KESK ve Kongreler Süreci Üzerine

Uzunca bir süredir, işçi ve emekçilerin, sendikalarını sermayenin bitmek bilmez saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak yeterince kullanamadıkları biliniyor. Mevcut sendikal örgütlenmelerin büyük bölümü, “sosyal diyalog” adı altında, hakları için mücadele etmekten çok, sermaye ve hükümet çevreleriyle “müzakere” etmeyi marifet sayan “sınıf uzlaşmacı” bir yönelime girmiş durumdadır. Bu tür anlayışların egemen olduğu sendikalarda, emekçiler sendikalarına olan güvenlerini gün geçtikçe kaybederken, sendikalara inançsızlık ve bunun sonucunda ortaya çıkan kayıplar son yıllarda yoğunlaşmıştır. Bu durum, sendikaların işlevini yitirdiğini değil, aksine tarihin ve güncel gelişmelerin sırtlarına yüklediği görevleri ve işlevlerini yerine getirmediği zaman güç ve itibar kaybetmelerinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.

1980’li yılların sonunda “tarihin sonu” söylemlerinin gündemde olduğu, “Yeni Dünya Düzeni” (YDD) üzerine nutukların atıldığı bir dönemde, tüm dünyada sendikalar ciddi bir gerileme yaşarken, Türkiye’de tam tersi yönde gelişmeler yaşanmıştır. 1980’li yılların son çeyreğinde başlayan ve 1989 Bahar Eylemleri ile doruk noktasına ulaşan işçi hareketine paralel olarak kamu emekçileri hareketi de önemli bir çıkış gerçekleştirmiştir. Kamu emekçilerinin acil ve somut talepleri üzerinden binlerce kamu emekçisinin mücadeleye çekildiği, ekonomik, sosyal ve sendikal hakları için alanlara çıktığı ve siyasi iktidarla karşı karşıya geldiği bir dönemde, daha sonra KESK’i oluşturacak olan kamu emekçileri sendikaları, işyerlerinden başlayarak örgütlenmeye başladılar ve gerek kitleselliği, gerekse mücadeleci kimlikleri ile bugün bile hatırlanan örnek mücadeleler ortaya koydular. O dönemde, işçi sendikaları hızla üye kaybederken, kamu emekçileri sendikaları büyümekteydi. Bu anlamıyla, bütün dünyada sendikalar üye ve itibar kaybederken, KESK, Türkiye’nin kendine özgü koşullarında doğup gelişen mücadeleci bir sendika merkezi olarak ortaya çıkmıştır.

 

KONGRELERE GİDERKEN YAŞANAN SORUNLAR

KESK ve bağlı sendikalar, içinde bulunduğumuz dönemde, son derece önemli ve bir o kadar da tehlike ve tuzaklarla dolu bir süreçten geçmektedir. Dünyada ve Türkiye’de emek mücadelesi ve onun değerlerine karşı tarihte eşi görülmemiş bir saldırganlık söz konusudur. Türkiye’de sermaye güçlerinin kendi sınıf egemenliklerini güçlendirmek için yaptığı yasal ve fiili müdahaleler (Torba Yasa, Sendikalar Kanunu, esnekleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma uygulamaları vb.), başta eğitim ve sağlık olmak üzere, tüm kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi uygulamaları bütün hızıyla sürmektedir. Bugüne kadar atılan adımlar emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırma aşamasına gelmişken, kamu emekçileri sendikaları, sayısal olarak büyümek ve etkinlik anlamında güçlenmek bir yana giderek küçülmekte ve darlaşmaktadır.

Uzun süredir, işçi ve emekçilerin ana gündemini oluşturan saldırı yasaları ile sermaye güçleri ve hükümetleri; kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını daha da geriletmenin hesaplarını yapmaktadır. Sermaye saldırıları öylesine yoğunlaşmıştır ki, meclisin emek düşmanı performansı göz önünde tutulduğunda, birkaç oturumda kamu emekçilerinin pek çok kazanımını ortadan kaldıran yasalar çıkarılmış ve esnek, kuralsız ve güvencesiz istihdamın kapıları ardına kadar açılarak, özellikle mücadeleci sendikaların altını boşaltmak için gerekli düzenlemeler yapılmıştır.

KESK ve bağlı sendikalardaki üye artışının durma eğilimine girmesi, önemli bir sorun olarak dikkat çekmektedir. Başka bir ifadeyle, KESK ve bağlı sendikalar, kitleselleşememe ve küçülme sorunuyla yüz yüzedir. Bu durum, sendika içinde fırsatçı-grupçu eğilimleri güçlendirmiş, bundan en çok zararı, başta sendikal hareket olmak üzere, sendikalar ve üyeler görmeye başlamıştır. Nitekim sendikaların kuruluşunda en önde mücadele eden politikleşmiş kamu emekçisi kesimlerinin arasın­daki uyum son yıllarda bozulmuş, kısa gün kârına da­yanan ittifaklar, sınıfın değil grupların çıkarlarını öne alan ve birbirini tasfiye etmekten başka hiçbir derdi olmayan girişimler, kamu emekçileri sendikalarını içten içe kemiren tehlikeli bir etkene dö­nüşmüştür.

KESK’e bağlı sendikalarda, yıllar içinde, işyerlerinde üyeler ile kurulan ilişkiler zayıflamıştır. Bu durumun en somut sonucu, üyelerin bir fikre ya da eyleme ikna edilmesinin giderek zorlaşmaya başlamış olmasıdır. Temsilci ve yönetici kadrolar işyerlerinde yaşanan sorunlar ve bu sorunların çözümüne ilişkin görüş ve önerileri işyerlerinde yeterince tartıştırmadığından, emekçilerin görüşleri şube ve sendika merkez organlarına taşınamamakta, yönetici ya da şube başkanları da, kendi siyasi görüşlerini üyelerin görüşleriymiş gibi yansıtabilmektedir. Bu durum, üyelerin sendikal politikaların ve kararların oluşturulması sürecine katılmalarını engellemekte, sendikal demokrasinin asgarisinin bile işletilmemesine neden olmaktadır. Oysa, sendikal hareketin öncelikli ihtiyacı, sadece sendika üyelerinin değil, sendikalı-sendikasız, statü farkı gözetmeksizin, işyerlerindeki bütün emekçilerin, kararların alınmasından uygulanmasına kadar bütün süreçlere aktif olarak katılması ve birlikte mücadele anlayışının işletilmesinden geçmektedir.

Kamu emekçilerinin 20 yıllık yoğun mücadele süreci içinde, kitlelerin bir sendikadan beklenen herhangi bir somut kazanımı elde edememiş olması, sendi­kalarda hak mücadelesi için örgütlenen kesimlerde ciddi anlamda geri çekilme ve mücadeleden “soğuma” eğilimini geliştirmiştir. Yıllardır; “Türk-iş’e benzemeyelim”, “Biz sendikalarımızı sokakta kurduk, haklarımızı sokakta savunacağız” anlayışı etrafında örgütlenen kamu emekçileri sendikaları, özellikle 4688 Sayılı Yasa’nın çıkmasının ardından, pek çok yönden Türk-İş’e ve onun bürokratik işleyiş mekanizmasına benzemeye başlamışlardır.

Sendikalarda kitle mücadelesinin ve sendikaların geleceğini düşün­meden yapılan ittifaklar, seçimlerin birkaç bin kişilik politik­leşmiş kitle dışındaki geniş üye tabanını dışlayan yön­temlerle yapılıyor olması, delege ve yönetimlerin, kitlelerin açık oylamasıyla seçilmeleri yerine, grupların arasındaki it­tifaka dayalı olarak, neredeyse “yukarıdan atanması” gibi sorunlar, kamu emekçileri sendikalarının olumlu birikimini hızla tüketmektedir.

Son yıllarda, hizmet bi­rimlerinde yığınların günlük talepleri etrafında müca­delenin örgütlenmesi yerine sadece “politik kadroların” katıldı­ğı eylem tarzının egemen eylem hattı olarak izlenmesi, yaşanan darlaşmanın bir başka nedenidir. Bugün kamu emekçileri sendikalarının yaşadığı darlaşma ve eylemlerin etkisizliğinde, bir süredir benimsenen “taşıma” güçlerle yapılan kadro eylemlerinin küçümsenmeyecek kadar büyük etkisi vardır.

Sağlık, Eğitim, Enerji, Maden, İletişim, Haberleşme, Ulaşım vb. işkollarında yaşanan özelleştirme ve ticarileştirme uygulamaları, işçileri olduğu kadar, özelleştirilen işkollarında çalışan kamu emekçileri sendikalarını da yakından etkilemektedir. KESK’e bağlı 11 sendika olmasına karşın, her sendikanın sadece kendi gündemi çerçevesinde eylem ve etkinliklere katılıyor olması, kamu emekçileri sendikalarında ortaya çıkan ve sendikal hareketin geleceği açısından son derece önemli olan bir zayıflık olarak dikkat çekmektedir.

KESK’e bağlı sendikaların yerellerde oluşturduğu KESK şubeler platformlarının işleyişinin istikrarsız olması, bir başka önemli sorundur. Kimi zaman sendika ya da konfederasyon merkezlerinden müdahaleler, kimi zaman KESK içindeki sendikal anlayışların grupçu tutumları, kamu emekçileri mücadelesinin başından bu yana mücadele çağrılarını yerellerde örgütleyen şubeler platformlarını, birkaç istisna dışında işlevsiz hale getirmiştir. Son yıllarda yaygınlaşan üyelerin cep mesajı ile eylem ve etkinliklere çağrılması gibi uygulamalar, üyeler ile sendika arasındaki ilişkiyi mekanik hale getirmektedir. Dolayısıyla şubeler platformları gibi işletildiğinde mücadele çıtasını yükseltecek olan yerel platformların, kamu emekçilerinin yerel mücadele merkezleri olma özelliği yeterince değerlendirilememektedir. Emek ve demokrasi mücadelesinde büyük iddiaları ve söylemleri olan bir örgütün çoğu zaman kendi içinde bile bütünlük sağlayamaması, çağrılarının eskiye kıyasla yeterince karşılık bulamaması sorunu hızla çözülmesi gereken bir sorundur.

