yönelmek zorundadır. Emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde, anti-laik ve anti-demokratik devlet yapısının varolduğu, siyasal özgürlüklerin bulunmadığı bir ülkede, işçi sınıfının mücadelesi, anti-emperyalist ve demokratik görevleri önüne koymak zorundadır.

Mesele burada başlamaktadır. Siyasal özgürlüklerin geçerli olmadığı, anti-demokratik devlet yapısına sahip, –Kontrgerilla örgütlenmesiyle bağlantısı içinde Hrant Dink, Trabzon rahip ve Malatya misyoner cinayetlerinin hem gerçekleştirilmesi, hem de özellikle kolluk güçlerini işaret eden delillerin vb. yok edilmesi, polislerin sokak ortası cinayetleri vb. vb.. düşünüldüğünde– hukuk karşısında eşitliğin neredeyse kağıt üstünde bile bulunmadığı, askeri ve sivil faşist güçlerin ciddi bir ağırlığa sahip olduğu ülkemizde demokrasi mücadelesinin önemi yadsınamaz. Sınıfların karşılıklı konumlanışı ve mücadelesi, mevcut nesnel koşullar dışında düşünülemez. Emperyalizme göbekten bağlanmış, (kuşkusuz burjuva karakterli) siyasal özgürlüklere olanak tanımayan, (yine burjuva içerikli) hukuk karşısında eşitliğe dayanmadığı gibi, onu yok sayan, anti-laik, ulusal baskı siyasetinin uygulayıcısı iktidara karşı emperyalizme karşı duran, siyasal özgürlükleri, gerçek laikliği ve halkların kardeşliğini savunan güçlerin birliği (sınıfların ittifakı) güncel görevdir. Sınıflar mücadelesi, bu konumlanış ve mücadeleden bağımsız ele alınamaz.

Demokrasi mücadelesinin görevlerinin es geçilmesi yeni bir olgu değildir. Yüzyıllık bir tartışmadır. İki tarihsel kaynaktan bahsedilebilir. Emperyalist ekonomizm (demokratik taleplerden uzak durma) ve Troçkizm (demokrasi mücadelesinin gerektirdiği ittifaklardan uzak durma)… Ülkemizdeki sonucu ise, ezen ulus milliyetçiliği ve inkarcılık…

Ekonomizm, işçi sınıfının, ekonomik mücadelenin sınırlarını aşmaması gerektiğini, siyasal mücadelenin (siyasal demokrasinin) burjuvazinin işi olduğunu söyleyerek işçi sınıfının siyasal (demokratik) meselelere karışmamasını öğütlüyordu. Emperyalist ekonomizm ise, işçi sınıfının, sosyalist mücadele dışındaki alanlara müdahale etmemesi gerektiğini, demokratik mücadelenin işçi sınıfının mücadelesi olamayacağını, bu nedenle demokratik siyasal meselelerin işçi sınıfının değil burjuvazinin işi olduğunu savunuyordu. İşçi sınıfı ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmemelidir, çünkü kapitalizm sınırları içerisinde ulusal sorunun çözülmesi mümkün değildir. Sosyalizmde ulusal sorun zaten çözülecektir. Böylece emperyalist ekonomistler, demokrasi mücadelesini ikinci plana atarak, hatta onu burjuvazinin işi ilan ederek, ‘sosyalizm’ söylemleriyle, anti-demokratik, milliyetçi güçlerin safına geçerler. Lenin, emperyalist ekonomizmin tezlerini şöyle ifade ediyor:

