Christopher Hill
“İyi tarih yazmaya yardımcı olan siyasi dü- şüncenin muhafazakârlık ya da radikallik değil, liberal düşünce olduğu fikri güçlüdür. Liberaller bu alanda merkezi bir yer edindiler…”
Tüm Avrupa medeniyetinin tarihini tek başı- na yazan pek yoktur; bu tarihi profesyonel tarih- çilerin yazması ise daha da nadir bir olaydır. En az rastlananı ise bu meslekten olanların böyle bir tarihi övmesidir. Oysa Dr. H. A. L. Fisher’in Avrupa Tarihi kitabı ilk çıktığında tarih dünyası- nın önemli isimleri övgüyle karşılamıştı. Ayrıca eleştirmenler de tek cilt halinde çıkan kitabı, ucuz ve popüler ama tüm bilgileri içeren geniş kapsamlı ideal tarih kitabı olarak övmüştü. Bu nedenle, yeni baskısı vesilesiyle bu kitabı değer- lendirmek yerinde olacaktır.
Kitap, konsept olarak hayranlık uyandırı- yor: Avrupa medeniyetini Yunanlardan itibaren alıp günümüze getiren ve yüzyıllar ilerledikçe
* H. A. L. Fisher tarafından kaleme alınan “The Whig Histori- ans. Britanya Akademisi Tutanakları 1928” üzerine Modern Quarterly dergisi, Temmuz 1938, Cilt 1, sayı 3’te yayınlanan makale, İngilizcesinden Aynur Toraman tarafından çevril- miştir.
daha ayrıntılı açıklamalara yer veren bir tarih kitabı. Koordinesiz araştırmalar çağında, uz- manlar ile genel kamuoyu arasında aracı işlevi görmekten korkmayan bir tarihçiye rastlamak memnuniyet verici. Oxford Üniversitesi Yeni Fa- külte Dekanı bu kişi, sadece tarihçi değil, aynı zamanda işadamı ve ilgi alanlarının genişliği ki- tap boyunca görülüyor. Paris’in 1842’deki duru- mu konusunda [Alman şair Henrich] Heine’den alıntı yapıyor ve İtalyan Rönesans sanatına da bir bölüm ayırmış.
Günümüze kadar uzanan hikâyesi boyunca aynı felsefe geçerli. Yazar da, her ne kadar so- nucu herkesin zevkine göre olmasa da, belli ki tarzıyla ilgili epey çaba göstermiş. Ne kadar az tarihçi bu çabayı gösteriyor! (Yazar zaman za- man bir tercümeyi açıklama ihtiyacı duyuyor: “Kuşatma sanatında Hollandalılar tarihsel kur- nazlıklarından bir şey yitirmemişti. Şehirleri ele geçirip savunabiliyorlardı.”) Bütün başarısı bir yetenek gösterisidir; bu yazının devamında kita- bın konseptine kıyasla yetersiz kalan yönlerine dikkat çekiyorsam bu, geçmişte yapılan eleştiri- siz aşırı övgü nedeniyledir.
Dayanak olarak aldığı materyaller, kitapla ilgili ilk şüpheyi doğuruyor. Giriş bölümünde Dr Fisher, “Her bölümün sonunda açıklayıcı bir- kaç kitaba dikkat çekmekle sınırladım kendimi. İngilizce ve Fransızca dillerinde edinilebilecek modern kitapları seçtim” diyor. Oysa 1216-1789 arası dönemle ilgili bölümde adı geçen kitapla- rın beşte dördü 20 yıldan eski kitaplar; çağdaş araştırmaların Rönesans, Alman Reformasyonu, İngiliz İç Savaşı gibi dönemlere ilişkin gelenek- sel görüşleri değiştirdiği bölümlerde ise bu oran daha da yüksek. Yazarın 25 yıl önce tarihçiliğe yeni başladığı dönemlerde güncel olan görüşleri yeniymiş gibi ortaya koyduğunu düşündürecek haklı göstergeler var. Bu görüşleri incelersek bu konudaki şüphenin haklı olduğu görülecektir.