Yıllar içinde, sendikalar ve sendika merkez yönetimleri, KESK ile eşgüdüm içinde, kendi işkollarına ve ülke gündemine ilişkin mücadele kararları alıp uygulamak yerine, her şeyi konfederasyondan bekleyen (benzer bir durum şubeler ile sendika merkezleri arasında da vardır) ya da konfederasyona havale eden bir duruma gerilemiştir. Farklı işkollarında örgütlü sendikalar, yıllardır bütünlüklü bir mücadele, eğitim ve örgütlenme politikaları geliştiremediği gibi, çoğu zaman almış olduğu eylem ve mücadele kararlarını sadece bir “üst yazı” ile KESK’e bildirebilmektedir. Geçmişte bu durumun tersi örneklerin de yaşandığı görülmüştür. Bütün bu sorunların yaşanmasının temel nedeni, KESK’e bağlı sendikaların işyerleri ile bağlarının her geçen gün azalması ve ilk kurulduğu yıllardaki “fiili meşru mücadele” çizgisinden adım adım uzaklaşılmış olmasıdır.

KESK’in kurulduğu ilk yıllarda işyerlerinden başlayarak geliştirilen dayanışmalarla, ciddi fedakârlıklarla hayata geçirilen eylem ve etkinliklerin yerini, yapılacak eylemleri mali açıdan sınırlamaya çalışan, “ekonomik” eylem ve etkinlikler almaya başlamıştır. KESK’in bir süredir içinde bulunduğu darlaşma, “kadrolu eylemciler” dışındaki kesimlerin mücadelenin dışına düşmesi ve en temel sendikal faaliyetlere bile katılmaktan imtina etmesi, “grupçuluk”, hatta “aynı grup içinde yaşanan iç çekişme ve saflaşmalar”, sendikal mücadeleye zarar vermeye başlamıştır.

 

FİİLİ-MEŞRU MÜCADELE VE KESK

KESK, bir yandan Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyen kamu emekçilerinin mücadelesinin eseri olurken, öte yandan, reformcu, düzen içi sendikacılığın güç ve itibar kaybettiği bir dönemde büyüyüp güçlenen bir sendikacılığı temsil etmiştir. Bu dönemde KESK’in öne çıkan özelliklerinden birisi, kuruluşunda ve mücadelesinde çeşitli devrimci demokrat siyasi odaklarla bağlantılı kamu emekçilerin oluşturduğu çevrelerin belirleyici olmasıdır. Bu özellik, KESK ve bağlı sendikalara, bir yandan her koşulda ayakta durmasını, mücadele etmesini sağlayan bir direngenlik ve dinamizm katarken, öte yandan da, siyasete henüz ilgisiz olan ya da çeşitli düzen partilerinin etkisindeki geniş kamu emekçileri kesimleriyle ilişkilerde küçümsenmeyecek güçlükler yaratmıştır. Bu güçlükler, daha sonraki yıllarda daha da önem kazanmış, bundan yaralanan devlet ve hükümetleri hamle yapmaya itmiştir. Önce KESK’in kuruluşunu engellemek için çeşitli yollara başvurulmuş (mücadeleye önderlik eden kamu emekçilerine soruşturmalar açma, sürgün ve değişik cezalar verme vb.), bunun üzerinden sonuç alamayacağını görülünce, iktidarlar, kendilerine yakın siyasi mihrakları kullanarak, tepeden devlet güdümlü sendikalar kurdurmuş ve kamu emekçilerinin sendikal hareketi bölünmeye çalışılmıştır. Hükümetler, müdür, genel müdürler gibi bürokratları devreye sokarak, KESK karşısında devlet güdümlü sendika merkezlerini hızla örgütlemeye başlamışlardır. Kamu-Sen, Memur-Sen ve diğer konfederasyonlar, hükümetlerin açık desteği ile kurulmuştur. KESK üstünde yürütülen baskıyı sürdürenler, aynı zamanda, Kamu-Sen, Memur-Sen gibi işbirlikçi konfederasyon merkezlerinin kurulmasına ön ayak olmuşlardır.

KESK’in, kuruluş süreci içinde geleneksel bürokratik sendikal çizgiden ayrışması ve kamu emekçilerinin her vesileyle övünçle vurgulanan “fili ve meşru mücadele hattı”nın oluşması, kamu emekçileri sendikal hareketi bakımından önemli bir avantaj oluşturmuştur. Ancak, bu durum sonrasında, KESK’in kitlesel bir emek örgütü  haline gelmeye başladığı koşullarda, tabandaki üyelerin karar alma ve alınan kararları hayata geçirme inisiyatiflerinin tepeden engellenmeye çalışılması ve KESK içindeki egemen siyasi grupların kendi aralarında ya da tek başlarına karar alıp uygulaması, KESK ve bağlı sendikaları, belli siyasal odakların etkisinde ve denetiminde olan bir konfederasyon ve sendikalar haline gelmesine neden olmuştur. Böylece, başlangıçta avantaj olarak görülen bir şey, giderek, kamu emekçileri mücadelesinin yaygınlaşması ve güçlenmesi açısından, somut bir dezavantaja dönüşmüştür. Bu dezavantajlı durum, siyasal grupların yönetimlerinde baskın güç oldukları sendikalara, ülkenin ve sendikal hareketin ihtiyaçlarından bağımsız, çoğu zaman bu ihtiyaçları bile gözetmekten uzak kaba müdahalelerini beraberinde getirmiştir. Bu durum, kamu emekçileri sendikal hareketinde, bir yandan sermaye ve devletten gelen saldırılar karşısında ciddi zayıflıklar yaratırken, öte yandan da, KESK ve bağlı sendikalarda hızla yaygınlaşmaya başlayan bürokratik yönetim anlayışını besleyip büyüten bir etkide bulunmuştur.

Kuruluş süreçlerinde, bir çağrıyla, kendi üye tabanının çok ötesinde yüz binlerce kamu emekçisini eyleme geçiren KESK ve bağlı sendikaların üst yönetimleri, dönem dönem, tıpkı Türk-İş bürokrasisi gibi, tabanın ve şubelerin beklenti ve önerilerini önemsemeyen, hatta zaman zaman onlardan şikâyet eden noktalara kadar savrulabilmişlerdir. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, diğer başka etkenlerin de etkisiyle, KESK’in karşısında, Memur-Sen, Kamu-Sen gibi devlet güdümlü ve hükümet destekli sendikalar, hükümetlerin de desteğiyle, KESK’ten çok daha kitlesel örgütler haline getirilmişlerdir.

KESK içindeki siyasi odakların emek hareketinin ihtiyaçları dışında gelişen kimi müdahaleleri, dönem dönem KESK’in ve bağlı sendikaların iç demokrasisinin gelişmesinin önünde de önemli bir engel haline dönüşebilmiştir. Yönetimlerin belirlenmesinde grupların istekleri, birbirleri ile ilişkileri ve özellikle son yıllarda ön plana çıkan tasfiyeci yaklaşımlar, hemen her genel kurul döneminde gündemin en üstündeki yerini almıştır. Bu durum, sendikaların alt kademelerinden yukarı doğru çıkıldıkça daha da etkili bir biçimde sendikal yönetimleri belirlemiş, bu süreçte, kamu emekçilerinin talepleri ve sınıf hareketinin ihtiyaçları üzerinden hareket edenlerin bu olumsuz durumu düzeltmek için yaptığı girişimler yeterince etkili olmamış ya da beklenen sonuçları vermemiştir.

Sorunun bu yanı, önümüzdeki dönemde, geçmişe göre daha da önem kazanacak gibi görünmektedir. KESK’in, örgütlü ya da örgütsüz bütün kamu emekçilerinin ana kitlesini mücadeleye çekmek açısından olduğu kadar, söz konusu mücadeleyi yönlendirecek yönetimlerin belirlenmesinde de dolaysız bir biçimde etkin olması için alınacak önlemler, kamu emekçileri sendikal hareketinde son yıllarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında daha da önem kazanmış bulunmaktadır.

 

HAREKETİN İHTİYAÇLARI ÜZERİNDEN YENİLENME

Ülkede yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmeler, emek hareketine, her gün bir dizi olanak sunmaktadır. Geçtiğimiz dönemde kamu emekçileri sendikal hareketine kaynaklık eden taleplerden hiçbirisi ciddi anlamda karşılanmamış olması nedeniyle, KESK’e bağlı sendikalar ve binlerce sendika üyesinin mücadeleye çekilmesi başarılamamıştır.

Kamu emekçilerinin geçmiş dönemde karşı karşıya kaldığı güçlükler ve her geçen gün yoğunlaşarak artan saldırılar, kamu emekçileri içinde mücadelenin yeniden örgütlenmesini sağlayabilecek fırsatlar sunacaktır. Emeğe ve emekçilere yönelik tüm saldırılar, aynı zamanda kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi, yeniden mücadeleci bir çizgiye çekilmesi için önemli bir olanak olarak değerlendirilmelidir.

Yaşanan karmaşık süreç içinde, tüm eksikliklerine karşın, KESK gibi bir mücadeleci sendikal merkezinin genel kongre süreci, gündemde olan ve bundan sonra gündeme gelecek saldırı yasalarını püskürtmenin bir aracı haline getirilebilir. Kongre süreci, aynı zamanda, KESK’i yeniden kamu emekçileri ile buluşturmanın, KESK içindeki birlik ve bütünlüğü güçlendirmenin olanaklarını fazlasıyla sunacaktır. Diğer taraftan KESK’e bağlı sendikalar ve kamu emekçileri; sermaye güçlerinin saldırılarını işyerlerine ve tabana dayanarak püskürtebildikleri ölçüde, KESK’in, ilk yıllarında olduğu gibi, kamu emekçileri sendikal hareketine önderlik etme şansını yakalayabileceklerdir. KESK’in sınıf mücadelesinin ve içinden geçmekte olduğumuz dönemin ihtiyaçları doğrultusunda, yüz binlerce emekçiyi harekete geçirerek mücadeleci bir sendikal çizgiye yönelmesi; hem bürokratizm, grupçuluk, konformizm, menfaatçilik gibi sekter tutumların aşılmasını sağlayacak, hem de sermayenin saldırılarını geriletme, KESK’i yeniden büyütme ve güçlendirmenin fırsatı yakalanmış olacaktır.

