Emperyalist küreselleşme ve emek

Hindistan İşçi Köylü Konseyi (HMKP) Genel Sekreter Yardımcısı Ashim Roy Kumar, Türk ve Kürt sendikacıları ve ileri işçilerinin, geçtiğimiz yıl Ören’de gerçekleştirilen Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’ndan tanıdığı bir isim. Köklü bir anti-emperyalist ve proleter geleneğe sahip olan 1 milyar nüfuslu Hindistan’dan deneyimli bir sendikacı olan Kumar, aynı zamanda 50 bin tirajlı sosyalist teori dergisi Revolutionary Democracy’nin (Devrimci Demokrasi) yayın kurulunda yer alıyor. Ashim Roy’un dergimize gönderdiği ve Taylan Bilgiç tarafından çevrilen aşağıdaki yazı, Asyalı ileri işçi ve emekçilerin, devrimci ve sosyalistlerin küreselleşme konusundaki düşüncelerim öğrenmek ve bu kıtada yürütülen tartışmalar hakkında bir fikir sahibi olmak için de önemli bir fırsat oluşturuyor.

Dünya ekonomisi, 1980’lerin ortalarından bu yana; ulusal ekonomilerin daha kapsamlı bir biçimde birbirine bağlanmasıyla sonuçlanan önemli bir ticaret, yatırım ve Sermaye akışı liberalizasyonu süreci yaşıyor. Bu değişim süreci küreselleşme olarak tanımlanmakta. Ancak sözcük, bir tanımdan öte, sınıf ve devlet iktidarına dair ilgili küstahlıklarıyla beraber, küresel ölçekte bir ‘bırakınız yapsınlar’ fikrini getiriyor akla. Büyük teorik ve siyasi sonuçlar doğurduğu için, kavramı analitik bir incelemeye tabi tutmak gerekli. Ellen Meiksins Wood’un sözleriyle, küreselleşme kavramı, “günümüzde solun boynuna dadanmış en ağır ideolojik albatros”. Kavram, tüm ekonomik ve toplumsal yapıları ezerek eşitleyen bir ulus-ötesi güç sanısıyla birlikte geldiği için, mantıksal sonucu, alternatifsizlik. Bu ideolojik mistifikasyon ise bozgunculuk yaratıyor.
Bu yazının çabası, mevcut dünya kapitalist ekonomisindeki belirli eğilimleri tanımlayıp, onları küreselleşme süreciyle ilişkilendirmek. Ayrıca, sendikal hareket içinde küreselleşmeye dair farklı kavrayışlarla ilgili süre-giden tartışmaya değinecek ve dünya işçi hareketinin ilerleyişine yardımcı olacak bir yaklaşım sunmaya çalışacağız.

