bir liberal tarihçi*

Christopher Hill

İyi tarih yazmaya yardımcı olan siyasi dü- şüncenin muhafazakârlık ya da radikallik değil, liberal düşünce olduğu fikri güçlüdür. Liberaller bu alanda merkezi bir yer edindiler…

Tüm Avrupa medeniyetinin tarihini tek başı- na yazan pek yoktur; bu tarihi profesyonel tarih- çilerin yazması ise daha da nadir bir olaydır. En az rastlananı ise bu meslekten olanların böyle bir tarihi övmesidir. Oysa Dr. H. A. L. Fisher’in Avrupa Tarihi kitabı ilk çıktığında tarih dünyası- nın önemli isimleri övgüyle karşılamıştı. Ayrıca eleştirmenler de tek cilt halinde çıkan kitabı, ucuz ve popüler ama tüm bilgileri içeren geniş kapsamlı ideal tarih kitabı olarak övmüştü. Bu nedenle, yeni baskısı vesilesiyle bu kitabı değer- lendirmek yerinde olacaktır.

Kitap, konsept olarak hayranlık uyandırı- yor: Avrupa medeniyetini Yunanlardan itibaren alıp günümüze getiren ve yüzyıllar ilerledikçe

* H. A. L. Fisher tarafından kaleme alınan “The Whig Histori- ans. Britanya Akademisi Tutanakları 1928” üzerine Modern Quarterly dergisi, Temmuz 1938, Cilt 1, sayı 3’te yayınlanan makale, İngilizcesinden Aynur Toraman tarafından çevril- miştir.

daha ayrıntılı açıklamalara yer veren bir tarih kitabı. Koordinesiz araştırmalar çağında, uz- manlar ile genel kamuoyu arasında aracı işlevi görmekten korkmayan bir tarihçiye rastlamak memnuniyet verici. Oxford Üniversitesi Yeni Fa- külte Dekanı bu kişi, sadece tarihçi değil, aynı zamanda işadamı ve ilgi alanlarının genişliği ki- tap boyunca görülüyor. Paris’in 1842’deki duru- mu konusunda [Alman şair Henrich] Heine’den alıntı yapıyor ve İtalyan Rönesans sanatına da bir bölüm ayırmış.

Günümüze kadar uzanan hikâyesi boyunca aynı felsefe geçerli. Yazar da, her ne kadar so- nucu herkesin zevkine göre olmasa da, belli ki tarzıyla ilgili epey çaba göstermiş. Ne kadar az tarihçi bu çabayı gösteriyor! (Yazar zaman za- man bir tercümeyi açıklama ihtiyacı duyuyor: Kuşatma sanatında Hollandalılar tarihsel kur- nazlıklarından bir şey yitirmemişti. Şehirleri ele geçirip savunabiliyorlardı.”) Bütün başarısı bir yetenek gösterisidir; bu yazının devamında kita- bın konseptine kıyasla yetersiz kalan yönlerine dikkat çekiyorsam bu, geçmişte yapılan eleştiri- siz aşırı övgü nedeniyledir.

Dayanak olarak aldığı materyaller, kitapla ilgili ilk şüpheyi doğuruyor. Giriş bölümünde Dr Fisher, Her bölümün sonunda açıklayıcı bir- kaç kitaba dikkat çekmekle sınırladım kendimi. İngilizce ve Fransızca dillerinde edinilebilecek modern kitapları seçtim” diyor. Oysa 1216-1789 arası dönemle ilgili bölümde adı geçen kitapla- rın beşte dördü 20 yıldan eski kitaplar; çağdaş araştırmaların Rönesans, Alman Reformasyonu, İngiliz İç Savaşı gibi dönemlere ilişkin gelenek- sel görüşleri değiştirdiği bölümlerde ise bu oran daha da yüksek. Yazarın 25 yıl önce tarihçiliğe yeni başladığı dönemlerde güncel olan görüşleri yeniymiş gibi ortaya koyduğunu düşündürecek haklı göstergeler var. Bu görüşleri incelersek bu konudaki şüphenin haklı olduğu görülecektir.

Öncelikle, kavramların ardındaki felsefe, kitabın yazılış mantığı, kelimenin en kötü an- lamıyla Liberaldir. Liberallikten kastettiğim şeyi alaycı bir alçakgönüllükle Giriş bölümünde gör- mek mümkün. IBenden daha akıllı ve bilgili in- sanlar tarihte bir plan, ritim, önceden belirlen- miş bir düzen farkediyorlar. Bu ahenk benden gizlenmiş. Ben sadece art arda gelen dalgalar gibi meydana gelen olağanüstü olayları görüyo- rum. Aslında tek açıklama, hiçbir açıklamanın olmamasıdır. Yine 19. yüzyılda yazmaya başla- yan Sir Charles Oman da kısa bir süre önce buna benzer bir şey söylemişti. Ama Dr. Fisher fazla alçakgönüllü. Birçok aşamada açıklamalar sunu- yor. Örneğin, Avrupa tarihinin gelişimine ilişkin hoş bir antromorfik (insanbiçimci) teorisi var. Avrupa haşin bir sabırsızlıkla devasa boyuttaki yorum ve açıklamalar külliyatından yüzünü çe- virdi.” Başka bir yerde ise yazar “İngiltere’de sa- nayi devrimine dair veriler” ile Avrupa’nın karşı- sına çıkıyor ve Avrupa’nın o zaman söylemediği güçlü deliller olarak gördüğü şeyleri yarım sayfa boyunca sıralıyor. Fakat sessiz tanrıça [Europa, Yunan mitolojisinde Avrupa kıtasına ismini ve- ren ve güzelliğiyle dillere destan olan Fenikeli kız] harekete geçiyor, ama akılsızca bir hareketti bu. “Avrupa bundan hiç söz etmedi. Yaklaşan sa- nayi demokrasisinin zayıf ama ufukta görülebi- len işaretlerine dikkatini toplamak yerine Fransız

Devrimi ve İmparatorluk savaşlarına daldı.” Ast- ronominin bu şekilde ihmali yüzünden tanrıçayı, Avrupa enternasyonalizme hazır olmadığı” için, [İngiliz şair] Alferd Lord Tennyson’a bile kulakla- rını tıkarken buluyoruz. Aynı şekilde artık Avru- pa… Rus Komünizmi’nin demir programını kabul etmeyi reddeder.

[Tarih tanrıçası] Clio’nun kendisi de bazen yanlış adımlar atmaktadır. İngiliz iç savaşına iliş- kin olarak yazar şunları yazmaktadır:

Püriten vicdanın işleyişine biraz daha esnek ve müsamahakâr bir yaklaşımla [!] birçok so- run engellenebilirdi diye düşünebiliriz. Ama tarih diğer yola saptı.” Tanrıçanın yanlışı yüzünden gerçekten de büyük sorun çıktı.

Ayrıca 19. yüzyılda özellikle aktif olan lütuf- kâr bir “özgürlük ruhu” da vardı. Fransız Dev- rimi’nin işlediği suçlardan ve Napolyon terörün- den sağ kalmayı başaran bu ruh, 19. yüzyıl so- nunda, Rusya hariç bütün önemli Avrupa ülkele- rinde parlamenter kurumları oluşturmayı başar- mıştı.” Şimdi hakettiği şekilde dinlenmesinden kim şikayet edebilir? Temkinli yazarın üzerinde durduğu başka güdüsel güçler var. Birkaçını sıralıyorum. “İnsan doğası despotluktan yana eğilim gösterdiği için Kilise, Devlet’in izinden git- ti.” “Doğu ile batı arasındaki fark, Hint-Avrupalı (Aryan) ile Samiler arasındaki fark, Yahudiler ile Yahudi olmayanlar (Gentile) … arasındaki fark, Almanları sarsan ırkçı histerinin şiddetli feve- ranları gibi, vahşi baskı patlamalarına yol aç- maktan sorumlu olacaktır.” “Kaderin ilginç bir cilvesiyle, dünya tarihi içerisinde dahi bir halk, Avrupa ırkları içinde tarih sahnesine ilk çıkan- lar oldu.” “Canlı bilimsel merakın ılık akıntısı, yarım yüzyıllık serbest akışın ardından birden dondu ve ortadan kayboldu.” (Neden?) “Bireysel şan merakı dönemin özelliğiydi… Anonim mima- ri günleri artık geçmişte kalmıştı.” (Neden?) “İn- celeyeceğimiz dönem siyasal fikirlerden ya da iyi gelişmelerden yoksun olduğundan değil.

Okur, tüm bu açıklamaların hiçbir şey açık- lamadığının farkındadır. Bunlar bir olguyu bir niteleme ile tekrarlamakta ve bu eşitleme, denk- lemi X=X olarak sıfıra indirgemekte, yani olaylar

olduğu için oldu denmektedir. Oysa nitelemeler bir maksatla yapılır. Olayların gelişim biçimini inkâr etmesi, aslında idealist bir tarih teorisini, soyut düşüncenin eyleme biçim verme gücünü iddia etmektedir. Sınıfsal bir teori, insan doğa- sının zengin ve çeşitli yönlerini, devlet adamla- rının kafa karışıklığını ve olayların dağınıklığını hafife almış olacaktır.19. yüzyıla gelinceye de- ğin Galiçya ya da Balkanlar’ın mazlum köylüleri, yaşam koşullarında herhangi bir değişiklik ya da gelişme hissetmedi.” Köylülerin bu reform- lar için mücadele verdiğini kimse iddia etmesin; bunlar da birer iyi gelişme idi, tıpkı sf. 14’te vahşi Yunan klanların kent hayatına başlaması gibi.

