sendikal mücadelede sınıf dışı eğilimler

 


Sendikaların, örgütlülük ve mücadele alanı açısından kendisine özgü özellikleri vardır. Sendikal örgütlülüğün ve mücadelenin düzeyi, işçi sınıfının kazanımlarının bir göstergesi olduğu kadar, sendikaların kapitalist sömürüyü sınırlandırmada işçiler açısından ne derece birlik ve mücadele araçları olduğunu da gösterir. Kapitalist sömürünün sınırlandırılması mücadelesi ve işçi sınıfının hak ve özgürlülüklerinin burjuvazi tarafından tanınmak zorunda kalması açısından bakıldığında, sendikaların işçi sınıfı mücadelesi içinde son derece önemli ve tarihi roller oynadığı görülmüştür.

Sınıf hareketi, sınıf mücadelesinin bütün düzeylerinin birbiriyle karşılıklı ilişkisi, kimi zaman iç içe geçip, kimi zaman ayrışması ile, dışarıdan bakıldığında, genellikle karmaşık bir görüntü gösterir. Ancak ulaşılmak istenen nihai hedefler ve bunun için sürdürülen sınıf mücadelesinin geneli açısından baktığımızda, daima bir bütünlük söz konusudur. Bu nedenle, sınıf hareketini mücadelenin ekonomik (sendikal), siyasal ya da ideolojik düzeylerden birisine indirgemek ya da sadece bunlardan birisi ile sınırlandırmaya çalışmak, sınıf mücadelesi açısından kaçınılmaz olarak birtakım yanlış sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

İşçi sınıfı mücadelesi içinde sendikaları önemli kılan temel etken, işçilerin bir sınıf olarak ortaya çıkmaya başladığı 19. yüzyıldan bu yana, sendikal örgütlerin, işçi sınıfının burjuvaziye karşı örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak oynadığı roldür. Sendikalar ve grev hareketleri, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek, önce patronlara karşı birleşmeleri ve sonrasında bir sınıf olarak burjuvaziye karşı mücadele etmelerinin ilk girişimleri olarak ortaya çıkmıştır. Sınıf mücadelesi içerisinden çıkıp biçimlenmiş ve zamanla, diğer emekçi sınıflar tarafından da benimsenen kitlesel sınıf örgütleri haline gelmiştir.

Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) adlı eserinde sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit dikkat çekicidir: “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin, yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar, kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler” (1997:292-293). Her ne kadar Engels’in bu satırları yazdığı yıllarda sendikalar henüz tüm Avrupa çapında yeterince yaygınlaşmamış olsa da, sendikaların, ilk ortaya çıktığı tarihlerden itibaren, sadece işçilerin birlik örgütleri olması değil, mevcut toplumsal düzen (kapitalizm) açısından bir “tehlike” olarak algılanması boşuna değildir. Bu nedenle, bu önemli tespit, sendikalar için her dönem geçerliliğini sürdürmüştür.

İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, sendikaların emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendikleri zaman önemli kazanımlar elde ettikleri, ne kadar büyük olursa olsun saldırıları geri püskürtebildikleri görülmüştür. İşçi ve emekçileri birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında, sendikalar kadar kitlesel, etkili ve önemli başka bir örgütlenme biçimi neredeyse yok gibidir. Bu nedenle sendikalar, “sermaye ile emek arasındaki yer yer küçük çatışmalardan ibaret gündelik savaş için vazgeçilmez iseler de, örgütlü aygıtlar olarak, bizzat ücretlilik sisteminin kaldırılması için çok daha önemli” (Marx, 1999:80–81) işlevler görmektedirler.

Ekonomik mücadele açısından baktığımızda, sendikaların, ilk ortaya çıktığında, sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmadığı görülür. İngiltere’de ilk kez kurulmaya başlanan sendikalar, 1880’li yıllara kadar, o dönem hızla büyüyen işçi sınıfın diğer kesimlerine karşı, üretim birimlerinde ve işkollarında çalışılan işçilerin kendi haklarını güvenceye almak, hatta patrona karşı olduğu gibi, işsiz kitlelere karşı da işçilerin kendi iş güvencelerini sağlamak için mücadele etmişlerdir. Nitekim 1880’e kadar sendikaların örgütlenme ve eylemlerinin, fabrikalar ve fabrika havzaları merkezli olarak gerçekleştiği bilinmektedir. Bu tarihe kadar sendikal mücadelenin örgütlenmesi ve yönetilmesi, sendika büroları üzerinden değil, bizzat tek tek fabrikaların içinden, başka bir ifade ile işyerlerinden başlatılmış ve yürütülmüştür.