KÜRESELLEŞME – EMPERYALİZMİN BİR AŞAMASI
Kapitalizmin savaş sonrası genişlemesi, her biri farklı siyasi bağlamlarla ilişkili üç eksen boyunca gerçekleşti. Bunlardan ilki, üretimin Fordist yeniden örgütlenmesine dayanan batı tipi kapitalizm ve sermaye ile emek arasında, Keynesyen bir çerçevede gerçekleştirilen toplumsal uzlaşmaydı. İkincisi, sosyalizmin bürokratik devlet kapitalizmine dönüşmesi ve dünya kapitalist ekonomisine eklemlenmesi olurken, üçüncüsü ise, ulusal kurtuluş hareketlerinin bir sonucu olarak, eski sömürge ülkelerde kapitalist gelişme ve üçüncü dünya ülkelerinin oluşması oldu. Bu ülkelerin sınai kalkınması, emperyalist sistemin kısıtlamalarıyla sınırlıydı.
Bu genişleme aşaması, ’70’lı yıllarla birlikte tüketilmişti. 1974–75 resesyonuyla birlikte, sürekli resesyon ve zayıf iyileşmelerle hafifleyen, devamlı bir durgunluk süreci baş gösterdi. Bu da dünya kapitalizminde krize neden oldu.
Küreselleşme, batı sermayesinin, kriz karşısında kapitalizmi yeniden yapılandırma stratejisidir. Marx’ın formüle ettiği gibi, “kapitalist üretim biçiminin temeli, bizzat dünya sermayesi tarafından atılır”. Kapitalizm, uluslararasılaşmaya eğilimli olagelmiştir. Uluslararasılaşmanın bu yeni aşamasının koşulları ise, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik devlet kapitalizmi ile üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal projelerin çöküşü ile oluşturuldu. Bu küreselleşmenin temel özellikleri; emperyalist ülkelerin ulusal sermayesine nüfuz edilmesi yoluyla ortaya çıkan genelleşmiş mali sermaye, para sermayede küresel bir tek tip pazarın kurulması ve bu genelleşmiş mali çıkarları koruyup sürdürmek için uluslararası mali kurumların geliştirilmesidir. Bu konudaki siyasi uzlaşma, G–7 ülkelerinin konumuna da yansır; bu konum, toplumsal fazlanın, belirli bir üretici sermayenin yatırım servetlerinin üzerine çıkan bir mali servet biçiminde tahsis edilmesine olanak tanımaktadır.
Neoliberal küreselleşmenin altında yatan fikir, sermayenin, yüksek ücretli gelişmiş ülkelerden, düşük ücretli gelişmekte olan ülkelere kaydığıdır. Sağcı etki altındaki Avrupa sendikal hareketi, işsizliğin bu kaymanın bir sonucu olduğunu öne sürer. Oysa bu varsayım, ortalama burjuva iktisatçılar tarafından bile hem teorik olarak reddedilmekte, hem de ampirik olarak çürütülmektedir. Paul Krugmans, katı Heckscher-Ohlin modeliyle ortaya attığı “dereceli ekonomiler” ile bile, daha büyük bir bölgesel eşitsizlik eğilimini göstermiştir. Böyle bir dereceli ekonomi, yığılmanın olumlu dışsallıklarından kaynaklanır -uzmanlaşmış arz, kalifiye işgücü, etkili altyapı- ve bu dışsallıklar daima sanayileşmiş ülkelerin lehinedir. Avrupa Topluluğu gibi kalkınmış bölgelerde bile, Proudhomn, geri bölgelerin aradaki farkı kapatmasını önleyen bir “eşik etkisi” bulmuştur.
Avrupa Topluluğu’ndan gelen Doğrudan Yabancı Yatırımlar’ın (DYY) sağladığı deneysel kanıtlar da, bu varsayımla çelişiyor. Sözgelimi 1993 yılında, AB kaynaklı toplam DYY akışının yüzde 11’i ABD’ye, yüzde 12’si Japonya’ya gitti; Asya’nın payı ise sadece yüzde 3 oldu. Triad Ülkeleri’nin (ABD, Avrupa, Japonya), belli Asya ülkelerinin toplam DYY stokundaki payı, 1985’te yüzde 64 iken 1993’te yüzde 52’ye düştü. 1994’te de, küresel DYY’nin yüzde 60’ından çoğu gelişmiş ülkelere yönelikti. Üstelik gelişmekte olan ülkelere akan DYY’nin üçte biri tek başına Çin’e gidiyordu.
Ticari olarak ise, Dinamik Asya Ekonomileri ile Çin’den, OECD’nin 24 üyesine yapılan ihracat, 1993 yılında OECD brüt iç üretiminin sadece yüzde 1,5’ini oluşturmaktaydı. Ayrıca bu ticaret, OECD ülkeleri açısından daima dengeleyici veya fazla verici olduğundan, istihdamı düşüren değil artıran bir etkide bulundu. ILO (BM Uluslararası Çalışma Örgütü) bile, G–7 istihdam Konferansı için hazırladığı bir raporda, düşük ücretli ülkelerle ticaretin genişletilmesinin, gelişmiş ülkelerdeki ücretler üzerinde aşağıya çekici bir baskı oluşturduğu görüşüne karşı uyarıda bulundu; çünkü verilere göre, Kuzey-Güney ticareti, gelişmiş ülkeler arası ticarete kıyasla görece düşük ölçekliydi.
Mevcut küreselleşmenin bir diğer özelliği, dünya ekonomisinin; ABD, Avrupa ve Japonya kutupları boyunca, dikey bir biçimde yeniden yapılandırılmasıdır. ABD emperyalizminin inişe geçmesiyle birlikte, emperyalistler arası çelişkiler şiddetlendi ve bu blokların her biri, kendi etki alanını genişletme çabasını güçlendirdi. Bu iki eğilim eşzamanlı olarak yaşanmakta ve küreselleşme sürecini biçimlendirmek için etkileşim halinde bulunmaktadır. Ama şimdilik temel nitelik, mali sermayenin genelleşmiş çıkarlarını devam ettirmektir. Mali kürenin, emtia ticareti veya üretici yatırımdan çok daha büyük bir hızla yayılması, bu olgunun bir sonucudur. Sıradan insanlar bile, bu özelliği, fetişist bir gazino ekonomisi formunda algılamaktadırlar.
Malileşme süreci, mali sermayenin yeniden üretim şemasını küresel ölçekte yeniden şekillendiriyor. Emperyalist ülkelerin para sermayesi, üretimin herhangi bir unsurunu harekete geçirmeden, mali yatırım olarak korkunç bir hızla ilerleyebiliyor ve her üretim sisteminin toplumsal fazlasını, mali servetlere geri dönüş biçiminde emiyor. Bu toplumsal fazlayı da, eşi görülmedik bir düzeyde, emperyalist merkezde merkezileştiriyor.
Emperyalist mali sermayenin birliği, savaş sonrası kapitalist gelişmenin diğer iki eksenini ele geçirmeye yöneliktir. Para piyasasının entegrasyonu, para birimlerinin tam konvertibilitesi ve yeni, kuralsızlaştırılmış bir yatırım rejimi tesis etme yönündeki olağanüstü baskının nedeni de bu. Mali sermayenin ulusal formu ne olursa olsun, bu sermayenin batı sermayesi ve yatırımına, üçüncü dünya ve Doğu Avrupa ülkeleri ekonomilerinde mali yatırımlar olarak entegrasyonu, emperyalist mali sermayenin bir yeniden üretim biçimi. Emperyalistlerin bu birliği, şimdilik istikrarlı.
Emperyalistler arası çelişkiler, üretim faktörlerini harekete geçiren üretici sermaye olarak yatırım alanında ve pazar payında yüzeye çıkıyor. Etki alanları yaratma mücadelesinin nedeni ise, yatırımları ve pazar payını garanti altına almak. Emperyalistler arası çelişkiler topyekûn bir mücadele ve savaş halini almadığından, bu çelişkinin hem birlik, hem de çekişme yönlerini kavramak büyük öneme sahip. Birlik, genelleşmiş mali çıkar için; çekişme ise üretim ve emtia pazar payı bağlamında, yatırım alanında olgunlaşıyor. Yani birlik, çekişmeyi de içermekte. Bu durum, Batı kapitalizminin üçüncü dünya ve Doğu Avrupa ülkelerinde yayılmasına dek sürecek. Üç emperyalist blok arasındaki ticaret savaşının şiddetlenmesi ise, birliği yavaş yavaş bozuyor. Ancak şimdilik çekişme, birliği kıracak bir düzeye erişmiş değil.
Küreselleşmeyi emperyalist yapan, batı kapitalizminin üretim sistemi ve piyasayı bu yolla gasp etmesidir. Bu gasp, esas olarak mali mekanizma yoluyla gerçekleşiyor. Sorun, yeni pazarlar geliştirmekten çok, mevcut pazarı ele geçirmek. Küresel entegrasyon sürecinde, ulusal pazarlar olağanüstü bir düzeyde genişlemiyor. Büyüyen, batı kapitalizminin pazar payı sadece. Bu olgunun kanıtını, dünya ekonomisinde fazla bir büyüme olmamasına rağmen kâr oranlarında meydana gelen artışta bulmak mümkün.
Bu uluslararasılaşma, kapitalizmin, bağımsız büyüme sağlayacak çok sayıda filiz vermesine olanak tanıyacak şekilde yayılması, yani sınırlarını genişletmesi değil. Tam tersine, yaşanan, sermayenin, geçmişteki yayılmacı aşamada oluşan kapitalist büyüme alanlarından batı kapitalizmi içinde merkezileşmesi. Bu nedenle, dünya kapitalizmindeki bu eğilimin doğru kavramsallaştırılması, emperyalist küreselleşme tanımını gerekli kılıyor.
Borç geri ödemeleri ise, gelişmekte olan ülkelerdeki toplumsal fazlayı, batı sermayesinin birikim ihtiyacına tahsis edecek şekilde transfer etmek için yeni ve kalıcı bir mekanizma olarak ortaya çıkmakta.
Tuhaf olan şu ki, üçüncü dünya ekonomilerinin borç bağımlılığına neden olan, yine o ekonomilerin parasıydı. Petrol üreticisi üçüncü dünya ülkelerinin birleşik eylemi sonucu yükselen petrol fiyatları ile ortaya çıkan ek gelir, yüksek faiz oranları ile batı bankalarına çekildi. Bu petro-dolarlar, üçüncü dünyanın, gelişmiş ülkelerden yaptıkları alımları finanse etmeleri için borç fonları olarak devreye sokuldu. Borç yükünün yaratılması, güney ekonomisine yönelik emperyalist baskının yeniden başlatılmasıydı.
BM istatistiklerine göre, üçüncü dünya borçları, 1980’de 567 milyar dolarken 1992’de 1.419 milyar dolara çıktı; yani yüzde 280 oranında yükseldi. Tahminlere göre her yıl 160 milyar dolar, üçüncü dünya ülkelerinden borç geri ödemesi olarak alınıyor ve bu miktarın sadece 90 milyar doları anapara ödemesi. Bu borçlar, söz konusu ülkelerin ekonomik kalkınmasını kısıtladı ve yavaşlattı. Üçüncü dünyadaki ekonomik büyüme oranı, 1970’lerde yüzde 6 iken 1980’lerde yüzde 3’e düşmüştü. Kişi başına kalkınma oranındaki düşüş daha keskin: Yüzde 3’ten yüzde 1’e. UNCTAD tarafından 1980’de gerçekleştirilen bir araştırma, borçların yüzde 30’unun silinmesinin, yatırımlarda yüzde 34 oranında bir artış yaratacağına ve sonuç olarak kişi başına düşen milli gelirin yüzde 24 yükseleceğine işaret ediyordu.