Öncelikle, kavramların ardındaki felsefe, kitabın yazılış mantığı, kelimenin en kötü an- lamıyla Liberaldir. Liberallikten kastettiğim şeyi alaycı bir alçakgönüllükle Giriş bölümünde gör- mek mümkün. IBenden daha akıllı ve bilgili in- sanlar tarihte bir plan, ritim, önceden belirlen- miş bir düzen farkediyorlar. Bu ahenk benden gizlenmiş. Ben sadece art arda gelen dalgalar gibi meydana gelen olağanüstü olayları görüyo- rum.” Aslında tek açıklama, hiçbir açıklamanın olmamasıdır. Yine 19. yüzyılda yazmaya başla- yan Sir Charles Oman da kısa bir süre önce buna benzer bir şey söylemişti. Ama Dr. Fisher fazla alçakgönüllü. Birçok aşamada açıklamalar sunu- yor. Örneğin, Avrupa tarihinin gelişimine ilişkin hoş bir antromorfik (insanbiçimci) teorisi var. “Avrupa haşin bir sabırsızlıkla devasa boyuttaki yorum ve açıklamalar külliyatından yüzünü çe- virdi.” Başka bir yerde ise yazar “İngiltere’de sa- nayi devrimine dair veriler” ile Avrupa’nın karşı- sına çıkıyor ve Avrupa’nın o zaman söylemediği güçlü deliller olarak gördüğü şeyleri yarım sayfa boyunca sıralıyor. Fakat sessiz tanrıça [Europa, Yunan mitolojisinde Avrupa kıtasına ismini ve- ren ve güzelliğiyle dillere destan olan Fenikeli kız] harekete geçiyor, ama akılsızca bir hareketti bu. “Avrupa bundan hiç söz etmedi. Yaklaşan sa- nayi demokrasisinin zayıf ama ufukta görülebi- len işaretlerine dikkatini toplamak yerine Fransız
Devrimi ve İmparatorluk savaşlarına daldı.” Ast- ronominin bu şekilde ihmali yüzünden tanrıçayı, “Avrupa enternasyonalizme hazır olmadığı” için, [İngiliz şair] Alferd Lord Tennyson’a bile kulakla- rını tıkarken buluyoruz. Aynı şekilde artık “Avru- pa… Rus Komünizmi’nin demir programını kabul etmeyi reddeder.”
[Tarih tanrıçası] Clio’nun kendisi de bazen yanlış adımlar atmaktadır. İngiliz iç savaşına iliş- kin olarak yazar şunları yazmaktadır:
“Püriten vicdanın işleyişine biraz daha esnek ve müsamahakâr bir yaklaşımla [!] … birçok so- run engellenebilirdi diye düşünebiliriz. Ama tarih diğer yola saptı.” Tanrıçanın yanlışı yüzünden gerçekten de büyük sorun çıktı.
Ayrıca 19. yüzyılda özellikle aktif olan lütuf- kâr bir “özgürlük ruhu” da vardı. “Fransız Dev- rimi’nin işlediği suçlardan ve Napolyon terörün- den sağ kalmayı başaran bu ruh, 19. yüzyıl so- nunda, Rusya hariç bütün önemli Avrupa ülkele- rinde parlamenter kurumları oluşturmayı başar- mıştı.” Şimdi hakettiği şekilde dinlenmesinden kim şikayet edebilir? Temkinli yazarın üzerinde durduğu başka güdüsel güçler var. Birkaçını sıralıyorum. “İnsan doğası despotluktan yana eğilim gösterdiği için Kilise, Devlet’in izinden git- ti.” “Doğu ile batı arasındaki fark, Hint-Avrupalı (Aryan) ile Samiler arasındaki fark, Yahudiler ile Yahudi olmayanlar (Gentile) … arasındaki fark, Almanları sarsan ırkçı histerinin şiddetli feve- ranları gibi, vahşi baskı patlamalarına yol aç- maktan sorumlu olacaktır.” “Kaderin ilginç bir cilvesiyle, dünya tarihi içerisinde dahi bir halk, Avrupa ırkları içinde tarih sahnesine ilk çıkan- lar oldu.” “Canlı bilimsel merakın ılık akıntısı, yarım yüzyıllık serbest akışın ardından birden dondu ve ortadan kayboldu.” (Neden?) “Bireysel şan merakı dönemin özelliğiydi… Anonim mima- ri günleri artık geçmişte kalmıştı.” (Neden?) “İn- celeyeceğimiz dönem siyasal fikirlerden ya da iyi gelişmelerden yoksun olduğundan değil.”
