şoven milliyetçi dalga ve sol

 

Kürt sorunu ve Kürt sorunu üzerinden yaratılan milliyetçi-şoven dalga Türk işçi ve emekçilerini zehirlemekle kalmıyor, ‘sol’, ‘sosyalist’ ve ‘devrimci’ çevreleri de çeşitli biçimlerde baskılıyor. Kürt sorununun yakıcılığı, egemen sınıfların saldırı mevzisini buradan kurması ve tırmandırılan şoven milliyetçi tahriklerle kışkırtılan Türk-Kürt bölünmesi, işçi ve emekçi hareketinin sınıfsal sorunlarını Kürt halkının ulusal demokratik sorunlarıyla birleştiriyor. Öyle ki; Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikalarına, Kürt dil ve kültürünün baskı altına alınmasına ve Kürt ulusal kimliğinin yok sayılmasına karşı mücadele etmeden; işçi sınıfının daha iyi çalışma ve yaşam koşulları, köylülüğün bağımsız bir tarım politikası, öğrencilerin parasız, bilimsel ve demokratik eğitim mücadelesi; bir bütün olarak halkın bağımsız ve demokratik Türkiye; emekçilerin daha iyi koşullarda yaşadığı ve yönetimde söz sahibi olduğu bir ülke mücadelesinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Mümkün değildir; çünkü egemen sınıflar yükselme olanaklarına/nesnel koşullarına sahip emek mücadelesini, milliyetçi-şoven dalga vesilesiyle yığınları ‘vatan savunması’ adına uyuşturup seferber ederek baltalıyor. Hatta, sınıf mücadelesinin yükselme eğilimine girip işçilerin çeşitli biçimleriyle hak alma mücadelesi gelişmeye başladığında, IMF emriyle uygulanan neo-liberal yıkım politikalarına karşı tepkiler arttığında, mücadelenin bölünüp dağıtılması ve bastırılması amacıyla halkı birbirine düşürmeye yönelik şoven milliyetçi bölücülüğün yükseltilmesine tanık oluyoruz.

Burjuvazi açısından büyük bir nimettir Kürt sorununun varlığı. Öyle bir nimettir ki; egemen sınıflar tarafından, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş mücadelesi yolunda bir adım atmasına yol açacak/açabilecek hak alma mücadelelerine karşı paratoner/koruyucu işleviyle değerlendirilmektedir. Halklar arasındaki önyargılar devam ettiği, bir ulus baskı altında tutulduğu ve ezen ulus emekçileri bu duruma sessiz kaldığı sürece, ancak halkların ortak mücadelesiyle gerçekleşebilecek devrimin zaferinden bahsedilemez.

 

EMPERYALİZM DÖNEMİNDE ULUSAL SORUN

Kürt sorunu önemli ve yakıcı bir sorundur. Şafağında doğduğu kapitalizmi zemin edinmiş, burjuva demokratik içerikli tüm ulusal sorunlar gibi, kapitalizm karşıtlığı ve sosyalizm söz konusu olduğunda ikincilliği açık olsa da, bağımsızlık ve siyasal demokrasinin kazanılması mücadelesinin gündemde ve başlıca görev olduğu koşullarda, Kürt sorunu, ikincil, yan, tali bir sorun değildir. İşçi sınıfının devrimci hareketinin önündeki en önemli sorunlardan birisidir. Türk işçi sınıfı Kürt işçilerinin ulusal taleplerini ve ayrılma hakkını kabullenmeden; Kürt işçi sınıfı Türk sınıf kardeşleriyle kader birliği etmeden ortak bir mücadele verilemez. Farklı uluslardan işçi sınıfı en basit ekonomik, demokratik ve siyasal talepler için dahi mücadele ederken aralarındaki önyargıları yıkıp eşit haklar ve kardeşlik temelinde bir araya gelmeden başarıya ulaşamaz.

Kürt sorunu, yakıcılığını, bir yandan bütün ulusal sorunlar gibi genel, diğer yandan Türkiye’deki özel niteliğinden almaktadır.

Kapitalizmin birinci (tekel öncesi) aşamasında ulusal burjuvazinin önderliğinde yükselen burjuva demokratik hareketler sonucunda ulus devletler kurulmuştur. Emperyalizm çağında, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tekelci-burjuva sınıfın geri kalmış ülkelerde hegemonyasını kurması ile, dünya, bir yanda sömürgeci-emperyalist, diğer yanda sömürülen-sömürge ülkeler olarak ikiye bölünmüştür. Sömürgeler sorunu, emperyalizm çağında ulusal sorunun esas ve birincil tipidir. İkincisi ise, geç kalmış ulusal hareketlerdir. Uluslaşma sürecinde geç kalan veya başka bir ulus tarafından uluslaşması ve kendi ulusal devletini kurması engellenen ezilen uluslar ile ezen ulus arasındaki çelişkiden türeyen, emperyalizm çağında, ulusal sorunun ikinci tipidir. Devletin yöneticisi konumundaki ezen ulus burjuvazisinin, ulusun emekçi kesimlerini peşine takıp, diğer ulusları baskı altına almasıyla oluşan çok uluslu devletlerdeki ulusal sorunlar, emperyalizm çağına, kapitalizmin birinci evresinden miras kalmışlardır.

Uluslaşma tarihsel bir eğilimdir. İktisadi ve kültürel birikime dayanmakta olup nesnel bir içeriği vardır. Kışkırtmayla, komployla bir ulus kurulamaz. Toprak ve dil birliği olmadan, iktisadi ve kültürel bağlarla bağlanmış istikrarlı bir topluluk mevcut değilse bir ulustan bahsedilemez.

 

ULUSAL SORUN OLARAK KÜRT SORUNU

Kürt sorunu, tarihsel ve ulusal özgünlükleriyle birlikte, çok uluslu devletlerde yaşanan biçimde bir ulusal sorundur. Temeli, uluslaşma sürecindeki bir halkın baskı altına alınmasıdır. Kendi kaderini tayin hakkının zora dayalı politikalarla engellenmesidir. Öncesi bir yana, Kurtuluş Savaşı sırasında varlığı tanınan, dönem dönem ulusal kimliği kabul edilen Kürtlerin, Cumhuriyetin ilanıyla beraber, “Türk ulusunu oluşturan etnisitelerden birisi”, dahası “Türklerin Orta Asya’dan gelen bir kolu” olduğu ve “dağda yürürken ‘kart kurt’ sesi çıkarmaları nedeniyle Kürt adını almış olan Türkler” olduğunun ilan edilmesidir. Kürt sorununu oluşturan, (yol ve yöntemleri ne olursa olsun) Kürt ulusunun Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra inkar edilmesi, bir ulus olarak varlığının ve kimliğinin yok sayılması, dolayısıyla ulusal hak ve taleplerinin baskı altına alınmasıdır.

Her ulus gibi Kürt ulusu da, kendi kaderini özgürce belirleyebilme, ayrı bir devlet örgütleyerek veya diğer uluslarla birlikte yaşabilme hakkına sahip olmalıdır. Ülkemizde Kürt ulusunun varlığının/kimliğinin inkarı; dolayısıyla en basit ulusal hak ve özgürlüklerin baskı altına alınması, Kürt sorununun bugünkü boyutlarına ulaşmasına yol açmıştır.

Kürt sorununun bugünkü çözümsüzlük içindeki şekillenişi, ülkedeki sınıf mücadelesi açısından iki yönlü bir engel niteliğindedir. Birincisi ve temel olanı, egemen sınıfların Türk işçi ve emekçilerini yedekleyerek Kürt halkına yönelik milliyetçi paranoyalarla doldurması ve şoven propagandayla zehirlemesidir. Şoven dalganın aktif veya pasif bir parçası haline gelen Türk işçi ve emekçileri, ezen ulusun üyeleri olarak ezilen ulus üzerindeki baskı ve asimilasyon politikalarına karşı çıkmadan, her türlü baskı ve zulmün karşısında durmadan sosyalizm yolunda ilerleyemezler. Başka bir ulusu ezen ulus/ezen ulusun işçi sınıfı özgür olamaz. Ancak bu durumun kendisinin, şoven milliyetçi propagandanın tırmandırıldığı koşullarda, işçi sınıfının sınıf bilinciyle donanmasını, ek olarak zorlaştırıcı bir etken oluşturduğu ortadadır. İkincisi, Türk milliyetçiliğinin siyasi, kültürel ve askeri baskısı karşısında, kendi dil, kültür vb. hakları da içinde ulusal haklarını ve kimliğini savunan ezilen ulus milliyetçiliği, tüm meşru ve ilerici niteliğine rağmen, halklar arasındaki milliyetçi önyargılara işaret etmektedir.

 

***

Baştan, bilinen bir gerçeği tekrar etmekte yarar var. Ezen ulus milliyetçiliği bir ulusun hak ve taleplerinin, dil ve kültünün; kendi kaderini tayin hakkının baskı altına alınması ve engellenmesidir. Ezilen ulus milliyetçiği ise, ezilen ulusun baskı altına alınan dilini, kültürünü, kimliğini ve diğer ulusal haklarını savunur. Ezen ulus milliyetçiliğinin anti-demokratik gerici programına karşı çıkar. Bu nedenle ilerici, demokratik içerikli ve meşrudur. İşçi sınıfı sosyalistleri ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyup ikisine de ‘eşit mesafede’ durmazlar. ‘Eşit mesafede durmak’ ve ‘tarafsızlık’, sosyal-şovenizmin ve ezen ulus milliyetçiliğine yedeklenmenin defalarca tanıtlanmış klasiğidir.

Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkı konusunda Rosa Lüksemburg’la yaptığı tartışmada, ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini birbirinden ayırır. İkisini aynı kefeye koyan anlayışları yerer. Ezilen ulus milliyetçiliğinin demokratik karakterini vurgular ve tam da bu karakterinden dolayı ezilen ulus hareketiyle demokrasi mücadelesinde ittifak yapılabileceğini, dahası yapılması gerektiğini ifade eder:

 “Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 69)

Rosa Lüksemburg’sa, ezilen ulus milliyetçiliğinin meşru ve ilerici karakterini savunan Lenin’in ezilen ulus milliyetçiliğine taviz verdiğini, ondan etkilendiğini, daha doğru bir deyişle, ona yedeklendiğini söyler. Lüksemburg’a göre, Lenin ezilen ulus milliyetçiliğinin saflarına kaymıştır.

Lenin, ezilen ulus hareketiyle ittifakı savunurken, proletaryanın kendi ideoloji ve programından vazgeçmesinden bahsetmiyordu elbette. Lüksemburg’un iddia ettiği gibi ezilen ulus milliyetçiliğinden de etkilenmiyordu. Proletaryanın ulusal sorundaki siyaseti ve çözüm önerisi, ezilen ulus milliyetçiliğinin siyaseti ve çözümünden farklı olmasına rağmen, ortak noktalar sağlanmışsa ezilen ulus milliyetçiliğiyle ittifaklar yapılabilir diyordu:

“Burjuvazi, ulusal sorunda proletaryanın siyasetini (öteki sorunlarda olduğu gibi) ancak belli bir doğrultuda destekler; bu siyaset, burjuvazinin siyasetiyle hiçbir zaman tam uygunluk haline gelemez. İşçi sınıfı, burjuvaziyi (burjuvazinin tek başına sağlayamayacağı ve ancak tam bir demokrasi ile gerçekleşebilen) ulusal barışı sağlamak için, eşit haklar sağlayabilmek ve sınıf savaşımının gerekli koşullarını yaratabilmek için destekler. Onun için burjuvazinin pratikliğine karşı, proleterler, ulusal sorunda, kendi ilkelerini ileri sürerler; onların burjuvaziye sağladıkları destek, ancak koşula bağlı olabilir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 67)

Ezilen ulusun ulusal hak ve talepler için mücadelesinin demokratik niteliğini görmeyen, onu ezen ulus milliyetçiliğiyle aynı kefeye koyan Lüksemburg, milliyetçiliğin her türlüsünden uzak kalmak adına, Marksizm’le arasına kalın bir çizgi çekmiştir. Ulus ve ulusal hareketin tarihsel bir olgu olduğunu, ezilen ulus hareketinin ezen ulus baskısına karşı yöneldiği sürece demokratik bir nitelik taşıdığını belirten Lenin; ezilen ulus milliyetçiliğine kayma suçlamasının, Rosa Lüksemburg’un ezen ulus milliyetçiliğine yaklaşma politikasını gizlemeyi amaçladığını belirtir:

“Birinci iddia, Kautsky’nin hemen hemen yirmi yıl önce çürütülemez bir biçimde tanıtlamış olduğu gibi, kendi milliyetçiliğinden ötürü başkalarını suçlama halidir; çünkü ezilen ulusların milliyetçilinden korkmakla Rosa Lüxemburg, gerçekte Büyük-Rusların kara-yüzler milliyetçiliğinin oyununa gelmektedir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 73)

Ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici bir karakter taşıması ve dönemsel ittifaklar, işçi sınıfı devrimcilerinin ezilen ulus milliyetçiliğine savruldukları anlamına gelmez. Marksizm, en incesinden olsa bile, milliyetçilikle (ulusalcılıkla) bağdaşmaz. Marksizm, ulusal burjuvazinin egemenliğinin değil, uluslararası işçi sınıfı kurtuluşunun bilimi ve pratiğidir.

 

KÜRT SORUNUNDA YENİ GELİŞMELER

Türkiye egemen sınıfları, yaklaşık 80 yıldır Kürt ulusu üzerinde sürdürdükleri baskı ve asimilasyon politikasını, yeni olgular karşısında revize etmek zorunda kaldılar. Kürtlerin varlığını inkar eden, Kürt ulusal mücadelesini “bir avuç kendini bilmez terörist”in ekonomik durumu kötü vatandaşları ‘ayarttığı’ bölücülük hareketi olarak yansıtan egemen sınıflar, bugün, Kürtlerin varlığını, dilini ve kültürünü tanımaya, göstermelik de olsa kabul etmeye yönelik bazı düzenlemeler yapma noktasına gelmişlerdir.

Kürt ulusal hareketinin 20 yıldan fazla bir zamandır sürdürdüğü mücadele ve bu mücadelenin yarattığı birikim, başlıca iki egemen sınıf fraksiyonu hâlâ “tek millet” vurgusu yapmayı sürdürse bile, ‘Kürt yoktur, herkes Türk milletinin bir parçasıdır’, ‘zaten Kürtler de Türklerin bir koludur’ gibi tezleri tutunamaz hale getirdi. Yığınlar, Kürt halkının varlığını, onaylasa da onaylamasa da, bunu bir gerçek olarak, bir mücadele/savaş ile gördü.

ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirme planının bir parçası olarak Irak’a girmesi, Saddam iktidarının ortadan kaldırılması ve işbirlikçi bir hükümetin başa geçirilmesiyle sonuçlandı. ABD, Irak’taki direniş güçlerine karşı savaşırken, ülke içinde en büyük dayanağı, Kürt ulusallığının yıllardır baskı altında tutulması, ulusal hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınmasıyla ulusal baskı ve ulusal direniş kapsamıyla şekillenmiş Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve Kürtlerin ulusal haklarına duydukları özlem oldu. ABD emperyalizmi, bulunduğu dört ülkede de ezilen ve ulusal talepleri karşılanmayan bir halkın demokrasi ve özgürlük özlemlerini istismar ederek, kendine yedekledi. Kürt burjuva-feodal sınıflarının temsilcileri olan Talabani ve Barzani önderliği, Kürt işçi ve emekçilerinin çıkarlarını emperyalizme pazarlamakta sakınca görmeyerek, emperyalist strateji ve planların bir parçası oldu.

Öyle veya böyle. Ortadoğu’da Kürdistan Özerk Bölge Yönetimi’nin varlığı, “Kürtler yoktur, olsa bile etnik bir azınlıktır, bir ulus olamazlar” vb. diyen Türk milliyetçiliğinin paralelinde işleyen tezleri geçersizleştirdi. En gerici-milliyetçi çevreler dahi, Kürt düşmanlığını elden bırakmadıkları halde, Kürtlerin varlığını kabullenmeye eğilim göstermeye zorlandılar.

Ancak Kürt halkının varlığının lafızda –kabul edilmesi bile değil– kabul edilmeye zorlanılması, Kürt sorununun, çözülmek bir yana, çözüm yoluna girdiği anlamına gelmez. Kürt halkının ulusal kimliği, demokratik hak ve talepleri anayasal güvence altına alınmadan, –gönüllü birliğinin yolunu açıp onu mümkün kılmak üzere– tam hak eşitliğinin kabulü demek olan ayrı bir devlet kurma hakkı dâhil kendi kaderini tayin hakkı tanınmadan, “Kürtler vardır” demekle Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Üstelik, henüz açıkça Kürtlerin varlığı bile kabul edilmemekte ve “tek millet” dayatmasında direnilmektedir. Kürt halkının kimliği, dili, kültürü ve kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı müddetçe, Kürt sorunu kanayan bir yara olmaya devam edecektir.

ABD’nin bölgeye müdahalesi ve müdahalesini, doğrudan askeri güce dayanan işgaliyle birlikte, Saddam’ın baskıladığı Şiilerin yanı sıra, Kürt halkının burjuva-feodal önderliği üzerinden yapması, Kürt sorununu yerel/bölgesel bir sorun olmaktan çıkartıp uluslararası bir sorun haline getirdi. Bu çerçevede, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadele de, Kürt sorununun çözümü, Kürt, Türk ve Arap halklarının kardeşliği temelinde verilecek bir mücadele ile zafer kazanabilir hale geldi. Kürt halkının hak ve taleplerini dikkate almadan ‘mücadele etmek’, emperyalizmin Kürt halkını yedeklemesi için davetiye çıkarmak; dahası bölge halklarının ortak yaşama ve mücadele kültürünü baltalayıp milliyetçi eğilim ve düşmanlıklara yol açmaktır.

 

KÜRT SORUNUNUN BURJUVA “ÇÖZÜMÜ”

Kürt sorunuyla ilgili yeni durum ve gelişmeler, sorunun uluslararası bir boyut kazanmış olması (veya uluslararası niteliğinin kuvvetlenmesi), egemen sınıfların soruna yaklaşımlarını revize etmelerini gerektirdi.

Egemen sınıfların bir bölümü, Kürt sorununu, eskisi gibi, esas olarak askeri yöntemlerle çözmeyi ve Türk ulusunu milliyetçi şoven dalganın bir parçası haline getirerek buradan nemalanmayı amaçlıyor. Dilinde ufak tefek değişiklikler yapsa da, Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerine karşı düşmanlıkta bir değişiklik yok.

Egemen sınıfların diğer bölümüyse, (bugün özellikle askeri yöntemlerin kullanılmasında diğer kesimle birleşmekle birlikte) ırkçı-şoven yaklaşıma liberal bir sos katarak, görünüşte daha yumuşak, Kürt halkının ezilmişliğini gözeten, dini duyarlılıklara da seslenen bir dili tercih ediyor. AKP şahsında billurlaşan bu eğilim, Kürt halkını ‘benim Kürt kökenli vatandaşlarım’ diyerek kucaklamaya çalışırken, diğer yandan Kürt kimliği, dili ve kültürü, ulusların kendi kaderliğini tayin hakkını inkârda ve askeri yöntemlerin ‘uygun’ biçimde kullanılmasında, belirtildiği gibi, geleneksel ve resmi tutumdan ayrılmıyor.