Fakat bütün olaylar düzensiz değildir. Yazar

19. yüzyıl Liberal tarihçilerin, Tanrı’nın zihninde kurulu ve art arda gelen kafası karışık devlet adamlarının giderek farkına vardığı “gerçek bir kabine hükümeti ilkesinin varlığına dair teo- risini yürekten benimsiyor. Alt sınıflar ne kadar uğraşsalar da bu ilkeyi anlayamadığı için bugün- kargaşa durumuna düşmüşlerdir. Amerikan

anayasasının kurucuları, kabine sisteminin özü- ve işlevini anlayamamıştır. Bu nedenle [İngi- liz monarşisinin] Stuart dönemi politikacılarının uzun süre bu sistemi ıskalamış olması şaşırtıcı değildir. Bu sistemin keşfi tesadüfle, hem de iyi bir tesadüfle” olmuştur. “O önemli yönetimin [İngiltere’de 1721-42 arasında iktidardaki Liberal Sir Robert Walpole hükümetinin] ardından, ger- çek sorumlu hükümet ilkesi, yani seçmene karşı sorumlu olan Parlamentoya karşı sorumlu bir Kabine hükümeti kuruldu.” (Burada, eski tarih koyma işine dikkat çekmeye gerek yoktur. 18. yüzyıl tarihi konusunda çağdaş ikincil kaynakla- ra bakan herkes bunu görecektir.)

Yazar ayrıca kapitalist sistemin çelişkilerine bir yerlerde saklı bir çözüm olduğuna, (sabır- lı olur da gereksiz yere karışmaz isek) devlet adamlarımızın bu çözümü bulacağına inanmak- tadır. “Kiralık kent işçilerinin hızla yayılan de- mokrasisine mutluluk katma sorunu, … sessizce ve bir grup devlet adamı tarafından çözülemeye- cek kadar büyük ve karmaşık bir sorundu. Dr. Fisher’in, konuşmanın etkisine inancı sonsuz. Wilberforce’un “Meclis’in Bülbülü” olarak tanın- ması, Fox’un dönemin en iyi Parlamenter hatibi olması köleliğin kaldırılması açısından “önemsiz değildi.” Demokratların moralini bozan tarihin bu döneminde bu durumun telafi edici etkisi vardır. Temmuz monarşisi döneminde “seçme hakkı her ne kadar 250 bin kişilik dar bir kesim ile sınırlı olsa da, Fransa’daki parlamenter hita- bet ihtişam ve hacim bakımından hiçbir zaman daha zengin olmamıştır.” Burada Liberal bir değerler ölçüsü sözkonusudur; nüfusun yüzde 99’unun baskı altında tutulması, “zengin hitap ile karşı karşıya konulmuştur.

Dr. Fisher savaş öncesinde hâlâ güncel olan bir Liberal geleneği miras almakla kalmadı; ken- disi de liberal bir politikacı ve Birinci Dünya Sa- vaşı sırasında Koalisyon Kabinesi’nin bir üyesiy- di de. Bu durum, 1915’te Alman Tirol bölgesinin İtalya’ya vaat edilmesini anlatırken “özgürlük ruhu”na karşı aşağılayıcı tavrını belki açıkla- yabilir: İtalyan yardımının bedeli buydu… ve Londra ve Paris’in demokratik hükümetleri, yasa

tanımayan zorunluluk nedeniyle, ideal adaletten bu kadar sapmaya mahkum olmuştu.” (Yani bu, liberallerin prensip sahibi olduğu, ama “yasa ta- nımayan” gerçeklerin her zaman bunlara uyma- yacağı anlamına geliyor olmalı. Önsöz’de tarih- çiye “insan kaderinin belirlenmesinde tesadüf- lerin ve öngörülemeyenin rolünü kabul etmesi doğrultusundaki yakarışı hatırlayın. Benzer bir olayda genç (William) Pitt “liberallerin anayasal özgürlük dinine gömülmüş” böylece “Fransız savaşının baskısı altında, imtiyazın genişletilme- sini ertelemek zorunda kalmış”, “asla bencil ve dar kafalı bir Muhafazakâr haline gelmemiştir… Daha sonra Disraeli’nin yaptığı gibi o da sanayi yoksullarının acınacak durumunu öngörmüştür. Tavırları tersini gösterse de kalbi temizdi.”)

Eski kabine bakanının, İngiliz işçi sınıfının 1918’de neden bir imtiyaz yaygınlaşması yaşadı- ğı”na dair olağandışı bir açıklaması var. Bu açık- lamada, işçilerin taleplerinin yeri yoktur; her şey devlet adamı dostlarımızın duyguları ile ilgilidir. Evde oturan toprak sahibinin, yaralı bahçıvanı karşısında kibri kırıldı. Hayatını tehlikeye atan demiryolu işçisi, güvenceli bir plutokratın asla edinemeyeceği bir gurura kapıldı. Devlet adam- ları, ülkenin güvenliği için her şeyini tehlikeye at- mayı göze alan bir halkın hakettiği iyi şey nedir diye sormaya başladı.” Ancak, kendisinin bulaş- madığı yerde yazar neden taviz verildiğini anlı- yor. “19. yüzyılın tüm siyasi buluşları [bir başka iyi tesadüf!] içerisinde hiçbiri, sigorta sisteminin keşfi kadar toplumu koruma değeri taşımamış- tır… Devrimin Almanya’da o kadar uzun süre ertelenmiş olması kısmen bu değerli önlemlerle ilgilidir; ve Bismarck, Sosyal Demokrat partiyi,

yoksullar için saygın ve cazip kılan özellikle- rinden bu önlemler yoluyla arındırmıştır.” “La- martine sayesindedir ki… üç renkli bayrak yerine Kızıl Bayrağı koymayı reddetmiş ve tehlikeli bir askerî sefer yerine, o an için liberal bir manifesto ile yetinmiştir. Cesur ama felaket getiren bir tam istihdam vaadiyle toplumsal devrim uzaklaştırıl- mıştır.

Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’ya dış müdahale konusunda yazar umulmadık tarzda

mutlu bir yorumda bulunuyor: “Müttefiklerin derdi, Rus nüfusu içerisinde hâlâ Çarlık hüküme- tinin yüklendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirmekten yana olanlara yardımda bulunmak yoluyla Rusya’yı Almanya’ya karşı savaşın içinde tutmaktı.” Doğrudur: Çarlık hükümetinin girdiği taahhütler bir tek sınıf adınaydı, daha sonra dış müdahale talebinde bulunan sınıf. Fakat başka yerlerde Rus devrimi ile ilgili konularda, vardığı sonuçlarla yazar tarihçiden çok politikacıyı andı- rıyor: “Özgürlükleri pahasına nüfusun büyük ke- simi, yaşamın nimetlerinden cezaevi karnesiyle paylarını aldı.” Düşmanlık beklenebilirdi belki, ama olayların çarpıtılması değil. Çeka’yı “Çarlık Rusyası’ndan miras kalan gizli polis” olarak ni- telemesi ilginçtir; Komünist Partisi’ni “komiteler ya da Sovyetler hiyerarşisi içinde örgütlenmiş olarak tanımlaması ise ilginçten öte tam bir cehalettir. (Komünist Manifesto’ya sadece laf arasında E. H. Carr’ın özetiyle yer verilmiştir; “li- beral deney” anlayışı açısından bu kitap elbette tavsiye edilen İki Şehrin Hikâyesi’nden daha az gereklidir.)

Tümüyle siyasi bir diğer değerlendirme ise

İtalyan Rönesansının ortaya

çıkarması bakımından da coğrafya ve çevre düzenlemesi ekonomiden önce getirilir. “Avrupa sanatı ve

edebiyatının yeniden doğuşunun, antik mermerlerin selvi ve zeytin ağaçları arasında hâlâ parıldadığı bir ülkede ortaya çıkmış olması

doğaldır.” –ve nedense bu

Avrupa’nın en zengin ülkesidir.

Louis Philippe hükümetinin düşme nedeni “aydınlarla uzlaşmaya

çalışmaması”na bağlanır. Louis Napolyon daha akıllıydı. Onun döneminde imparatorluğun

liberalleşmesi”ne iki neden

gösterilir: 1- sağlığının bozulması,

2- Napolyon efsanesini gerçekleştirme isteği. Kaba ekonomik nedenler ve

işçi sınıfının baskısı göz ardı edilir.