Okur, tüm bu açıklamaların hiçbir şey açık- lamadığının farkındadır. Bunlar bir olguyu bir niteleme ile tekrarlamakta ve bu eşitleme, denk- lemi X=X olarak sıfıra indirgemekte, yani olaylar
olduğu için oldu denmektedir. Oysa nitelemeler bir maksatla yapılır. Olayların gelişim biçimini inkâr etmesi, aslında idealist bir tarih teorisini, soyut düşüncenin eyleme biçim verme gücünü iddia etmektedir. Sınıfsal bir teori, “insan doğa- sının zengin ve çeşitli yönlerini, devlet adamla- rının kafa karışıklığını ve olayların dağınıklığını hafife almış olacaktır.” “19. yüzyıla gelinceye de- ğin Galiçya ya da Balkanlar’ın mazlum köylüleri, yaşam koşullarında herhangi bir değişiklik ya da gelişme hissetmedi.” Köylülerin bu reform- lar için mücadele verdiğini kimse iddia etmesin; bunlar da birer “iyi gelişme” idi, tıpkı sf. 14’te “vahşi Yunan klanların kent hayatına başlaması gibi.”
Fakat bütün olaylar düzensiz değildir. Yazar
19. yüzyıl Liberal tarihçilerin, Tanrı’nın zihninde kurulu ve art arda gelen kafası karışık devlet adamlarının giderek farkına vardığı “gerçek” bir kabine hükümeti ilkesinin varlığına dair teo- risini yürekten benimsiyor. Alt sınıflar ne kadar uğraşsalar da bu ilkeyi anlayamadığı için bugün- kü kargaşa durumuna düşmüşlerdir. “Amerikan
anayasasının kurucuları, kabine sisteminin özü- nü ve işlevini anlayamamıştır. Bu nedenle [İngi- liz monarşisinin] Stuart dönemi politikacılarının uzun süre bu sistemi ıskalamış olması şaşırtıcı değildir.” Bu sistemin keşfi “tesadüfle, hem de iyi bir tesadüfle” olmuştur. “O önemli yönetimin [İngiltere’de 1721-42 arasında iktidardaki Liberal Sir Robert Walpole hükümetinin] ardından, ger- çek sorumlu hükümet ilkesi, yani seçmene karşı sorumlu olan Parlamentoya karşı sorumlu bir Kabine hükümeti kuruldu.” (Burada, eski tarih koyma işine dikkat çekmeye gerek yoktur. 18. yüzyıl tarihi konusunda çağdaş ikincil kaynakla- ra bakan herkes bunu görecektir.)
Yazar ayrıca kapitalist sistemin çelişkilerine bir yerlerde saklı bir çözüm olduğuna, (sabır- lı olur da gereksiz yere karışmaz isek) devlet adamlarımızın bu çözümü bulacağına inanmak- tadır. “Kiralık kent işçilerinin hızla yayılan de- mokrasisine mutluluk katma sorunu, … sessizce ve bir grup devlet adamı tarafından çözülemeye- cek kadar büyük ve karmaşık bir sorundu.” Dr. Fisher’in, konuşmanın etkisine inancı sonsuz. Wilberforce’un “Meclis’in Bülbülü” olarak tanın- ması, Fox’un dönemin en iyi Parlamenter hatibi olması köleliğin kaldırılması açısından “önemsiz değildi.” Demokratların moralini bozan tarihin bu döneminde bu durumun telafi edici etkisi vardır. Temmuz monarşisi döneminde “seçme hakkı her ne kadar 250 bin kişilik dar bir kesim ile sınırlı olsa da, Fransa’daki parlamenter hita- bet ihtişam ve hacim bakımından hiçbir zaman daha zengin olmamıştır.” Burada Liberal bir değerler ölçüsü sözkonusudur; nüfusun yüzde 99’unun baskı altında tutulması, “zengin hitap” ile karşı karşıya konulmuştur.
Dr. Fisher savaş öncesinde hâlâ güncel olan bir Liberal geleneği miras almakla kalmadı; ken- disi de liberal bir politikacı ve Birinci Dünya Sa- vaşı sırasında Koalisyon Kabinesi’nin bir üyesiy- di de. Bu durum, 1915’te Alman Tirol bölgesinin İtalya’ya vaat edilmesini anlatırken “özgürlük ruhu”na karşı aşağılayıcı tavrını belki açıkla- yabilir: “İtalyan yardımının bedeli buydu… ve Londra ve Paris’in demokratik hükümetleri, yasa
tanımayan zorunluluk nedeniyle, ideal adaletten bu kadar sapmaya mahkum olmuştu.” (Yani bu, liberallerin prensip sahibi olduğu, ama “yasa ta- nımayan” gerçeklerin her zaman bunlara uyma- yacağı anlamına geliyor olmalı. Önsöz’de tarih- çiye “insan kaderinin belirlenmesinde tesadüf- lerin ve öngörülemeyenin rolünü kabul etmesi” doğrultusundaki yakarışı hatırlayın. Benzer bir olayda genç (William) Pitt “liberallerin anayasal özgürlük dinine gömülmüş” böylece “Fransız savaşının baskısı altında, imtiyazın genişletilme- sini ertelemek zorunda kalmış”, “asla bencil ve dar kafalı bir Muhafazakâr haline gelmemiştir… Daha sonra Disraeli’nin yaptığı gibi o da sanayi yoksullarının acınacak durumunu öngörmüştür. Tavırları tersini gösterse de kalbi temizdi.”)