Bugün bilinen anlamıyla şube, genel merkez, konfederasyon vb. gibi örgütsel yapılar, ilk olarak 1880’den sonra, İngiltere’de gelişen “yeni sendikacılık” hareketi ile ortaya çıkmıştır. Bu durum, bir taraftan kitleselleşen işçi sınıfı mücadelesi açısından bir zorunluluğu ifade ederken, diğer taraftan kaçınılmaz olarak işçi aristokrasisinin ve sendikal bürokrasinin oluşmaya başlamasını da beraberinde getirmiştir. Bu gelişmenin işçi hareketi açısından en önemli sonucu, kitlesel sınıf örgütleri olan sendikalarda ve sendikal mücadele içinde işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarıyla uyuşmayan ayrı bir tabakanın (sendikal bürokrasi) ortaya çıkmasıdır. Sendikal mücadele içinde sınıf dışı eğilimlerin bu dönemden itibaren şekillenmeye başlaması bu nedenle tesadüf değildir.

Kuşkusuz sendikal hareketin tarihi ve sendikal mücadele içindeki sınıf dışı eğilimlerin rolünü, ne tek başına sendikal alan üzerinden açıklamak mümkündür ne de sendikal hareketinin yaşadığı sorunlar, söz konusu sınıf dışı eğilimlerin ortadan kalkmasıyla çözülüp bitecektir. Açıktır ki, sendikal hareketi uzunca bir süredir etkileyen ve gerçek gücünü ortaya koymasını engelleyen bu tür sorunlar, sadece sendikaları değil, sınıf hareketinin bütününü etkilemektedir. Sendikal hareketin sorunları, sınıf hareketinin genelinde yaşanan sorunların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, sorunları tartışırken, sendikal mücadelenin, başta işçi sınıfının siyasal mücadelesiyle ilişkisi olmak üzere, sınıf mücadelesinin diğer alanları ile ilişkisi göz ardı edilmeden, hareketin yaşadığı genel sorunların bir alt başlığı olarak ele alınarak değerlendirilmesi gerekir.

SENDİKAL MÜCADELEDE SINIF DIŞI EĞİLİMLERİN KAYNAĞI

İşçi sınıfının mücadelesinin başarılı olması, sınıf hareketinin birliği ve tarihsel-güncel çıkarlarına uygun bir mücadelenin yürütülmesiyle mümkündür. İşçi sınıfından ve onun siyasal amaçlarından kopuk, işçi hareketinin o anki niteliğinden ayrı politikaların yaşama geçirilme şansı olmadığı gibi, bu yöndeki fikirlerin, sınıf mücadelesi içinde, sendikal, siyasal ve ideolojik olarak sınıfla birleşmesi de mümkün değildir. İşçi sınıfının, günümüzde, sermayenin saldırıları karşısında neredeyse tümüyle savunmasız ve etkisiz kalmasının en önemli nedeni, ekonomik ve siyasal mücadelenin görünürde ayrılması, siyasal mücadelenin sadece sınırlı ekonomik taleplere indirgenmesi ve sendikaların kurumsal olarak düzenin parçaları haline getirilmiş olmalarıdır. Bütün bunlar, siyasal bir perspektif ve ona uygun bir stratejiye sahip olmayan bir ekonomik-sendikal mücadelenin hiçbir başarı şansı olmadığını göstermektedir.

Sendikaların yasal olarak tanınmalarından bu yana, sendikal hareket açısından, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin gelişimi iki yönlü olmuştur. Gelişim sürecinin birinci yönünü, işçilerin en geri kesimlerinden başlayarak bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve patronlara karşı birleşerek sendikalar kurması oluşturur. Zamanla sadece sendikal mücadelenin yeterli olmayacağını bizzat yaşayarak öğrenen işçi sınıfı, bizzat sendikalar öncülüğünde kendi sınıf partilerini kurmaya başlamışlardır[1]. Avrupa’da kurulan çok sayıda işçi ve sosyalist parti, bu amaçla, bizzat işçiler ya da işçi sendikaları tarafından kurulmuştur.

Sendikal hareketin ikinci gelişim yönünü, mücadelenin sadece ekonomik alanla sınırlı tutulması ve düzen sınırları içinde kalarak sermayenin doğrudan ya da dolaylı denetimine girilmesi oluşturur. Bu anlamda 1900’lü yılların ilk yarısı sendikal alanda büyük mücadelelere sahne olurken, özellikle 1950’li yıllardan itibaren, ABD’nin etkisiyle, dünyada sendikal hareketinin önemli bir bölümü ikinci yolu izlemiştir.