“Demokrasi kapitalizm altında ‘elde edilemez’ bir şeydir. Emperyalist savaş, ister gerici monarşilerde, isterse ilerici cumhuriyetlerde olsun, tüm demokrasinin apaçık ihlalidir – ‘dolayısıyla’ ‘haklar’dan (yani demokrasiden!) söz etmenin hiç gereği yoktur. Emperyalist savaşa ‘karşı olabilen’ ‘yegâne’ şey sosyalizmdir, ‘çıkış yolu’ yalnızca sosyalizmdir; ‘dolayısıyla’ asgari programımızda, yani kapitalizm altında demokratik sloganlar ileri sürmek bir aldatmaca veya bir hayal, sosyalist devrim şiarının yozlaştırılması ya da ertelenmesi vs. demektir.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, sf. 24)

 Oysa yine Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkının kapitalizmin sınırları içerisinde de gerçekleşebileceğini, yani demokrasi mücadelesinin atlanamayacağını şöyle belirtir:

“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin iktisadi bakımdan olanaksızlığı, tıpkı bizim, makineleri yasaklamanın ya da emek parasının vb. kabulünün pratikte uygulanamaz olduğunu tanıtladığımız gibi, bir iktisadi tahlil ile tanıtlanmalıydı. Kimse böyle bir tahlile yanaşmıyor. Emperyalizmin en saldırgan olduğu bir çağda, bir küçük ülkenin, hatta savaş ya da devrime başvurmaksızın, ‘istisnai olarak’ pratikte uygulanmayan ulusların kaderlerini tayin ilkesini gerçekleştirebildiğinin tanıtlanabildiği (Norveç 1905 gibi) kapitalist düzende, ‘emek parasının dünyanın tek bir ülkesinde bile ‘istisnai olarak’ da kabul ettirmede başarı’ sağlandığını kimse iddia edemez.

“Genel olarak, siyasal demokrasi (‘saf’ kapitalizm için teorik olarak normal üstyapı olmakla birlikte), kapitalizm üzerinde yükselmesi olanaklı olan üstyapı biçimlerinden ancak biridir. Gerçekler, hem kapitalizmin, hem emperyalizmin herhangi bir siyasal biçiminin çerçevesi içinde geliştiğini ve bunların tümünü kendisine bağımlı kıldığını gösterir. Bu bakımdan, demokrasinin biçimlerinden birinin, onun istemlerinden birinin ‘gerçekleştirilemez’ olduğunu iddia etmek temel teorik yanılgıdır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı)

Ulusların kaderlerini tayin hakkı kapitalizmin sınırlarında gerçekleşebilir mi gerçekleşemez mi meselesi (ki teorik olarak gerçekleşebilir) bir yana, tartışılması gereken nokta, işçi sınıfı ve kuşkusuz sosyalistler, Kürt halkına yönelik milliyetçi-şoven baskı, inkâr ve asimilasyon politikasına karşı çıkacak mıdır, çıkmayacak mıdır? Türkiye işçi sınıfı ve sosyalistler, Kürt sorunu sosyalizmden sonra nasıl olsa çözülecektir deyip, Kürt halkının inkarına, katledilmesine sessiz kayacak mıdır kalmayacak mıdır?

Kürt halkının kimliğini, dilini, kültürünü ve kendi kaderini tayin hakkını savunmak, lafızda savunmakla kalmayıp mücadele etmek, milliyetçi, linççi saldırılara karşı dimdik durmak, demokrasi mücadelesinin zorlu görevlerindendir. Kürt sorunu kapitalizmin sınırları içerisinde çözülemez diyerek, onu sosyalizm sonrasına ertelemek; sınıf mücadelesi açısından bakıldığında yakıcı bir sorun karşısında mücadeleden uzak durmak, hem de egemen sınıfların uzak durulmasını canı gönülden istediği bir meselede uzak durmak, kuşku yok ki, ezen ulus milliyetçiliğine ‘sol’dan destek olmaktır.