TİCARET ŞARTLARINDA KÖTÜLEŞME
BM’ye göre, üçüncü dünya ihracat fiyatları ile üçüncü dünya ticareti arasındaki oran, 1980’de 100 iken 1992’de 48’e düştü; yani güney, gerçek ihracat gelirinin yüzde 52’sini kaybetti. Şimdi, Yapısal Düzenleme Programı çerçevesinde, Güney ve Doğu, ihracat yönelimli bir ekonomik sisteme zorlanıyor. İhracatın bu yolla genelleşmesinin, rekabetçi bir baskı yaratarak üçüncü dünya mallarının fiyatlarının düşmesine yol açması kaçınılmaz. Bu program ayrıca, söz konusu ülkelerdeki ücretler üzerinde sürekli bir baskı demek. Kuzey-Güney Komisyonu’nun eski üyelerinden Augustin Papic, ticaret şartlarındaki kötüleşme nedeniyle güneyden kuzeye gerçekleşen görünmez transferin yılda 200 milyar dolar tutarında olduğunu tahmin ediyor.
Bunun yanı sıra; nakliye, sigorta, paketleme ve pazarlama fiyatlarındaki fahiş artışlar, katma değer bağlamında, gerçek katkıdan çok daha yüksek. Bu fiyat mekanizması da, artı değer sömürüsünün bir diğer biçiminden başka bir şey değil. Birçok araştırmaya göre, üçüncü dünya ülkeleri, ürünleri karşılığında, ortalama gerçek perakende fiyatın sadece yüzde 10-15’ini alıyorlar.
Sermayenin bu uluslararası hareketliliğinin iki etkisi var. Birincisi; uluslararası tüccarlar, yatırımcılar ve ihracat yönetimli alınıp satılabilir mal üreticileri gibi küresel sermaye sahipleri, uzun vadede, genel ve ulusal özgül sermayeye kıyasla daha fazla kazanıyorlar. İkincisi; her ülkedeki belli sektörlerin sahipleri ve o sektörlerde çalışanlar, kısa vadede, bu sermaye hareketliliğine uyum sağlamanın bedelini ödemek zorundalar. Bu zorunluluğun görünür biçimi, kur oranlarında istikrar sağlamanın karşılığı olarak, makroekonomik politikalardaki özerkliğin feda edilmesi.

TİCARET-İŞÇİ HAKLARI İLİŞKİSİ: ‘SOSYAL ŞART’
Küreselleşme ve dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının sonucu olarak, batı ekonomilerinde devasa bir işsizlik ortaya çıktı. Bu işsizlik geçici değil, uzun vadeli bir yapısal işsizlikti. Nitekim 1987–1991 döneminin parlak gelişmeleri bile, işsizliği kayda değer düzeyde düşüremedi.
Günümüz Amerikası, bir “küçülme” (şirketlerin, işçi çıkartma ve verimsiz birimlerin kapatılması gibi maliyet azaltıcı önlemlerle yeniden yapılandırılması) ülkesi haline gelmiş durumda. Chicago’dan Challenger, Gray&Christmas adlı danışmanlık firması, ABD’li şirketlerin Ocak 1993’ten 1999’a kadar en az 1,7 milyon işçiyi attıklarını belirtiyor. Üstelik bu iş kayıpları, Ekonomik Danışmanlar Konseyi’nin kabul ettiği gibi, kalıcı kayıplar.
Bu kalıcı işsizliğin, işçi sınıfı saflarında huzursuzluk ve işçi sendikalarında kaygı yaratması kaçınılmaz. İşçilerde egemen olmaya başlayan ruh hali, korumacılık. Gelişen eğilim ise, mevcut ekonomik sistemin sorgulanması. Patronlar ve devlet için, bu ruh halini denetim altında tutmak şart. Bu da, halk bilincinin, korumacı duygu ile egemen neoliberalizmin birlikte var olmasına olanak tanıyan bir biçimde perdelenmesini gerektiriyor. Böylesi bir amacı gerçekleştirebilecek siyasi projelerden biri, ticareti işçi haklarıyla ilişkilendirmek. Halk bilincinin böylesi bir yöntemle perdelenmesi, elbette, siyasi muhalefetin biçim ve şiddetine bağlı.
Washington’daki Rekabetçilik Politikaları Konseyi Politika Direktörü (ve ABD Çalışma Bakanlığı’nın eski Uluslararası İlişkiler Sorumlusu) Steve Charnovitz; iş kaybı, adaletsiz rekabet ve işçilerine kötü davranan ülke ve şirketlerden ürün satın almanın gayriahlâkiliği gibi nedenlerle serbest ticarete karşı oluşan bir dizi direniş odağı olduğunu yazıyor. Bu nedenle, çalışma standartlarına ilgi göstermek, yeni ticaret anlaşmalarına yönelik muhalefeti güdükleştirmenin bir yolu olabilir. Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) “sosyal şartlar”ı, siyasi bir proje olarak şekilleniyor.
Hindistan’daki işçi sendikaları ve toplumsal hareketler, sosyal şart ticaret bağlantısını, uluslararası bir adil çalışma standardı geliştirmek için ne etkili, ne de verimli bir yol olmadığı için, bir bütün olarak reddettiler. Sosyal şart projesinin ideolojik fonksiyonuna daha önce de dikkat çekmiştik.