Tarih içinde sınıf mücadelelerinin varlığını reddedenler olduğu gibi, birer sınıf örgütü olan sendikaları ve sendikal mücadeleyi reddeden, küçümseyen ya da çok abartan yaklaşımların olması da dikkat çekicidir. Bu yaklaşımlara, son yıllarda, sendikaların toplumun neredeyse tüm kesimlerini kapsayan birer “toplumsal hareket” haline getirilmesini savunanlar da eklenmiştir. Sendikaları, işçi sınıfının, sermayeye karşı mücadele örgütü olmaktan çıkarıp, büyük ölçüde bir “baskı örgütü” ya da “toplumsal muhalefet” öznesi haline getirmeye çalışan çeşitli adlardaki “sol” akımlar, her ne kadar bunu tamamen başaramasalar da, bu anlamda en azından kafa karışıklığı yaratmayı başarmışlardır.

Sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu genel durumu ve yaşanan sorunların nedenlerini sorgulamaya yöneldiğimizde, iki önemli gelişmeyi mutlaka belirtmek gerekir. Birincisi, işçi-sendika hareketini tarihsel köklerinden kopartarak, sınıflar arası mücadeleye dayanan bir hattan, sınıflar arası uzlaşmayı ve işbirliğini temel alan gerici bir platforma yönelmesi ya da yönlendirilmesidir. Ekim Devrimi’nin hemen ardından, 1919 yılında kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), “endüstri ilişkileri” adı altında, sendikalarla sermaye temsilcilerini, dünya çapında “ortak çıkarlar” temelinde bir araya getirmeyi hedeflemiştir. ILO, devlet, işveren ve işçi temsilcilerini “sosyal diyalog” mekanizması ile ilk kez bir araya getirip, bir dizi ilke belirleyerek, işçi-sendika hareketini, tüm kuralları sermaye tarafından belirlenen “yasal bir zemine” oturtmaya çalışmış, bu şekilde sendikaları emperyalizmin denetimi altına alma yolunda ilk önemli adım atılmıştır.

İkinci önemli adım, öncelikle dünya sendikal hareketinde 1940’lı yılların sonlarından itibaren etkisini hissettiren ve sonraki dönemde sendikal mücadelede ciddi bölünme ve ayrışmaların yaşanmasına neden olan bazı somut gelişmelere dayanmaktadır[2]. İşçi-sendika hareketinin oldukça güçlendiği, sosyalizmin dünya çapındaki itibarının en üst seviyede olduğu 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, işçi sınıfına ekonomik-siyasi tavizler verilerek, sosyalizmin ve sınıf sendikacılığının işçi sınıfı ve dönemin sendikaları üzerindeki etkisinin kırılması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Bu koşullar ve sermayenin izlediği politika, sendikal hareket içinde, “uzlaşma”, “işbirliği”, “diyalog” vb. gibi, sonradan yaşanacak sorunların temel kaynağını oluşturan kavramlar ve uygulamaların benimsenmesini beraberinde getirmiştir.

2. Dünya Savaşı sonrasının koşulları içinde; uzlaşmacı, emek ve sermaye arasındaki işbirliği üzerinden şekillenen “refah devleti” döneminin sendikacılık anlayışı, o tarihten bu yana yaşanan gelişmelerin baskısıyla içten içe çözülmeye başlamıştır. Bu sürece paralel olarak, 1970’lerden itibaren, emperyalizmin desteğiyle uluslararası sermaye, zincirlerinden tamamen boşalırcasına saldırılarını artırmıştır. Sonrasında yaşanan özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma ve benzeri uygulamalar yoluyla ekonominin, sosyal güvenliğin, eğitim, sağlık, enerji, iletişim, belediye hizmetleri gibi tüm kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi; bu dönemin sendikal yaklaşımının üzerinde yükseldiği temelleri büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Nitekim o dönemden bugüne, pek çok gelişmiş kapitalist ülkede, sendikaların, işçi sınıfının değil, sermaye ve onun çıkarlarının sözcüsü/destekçisi haline getirilmesi, bugün bütün boyutlarıyla yaşanan sorunların başlangıç noktasını oluşturmaktadır.