Eski kabine bakanının, İngiliz işçi sınıfının 1918’de neden bir imtiyaz yaygınlaşması “yaşadı- ğı”na dair olağandışı bir açıklaması var. Bu açık- lamada, işçilerin taleplerinin yeri yoktur; her şey devlet adamı dostlarımızın duyguları ile ilgilidir. “Evde oturan toprak sahibinin, yaralı bahçıvanı karşısında kibri kırıldı. Hayatını tehlikeye atan demiryolu işçisi, güvenceli bir plutokratın asla edinemeyeceği bir gurura kapıldı. Devlet adam- ları, ülkenin güvenliği için her şeyini tehlikeye at- mayı göze alan bir halkın hakettiği iyi şey nedir diye sormaya başladı.” Ancak, kendisinin bulaş- madığı yerde yazar neden taviz verildiğini anlı- yor. “19. yüzyılın tüm siyasi buluşları [bir başka iyi tesadüf!] içerisinde hiçbiri, sigorta sisteminin keşfi kadar toplumu koruma değeri taşımamış- tır… Devrimin Almanya’da o kadar uzun süre ertelenmiş olması kısmen bu değerli önlemlerle ilgilidir; ve Bismarck, Sosyal Demokrat partiyi,
… yoksullar için saygın ve cazip kılan özellikle- rinden bu önlemler yoluyla arındırmıştır.” “La- martine sayesindedir ki… üç renkli bayrak yerine Kızıl Bayrağı koymayı reddetmiş ve tehlikeli bir askerî sefer yerine, o an için liberal bir manifesto ile yetinmiştir. Cesur ama felaket getiren bir tam istihdam vaadiyle toplumsal devrim uzaklaştırıl- mıştır.”
Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’ya dış müdahale konusunda yazar umulmadık tarzda
mutlu bir yorumda bulunuyor: “Müttefiklerin derdi, Rus nüfusu içerisinde hâlâ Çarlık hüküme- tinin yüklendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirmekten yana olanlara yardımda bulunmak yoluyla Rusya’yı Almanya’ya karşı savaşın içinde tutmaktı.” Doğrudur: Çarlık hükümetinin girdiği taahhütler bir tek sınıf adınaydı, daha sonra dış müdahale talebinde bulunan sınıf. Fakat başka yerlerde Rus devrimi ile ilgili konularda, vardığı sonuçlarla yazar tarihçiden çok politikacıyı andı- rıyor: “Özgürlükleri pahasına nüfusun büyük ke- simi, yaşamın nimetlerinden cezaevi karnesiyle paylarını aldı.” Düşmanlık beklenebilirdi belki, ama olayların çarpıtılması değil. Çeka’yı “Çarlık Rusyası’ndan miras kalan gizli polis” olarak ni- telemesi ilginçtir; Komünist Partisi’ni “komiteler ya da Sovyetler hiyerarşisi içinde örgütlenmiş” olarak tanımlaması ise ilginçten öte tam bir cehalettir. (Komünist Manifesto’ya sadece laf arasında E. H. Carr’ın özetiyle yer verilmiştir; “li- beral deney” anlayışı açısından bu kitap elbette tavsiye edilen İki Şehrin Hikâyesi’nden daha az gereklidir.)
Tümüyle siyasi bir diğer değerlendirme ise
İtalyan Rönesansının ortaya
çıkarması bakımından da coğrafya ve çevre düzenlemesi ekonomiden önce getirilir. “Avrupa sanatı ve
edebiyatının yeniden doğuşunun, antik mermerlerin selvi ve zeytin ağaçları arasında hâlâ parıldadığı bir ülkede ortaya çıkmış olması
doğaldır.” –ve nedense bu
Avrupa’nın en zengin ülkesidir.