Tayip Erdoğan’ın, 2006 yılı ortalarında, Diyarbakır’da “Kürt sorunu vardır, benim sorunumdur ve demokrasi yoluyla çözülecektir” demesinin hemen ardından, “Kürt sorunu yoktur, sorunlu Kürtler vardır” ya da “düşünmezsen, Kürt sorunu olmaz” yollu açıklamaları, Kürt sorununun çözümünde bir kararlılık ögesi olması bir yana, meselenin Kürt halkının yedeklenmesi amacında kilitlendiğini göstermektedir.

AKP’nin Kürt politikası da, MHP-CHP tarafından temsil edilen yüzyıllık şoven-milliyetçi ulusal baskı politikası da, Kürt halkının kimliğini anayasal güvenceye alma, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıları kaldırma, anadilde eğitimi uygulama, devleti, ırkçı-milliyetçi kurumsallaşmasından temizleyip demokratik olarak yeniden inşa etme, özetle tam hak eşitliğinin kabulü noktasında aynıdır. İkisi de gericidir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına düşmandır.

İki politikanın da özü gereği birbirine benzer olması, anti-demokratik içeriği, AKP ile MHP-CHP politikası arasında bir fark olmadığı, AKP’nin geleneksel politika dışında attığı adımların ciddiye alınmaması gerektiği anlamına gelmez. AKP’nin yaklaşımı, CHP-MHP’nin temsil ettiği geleneksel politikadan çok daha tehlikelidir. AKP, Kürt sorununa farklı bir “çözüm” getiriyor. Kürt halkının varlığını tanımaya zorlanırken Kürtleri düşman ilan edenlerle, “Kürt kökenli vatandaşlarım” edebiyatı yaparak araya sınır çekip, Kürtlerin koruyucusu, savunucusu rolüne bürünürken; diğer yandan, milliyetçilik ve teröre karşı mücadele fetvalarıyla Türklerin milliyetçi duygu ve eğilimlerine seslenmeyi de ihmal etmiyor. Geleneksel politikanın Kürtleri düşman ilan eden ve karşısına alan yaklaşım yerine, görünüşte Kürtleri karşısına almadan, ama Türk milliyetçiliğinin duygusal sıçramalarını da okşayarak iki yönlü, esnek bir politika izliyor. Özellikle, yarattığı açmaz ve atanın elinde patlamasıyla sanki kullanımına sunulan “koz” gibi işlev gören son Diyarbakır bombası türünden “karşılıklar”ın da kolaylaştırmasıyla, şimdiye kadar bu politikayı sürdürmede belirli bir başarı sağladığını da söylemek yanlış olmayacak.

Oysa AKP Kürtlerin savunucusu pozlarına bürünürken, yıllardır süregelen baskı ve asimilasyon politikasını daha ‘uygun’ bir yaklaşımla devam ettiriyor. Kürtlerin varlığını ve vatandaşlığını görünüşte tanıyor, kabul ediyor. Ancak Kürt halkının hak ve özgürlüklerini tanıyarak onu bir ulus olarak kabul etmiyor ve “tek millet” dayatmasını sürdürüyor. Kürtleri, “Türk ulusunu oluşturan” Çerkez, Laz, Gürcü vb. etnisitelerden birisi olarak ele alıyor. Kürt halkı bir ulus olarak tanınmadığı sürece, ne yıllardır uğruna mücadele edilen haklar, ne de ulusun kendi kaderini özgürce tayini söz konusu olabilir. Bu nedenle, AKP, Kürt halkını kendi politikalarına yedekleme amacıyla, ulusal uyanışını ve hareketini görmezden gelerek ve ulusal haklarını ve eşitliğini tanımadan, ulusal haklarını yok sayıp hareketini yok etmeye ve yerine Kürtlerin kendi (ya da belki bir Kürt AKP’si) etrafında ve “ümmet” türünden “birliği”ni geçirmeye çalışarak, dolayısıyla Kürt halkının kimliğini, hak ve özgürlüklerini, kendi kaderini tayin hakkını güvenceye almayıp inkar ederek Kürt sorununa “çözüm” getirmek istiyor. Egemen sınıfların geleneksel ulusal baskı politikasının bu ‘ince’ biçimi, burjuvazinin Kürt sorununa getirdiği “yeni çözüm”dür. Bu “yeni çözüm”ün, kuşkusuz, daha ötesini de öngören içeriği ve biçimiyle, aslında bir Amerikancı “çözüm” olduğuysa ortadadır ve bu yönüyle “incelikleri”nin (221. maddeyi az-çok aşan bir “af”a benzer “inceltmeler” ve Barzani ile yine “ince ilişkiler”le) daha da “incelmesi” şüphesiz beklenebilir. Beklenemeyecek olan, bu “çözüm”ün hak eşitliğinin kabulüne oturmasıdır.

İşçi sınıfı devrimcileri, Kürt sorununun; eşit haklar temelinde Kürt ve Türk halklarının kardeşliği, Kürt halkının kendi kaderini özgürce tayini temelinde barışçıl ve demokratik çözümünden yanadır. Bunun için mücadele eder. Bu mücadele, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilen bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Türkiye’nin mevcut durumu, sınıfların karşılıklı konumlanışı ve egemen sınıfların saldırı cephesi dikkate alındığında, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunun çözümü için mücadele sınıf hareketinin temel gündemidir.

 

YÜKSELEN ŞOVEN-MİLLİYETÇİ DALGA VE ETKİSİ

Türkiye egemen sınıfları, baskı ve sömürü düzenini sürdürmek için, böl ve yönet politikası olarak bilinen politikayı ustaca uygulamışlardır. “Düşmanlaştır, zehirle ve çatışmalarla yönet” politikası yıllarca egemen olmuştur. Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikasına yığın desteği sağlamak için kontrgerilla faaliyetleri bitmek bilmemiş, provokasyonlarla Kürt düşmanlığı yeniden ve yeniden üretilmiştir.

Egemen sınıflar, yıllardır üzerinde yükseldikleri ulusal baskı siyasetinin iflası ve Kürt sorununun çözümünü dayatması karşısında yeniden Türk milliyetçiliğinin ırkçı-şoven tezlerine ve siyasal platformuna sarıldılar. AKP’nin sözde “yeni” politikası da bundan muaf değil. Uluslararası planda yıllardır işlenen “uluslararası teröre karşı mücadele” platformunun Türkiye ayağındaki hedefi Kürt ulusal hareketi olmuştur. Ülkenin birlik ve bütünlüğünü ‘tehdit’ eden, ‘bölücü-terör örgütü’ne ve onun yasal uzantısı olan kişi ve kurumlara karşı milli bir heyecan ve galeyan dalgası, bu heyecan ve galeyana katılmayanın “bölücü”, “terör örgütü yanlısı” ilan edilmesi, her yerde ve her kesimde etkisini göstermiştir. Öyle bir etki ki; ya “terör örgütünün yandaşı” olarak ilan edileceksin ya da milliyetçi-şoven dalganın gönüllü-gönülsüz destekçisi/parçası olacaksın! Birçok demokrat eğilimli öğretim görevlisi, akademisyen, aydın, işçi ve emekçi bu dalganın ideolojik etkisi veya zorlamayla “teröre karşı” eylemlere katıldı/katılmaya zorlandı.

Milliyetçi şoven dalganın, esas itibarıyla Türk işçi ve emekçilerini zehirleyip Kürt halkına (son dönemde söylendiği biçimiyle, Kürt halkı değil, PKK’ye) karşı düşmanlık yaratarak linçlere girişirken, PKK mı Kürt halkı mı ‘düşman’ meselesi bir yana, Kürt halkının ulusal demokratik taleplerine bastırmaya yöneldiği açık bir gerçektir. AKP ile MHP-CHP politikalarının tüm söylem farklılıklarını bir kenara bırakarak ortaklaştıkları temel nokta budur.

 Şoven milliyetçi dalga işçi ve emekçileri zehirlerken, diğer yandan aydın, entelektüel kesimleri, ‘sol’, ‘sosyalist’ ve ‘devrimci’ çevreleri de etkilemekten geri kalmadı. Devletin ve yığınların gözünde Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerini savunmak, ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele etmek ‘bölücülük’ ve ‘terör örgütü yandaşlığı’ ile damgalanırken, kimi sol çevrelerin bu baskılanma karşısında geri adım atması beklenmeyecek bir gelişme değildi. Kimileri ‘bölünme’ ve ‘bölücülük’ paranoyasına iyiden iyiye kapılıp şoven-milliyetçi güçlerle aynı söylemleri paylaşmaya kadar geriledi. Ezen ulus milliyetçiliğinin Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerine saldırısının merkezinde yer alan Kürt ulusal hareketine yönelik baskılar, burjuva hukuk kurallarının sınırlarını aşıp “duyarlı vatandaş” tepkisiyle birleşirken (ya da başka bir deyişle “duyarlı vatandaşlık” örgütlenir ve meşrulaştırılırken), yasal parti büroları basılıp insanlar linç edilirken, Kürt illerinde operasyonlarla beraber fiili bir OHAL yaşanırken, devlet, ‘bölünme’ korkuluğu sallayarak, ‘yasal’, askeri, sivil ve yasadışı tüm kurumlarıyla ezilen ulus hareketine karşı saldırırken, “ülkemizin bölünmesine izin vermeyeceğiz”, “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” demek, en hafif deyimiyle, ezen ulus milliyetçiliği karşısında el pençe divan durmaktır.