Sendikaların kurulması ve bugüne gelişinin tarihi, hemen her ülkede, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi ile paralellik göstermiştir. İşçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadele; bu mücadelenin araçlarından birisi olan sendikalar aracılığıyla sendikal bürokrasi ve burjuvazinin sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadeleler olarak da yaşanmıştır. Özelikle uzlaşmacı-reformcu sendikacılık anlayışlarının egemen olduğu yıllarda, bu anlayış, daha da geri biçimlere bürünerek yaygınlaşmış, içinde Türkiye’nin de yer aldığı bazı ülkelerin sendikal hareketine çeşitli ad ve biçimler altında ihraç edilmiştir[3].

Sendikaların izledikleri politikalar nedeniyle tarihsel rollerinden giderek uzaklaşmasını, işçi sınıfının ve geniş emekçi kitlelerin bütününü temsil etme işlevini büyük ölçüde yitirmelerinin izlemiş olması, tesadüf değildir. Nitekim pek çok sendika, devlet ve sermaye örgütleri ile zamanla daha fazla “işbirliği” içine girmiş, talepler üzerinden mücadeleyi bir tarafa bırakıp, masa başı çözümlere yönelerek, sistemi bütünleyen ve dengeleyen bir işlev görmeye başlamıştır. Bu durum sendikaların üye sayılarında ciddi azalmalar meydana getirerek, içten içe erimelerine neden olmuştur. Üstelik bu durum, Al­manya, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinin yanı sıra, ABD ve Japonya gibi ülkelerde de benzer sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Belirtilen nedenlerden dolayı, sendikal hareket, dünyanın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de, içten ve dıştan çok yönlü olarak bir kuşatma içine sokulmuştur. Bu durum, çeşitli platformlarda uzunca bir süredir “sendikal kriz” olarak adlandırılmaya çalışılsa da, bu anlamda krize giren sendikalar değil, sendikaları gerçek işlevlerinden uzaklaştıran, onları işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olmaktan alıkoyan her türlü sınıf dışı sendikal akım ve siyasetlerdir. Sorun bu noktadan değerlendirilmediği için, “sendika ile olmuyor, başka bir örgütlenme biçimi bulmak gerekir” gibi temelsiz düşünce ve çabaların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim sermayenin ideologları, uzunca bir süredir yaşanan gelişmeleri fırsat bilerek; sendikaların birer “sivil toplum örgütü” olarak, işçiler arasında sosyal ilişkileri, bireysel dayanışmayı, hatta “insan kaynaklarını” geliştiren kurumlar haline gelmesini, aynı zamanda işçilerle patronlar ve hükümet arasında “uzlaşma kurumları” olmasını istemiş ve propaganda etmeye başlamıştır.

SENDİKAL MÜCADELEYE YAKLAŞIM SORUNU

Burjuvazinin, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren sendikal bürokrasi eliyle sendikal hareket içine yerleştirmeye çalıştığı ve büyük oranda da başarılı olduğu, “sendikalar ekonomik mücadele araçlarıdır, siyaset yapmamalıdır” düşüncesi, sendikaları tümüyle burjuva siyasetinin sınırlarına hapsetmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla 20. yüzyılın başından itibaren, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki önemi ve rolü üzerine sürdürülen tartışmaların odak noktası, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasındaki ilişkinin niteliği ve kuruluş biçimi üzerinedir.

Egemen sınıflar, bir yandan ekonomik alandaki sorunlarla siyasal alandaki sorunları birbirinden ayrı sorunlarmış gibi gösterirken, diğer taraftan emekçilerin yalnızca kendi ekonomik çıkarlarıyla ilgilenmesini, örneğin sadece ücret sorunu ve sosyal haklar üzerinde yoğunlaşmalarını istemiştir. Oysa gerçekte, ekonomi ve siyasetin birbirinden ayrı tutulamayacağını bizzat sınıflar mücadelesi tarihi göstermektedir. Bu anlamda, emekçilerin ekonomik ve siyasal mücadelesini birbirinden koparmak, birini diğerine karşı reddetmek, küçümsemek ya da bilinçli olarak ihmal etmek, milyonlarca işçi ve emekçiyi, onların sendikalarını, sermayenin elinde ve himayesinde bir sosyal denetim aracına çevirmekle aynı anlama gelmektedir. Sendikalar, bu işlevlerini, bugün de büyük ölçüde yerine getirmektedir.