Louis Philippe hükümetinin düşme nedeni “aydınlarla uzlaşmaya
çalışmaması”na bağlanır. Louis Napolyon daha akıllıydı. Onun döneminde imparatorluğun
“liberalleşmesi”ne iki neden
gösterilir: 1- sağlığının bozulması,
2- Napolyon efsanesini gerçekleştirme isteği. Kaba ekonomik nedenler ve
işçi sınıfının baskısı göz ardı edilir.
şu: “Hitler devrimi, Rus Komünizminin batıya doğru yayılmaması bakımından yeterli bir ga- rantidir… Fakat Faşizmde ya da Hitlerizmde Batı demokrasilerinin, temel özelliklerini yitirmeden benimsemek isteyecekleri sırlar olabilir.” Bu “sırlar”dan biri belki de “günümüz Alman- ya’sının eşitlikçi demokrasisi”dir fakat Tacitus zamanından beri var olan “bu faziletli ve tek eşli ırkın” “bastırılamaz verimliliği” değil. “Eşit- likçi demokrasi”nin ardından, “İngilizler barış götürme ve baskıdan kurtarma sayesinde Hin- distan’ı ele geçirmede başarılı oldu” hükmünü duymak sürpriz olmuyor (Tıpkı İtalyanların Ha- beşistan’a yaptığı gibi). Hindistanlıların yüzde 90’ının neden hâlâ okuma yazma bilmediğine dair yarım sayfalık geniş açıklamanın ardından (yazara göre birinci neden, “12 milyon erkek fazlası” olması, ikinci neden ise “Hindistan ge- leneklerinin ilkokullarda bekâr kadın öğretmen kullanılmasına izin vermemesi” sorununun aşı- lamamasıdır. Dr. Fisher, “yurtsever ve eğitimli Hindistanlılar”ın idari görevlerde yer almasını övgüyle karşılıyor. Eski Eğitim Kurulu başkanı yazarın eğitim anlayışı, İngiltere’den geri geti- rilen Basklı çocukların “yeniden eğitilmesi”ni gerekli gören General Franco’nunki ile aynıdır. 350 milyon nüfusun, Belçika’nın korunması için gerekenden daha fazla olmayan bir güç tarafın- dan korunması [kimden koruma?] Hindistan’da İngiliz hakimiyetinin Hint halkının büyük ço- ğunluğuna kendisini kabul ettirdiğinin göster- gesidir. Bu Gladstone’un sesidir; fakat duygular [1930’larda kullanılan İngiliz karikatür kahra- manı Albay] Blimp’in duygularıdır. “Toprak ağaları, Godolphin’in savaş finansmanının te- melini oluşturan dört şilinlik [eski İngiliz gümüş parası] toprak vergisinden ürkmelerine rağmen sonunda ödediler. İngiliz ruhu buydu işte.” Bu paranın karşılığını çok iyi aldıklarından ise hiç söz edilmiyor. Aynı şekilde Canning “Avrupa’nın en ünlü köşesi ve medeniyetinin beşiğine fellah- ların ve zencilerin yerleştiğini görmek istemedi- ği” için Yunanistan’a müdahale etti; yani vur- gulanan onun aldığı klasik eğitim oluyor, finans merkezi (City) ile olan bağları değil.
Ulusal yanlı tutumun birkaç örneği bunlar. Şimdi de sınıf körlüğüne bakalım. “Aynı zaman- da tebanın sivil hakları da bundan böyle [uzun parlamentodan sonra] kralın keyfi müdahale- sinden korunuyordu”; fakat sulh hakimlerinin çok daha sık ve çok daha keyfi müdahalesinden hiç söz edilmiyor. “2. George dönemi İngilteresi, yoksulluk sınırının üzerinde olan herkese, garan- tili ve talihli bir iç huzura ulaşmışlık hissi veriyor olmalı.” … “Ülkeyi bir rahatlık ve istikrar havası sardı.” Zengin azınlığın büyük kısmı böylesine duyarsızdı muhtemelen; fakat İngiliz yazarların “halkı, dayanılmaz onursuzluk ve adaletsizlik re- jimi altında yaşadıklarına inanmaları konusun- da teşvik etmediklerini” kanıtlamak için Swift’i örnek göstermesi büyük ahmaklıktır. 1797 do- nanma ayaklanmalarının ele alınış tarzını “sağ- lamlık ve sağduyu karışımı” olarak tanımlamak önyargılıdır; fakat Paris Komünü’nü yarım say- fada atlamak ve Komünarları “merhametsizce ezmesi… konusunun doğruluğu noktasında hü- kümet sorumlu tutuldu” demek tamamiyle mülk sahibi sınıfların bakış açısıyla tarih yazmaktır. İlk Hıristiyanlar arasında “sınıf bilincine dayalı güdülerin izine rastlamanın” mümkün olmadığı- nı iddia etmek ve buna yoksulların dininin ha- kim sınıfın dini haline geldiği beşinci yüzyıldan kanıt göstermek samimiyetsizliktir.