şu: “Hitler devrimi, Rus Komünizminin batıya doğru yayılmaması bakımından yeterli bir ga- rantidir… Fakat Faşizmde ya da Hitlerizmde Batı demokrasilerinin, temel özelliklerini yitirmeden benimsemek isteyecekleri sırlar olabilir.” Bu sırlar”dan biri belki de “günümüz Alman- ya’sının eşitlikçi demokrasisi”dir fakat Tacitus zamanından beri var olan “bu faziletli ve tek eşli ırkın” “bastırılamaz verimliliği” değil. “Eşit- likçi demokrasi”nin ardından, “İngilizler barış götürme ve baskıdan kurtarma sayesinde Hin- distan’ı ele geçirmede başarılı oldu” hükmünü duymak sürpriz olmuyor (Tıpkı İtalyanların Ha- beşistan’a yaptığı gibi). Hindistanlıların yüzde 90’ının neden hâlâ okuma yazma bilmediğine dair yarım sayfalık geniş açıklamanın ardından (yazara göre birinci neden, “12 milyon erkek fazlası” olması, ikinci neden ise “Hindistan ge- leneklerinin ilkokullarda bekâr kadın öğretmen kullanılmasına izin vermemesi sorununun aşı- lamamasıdır. Dr. Fisher, “yurtsever ve eğitimli Hindistanlılar”ın idari görevlerde yer almasını övgüyle karşılıyor. Eski Eğitim Kurulu başkanı yazarın eğitim anlayışı, İngiltere’den geri geti- rilen Basklı çocukların “yeniden eğitilmesi”ni gerekli gören General Franco’nunki ile aynıdır. 350 milyon nüfusun, Belçika’nın korunması için gerekenden daha fazla olmayan bir güç tarafın- dan korunması [kimden koruma?] Hindistan’da İngiliz hakimiyetinin Hint halkının büyük ço- ğunluğuna kendisini kabul ettirdiğinin göster- gesidir. Bu Gladstone’un sesidir; fakat duygular [1930’larda kullanılan İngiliz karikatür kahra- manı Albay] Blimp’in duygularıdır. Toprak ağaları, Godolphin’in savaş finansmanının te- melini oluşturan dört şilinlik [eski İngiliz gümüş parası] toprak vergisinden ürkmelerine rağmen sonunda ödediler. İngiliz ruhu buydu işte.” Bu paranın karşılığını çok iyi aldıklarından ise hiç söz edilmiyor. Aynı şekilde Canning “Avrupa’nın en ünlü köşesi ve medeniyetinin beşiğine fellah- ların ve zencilerin yerleştiğini görmek istemedi- ği” için Yunanistan’a müdahale etti; yani vur- gulanan onun aldığı klasik eğitim oluyor, finans merkezi (City) ile olan bağları değil.

Ulusal yanlı tutumun birkaç örneği bunlar. Şimdi de sınıf körlüğüne bakalım. “Aynı zaman- da tebanın sivil hakları da bundan böyle [uzun parlamentodan sonra] kralın keyfi müdahale- sinden korunuyordu”; fakat sulh hakimlerinin çok daha sık ve çok daha keyfi müdahalesinden hiç söz edilmiyor. “2. George dönemi İngilteresi, yoksulluk sınırının üzerinde olan herkese, garan- tili ve talihli bir huzura ulaşmışlık hissi veriyor olmalı.” … “Ülkeyi bir rahatlık ve istikrar havası sardı.” Zengin azınlığın büyük kısmı böylesine duyarsızdı muhtemelen; fakat İngiliz yazarların halkı, dayanılmaz onursuzluk ve adaletsizlik re- jimi altında yaşadıklarına inanmaları konusun- da teşvik etmediklerini kanıtlamak için Swift’i örnek göstermesi büyük ahmaklıktır. 1797 do- nanma ayaklanmalarının ele alınış tarzını sağ- lamlık ve sağduyu karışımı” olarak tanımlamak önyargılıdır; fakat Paris Komünü’nü yarım say- fada atlamak ve Komünarları merhametsizce ezmesi… konusunun doğruluğu noktasında hü- kümet sorumlu tutuldu” demek tamamiyle mülk sahibi sınıfların bakış açısıyla tarih yazmaktır. İlk Hıristiyanlar arasında “sınıf bilincine dayalı güdülerin izine rastlamanın” mümkün olmadığı- nı iddia etmek ve buna yoksulların dininin ha- kim sınıfın dini haline geldiği beşinci yüzyıldan kanıt göstermek samimiyetsizliktir.

Geçmişin bu şekilde çarpıtılması kadar teh- likeli olmayıp da gülünç derecede kendinden emin bir iddia da İngiliz centilmenlerinin davra- nış tarzının, ahlaki ve siyasi kıstas olarak bütün çağlara ve ülkelere uygulanabileceği varsayımı- dır. […] Öyle görünüyor ki “Püriten tiranlar”a karşı ülkenin başlıca itirazı bunların çoğunun iyi yetişmemiş düşük sınıflardan” gelme olması ile ilgiliymiş. İç savaş sırasında gözlenen iyi ruh halinin ardından bu durum daha da hayal kırık- lığı yaratıyordu. Çünkü bu savaşta, hem İrlan- da’da hem başka yerlerde, “kolay sinirlenmeyen fakat kolay affeden, centilmen, insancıl ve aydın aristokrasi, savaşı kötü zehirinden ve bazı bar- bar yanlarından arındırmıştı.” Londra’da “iyi bir centilmen ve iyi bir mağlup olarak Botha’ya yapılan karşılama da çok centilmenceydi (ve

bu, İngiliz işçi sınıfının Boer savaşı konusundaki isteksizliğinin göstergesi olarak algılanmamalıy- dı). […] Almanya’da 30 Yıl Savaşları sırasında yağmalama vardı, açlık vardı, hatta yamyamlık vardı… ve her aşırılık ve çaresizlik döneminde olduğu gibi ahlaki sınırlar çözüldü ve şiddetli ahlaksızlık patlamaları başgösterdi.” Birbirlerini yemeye ara verdiklerinde ise daha da düşkün- lük göstererek yedinci emri ihlâl ettiler. Tilsit’ten sonra “Kraliçe Marie Louise’in etkili yakarışları ne oldum delisi Napolyon’u caydırmadı; fakat evlilik yoluyla bizimkiyle bağlantılı bazı krali- yet üyeleri centilmen özelliklerini göstermiştir. Alman 1. Wilhelm [Kayzer Wilhelm] “onur insa- nı”ydı; 2. Nikolay ise uzun Rus çarları listesinde- ki tek mükemmel centilmen”di.

Bunlar sadece komik denip geçilemeyecek saçmalıklardır. Ciddi bir çarpıtma sözkonusu- dur. Dr Fisher’in dine karşı idealist yaklaşımı da öyledir. Weber ve Tawney bir satır bile yazma- mış olabilirdi: Reformasyon, “din savaşları”, 30 Yıl Savaşı, hatta İngiliz savaşı bile doktriner inceliklerle ilgili yanlış yönlendirilmiş çatışmalar olarak ele alınır. Tarihsel eylemin böyle yüzeysel bir şekilde açıklanmasının temel nedeni ekono- mik faktörün görmezlikten gelinmesidir. 61. say- fada, İÖ 2. yüzyılda Yunan nüfusunun azalma nedeni olarak “savaş, bebek katli ve sıtma” gös- terilir, bebek katli sanki Yunan kadınların kötü bir alışkanlığıymış gibi yansıtılır. 17. yüzyılda Almanya’nın sömürgecilikten pay alamamasının nedeni olarak ekonomik ve siyasal örgütlenme eksikliği değil, coğrafi faktörler gösterilir.

Coğrafya, İspanya tarihinde daha büyük et- kilerde bulunmuştur. Fransa’da bütün yollar Paris’e çıkıyordu. Ama İspanya’da tüm yollar Madrid’e çıkmıyordu. İber dağları ve İber insanı inatçıdır.” İşte bu nedenle İspanya, Fransa’nın tersine 17. yüzyılda yeni monarşi aşamasını ya- şamamıştır. Fakat başka bir sayfada ek bir ne- den daha görürüz: “Belli bir ihmalkârlık, yarı gu- rur, yarı miskinlik maddi zenginlik biçimlerinin gelişimini engellemiştir…Neden-sonuç ilişkisi- ne dair bariz bir karışıklıktır bu! Fakat coğrafya hem neden hem sonuç olarak etkide bulunur:

Yakıcı güneş, kuru, keskin, tozlu rüzgârlar öyle etkide bulunmuştur ki, komünizm ve sosyalizm gibi, kilise nüfuzu ve sendikacılık gibi hastalıklar İspanya ikliminde en halleriyle ortaya çıkar. Eğer General Franco bunları okumuş olsaydı, halk cephesi hükümetinin uyguladığı sulama programının, askerî güçlerin yardımı olmadan seçmenleri sosyalizm konusunda “yeniden eği- teceğini” anlamış olur, ve tarihin gidişatı başka türlü olabilirdi.