Ezen ulus milliyetçiliğinin baskısı ve şoven dalga karşısında, milliyetçi bir anti-ABD karşıtlığıyla süslenmiş vatanı böldürmeme “kararlığı”, aynı hedefle yola koyulan devlet güçlerinin ve onun etkisi altındaki yığınların sempatisini kazanır veya kazanmaz, ayrı bir konudur; ancak şurası kesindir ki; sınıf mücadelesinin keskin bir dönemecinde burjuvazinin saflarına atılmış ‘emin’ bir adım; ezilen ulus milliyetçiliğine karşı çıkma adına ezen ulus milliyetçiliğinin saflarına gizlenemez geçiştir.

Ülkeyi “ABD’ye böldürmeme”ye karar verenlerin (!) dışındaki bir takım “özgürlükçü” ve aynı zamanda “sosyalist” çevreler de, hem ezen ve hem de ezilen ulus milliyetçiliğine karşı çıkar, ikisinden de “korunma”ya çalışır, hatta bir suçlu varsa, o da, hâlâ silahlı eylemlere devam eden ve bir türlü “devlet karşısında koşulsuz silah bırakmayan ezilen ulus milliyetçiliğidir” tespiti yaparken, ezen ulus milliyetçiliğinin rahat ve ‘sorunsuz’ saflarına uygun adım ilerlemektedirler.

Sorun, yalnızca baskı ve yükselen şoven dalganın etkisine bağlanamaz. İdeolojik zaaf ve eksiklikler, ezen ulus milliyetçiliğine her zaman açık kapı bırakan teorik ‘saptamalar’, strateji ve taktikte idealistlik ve bir bütün olarak revizyonist-reformist ideolojik (ve bunu koşullayan sınıfsal) zemin, ezen ulus milliyetçiliğine giden yolun taşlarıdır.

 

KÜRT ULUSAL HAREKETİNİ ELEŞTİRMEK VE ENTERNASYONALİZM

Milliyetçi-şoven dalga, “sol”, “sosyalist” çevrelerde etkisini açıktan ezen ulus milliyetçiliğine geçiş ve milliyetçi tezleri savunmakla değil, “ince” biçimlerde ezen ulus milliyetçiliğiyle uyum sağlamak biçiminde kendini gösteriyor: Örneğin ABD karşıtlığı üzerinden; PKK’nin ABD ile işbirliği yaptığını, ABD’nin Türkiye’yi bölmek için kullandığı bir örgüt olduğunu savunarak Kürt ulusal hareketini eleştirmek, yalnızca eleştirmek değil, ötesinde, “emperyalizme karşı mücadele”nin bir “gereği” olarak emperyalizmin “işbirlikçisi” olan Kürt ulusal hareketine karşı mücadele etmek vb… Kürt ulusal hareketine karşı mücadele eden egemen sınıflarla aynı cephede türkü söylemenin sağlam bir temeli olsa gerek, bu tür bir “ABD karşıtlığı”!

ABD karşıtlığı mı Kürt ulusal hareketine karşı tutum almaya itiyor, yoksa Kürt düşmanlığı veya milliyetçi etkilenme (ya da şoven dalgayı göğüslemeye cesaret edemeyip önünde diz çökme) mi ABD’ye karşı tutum almaya itiyor? Milliyetçi ve milliyetçilikten etkilenen “sosyalist” çevreler açısından ikinci seçenek geçerlidir. Yıllardır ABD’nin kucağında politika yapan ırkçı-milliyetçi çevreler, ABD –özellikle Türkiye’deki durumu ve ilişkileri etkilemesinde şaşılacak şey olmayan, işgal altındaki Irak’ta– Kürtleri desteklediği ve Kürt devletinin kurulmasına izin verdiği için, Kürt düşmanlığının yansıması olarak, geçici ve göstermelik bir ABD karşıtlığına, üstelik istemeye istemeye geçtiler. Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, bu çevreler, ABD’nin “vazgeçilemeyecek” dost olduğunu tekrar hatırladılar ve göstermelik Amerikan karşıtlıklarını hemen bir yana bıraktılar. Ulusalcılar ve Kızılelmacı “solcular”ın yıllardır yürüttükleri “ABD ülkeyi bölmek istiyor, Kürtleri de kullanıyor” propagandası zaten ABD karşıtlığının temelini oluşturuyordu. “Kürt halkının ulusal demokratik talepleri ülkeyi bölünmeye götürür” tezi, onları ırkçı-milliyetçi çevrelerle ittifaka itiyordu.

Kürt ulusal hareketi, söz konusu edilebilecek tüm zaafları ve tüm sevap ve günahlarına karşın, burjuva demokratik bir hareket olarak, anti-demokratik yapıya ve ulusal baskı siyasetine karşı yönelmiştir. İlerici ve demokratiktir. Devletin ve ulusal baskı siyasetinin yıllardır süren baskı ve zulmüne bedel ödeyerek karşı çıkmış, direnmiş ve ileri bir mevzide durmuştur. Milliyetçi gericiliğe karşı demokrasi mücadelesinde önemli bir mevzi oluşturduğu bir gerçektir.

Öte yandan, burjuva bir hareket olmasından kaynaklı ilerici niteliğine rağmen, şüphesiz tutarsızlık ve çelişkilere de sahiptir. Demokratik niteliği Kürt ulusal hareketini sınıf mücadelesinde ilerici bir cepheye iterken, burjuva karakteri de tutarsızlıklara yol açmıştır. Örneğin kent merkezlerinde yapılan ve sıradan vatandaşların can güvenliğini tehdit eden bombalama eylemleri şoven milliyetçiliğin propagandasına destek olur niteliktedir. Ulusal hareket içindeki farklı görüş ve eğilimlerin kaba milliyetçilikle birleşen yönleri, egemen sınıfların ulusal hareketi karalamaya yönelik propagandasında önemli bir argüman haline gelebiliyor. Açıktır ki, Kürt ulusal hareketi, bir ulusal hareket olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin görev ve ihtiyaçlarını göremeyebilir ve buna göre tutum almayabilir. Bu, onun burjuva demokrat niteliğinin kaçınılmaz sonucudur. Ancak bütün bunlara rağmen, yine de Kürt ulusal hareketinin, en azından bir yönü olarak, onu, işçi ve emekçi sorunlarına uzak kalmak yerine olabildiğince yakın durmaya, kaba milliyetçilik yerine Türk halkına barış elini uzatmaya yönelten bir duyarlılığa da sahip olduğu bir gerçektir.

AB’nin Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini savunuyor gözükmesi, –son süreçte vazgeçme eğilimine girse bile, yakın zamana kadar– AB’ye giriş sürecinde hükümeti “çok kültürlülük” ve “azınlık hakları” gibi noktalardan sıkıştırması, AB’ye yönelik yanılsamalı sempatiyi iyiden iyiye besledi. Ancak son dönemde Kürt ulusal hareketine karşı mücadelede AB’nin gerici-milliyetçi güçlere desteği, AB’nin gerçek yüzünü bir kez daha gösterdi. Kürt ulusal hareketinin AB’ye yönelik tutumu, uluslararası destek arayışının ifadesidir. Ve AB’nin ikiyüzlülüğü görünür oldukça, mücadele ve kazanımları AB’ye bırakmak bir yana, hâlâ büyük bedellerle taleplerin savunulmaya devam etmesi, bunu göstermektedir. Son dönem gelişmeleri, Kürt ulusal hareketinin az-çok belirgin AB’ye dair umutları ve tutarsız yaklaşımlarını tersine çevirecek niteliktedir.

ABD, Ortadoğu’da yaşayan Kürt halkı açısından ayrı bir çekim merkezidir. Yaklaşık yüzyıldır demokrasi ve özgürlük talebiyle mücadele eden Kürt halkı somut bir kazanım elde edemezken, ABD ile işbirliğine giren Irak’taki Kürt feodal-burjuva çevreleri devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlar, dahası bir Kürt devletinin kurulması yoluna girmişlerdir. Bölge halkları ve özellikle Kürt halkı açısından bu olgu, ABD ile işbirliğini olumlayan bir eğilim yaratmıştır.

Ancak Türkiye Kürtleri ABD’nin Irak işgalini temkinli karşılamış, ABD ve işgalini açıktan eleştirmekten kaçınsa bile, Irak Kürtlerinin ve burjuva-feodal önderliğinin girdiği bayram havasının bir benzeri içine girmemiştir. ABD emperyalizminden dost olmayacağını defalarca yaşayarak gören Kürtlerin en ileri parçasını oluşturan Türkiye Kürtleri, çekiciliğine rağmen, ABD’nin Kürt hamiliğine kapılıp gitmemiştir. Örneğin, ulusal hareket içinde “Amerikancı çözüm” arayışına giren Osman Öcalan ve ekibi tasfiye edilmiştir. Başka etkenler bir yana, sınır ötesi operasyon ve ABD’nin yaklaşık 60 yıllık stratejik ortağından vazgeçememesi, ABD’nin Kürt hareketi karşısındaki düşmanca tutumu, bazı tutarsızlıkları içinde barındırsa da Kürt hareketi ile ABD arasındaki mesafenin kapanmasının önünü kesmektedir. Ulusal hareket, –en azından iç ve dış gericiliğin saldırganlığının belirlediği bugünkü konjenktürde–, savunduğu talepler ve sahip olduğu demokratik içeriğe uygun olarak, demokratik çözüm karşıtı güçlerle (Türkiye egemen sınıfları ve ABD emperyalizmiyle) giderek daha fazla karşı karşıya gelmeye zorlanmaktadır.