SOSYAL ŞARTIN İDEOLOJİSİ
İşçi haklarının WTO bağlamında ortaya çıkmasıyla, burjuva ideolojisinin gücü de görülmüş oldu. Bu durum, işçi hakları kavramının, adil rekabet ve mukayeseli avantaj ikiz kavramları tarafından yedeklenmesiyle sonuçlandı: İşçi haklarının bağımsız bir statüsü yok; eğer adil rekabet ve üretim unsurlarının mukayeseli avantajı baltalanırsa, işçi hakları da son bulur.
Aslında, adil rekabet ve mukayeseli avantaj zaman zaman karşı karşıya gelir. İşçi hakları kavramı ise, bu karşıtlığı uzlaştırmak için kullanılıyor. Sosyal şart olarak işçi hakları, emeğin değil sermayenin gereksinimi için var ve görevi, iki spesifik, somut sermaye türünü uzlaştırmak ve verili koşullarda, bu iki kategori arasındaki gerçek dengenin ne olacağını belirlemek.
Bu nedenle, emperyalist ülkeler, sosyal şartın WTO’da kurumsallaşması için eşi görülmedik bir ısrar gösteriyorlar. WTO mekanizması içinde işçi hakkı, sermaye için bir enstrüman işlevi görecek. İşçi hakları bu durumda sermayeye karşı mücadelede işçi sınıfı için bir araç olmayacak; en iyi ihtimalle, işçi sınıfına dolaylı ve ikincil bir çıkar sağlayacak.
Daha da ötesi, sosyal şart ister uygulansın, ister uygulanmasın, WTO’yu meşrulaştıracak. Emek ve işçi hakları, bu meşrulaşma sürecinde çevresel bir rol oynayacaklar. Uluslararası sendikal hareket ise, küresel sermaye ve serbest ticareti ideolojik olarak kaçınılmaz ve gerekli kabul ettiği için, bu çevresel rolü de kabulleniyor. Bu, taktik bir geri çekilme değil, uluslararası sendikal hareketin zayıflığının bir göstergesi.

KÜRESELLEŞMEYLE AÇILAN ALAN
Batı dünyasında, gelişmekte olan ülkelerin kültürel ve sosyolojik olarak bölücü; toplumsal dönüşüm için etkili, tutarlı ve sürekli bir siyasi hareket inşa etmekte ise yeteneksiz olduğuna dair egemen -ve yanlış- bir algılama vardır. Bu illüzyon; siyasi irade yokluğu, kadercilik, yaygın yolsuzluk, toplumsal karşı çıkışın parçalı hali ve tutarlı bir demokratik hareketin yokluğuna dair imgeler, haberler ve araştırmaların sistemli bir biçimde yeniden üretilmesiyle oluşturulur. Böylesi algılamalar, batılı sendikacılar, toplumsal muhalifler ve akademisyenler arasında bile varlığını sürdürmektedir. Bu sahte algılamalar münferit değil, batı siyasi kültürünün hegemonik ideolojik bileşenleridir. Algı, bazı üçüncü dünya aydınları ve örgütleri tarafından da güçlendirilmektedir.
Toplumsal ve siyasi muhaliflerin giderek büyüyen bir bölümü de; insanlık dışı azgelişmişlik, insanlığı yok eden teknoloji ve milliyetçilik ile ırkçılığın küstahlığı nedeniyle tehdit altında olan çevre, yenilenemeyen kaynakların tüketilmesi, açlık ve yolsuzluk karşısında derin kaygı duymaktadırlar. Bu eklemler yuvalarından çıkarılmış ve esas olarak, uluslararası toplumsal düzenin kültürel bir eleştirisine hapsedilmişlerdir, ama yine de konu, şiddetli bir ideolojik tartışmaya neden olmaktadır.
Hükümetler arası örgütler ve forumların sayısındaki artış ile alanını genişleten bu ideolojik sapmanın çatısı, batı toplumunun bahsedilen kısımları tarafından çatılmakta. Uluslararası NGO’lar (hükümet dışı örgütler), kampanya grupları, ITF’ler, hatta uluslararası tekeller bile, yükselen küresel sivil toplum olarak selamlanıyor. Bu kavram üzerinde tartışmaya girme zahmetine katlanmasak da, küreselleşmenin uluslararası alanı genişlettiği olgusunu kabul etmeliyiz. Ve bu alan, kapitalizme itaat eden kurum ve ideolojiler tarafından dolduruluyor.
Kuşkusuz ki, küresel bir devletten yoksun olan bu alan zayıf ve sadece ideolojik. Küresel olarak sınıf güçlerinin dengesini değiştirmede ancak kısıtlı bir siyasi rol üstlenebilir. Ama burjuva ideolojisine bu alanda saldırmak ve ona burada meydan okumak, dengeleri, belirli bir ülke ya da bölgede kısmi reformlar gerçekleştirebilecek güçler lehine yeniden kurabilir.
Üçüncü dünya halklarının durumu hakkında içten bir endişe duyan batı dünyası halklarının geniş bir bölümü, ideolojik olarak, bu sahte algılamaların tuzağına düşmüş durumda. Üçüncü dünya halklarının, eklemleri tutarlı bir biçimde ve siyasi netlikle yerli yerine oturtmadığı koşullarda, bu küreselleşme ideolojisinde sol liberal bir pozisyon tutmaya devam edecekler. Bu illüzyonu kırmalarını sağlayacak bir strateji geliştirmek, bizim de çıkarımıza. Üçüncü dünya halklarıyla içten bir dayanışma için gereken koşullar, böyle sağlanabilecek.
Batı devletlerinin, işçi haklarını WTO’nun kurumsal mekanizmasına bağlayarak, korumacılık ve sol liberalizm eğilimlerini birleştirmesi gerçekten de büyük başarı. Batı, bu süreçte, kendisi için daha geniş bir toplumsal taban elde etmeye ve batı dünyasındaki toplumsal ve sendikal hareketin, üçüncü dünya işçileriyle dayanışma yolunu seçerek radikalleşmesini de önlemeyi hedefliyor. Bu, üçüncü dünyaya karşı siyasi bir uzlaşma inşa etme projesi.
Karşı çıkılması ve püskürtülmesi gereken, tam da bu siyasi proje. Üçüncü dünya sendikaları ve toplumsal örgütlerinin retçi tutumu, ulus devlet alanından bir muhalefet momenti oluşturuyor. Ancak bu tutum, küreselleşme ideolojisine gerçek reforma dair bir karşı iddiayla meydan okuyan bir bileşenden yoksun. Bu haliyle muhalefetin, emperyalist siyasi uzlaşmada bir gedik açacak gücü yok. Ret pozisyonu, üçüncü dünya toplumlarının zayıf demokratik kapasitesine dair yeni bir gösterge olarak sunuluyor.
Kapitalizm, tarihi boyunca işçi sınıfını, sürekli bir düzenleme süreci içinde bölmüş ve yeniden bölmüştür. Bu bölünmeler ideolojik olarak diri tutulur ve bu nedenle, bağımsız bir işçi ideolojisi için verilecek sürekli mücadele, işçi sınıfının birliğini inşa etmek için şarttır.
İşçi hareketi, sürekli bir gelişim süreci içindedir. Bu süreci bütünlüğüyle kavramak oldukça önemli. Reform istekleri ve isyanlara kadar giden yol, bu sürecin bir parçası. Lenin’in dediği gibi, reformlar devrimin yan ürünleridir. Aynı zamanda, gerçek reformun devrimi ertelediği de doğrudur. Marksistler için devrimler, toplumsal dönüşümün temelini oluşturur. İşçi hareketi eşitsiz bir biçimde geliştikçe, reform isteği de giderek daha geniş bir zemine kavuşur. Ancak böylesi bir reform için ekonomik ve toplumsal olasılık mevcut olmalıdır. Tarihte bazen bu olasılık azalır. Bu olduğunda, işçilerin ayaklanmacı ruh hali güçlenmeye başlar.
Devrimci bir açıdan bakıldığında, bu isteği kavrayıp kabul etmek ve onu, kapitalizmin fay hattı boyunca ilerleyen bir reformlar çizgisine yöneltmek önemlidir. Bu yönlendirme, koşullar uygun olduğunda, sermaye ile emek arasındaki güç dengesini değiştirebilecektir. Ekonominin krizde olduğu dönemlerde reform olasılığı kısıtlanır ve yok olmaya yüz tutar. Reformizme içkin çelişki, yani istek ile olasılık arasındaki çelişki, bir krize evrilecek ve tarihsel dönüşüm için gerekli alanı açacaktır. Reformizm ideolojisiyle mücadele etmeliyiz. İşçilerin, reformizmin boşunalığını kendi siyasi deneyimleriyle görmelerini sağlamalıyız. Bu da, reform hattını doğru tanımlamayı ve kitleleri o hatta yönlendirmeyi gerekli kılar.