Kapitalizmin ilk yıllarından itibaren sömürüye karşı verilen mücadele, bir birine sıkı sıkıya bağlı iki temel amaç etrafında şekillenmiştir. Bu amaçlardan birincisi sömürüyü sınırlandırma, diğeri ise sömürüyü tamamen ortadan kaldırma mücadelesidir. Sömürüyü sınırlama mücadelesinden ekonomik (sendikal) mücadele anlaşılır. İşçiler, büyük yığınlar halinde sendikalarda bir araya gelip aralarında dayanışma kurarak, belli bir disiplin içinde örgütlenerek, grev ve toplusözleşme gibi mücadele araçlarını kullanarak, patronları sömürünün sınırlanmasına zorlarlar. İşte bu durum, yani sömürünün varlığı, sınıf mücadelesinin ekonomik temelidir, sınıf mücadelesini yaratan ilk nedendir. Sömürüyü sınırlandırma mücadelesinde, işçilerin temel mücadele aracı ise, sendikalardır.

Açıktır ki, sadece sendikal mücadele ile sömürü ancak geçici olarak sınırlandırılabilir. Bu anlamıyla, ekonomik mücadele olarak tanımlayabileceğimiz sömürüyü sınırlama mücadelesi, durmadan sürüp giden ve eğer daha ilerisine geçilemez ise, sonu olmayan bir mücadeledir. Ancak, bu mücadeleyi sonsuz ve sonuçsuz bir uğraş olarak görüp küçümsemek, işçi sınıfını büyük yanlışlara ve zararlara sürükler. Bu nedenle, emekçilerin kısa ve uzun süreli tüm çıkarlarını dikkate alan gerçek sınıf sendikalarının orta ve uzun süreli hedefi, sömürünün tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bu köklü toplumsal değişimi sağlamanın tek yolu, işçilerin siyasallaşma sürecinin hızlandırılması, onların “kendisi için sınıf” haline getirilerek, sınıf partileri aracılığıyla siyasal iktidarı ele geçirmelerinin sağlanmasıdır. Bu da ancak ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyle kopmaz bir bağ şeklinde sürdürülmesi[4] ile mümkündür. Tek başına ekonomik mücadelenin bunu karşılamaya yetmeyeceği açıktır[5]. Diğer taraftan bu durum, işçi sınıfının ekonomik örgütleri olarak sendikaların önemini kesinlikle azaltmamaktadır. Marx’ın da belirttiği gibi, “İşçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir” (1999:83-84).

İşçi sınıfı ve sendikal hareketin tarihi apaçık göstermektedir ki; işçi sınıfının ve emekçilerin sömürüden kurtulma mücadelesine bağlanmayan bir sendikal mücadele, sermayeye ve onun egemenliğine karşı en temel mücadele dayanağını yitirmiş demektir. İşçi ve emekçiler kendi siyasetlerini yapmaz, kendi sınıf partilerinin öncülüğünde (onun kılavuzluğunda ve onunla birlikte) örgütlenmez ise, sermayenin ulusal ve uluslararası saldırılarını geriletebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle, sendikalar, kendilerini, “ekonomik mücadele örgütleri” olarak, sadece “sınıfın ekonomik çıkarları için mücadele eden örgütler” olarak göremezler. Bunların yanı sıra, günümüz koşullarında sendikaları, sadece üyelerinin hak alma ve mücadele örgütü olarak tanımlamak da yeterli değildir. Sendikaların, kendi üyeleriyle birlikte tüm sınıfın çıkarları ve beklentileri doğrultusunda hareket etmemesi, bir taraftan işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarına ters düşerken, diğer taraftan sendikal mücadele içindeki her türlü sınıf dışı eğilimleri güçlendiren bir etki yaratmaktadır.

Sendikaların kendilerini sadece ekonomik mücadele ile sınırlandırmasının kaçınılmaz olarak işçi sınıfını mücadelesinde başarısız kılacağını, Marx şu ifadelerle vurgular: “İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar” (1975:79).

Sendikaların temsil ettikleri sınıfın siyasetinin dışında olmasının en önemli sonucu, burjuva düzen partilerinin peşine takılan emekçilerin, bu partilerin amaçları doğrultusunda ırk, cinsiyet, din, dil, mezhep ve bölgesel ayrılıklar temelinde bölünmesi olmuştur. Düzen partileri ve sendikal bürokrasi, varlığını, bu ayrılıkları ve farklılıkları destekleyerek gerçekleştirmekte, işçi sınıfının birleşik bir mücadele hattında ilerlemesini bu şekilde engellemektedir. Bu nedenle, emekçilerin siyasal ve sendikal olarak parçalanmış olması, güçlü bir sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz koşulu olan birleşik bir sınıf hareketinin yaratılması önünde, dün olduğu gibi, bugün de aşılması gereken bir engel olarak durmaktadır[6].