Kürt ulusal hareketinin doğrudan doğruya ABD emperyalizminin Türkiye’deki taşeronu olduğu görüşü, Kürt hareketine düşmanlığın ve milliyetçi-şoven dalganın yarattığı baskılanmanın ‘sol’dan etkisine işaret etmektedir. ABD ile ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel olarak varlığı ve yönünü birleştirmiş olan işbirlikçi Türkiye burjuvazisine karşı ABD’nin mücadele ettiği tezine dayanan bu görüş*, geleneksel Kemalist devlet anlayış ve etkisinin ‘sol’da ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. ABD emperyalizmi, Türkiye gericiliğinin, şoven-milliyetçi ulusal baskı siyasetinin, halkları birbirine düşürme politikasının en büyük destekçisidir; kendisini ve emperyalist çıkarlarını en başta bu politika ve oluşturduğu çıkmaz üzerinden dayatmaktadır. Dönem dönem Kürt halkının koruyucusu gibi gözükme çabası ise, Türkiye gericiliğini hizaya getirme hamlesinin, Ortadoğu’da Kürt halkını yedekleme çabasının ötesinde bir şey değildir. Kürt ulusal hareketinin ulusal baskı siyasetine karşı çıkması, şoven-milliyetçiliğe karşın –belirli tutarsızlıklar içerse bile– Türk halkına barış elini uzatması, savaşı değil barış ve kardeşliği savunması ve gericiliğe karşı demokrasi mücadelesi sürdürmesi, dünya gericiliğinin temsilcisi konumundaki emperyalizme karşı tavır almayı gerektirir/getirir.

Sorun, Kürt ulusal hareketini eleştirmekte değildir. Kürt ulusal hareketinin zaaf ve yanlışları, tutarsızlık ve çelişkileri eleştirilir. Eleştirip doğru ve tutarlı bir yönelime girmesine yardımcı olunabilir, olunmalıdır da.

Ancak eleştirinin içeriği, hangi sonuca bağlandığı ve yapıldığı koşullar önemlidir. Egemen sınıflar, sağ ve ‘sol’ burjuva partiler, askeri ve ‘sivil’ faşist güçler, Kürt halkının demokratik taleplerine karşı, Kürt ulusal hareketi şahsında bir karalama kampanyasına girişmiş ve “bölücü”, “bebek katili” terör konusunda tam bir birlik sağlamışken, Kürt hareketinin tam da tanımlanıp istenen, dayatılan türden ‘eksik’ yönlerini bulmak ve bunları “işbirlikçiliği”ne bağlamak, üstelik ancak Marksist bir harekete yöneltilebilecek eleştirilerin hedefi kılarak, buna ‘Marksist’ eleştiri adını takmak anlamlı olsa gerek!.. Egemen sınıflar Kürt hareketini ABD’nin üstü kapalı desteğiyle ülkeyi bölmek için çaba göstermekle suçlarken, ‘sol’cuların da Kürt hareketine aynı minval üzerinden eleştiriler yapması rastlantı olsa gerek!..

Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Kürt ulusal hareketinin programında ayrı bir devlet kurmak yoktur. Kürt halkının ayrılma hakkı dahil kendi kaderini tayin hakkı vardır. Ancak Kürt ulusal hareketi, tercihini, ayrılıktan değil, eşit haklar temelinde birlikten yana yapmıştır. ‘Bölücülük’ propagandası, burjuvazinin Türk işçi ve emekçilerini yedeklemek için kullandıkları bir propagandadan ibarettir. Burjuvazi, bölücülük korkuluğuyla, yığınları milliyetçi-şoven dalgaya yedeklemeyi amaçlıyor. Bu propagandanın “sosyalistler”, hatta “komünistler” tarafından benimsenmesi, “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” vb. sloganlarla aynı korkuluğun ‘sol’dan kullanılması, şovenizme yedeklenmenin ifadesidir.

 

KÜRT SORUNUNDA ‘İNKÂRCILIK’ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE YEDEKLENME

Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve “Yeni Dünya Düzeni”nin ilan edilmesiyle birlikte, 1975 sonrasında temellendirilen neo-liberal politikaların uygulanması hız kazandı. Sosyal devletçi dönemden kalan birçok demokratik kurum ve emekçilerin kazanılmış hakları ortadan kaldırılarak ilerleyebilecek bir sürece girildi. Tansu Çiller, başbakanlığı zamanında “Türkiye dünyanın son sosyalist ülkesidir” derken, sosyal devletin kazanımlarının hızla tasfiye edilmesi görevine vurgu yapıyordu.

Emekçilerin kazanılmış haklarının gaspedilmesi, IMF eliyle ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının peşkeş çekilmesi, çalışma ve yaşam koşullarının giderek kötüye gidişi, dinin devlet tarafından kullanılması, emperyalizmle bağımlılık ilişkileri ve tüm sürecin Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren çözülmemiş Kürt sorunuyla birleşmesi; sınıf mücadelesinin ve bu mücadeleden kaynaklanan saflaşmanın daha da karmaşık bir hal almasına neden oldu, oluyor.

Türkiye orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülke olduğuna göre, (siyasal düzlemde partilerde ifadesi bularak) soyut olarak burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki ve küçük burjuvazinin bir tarafa yedeklenmesi olarak gerçekleşmesi beklenecek olan saflaşma, emperyalizme bağımlılık ilişkileri, dinin devlet tarafından kullanılması ve ulusal baskı siyaseti nedeniyle çok daha ‘karmaşık’ bir biçim alıyor. Saflaşmada bir karmaşıklık olmasa da, revizyonist temelde siyasetlerini belirleyen yapılar için ‘karmaşık’ bir algılama ortaya çıkıyor.

Emperyalizmle –yeni türden sömürgesel– bağımlılık ilişkileri içine sürüklenmiş olan Türkiye’de, ekonomi politikalarından siyasete, medyadan kültüre kadar bütün alanlarda emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin egemenliği söz konusudur. İşçi sınıfı ve emekçiler, en basit ekonomik taleplerinden ulusal demokratik içerikli olanlarına kadar, talepleri sözkonusu olduğunda, karşılarında, başta işbirlikçi tekelci burjuvazi ile birlikte emperyalizmi ve ekonomik ve siyasal programlarını bulmaktadır. Diğer emekçi sınıflarla birlikte, işçi sınıfının mücadelesi, yerli gericiliğe karşı mücadelenin yanı sıra kaçınılmaz olarak emperyalizme karşı bir mücadele olarak da şekillenmektedir.

Esas olarak küçük burjuva bir kategori olan küçük köylülüğün taban ürün fiyatı, tarım girdilerindeki maliyetlerin düşürülmesi, sübvansiyonların korunması talepleri, köylülüğü IMF programlarına karşı mücadeleye yöneltmektedir. Uluslararası standartların gereği gibi gösterilen taşeronlaştırmaya, esnek çalışmaya vb. işçi düşmanı uygulamalara karşı işçilerin mücadelesi de, emperyalist merkezler ve politikalarıyla çatışmayı zorunlu kılmaktadır. En basitinden, asgari ücretin insanca yaşanacak bir seviyeye çıkarılması, emperyalizmin temsilcisi olan IMF’ye kafa tutmayı gerektirir olmuştur.

Dinin yığınları ‘uyutma’ ve ‘uyuşturma’ aracı olarak devlet eliyle kullanılması, bir din veya mezhebin diğer din ve mezheplere devlet yardımıyla hatta devlet eliyle üstünlük kurması, baskı uygulaması, anti-demokratik ve anti-laik devlet yapısına karşı mücadeleyi gündeme getirmektedir. Gericiliğe ve dinin devlet eliyle yığınları uyuşturma aracı olarak kullanılmasına karşı mücadelenin asıl gücü işçi sınıfı iken, diğer bir gücü de dinin devlet işlerinden ayrılması, devletin dinler karşısında tarafsız olması, din ve vicdan özgürlüğü talebiyle mücadele eden ezilen ve baskı altına alınan din ve mezheplerin mücadelesidir.

Kürt halkının ulusal demokratik taleplerin baskı altına alınması, kimliğinin inkarı ve kendi kaderini tayin hakkının engellenmesine karşı mücadele, yine en başta Türkiye işçi sınıfının sorunudur. Türkiye işçi sınıfının mücadelesi emperyalizme karşı yönelmek zorunda olduğu gibi; ondan bağımsız olmamakla beraber, ulusal baskı siyasetine ve dinci gericiliğe karşı da yönelmek zorundadır. Emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde, anti-laik ve anti-demokratik devlet yapısının varolduğu, siyasal özgürlüklerin bulunmadığı bir ülkede, işçi sınıfının mücadelesi, anti-emperyalist ve demokratik görevleri önüne koymak zorundadır.

Mesele burada başlamaktadır. Siyasal özgürlüklerin geçerli olmadığı, anti-demokratik devlet yapısına sahip, –Kontrgerilla örgütlenmesiyle bağlantısı içinde Hrant Dink, Trabzon rahip ve Malatya misyoner cinayetlerinin hem gerçekleştirilmesi, hem de özellikle kolluk güçlerini işaret eden delillerin vb. yok edilmesi, polislerin sokak ortası cinayetleri vb. vb.. düşünüldüğünde– hukuk karşısında eşitliğin neredeyse kağıt üstünde bile bulunmadığı, askeri ve sivil faşist güçlerin ciddi bir ağırlığa sahip olduğu ülkemizde demokrasi mücadelesinin önemi yadsınamaz. Sınıfların karşılıklı konumlanışı ve mücadelesi, mevcut nesnel koşullar dışında düşünülemez. Emperyalizme göbekten bağlanmış, (kuşkusuz burjuva karakterli) siyasal özgürlüklere olanak tanımayan, (yine burjuva içerikli) hukuk karşısında eşitliğe dayanmadığı gibi, onu yok sayan, anti-laik, ulusal baskı siyasetinin uygulayıcısı iktidara karşı emperyalizme karşı duran, siyasal özgürlükleri, gerçek laikliği ve halkların kardeşliğini savunan güçlerin birliği (sınıfların ittifakı) güncel görevdir. Sınıflar mücadelesi, bu konumlanış ve mücadeleden bağımsız ele alınamaz.