Geçmişin bu şekilde çarpıtılması kadar teh- likeli olmayıp da gülünç derecede kendinden emin bir iddia da İngiliz centilmenlerinin davra- nış tarzının, ahlaki ve siyasi kıstas olarak bütün çağlara ve ülkelere uygulanabileceği varsayımı- dır. […] Öyle görünüyor ki “Püriten tiranlar”a karşı “ülkenin” başlıca itirazı bunların çoğunun “iyi yetişmemiş düşük sınıflardan” gelme olması ile ilgiliymiş. İç savaş sırasında gözlenen iyi ruh halinin ardından bu durum daha da hayal kırık- lığı yaratıyordu. Çünkü bu savaşta, hem İrlan- da’da hem başka yerlerde, “kolay sinirlenmeyen fakat kolay affeden, centilmen, insancıl ve aydın aristokrasi, savaşı kötü zehirinden ve bazı bar- bar yanlarından arındırmıştı.” Londra’da “iyi bir centilmen” ve “iyi bir mağlup” olarak Botha’ya yapılan karşılama da çok centilmenceydi (ve
bu, İngiliz işçi sınıfının Boer savaşı konusundaki isteksizliğinin göstergesi olarak algılanmamalıy- dı). […] Almanya’da 30 Yıl Savaşları sırasında “yağmalama vardı, açlık vardı, hatta yamyamlık vardı… ve her aşırılık ve çaresizlik döneminde olduğu gibi ahlaki sınırlar çözüldü ve şiddetli ahlaksızlık patlamaları başgösterdi.” Birbirlerini yemeye ara verdiklerinde ise daha da düşkün- lük göstererek yedinci emri ihlâl ettiler. Tilsit’ten sonra “Kraliçe Marie Louise’in etkili yakarışları” ne oldum delisi Napolyon’u caydırmadı; fakat evlilik yoluyla bizimkiyle bağlantılı bazı krali- yet üyeleri centilmen özelliklerini göstermiştir. Alman 1. Wilhelm [Kayzer Wilhelm] “onur insa- nı”ydı; 2. Nikolay ise “uzun Rus çarları listesinde- ki tek mükemmel centilmen”di.
Bunlar sadece komik denip geçilemeyecek saçmalıklardır. Ciddi bir çarpıtma sözkonusu- dur. Dr Fisher’in dine karşı idealist yaklaşımı da öyledir. Weber ve Tawney bir satır bile yazma- mış olabilirdi: Reformasyon, “din savaşları”, 30 Yıl Savaşı, hatta İngiliz iç savaşı bile doktriner inceliklerle ilgili yanlış yönlendirilmiş çatışmalar olarak ele alınır. Tarihsel eylemin böyle yüzeysel bir şekilde açıklanmasının temel nedeni ekono- mik faktörün görmezlikten gelinmesidir. 61. say- fada, İÖ 2. yüzyılda Yunan nüfusunun azalma nedeni olarak “savaş, bebek katli ve sıtma” gös- terilir, bebek katli sanki Yunan kadınların kötü bir alışkanlığıymış gibi yansıtılır. 17. yüzyılda Almanya’nın sömürgecilikten pay alamamasının nedeni olarak ekonomik ve siyasal örgütlenme eksikliği değil, coğrafi faktörler gösterilir.