Önümüzdeki sürecin, kamu emekçilerinin birleştirilmesinin daha ilerilere taşındığı, örgütlenme ve mücadele düzeyinin yükseldiği, sendikalarımızın güç ve itibar kazandığı, tabandaki emekçilerin inisiyatifinin güçlendiği bir süreç olması için, KESK, önümüzdeki dönemde, emekçilerin mücadelesi ve örgütlemesinde önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıyadır. Bunun için, öncelikle, halen yaşanan ve yaşanması muhtemel saldırılar, emekçilerin örgütlenmesi ve en geniş kesimlerinin mücadeleye çekilmesi açısından önemli bir olanak olarak değerlendirmek gerekir. Bu rolün hayata geçirilebilmesi için, KESK ve KESK’e bağlı sendikaların genel kurul süreçleri son derece uygun dönemlerdir. Seçimler nedeniyle üyelerle daha fazla yüz yüze gelmek, sendikal politikaları oluştururken, sendikaların üyelerden, üyelerin sendikalardan beklentilerini önemsemek gerekir. KESK ve bağlı sendikalar, işyerlerinden başlayan seçim süreçlerinde kendilerini etkinleştirip büyütürken, emek hareketini de büyütmüş olacak ya da emek hareketi büyüyüp güçlendiği ölçüde, KESK’in, genel olarak emek hareketi, özelde ise kamu emekçileri hareketi içindeki rolü ve önemi daha da artacaktır.

Kongreler sürecinde ve sonrasında benimsenecek olan mücadele planının layıkıyla hayata geçirilmesi için mümkün olan en geniş kesimin harekete geçirilmesi, yönetimlerin de, bu mücadeleye atılan çevrelerin temsilcilerinden, mücadele içinde ileri çıkan kamu emekçilerinden oluşması için gayret gösterilmesi önemlidir. Ancak böyle bir süreçten geçildiği ölçüde, yönetimler, çeşitli siyasi çevreler arasında kötü anlamda “pazarlık konusu olmak”tan çıkacak, birlik ve dayanışma içinde mücadeleyi ilerletme olanaklarını emek hareketinin önüne bir görev olarak koyacaktır.

Sendikal mücadelede, somut talepler üzerinden mücadele edilmeden, emekçilerin sendikalardan beklentilerini ve taleplerini sahiplenmeden sonuç alındığı bugüne kadar hiç görülmemiştir. KESK’in bütün kamu emekçilerini birleştiren bir sınıf tutumu benimsediğini ve bu tutumun bir gereği olarak sadece üyelerinin değil, tüm kamu emekçilerinin mücadelesini yürüttüğünü emekçiler arasında hissettirmeden, bugüne kadar oluşmuş mevcut durumu değiştirmek mümkün değildir. Bu nedenle, ilk olarak yapılması gereken, somut talepler üzerinden mücadelenin örgütlenmesi, hükümet ile emekçilerin karşı karşıya gelmesinin sağlanması ve bu karşı karşıya geliş içinde KESK’in mücadeleci tutumunun yine somut olarak ortaya konulmasıdır. Ancak bu yapıldığında, bir taraftan var olan üyeler harekete geçerken, diğer taraftan bu tutumu gören yüz binlerce örgütsüz kamu emekçisinin yüzünü KESK’e ve onun mücadelesine dönmesi sağlanabilir.

Genel Kurullar, kuşkusuz sadece seçimlere endekslenmeyen bir içerikte ele alınması ve genel olarak sendikal hareketin, özelde ise kamu emekçileri sendikalarının sınıfın ve hareketin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmesi için somut politikalar geliştirilmelidir. Böyle bakılmadığında; dar grup çıkarları emekçilerin ihtiyaçlarının önüne geçecek, gruplar arası ve gruplar içi gerilimler ve polemikler artacak, dışa dönük politikaların tartışılması yerine, iç çekişmelerin öne çıkması kaçınılmaz olacaktır.

KESK ve bağlı sendikalarda genel kurul süreçleri, hizmet birimi temelinde mücadelenin temel alındığı ve işyeri örgütlülüklerinin güçlendirilmesini önemseyen bir içerikte değerlendirilmelidir. Hizmet birimlerinde, statü ve sendika farkı gözetmeksizin tüm emekçileri birleştirmeyi ve mücadele içine çekmeyi hedefleyen, her sorunu kitleler içinde tartışabilecek kadar demokratik işleyiş kültürüne sahip bir işyeri örgütlenmesi, KESK’in yenilenmiş bir örgütlenme ve mücadele stratejisi açısından öncelikli olmalıdır. Bu şekilde işyerlerinde sermaye tarafından farklı ücret tarifeleri ve istihdam biçimleriyle birbirine karşı kışkırtılan ve rekabete zorlanan tüm emekçiler, ayrım gözetmeksizin, kadrolu istihdam ve eşit ücret gibi eşit haklar için mücadelede birleştirilerek, işyerlerinden başlayarak, yukarıya doğru sağlam birliklerini oluşturulabilir.

Sendika üst yönetimlerinin, emekçilere yönelik önyargılarını bir kenara bırakarak, onların talepleri için birlikte mücadeleyi örgütlemesi, örgütsüz ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakılan emekçileri sahiplenmesi, başka sendikalara üye olan emekçileri “rakip sendikaların” üyesi değil, sınıfın bir parçası olarak görmesi son derece önemlidir. Geçtiğimiz dönem içinde, bu ifadeye en yakın tutum, 25 Kasım 2009’da, KESK ve Kamu Sen’in ortak çağrısıyla gerçekleştirilen “uyarı grevi” sırasında gerçekleştirilmiştir. 4688 Sayılı Sendikalar Kanunu’nun çıkmasından sonra, ilk kez eylemlerinde açıkça grev ifadesini kullanmış ve kamu emekçileri bu kadar yaygın ve geniş katılımlı bir eylem gerçekleştirebilmiştir.

Kamu emekçileri sendikal hareketi bakımından önceki dönemlerde birçok iş bırakma eylemi yapılmıştır. Bazı başarılı iş bırakmalar, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) ve sonrasında Emek Platformu döneminde gerçekleştirilmiştir. KÇSP döneminde gerçekleştirilen 20 Aralık 1994 iş bırakma eylemi ve Emek Platformu döneminde gerçekleştirilen 1 Aralık 2000 eylemi, bu eylemler içinde en kitlesel ve yaygın olanlarıdır. KÇSP döneminde, emekçilerin sendikal bölünmüşlükleri bugünkü kadar yaygın değildi ve işyerlerinde sadece KESK kitlesel olarak örgütlüydü. O dönemde, işyerlerinde örgütsel bütünlüğün daha fazla olması, üyelerin söz ve karar süreçlerine doğrudan katılması nedeniyle, eylemlerin kitleselliği ve canlılığı sonraki dönemlere göre daha fazlaydı.

İş bırakma, grev gibi doğrudan işyerinde hizmeti ya da üretimi durdurmaya yönelik eylemler, sonuç almaya yönelik en etkili eylemler olduğu gibi, iki sınıfın karşıt çıkarları temelinde karşı karşıya gelmeleri açısından da önemlidir. Bu nedenle, geçmişte olduğu gibi, son dönemlerde de bu tür birlikteliklere yönelik içeriden ve dışarıdan müdahaleler yapılmaya çalışılması kaçınılmazdır.

25 Kasım’da, kamu emekçileri, KESK içinde bazı siyasal gruplar tarafından sekteye uğratılmaya çalışılsa da, somut talepler etrafında emekçileri birleştirici tutum alındığında, kitlelerin her türlü mücadeleye hazır olduklarını göstermiş, “kitle hazır değil, kadro grevi yapalım” diyen kimi çevrelere en iyi cevabı, 25 Kasım 2009’da alanlara çıkarak vermiştir. 25 Kasım uyarı grevi, “solculuk” hastalığından bir türlü kurtulamayanlar açısından da öğretici olmuştur. İşyerlerindeki sendikal rekabetin en çok ortak talepler ve çözüm bekleyen sorunlara sahip emekçilerin birlikte mücadelesine zarar verdiği görülmüştür. Bazı siyasal grupların Kamu Sen ile ortak çağrı yapılmasını iç tartışma malzemesi yapması, bazılarının grevi örgütlemek için işyeri çalışmaları bile yapmaktan uzak durması karşısında en büyük tepki, sorunları her gün yüz yüze yaşayan üyelerden gelmiştir.

25 Kasım uyarı grevi, kamu emekçileri mücadelesi açısından önemli bir dönüm noktası olmakla birlikte, bu eylemle kamu emekçilerinin sorunları çözülmemiş, talepleri karşılanmamıştır. KESK yönetimi, başarılı geçen bir eylemin devamını getiremediği gibi, siyasi iktidarın o tarihten sonra “vites yükselterek” sürdürdüğü saldırı politikalarına karşı, yine bildik basın açıklamaları ve “kadro eylemleri” ile yanıt vermeye çalışmıştır.

Emekçiler arasında sendikal rekabet yerine dayanışma ilişkilerinin güçlenmesi ve bunun üzerinden en geniş kesimin mücadele içine çekilmesi, sınıf mücadelesinin gelişmesi bakımından tayin edici öneme sahiptir. Bu şekilde, emekçilerin, kendi içinde birleşmiş bir sınıf olarak, mücadele deneyimleri üzerinden bilinçlenmesinde somut ilerlemeler olabileceği gibi, aynı zamanda işyerlerinde geniş kitlelerin mücadeleci sendikal anlayışı benimsemesi kolaylaşacaktır.

Önümüzdeki dönemde, sendikal zemindeki her türlü parçalanmışlığa son verilmeli, sendikalı sendikasız, şu ya da bu konfederasyona bağlı olduğuna bakılmaksızın, 657’li, sözleşmeli, taşeron, vakıf elemanı gibi ayrımlar yapmaksızın, farklı statüdeki emekçileri mücadele içinde birleştirecek bir sendikal politikanın yaşam bulması için çalışmak gerekmektedir. Bu durum, gerek saldırılara işyerlerinden başlayarak tepkinin örülebilmesi ve gerekse sendikalar ile üyeler arasındaki ilişkilerin yeniden ve tabandan örülmesi açısından son derece önemlidir. Bunun temel alındığı bir çalışma tarzı, sendikal bürokrasinin sendikalarda oluşmasını engelleyeceği gibi, var olan bürokratik ve grupçu eğilimleri etkisizleştirmesi de kaçınılmazdır.

GENEL KURULLAR SÜRECİ NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ?

Sermaye saldırılarının bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde, emekçiler cephesinde ve kamu emekçileri sendikalarında bu saldırıları püskürtecek, birleşik, güçlü bir mücadele platformuna duyulan ihtiyacın aciliyeti ortadadır. KESK’e ve bağlı sendikalara şube genel kurullarından itibaren düşen görev, saldırı yasalarından etkilenecek emekçi kesimlerin her geçen gün artan öfke ve tepkilerini birleşik bir güce dönüştürecek yönetimlerin sendikalarda görev almasını sağlamaktır. Geçmişte yapılan hataların bir kez daha tekrarlanmaması için, sınıf bilinçli kamu emekçilerine bu noktada önemli görevler ve sorumluluklar düşmektedir.