İtalyan Rönesansının ortaya çıkarması bakı- mından da coğrafya ve çevre düzenlemesi eko- nomiden önce getirilir. “Avrupa sanatı ve edebi- yatının yeniden doğuşunun, antik mermerlerin selvi ve zeytin ağaçları arasında hala parılda- dığı bir ülkede ortaya çıkmış olması doğaldır.

ve nedense bu Avrupa’nın en zengin ülkesidir. İtalya’nın birleşmesinin, İngiliz basınının sıcak sempatisini topladığı ve birleşmenin ardından demiryolu inşasının yaygınlaştığı vurgulanır; ama bu ikisi arasında bağlantı kurulmaz. Louis Philippe hükümetinin düşme nedeni “aydınlarla uzlaşmaya çalışmaması”na bağlanır. Louis Na- polyon daha akıllıydı. Onun döneminde impara- torluğun “liberalleşmesi”ne iki neden gösterilir: 1- sağlığının bozulması, 2- Napolyon efsanesini gerçekleştirme isteği. Kaba ekonomik nedenler ve işçi sınıfının baskısı göz ardı edilir. Ekonomi sözkonusu olduğunda, savaş öncesi liberal po- litikacının sermayesi [serbest piyasa ve serbest ticareti savunan] Colbdenizmdi. Colbert “ço- cukça bir hezeyan”la azarlandı ama “ekonomi politik icat edilmemiş olduğu için bu oldukça sert görünüyor. “Mali zincirlerden arındırıldığın- da ticaretin daha iyi geliştiğinin keşfedilmesi Liberalizm çağının “iyi tesadüfleri”nden biridir. Fakat serbest ticaretçilerin medeni özlemleri

–“ucuz ekmek politikası güçlü bir donanma ge- rektiriyordu”– “militarist milliyetçilik patlaması sonucu anlamsız bir şekilde parçalanmış ve li- beralizm “deney” olarak kalmıştı. Ancak yazar liberalizmin yerini alacak “iyi bir gelişme”nin henüz bulunmadığını düşünüyor. Ekonomi po- litikBlum’u “keşfetti”; ama “geniş çaplı ‘eko- nomik planlama’nın kısa sürede başarılı olması

asla mümkün değil.” Bu nedenle bir çırpıda eski sömürge sistemini ve beş yıllık planı bertaraf et- mek işine geliyor.

Acı olan şu ki yazar, ekonomik yorum gerek- tiren olguları sıralıyor; fakat “model”den uzak duruyor. İkinci kitabın “Yeni Avrupa” başlıklı 1. bölümü özellikle eğiticidir. İnsanoğlu, batı ülke- lerindeki şehirlilerin izin verdiğinden daha yavaş hareket ediyor” diye başlayıp, belli yerlerde ve belli kafalarda” –ekonomik olarak geri ülkelerde– feodalizm ve katolikliğin ayakta kaldığını doğru bir şekilde dile getiriyor. Avrupa’da düşünce”yi Ortaçağ rahipleri sürdürdü; bu nedenle, “insan düşüncesinde parlamalar” olsa da istikrarlı bir bilimsel gelişme sözkonusu değildi. 16. yüzyılın alaylı (mektepli olmayan) kültürü buna “en bü- yük tezat teşkil eder. Peki neden? Neden kültür, çalışmayan (sosyete) sınıftan diğerine aktarılmış- tır? Bu yeni teknik gelişme ihtiyacı neden ortaya çıkmıştır? Bunun külfetini kim çekmiştir? Neden? Burjuvazinin yükselişinin siyasal etkileri de aynı şekilde gözden kaçırılır. “Ortaçağ imparatorluğu- nun siyasal çerçevesi, ulus devletlerin ortaya çık- masından önce çöktü Avrupalılar ulus olarak

düşünmeye başladı.” “Daha güçlü olan kuzey, Roma’dan kopmaya başladı.” Nedeni hiç sorul- maz. Bu idealist yorumun sonucu olarak bireyle- rin rolüne gereğinden fazla önem atfedilir. “İnsan ruhunun bu büyük hareketinin ilk aşamalarında… Louis Bonaparte belirleyici bir rol oynadı. 20

milyondan fazla nüfusa sahip İspanya’da, 13. Al- fonso’nun tahminlerine göre, sadece altı bin poli- tikacı vardır.” Tarih burada da başka bir yön çiz- miştir. Fakat bu tarih özellikleri başka bir sayfada öngörülmüştür: Dünyanın hali böyledir. Gelecek gözümüzün önünden geçer ve biz onu görmeyiz. Görmeye çalışırsak, önceden belli bir modeli da- yatmış oluruz ki bu gülünç bir tezatlıkla savulmuş olur. Birbirimizi çukura götürelim.

Bu şekilde tarih yazmak iflas etmiştir. Yorum yapma olanağını inkâr yoluyla, İngiliz egemen sınıflarının dar kalıplarının mutlaklığı konu- sundaki kendi yavan varsayımını gizlemekte, tarafsızlığının, liberal politikalarla eşanlamlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ekonomik bağların- dan soyutlanmış bir halde geçmişi ele almaya yoğunlaşması, devlet adamlarının, mucitlerin ve monarşi üyelerinin iyi ya da kötü etkilediği “tu- tarsız, başına buyruk olaylar” önermesini ola- naklı kılmaktadır. Her şeyin olması mümkündür, çünkü nihayetinde her şey hayal mahsulüdür. Tarih düşünülebilir, analiz edilebilir maddi fak- törlerden etkilenmez.

Bu liberal tarih anlayışı ifşa edilmelidir; akademi dünyasında artık saygı görmediği için değil, belki de uzmanlaşmış tarihçiler dışında, okullarımızda öğretilen tarihin büyük bir kıs- mına kaynaklık ettiği için (bu kitaba ilişkin ga- zetelerde çıkan ilk değerlendirmelere bakınız). Ayrıca bu anlayış, Oxford Üniversitesi New Col- lege Fakültesi Dekanı’ndan daha solda olan ve faşizmden nefret eden ama onu hiç anlamayan günümüz Liberallerinin çıldırtan kaderciliğinin de temelini oluşturmaktadır.

Bu tarih yaklaşımının nereye varacağı bellidir: Bir şey analiz edilemezse öngörülemez de. Ge- lecekteki olaylar da geçmiştekiler kadar başına buyruk olacaktır. “Ümit edelim de bütün belirti- lerin tersine insanoğlu gelecekte mantıklı hareket etsin yazarın son sözleridir. Ona göre, ne yapar- sak yapalım tarihi etkilemeyecektir (kabinede yer almamızı sağlayacak eğitime sahip değilsek).

Giriş bölümünde Dr Fisher ilerleme olgusu- nu onaylamakta, ama bu sadece inanç olarak kalmaktadır. Zaten, insan düşüncesi [!] felaket

ve barbarlığa yol açabilecek alanlara kanalize olabilir. Eğer dengesiz liberal devlet adamları düşüncelerin yanlış yönlere kaymasını engelle- yemiyorsa insanın budalalığına omuz silkerek liberalliklerini buzdolabına kaldırmakta –“er- demi hakir görebileceğim kadar özgürlüğü de hor göreceğimden değil” (3. Bölüm’e Önsöz)– ve hiçbir yasa tanımayan başka bir zorunluluk karşısında, Hitler yanlılığının komünizmden daha iyi olduğunu düşünerek kendilerini avut- maktadır. (Açıklamak üzere teoriler ürettikleri)

kapitalist sistem gelişmeye devam etmiş olsay- dı, dünyayı daha iyi anlar, daha mutlu olur- lardı. Ama Avrupa başka bir yola girdi. Kriz, hırs, önyargı ve histeri”nin yanı sıra, rasyonel kılınmış eski şemaya uymayan daha birçok tatsız şey getirdi. Liberal hiç oralı olmadan, et- kilenenler sanki kendi komşuları değilmiş gibi davranmak, kendi davranışının mantıksızlığını görmemek için kafasını kuma gömmek istiyor. Onun kafasını kumdan çıkarmak ise eleştirme- nin görevi.

Stalin ve tarih bilimi*

23 Temmuz 1934’te kendi kendisini yetiştirmiş iki kişi Moskova’da bir araya geldi. İkisi de profesyonel tarihçi olmasalar da konuşmaları tarihsel bir konuya kaydı. Biri Outline of History ve Short History of the World kitaplarını yayımlayan romancı ve yayıncıydı. Diğeri ise, 22 yaşından 38 yaşına kadar yeraltında çalışmış, 1917’den bu yana ise büyük  bir devletin siyasi liderlerinden biri olan profesyonel bir devrimciydi. İlki H.G. Wells, ikincisi ise Joseph Stalin. Konuşmalarından alıntı yaptığımda okuyucu, İngiliz tarihi konusunda, dünya tarihçisinin Stalin kadar konuya hakim olmadığını fark edecektir. Bay Wells’in görüşleri 1934’te dahi demode görünmüş olmalı.

*
Stalin: Tarihsel deneyim artık yararlı olmaktan çıkmış sınıfların gönüllü olarak tarih sahnesinden çekilmediğini göstermiştir. 17. yüzyıl İngiltere tarihini ele alalım. Çok sayıda kişi eski sosyal düzenin çürümüş olduğunu söylemiyor muydu? Ancak yine de onu zor yoluyla yıkmak için bir Cromwell’e gereksinim duyulmadı mı?

Wells: Cromwell anayasaya uygun ve anayasal düzen adına hareket etti.