Ulusal taleplerin kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemeyeceği tezinin eleştirisi yukarıda Lenin’den alıntıladığımız paragrafta ifade edildi. Gerçekleşebilir, gerçekleşmiştir de; örnekleri mevcuttur. Ancak sorun, ezilen bir halkın ulusal demokratik talepleri için mücadele edip etmemektir. “Ulusal talepler gerçekleşemez, sınıfsal talepler için mücadele etmek gerekir” deyip, demokrasi mücadelesinin görevlerinden ‘paçayı kurtarmak’tır. Oysa açıktır ki, kimsenin sınıfsal talepler uğruna mücadeleye karşı çıktığı yok. Sınıf mücadelesinin yükselme dinamiklerinin başında bu gelir. Ancak Kürt sorunu kanayan bir yara olmaya devam ettikçe, Türk ve Kürt işçileri milliyetçi şoven propaganda ve kışkırtmalarla birbirine düşmanlaştığı sürece, sınıfsal mücadelenin açılıp serpilmesi ve engelsizce gelişmesi mümkün müdür? Mümkünse bir ulusun ezilmesine ses çıkarmayan (ya da daha sonra ses çıkarmayı ‘planlayan’) bir sınıfsal mücadele, ne kadar enternasyonalist, ne kadar demokrat veya sosyalisttir; bunu tartışmak gereksizdir.

Sınıf mücadelesini, Kürt sorunundan ayrı bir yerde, ondan bağımsızcasına konumlandırmak; sanki Kürt sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası değilmiş gibi hesaplar yapmak, içi boşaltılmış ‘sosyalizm’ lakırdılarını bir kenara bırakırsak, Marksizmin yerine burjuva siyaset bilimini koymaktır. Kürt sorunu ve ulusal demokratik talepler için mücadele, milliyetçi Kürt burjuvazisine bırakılacak bir mücadele değildir. Sorun ve talepler, Kürt burjuvazisinden çok, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin sorunudur. Sınıf mücadelesinin alanıdır; ta kendisidir. Ulusal demokratik talepler, emekçilerin ekonomik ve siyasal taleplerinden bağımsız değil, onların bir parçası ve tamamlayıcısıdır.

 

***

Troçkizm; ulusların kendi kaderini tayin hakkı, siyasal demokrasi vb. demokratik taleplerin kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemeyeceğini, emperyalizme karşı bağımsızlığın mümkün olmadığını, demokrasinin ancak sosyalizmde mümkün olabileceğini, bu nedenle bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi veren demokratik güçlerle bir araya gelmenin mümkün olmadığını savunur. Emperyalist ekonomistlerin tezlerine yaslanır. Farklı olarak, demokratik taleplerin yine de savunulmasını (gerçekleşmeyeceğini bilerek, geçiş talepleri olarak ele alınmasını) öğütler. Ancak demokrasi, bağımsızlık ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mücadelesine mesafelidir, bu hedeflerle mücadeleyi ‘ulusalcılık’, ‘ezilen ulus milliyetçiliği’, ‘burjuva demokratlık’ olarak niteler. İttifaklara ise karşıdır vb.

Sınıf partisi, her ulustan işçi sınıfının partisi olarak, ezilen ulusun işçi sınıfı ve halkının baskı altına alınan dilini, kültürünü ve diğer ulusal demokratik taleplerini savunmalıdır. Ancak mücadele somut toplumsal zemindedir. Eğer sınıf mücadelesine işçi sınıfının mevzilerinden müdahale edilecekse, savunulan talepleri tek başına savunup, bunu deklare etmekle yetinilemez. Taleplerin daha geniş kesimler tarafından benimsenmesi, benzer talepleri savunan kesimlerle ittifaklar yapılması; karşı cephenin daraltılıp anti-emperyalist demokratik cephenin genişletilmesi için mücadele edilmelidir. Bu zorunluluk inkâr edildiğinde, bırakalım devrimciliği veya sosyalistliği, az ya da çok mücadeleci olma özelliği yitirilmiştir.