Sendikal hareketin ve emekçilerin acil önlemler alınması gerektiren sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemde gerçekleşen KESK ve bağlı sendikaların genel kurul süreçleri, dönemin ve hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir sorumlulukta değerlendirilmelidir. Bu dönem, kimlerin seçileceğinden daha fazla, emek mücadelesini ilerletecek hamleleri yapmak üzere gerekli kararları alan, buna uygun bir mücadele hattı konusunda gerekli çağrıları yapan, tutum alan ve sınıftan yana tüm güçleri birleştirmeyi amaçlayan bir genel kurul süreci yaşanması zorunluluk olarak görülmektedir.

Mücadelesini yasaların çizdiği sınırlar ile sınırlandırmayan, hizmet üretim alanları olan işyerlerini temel alan, dönemsel olarak kendini yenileyebilen, örgütlenme ve mücadele programına sahip bir KESK, tıpkı ilk çıkış yıllarında olduğu gibi, örgütlü örgütsüz yüz binlerce kamu emekçisinin örgütlenme ve mücadele merkezi haline gelebilir. Bunun başarılabilmesinin ön koşulu, başta yöneticiler ve ileri kadrolar olmak üzere, KESK’in yaratılmasında ve mücadelesinde emeği olan kamu emekçilerinin, var olan durumu doğru değerlendirip, sendikalarına sahip çıkmaları ve sendikalarını sınıf mücadelesinin ve dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden inşa etmeye yönelmesinden geçmektedir.

Kamu emekçileri sendikalarının, sınıf hareketinin ve içinden geçmekte olduğumuz dönemin ihtiyaçları üzerinden yenilenmesi, her şeyden önce, mevcut sendikal yapının sınıf sendikacılığı ilkeleri doğrultusunda dönüştürülmesi, sendika-üye ilişkisinin doğrudan kurulması ve bütün bunlara paralel olarak, yönetim ve sendikal demokrasinin gelişmesi üzerinden sağlanmalıdır. Sendikaların dönüştürülmesinde emekçileri işyerlerinde karşı karşıya getiren, onların birliğine ve birleşik mücadelesine zarar veren her türlü tutum ve rekabete karşı, emekçilerin birliğini ve birleşik mücadelesini temel alan mücadeleci bir sendikal çizginin hayata geçirilmesi önemlidir.

Sermayenin ve onun temsilcisi AKP’nin yıllardır uyguladığı emek düşmanı politikalar, bu politikalardan olumsuz etkilenen bütün kesimlerin taleplerinin ve mücadelesinin ortaklaştırılmasını kolaylaştırmaktadır. İnsanca yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması; güvenceli iş ve sosyal güvenlik hakkı; ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti; her türlü katılım paylarının kaldırılması; dolaylı vergilerin kaldırılması; zamların geri alınması; özelleştirme, esnek çalışma, taşeronlaştırmaya son verilmesi; bütçenin sermaye için değil halk için hazırlanması; örgütlenme, grevli toplu sözleşme hakkının önündeki engellerin kaldırılması vb. gibi talepler etrafında birleşmiş bir sınıf mücadelesinin geliştirilmesi, bugün, düne göre daha olanaklıdır.

 

SONUÇ

Sendikaların önemini kaybettiği, artık işe yaramaz kurumlar haline geldiği gibi söylemler sıkça gündeme getirilmektedir. Ancak dünyada ve Türkiye’de, özellikle son on yıldaki mücadelelerde sendikaların oynadığı rolün önemli etkisi olduğu da açık bir gerçektir. Son yıllarda yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi, koşullar ne kadar “aldatıcı” olursa olsun, sendikalar, emekçi kitlelerin en geniş kesimlerinin birleşme ve mücadele merkezleri olma özelliklerini sürdürmektedirler.

Tüm eksikliklerine rağmen mücadeleci bir sendika merkezi olan KESK ve bağlı sendikaların kongre süreci, KESK’e bağlı sendikalarda bir süredir yaşanan sayısal ve politik daralmanın, yaşanan kan kaybının ve zayıflıkların nedenleri ve çıkış yollarının bütün yönleriyle tartışılarak, hareketin birlik ve bütünlüğünü güçlendirmenin olanaklarını sunmaktadır.

İnsanca yaşam ve çalışma koşulları gibi ekonomik taleplerin yanı sıra, Kürt sorunundan laisizme, örgütlenme ve ifade özgürlüğünden, bağımsızlıkçı ve antikapitalist-antiemperyalist mücadelenin yükseltilmesine kadar, ülke demokrasisini doğrudan ilgilendiren pek çok siyasi konunun işyerlerinde tartışılması ve her sorunun emekçilerin çıkarları doğrultusunda çözülmesi açısından KESK’in bugüne kadar oynadığı ve oynayacağı rollerinin olması, genel kurullar sürecinin önemini bir kat daha arttırmaktadır.

KESK ve KESK’e bağlı sendikalar, bütün zaafları ve eksikliklerine rağmen, en örgütlü, en mücadeleci, yığınlar içinde en çok itibara sahip sendika merkezleri olma özelliklerini bugün de sürdürmektedirler. KESK’in zaaflarını aşması, bürokrasiyi yenerek, mücadeleci, demokratik, inisiyatif sahibi ve disiplinli bir emek örgütü olarak hareket etmesi, tüm emek örgütleri, sendikalar ve emek hareketi açısından hem bir ihtiyaç, hem de zorunluluktur.

Sendikal hareketin ve emekçilerin acil önlemler alınması gerektiren sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemde gerçekleşen KESK ve bağlı sendikaların genel kurul süreçleri, dönemin ve hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir sorumlulukta değerlendirilmelidir. Bu dönem, kimlerin seçileceğinden daha fazla, emek mücadelesini ilerletecek hamleleri yapmak üzere gerekli kararları alan, buna uygun bir mücadele hattı konusunda gerekli çağrıları yapan, tutum alan ve sınıftan yana tüm güçleri birleştirmeyi amaçlayan bir içerikte genel kurulların değerlendirilmesi gerekir.

Sınıf iradesini temel alan sendikal demokrasinin aşağıdan yukarıya, her adımda emekçilerin iradesine dayanarak örgütlenmesi ihtiyacı, sadece kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi açısından değil, aynı zamanda, bütün emekçilerin taleplerini kucaklayan birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi açısından da önemlidir. KESK’e bağlı sendikaların genel kurullar süreci bu çerçevede ele alınıp değerlendirildiği ölçüde anlamlı olacaktır.

sendikal mücadelede sınıf dışı eğilimler

 


Sendikaların, örgütlülük ve mücadele alanı açısından kendisine özgü özellikleri vardır. Sendikal örgütlülüğün ve mücadelenin düzeyi, işçi sınıfının kazanımlarının bir göstergesi olduğu kadar, sendikaların kapitalist sömürüyü sınırlandırmada işçiler açısından ne derece birlik ve mücadele araçları olduğunu da gösterir. Kapitalist sömürünün sınırlandırılması mücadelesi ve işçi sınıfının hak ve özgürlülüklerinin burjuvazi tarafından tanınmak zorunda kalması açısından bakıldığında, sendikaların işçi sınıfı mücadelesi içinde son derece önemli ve tarihi roller oynadığı görülmüştür.

Sınıf hareketi, sınıf mücadelesinin bütün düzeylerinin birbiriyle karşılıklı ilişkisi, kimi zaman iç içe geçip, kimi zaman ayrışması ile, dışarıdan bakıldığında, genellikle karmaşık bir görüntü gösterir. Ancak ulaşılmak istenen nihai hedefler ve bunun için sürdürülen sınıf mücadelesinin geneli açısından baktığımızda, daima bir bütünlük söz konusudur. Bu nedenle, sınıf hareketini mücadelenin ekonomik (sendikal), siyasal ya da ideolojik düzeylerden birisine indirgemek ya da sadece bunlardan birisi ile sınırlandırmaya çalışmak, sınıf mücadelesi açısından kaçınılmaz olarak birtakım yanlış sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

İşçi sınıfı mücadelesi içinde sendikaları önemli kılan temel etken, işçilerin bir sınıf olarak ortaya çıkmaya başladığı 19. yüzyıldan bu yana, sendikal örgütlerin, işçi sınıfının burjuvaziye karşı örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak oynadığı roldür. Sendikalar ve grev hareketleri, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek, önce patronlara karşı birleşmeleri ve sonrasında bir sınıf olarak burjuvaziye karşı mücadele etmelerinin ilk girişimleri olarak ortaya çıkmıştır. Sınıf mücadelesi içerisinden çıkıp biçimlenmiş ve zamanla, diğer emekçi sınıflar tarafından da benimsenen kitlesel sınıf örgütleri haline gelmiştir.

Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) adlı eserinde sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit dikkat çekicidir: “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin, yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar, kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler” (1997:292-293). Her ne kadar Engels’in bu satırları yazdığı yıllarda sendikalar henüz tüm Avrupa çapında yeterince yaygınlaşmamış olsa da, sendikaların, ilk ortaya çıktığı tarihlerden itibaren, sadece işçilerin birlik örgütleri olması değil, mevcut toplumsal düzen (kapitalizm) açısından bir “tehlike” olarak algılanması boşuna değildir. Bu nedenle, bu önemli tespit, sendikalar için her dönem geçerliliğini sürdürmüştür.

İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, sendikaların emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendikleri zaman önemli kazanımlar elde ettikleri, ne kadar büyük olursa olsun saldırıları geri püskürtebildikleri görülmüştür. İşçi ve emekçileri birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında, sendikalar kadar kitlesel, etkili ve önemli başka bir örgütlenme biçimi neredeyse yok gibidir. Bu nedenle sendikalar, “sermaye ile emek arasındaki yer yer küçük çatışmalardan ibaret gündelik savaş için vazgeçilmez iseler de, örgütlü aygıtlar olarak, bizzat ücretlilik sisteminin kaldırılması için çok daha önemli” (Marx, 1999:80–81) işlevler görmektedirler.

Ekonomik mücadele açısından baktığımızda, sendikaların, ilk ortaya çıktığında, sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmadığı görülür. İngiltere’de ilk kez kurulmaya başlanan sendikalar, 1880’li yıllara kadar, o dönem hızla büyüyen işçi sınıfın diğer kesimlerine karşı, üretim birimlerinde ve işkollarında çalışılan işçilerin kendi haklarını güvenceye almak, hatta patrona karşı olduğu gibi, işsiz kitlelere karşı da işçilerin kendi iş güvencelerini sağlamak için mücadele etmişlerdir. Nitekim 1880’e kadar sendikaların örgütlenme ve eylemlerinin, fabrikalar ve fabrika havzaları merkezli olarak gerçekleştiği bilinmektedir. Bu tarihe kadar sendikal mücadelenin örgütlenmesi ve yönetilmesi, sendika büroları üzerinden değil, bizzat tek tek fabrikaların içinden, başka bir ifade ile işyerlerinden başlatılmış ve yürütülmüştür.