Stalin: Anayasa adına Cromwell silahlandı, Kral’ı idam etti, Parlamento’yu dağıttı, bazılarını hapse tıktı, bazılarının da kellesini uçurdu.

*
Konuşma Fransız Devrimi’ne kaydı. Wells, devrimci önderler arasında avukatların sayısı ile bu devrimin “anayasal” karakterini göstermeye çalıştı.

Stalin: Devrimci hareketlerde aydınların rolünü inkâr mı ediyorsunuz? Büyük Fransız Devrimi’nin geniş halk kitlelerini feodalizme karşı ayaklandırıp üçüncü etat’in çıkarlarını savunduğu için zafere ulaşan bir halk devrimi değil de avukatlar devrimi olduğunu mu iddia ediyorsunuz? … Az önce “eğitimli çevreler”den söz ettiniz. Ama ne tür eğitimli kişileri kastediyorsunuz? 17. yüzyıl İngiltere’sinde, 18. yüzyıl sonu Fransa’sında ve Ekim Devrimi sırasında Rusya’da pekçok eğitimli kişi eski rejimin yanında yer almadı mı? Eski düzen kendi yanında, kendi hizmetinde, eski düzeni savunan ve yenisine saldıran pek çok iyi eğitimli kişiye sahipti. Çünkü eğitim bir silah gibidir: Etkisi, onu kimin kime karşı kullandığına bağlıdır.

Bu sözler, tarihi yaparken aynı zamanda onun üzerine düşünmüş ve belki de onu gerçekleştirme sürecinde öğrenmiş bir insan tarafından sarf ediliyordu.
Dört yıl sonra, Münih döneminde, Stalin, tarih anlayışını çok daha ayrıntılı ifade eden bir yazı yayınladı. Bu yazı, Tüm Sovyetler Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi’ndeki “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” bölümünde yer alıyordu. Toplumsal yaşam ve toplum tarihine ilişkin Marksist görüşü ortaya koyan Stalin şöyle diyordu:
“Toplumsal yaşama ilişkin olgular arasındaki ilişki ve bağlantılar tesadüfi şeyler değil, toplumun gelişme yasalarıdır. Dolayısıyla toplumsal yaşam, toplum tarihi bir ‘tesadüfler’ toplamı olmaktan çıkar ve düzenli yasalara göre işleyen toplumun gelişim tarihi ve tarih araştırması da bir bilim haline gelir. … Toplum tarihi bilimi, toplumsal yaşam olgusunun bütün karmaşıklığına rağmen, örneğin biyoloji kadar kesin olabilir ve toplumun gelişim yasalarından pratik amaçlı faydalanabilir.”
Bu büyük ve kendinden emin bir iddiadır. Stalin her zaman, tarihin bir bilim olduğunu ve olması gerektiğini ve görevinin de toplumun gelişimini denetim altında tutabilmek için, olguların dikkatli analizi yoluyla toplumun gelişim yasalarını ortaya koymak olduğunu ifade etmiştir.  Onun bu ifadeleriyle H. A. L. Fisher’in sığ anlayışını ifade eden “tıpkı birbiri ardına gelen dalgalar gibi [tarihte] birbirini takip eden olağanüstü durumlar görüyorum” sözlerini karşılaştırabiliriz; ya da A. J. Toynbee’nin tarih bilimi kurmaya yönelik olan ve şu ümitsiz haykırışla sonlanan daha trajik girişimini: “Tanrının toplumumuza bir kez bahşettiği ceza ertelemesini mütevazi bir ruh ve pişman bir kalple tekrar istediğimizde reddedilmemesi için dua etmeliyiz.”
Stalin, bütün temel sosyal değişimlerin, verili bir zamandaki üretici güçler  ile toplumsal ilişkilerin sınırlılıkları arasındaki çelişkiden doğduğuna dair Marx’ın ünlü ifadesini tekrarlıyor.
“Bu tür dönüşümler ele alındığında, doğa bilimlerinin kesinliğiyle belirlenebilecek üretimin ekonomik koşullarının maddi dönüşümü ile yasal, siyasal, dini, estetik ya da felsefi –kısacası insanın bu çelişkinin farkına vardığı ve mücadele ettiği ideolojik biçimler arasında daima ayrım yapılmalıdır.”
Tarihsel süreçte fikirlerin önemini gözardı ettiği ya da hafife aldığı gibi Marksist tarih anlayışına yöneltilen kaba eleştirilere karşı Stalin şunları yazıyordu:
“Tarihsel materyalizm … [sosyal fikirlerin, teorilerin, görüşlerin ve siyasal kurumların] toplumun yaşamındaki, tarihindeki rolü ve önemini vurgular… Yeni sosyal fikirler ve teoriler topluma gerektiği için ortaya çıkarlar, çünkü bunların örgütleme, harekete geçirme ve dönüştürme eylemi olmaksızın toplumun maddi yaşamının gelişimi acil görevini yerine getirmek imkânsızdır. Toplumun maddi yaşamının gelişiminin ortaya çıkardığı yeni görevlerin gereği olarak yeni sosyal fikirler ve teoriler kendini dayatır, kitlelere mal olur, toplumun devrini tamamlamış güçlerine karşı onları harekete geçirir ve örgütler ve böylece toplumun maddi yaşamının gelişimini engelleyen bu güçlerin yıkılmasını kolaylaştırırlar.”
Daha 1907’de, Stalin, “insanın doğasının değiştirilemeyeceği”ne dair muhafazakâr sızlanmaya karşı tartışma yürütmüştü.
“İnsanın ‘yabanıl’ duygu ve düşüncelerine gelince, bunlar düşünüldüğü kadar ebedi değildir; ilkel komünizmde, insanın özel mülkiyeti tanımadığı bir dönem vardı; sonra bireysel üretim dönemi geldi, özel mülkiyetin insanın aklına fikrine hükmettiği dönem; şimdi yeni bir dönem geliyor, sosyalist üretim dönemi – o zaman insanın aklı fikri sosyalist uğraşlarla dolarsa bu şaşırtıcı mı olacaktır?”
Stalin, 1938’de, toplum tarihi açısından belirleyici olan nedir diye soruyordu.
Coğrafya –göreceli olarak sabit bir faktör– ve nüfus değişikliklerini reddetti; çünkü nüfus yoğunluğu ileri medeniyet kesişmez. Bu konuda yürütülen tartışmalardan sonra şu sonuca vardı:
“Toplumun gelişim tarihi her şeyden önce üretimin gelişim tarihidir; yüzyıllar boyunca birbirini takip eden üretim tarzlarının tarihidir; üretici güçlerin gelişiminin ve üretimdeki insanlar arasındaki ilişkilerin tarihidir.
“Bu nedenle toplumsal gelişim tarihi aynı zamanda maddi değerleri üretenlerin kendi tarihidir; üretim sürecinde temel güç olan ve toplumun varlığı için gerekli olan maddi değerlerin üretimine devam eden emekçi sınıfların tarihidir.
“Bu nedenle, tarih bilimi gerçek bilim olacaksa, toplumsal gelişim tarihini kralların ve generallerin eylemlerine, devletleri ‘zapteden’ ve ‘fetheden’lerin eylemlerine indirgeyemez; kendisini maddi değerleri üretenlerin tarihine, emekçi kitlelerin tarihine, halkların tarihine adamalıdır.”
Böylece tarihin yapılmasında halkın birincil önemini vurguladıktan sonra, Stalin, geçmiş tarihin insan özgürlüğü üzerine koyduğu sınırlılıkları tartışmaya devam eder. Yeni üretici güçlerin ve onlara uygun yeni üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasının kasıtlı bir plan dahilinde gerçekleşmediğini, “kendiliğinden, bilinç dışı, insan iradesinden bağımsız” olduğunu ifade eder. Bunun iki nedeni vardır:
“Birincisi, insanlar şu ya da bu üretim tarzını seçmekte özgür değildir; çünkü her yeni kuşak devreye girdikçe daha önceki kuşakların çalışmasının sonucu olan üretici güçler ve üretim ilişkileriyle karşılaşır; bu nedenle, maddi değerler üretebilmek için öncelikle üretim alanında hazır bulduğu her şeyi kabul etmek ve kendini uyarlamak zorundadır.
“İkincisi, herhangi bir üretim aygıtını, herhangi bir üretici güç unsurunu geliştirdiklerinde insanlar bu gelişmelerin ne tür sosyal sonuçlara yol açacağını durup düşünmezler, bunun ayırdında değillerdir; yalnızca günlük çıkarlarını, emeklerini hafifletmeyi ve kendileri için bazı somut ve dolaysız yararlar sağlamayı düşünürler.”
Ancak yeni üretici güçler olgunlaştıktan sonra mevcut üretim ilişkileri ve onları savunan egemen sınıflar gelişme önünde daha fazla aşılmaz engeller haline gelirler. Bu engeller, ancak yeni sınıfların bilinçli eylemiyle, devrim yoluyla kaldırılabilir.
“Burada yeni sosyal fikirlerin, yeni siyasal kurumların, eski üretim ilişkilerini zor yoluyla ortadan kaldıracak yeni bir iktidarın muazzam rolü çıplak bir biçimde kendini gösterir.”
SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda oldukça ilginç bir bölümde, Stalin, “ekonomik süreçlerin, ekonomik yasaların sadece sosyalizm ve komünizmde değil, diğer formasyonlarda da bir dereceye kadar toplum yararına kullanıldığı”ndan söz etmektedir. Buna Fransız Devrimi’ni örnek gösterir:
“Burjuvazi feodalizme karşı, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteri ile uyum halinde olması gerektiği yasasını kullandı; feodal üretim ilişkilerini yıktı, yeni burjuva üretim ilişkilerini yarattı ve feodal sistemin bağrından doğan üretici güçlerin karakteriyle uyumlu hale getirdi. Burjuvazi bunu sahip olduğu yetenekler sayesinde değil, böyle yapmakta hayati derecede çıkarı olduğu için yaptı. Feodallerin buna karşı direnişi aptal oldukları için değil, bu yasanın etkin kılınmasını engellemekte hayati çıkarları olduğu içindi. Aynı şey ülkemizdeki sosyalist devrim için de söylenebilir…
“Sınıflı toplumlarda ekonomi yasalarının kullanımının her zaman ve her yerde bir sınıf temeli vardır ve dahası her zaman ve her yerde ekonomi yasalarının toplum yararına kullanımının şampiyonu ilerici sınıftır, eski sınıflar ona direnir.”