‘SOSYAL ŞART’IN REDDİ VE GERÇEK SENDİKAL HAKLAR İÇİN MÜCADELE
Yalnızca örgütlü işçi hareketinin çıkarlarına odaklansak bile, farklı bir reform hattı tutulabilir. Sendikal haklar konusu, uluslararası sendikal hareketin tüm parçalarını ilgilendirmektedir. Stephen Deery şöyle yazıyor: “Amerika’da sendikacılığa yönelik işveren muhalefetinin şiddetinin, sanayileşmiş dünyanın geri kalan tümünden daha büyük olduğunu söylemek için yeterince kanıt var. Amerikalı işveren, sendikasız bir ortam yaratmak için yasal ya da yasadışı her eyleme başvurur.”
İşçiler ise, kendilerini temsil edecek bir sendikayı ister, ona ihtiyaç duyarlar. 1994 tarihli Amerikalı İşçiler İşyeri Temsil ve Katılım Araştırması’na göre, sendikasız işçilerin neredeyse üçte biri sendikalaşmaya hazırdır, ama idarenin temsilci sendikayı tanımayacağından endişe etmektedirler. Hukuki ve kurumsal düzenlemeler, idareye, sendikalaşma sürecini etkileme gücü tanır.
Alman işverenler, sosyal pazar ekonomisi sistemindeki kolektif pazarlık mekanizmasında, Mithestimmung (birlikte kararlaştırma) adı altında köklü bir değişim talep ediyorlar. Buna göre, genel toplu iş sözleşmesi, sadece temel ücretler ve çalışma saatleri için geçerli olacak. Ayrıca gerektiğinde, bu temel sözleşmeyi uygulamamak için bir kaçış yolu da var. Geri kalan konular, tek tek şirketler ile işçileri arasında görüşülerek karara bağlanacak.
Almanya’da sendika üyeliği, 1991’den bu yana yüzde 20 düştü ve düşmeye devam ediyor. 1995’te, Alman İşçi Sendikaları Federasyonunun üye sayısı yüzde 3,9 oranında düşerek 9,4 milyona gerilemişti. Toplu pazarlık sisteminde reform adı altında gerçekleştirilmek istenen son saldırı, sosyal haklarda gerileme, kamu sektöründe ücretlerin dondurulması, 10 veya daha az işçi çalıştıran şirketler için işten atma serbestîsi gibi uygulamaların tümü, Anglo-Amerikan tipi bir kapitalizmin tesisine yöneliktir.
Amerika, Kanada ve İngiltere’de düşük ücretlerin oranı, diğer G7 ülkelerinden oldukça fazla. Federal asgari ücreti, saatte 4,25 dolardan 5,15 dolara çıkarma teklifi bile sert bir tepkiyle karşılaştı. 12 milyon insan, resmi asgari ücretten daha az ücret alıyor. Bunların yüzde 40’ı ise, ailelerinin tek çalışanı.
Uluslararası şirketlerin üçüncü dünya ülkelerindeki sendikalar ve ileri işçilere yönelik tutumu ise daha saldırgan. Devasa sermaye kaynak rezervleri; fabrika kapatma, sendika aktivistlerinin işten atılması ve demokratik sendika önderliklerinin tasfiyesi gibi yöntemlerin yanı sıra, sermayenin geri çekilmesi yoluyla da, sendikacılığı kırmak için kullanılıyor. Sendikaları yok etmek ve maliyeti düşürmek için kullanılan bir diğer yöntem ise, sistematik taşeronlaştırma. Yerel şirketler, fiilen uluslararası tekellerin şubesi olarak çalıştıklarında bile, bu şirketlerden sözleşme kapabilmek için birbirleriyle rekabet etmek zorunda kalıyor. Ekonomik olarak varlıklarını sürdürebilmek için, işgücünün aşırı sömürüsünü gerçekleştirmek durumundalar. Bunu da sendikaları şiddet yoluyla bastırarak, zorla şirket sendikaları kurarak ve sendikacıları öldürmeye kadar varan terör yöntemleri uygulayarak gerçekleştiriyorlar.
Böylesi bir durumda, uluslararası sendikal hareketin önündeki temel mesele, işyerinde işçi haklarının tesis edilip uygulanmasını sağlamak amacıyla, küreselden yerele dek bir kurumlar sistemi inşa etmek. Bu perspektiften bakıldığında, ICFTU’nun sosyal şart önerisi, tamamen yetersiz olmanın ötesinde, hareketi darbeleyici nitelikte.
Uluslararası işçi hareketi içindeki asıl tartışma; ‘işçi hakları’nın, uluslararası tekeller bağlamında üretim ilişkilerine karşılık gelen bir tarzda yeniden tanımlanması, bu hakların evrensel kabulü için etkili bir uluslararası kampanya ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarından bağımsız bir gözlem ve uygulama faaliyetidir. Verilen mücadele, mevcut siyasi ortamda elde edilebilecek azami özerklik için olmalıdır.