Demokrasi mücadelesinin görevlerinin es geçilmesi yeni bir olgu değildir. Yüzyıllık bir tartışmadır. İki tarihsel kaynaktan bahsedilebilir. Emperyalist ekonomizm (demokratik taleplerden uzak durma) ve Troçkizm (demokrasi mücadelesinin gerektirdiği ittifaklardan uzak durma)… Ülkemizdeki sonucu ise, ezen ulus milliyetçiliği ve inkarcılık…

Ekonomizm, işçi sınıfının, ekonomik mücadelenin sınırlarını aşmaması gerektiğini, siyasal mücadelenin (siyasal demokrasinin) burjuvazinin işi olduğunu söyleyerek işçi sınıfının siyasal (demokratik) meselelere karışmamasını öğütlüyordu. Emperyalist ekonomizm ise, işçi sınıfının, sosyalist mücadele dışındaki alanlara müdahale etmemesi gerektiğini, demokratik mücadelenin işçi sınıfının mücadelesi olamayacağını, bu nedenle demokratik siyasal meselelerin işçi sınıfının değil burjuvazinin işi olduğunu savunuyordu. İşçi sınıfı ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmemelidir, çünkü kapitalizm sınırları içerisinde ulusal sorunun çözülmesi mümkün değildir. Sosyalizmde ulusal sorun zaten çözülecektir. Böylece emperyalist ekonomistler, demokrasi mücadelesini ikinci plana atarak, hatta onu burjuvazinin işi ilan ederek, ‘sosyalizm’ söylemleriyle, anti-demokratik, milliyetçi güçlerin safına geçerler. Lenin, emperyalist ekonomizmin tezlerini şöyle ifade ediyor:

“Demokrasi kapitalizm altında ‘elde edilemez’ bir şeydir. Emperyalist savaş, ister gerici monarşilerde, isterse ilerici cumhuriyetlerde olsun, tüm demokrasinin apaçık ihlalidir – ‘dolayısıyla’ ‘haklar’dan (yani demokrasiden!) söz etmenin hiç gereği yoktur. Emperyalist savaşa ‘karşı olabilen’ ‘yegâne’ şey sosyalizmdir, ‘çıkış yolu’ yalnızca sosyalizmdir; ‘dolayısıyla’ asgari programımızda, yani kapitalizm altında demokratik sloganlar ileri sürmek bir aldatmaca veya bir hayal, sosyalist devrim şiarının yozlaştırılması ya da ertelenmesi vs. demektir.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, sf. 24)

 Oysa yine Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkının kapitalizmin sınırları içerisinde de gerçekleşebileceğini, yani demokrasi mücadelesinin atlanamayacağını şöyle belirtir:

“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin iktisadi bakımdan olanaksızlığı, tıpkı bizim, makineleri yasaklamanın ya da emek parasının vb. kabulünün pratikte uygulanamaz olduğunu tanıtladığımız gibi, bir iktisadi tahlil ile tanıtlanmalıydı. Kimse böyle bir tahlile yanaşmıyor. Emperyalizmin en saldırgan olduğu bir çağda, bir küçük ülkenin, hatta savaş ya da devrime başvurmaksızın, ‘istisnai olarak’ pratikte uygulanmayan ulusların kaderlerini tayin ilkesini gerçekleştirebildiğinin tanıtlanabildiği (Norveç 1905 gibi) kapitalist düzende, ‘emek parasının dünyanın tek bir ülkesinde bile ‘istisnai olarak’ da kabul ettirmede başarı’ sağlandığını kimse iddia edemez.

“Genel olarak, siyasal demokrasi (‘saf’ kapitalizm için teorik olarak normal üstyapı olmakla birlikte), kapitalizm üzerinde yükselmesi olanaklı olan üstyapı biçimlerinden ancak biridir. Gerçekler, hem kapitalizmin, hem emperyalizmin herhangi bir siyasal biçiminin çerçevesi içinde geliştiğini ve bunların tümünü kendisine bağımlı kıldığını gösterir. Bu bakımdan, demokrasinin biçimlerinden birinin, onun istemlerinden birinin ‘gerçekleştirilemez’ olduğunu iddia etmek temel teorik yanılgıdır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı)

Ulusların kaderlerini tayin hakkı kapitalizmin sınırlarında gerçekleşebilir mi gerçekleşemez mi meselesi (ki teorik olarak gerçekleşebilir) bir yana, tartışılması gereken nokta, işçi sınıfı ve kuşkusuz sosyalistler, Kürt halkına yönelik milliyetçi-şoven baskı, inkâr ve asimilasyon politikasına karşı çıkacak mıdır, çıkmayacak mıdır? Türkiye işçi sınıfı ve sosyalistler, Kürt sorunu sosyalizmden sonra nasıl olsa çözülecektir deyip, Kürt halkının inkarına, katledilmesine sessiz kayacak mıdır kalmayacak mıdır?

Kürt halkının kimliğini, dilini, kültürünü ve kendi kaderini tayin hakkını savunmak, lafızda savunmakla kalmayıp mücadele etmek, milliyetçi, linççi saldırılara karşı dimdik durmak, demokrasi mücadelesinin zorlu görevlerindendir. Kürt sorunu kapitalizmin sınırları içerisinde çözülemez diyerek, onu sosyalizm sonrasına ertelemek; sınıf mücadelesi açısından bakıldığında yakıcı bir sorun karşısında mücadeleden uzak durmak, hem de egemen sınıfların uzak durulmasını canı gönülden istediği bir meselede uzak durmak, kuşku yok ki, ezen ulus milliyetçiliğine ‘sol’dan destek olmaktır.

Ulusal taleplerin kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemeyeceği tezinin eleştirisi yukarıda Lenin’den alıntıladığımız paragrafta ifade edildi. Gerçekleşebilir, gerçekleşmiştir de; örnekleri mevcuttur. Ancak sorun, ezilen bir halkın ulusal demokratik talepleri için mücadele edip etmemektir. “Ulusal talepler gerçekleşemez, sınıfsal talepler için mücadele etmek gerekir” deyip, demokrasi mücadelesinin görevlerinden ‘paçayı kurtarmak’tır. Oysa açıktır ki, kimsenin sınıfsal talepler uğruna mücadeleye karşı çıktığı yok. Sınıf mücadelesinin yükselme dinamiklerinin başında bu gelir. Ancak Kürt sorunu kanayan bir yara olmaya devam ettikçe, Türk ve Kürt işçileri milliyetçi şoven propaganda ve kışkırtmalarla birbirine düşmanlaştığı sürece, sınıfsal mücadelenin açılıp serpilmesi ve engelsizce gelişmesi mümkün müdür? Mümkünse bir ulusun ezilmesine ses çıkarmayan (ya da daha sonra ses çıkarmayı ‘planlayan’) bir sınıfsal mücadele, ne kadar enternasyonalist, ne kadar demokrat veya sosyalisttir; bunu tartışmak gereksizdir.

Sınıf mücadelesini, Kürt sorunundan ayrı bir yerde, ondan bağımsızcasına konumlandırmak; sanki Kürt sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası değilmiş gibi hesaplar yapmak, içi boşaltılmış ‘sosyalizm’ lakırdılarını bir kenara bırakırsak, Marksizmin yerine burjuva siyaset bilimini koymaktır. Kürt sorunu ve ulusal demokratik talepler için mücadele, milliyetçi Kürt burjuvazisine bırakılacak bir mücadele değildir. Sorun ve talepler, Kürt burjuvazisinden çok, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin sorunudur. Sınıf mücadelesinin alanıdır; ta kendisidir. Ulusal demokratik talepler, emekçilerin ekonomik ve siyasal taleplerinden bağımsız değil, onların bir parçası ve tamamlayıcısıdır.

 

***

Troçkizm; ulusların kendi kaderini tayin hakkı, siyasal demokrasi vb. demokratik taleplerin kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemeyeceğini, emperyalizme karşı bağımsızlığın mümkün olmadığını, demokrasinin ancak sosyalizmde mümkün olabileceğini, bu nedenle bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi veren demokratik güçlerle bir araya gelmenin mümkün olmadığını savunur. Emperyalist ekonomistlerin tezlerine yaslanır. Farklı olarak, demokratik taleplerin yine de savunulmasını (gerçekleşmeyeceğini bilerek, geçiş talepleri olarak ele alınmasını) öğütler. Ancak demokrasi, bağımsızlık ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mücadelesine mesafelidir, bu hedeflerle mücadeleyi ‘ulusalcılık’, ‘ezilen ulus milliyetçiliği’, ‘burjuva demokratlık’ olarak niteler. İttifaklara ise karşıdır vb.

Sınıf partisi, her ulustan işçi sınıfının partisi olarak, ezilen ulusun işçi sınıfı ve halkının baskı altına alınan dilini, kültürünü ve diğer ulusal demokratik taleplerini savunmalıdır. Ancak mücadele somut toplumsal zemindedir. Eğer sınıf mücadelesine işçi sınıfının mevzilerinden müdahale edilecekse, savunulan talepleri tek başına savunup, bunu deklare etmekle yetinilemez. Taleplerin daha geniş kesimler tarafından benimsenmesi, benzer talepleri savunan kesimlerle ittifaklar yapılması; karşı cephenin daraltılıp anti-emperyalist demokratik cephenin genişletilmesi için mücadele edilmelidir. Bu zorunluluk inkâr edildiğinde, bırakalım devrimciliği veya sosyalistliği, az ya da çok mücadeleci olma özelliği yitirilmiştir.