II
Stalin’in gerçek tarihsel sorunların çözümüne katkıları arasında belki de en verimli olanı ulusların gelişimi konulu çalışması olmuştur. Bu çalışma, 1912-13 yıllarında Lenin ile birlikte yazdığı Marksizm ve Ulusal Sorun ile 1950’de yayımlanan Marksizm ve Dil Sorunu’nu kapsamaktadır. Bu eserlerinde, Stalin, “feodalizmin bertaraf edilip kapitalizmin gelişmesinin aynı zamanda halkların uluslaşma süreci olduğunu” gösterdi. “Burjuvazinin ulusçuluğu öğrendiği ilk okul pazardır.”  Ancak ulusal  bağımsızlık talebini ilk olarak burjuvazi dile getirmiş olsa da, bunun işçi sınıfı hareketi açısından avantajlarını Stalin şu şekilde açıklamıştır: “Tatar ya da Yahudi işçinin toplantılarda ve eğitimlerde kendi ana dilini kullanmasına izin verilmiyorsa ve okulları kapatılmışsa entelektüel becerilerinin tam gelişmesi mümkün değildir.”  Bu sözler Ekim Devrimi’nden önce yazılmıştı. Daha sonra Stalin, Uluslardan Sorumlu Halk Komiseri olarak, ulusal kurtuluşa dair Bolşevik politikayı hayata geçirirken şunları yazıyordu:
“Özel mülkiyet ve sermaye kaçınılmaz olarak insanları böler, ulusal düşmanlığı körükler ve ulusal baskıyı yoğunlaştırırken kolektif mülkiyet ve emek de aynı kaçınılmazlıkla insanları birbirine yaklaştırır ve ulusal baskının temelini çürütür. Ulusal baskı olmaksızın kapitalizmin varlığı nasıl mümkün değilse ezilen ulusların kurtuluşu ve ulusal özgürlük olmaksızın da sosyalizmin varlığı mümkün değildir.”
Stalin’in eserinin bu bölümü, ulusal bağımsızlığımız tehlikede olduğu için bugün Britanya açısından özellikle önem taşımaktadır. Okuyucunun Marksizm ve Ulusal ve Sömürgeler Sorunu kitabında bu bölümü daha ayrıntılı incelemesi tavsiye edilir. Stalin, SBKP’nin 19. Kongresi’nde yabancı delegelere hitaben yaptığı son konuşmasında “sermayenin egemen olduğu ülkelerdeki kardeş partilerin başarı ve zaferine bel bağlamak için her tür koşul olduğu”na dair iki tarihi neden ileri sürmüştür. Birinci neden, bu ülkelerin, hali hazırda sosyalizm yolunda olan ülkelerin tarihsel deneyimlerinden, hata ve başarılarından öğrenme olanaklarının olmasıdır. Ayrıntılı olarak açıklanan ikinci neden ise, burjuvazinin “ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik bayrağını indirmesi” ve “komünist ve demokrat partilerden başka onu yükseltecek kimsenin olmaması”dır.