Bugün bilinen anlamıyla şube, genel merkez, konfederasyon vb. gibi örgütsel yapılar, ilk olarak 1880’den sonra, İngiltere’de gelişen “yeni sendikacılık” hareketi ile ortaya çıkmıştır. Bu durum, bir taraftan kitleselleşen işçi sınıfı mücadelesi açısından bir zorunluluğu ifade ederken, diğer taraftan kaçınılmaz olarak işçi aristokrasisinin ve sendikal bürokrasinin oluşmaya başlamasını da beraberinde getirmiştir. Bu gelişmenin işçi hareketi açısından en önemli sonucu, kitlesel sınıf örgütleri olan sendikalarda ve sendikal mücadele içinde işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarıyla uyuşmayan ayrı bir tabakanın (sendikal bürokrasi) ortaya çıkmasıdır. Sendikal mücadele içinde sınıf dışı eğilimlerin bu dönemden itibaren şekillenmeye başlaması bu nedenle tesadüf değildir.

Kuşkusuz sendikal hareketin tarihi ve sendikal mücadele içindeki sınıf dışı eğilimlerin rolünü, ne tek başına sendikal alan üzerinden açıklamak mümkündür ne de sendikal hareketinin yaşadığı sorunlar, söz konusu sınıf dışı eğilimlerin ortadan kalkmasıyla çözülüp bitecektir. Açıktır ki, sendikal hareketi uzunca bir süredir etkileyen ve gerçek gücünü ortaya koymasını engelleyen bu tür sorunlar, sadece sendikaları değil, sınıf hareketinin bütününü etkilemektedir. Sendikal hareketin sorunları, sınıf hareketinin genelinde yaşanan sorunların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, sorunları tartışırken, sendikal mücadelenin, başta işçi sınıfının siyasal mücadelesiyle ilişkisi olmak üzere, sınıf mücadelesinin diğer alanları ile ilişkisi göz ardı edilmeden, hareketin yaşadığı genel sorunların bir alt başlığı olarak ele alınarak değerlendirilmesi gerekir.

SENDİKAL MÜCADELEDE SINIF DIŞI EĞİLİMLERİN KAYNAĞI

İşçi sınıfının mücadelesinin başarılı olması, sınıf hareketinin birliği ve tarihsel-güncel çıkarlarına uygun bir mücadelenin yürütülmesiyle mümkündür. İşçi sınıfından ve onun siyasal amaçlarından kopuk, işçi hareketinin o anki niteliğinden ayrı politikaların yaşama geçirilme şansı olmadığı gibi, bu yöndeki fikirlerin, sınıf mücadelesi içinde, sendikal, siyasal ve ideolojik olarak sınıfla birleşmesi de mümkün değildir. İşçi sınıfının, günümüzde, sermayenin saldırıları karşısında neredeyse tümüyle savunmasız ve etkisiz kalmasının en önemli nedeni, ekonomik ve siyasal mücadelenin görünürde ayrılması, siyasal mücadelenin sadece sınırlı ekonomik taleplere indirgenmesi ve sendikaların kurumsal olarak düzenin parçaları haline getirilmiş olmalarıdır. Bütün bunlar, siyasal bir perspektif ve ona uygun bir stratejiye sahip olmayan bir ekonomik-sendikal mücadelenin hiçbir başarı şansı olmadığını göstermektedir.

Sendikaların yasal olarak tanınmalarından bu yana, sendikal hareket açısından, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin gelişimi iki yönlü olmuştur. Gelişim sürecinin birinci yönünü, işçilerin en geri kesimlerinden başlayarak bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve patronlara karşı birleşerek sendikalar kurması oluşturur. Zamanla sadece sendikal mücadelenin yeterli olmayacağını bizzat yaşayarak öğrenen işçi sınıfı, bizzat sendikalar öncülüğünde kendi sınıf partilerini kurmaya başlamışlardır[1]. Avrupa’da kurulan çok sayıda işçi ve sosyalist parti, bu amaçla, bizzat işçiler ya da işçi sendikaları tarafından kurulmuştur.

Sendikal hareketin ikinci gelişim yönünü, mücadelenin sadece ekonomik alanla sınırlı tutulması ve düzen sınırları içinde kalarak sermayenin doğrudan ya da dolaylı denetimine girilmesi oluşturur. Bu anlamda 1900’lü yılların ilk yarısı sendikal alanda büyük mücadelelere sahne olurken, özellikle 1950’li yıllardan itibaren, ABD’nin etkisiyle, dünyada sendikal hareketinin önemli bir bölümü ikinci yolu izlemiştir.

Tarih içinde sınıf mücadelelerinin varlığını reddedenler olduğu gibi, birer sınıf örgütü olan sendikaları ve sendikal mücadeleyi reddeden, küçümseyen ya da çok abartan yaklaşımların olması da dikkat çekicidir. Bu yaklaşımlara, son yıllarda, sendikaların toplumun neredeyse tüm kesimlerini kapsayan birer “toplumsal hareket” haline getirilmesini savunanlar da eklenmiştir. Sendikaları, işçi sınıfının, sermayeye karşı mücadele örgütü olmaktan çıkarıp, büyük ölçüde bir “baskı örgütü” ya da “toplumsal muhalefet” öznesi haline getirmeye çalışan çeşitli adlardaki “sol” akımlar, her ne kadar bunu tamamen başaramasalar da, bu anlamda en azından kafa karışıklığı yaratmayı başarmışlardır.

Sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu genel durumu ve yaşanan sorunların nedenlerini sorgulamaya yöneldiğimizde, iki önemli gelişmeyi mutlaka belirtmek gerekir. Birincisi, işçi-sendika hareketini tarihsel köklerinden kopartarak, sınıflar arası mücadeleye dayanan bir hattan, sınıflar arası uzlaşmayı ve işbirliğini temel alan gerici bir platforma yönelmesi ya da yönlendirilmesidir. Ekim Devrimi’nin hemen ardından, 1919 yılında kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), “endüstri ilişkileri” adı altında, sendikalarla sermaye temsilcilerini, dünya çapında “ortak çıkarlar” temelinde bir araya getirmeyi hedeflemiştir. ILO, devlet, işveren ve işçi temsilcilerini “sosyal diyalog” mekanizması ile ilk kez bir araya getirip, bir dizi ilke belirleyerek, işçi-sendika hareketini, tüm kuralları sermaye tarafından belirlenen “yasal bir zemine” oturtmaya çalışmış, bu şekilde sendikaları emperyalizmin denetimi altına alma yolunda ilk önemli adım atılmıştır.

İkinci önemli adım, öncelikle dünya sendikal hareketinde 1940’lı yılların sonlarından itibaren etkisini hissettiren ve sonraki dönemde sendikal mücadelede ciddi bölünme ve ayrışmaların yaşanmasına neden olan bazı somut gelişmelere dayanmaktadır[2]. İşçi-sendika hareketinin oldukça güçlendiği, sosyalizmin dünya çapındaki itibarının en üst seviyede olduğu 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, işçi sınıfına ekonomik-siyasi tavizler verilerek, sosyalizmin ve sınıf sendikacılığının işçi sınıfı ve dönemin sendikaları üzerindeki etkisinin kırılması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Bu koşullar ve sermayenin izlediği politika, sendikal hareket içinde, “uzlaşma”, “işbirliği”, “diyalog” vb. gibi, sonradan yaşanacak sorunların temel kaynağını oluşturan kavramlar ve uygulamaların benimsenmesini beraberinde getirmiştir.

2. Dünya Savaşı sonrasının koşulları içinde; uzlaşmacı, emek ve sermaye arasındaki işbirliği üzerinden şekillenen “refah devleti” döneminin sendikacılık anlayışı, o tarihten bu yana yaşanan gelişmelerin baskısıyla içten içe çözülmeye başlamıştır. Bu sürece paralel olarak, 1970’lerden itibaren, emperyalizmin desteğiyle uluslararası sermaye, zincirlerinden tamamen boşalırcasına saldırılarını artırmıştır. Sonrasında yaşanan özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma ve benzeri uygulamalar yoluyla ekonominin, sosyal güvenliğin, eğitim, sağlık, enerji, iletişim, belediye hizmetleri gibi tüm kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi; bu dönemin sendikal yaklaşımının üzerinde yükseldiği temelleri büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Nitekim o dönemden bugüne, pek çok gelişmiş kapitalist ülkede, sendikaların, işçi sınıfının değil, sermaye ve onun çıkarlarının sözcüsü/destekçisi haline getirilmesi, bugün bütün boyutlarıyla yaşanan sorunların başlangıç noktasını oluşturmaktadır.

Sendikaların kurulması ve bugüne gelişinin tarihi, hemen her ülkede, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi ile paralellik göstermiştir. İşçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadele; bu mücadelenin araçlarından birisi olan sendikalar aracılığıyla sendikal bürokrasi ve burjuvazinin sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadeleler olarak da yaşanmıştır. Özelikle uzlaşmacı-reformcu sendikacılık anlayışlarının egemen olduğu yıllarda, bu anlayış, daha da geri biçimlere bürünerek yaygınlaşmış, içinde Türkiye’nin de yer aldığı bazı ülkelerin sendikal hareketine çeşitli ad ve biçimler altında ihraç edilmiştir[3].