Kuşkusuz sendikal mücadeleye yaklaşım, tek başına sendikal alanla ilgili bir sorun değildir. Bu açıdan bakıldığında, sendikal mücadelede sınıf dışı eğilimlerin ortaya çıkmasının nedeni, büyük ölçüde ideolojik nedenlerden kaynaklanır. Sendikaların bugün içinde bulunduğu somut durumu bahane eden “sol” ve sağ yaklaşımların, sınıfın birlik ihtiyacına, sınıf çizgisine yabancılığını ve uzaklığını gösteren çok sayıda örnek sıralanabilir. Son yıllarda, sendikalara ve sendikaların rollerine ilişkin olarak ortaya atılan görüşler, söz konusu ideolojik nedenleri tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. “İşçi sınıfı değişti, eski özelliklerini yitirdi”, “küreselleşme yeni güçler ve yeni küresel örgütler gerektiriyor”, “işsizlerin, yoksulların, küreselleşme karşıtlarının örgütlenmesi gerekir”, “sınıf sorununa takılmamak lazım” gibi yaklaşımların, siyasal alan içinden sendikal mücadelenin gündemine sokularak tartıştırılması, kesinlikle bir tesadüf değildir.

Sosyalizmin geçici yenilgisini nihai bir yenilgi olarak değerlendiren ve kendilerini “yeni sol” ya da “emeğin küresel mücadelesini savunanlar” olarak tanımlayanlar, 1990 yıllardan itibaren, “işçi sınıfı bitti”, “işçilerin sendikal mücadeleyi yürütecek güç ve imkânları kalmadı” gibi söylemleri dillendirmeye başladılar. İşçi sınıfının “nitelik değiştirerek” eski gücünü yitirmesi nedeniyle, sendikaların, ancak, sınıf dışı kesimleri (gençler, öğrenciler, ev kadınları, işsizler vb.) örgütlenmesiyle var olabileceğini iddia ettiler. Bu görüşü savunanların, hiçbir şekilde, dolaylı olarak bile, siyasi iktidarı hedef olarak belirlememiş olmaları dikkat çekicidir. Hatta bu kesimler, kendilerini “toplumsal muhalefet” olarak tanımlayarak “iktidar olmadan dünyayı değiştirebileceklerini” bile ilan etmişlerdir. Sendikaların üzerinde yükseldiği sınıf zemininin değişmesini, sınıf mücadeleci değil, “sivil toplumcu” bir yaklaşımla; değişik sınıf ve tabakaların “ittifakının” sendikalardan başlayarak, örgütlenmesini savunarak, bu şekliyle sendikaları sınıf örgütü olmaktan hızla uzaklaştıran bir yönelime sokmaya çalışmaktadırlar.

Burada bahsettiklerimizden çok daha ileri gidenler de vardır. Somut bir örnek vermek gerekirse, örneğin bugüne kadar oluşan sendikal-siyasal literatüre tamamen yabancı olduğu açıkça belli olan ve “Demokratik toplumcu sendikacılık” olarak ifade edilen yeni bir görüş, daha önce açıklamaya çalıştıklarımızla benzer bir zeminden hareket etmesine rağmen, iddia ve savunuları ile bahsettiğimiz sınıf dışı eğilimlerden çok daha ileri gitmektedir. Bu görüşü savunanlara göre, sistemden zarar gören herkesi, yani “ezilenler”in tümünü kapsayacak yeni bir sınıf tanımlamasının yapılması gerekir. Bu görüşü savunanlara göre, bu “yeni” sınıf tanımı içinde “ilk sınıf” olarak kabul etikleri kadınlar, “ezilen dinsel cemaatler” ve “tarikatlar” gibi dikkat çekici “mağdurlar” yer almalıdır. Bu şekilde, sendikaların ve sendikal mücadelenin, neredeyse bir “Mevlana Tekkesi” olarak görülmeye başlanmış olması dikkat çekicidir.

Burada bahsedilen bütün bu çarpık ve sınıf dışı eğilimleri savunanlar, kendilerini, “sosyalist”, “emekten yana”, “yurtsever” ya da “demokrat” olarak tanımlıyor olabilir. Ancak kendilerini nasıl ifade ederlerse etsinler, işçi sınıfının yapısı, bileşimi ve mücadelesi ile ilgili olarak ileri sürülen tezlerin büyük bölümü kabul edilebilir nitelikte değildir. Böylesi tartışmalı bir zeminden hareket edenler, ileri sürdükleri iddiaları gerçekleştirmek bir yana, genel olarak sınıf mücadelesinin, özel olarak sendikal mücadelenin gücünü ve etkisini zayıflatıcı bir rol oynamaktadırlar.