III
Stalin, tarihi Marksist bir tarzda ele almış ve Marx, Engels ve Lenin’in dehasından büyük ölçüde yararlanmıştır. Fakat Stalin, “dogmacı ve Talmudcu” olarak adlandırdığı ve tartışmalarını olgulara değil alıntılara dayandıran kimselere karşı hiç sabır göstermemiştir. Tarihsel gelişmelerin Engels, Lenin ve kendisi tarafından ortaya konan argümanları eskitmiş olabileceğini sevinçle kabul etmeye hazırdır. Özgür tartışma konusundaki ısrarı bu nedenledir; çünkü “fikirler çatışmadan, eleştiri özgürlüğü olmadan hiçbir bilim serpilip gelişemez”.  Lenin’in övgüsünü kazandığı için Clausewitz’in eleştirilmemesi gerektiğini ileri süren bir askeri profesöre, 1947’de Stalin’in açıktan cevabı şu olmuştur: “Clausewitz tam olarak savaşta manüfaktür çağının temsilcisiydi. Ancak bugün savaşta makine çağındayız. Şüphesiz makine çağı yeni askeri ideologlar gerektiriyor.”
Stalin için tarih hiçbir zaman yalnızca akademik bir inceleme olmamıştır; tarih bir eylem kılavuzudur. Tarihsel analizinden politika için çıkardığı sonuç şudur:
“Yönelimimiz, bugün egemen güç olsa da gelişmesini tamamlamış toplumsal katmanlara değil, bugün egemen güç olmasa da gelişen ve geleceği olan katmanlara dayanmalıdır.”
Bu yaklaşım, Stalin’in kendisinin birçok durumda tarihsel analizi bilimsel öngörüye muazzam uygulayışını açıklamaya yardımcı olur. Böylelikle 1905-07’de, Fransız Devrimi’nin deneyimiyle, Rus Devrimi’nde işçi sınıfının önderliği konusunda ısrar etti ; ve güvenle ve doğru bir biçimde Çar’dan “Son Nicholas” olarak söz ediyordu.  Temmuz 1919’da, Rusya’da Bolşevik zaferin üzerinden iki yıldan az bir zaman geçmişken, Stalin, “Sovyetler’in yegâne devrimci organ olmadığını” anlamıştı. Onlar Rusya’ya özgü bir biçimdi.  1920’de, Çar İmparatorluğu’nun parçası olan küçük devletlerin “bağımsızlığının bir yanılsama olduğunu ve bu devlet müsveddelerinin şu ya da bu emperyalist gruba tam bağımlılığını gizlediğini” görebiliyordu.  Sonraki 20 yıl Stalin’in haklılığını kanıtlayacaktı. Ulusal ve sömürgeler sorununa ilişkin 1912’de yaptığı tarihsel analiz, Asya’da ve başka yerlerde 40 yıllık Komünist stratejinin temellerini oluşturmuştu ki, bunun meyvelerini bugün açıkça görebiliriz. (19. yüzyıl Almanya ve İtalya deneyiminden yola çıkarak, Stalin, 1934’te “Çin’e karşı bir emperyalist savaş”ın orada “bir kurtuluş savaşına ve ülkenin bağımsız bir devlet olarak birleşmesine yol açabileceği”ne işaret etmiştir. ) Aynı şekilde 1918-27 yılları arasında birçok değişik vesileyle Ekim Devrimi’nin uluslararası önemini analiz ederken, “insanlığın evrensel tarihinde radikal bir dönemeç” olarak tanımlaması, zamanın eskitmediği bir geçerlilik taşımaktadır:
“Ekim Devrimi sadece ekonomik ve sosyo-politik ilişkiler alanında bir devrim değildir. Aynı zamanda işçi sınıfının zihninde bir devrimdir, ideolojisinde bir devrimdir.”
Aynı araştırmacı tarihsel analiz, devrim sonrası Rusya’sının sorunlarına da uygulanmıştır. Ekim Devrimi’nden üç ay önce bir Parti kongresinde Stalin, Rusya’da sosyalizmin inşasını batı Avrupa’daki sanayileşmiş ülkelerde devrimin gerçekleşmesine bağlayan bir Troçkist karar değişikliği önerisine karşı çıkmıştı:
“Rusya’nın aslında sosyalizme giden yolu inşa edecek ülke olması ihtimali dışlanmıyor. Bugüne kadar ne hiçbir ülke savaş yıllarında Rusya’nın sahip olduğu özgürlüklere sahip olmuş ne de üretimde işçi denetimini hayata geçirmeye çalışmıştır… Sadece Avrupa’nın bize yol gösterebileceğine dair eski düşünceyi artık terketmeliyiz. Bir dogmatik Marksizm vardır, bir de yaratıcı Marksizm. Ben ikincisini tercih ediyorum.”
Sonraki 10 yıldaki tartışmalarda Sovyet Komünist Partisi’nin yenilgici Troçkist politikaları reddetmesine yol açan işte bu anlayışın doğruluğuydu. 1925’te Stalin, tarihsel deneyime dayanarak, sanayileşmenin finansmanı için alternatif yollar arıyordu:
“Birincisi sömürgeler ele geçirip yağmalama yoludur. Bu, örneğin İngiltere’nin kalkınma yoluydu. Dünyanın her tarafında sömürgeler ele geçirdikten sonra 200 yıl boyunca İngiltere kendi sanayisini güçlendirmek amacıyla buralardan ‘ek sermaye’ çekip aldı ve sonunda ‘dünyanın atölyesi’ haline geldi. … İkinci yol ise askeri fetih ve bir ülkenin bir başka ülkeden büyük tazminatlar almasıdır. Bu da Almanya’nın yaşadığı bir örnektir; Fransa-Prusya Savaşı’nda Fransa’yı yendikten sonra bu ülkeden beş milyon frank tazminat almış ve bu parayı kendi sanayi kanallarına aktarmıştır.”
Stalin her iki yolu da “Sovyet sisteminin doğasına aykırı” bulduğu için reddetmiştir. Yine kabul edilemez olan üçüncü bir yol ise “gelişmiş kapitalist ülkelerden geri kapitalist ülkelere yüksek faizli teberrular ve borçlardır. Örneğin Çarlık Rusya’sında olan da budur.” Rusya ise, “büyük ölçekli sanayiini genişletmek ve proletaryanın güçlü sanayi devleti haline gelmek için” zor yoldan, kendi tasarrufları yoluyla kalkınmak zorunda kalmıştır.  Bu sanayileşme, kolektifleşmeyi, devlet inisiyatifiyle yukarıdan devrimi mümkün kılmıştır; bu devrim “kulak bağlarından kurtulma ve kolektif çiftliklerde özgürce yaşama mücadelesi veren milyonlarca köylünün de aşağıdan doğrudan desteğini almıştır”. Böylesi bir devrim, tarihin yeni bilinçli denetiminin ürünüydü.
Aynı tarihsel tutumu, Stalin’in savaş ve barış sorunlarına yaklaşımında da görebiliriz. 1922’de yaptığı bir konuşmada gelecek savaşın karakterini şöyle analiz ediyordu:
“Emperyalist savaşın durağan cephesine yer yoktur. … Havacılıktaki, kimyasal ve diğer savaş yöntemlerindeki büyük gelişmeler kırılmaz bir durağan cepheyi imkânsız kılmaktadır. … Bu savaş milyonların ordusuyla yapılacak. Bu savaş ölümüne bir savaş olacaktır…”28
Kamulaştırılmış sektörlerin menajerlerine yönelik bir konferansta, Şubat 1931’de yaptığı en ünlü konuşmalarından birinde, Stalin, Rus tarihine bakarak şunları söylüyordu:
“Eski Rusya tarihinin özelliklerinden biri, geri kalmışlığı yüzünden sürekli aldığı darbelerdi. Moğol hanları yenmişti onu. Türk beyleri yenmişti. İsveçli feodal beyler yenmişti. Polonyalı ve Litvanyalı eşraf yenmişti. İngiliz ve Fransız kapitalistleri yenmişti. Japon baronları yenmişti. Hepsi de onu geriliğinden dolayı yenmişti: askeri gerilik, kültürel gerilik, politik gerilik, sınai gerilik, tarımsal gerilik. Yenilmişti, çünkü yenilmesi kârlıydı ve cezasız kalıyordu. Devrim öncesi şairin mısralarını hatırlarsınız: ‘Yoksulsun ve bereketlisin, güçlüsün ve iktidarsızsın, Rusya Ana’ … İşte kapitalizmin … orman yasaları…
“Sosyalist anavatanımızın yenilmesini ve bağımsızlığını kaybetmesini mi istiyorsunuz? Bunu istemiyorsanız eğer, en kısa zamanda onun geriliğine son vermelisiniz… İleri ülkelerin 50 ya da 100 yıl gerisindeyiz. Önümüzdeki 10 yılda bu farkı kapatmalıyız. Ya bunu başarırız ya da bizi ezerler.”29
Tam olarak 10 yıl dört ay sonra Almanlar saldırdı; ve Sovyetler Birliği hazırdı.
Stalin 1934’te Wells’e şunları söylüyordu: “Faşizm gerici bir güçtür ve eski dünyayı şiddet yoluyla korumaya çalışır. Faşistlere karşı ne yapacaksınız? Onlarla tartışacak mısınız? İkna etmeye mi çalışacaksınız? Bunun bir faydası olmaz.” “Komünistler,” diyordu Stalin, “zoru idealize etmekten uzaktır; ama SSCB’ye şiddetli bir saldırı olasılığı karşısında gerçekçi olmalı, gerçekleşmesi durumunda onu püskürtmek için hazırlıklı olmalıdırlar.”30 Nazi saldırısı gerçekleştiğinde, Stalin aynı tarihsel gerçekçiliği olayların analizine uyguladı. 3 Temmuz 1941’deki ilk yayınında nihai zaferin garantisi olarak, hem Almanya’daki hem de Avrupa’daki Nazi cephe gerisinin istikrarsızlığına işaret ederek şunları söyledi:
“Bu savaş motorlar savaşıdır. Bu savaşı motor üretim üstünlüğüne sahip olan taraf kazanacaktır. ABD, İngiltere ve SSCB’de motor üretimini birleştirirsek Almanya karşısında üç katı bir üstünlük kazanmış oluruz. Hitler’in soyguncu emperyalizminin kaçınılmaz batışının bir yolu budur.”31
Şubat 1942’de, Hitler Sovyet devletini ve Slav halklarını tümüyle imha etmekle tehdit ederken, Stalin bir “Günün Emri”nde sakin bir biçimde cevap vererek, Kızıl Ordu’nun Almanya’ya karşı böyle bir hedefinin olmadığını bildirdi. “Tarih göstermiştir ki, Hitlerler gelir gider, ama Alman halkı ve Alman devleti kalıcıdır.”32 (Bu yaklaşımın, Lord Vansittart gibi, o zamanlar Almanya’nın, şimdi ise SSCB’nin yıkımı çağrısında bulunanların histerisi ile zıtlığını görebiliriz.) Aynı zamanda Stalin’in, ta 1934’te, “inisiyatifi, cesareti ve kararlılığı” nedeniyle Franklin Roosevelt’e karşı hayranlığını ifade etmesini ve onu “kapitalist dünya liderleri arasında en güçlü şahsiyet” olarak nitelemesini hatırlamak gerekir.33
Son olarak, Stalin’in 6 Kasım 1944’deki önemli uyarısını kaydetmek gerekir:
“Alman reislerin yeni bir savaşa hazırlandığını herkes biliyor. Tarih göstermiştir ki, 20-30 yıl gibi kısa bir süre, Almanya’nın yenilgiden toparlanıp gücünü yeniden göstermesi için yeterli bir süredir.”
Stalin, Birleşmiş Milletler’in işlevli olması durumunda barışın korunabileceğini, Alman saldırganlığının ortaya çıkmasının engellenebileceğini vurguladı:
“Bu dünya örgütünün eylemlerinin yeterince etkili olmasını bekleyebilir miyiz? Hitler Almanya’sına karşı savaşın asıl yükünü çeken büyük güçler birlik ve uyum ruhuyla hareket etmeye devam ederse etkili olacaktır. Bu temel koşul yerine getirilmezse etkili olmayacaktır.”34
Bugün İngiltere ve Fransa, ABD önderliğinde eski müttefikleri SSCB’ye karşı askeri bir ittifaka girmişken, bu gerçekleri okumak ne acı geliyor.
Fakat burada da, Stalin, yayımlanan son eserinde gelecekteki yeni olanaklara dair analizlerde bulunuyordu. Emperyalistler arası rekabete dair uzun analizlerden sonra şöyle diyordu: “Kapitalist Britanya ve ondan sonra da kapitalist Fransa bağımsız bir pozisyon ve tabii ki yüksek kârları güvenceye almak için sonunda mecburen ABD’nin kucağından kopacak ve onunla çatışmaya girecektir.” Bu sözlerin yazıldığı Eylül 1952’den bu yana onların doğruluğu kayda değer biçimde görülmüştür. Stalin “belli koşulların kesişmesi durumunda barış mücadelesinin sosyalizm mücadelesine doğru gelişmesi” olasılığından söz etmiştir. “Ancak o zaman bu, günümüzdeki barış hareketi olmaktan çıkıp kapitalizmin yıkılması hareketi olacaktır.”35 Bu perspektifin altında yatan, insanlığın “savaşların kaçınılmazlığı”ndan kurtulma ümididir.