Sendikaların izledikleri politikalar nedeniyle tarihsel rollerinden giderek uzaklaşmasını, işçi sınıfının ve geniş emekçi kitlelerin bütününü temsil etme işlevini büyük ölçüde yitirmelerinin izlemiş olması, tesadüf değildir. Nitekim pek çok sendika, devlet ve sermaye örgütleri ile zamanla daha fazla “işbirliği” içine girmiş, talepler üzerinden mücadeleyi bir tarafa bırakıp, masa başı çözümlere yönelerek, sistemi bütünleyen ve dengeleyen bir işlev görmeye başlamıştır. Bu durum sendikaların üye sayılarında ciddi azalmalar meydana getirerek, içten içe erimelerine neden olmuştur. Üstelik bu durum, Al­manya, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinin yanı sıra, ABD ve Japonya gibi ülkelerde de benzer sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Belirtilen nedenlerden dolayı, sendikal hareket, dünyanın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de, içten ve dıştan çok yönlü olarak bir kuşatma içine sokulmuştur. Bu durum, çeşitli platformlarda uzunca bir süredir “sendikal kriz” olarak adlandırılmaya çalışılsa da, bu anlamda krize giren sendikalar değil, sendikaları gerçek işlevlerinden uzaklaştıran, onları işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olmaktan alıkoyan her türlü sınıf dışı sendikal akım ve siyasetlerdir. Sorun bu noktadan değerlendirilmediği için, “sendika ile olmuyor, başka bir örgütlenme biçimi bulmak gerekir” gibi temelsiz düşünce ve çabaların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim sermayenin ideologları, uzunca bir süredir yaşanan gelişmeleri fırsat bilerek; sendikaların birer “sivil toplum örgütü” olarak, işçiler arasında sosyal ilişkileri, bireysel dayanışmayı, hatta “insan kaynaklarını” geliştiren kurumlar haline gelmesini, aynı zamanda işçilerle patronlar ve hükümet arasında “uzlaşma kurumları” olmasını istemiş ve propaganda etmeye başlamıştır.

SENDİKAL MÜCADELEYE YAKLAŞIM SORUNU

Burjuvazinin, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren sendikal bürokrasi eliyle sendikal hareket içine yerleştirmeye çalıştığı ve büyük oranda da başarılı olduğu, “sendikalar ekonomik mücadele araçlarıdır, siyaset yapmamalıdır” düşüncesi, sendikaları tümüyle burjuva siyasetinin sınırlarına hapsetmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla 20. yüzyılın başından itibaren, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki önemi ve rolü üzerine sürdürülen tartışmaların odak noktası, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasındaki ilişkinin niteliği ve kuruluş biçimi üzerinedir.

Egemen sınıflar, bir yandan ekonomik alandaki sorunlarla siyasal alandaki sorunları birbirinden ayrı sorunlarmış gibi gösterirken, diğer taraftan emekçilerin yalnızca kendi ekonomik çıkarlarıyla ilgilenmesini, örneğin sadece ücret sorunu ve sosyal haklar üzerinde yoğunlaşmalarını istemiştir. Oysa gerçekte, ekonomi ve siyasetin birbirinden ayrı tutulamayacağını bizzat sınıflar mücadelesi tarihi göstermektedir. Bu anlamda, emekçilerin ekonomik ve siyasal mücadelesini birbirinden koparmak, birini diğerine karşı reddetmek, küçümsemek ya da bilinçli olarak ihmal etmek, milyonlarca işçi ve emekçiyi, onların sendikalarını, sermayenin elinde ve himayesinde bir sosyal denetim aracına çevirmekle aynı anlama gelmektedir. Sendikalar, bu işlevlerini, bugün de büyük ölçüde yerine getirmektedir.

Kapitalizmin ilk yıllarından itibaren sömürüye karşı verilen mücadele, bir birine sıkı sıkıya bağlı iki temel amaç etrafında şekillenmiştir. Bu amaçlardan birincisi sömürüyü sınırlandırma, diğeri ise sömürüyü tamamen ortadan kaldırma mücadelesidir. Sömürüyü sınırlama mücadelesinden ekonomik (sendikal) mücadele anlaşılır. İşçiler, büyük yığınlar halinde sendikalarda bir araya gelip aralarında dayanışma kurarak, belli bir disiplin içinde örgütlenerek, grev ve toplusözleşme gibi mücadele araçlarını kullanarak, patronları sömürünün sınırlanmasına zorlarlar. İşte bu durum, yani sömürünün varlığı, sınıf mücadelesinin ekonomik temelidir, sınıf mücadelesini yaratan ilk nedendir. Sömürüyü sınırlandırma mücadelesinde, işçilerin temel mücadele aracı ise, sendikalardır.

Açıktır ki, sadece sendikal mücadele ile sömürü ancak geçici olarak sınırlandırılabilir. Bu anlamıyla, ekonomik mücadele olarak tanımlayabileceğimiz sömürüyü sınırlama mücadelesi, durmadan sürüp giden ve eğer daha ilerisine geçilemez ise, sonu olmayan bir mücadeledir. Ancak, bu mücadeleyi sonsuz ve sonuçsuz bir uğraş olarak görüp küçümsemek, işçi sınıfını büyük yanlışlara ve zararlara sürükler. Bu nedenle, emekçilerin kısa ve uzun süreli tüm çıkarlarını dikkate alan gerçek sınıf sendikalarının orta ve uzun süreli hedefi, sömürünün tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bu köklü toplumsal değişimi sağlamanın tek yolu, işçilerin siyasallaşma sürecinin hızlandırılması, onların “kendisi için sınıf” haline getirilerek, sınıf partileri aracılığıyla siyasal iktidarı ele geçirmelerinin sağlanmasıdır. Bu da ancak ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyle kopmaz bir bağ şeklinde sürdürülmesi[4] ile mümkündür. Tek başına ekonomik mücadelenin bunu karşılamaya yetmeyeceği açıktır[5]. Diğer taraftan bu durum, işçi sınıfının ekonomik örgütleri olarak sendikaların önemini kesinlikle azaltmamaktadır. Marx’ın da belirttiği gibi, “İşçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir” (1999:83-84).

İşçi sınıfı ve sendikal hareketin tarihi apaçık göstermektedir ki; işçi sınıfının ve emekçilerin sömürüden kurtulma mücadelesine bağlanmayan bir sendikal mücadele, sermayeye ve onun egemenliğine karşı en temel mücadele dayanağını yitirmiş demektir. İşçi ve emekçiler kendi siyasetlerini yapmaz, kendi sınıf partilerinin öncülüğünde (onun kılavuzluğunda ve onunla birlikte) örgütlenmez ise, sermayenin ulusal ve uluslararası saldırılarını geriletebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle, sendikalar, kendilerini, “ekonomik mücadele örgütleri” olarak, sadece “sınıfın ekonomik çıkarları için mücadele eden örgütler” olarak göremezler. Bunların yanı sıra, günümüz koşullarında sendikaları, sadece üyelerinin hak alma ve mücadele örgütü olarak tanımlamak da yeterli değildir. Sendikaların, kendi üyeleriyle birlikte tüm sınıfın çıkarları ve beklentileri doğrultusunda hareket etmemesi, bir taraftan işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarına ters düşerken, diğer taraftan sendikal mücadele içindeki her türlü sınıf dışı eğilimleri güçlendiren bir etki yaratmaktadır.

Sendikaların kendilerini sadece ekonomik mücadele ile sınırlandırmasının kaçınılmaz olarak işçi sınıfını mücadelesinde başarısız kılacağını, Marx şu ifadelerle vurgular: “İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar” (1975:79).

Sendikaların temsil ettikleri sınıfın siyasetinin dışında olmasının en önemli sonucu, burjuva düzen partilerinin peşine takılan emekçilerin, bu partilerin amaçları doğrultusunda ırk, cinsiyet, din, dil, mezhep ve bölgesel ayrılıklar temelinde bölünmesi olmuştur. Düzen partileri ve sendikal bürokrasi, varlığını, bu ayrılıkları ve farklılıkları destekleyerek gerçekleştirmekte, işçi sınıfının birleşik bir mücadele hattında ilerlemesini bu şekilde engellemektedir. Bu nedenle, emekçilerin siyasal ve sendikal olarak parçalanmış olması, güçlü bir sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz koşulu olan birleşik bir sınıf hareketinin yaratılması önünde, dün olduğu gibi, bugün de aşılması gereken bir engel olarak durmaktadır[6].

Kuşkusuz sendikal mücadeleye yaklaşım, tek başına sendikal alanla ilgili bir sorun değildir. Bu açıdan bakıldığında, sendikal mücadelede sınıf dışı eğilimlerin ortaya çıkmasının nedeni, büyük ölçüde ideolojik nedenlerden kaynaklanır. Sendikaların bugün içinde bulunduğu somut durumu bahane eden “sol” ve sağ yaklaşımların, sınıfın birlik ihtiyacına, sınıf çizgisine yabancılığını ve uzaklığını gösteren çok sayıda örnek sıralanabilir. Son yıllarda, sendikalara ve sendikaların rollerine ilişkin olarak ortaya atılan görüşler, söz konusu ideolojik nedenleri tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. “İşçi sınıfı değişti, eski özelliklerini yitirdi”, “küreselleşme yeni güçler ve yeni küresel örgütler gerektiriyor”, “işsizlerin, yoksulların, küreselleşme karşıtlarının örgütlenmesi gerekir”, “sınıf sorununa takılmamak lazım” gibi yaklaşımların, siyasal alan içinden sendikal mücadelenin gündemine sokularak tartıştırılması, kesinlikle bir tesadüf değildir.

Sosyalizmin geçici yenilgisini nihai bir yenilgi olarak değerlendiren ve kendilerini “yeni sol” ya da “emeğin küresel mücadelesini savunanlar” olarak tanımlayanlar, 1990 yıllardan itibaren, “işçi sınıfı bitti”, “işçilerin sendikal mücadeleyi yürütecek güç ve imkânları kalmadı” gibi söylemleri dillendirmeye başladılar. İşçi sınıfının “nitelik değiştirerek” eski gücünü yitirmesi nedeniyle, sendikaların, ancak, sınıf dışı kesimleri (gençler, öğrenciler, ev kadınları, işsizler vb.) örgütlenmesiyle var olabileceğini iddia ettiler. Bu görüşü savunanların, hiçbir şekilde, dolaylı olarak bile, siyasi iktidarı hedef olarak belirlememiş olmaları dikkat çekicidir. Hatta bu kesimler, kendilerini “toplumsal muhalefet” olarak tanımlayarak “iktidar olmadan dünyayı değiştirebileceklerini” bile ilan etmişlerdir. Sendikaların üzerinde yükseldiği sınıf zemininin değişmesini, sınıf mücadeleci değil, “sivil toplumcu” bir yaklaşımla; değişik sınıf ve tabakaların “ittifakının” sendikalardan başlayarak, örgütlenmesini savunarak, bu şekliyle sendikaları sınıf örgütü olmaktan hızla uzaklaştıran bir yönelime sokmaya çalışmaktadırlar.