Kürt ulusal hareketi ile ülkenin en önemli demokrasi sorunlarından birisi olan Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda ittifak yapmak; Kürt sorununun çözümünü yalnızca Türkiye gericiliği ile değil, onun ardındaki emperyalizme karşı mücadeleyle birlikte ele almak ve anti-emperyalist demokratik güçleri birleştirmek, emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Mücadele lafta kalmayacak, fikir somut bir güç haline gelecek ve halk yığınları egemen sınıfların karşısına devrimci bir mevzide dikilecekse, demokrasi mücadelesinin gerektirdiği ittifaklar zorunludur.

Milliyetçi şoven dalganın yarattığı baskılanma arttıkça, ‘sol’un milliyetçilikle yakınlaşması da artıyor. Demokrasi güçlerinin demokratik talepler etrafında ittifakı ve mücadelesi bir yana, demokrasi güçleriyle yan yana durmak bile zül haline geliyor. Ezilen ulusun zulme karşı başkaldırışını ve özgürlüğünü simgeleyen, devletin bile tanımak zorunda kaldığı Newroz kutlamalarında kimi “sol”, “sosyalist” çevreler, Kürt halkından uzak durmak için bin bir yolu deniyor. 19 Mart İşgale Karşı Direniş Küresel Direniş günü, 21 Mart’ın barış ve kardeşlik temasıyla birleştirilmek yerine, Newroz’a katılmamanın bir fırsatı haline getiriliyor. Irak’ta işgale, ulusların baskı altına alınmasına, insanların öldürülmesine karşı çıkılırken, Kürt halkının baskı altına alınmasına, öldürülmesine, dilinin ve kültürünün yasaklanmasına karşı çıkmamak, 19 Mart eylemlerini bahane ederek Newroz kutlamalarına katılmamak, egemen güçlere ‘hoş gözükmek’ için çabalamak ve demokrasi mücadelesinden yan çizmektir. Evet, Kürt ulusal hareketinden, Kürt halkından ve onun demokratik değerlerinden uzak durmak, egemen güçlerin suyuna gitmek, milliyetçi şoven dalganın rüzgârına kapılmaktır.

Yalnızca Newroz değil, bir ulusal sorun olarak Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi için verilen bütün bir mücadele, aynı zamanda, halkların kardeşleşmesi ve ulusal baskı siyasetine karşı anti-emperyalist demokratik devrim mücadelesinin bir parçasıdır. Bu nedenle demokratik devrimin önemli bir program maddesi olan Kürt sorunun demokratik çözümü için demokratik güçlerle ittifak, devrimci ve demokrat olmanın kıstasıdır. Sosyalistler en tutarlı demokratlardır.

Sınır ötesi operasyonlara, Kürt ulusal hareketinin yasal temsilcisi olan DTP’ye yönelik baskılara, milliyetçi şoven dalgaya karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirilmeli, bu mücadelenin unsurlarının ittifakı gerçekleştirilmelidir.

Milliyetçi şoven dalgaya karşı net bir tutum almadan, ortak talepler etrafında demokrasi cephesini örecek gerekli ittifakları yapmadan, sosyalist olmak bir yana, demokrat kalmak da mümkün değildir. Milliyetçiliğe açık kapı bırakmanın ve şoven dalgaya ‘uyum’ sağlamanın sonu yoktur. Taviz daha büyük tavizleri getirir. Yükselen milliyetçi dalganın yarattığı “ya bölücü teröristlerden yanasın ya da onlara karşı tavır alacaksın” ikilemi, demokratik karakterli birçok akım ve çevreyi şoven dalganın yedeğine itiyor.

Milliyetçi dalgaya yedeklenen çevreler, egemen sınıfların politikaları karşısında giderek net olamayan bir politik hatta savruluyorlar. Kimi gönülsüzce veya sessiz kalarak onaylarken, kimi de karşı çıkmadan ‘eleştiriyor’. Örneğin sınır ötesi operasyonlar… Egemen sınıflar sınır ötesi operasyonlarla Kürt sorununu barış ve diyolagla değil askeri yöntemlerle çözmekte ısrar ederken, ‘sosyalist’ çevreler ne yaptı? Sınır ötesi operasyona lafta karşı çıkarken, kurulan birlik ve platformların eylemlere katılmadı, egemen sınıflara karşı bir mücadele örgütleme çabasına dahi girmedi. Sessizce onayladı. Egemen sınıfların sınır ötesi operasyonla amacı, Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikalarında ısrarla devam etmek, barış talebine karşı savaşta diretmek, Kürt sorununu şiddet yoluyla çözümsüz bırakmaktı. Sınır ötesi operasyonlara karşı durmak, Kürt sorununun çözümsüz kalmasına, başka bir ülkenin sınırlarının milliyetçi fetvalarla ihlal edilmesine karşı çıkıştı. Bu karşı çıkış, halkı aydınlatma, egemen sınıfların propagandasının etkisinden kurtarma çabasıyla, en azından mücadele platformları ve ortak eylemlerle birleşmezse anlamlı olmaz; egemen sınıflar için bir zarar da teşkil etmez.

 

İKİNCİ ENTERNASYONAL VE SOSYAL ŞOVENİZM

İkinci Enternasyonal partileri, 1912 yılında Bern Konferansı’nda, olası bir emperyalist savaşta kendi burjuvalarının emperyalist hedeflerine karşı mücadele edeceklerini, yani kendi burjuvalarına karşı savaşacaklarını ilan etmişlerdi. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı çıktığında, emperyalist ülkelerin sosyalist partileri, kendi ülkelerindeki burjuva milliyetçi dalganın da etkisiyle burjuvazinin emperyalist siyasetinin destekçisi haline geldiler: Sosyalist bir parti, başka bir emperyalist devletin saldırısına karşı kendi ülkesini korumak (anavatan savunması) adına kendi burjuvazisiyle ittifak yapmalı, onun savaş politikalarını desteklemeliydi! Bu nedenle, sosyalist partiler, emperyalist burjuvazinin savaş bütçelerine “evet” oyu vermekten çekinmediler.

Rakip emperyalist güce karşı kendi burjuvalarını destekleme tutumu, burjuvaziyle ittifakla ülkenin kurtuluşunu sağlama stratejisi, çok eskilerden beri savunulan proletarya ile burjuvazi arasındaki uyumlu gelişmeyi, anlaşmayı bizzat hayata geçiriyordu. Bir kez burjuvaziye taviz verdin mi, burjuva milliyetçiliğinin saflarına geçip burjuvaziyle ittifak aradın mı, gerisi de gelir. İkinci Enternasyonal partileri, kendi burjuvalarının sömürgelerindeki egemenliğine “çağdaşlık”, “uygarlık” adına karşı çıkmadılar. Emperyalist burjuvazinin sömürgeciliği karşısında “tarafsız” kalmaya çalıştılar. Ülkelerindeki şoven dalganın etkisiyle sömürge ulusların bağımsızlıklarını savunmaya cesaret edemediler. Sömürge ulusların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini “rakip emperyalistlerin kuklası”, “milliyetçilik”, “gericilik” diye suçlayarak “eleştirip”, kendi milliyetçiliklerini gizlemeye çalıştılar. Sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerin eksikliklerini bulmayı, kendi burjuvalarının egemenliğini savunmak için birer fırsata dönüştürdüler. Sonuçta İkinci Enternasyonal partileri, emperyalist burjuvazinin destekçisi konumunda sosyal reform partileri haline geldiler. Burjuva milliyetçiliğinin ‘sol’dan savunuculuğunu yapan sosyal-şovenist partiler haline geldiler.

Lenin, İkinci Enternasyonal partilerinin kendi burjuvazilerinin emperyalist politikalarını destekleme tutumlarını, bir ayrışma noktası olarak gördü. Gelişmiş ülkelerde reformist ve sosyal-şoven ‘sosyalist’ partilerle Marksist-Leninist hareket arasına kalın bir çizgi çekerek, III. Enternasyonal’i kurdu. III. Enternasyonal, bir önceki Enternasyonal partilerinin tersine, sömürge ülkelerdeki burjuva ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalist gericiliğe ve ülke içindeki işbirlikçi, anti-demokratik iktidarlara karşı ilerici niteliğini gördü. Emperyalizme karşı mücadeleyi gelişmiş ülkeler proletaryasının sosyalist hareketiyle sınırlı gören, türlü türlü eksikler bularak sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinden uzak duran II. Enternasyonal partilerinin tersine, burjuva milliyetçiliğiyle tüm bağları kopardı. Emperyalist ülkelerdeki sosyalist proleter hareketle, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketini emperyalizme karşı mücadelenin sarsılmaz müttefikleri olarak ilan etti. II. Enternasyonal’e I. Enternasyonal’den miras kalan “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını, emperyalizm çağının gereklerine göre, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” olarak yeniledi.

İşçi sınıfı ve ezilen halkların eylemli ittifakıyla emperyalizme karşı mücadelenin temel yönü belirlendi. II. Enternasyonal’in burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinden uzak duran, ‘tarafsızca’ yaklaşan anlayışı yıkılarak, köklü bir sosyal-şovenizm eleştirisi yapıldı. III. Enternasyonal’e katılmanın koşullarından birisi, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerini ileri ve demokratik bir içerik taşımaları şartıyla desteklemek oldu. III. Enternasyonal’den günümüze kalan devrimci miraslardan birisi de budur.