GERÇEK BİR REFORM GÜNDEMİ İÇİN ULUSLARARASI SENDİKAL DAYANIŞMA
Dünya emekçilerinin mücadelesi, genel olarak iki eksende belirginleşiyor; farklı ekonomiler arası adalet ve ikincisi, bir bütün olarak sermaye ile emek arasında adalet. Tarihsel olarak avantajlı bir konumda olan gelişmiş ekonomilerdeki işçinin hedefi, asıl olarak ikinci eksen. Bu ise, tarihsel olarak dezavantajlı ekonomilerdeki işçinin gözüyle geri bir tutum.
Dünya işçi hareketinin politikası, aynı anda bu iki alana da hitap edip iki alanda da işlevsel olmalı. Böylesi bir politika keskin bir odak gereksiniyor; öyle ki bu odak, herhangi bir alana basitçe indirgenmeye değil, iki alanın karmaşıklığının analizine dayanmalı. Hem ulusal, hem uluslararası işçi hareketi, bu genel politikaya uygun olarak görevlerini yeniden saptamalıdır.
Emek, giderek üst üste binen ve tek bir dünya ekonomik sistemine entegre olan ulusal ekonomilere gömülmüş durumda. Küresel ekonominin demokratikleştirilmesi çabası, aslında küresel emeğin farklı katman ve parçaları arasındaki eşitliği sağlama çabasıdır. Adaletli ticaret koşulları, emperyalist borçların iptali, gelişmekte olan ülkelerin görece özerk ekonomik kalkınmasına olanak tanıyan parasal ve mali kurumların inşası için verilen mücadele, bu genel politikanın bir parçası olmalı. Bu anlamda, batı işçi hareketinin dayanışması istenen noktadan çok uzakta. Uluslararası işçi hareketi içindeki mücadele, bu konuları gündeme taşıyıp işçi hareketini yeniden tanımlama mücadelesidir.
Batı işçi hareketinin egemen parçası ise, tam aksine, “sosyal demokratik küreselleşme” kavramı ile ortaya çıkıyor. Bu da, tıpkı sosyal konu gibi, ideolojik. Aslında, WTO’daki sosyal konunun, sosyal demokratik küreselleşmenin mekanizmalarından biri olduğu söyleniyor.
Avrupa sosyal demokrasisi, Avrupa’daki devrim hayaletine bir tepki ve dönemin siyasi gündemine göre sosyalizme bir geçiş idi. Bu tarihsel sermaye-emek uzlaşması, ulusal düzeyde toplumsal ve siyasi tavizler karşılığında, emperyalist birikime siyasi tepki verilmemesi anlamına geliyordu. Avrupa komünist ve militan işçi hareketi bu sessizliği kıramadı. Sosyal hak alanında elde edilen önemli kazanımlar ve reformizm ideolojisi, işçi sınıfını denetim altında tuttu. Ancak uzun süreli bir kriz döneminin habercisi olan ilk saldırılar, uyum sürecini sınırladı. Sosyal demokratik ideoloji çatırdıyor ve toplumsal barış, yerini büyük bir toplumsal çalkantıya bırakmaya başlıyordu.
Reformist ve liberal sol, neoliberal küreselleşmeyi, düzenleme ile serbest piyasa arasındaki çelişki bağlamında öne çıkarıyor. Bu çerçeve kapsamında, neoliberal küreselleşmeye karşı, sosyal demokratik küreselleşme projesi öne sürülmekte. Makul görünüyor, ama değil; çünkü dayanak noktası, küresel bir pazar için ideal bir yapılanma. Oysa mallar, hizmetler ve üretim faktörleri için homojen bir küresel pazar yoktur. Bu formülasyon, bileşenlerin, kapitalizmin tarihsel evriminden kaynaklanan bölünmelerini görmezden geliyor. Oysa bir tarafta uluslararası tekeller ve uluslararası mali sermaye, diğer tarafta ise üreticileri ve işçileriyle, üçüncü dünyanın ulusal ekonomileri var.
Bu bölünme, küresel pazarın yapısal eşitsizliğini de ortaya seriyor. Aslında küresel anlamda var olan tek şey sermaye hareketi; emek ise parçalı ve ulusal piyasalarla sınırlı. Emek, küresel olarak tek tip bir dağılıma sahip değil; siyasi bölgelere hapsedilmiş durumda. Benzer bir biçimde, ulusal kaynaklar için pazarlar da siyasi sınırların dışında.
Bir siyasi gündem olarak sosyal demokratik küreselleşme, mevcut kapitalist sistemin mistifikasyonundan başka bir şey değil. Avrupa’dakine benzer bir dizi sosyal hakkı küresel anlamda sağlamak için tek yol, emperyalizmden kopmaktır. Bu ise, hem örgütsel, hem de ideolojik olarak zayıf ve parçalanmış bir işçi hareketiyle başarılamaz. Dünyanın en büyük federasyonu olan Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), emperyalist ülkeler tarafından finanse edilmekte ve büyük ölçüde şirket sendikaları ile üçüncü dünyanın yozlaşmış, diktatoryal sendikalarından oluşmakta. ICFTU, herhangi bir siyasi iradeden yoksun. Sosyal demokratik küreselleşmenin gündemine sarılmak bir yana, en güçlü olduğu merkezinde bile temel sendikal hakları korumaktan aciz. Bu mit kırılmalıdır.
Sol hareketi etkisi altına alan bozgunculuk, kapitalizmin gücünü abartmanın bir sonucudur. Küresel kapitalizmin acımasız saldırısı, sosyalist devletlerin çöküşü ve batı işçi sınıfının sessizliği, kapitalizmin alternatifinin olmadığı görüşüne alan açtı.
Aslında, böylesi dönemlerde en önemli olan, Marksizm’e inançtır. Onu biçimsel bir sistem olarak sterilize etmek yerine, diyalektik doğasını kavramalıyız. Marksizm’in öngörüsüne göre, kapitalizm, toplumsal hegemonya sağlama sürecinde, kaçınılmaz olarak, bu egemenliğe karşı direnişe de yol açar. Sınıf mücadelesi kaçınılmazdır; ama bu mücadelenin gelişen formu, mevcut egemen ideolojik çerçeve tarafından anlaşılmaz kılınır. Temel siyasi görevimiz, bu küreselleşme sürecine karşı çıkmak. Batı kapitalizminin yeni alan ve sektörlerde -en zayıf halka- ilerleyişine karşı işçiler ve halkların geniş ittifakıyla direnilmelidir. Uluslararası işçi hareketinin dayanışma ve desteği de, böylesi bir mücadele odak alınarak örgütlenmeli. Bu, emperyalist merkezi de zayıflatacak ve batı küresinde sermaye-emek çelişkisini şiddetlendirecektir. Bu mücadele etrafında ideolojik tartışma ve güçlerin yeniden konumlandırılması, uluslararası sendika federasyonları ve dünya işçi hareketinin yeniden yapılandırılması için gereken zemini ve unsurları hazırlayacaktır.