Burada bahsettiklerimizden çok daha ileri gidenler de vardır. Somut bir örnek vermek gerekirse, örneğin bugüne kadar oluşan sendikal-siyasal literatüre tamamen yabancı olduğu açıkça belli olan ve “Demokratik toplumcu sendikacılık” olarak ifade edilen yeni bir görüş, daha önce açıklamaya çalıştıklarımızla benzer bir zeminden hareket etmesine rağmen, iddia ve savunuları ile bahsettiğimiz sınıf dışı eğilimlerden çok daha ileri gitmektedir. Bu görüşü savunanlara göre, sistemden zarar gören herkesi, yani “ezilenler”in tümünü kapsayacak yeni bir sınıf tanımlamasının yapılması gerekir. Bu görüşü savunanlara göre, bu “yeni” sınıf tanımı içinde “ilk sınıf” olarak kabul etikleri kadınlar, “ezilen dinsel cemaatler” ve “tarikatlar” gibi dikkat çekici “mağdurlar” yer almalıdır. Bu şekilde, sendikaların ve sendikal mücadelenin, neredeyse bir “Mevlana Tekkesi” olarak görülmeye başlanmış olması dikkat çekicidir.

Burada bahsedilen bütün bu çarpık ve sınıf dışı eğilimleri savunanlar, kendilerini, “sosyalist”, “emekten yana”, “yurtsever” ya da “demokrat” olarak tanımlıyor olabilir. Ancak kendilerini nasıl ifade ederlerse etsinler, işçi sınıfının yapısı, bileşimi ve mücadelesi ile ilgili olarak ileri sürülen tezlerin büyük bölümü kabul edilebilir nitelikte değildir. Böylesi tartışmalı bir zeminden hareket edenler, ileri sürdükleri iddiaları gerçekleştirmek bir yana, genel olarak sınıf mücadelesinin, özel olarak sendikal mücadelenin gücünü ve etkisini zayıflatıcı bir rol oynamaktadırlar.

Sendikaları, sınıf mücadelesinin farklı boyutlarını (ekonomik mücadele, siyasal mücadele, ideolojik mücadele) birleştiren parti örgütlenmesi gibi görerek, nerede bir “ezilen”, “mağdur” ya da “dışlanmış” varsa, bu kesimleri örgütlemesini savunmak, sınıf mücadelesini anlamamak ya da anlamak istememek demektir. Diğer taraftan, bu şekilde, marifet gibi, işçi sınıfının kapsamı sürekli genişletilirken, işçi sınıfı neredeyse “ötekiler” kategorisine indirgenmekte ve onun sınıf mücadelesi içindeki devrimci rolü belirsizleştirilmektedir.

Sendikal mücadeleyi “ezilenler”, “mağdurlar” gibi son derece belirsiz kategoriler üzerinden yürütmeyi hedeflerken, bu cephede yaşanan sorunları kapitalist-emperyalist sistemin işleyişinde aramayan ve sistemi bu yönüyle sorgulamayan bir yönelime girildiğinde, böylesi sonuçlara ulaşmak elbette kaçınılmazdır.

Her açıdan küçük burjuva bir zeminden yola çıkan, kapitalizmin temel işleyiş yasaları ve Marksizmin en temel sınıf bilgisinden bile yoksun ve onun dışında sonuçlar çıkarma yeteneğini gösterenler, yanlış bilgilerin üzerine kendilerince doğru sayılan bir teori inşa etmeye çalışmalarına rağmen, bu çabalarında başarılı olamamışlardır. Çünkü hangi niyetle olursa olsun, yanlış ve eksik tespitler üzerinden sorulan her yanlış sorunun cevabının da yanlış olması kaçınılmazdır.

Bu eğilimlerin bazılarının kapitalist ekonomik sistemin nesnel düzeydeki gelişmelerini, bu gelişmelerin bugün ortaya çıkan sonuçlarını, küreselleşmecilerin dediği gibi, “mutlak”, “engellenemez”, “karşı konulamaz” şeyler olarak değerlendirmesi ve mücadele konusu olmaktan çıkarmaları, işçi sınıfının tarihini, iradesini ve mücadelesini yok sayan sakat bir mantığın kaçınılmaz sonucudur. Bütün bunlar, tek başına sendikalar ve sendikal mücadele alanı ile ilgili olmaktan çok, bu tür görüşleri benimseyenlerin siyasal anlamda yaşadığı ters yönlü dönüşümün kaçınılmaz sonuçlarıdır.

SENDİKAL MÜCADELEDE SİYASAL GÖREVLER

Sendikal mücadele içinde ortaya çıkan sınıf dışı eğilimlerin etkisini azaltmak, sendikal harekete yönelik içten ve dıştan gelen saldırıları geriletmek için mücadele edenler; dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının siyasetini toplumsal yaşamın dışına itmeye çalışan sağ ya da “sol” görünümlü her türden ikiyüzlü tutumu mahkûm eden ve tüm sınıfı kendi öz siyaseti doğrultusunda birleştirmeye çalışanlar, sınıf sendikacılığını savunanlar olmuşlardır. Çünkü sınıf sendikacılığı, Marksizmin işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütü olan sendikaların önemi, rolü ve görevleri ile ilgili olarak yapmış olduğu belirlemeleri kendilerine kılavuz edinmiş, bunu engelleyecek her türlü akın ve siyasete karşı amansız bir mücadele içinde olmuştur. Bu açıdan Marx’ın, I. Enternasyonal’in 1866 yılındaki Cenevre Kongresinde söyledikleri dikkat çekicidir; “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır” (1975:81).

Marx’ın “birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır” ifadesinden anlaşılması gereken, kuşkusuz örgütsüz ve savunmasız kalan işçi kitlelerinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenmesi, bunu başarmak için de, sendikaların birer örgütlenme ve mücadele merkezi olarak görülmesi ve benimsenmesidir. Sendikaların işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezi olmaktan uzaklaşması, işçi sınıfının yaşadığı sefalet ve yoksulluğun artması ile aynı anlama gelecektir.

Sendikal mücadelede, işçi sınıfının kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları doğrultusunda atılan/atılacak adımların temel hedefi, emekçileri tek ve güçlü bir cephede, ekonomik ve siyasal talepler arasındaki ilişkiyi göz ardı etmeden, ortak çıkarları etrafında birleştirmek ve sermayenin saldırılarına karşı “kendisi için” harekete geçirmektir. Bu politika hayat bulmadan, ne yaşanan saldırıların püskürtülmesi mümkündür, ne de işçi sınıfının siyasal sınıf bilincinin geliştirilmesi sağlanabilir.

Kuşkusuz işçi sınıfına ve onun kazanılmış haklarına yönelik olarak gerçekleştirilen saldırıların hiçbirisi siyaset-üstü, sınıflar-üstü değildir. Söz konusu olan, bir sınıfın başka bir sınıfa karşı siyasal saldırısıdır. Bu saldırıya karşı, emekçi sınıflar da siyasi davranmak, yani topyekûn saldırıya karşı bütün emekçileri birleştiren bir noktadan, kendi sınıf siyasetlerine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

İşçi örgütleri olarak sendikaların ser­maye karşısındaki güçlerini belirleyici hale getiren, işçi kitlelerinin bilinçlenmesi, sendikalara kendi sınıf örgütleri ola­rak ilgi duymaları, fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç oluşturmaları ve işyeri-sendika örgütü olarak doğrudan mücadele içinde bulunmalarında yatmaktadır. Hem sendikaların sermayeye karşı mücadeleye çekilmesinin olanağı, hem de sendikaları denetimi altında tutan ve sendikal mücadeleyi sermayenin çıkarları doğrultusunda bal­talayan kişi, kurum ve siyasetlere karşı mücadelenin gücü ve başarının güvencesi, bu şekilde sağlanabilir.

Sendikal mücadele nicelik ve nitelik yönünden sürekli gerilerken, bu durumun esas nedenleri öne çıkarılmadan, sonuç alınması mümkün değildir. Sendikal mücadelede yaşanan gerilemenin sonucu olarak gelişen sendikal bürokrasinin rolünün güçlenmesi, sendikal alanda yaşanan olumsuzlukların esas nedeni değildir. Bu nedenle, sendikal bürokrasinin oluşturduğu olumsuz tabloyu veri alıp, buradan kalkarak, ‘geleneksel sendikacılık’ kavramı üzerinden sendika bürokrasisi ile tüm sendikal hareketi aynı kefeye koyarak, sendikaları tamamen kötülemek ve onları “yıkılması gereken” kurumlar olarak tanımlamak, hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Sermayenin saldırılarına karşı verilen mücadele, tüm yönleriyle sendikaları hareketlendirmeyi, sınıfın üyelerini sendikalar aracılığı ile ekonomik ve siyasal mücadele içine çekmeyi öncelikli görev haline getirmek zorundadır. Birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaların bu temel ilke doğrultusunda yeniden inşa edilmesi için atılması gereken ilk adım budur. Henüz sendikal hareketin ötesine geçememiş olan işçi hareketini ve sendikaların geleceğini bu temel ilke ve yaklaşım üzerinden anlamak ve değerlendirmek gerekir.

Sendikalaşma ya da sendikal örgütlenme sorunu, bugün, dünden çok daha fazla, sınıf hareketinin siyasal düzeydeki etkisine bağlı hale gelmiştir. Sendikalar, işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri olmakla beraber, bugün, sorunun çözümü, mutlaka işçi-emekçi hareketinin siyasallaşması ve bu siyasallaşma çerçevesinde yaşayacağı taraflaşmadan, mücadeleci sınıf sendikacılığının inşasından geçmektedir. Günümüzde, işçi sınıfının geçmişte nesnel olarak oluşmuş birliği, büyük ölçüde parçalanmıştır. Üretim sürecinin birbirinden yalıtılmış bölümlere ayrılması, esnek üretim, taşeronlaştırma ve esnek çalışma uygulamalarının yaygınlaşması sonucunda, işçi sınıfının aynı çatı altında olmasından kaynaklı olumlu nesnel koşullar, öznel olarak da ortadan kaldırılmaktadır. Bu durumun, sendikaların örgütlenme ve mücadelesi üzerinde yarattığı olumsuz etkiler bilinmektedir.