Kürt ulusal hareketi ile ülkenin en önemli demokrasi sorunlarından birisi olan Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda ittifak yapmak; Kürt sorununun çözümünü yalnızca Türkiye gericiliği ile değil, onun ardındaki emperyalizme karşı mücadeleyle birlikte ele almak ve anti-emperyalist demokratik güçleri birleştirmek, emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Mücadele lafta kalmayacak, fikir somut bir güç haline gelecek ve halk yığınları egemen sınıfların karşısına devrimci bir mevzide dikilecekse, demokrasi mücadelesinin gerektirdiği ittifaklar zorunludur.

Milliyetçi şoven dalganın yarattığı baskılanma arttıkça, ‘sol’un milliyetçilikle yakınlaşması da artıyor. Demokrasi güçlerinin demokratik talepler etrafında ittifakı ve mücadelesi bir yana, demokrasi güçleriyle yan yana durmak bile zül haline geliyor. Ezilen ulusun zulme karşı başkaldırışını ve özgürlüğünü simgeleyen, devletin bile tanımak zorunda kaldığı Newroz kutlamalarında kimi “sol”, “sosyalist” çevreler, Kürt halkından uzak durmak için bin bir yolu deniyor. 19 Mart İşgale Karşı Direniş Küresel Direniş günü, 21 Mart’ın barış ve kardeşlik temasıyla birleştirilmek yerine, Newroz’a katılmamanın bir fırsatı haline getiriliyor. Irak’ta işgale, ulusların baskı altına alınmasına, insanların öldürülmesine karşı çıkılırken, Kürt halkının baskı altına alınmasına, öldürülmesine, dilinin ve kültürünün yasaklanmasına karşı çıkmamak, 19 Mart eylemlerini bahane ederek Newroz kutlamalarına katılmamak, egemen güçlere ‘hoş gözükmek’ için çabalamak ve demokrasi mücadelesinden yan çizmektir. Evet, Kürt ulusal hareketinden, Kürt halkından ve onun demokratik değerlerinden uzak durmak, egemen güçlerin suyuna gitmek, milliyetçi şoven dalganın rüzgârına kapılmaktır.

Yalnızca Newroz değil, bir ulusal sorun olarak Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi için verilen bütün bir mücadele, aynı zamanda, halkların kardeşleşmesi ve ulusal baskı siyasetine karşı anti-emperyalist demokratik devrim mücadelesinin bir parçasıdır. Bu nedenle demokratik devrimin önemli bir program maddesi olan Kürt sorunun demokratik çözümü için demokratik güçlerle ittifak, devrimci ve demokrat olmanın kıstasıdır. Sosyalistler en tutarlı demokratlardır.

Sınır ötesi operasyonlara, Kürt ulusal hareketinin yasal temsilcisi olan DTP’ye yönelik baskılara, milliyetçi şoven dalgaya karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirilmeli, bu mücadelenin unsurlarının ittifakı gerçekleştirilmelidir.

Milliyetçi şoven dalgaya karşı net bir tutum almadan, ortak talepler etrafında demokrasi cephesini örecek gerekli ittifakları yapmadan, sosyalist olmak bir yana, demokrat kalmak da mümkün değildir. Milliyetçiliğe açık kapı bırakmanın ve şoven dalgaya ‘uyum’ sağlamanın sonu yoktur. Taviz daha büyük tavizleri getirir. Yükselen milliyetçi dalganın yarattığı “ya bölücü teröristlerden yanasın ya da onlara karşı tavır alacaksın” ikilemi, demokratik karakterli birçok akım ve çevreyi şoven dalganın yedeğine itiyor.