Coğrafya, İspanya tarihinde daha büyük et- kilerde bulunmuştur. “Fransa’da bütün yollar Paris’e çıkıyordu. Ama İspanya’da tüm yollar Madrid’e çıkmıyordu. İber dağları ve İber insanı inatçıdır.” İşte bu nedenle İspanya, Fransa’nın tersine 17. yüzyılda yeni monarşi aşamasını ya- şamamıştır. Fakat başka bir sayfada ek bir ne- den daha görürüz: “Belli bir ihmalkârlık, yarı gu- rur, yarı miskinlik maddi zenginlik biçimlerinin gelişimini engellemiştir…” Neden-sonuç ilişkisi- ne dair bariz bir karışıklıktır bu! Fakat coğrafya hem neden hem sonuç olarak etkide bulunur:
“Yakıcı güneş, kuru, keskin, tozlu rüzgârlar öyle etkide bulunmuştur ki, komünizm ve sosyalizm gibi, kilise nüfuzu ve sendikacılık gibi hastalıklar İspanya ikliminde en uç halleriyle ortaya çıkar.” Eğer General Franco bunları okumuş olsaydı, halk cephesi hükümetinin uyguladığı sulama programının, askerî güçlerin yardımı olmadan seçmenleri sosyalizm konusunda “yeniden eği- teceğini” anlamış olur, ve tarihin gidişatı başka türlü olabilirdi.
İtalyan Rönesansının ortaya çıkarması bakı- mından da coğrafya ve çevre düzenlemesi eko- nomiden önce getirilir. “Avrupa sanatı ve edebi- yatının yeniden doğuşunun, antik mermerlerin selvi ve zeytin ağaçları arasında hala parılda- dığı bir ülkede ortaya çıkmış olması doğaldır.”
–ve nedense bu Avrupa’nın en zengin ülkesidir. İtalya’nın birleşmesinin, İngiliz basınının sıcak sempatisini topladığı ve birleşmenin ardından demiryolu inşasının yaygınlaştığı vurgulanır; ama bu ikisi arasında bağlantı kurulmaz. Louis Philippe hükümetinin düşme nedeni “aydınlarla uzlaşmaya çalışmaması”na bağlanır. Louis Na- polyon daha akıllıydı. Onun döneminde impara- torluğun “liberalleşmesi”ne iki neden gösterilir: 1- sağlığının bozulması, 2- Napolyon efsanesini gerçekleştirme isteği. Kaba ekonomik nedenler ve işçi sınıfının baskısı göz ardı edilir. Ekonomi sözkonusu olduğunda, savaş öncesi liberal po- litikacının sermayesi [serbest piyasa ve serbest ticareti savunan] Colbdenizmdi. Colbert “ço- cukça bir hezeyan”la azarlandı ama “ekonomi politik icat edilmemiş” olduğu için bu oldukça sert görünüyor. “Mali zincirlerden arındırıldığın- da ticaretin daha iyi geliştiğinin keşfedilmesi” Liberalizm çağının “iyi tesadüfleri”nden biridir. Fakat “serbest ticaretçilerin medeni özlemleri”
–“ucuz ekmek politikası güçlü bir donanma ge- rektiriyordu”– “militarist milliyetçilik patlaması” sonucu anlamsız bir şekilde parçalanmış ve li- beralizm “deney” olarak kalmıştı. Ancak yazar liberalizmin yerini alacak “iyi bir gelişme”nin henüz bulunmadığını düşünüyor. “Ekonomi po- litik” Blum’u “keşfetti”; ama “geniş çaplı ‘eko- nomik planlama’nın kısa sürede başarılı olması
asla mümkün değil.” Bu nedenle bir çırpıda eski sömürge sistemini ve beş yıllık planı bertaraf et- mek işine geliyor.
Acı olan şu ki yazar, ekonomik yorum gerek- tiren olguları sıralıyor; fakat “model”den uzak duruyor. İkinci kitabın “Yeni Avrupa” başlıklı 1. bölümü özellikle eğiticidir. “İnsanoğlu, batı ülke- lerindeki şehirlilerin izin verdiğinden daha yavaş hareket ediyor” diye başlayıp, “belli yerlerde ve belli kafalarda” –ekonomik olarak geri ülkelerde– feodalizm ve katolikliğin ayakta kaldığını doğru bir şekilde dile getiriyor. “Avrupa’da düşünce”yi Ortaçağ rahipleri sürdürdü; bu nedenle, “insan düşüncesinde parlamalar” olsa da istikrarlı bir bilimsel gelişme sözkonusu değildi. 16. yüzyılın alaylı (mektepli olmayan) kültürü buna “en bü- yük tezat” teşkil eder. Peki neden? Neden kültür, çalışmayan (sosyete) sınıftan diğerine aktarılmış- tır? Bu yeni teknik gelişme ihtiyacı neden ortaya çıkmıştır? Bunun külfetini kim çekmiştir? Neden? Burjuvazinin yükselişinin siyasal etkileri de aynı şekilde gözden kaçırılır. “Ortaçağ imparatorluğu- nun siyasal çerçevesi, ulus devletlerin ortaya çık- masından önce çöktü” – “Avrupalılar ulus olarak
… düşünmeye başladı.” “Daha güçlü olan kuzey, Roma’dan kopmaya başladı.” Nedeni hiç sorul- maz. Bu idealist yorumun sonucu olarak bireyle- rin rolüne gereğinden fazla önem atfedilir. “İnsan ruhunun bu büyük hareketinin ilk aşamalarında… Louis Bonaparte belirleyici bir rol oynadı.” “20
milyondan fazla nüfusa sahip İspanya’da, 13. Al- fonso’nun tahminlerine göre, sadece altı bin poli- tikacı vardır.” Tarih burada da başka bir yön çiz- miştir. Fakat bu tarih özellikleri başka bir sayfada öngörülmüştür: “Dünyanın hali böyledir. Gelecek gözümüzün önünden geçer ve biz onu görmeyiz.” Görmeye çalışırsak, önceden belli bir modeli da- yatmış oluruz ki bu gülünç bir tezatlıkla savulmuş olur. Birbirimizi çukura götürelim.