IV
O halde, Stalin’in tarih konusundaki hükmü SSCB’de en kayda değer hüküm olarak görülmektedir. Birincisi, o, hangi konuda olursa olsun, akademik argümanların ağlarından sıyrılıp olayın esasına inmeyi beceren büyük ve etkili bir düşünürdü; ikincisi, herhangi bir fikri, iyice ölçüp biçtikten, konunun uzmanlarının görüşlerini tarttıktan sonra ortaya koyan büyük sorumluluk sahibi bir liderdi. Bu nedenledir ki, onun açıklamaları, SSCB’nin kolektif düşüncesinin en yüksek bilgeliğinin ifadesidir. Örneğin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları kitabındaki bir tek cümle, feodal toplumda artı-değerin tam olarak nasıl elde edildiği konusunda Sovyet tarihçileri arasında uzun süredir devam eden tartışmaları özetlemiş ve geliştirmiş, İngiliz Marksist tarihçilerin kafa yorması gereken bir vurguda bulunmuştur. “İktisat-dışı baskı feodal beylerin iktidarının güçlenmesinde belli bir rol oynamıştır; ancak feodalizmin dayanağı bu değil, feodal toprak mülkiyeti olmuştur.”36 diye yazmıştır Stalin.
O halde, Stalin’in açıklamalarındaki seyir, sadece tarih ve Stalin hakkında değil, Sovyet toplumu hakkında da büyük veriler içermektedir. Örneğin Stalin’in tarihin itici gücü olarak halk, sıradan halk üzerine yaptığı ısrarlı vurguyu ele alalım. 1933’te Kolektif Çiftlik İşçileri Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü konusunda ortaya koyduğu düşünceler, antik dönem tarihçileri arasında yaygın tartışmalara yol açmıştır. (Bizim dar ve sınırlı bakış açımıza göre, hedef kitle ile konu arasındaki görünür aykırılık, Sovyet toplumu hakkında oldukça fazla şey ortaya koyar. Bu konuda Stalin’in kamulaştırılmış sanayilerin menajerlerine yaptığı konuşmada Nekrasov’dan alıntı yaptığı ve Bütün Rus tarihini anlattığı yukarıdaki bölüme bakınız.) Stalin burada şunları söylüyordu:
“Kölelerin devrimi, köle sahiplerini ve emekçilerin köle biçiminde sömürüsünü ortadan kaldırdı. Ama onların yerine serf sahiplerini ve emekçilerin serf biçiminde sömürüsünü getirdi. Bir grup sömürücü başka bir grup sömürücünün yerini aldı. Köle sisteminde ‘yasalar’ köle sahibinin kölelerini öldürmesine izin verdi. Serf sisteminde ise ‘yasalar’ köle sahibine ‘sadece’ serflerini satma izni verdi.”37
Tarihsel değişimi gerçekleştiren halktır; bu nokta Stalin’in eserlerinde tekrar tekrar vurgulanır. H. G. Wells, 19. yüzyıl ortalarında İngiltere’de “aristokrasiden burjuvaziye gönüllü bir iktidar transferi süreci” olduğundan söz etmiştir. Buna cevaben Stalin, (tabii haklı olarak) gönülsüz bir egemen sınıfın taviz vermeye zorlanmasında işçi sınıfı baskısı ve Çartist hareketin önemine vurgu yapmıştır.38 Lenin’in ölümünden hemen sonra yaptığı bir konuşmada, Stalin, “kitlelerin yaratıcı gücüne inancı” konusunda Lenin’e özel övgüde bulunmuş, onun tarih bilgisini ve dolayısıyla tarihi kontrol etme yeteneğini buna bağlamıştır.39 Yani Stalin, Antaeus’u Bolşevik partiye model olarak gösterdiğinde sadece hoş bir Yunan efsanesini kullanmıyor, tarihsel dersler olduğunu düşündüğü bir şeyi özetliyordu. Antaeus gücünü annesi topraktan alıyor ve ancak ondan uzaklaştırıldığında yıkılabiliyordu. “Bolşevikler,” diyordu Stalin, “kendilerini ortaya çıkaran ve besleyip büyüten” kitlelerle ilişkilerini korudukları sürece yenilmez olacaklardır.40
Bir başka başbakan ve savaş lideri Sir Winston Churchill ise, bir tarihçi olarak, yeteneklerini, büyük Marlborough Dükü –en az askeri başarıları kadar zenginlikte, kötülükte, yolsuzlukta da büyük olan– John Churchill’in itibarını korumaya adamıştı. Gürcü bir ayakkabı tamircisinin oğlu, büyük çaplı rüşvet suçlamalarına karşı savunulması gereken atalara sahip değildi. O da, en az Sir Winston kadar, kendisini meydana getirenlere karşı adaletin uygulanması kaygısı güdüyordu; ancak onun ataları ne zengin dük, ne yolsuzluğa bulaşmış general ve politikacı idiler; onlar Rusya halkına ve eski Rus emperyalizminin baskı altında tuttuğu uluslara mensup sıradan insanlardı.
Bu duygusallığa dair bir konu da değildir. Yukarıda SBKP Tarihi’nden bir alıntı yapmıştım; burada Stalin, bireylerin önemi konusunda ısrarın nasıl Marksizmin genel tarihsel bakışının bir parçası olduğunu ortaya koyuyordu.41 Daha popüler bir ifadeyle ve tarihsel analizden ziyade mevcut siyasal gerçekliğin bir ifadesi olarak, Stalin, aynı konuya 1933’teki Kolektif Çiftlik İşçileri Kongresi’nde değinmişti:
“Liderlerin tarihin tek yaratıcıları olarak görüldüğü, işçilerin ve köylülerin hesaba katılmadığı zamanlar geride kaldı. Ulusların ve devletlerin kaderi artık sadece liderler tarafından değil, başta ve esas olarak emekçi milyonlar tarafından belirleniyor. Hiç şikayet etmeden sessizce çalışan, fabrikaları ve atölyeleri inşa eden, madenleri çıkaran, demiryollarını yapan, kolektif çiftlikleri ve devlet çiftliklerini kuran, yaşamın bütün iyiliklerini yaratan, bütün dünyayı besleyen ve giydiren işçiler ve köylüler –yeni hayatın gerçek kahramanları ve yaratıcıları onlardır.”42
Burada, yeni Sovyet medeniyeti gelişirken, Marksist tarih anlayışını da nasıl doğal olarak geliştirdiğini görüyoruz; çünkü Sovyetler Birliği’nde tarihin yapıcısı olarak insan kendi gücünün bilincine varır. Mareşal Stalin’in İkinci Dünya Savaşı sonrası zafer kutlamalarında selamladığı, savaşların gerçek galibi, sıradan insandı.
“Sadece tarih,” diyordu Stalin Wells’e, “şu ya da bu olağanüstü şahsiyetin ne kadar önemli olduğunu gösterebilir.”43 Sir Winston Churchill’in Tahran’da hitap ettiği şekliyle, “Büyük Stalin”, bu ünvanı kesinlikle hak ediyordu. Churchill, Stalin’in Nazilere karşı SSCB’nin zaferini örgütlemedeki başarılarını düşünüyordu.
Fakat Stalin, en az eylem adamlığı kadar bir düşünürdü de. 1945’ten bu yana kapitalist ülkelerin siyasi liderleri insanlık için daha fazla yıkım getiren savaşlardan başka bir gelecek göremezken, Stalin, farklı meşguliyetlere ve halkına karşı farklı bir sorumluluk anlayışına sahipti. SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda, bütün kadın ve erkeklerin tarih yapıcıları olarak, onu gerçekleştirme özgürlüklerinin bilincinde olarak, kendi kaderlerini nasıl kendi ellerine alacaklarını ortaya koyuyordu. Stalin, çalışma gününün beş saate indirilmesini, böylece toplumun tüm üyelerinin geniş kapsamlı bir eğitim için serbest zamanının olmasını dile getiriyordu. Bu geniş kapsamlı eğitim sayesinde insanlar kendi mesleklerini seçebilecek, böylece toplumun hiçbir üyesi bütün hayatı boyunca tek bir işe bağlı olmayacaktı. Böylelikle medeniyetin kendisi kadar eski olan bir ayrım, kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrım sonunda ortadan kalkacaktı.
Kendisi bütün çağdaşlarından daha etkili bir şekilde tarih yapan büyük bir Marksist düşünürün halkına bıraktığı son miras işte böyle bir mirastı: komünist bir toplumun yaratılması için gereken pratik tedbirler konusunda saygın bir kılavuz. Stalin’in öngördüğü gibi, böylesi bir toplumda ekonomik bolluk olmakla kalmayacak, tüm kadınlar ve erkekler insanlığın bütün kültürel mirasına, kendi kaderlerinin özgür ve bilinçli denetimine dahil olacaktır. Ancak sosyalist devrimden sonradır ki, diye yazıyordu Engels 75 yıl önce, “insan, tam bilinçli olarak kendi tarihini biçimlendirecek, ancak bu noktadan itibaren, insanın harekete geçirdiği sosyal nedenler baskın ve giderek artan biçimde insan iradesinden kaynaklı sonuçlar doğuracaktır. İşte bu, insanlığın zorunluluk alanından özgürlük alanına sıçrayışıdır.”44 Ne mutlu ki, Stalin, yarattığı şeyin farkında olarak ve kendisiyle birlikte onu yaratan insanlar arasında bu bilginin yayıldığını görerek, böylesi bir toplumun yaratılmasına bu kadar büyük katkıda bulunabilmişti. Yalnızca SSCB’de değil bütün ülkelerde insanlık daima ona derin bir minnet duyacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