Milliyetçi dalgaya yedeklenen çevreler, egemen sınıfların politikaları karşısında giderek net olamayan bir politik hatta savruluyorlar. Kimi gönülsüzce veya sessiz kalarak onaylarken, kimi de karşı çıkmadan ‘eleştiriyor’. Örneğin sınır ötesi operasyonlar… Egemen sınıflar sınır ötesi operasyonlarla Kürt sorununu barış ve diyolagla değil askeri yöntemlerle çözmekte ısrar ederken, ‘sosyalist’ çevreler ne yaptı? Sınır ötesi operasyona lafta karşı çıkarken, kurulan birlik ve platformların eylemlere katılmadı, egemen sınıflara karşı bir mücadele örgütleme çabasına dahi girmedi. Sessizce onayladı. Egemen sınıfların sınır ötesi operasyonla amacı, Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikalarında ısrarla devam etmek, barış talebine karşı savaşta diretmek, Kürt sorununu şiddet yoluyla çözümsüz bırakmaktı. Sınır ötesi operasyonlara karşı durmak, Kürt sorununun çözümsüz kalmasına, başka bir ülkenin sınırlarının milliyetçi fetvalarla ihlal edilmesine karşı çıkıştı. Bu karşı çıkış, halkı aydınlatma, egemen sınıfların propagandasının etkisinden kurtarma çabasıyla, en azından mücadele platformları ve ortak eylemlerle birleşmezse anlamlı olmaz; egemen sınıflar için bir zarar da teşkil etmez.

 

İKİNCİ ENTERNASYONAL VE SOSYAL ŞOVENİZM

İkinci Enternasyonal partileri, 1912 yılında Bern Konferansı’nda, olası bir emperyalist savaşta kendi burjuvalarının emperyalist hedeflerine karşı mücadele edeceklerini, yani kendi burjuvalarına karşı savaşacaklarını ilan etmişlerdi. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı çıktığında, emperyalist ülkelerin sosyalist partileri, kendi ülkelerindeki burjuva milliyetçi dalganın da etkisiyle burjuvazinin emperyalist siyasetinin destekçisi haline geldiler: Sosyalist bir parti, başka bir emperyalist devletin saldırısına karşı kendi ülkesini korumak (anavatan savunması) adına kendi burjuvazisiyle ittifak yapmalı, onun savaş politikalarını desteklemeliydi! Bu nedenle, sosyalist partiler, emperyalist burjuvazinin savaş bütçelerine “evet” oyu vermekten çekinmediler.

Rakip emperyalist güce karşı kendi burjuvalarını destekleme tutumu, burjuvaziyle ittifakla ülkenin kurtuluşunu sağlama stratejisi, çok eskilerden beri savunulan proletarya ile burjuvazi arasındaki uyumlu gelişmeyi, anlaşmayı bizzat hayata geçiriyordu. Bir kez burjuvaziye taviz verdin mi, burjuva milliyetçiliğinin saflarına geçip burjuvaziyle ittifak aradın mı, gerisi de gelir. İkinci Enternasyonal partileri, kendi burjuvalarının sömürgelerindeki egemenliğine “çağdaşlık”, “uygarlık” adına karşı çıkmadılar. Emperyalist burjuvazinin sömürgeciliği karşısında “tarafsız” kalmaya çalıştılar. Ülkelerindeki şoven dalganın etkisiyle sömürge ulusların bağımsızlıklarını savunmaya cesaret edemediler. Sömürge ulusların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini “rakip emperyalistlerin kuklası”, “milliyetçilik”, “gericilik” diye suçlayarak “eleştirip”, kendi milliyetçiliklerini gizlemeye çalıştılar. Sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerin eksikliklerini bulmayı, kendi burjuvalarının egemenliğini savunmak için birer fırsata dönüştürdüler. Sonuçta İkinci Enternasyonal partileri, emperyalist burjuvazinin destekçisi konumunda sosyal reform partileri haline geldiler. Burjuva milliyetçiliğinin ‘sol’dan savunuculuğunu yapan sosyal-şovenist partiler haline geldiler.