Sendikaları, sınıf mücadelesinin farklı boyutlarını (ekonomik mücadele, siyasal mücadele, ideolojik mücadele) birleştiren parti örgütlenmesi gibi görerek, nerede bir “ezilen”, “mağdur” ya da “dışlanmış” varsa, bu kesimleri örgütlemesini savunmak, sınıf mücadelesini anlamamak ya da anlamak istememek demektir. Diğer taraftan, bu şekilde, marifet gibi, işçi sınıfının kapsamı sürekli genişletilirken, işçi sınıfı neredeyse “ötekiler” kategorisine indirgenmekte ve onun sınıf mücadelesi içindeki devrimci rolü belirsizleştirilmektedir.

Sendikal mücadeleyi “ezilenler”, “mağdurlar” gibi son derece belirsiz kategoriler üzerinden yürütmeyi hedeflerken, bu cephede yaşanan sorunları kapitalist-emperyalist sistemin işleyişinde aramayan ve sistemi bu yönüyle sorgulamayan bir yönelime girildiğinde, böylesi sonuçlara ulaşmak elbette kaçınılmazdır.

Her açıdan küçük burjuva bir zeminden yola çıkan, kapitalizmin temel işleyiş yasaları ve Marksizmin en temel sınıf bilgisinden bile yoksun ve onun dışında sonuçlar çıkarma yeteneğini gösterenler, yanlış bilgilerin üzerine kendilerince doğru sayılan bir teori inşa etmeye çalışmalarına rağmen, bu çabalarında başarılı olamamışlardır. Çünkü hangi niyetle olursa olsun, yanlış ve eksik tespitler üzerinden sorulan her yanlış sorunun cevabının da yanlış olması kaçınılmazdır.

Bu eğilimlerin bazılarının kapitalist ekonomik sistemin nesnel düzeydeki gelişmelerini, bu gelişmelerin bugün ortaya çıkan sonuçlarını, küreselleşmecilerin dediği gibi, “mutlak”, “engellenemez”, “karşı konulamaz” şeyler olarak değerlendirmesi ve mücadele konusu olmaktan çıkarmaları, işçi sınıfının tarihini, iradesini ve mücadelesini yok sayan sakat bir mantığın kaçınılmaz sonucudur. Bütün bunlar, tek başına sendikalar ve sendikal mücadele alanı ile ilgili olmaktan çok, bu tür görüşleri benimseyenlerin siyasal anlamda yaşadığı ters yönlü dönüşümün kaçınılmaz sonuçlarıdır.

SENDİKAL MÜCADELEDE SİYASAL GÖREVLER

Sendikal mücadele içinde ortaya çıkan sınıf dışı eğilimlerin etkisini azaltmak, sendikal harekete yönelik içten ve dıştan gelen saldırıları geriletmek için mücadele edenler; dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının siyasetini toplumsal yaşamın dışına itmeye çalışan sağ ya da “sol” görünümlü her türden ikiyüzlü tutumu mahkûm eden ve tüm sınıfı kendi öz siyaseti doğrultusunda birleştirmeye çalışanlar, sınıf sendikacılığını savunanlar olmuşlardır. Çünkü sınıf sendikacılığı, Marksizmin işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütü olan sendikaların önemi, rolü ve görevleri ile ilgili olarak yapmış olduğu belirlemeleri kendilerine kılavuz edinmiş, bunu engelleyecek her türlü akın ve siyasete karşı amansız bir mücadele içinde olmuştur. Bu açıdan Marx’ın, I. Enternasyonal’in 1866 yılındaki Cenevre Kongresinde söyledikleri dikkat çekicidir; “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır” (1975:81).

Marx’ın “birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır” ifadesinden anlaşılması gereken, kuşkusuz örgütsüz ve savunmasız kalan işçi kitlelerinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenmesi, bunu başarmak için de, sendikaların birer örgütlenme ve mücadele merkezi olarak görülmesi ve benimsenmesidir. Sendikaların işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezi olmaktan uzaklaşması, işçi sınıfının yaşadığı sefalet ve yoksulluğun artması ile aynı anlama gelecektir.

Sendikal mücadelede, işçi sınıfının kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları doğrultusunda atılan/atılacak adımların temel hedefi, emekçileri tek ve güçlü bir cephede, ekonomik ve siyasal talepler arasındaki ilişkiyi göz ardı etmeden, ortak çıkarları etrafında birleştirmek ve sermayenin saldırılarına karşı “kendisi için” harekete geçirmektir. Bu politika hayat bulmadan, ne yaşanan saldırıların püskürtülmesi mümkündür, ne de işçi sınıfının siyasal sınıf bilincinin geliştirilmesi sağlanabilir.