Bu şekilde tarih yazmak iflas etmiştir. Yorum yapma olanağını inkâr yoluyla, İngiliz egemen sınıflarının dar kalıplarının mutlaklığı konu- sundaki kendi yavan varsayımını gizlemekte, tarafsızlığının, liberal politikalarla eşanlamlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ekonomik bağların- dan soyutlanmış bir halde geçmişi ele almaya yoğunlaşması, devlet adamlarının, mucitlerin ve monarşi üyelerinin iyi ya da kötü etkilediği “tu- tarsız, başına buyruk olaylar” önermesini ola- naklı kılmaktadır. Her şeyin olması mümkündür, çünkü nihayetinde her şey hayal mahsulüdür. Tarih düşünülebilir, analiz edilebilir maddi fak- törlerden etkilenmez.
Bu liberal tarih anlayışı ifşa edilmelidir; akademi dünyasında artık saygı görmediği için değil, belki de uzmanlaşmış tarihçiler dışında, okullarımızda öğretilen tarihin büyük bir kıs- mına kaynaklık ettiği için (bu kitaba ilişkin ga- zetelerde çıkan ilk değerlendirmelere bakınız). Ayrıca bu anlayış, Oxford Üniversitesi New Col- lege Fakültesi Dekanı’ndan daha solda olan ve faşizmden nefret eden ama onu hiç anlamayan günümüz Liberallerinin çıldırtan kaderciliğinin de temelini oluşturmaktadır.
Bu tarih yaklaşımının nereye varacağı bellidir: Bir şey analiz edilemezse öngörülemez de. Ge- lecekteki olaylar da geçmiştekiler kadar başına buyruk olacaktır. “Ümit edelim de bütün belirti- lerin tersine insanoğlu gelecekte mantıklı hareket etsin” yazarın son sözleridir. Ona göre, ne yapar- sak yapalım tarihi etkilemeyecektir (kabinede yer almamızı sağlayacak eğitime sahip değilsek).
Giriş bölümünde Dr Fisher ilerleme olgusu- nu onaylamakta, ama bu sadece inanç olarak kalmaktadır. Zaten, “insan düşüncesi [!] felaket
ve barbarlığa yol açabilecek alanlara kanalize olabilir.” Eğer dengesiz liberal devlet adamları düşüncelerin yanlış yönlere kaymasını engelle- yemiyorsa insanın budalalığına omuz silkerek liberalliklerini buzdolabına kaldırmakta –“er- demi hakir görebileceğim kadar özgürlüğü de hor göreceğimden değil” (3. Bölüm’e Önsöz)– ve hiçbir yasa tanımayan başka bir zorunluluk karşısında, Hitler yanlılığının komünizmden daha iyi olduğunu düşünerek kendilerini avut- maktadır. (Açıklamak üzere teoriler ürettikleri)
kapitalist sistem gelişmeye devam etmiş olsay- dı, dünyayı daha iyi anlar, daha mutlu olur- lardı. Ama Avrupa başka bir yola girdi. Kriz, “hırs, önyargı ve histeri”nin yanı sıra, rasyonel kılınmış eski şemaya uymayan daha birçok tatsız şey getirdi. Liberal hiç oralı olmadan, et- kilenenler sanki kendi komşuları değilmiş gibi davranmak, kendi davranışının mantıksızlığını görmemek için kafasını kuma gömmek istiyor. Onun kafasını kumdan çıkarmak ise eleştirme- nin görevi.