Lenin, İkinci Enternasyonal partilerinin kendi burjuvazilerinin emperyalist politikalarını destekleme tutumlarını, bir ayrışma noktası olarak gördü. Gelişmiş ülkelerde reformist ve sosyal-şoven ‘sosyalist’ partilerle Marksist-Leninist hareket arasına kalın bir çizgi çekerek, III. Enternasyonal’i kurdu. III. Enternasyonal, bir önceki Enternasyonal partilerinin tersine, sömürge ülkelerdeki burjuva ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalist gericiliğe ve ülke içindeki işbirlikçi, anti-demokratik iktidarlara karşı ilerici niteliğini gördü. Emperyalizme karşı mücadeleyi gelişmiş ülkeler proletaryasının sosyalist hareketiyle sınırlı gören, türlü türlü eksikler bularak sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinden uzak duran II. Enternasyonal partilerinin tersine, burjuva milliyetçiliğiyle tüm bağları kopardı. Emperyalist ülkelerdeki sosyalist proleter hareketle, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketini emperyalizme karşı mücadelenin sarsılmaz müttefikleri olarak ilan etti. II. Enternasyonal’e I. Enternasyonal’den miras kalan “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını, emperyalizm çağının gereklerine göre, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” olarak yeniledi.

İşçi sınıfı ve ezilen halkların eylemli ittifakıyla emperyalizme karşı mücadelenin temel yönü belirlendi. II. Enternasyonal’in burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinden uzak duran, ‘tarafsızca’ yaklaşan anlayışı yıkılarak, köklü bir sosyal-şovenizm eleştirisi yapıldı. III. Enternasyonal’e katılmanın koşullarından birisi, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerini ileri ve demokratik bir içerik taşımaları şartıyla desteklemek oldu. III. Enternasyonal’den günümüze kalan devrimci miraslardan birisi de budur.

II. Enternasyonal partilerini sosyal-şovenizme götüren yol, ülkemizde de sonuna kadar açılmış bulunmaktadır. Bu yolun yolcusu görünüşe göre epey çoktur. Kürt ulusal hareketinin eksikliklerini öne çıkartarak, ezilen Kürt ulusunun haklı talep ve meşru mücadelesini yok saymak, egemen sınıfların milliyetçi saldırısına ‘sol’dan çanak tutmaktır. Asıl görev, emperyalizme karşı bağımsızlık; gericiliğe, milliyetçiliğe karşı demokrasi talebiyle mücadele etmek; bu mücadelenin şuradan veya buradan parçası olan güçlerle ittifak yaparak, geniş bir anti-emperyalist demokratik cephe yaratmak ve devrime ilerlemektir. Ulusal demokratik talepleri sahiplenmeden, enternasyonalizmi içselleştirip Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifak yapmadan, ne anti-emperyalistlik kalır ne de enternasyonalizm. Geriye, kala kala, ulusal demokratik kurtuluş hareketlerinden bin bir türlü gerekçeyle uzak duran II. Enternasyonal sosyal-şovenimi kalır.

 

SONUÇ OLARAK

Emperyalizm, “uluslararası teröre karşı mücadele” sloganıyla, kendi egemenliğini ve sömürü ilişkilerini meşrulaştırmak, yeni sömürgeler elde ederek hâkimiyet ve etki alanlarını arttırmak istiyor. Bir yandan dünya kamuoyu ve insanlığın ilerici birikiminin tepkisini çekerken, “terörizme karşı mücadele” ile kendine meşru bir temel sağlıyor ve yığınları yedekliyor. Kargaşanın, yoksulluğun, savaş ve sömürünün temsilcisi emperyalizm; güvenliğin, huzurun, demokrasi ve özgürlüğün temsilcisi olarak görülmek için çabalıyor. Açık emperyalist çıkar ve amaçlara rağmen, Irak’ta göstermelik demokrasi çabaları bunun içindir.