Sınıfın birliğinin nesnel koşullarının ortadan kaldırılmaya çalışılması, bir taraftan işçi sınıfının nicelik olarak hızla büyümesini sağlarken, diğer taraftan işsizliğin büyümesi ile birlikte gerçekleşmektedir. Aynı üretim sürecinin farklı bölüm ve birimlerinde birbirinden habersiz çalışan işçiler, kapitalistlerin siyasi ve öznel tercihi olan üretim stratejilerinin etkisiyle, birliğin nesnel imkânlarından giderek uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmaktadır. Bu nedenle, bugünkü koşullarda sendikal mücadelenin başarısı, dünkünden daha çok siyasal düzeydeki mücadelenin belirleyiciliği üzerinden gelişecektir. Sendikal mücadele ve örgütlülüğün başarısının, siyasal düzeydeki mücadeleye dünkünden daha fazla bağlı olması, elbette sendikaların siyasal düzeye ait bir örgüt olduğu anlamına gelmez. Sendikal örgütlülük sorunu, dünkünden daha çok sınıf hareketinin farklı düzeydeki başarılarına bağlı hale gelmiştir. Bu anlamda geçmişte sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olarak tanımlayan görüşler ile sendikaların işlevlerini belirsizleştiren ve onları bir mücadele örgütü olmaktan çok “toplumsal muhalefet” özneleri haline getirmek isteyenlerin iddiaları, bugün tümüyle geçerliliğini yitirmiştir.

SONSÖZ

Geride bıraktığımız yıllar, sendikal hareket ve sendikalar açısından tarihteki en zor dönem olmuştur ve bu durum bugün de devam etmektedir. Başka bir ifadeyle, sendikal hareket ve sendikalar üzerinde sermayenin etkisi ve onun ifadesi olan işbirlikçi, uzlaşmacı, sosyal diyalogcu sendikacılık tarzının egemenliği ya da söylem olarak bunun karşısında olduğunu iddia eden, ancak pratik sonuçları bakımından sendikaların işlevlerini belirsizleştiren akımlarının egemenliği, hiçbir zaman içinde bulunduğumuz dönemdeki kadar yıkıcı ve dağıtıcı olmamıştır. Ancak geçen zaman içinde, sendikal alanda yürütülen tartışmalar ve yaşanan deneyimler, hiçbir şey için geç olmadığını da göstermektedir.

Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda kitlesel sınıf örgütleri olarak yenilenmesi, sendikal hareketin içinde bulunduğu sorunları aşarak ilerlemesi, elbette kısa sürede ve doğrusal bir çizgi üzerinden gerçekleşmeyecektir. On yıllara dayanan ve sendikal hareketin neredeyse tümüne nüfuz ederek geleneksel hale gelen sendikal-siyasal tarz ve alışkanlıkların, kısa sürede, hemen ortadan kalkması beklemek, gerçekçi olmaz. Bu nedenle, sermayeye ve onun her türden uzantısına karşı mücadele edilirken, bir taraftan tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi sınıf içindeki ayrılıklar, farklılıklar değil, birlik noktalarını ve birleşme olanakları zorlanırken, diğer tarafta bunun gerçekleşmesini doğrudan ya da dolaylı olarak engellenmesine hizmet edecek her girişimin bertaraf edilmesi gerektiği gerçeği asla unutulmamalıdır.

Sendikal hareketin, kendisinden ve kendisi dışındaki nedenlerden dolayı hayli gerilediği ya da geriletildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinin önemsenmesi, desteklenmesi ve mutlaka somut adımlar üzerinden ilerlenmesi gerektiği ortadadır. Bunun için, işe, öncelikle mevcut sendikal yapılardan ve sınıf sendikacılığını açıktan ya da örtük olarak reddeden bütün sendikacılık anlayışlarından, kuşkusuz eleştirilerinden başlanması anlamlı olacaktır. Bütün uzlaşmacı, sosyal diyalogcu sendikacılık uygulamaları ile sermayenin mevcut egemenliğini ve iktidarını tehdit etmekten uzak olan “kerameti kendinden menkul” her türlü “sol” ya da “yarı anarşist” sendikacılık tarzları, aynı zamanda sendikal mücadelenin siyasal mücadele ile arasında kurulması zorunlu olan bağları zayıflatıcı bir rol oynamayı sürdürdükleri sürece, sınıf sendikacılığı fikri ile hareket edenleri her platformda karşılarında bulmalıdır.

Kapitalizmin, 1929’dan sonra yaşadığı en büyük ve kapsamlı kriz olarak tanımlanan son kriz sürecinde yaşananlar, sermayenin sen­dika bürokrasisi aracılığıyla sendikalara yüklediği “hareketi denetim altında tutma iş­levinin” temel dayanaklarını yavaş yavaş da yitirmeye başladığını göstermektedir. Bu durum, dünyanın çeşitli ülkelerinde ve Türkiye’de işçi sınıfının saflarında, uzun süredir görülmeyen yeni hareketlenmeler yaşanmasını sağlamıştır. Kamu emekçilerinin 25 Kasım uyarı grevinin yarattığı etki, TEKEL işçilerinin kararlı mücadelesi, İstanbul’da itfaiye işçilerinin özelleştirmeye karşı verdiği mücadele ve ülkenin dört bir yanında kadrolu, 4-B’li, 4-C’li ya da taşeron işçilerin hakları için giriştikleri eylemlerin artmış olması, 2010 baharının sıcak geçeceğinin işaretlerini bugünden vermeye başlamıştır.

İşçilerin yeniden sendikalarda örgütlenme, kendi örgütlerini sahiplenme ve sendika bürokrasisine karşı mücadele eğiliminin güçlenmesi, işçi hareketinin geleceği açısından kuşkusuz önemli bir gelişmedir. İşçi sınıfı saflarında her geçen gün artan bu eğilim, kuşkusuz sen­dikaların neredeyse alternatifi olmayan işçi örgütleri olmaları ile doğrudan ilişkilidir. Yükselen işçi hareketinin, sen­dika bürokrasileri ile işçileri karşı karşıya getirmeye başlaması, bu tarihsel ger­çeğin yeniden hatırlanmasını sağlamıştır.

İşçi sınıfı ve sendikal hareket, gerçekten güçlenecek ve sendikalar yeniden işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri haline gelecekse, öncelikle sınıfın siyasal mücadelesiyle arasında mesafe koyan her türlü sendikacılık anlayışını terk etmek zorundadır. Bunun için, işe, sermayeden, devletten ve burjuva karakterli sağ ve “sol” siyasetlerle arasında kesin bir ayrım çizgisi çekerek başlamak zorundadır. Mücadeleci ve gerçek sınıf sendikacılığın işçi sendika hareketi içinde güçlenmesi, bu temel ilke üzerinden yapılacak müdahaleler ile mümkündür.

Kaynakça:

Friedrich ENGELS, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.

Karl MARX, Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: Sevim Belli, Sol yayınları, 1999, Ankara.

Karl MARX, Friedrich ENGELS, V.İ. LENİN, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul.

V. İlyiç LENİN, Ne Yapmalı?, çev: Muzaffer Erdost, 4. Baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.

Ali GÜNDOĞMUŞ, Sendikalar, Kitle Örgütleri ve Kitle Mücadelesi, Evrensel Basım Yayın, 1992, İstanbul.

Erkan AYDOĞANOĞLU, Sınıf Mücadelesinde Sendikalar, Evrensel Basım Yayın, 2007, İstanbul.


[1] Avrupa’da bilinen ilk işçi partisi, 1869’da kurulan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’dir. Bu parti, daha sonra, 1890’da yapılan bir kongrede, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) adını almıştır. Daha sonra İspanya’da aydınlar ve işçiler tarafından gizli olarak İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) kurulmuştur. Bizzat sendikaların kurumsal girişimiyle kurulan ilk parti ise, 1900 yılında kurulan İngiliz İşçi Partisi (LP)’dir.

 

[2] Söz konusu bölünmelerin yaşanmasında, 1949 yılında, işçi aristokrasisinin denetiminde olan, Amerikan ve İngiliz sendikalarının öncülüğünde kurulan ICFTU’nun etkisi yadsınamaz. ICFTU, çeşitli kıtalarda kendi bünyesinde oluşturduğu kurumlarla, dünya çapında çok sayıda sendikayı denetimi altına almıştır. 1962 yılında kurulan Amerikan Özgür Emeği Geliştirme Enstitüsü (AIFLD) ve 1968’de kurulan Asya-Amerikan Özgür Çalışma Enstitüsü (AAFLI) gibi örgütlerin yapmış olduğu “mali yardım” ve “eğitim faaliyetlerinin” sendikal politikaların belirlenmesinde önemli etkileri olmuştur. AIFLD ve onun uzantısında kurulan pek çok sendika, Latin Amerika’daki askeri darbeleri desteklemiş, hatta bu darbeleri bizzat organize etmişlerdir.

[3] Bu konuda ABD öncülüğünde, sosyalizme karşı aktif mücadele yürütmek ve mücadeleci sendikaları etkisiz hale getirmek için yapılan müdahaleler dikkat çekicidir. Belirlenen hedeflere uygun olarak, CIA, sonrasında ICFTU’nun özel çabalarıyla, özellikle sendikal hareketin güçlü olduğu ülkelerde, uzlaşmacı sendikal yapılar oluşturulmuştur. Almanya’da Almanya Sendikalar Birliği (DGB); Fransa’da Genel Emek Konfederasyonu’nun (CGT) bölünmesine neden olan İşçi Gücü (FO) ve İtalya’da İtalyan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CISL) bu çabaların ürünü olarak ortaya çıkmış olan sendikal yapılardır. Türk-İş ise, kurulduktan sonra ICFTU’nun etki alanına girmiştir. ICFTU, özellikle 1950’lerden itibaren başlayan Soğuk Savaş döneminde, “sendikal eğitim” ve “mali yardımlar” üzerinden ABD emperyalizminin sendikalar içindeki önemli faaliyet araçlarından birisi olarak önemli bir işlev görmüştür.

[4] Engels sendikaları, “sömürücülerin siyasal iktidarına karşı bir manivela”; Lenin, partinin, devrimin yönetici gücü olmasının yanı sıra sendikaları “hareket ettirici kayışlar”; Stalin ise, “partiyi sınıfa bağlayan volan kayışları” olarak değerlendirir (Gündoğmuş, 1992:41).

[5] Lenin, ünlü eseri “Ne Yapmalı?”da sendikaların sadece ekonomik mücadele ile yetinmelerini “ekonomizm” ya da “sendikalizm” olarak tanımlamış ve eleştirmiştir. Lenin, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasında kurulacak olan bağın bir benzerinin, sendikalar ile işçi sınıfının devrimci partisi arasında kurulması gerektiğini özellikle vurgulamıştır (1992).

[6] İşçi sınıfının saflarında güvensizlik, umutsuzluk ve bölünme yaratan engellerin başında sendikal bürokrasinin varlığı gelmektedir. Sendikaların gerçek birer sınıf örgütlerine dönüştürülmesi için atılacak diğer adımların yanı sıra, sendikal bürokrasiye ve onun sendikalar içindeki “tutucu”, “gerici” etkisine karşı mücadele de ertelenemeyecek kadar önemli bir sorundur.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