DEVRİMCİ MÜCADELENİN ALANI -ULUS DEVLET
Küreselleşmenin siyasi sonucu, öngörüldüğü gibi devletlerin geri çekilmesi veya sönümlenmesi değil, devletin, uluslararası tekeller ve küresel sermayenin bir aracına indirgenmesidir. Üçüncü dünya devletlerine düşen görev, sermayenin ulusal sınırları tanımadan akmasına olanak tanımak, sınaî ve mali varlıkların ele geçirilmesini, ulusal tasarruf ve mali kaynakların emilmesini kolaylaştırmak ve esnek, kuralsız bir işgücü piyasası oluşturmaktır.
Aslında devlet, geçmiş kısıtlamaları büyük bir hızla yok etmekte hayati bir rol oynamıştır; üstelik emperyalistlerin bu rolü dayatması, üçüncü dünya egemen sınıflarının isteksizliğine rağmen gerçekleşmiştir. Bu durum, üçüncü dünya burjuvazisinin, emperyalist sisteme genel bağımlılığı içinde, sanayileşmesinin sınırlarını da göstermiştir. Bu burjuvazi bağımlılık sürecini yeniden şekillendirebilir, ama onu sona erdiremez. Bir kriz durumunda emperyalistler daima taviz isteyecektir. Samir Amin’in işaret ettiği gibi, bağımsız kalkınma sürecinin başlamasının önkoşulu, emperyalizmden kopmaktır.
Üçüncü dünya toplumlarındaki sınıfsal erozyon, devleti de açık baskıcı hale getiriyor. Örgütlü direniş ve muhalefet merkezleri bastırılmalı, toplumsal protestoların siyasi olarak yönetilmesi için asgari bir “sosyal yüz” takınılmalıdır. Küreselleşme, politikayı, sınıfsal ve toplumsal çatışmaların siyasi düzeyde idaresine indirgemiştir; bu idarenin araçları olarak siyasi partiler de, uluslararası tekeller ve uluslararası mali kurumlara hizmet ederler.
Sorun, emeğin, ulusal ekonomik alanı, yani ulusal makroekonomik politikanın özerkliğini savunmakta bir çıkarı ve rolü olup olmadığıdır. Küresel bir pazarda sermayeyi güçlü tutmak için, devlet üzerinde denetim şarttır. Bu verili bir durum olmaktan çok, çeşitli toplumsal güçler tarafından şekillendirilen bir durumdur. Devletin toplumsal zemininin zayıflaması, farklı ittifaklar olasılığını da gündeme getiriyor. Emperyalizme meydan okumanın ilk ve etkili alanı, üçüncü dünya ulus devletleridir. Küresel reformistlerin öne sürdüğü gibi bu sorun bir kenara atılamaz; aksine, büyük bir inisiyatifin odağı olabilir. Bu görevin başlangıcı da, emeğin, dengeleri ulusal makroekonomik politika özerkliği lehine değiştirmek amacıyla etkili yerel koalisyonlar kurmasıdır.
Bundan daha önemlisi ise, belirli bölge veya ülkelerde devrimci durumun olgunlaşması ve güçler dengesinin, emperyalizme ulusal ve halkçı bir muhalefet lehine radikal bir değişiklik geçirme olasılığıdır. Bu da, üçüncü dünya işçi sınıfının görevini farklı koymasına neden olur. Küreselleşme sürecini yumuşatmak amacıyla sosyal demokratik uzlaşma politikalarına taviz verilmemeli, küreselleşmenin ilerleyişini durdurmak için üçüncü dünya işçileri ve halklarının başkaldırısı örgütlenmelidir. Büyük sektörlerde liberalizasyon, özelleştirme, kuralsızlaştırma ve küresel rekabet politikaları, kitlesel ve militan bir direnişle göğüslenmelidir.
Günümüzde, uluslararası sendikal hareket için emperyalist küreselleşmeye karşı mücadelenin anahtarı, reformcu projeyi küresel düzeyde, direnişi ise ulusal düzeyde birleştirmektir. Küresel düzeyde gerçek bir reform hareketi, emperyalist küreselleşmenin ideolojik mistifikasyonunu yırtıp atmalı, üçüncü dünya işçi sınıfı küreselleşmeyi kendi minderinde yenmelidir.

Mart 2000

Uluslararası Sendikal Birlik Kazanma Etkenidir

Yoldaşlar, divandaki arkadaşlarımız

Uluslararası sendikal hareketin militan anlayışına sahip olan kişilerin bir araya geldiği bu tarihsel anda, burada bulunan herkese merhaba. Ben, Hindistan’dan, Yeni Sendikal İnisiyatif’ten geliyorum. Aynı zamanda Hindistan’daki çeşitli sendikalarla yoğun ilişkilerimiz var ve onların da size sıcak selamlarını getiriyorum. Bu kadar önemli bir buluşmanın bir parçası olmaktan büyük bir onur duyuyorum. Çünkü burada, çeşitli sektörlerden küresel, daha doğrusu uluslararası sendikal hareketin çeşitli sektörlerinden çeşitli sendikaların en militan unsurları bulunuyor ve ben de bu sürecin bir parçası olmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum.

Son on yıl içerisinde çeşitli sorunlar, çeşitli saldırılar söz konusu oldu. Ben de farkındayım ki, buradaki arkadaşlarımız uzun bir mücadele tarihine sahipler. Hapislere atıldılar, işkence gördüler ve sermayenin çeşitli saldırılarına maruz kalmış insanlar burada. Ben kendi sendikam adına konuşurken, aynı zamanda uluslararası sendikal hareket tarafından gösterilmiş dayanışma düzeyinden de bahsetmek istiyorum. Ben Hindistan’dan geldim, biliyorsunuz ve yakın zamanda Bush, bizim çok fazla yemek yediğimizi, çok fazla pirinç tükettiğimizi söyledi. Ama biz hiç de o kadar yemek yiyebilir durumda değiliz. Benim ülkemde, nüfusun yüzde 75’i yetersiz beslenme ile karşı karşıya. Ben öyle bir ülkeden, öyle bir bölgeden geliyorum ki, küresel anlamda, uluslararası düzeyde çalışmakta olan, ama yine de yoksulluk durumunda olan nüfusun yüzde 33’ü, dünya çapında nüfusun yüzde 33’ü benim ülkemde 10-12 iş saati çalışıyorlar; yine de kendilerine karınlarını doyurabilecek kadar bir yemek almaları mümkün değil. Yüzde 60’ından fazlası tarlalarda, sanayide, çeşitli iş kollarında çalışıyor. Son derece kötü koşullarda çalışıyorlar.