Türkiye, ABD emperyalizminin egemen olduğu, hükümetlerin Beyaz Saray’dan onay aldığı bir ülke olarak, hem ABD’nin siyasal, askeri hedeflerinin taşeronu, hem de ortaya koyduğu uluslararası “tehdit” platformunun yardımcısıdır. Bu “tehdit”, “uluslararası terörizm”dir. “Uluslararası terörizme karşı savaş” yalnızca ABD’nin işi değil, Türkiye’nin de işidir. Bu nedenle Türkiye, Irak işgalini desteklemiş; AKP hükümeti, bazı karşı çıkışlara rağmen, Irak’a “götürülen” “demokrasi”yi coşkuyla karşılamıştır.

ABD emperyalizminin “demokrasi” anlayışı, sömürge alanlarını geliştirmek, kendisine karşı çıkan tüm güçlerin ortadan kaldırılmaktır. Küba ABD emperyalizmine karşı çıkmaktadır, Venezüella onu teşhir etmekte, hatta ona kafa tutmaktadır vb. Bu nedenle, Küba’da, Venezüella’da ve ABD stratejisiyle uyum göstermeyen tüm ülkelerde diktatörlük hâkimdir! “Uluslararası terör” bu ülkelerce desteklenmektedir!

Ülkemizde de demokrasi anlayışı “ABD demokrasisi”ne paralel işlemektedir. Egemen güçlere karşı çıkan, onun politikalarıyla çelişen tüm kesimler, “demokrasiye karşı olmak”, “bölücü teröre destek vermek”le suçlanmaktadır.

Yükselen milliyetçi dalganın da etkisiyle egemen sınıflarca bir saflaşma dayatılmıştır. Egemen sınıfların (partilerinin, devlet ve ordunun) yükselen saldırı dalgası, siyasal parti ve akımları da yeniden bir saflaşmaya sürüklemiştir. Bu saflaşmanın karşıt kutuplarını elbette işçi sınıfının partisiyle işbirlikçi burjuva partiler oluşturmaktadır. İşbirlikçi ve ulusal baskı siyasetenin uygulayıcısı burjuvazinin saldırılarına; ulusal baskıya, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı demokrasi, gericiliğin arkasındaki emperyalizme karşı bağımsızlık talebiyle karşı durmak, egemen sınıfların devasa propaganda aygıtlarının gücü ve etkisinden dolayı ideolojik-politik çizgiden ödün vermemek günün görevidir. Anti-emperyalist ve demokrat bir duruşla, tüm ilerici çevrelerle güçbirliği yaparak ilerlemek, gerçek bir karşı duruşun sorumluluğudur. Bu sorumluluğun altından sağa-sola yalpalamadan kalkabilmek, ideolojik sağlamlığı ve işçi sınıfına bağlanmayı gerektirir. Bu niteliklere sahip olmayan birçok küçük burjuva ‘sol’, ‘sosyalist’ çevre, milliyetçi baskılanmadan etkilenerek, ilerici, demokrat, anti-emperyalist güçlerle ittifak yapmaktan uzak durdu. Uzak durdu, çünkü lafızda II. Enternasyonal reformizmini eleştirirken, pratikte II. Enternasyonal sosyal-şovenizmine düştü. Tıpkı II. Enternasyonal partileri gibi, başka ülkelerdeki ulusal demokratik hareketleri desteklerken, kendi ülkesindeki ulusal demokratik hareketten uzak durdu. İlerici, demokratik cepheye dahil olmayınca, gerici egemen sınıfların platformuna karşı durup mücadele etmek yerine sessiz kalmayı tercih etti. Ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği arasında tarafsız kalmak adına, Lenin’in belirttiği gibi, kapağı, ezen ulus milliyetçiliğine attı. Milliyetçi şoven dalgaya ‘sol’dan çanak tuttu, mücadele etmeden eleştirmekle yetindi. Adını doğru koymak gerekirse, ‘sessizce’ onayladı.