II. Enternasyonal partilerini sosyal-şovenizme götüren yol, ülkemizde de sonuna kadar açılmış bulunmaktadır. Bu yolun yolcusu görünüşe göre epey çoktur. Kürt ulusal hareketinin eksikliklerini öne çıkartarak, ezilen Kürt ulusunun haklı talep ve meşru mücadelesini yok saymak, egemen sınıfların milliyetçi saldırısına ‘sol’dan çanak tutmaktır. Asıl görev, emperyalizme karşı bağımsızlık; gericiliğe, milliyetçiliğe karşı demokrasi talebiyle mücadele etmek; bu mücadelenin şuradan veya buradan parçası olan güçlerle ittifak yaparak, geniş bir anti-emperyalist demokratik cephe yaratmak ve devrime ilerlemektir. Ulusal demokratik talepleri sahiplenmeden, enternasyonalizmi içselleştirip Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifak yapmadan, ne anti-emperyalistlik kalır ne de enternasyonalizm. Geriye, kala kala, ulusal demokratik kurtuluş hareketlerinden bin bir türlü gerekçeyle uzak duran II. Enternasyonal sosyal-şovenimi kalır.

 

SONUÇ OLARAK

Emperyalizm, “uluslararası teröre karşı mücadele” sloganıyla, kendi egemenliğini ve sömürü ilişkilerini meşrulaştırmak, yeni sömürgeler elde ederek hâkimiyet ve etki alanlarını arttırmak istiyor. Bir yandan dünya kamuoyu ve insanlığın ilerici birikiminin tepkisini çekerken, “terörizme karşı mücadele” ile kendine meşru bir temel sağlıyor ve yığınları yedekliyor. Kargaşanın, yoksulluğun, savaş ve sömürünün temsilcisi emperyalizm; güvenliğin, huzurun, demokrasi ve özgürlüğün temsilcisi olarak görülmek için çabalıyor. Açık emperyalist çıkar ve amaçlara rağmen, Irak’ta göstermelik demokrasi çabaları bunun içindir.

Türkiye, ABD emperyalizminin egemen olduğu, hükümetlerin Beyaz Saray’dan onay aldığı bir ülke olarak, hem ABD’nin siyasal, askeri hedeflerinin taşeronu, hem de ortaya koyduğu uluslararası “tehdit” platformunun yardımcısıdır. Bu “tehdit”, “uluslararası terörizm”dir. “Uluslararası terörizme karşı savaş” yalnızca ABD’nin işi değil, Türkiye’nin de işidir. Bu nedenle Türkiye, Irak işgalini desteklemiş; AKP hükümeti, bazı karşı çıkışlara rağmen, Irak’a “götürülen” “demokrasi”yi coşkuyla karşılamıştır.

ABD emperyalizminin “demokrasi” anlayışı, sömürge alanlarını geliştirmek, kendisine karşı çıkan tüm güçlerin ortadan kaldırılmaktır. Küba ABD emperyalizmine karşı çıkmaktadır, Venezüella onu teşhir etmekte, hatta ona kafa tutmaktadır vb. Bu nedenle, Küba’da, Venezüella’da ve ABD stratejisiyle uyum göstermeyen tüm ülkelerde diktatörlük hâkimdir! “Uluslararası terör” bu ülkelerce desteklenmektedir!

Ülkemizde de demokrasi anlayışı “ABD demokrasisi”ne paralel işlemektedir. Egemen güçlere karşı çıkan, onun politikalarıyla çelişen tüm kesimler, “demokrasiye karşı olmak”, “bölücü teröre destek vermek”le suçlanmaktadır.

Yükselen milliyetçi dalganın da etkisiyle egemen sınıflarca bir saflaşma dayatılmıştır. Egemen sınıfların (partilerinin, devlet ve ordunun) yükselen saldırı dalgası, siyasal parti ve akımları da yeniden bir saflaşmaya sürüklemiştir. Bu saflaşmanın karşıt kutuplarını elbette işçi sınıfının partisiyle işbirlikçi burjuva partiler oluşturmaktadır. İşbirlikçi ve ulusal baskı siyasetenin uygulayıcısı burjuvazinin saldırılarına; ulusal baskıya, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı demokrasi, gericiliğin arkasındaki emperyalizme karşı bağımsızlık talebiyle karşı durmak, egemen sınıfların devasa propaganda aygıtlarının gücü ve etkisinden dolayı ideolojik-politik çizgiden ödün vermemek günün görevidir. Anti-emperyalist ve demokrat bir duruşla, tüm ilerici çevrelerle güçbirliği yaparak ilerlemek, gerçek bir karşı duruşun sorumluluğudur. Bu sorumluluğun altından sağa-sola yalpalamadan kalkabilmek, ideolojik sağlamlığı ve işçi sınıfına bağlanmayı gerektirir. Bu niteliklere sahip olmayan birçok küçük burjuva ‘sol’, ‘sosyalist’ çevre, milliyetçi baskılanmadan etkilenerek, ilerici, demokrat, anti-emperyalist güçlerle ittifak yapmaktan uzak durdu. Uzak durdu, çünkü lafızda II. Enternasyonal reformizmini eleştirirken, pratikte II. Enternasyonal sosyal-şovenizmine düştü. Tıpkı II. Enternasyonal partileri gibi, başka ülkelerdeki ulusal demokratik hareketleri desteklerken, kendi ülkesindeki ulusal demokratik hareketten uzak durdu. İlerici, demokratik cepheye dahil olmayınca, gerici egemen sınıfların platformuna karşı durup mücadele etmek yerine sessiz kalmayı tercih etti. Ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği arasında tarafsız kalmak adına, Lenin’in belirttiği gibi, kapağı, ezen ulus milliyetçiliğine attı. Milliyetçi şoven dalgaya ‘sol’dan çanak tuttu, mücadele etmeden eleştirmekle yetindi. Adını doğru koymak gerekirse, ‘sessizce’ onayladı.

Çokça ‘sosyalist’ olduğunu iddia eden bir çevre, egemen sınıfların Kürt ulusal hareketini tecrit etmek, halkları birbirine kışkırtmak için kullandığı bölünme korkuluğunu sahiplenip, anti-Amerikancı, görünüşte sosyalist, ama özünde milliyetçi “ABD’ye ülkemizi böldürmeyeceğiz” sloganıyla birleştirdi. Milliyetçi çevrelere “solun böylesi makbuldür” dedirtecek bir platforma çekildi. ‘Doğu ve Güneydoğu’da en zor ‘görevleri’ onurlu bir şekilde yerine getirmekle övünen askerleri ‘cephe’lerinin sözcüsü yaptılar. Milliyetçi ‘sosyalist’, tarihsel deyimiyle sosyal-şovenist eğilimlerini gerçeklik haline dönüştürdüler.

Sosyalizmin ‘özgürlükçü’sünü sahiplenen başka bir çevre, ezen ulusun milliyetçiliği ile ezilen ulus hareketi arasında eşit mesafede olduğunu savunarak, ezilen ulus hareketinin teslimiyetini öngörüyor. Ezilen ulus milliyetçiliğinden uzak durmak adına milliyetçi şoven dalga karşısında sessiz kalıyor. Bu çevreye göre, Kürt sorununun asıl sorumlusu, silah kullanan ve şiddeti yöntem olarak benimseyen Kürt hareketidir. Kürt ulusal hareketi silah bıraksa, teslim olsa, bütün sorun çözülecektir. Milliyetçi şoven dalganın etkisi ve baskısı arttıkça, emperyalizme ve şovenizme karşı mücadelenin yerini, ulusal demokratik taleplerden uzak durma ve Kürt ulusal hareketine düşmanlık, demokrasi mücadelesine katılmak bir yana düşmanca tutum alma alıyor.

Emperyalizme ve yükselen milliyetçi şoven dalgaya karşı bağımsızlık ve demokrasi cephesini oluşturmak; bu cephenin gerektirdiği siyasal birlikteliği sağlamak ve güçlendirmek, milliyetçi dalganın yedeğine düşen akım ve hareketleri eleştirmek ve enternasyonalist bir politikaya kazanmak; güçlü bir birliktelik için anti-emperyalist demokratik halk cephesi oluşturmak, günün görevidir. Bu görevden ‘sol’dan veya sağdan uzak durmak, emperyalizmin böl ve yönet politikalarına, milliyetçi şoven dalgaya isteyerek veya istemeyerek ortak olmak, destek çıkmaktır. Anti-emperyalist demokratik halk cephesinin oluşturulması ve güçlendirilmesi, demokratik halk iktidarına yol alması; sosyalizme giden yolun buradan açılması asıl olarak işçi sınıfı partisinin görevidir.


* Kuşkusuz, emperyalistlerin, çeşitli ülkelerin gericilikleriyle aralarındaki çıkar farklılıkları üzerinde yükselebilecek gerici çekişmelerde çeşitli ulusal hareketleri etkileyip kullanmaya yönelmeleri ve bunun imkanlarının varlığı (burjuva milliyetçiliğin buna zemin oluşturması) gözden kaçırılamaz ve burada üzerinde durulan da bu değildir. Değinilen, geleneksel “kökü dışardalık” suçlaması ve ülke içindeki gericiliğin dış düşmanlar ileri sürülüp “dört bir yandan düşmanlarla çevrili son Türk devleti”ne yönelik tehditlerle açıklanması ve bu arada, emperyalistlerle yerli gericiliğin, ikisinin de sınıf temeli ve dayanağının uluslararası burjuvazi olduğu gizlenerek, yerine göre, bazen birine bazen diğerine (“solcular” bakımından emperyalizme karşı varsayılan iç gericiliğe) ilericilik atfedilmesidir. (Öte yandan, örneğin Irak’ta da “ülkeye demokrasi getirdiği” varsayılan emperyalistler “ilerici” atfedildiği biliniyor.)

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