Bir buçuk gündür burada faaliyetlerden bahsettik. Üretimden, imalattan bahsettik. Ama şu çok önemli ve bizim mutlaka anlamamız gerekir ki, emperyalizmin yeni yüzlerinden, yeni aşamalarından bir tanesi; emperyalizm, en çok, en yüksek düzeyde sömürünün gerçekleştiği bölgelere gidiyor. Oradaki ekonomileri revize etmek, madenlerini çıkartmak, o ülkenin kendi zenginliklerini ellerine geçmek için bunu gerçekleştiriyorlar. Dolayısıyla uluslararası sendikal hareket üzerine düşündüğünüzde, buradaki yoldaşların, aynı zamanda, dünyanın o bölgesinde, o kısmında neler oluyor, bununla ilgili kafa yormasını, bununla ilgili de düşüncelerini yansıtmasını istiyorum. Şunu da söylemek istiyorum; emperyalizmin bugünkü çağında, bugünkü aşamasında, bütün dünyadaki işgücü piyasalarını, emek piyasalarını entegre etmeye çalışıyor. Ama bu, o bölgedeki halkların gerçekten bir takım kazanımları olduğu, bir takım şeyler kazandıkları anlamına gelmiyor. Hindistan’da, Endonezya’da tarımsal alandan, kırsal alandan şehirlere, imalat sektörüne bir geçiş yapmak zorunda kalıyorlar. Ama bu insanlar zenginleşmiyorlar, gelirleri yükselmiyor. Halk, bu zenginleşmeden, bu gelişmeden hiçbir şekilde faydalanamıyor. Onun için, burada var olan, burada toplanan bütün sendikalardan ve sendika temsilcilerinden, bu kalkınma ve gelişmişlik üzerine kafa yormalarını rica ediyorum. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki ürünleri sömürüyor ve bütün bu zenginlikleri üretenler sözleşme yapamıyorlar 1990’larda, hatırlıyorum, 1970’lerde daha doğrusu, uluslararası sendikal hareket belirli bir zirveye ulaşmıştı aslında. Ne yazık ki, o aşama artık geçti. O dönem çöktü, ama hala uluslararası sendikal hareketin kapitalistlerin üstünde bir baskı oluşturması gibi bir hedefimiz duruyor; bu görev hala bizim.

Toplu sözleşme ve her bir arz-talep, her bir tedarik içerisinde mutlaka bu hakkın elde edilmesi, dernek kurma hakkının elde edilmesi, örgütlenme hakkının elde edilmesi için çalışılması gerekiyor. Uluslararası sendikal birliğin, mutlaka, toplu sözleşme hakkı ve dernek kurma, örgüt kurma, örgütlenme hakkı ile birleşmesi ve bunlar üzerinden kurulması büyük bir önem taşıyor. Ben buradaki toplumun bir parçası olmaktan çok memnunum, çok onur duyuyorum. Ama görüyorum ki, buradaki katılımcılardan büyük bir bölümü metal işçileri. Benim açımdan, çeşitli uluslararası örgütler ve uluslararası çaptaki örgütlerin, sendikaların ortak bir stratejiyi mutlaka ortaya koymaları gerekiyor. Bütün militanlar, buradaki bütün delegeler, biz bu zincirde, bu tedarik ve arz zinciri içerisinde bir kırılma yaratabilirsek, birlikte büyük bir iş başarmış olacağız. Bu bağlamda, Hindistan’da toplumun işçi sınıfının tüm kesimleriyle birleşmesi için çalıştık ve burada temel çelişki, temel sorunumuz şu ki, dünya çapındaki üretim yayıldı, genişledi; ama Türkiye’deki işçiler, Avrupa’daki işçiler, Hindistan, Pakistan’daki işçilerin mücadelesi, herkesin yaşanabilecek bir ücrete sahip olması için. Benim için en önemli konulardan bir tanesi bu. Mutlaka genel anlamda, genelleşmiş bir yaşam koşulu, genelleşmiş bir mücadele konusu etrafında nasıl birleşebiliriz, nasıl ortak bir strateji uygulayabiliriz, bunların üzerine kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Ben buna inanıyorum ve sizleri de teşvik etmek istiyorum bu konuda. Tekstil sektöründen gelen kardeşimiz vardı, burada o konuştu örneğin. Hindistan’da da benzer bir durum var; çünkü küresel emperyalizmin gerçekliklerinden bir tanesi şu ki, bir kayma oldu, artık yeniden yerleştirme gibi bir süreç gerçekleştiriliyor. Hindistan’daki tekstil atölyeleri Avrupa’daki giysileri üretiyor belki. Avrupa belki Türkiye’de, özellikle Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ürettiriyor; işçilerin mutlaka sözleşme hakkını, sözleşme gücünü bulabilmeleri lazım, bunları edinmeleri lazım. Ben Asya’dan geliyorum ve dünyada tüketilen giysilerin yüzde 60’ı Asya’da üretiliyor. Asya’da dört tane ülke, dört tane sendika yan yana gelirse, dünyanın giysisini üreten bu sendikalar, bu işçiler ellerini sözleşme masasında güçlendirebilirler. Bence özellikle tekstil sektörünün zemin olması ve temelini Asyalıların oluşturması gerekiyor. Neden bunu söylüyorum? Çünkü özellikle Güneydoğu Asya, küresel piyasanın en altındaki koşullar açısından en alt, en düşük noktayı simgeliyor. Ve bu bizim açımızdan da tarihsel görev, büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Böylesi bir örgütlenmeyi inşa etmek bizim hepimizin birlikte olduğumuzu gösterecektir ve dünya çapındaki bu süreçte en alttaki işçiler olan bizler bu sorumluluğu almalıyız.

Son bir konu olarak göç konusu, benim açımdan çok önemli. Ben elbette ulusa saygı gösteren bir gelenekten geliyorum, ancak benim görüşüme göre, eğer ulusal meseleyi ele almazsanız, bir komünist olmanız, bir militan olmanız mümkün değildir. Ben buna inanıyorum ve bugün göç konusu en temel konulardan bir tanesi. Bu, tarihsel bir sorumluluk. Göçmen işçiler ve uluslararası düzeydeki göç eden işçiler ve göç konusunu mutlaka ve mutlaka üstlenmemiz ve sendikalar olarak bu konuya eğilmemiz gerekiyor. AB’deki göçmen işçiler örneğin. Biz onlarla bir araya gelebilir olmalıyız. Almanya’daki bir Türkiyeli yoldaşla, İngiltereli bir yoldaşla. Eğer Avrupa Birliği ülkelerindeki bir sendika Türkiye’ye saygı göstermezse, burada çalışan göçmen işçiler, Türkiye kökenli göçmen işçiler asla saygı görmeyeceklerdir o ülke tarafından. Onun için de, benim açımdan, bu ulusal mücadelenin bir parçası olmanın, uluslararası düzeyde her bir Hint, her bir Asyalı, her bir üçüncü dünya ülkesi işçisinin hak ettiği, dünyanın her hangi bir yerinde bütün işçilerin hak ettiği saygıyı elde ettiğini, o saygıyı kazandığını görmenin, o saygıyı gördüğünü görmenin benim en önemli görevlerimden birisi olduğunu düşünüyorum. Ve bu konuyu ileriye taşıyabilmemiz için olanaklar var ve ben, gerçekten sizlerle birlikte bir parçası olacağım bu mücadelenin içinde bulunacak olmaktan büyük bir gurur duyuyorum. Teşekkür ederim yoldaşlar.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