Çokça ‘sosyalist’ olduğunu iddia eden bir çevre, egemen sınıfların Kürt ulusal hareketini tecrit etmek, halkları birbirine kışkırtmak için kullandığı bölünme korkuluğunu sahiplenip, anti-Amerikancı, görünüşte sosyalist, ama özünde milliyetçi “ABD’ye ülkemizi böldürmeyeceğiz” sloganıyla birleştirdi. Milliyetçi çevrelere “solun böylesi makbuldür” dedirtecek bir platforma çekildi. ‘Doğu ve Güneydoğu’da en zor ‘görevleri’ onurlu bir şekilde yerine getirmekle övünen askerleri ‘cephe’lerinin sözcüsü yaptılar. Milliyetçi ‘sosyalist’, tarihsel deyimiyle sosyal-şovenist eğilimlerini gerçeklik haline dönüştürdüler.

Sosyalizmin ‘özgürlükçü’sünü sahiplenen başka bir çevre, ezen ulusun milliyetçiliği ile ezilen ulus hareketi arasında eşit mesafede olduğunu savunarak, ezilen ulus hareketinin teslimiyetini öngörüyor. Ezilen ulus milliyetçiliğinden uzak durmak adına milliyetçi şoven dalga karşısında sessiz kalıyor. Bu çevreye göre, Kürt sorununun asıl sorumlusu, silah kullanan ve şiddeti yöntem olarak benimseyen Kürt hareketidir. Kürt ulusal hareketi silah bıraksa, teslim olsa, bütün sorun çözülecektir. Milliyetçi şoven dalganın etkisi ve baskısı arttıkça, emperyalizme ve şovenizme karşı mücadelenin yerini, ulusal demokratik taleplerden uzak durma ve Kürt ulusal hareketine düşmanlık, demokrasi mücadelesine katılmak bir yana düşmanca tutum alma alıyor.

Emperyalizme ve yükselen milliyetçi şoven dalgaya karşı bağımsızlık ve demokrasi cephesini oluşturmak; bu cephenin gerektirdiği siyasal birlikteliği sağlamak ve güçlendirmek, milliyetçi dalganın yedeğine düşen akım ve hareketleri eleştirmek ve enternasyonalist bir politikaya kazanmak; güçlü bir birliktelik için anti-emperyalist demokratik halk cephesi oluşturmak, günün görevidir. Bu görevden ‘sol’dan veya sağdan uzak durmak, emperyalizmin böl ve yönet politikalarına, milliyetçi şoven dalgaya isteyerek veya istemeyerek ortak olmak, destek çıkmaktır. Anti-emperyalist demokratik halk cephesinin oluşturulması ve güçlendirilmesi, demokratik halk iktidarına yol alması; sosyalizme giden yolun buradan açılması asıl olarak işçi sınıfı partisinin görevidir.


* Kuşkusuz, emperyalistlerin, çeşitli ülkelerin gericilikleriyle aralarındaki çıkar farklılıkları üzerinde yükselebilecek gerici çekişmelerde çeşitli ulusal hareketleri etkileyip kullanmaya yönelmeleri ve bunun imkanlarının varlığı (burjuva milliyetçiliğin buna zemin oluşturması) gözden kaçırılamaz ve burada üzerinde durulan da bu değildir. Değinilen, geleneksel “kökü dışardalık” suçlaması ve ülke içindeki gericiliğin dış düşmanlar ileri sürülüp “dört bir yandan düşmanlarla çevrili son Türk devleti”ne yönelik tehditlerle açıklanması ve bu arada, emperyalistlerle yerli gericiliğin, ikisinin de sınıf temeli ve dayanağının uluslararası burjuvazi olduğu gizlenerek, yerine göre, bazen birine bazen diğerine (“solcular” bakımından emperyalizme karşı varsayılan iç gericiliğe) ilericilik atfedilmesidir. (Öte yandan, örneğin Irak’ta da “ülkeye demokrasi getirdiği” varsayılan emperyalistler “ilerici” atfedildiği biliniyor.)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