Kuşkusuz işçi sınıfına ve onun kazanılmış haklarına yönelik olarak gerçekleştirilen saldırıların hiçbirisi siyaset-üstü, sınıflar-üstü değildir. Söz konusu olan, bir sınıfın başka bir sınıfa karşı siyasal saldırısıdır. Bu saldırıya karşı, emekçi sınıflar da siyasi davranmak, yani topyekûn saldırıya karşı bütün emekçileri birleştiren bir noktadan, kendi sınıf siyasetlerine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

İşçi örgütleri olarak sendikaların ser­maye karşısındaki güçlerini belirleyici hale getiren, işçi kitlelerinin bilinçlenmesi, sendikalara kendi sınıf örgütleri ola­rak ilgi duymaları, fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç oluşturmaları ve işyeri-sendika örgütü olarak doğrudan mücadele içinde bulunmalarında yatmaktadır. Hem sendikaların sermayeye karşı mücadeleye çekilmesinin olanağı, hem de sendikaları denetimi altında tutan ve sendikal mücadeleyi sermayenin çıkarları doğrultusunda bal­talayan kişi, kurum ve siyasetlere karşı mücadelenin gücü ve başarının güvencesi, bu şekilde sağlanabilir.

Sendikal mücadele nicelik ve nitelik yönünden sürekli gerilerken, bu durumun esas nedenleri öne çıkarılmadan, sonuç alınması mümkün değildir. Sendikal mücadelede yaşanan gerilemenin sonucu olarak gelişen sendikal bürokrasinin rolünün güçlenmesi, sendikal alanda yaşanan olumsuzlukların esas nedeni değildir. Bu nedenle, sendikal bürokrasinin oluşturduğu olumsuz tabloyu veri alıp, buradan kalkarak, ‘geleneksel sendikacılık’ kavramı üzerinden sendika bürokrasisi ile tüm sendikal hareketi aynı kefeye koyarak, sendikaları tamamen kötülemek ve onları “yıkılması gereken” kurumlar olarak tanımlamak, hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Sermayenin saldırılarına karşı verilen mücadele, tüm yönleriyle sendikaları hareketlendirmeyi, sınıfın üyelerini sendikalar aracılığı ile ekonomik ve siyasal mücadele içine çekmeyi öncelikli görev haline getirmek zorundadır. Birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaların bu temel ilke doğrultusunda yeniden inşa edilmesi için atılması gereken ilk adım budur. Henüz sendikal hareketin ötesine geçememiş olan işçi hareketini ve sendikaların geleceğini bu temel ilke ve yaklaşım üzerinden anlamak ve değerlendirmek gerekir.

Sendikalaşma ya da sendikal örgütlenme sorunu, bugün, dünden çok daha fazla, sınıf hareketinin siyasal düzeydeki etkisine bağlı hale gelmiştir. Sendikalar, işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri olmakla beraber, bugün, sorunun çözümü, mutlaka işçi-emekçi hareketinin siyasallaşması ve bu siyasallaşma çerçevesinde yaşayacağı taraflaşmadan, mücadeleci sınıf sendikacılığının inşasından geçmektedir. Günümüzde, işçi sınıfının geçmişte nesnel olarak oluşmuş birliği, büyük ölçüde parçalanmıştır. Üretim sürecinin birbirinden yalıtılmış bölümlere ayrılması, esnek üretim, taşeronlaştırma ve esnek çalışma uygulamalarının yaygınlaşması sonucunda, işçi sınıfının aynı çatı altında olmasından kaynaklı olumlu nesnel koşullar, öznel olarak da ortadan kaldırılmaktadır. Bu durumun, sendikaların örgütlenme ve mücadelesi üzerinde yarattığı olumsuz etkiler bilinmektedir.

Sınıfın birliğinin nesnel koşullarının ortadan kaldırılmaya çalışılması, bir taraftan işçi sınıfının nicelik olarak hızla büyümesini sağlarken, diğer taraftan işsizliğin büyümesi ile birlikte gerçekleşmektedir. Aynı üretim sürecinin farklı bölüm ve birimlerinde birbirinden habersiz çalışan işçiler, kapitalistlerin siyasi ve öznel tercihi olan üretim stratejilerinin etkisiyle, birliğin nesnel imkânlarından giderek uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmaktadır. Bu nedenle, bugünkü koşullarda sendikal mücadelenin başarısı, dünkünden daha çok siyasal düzeydeki mücadelenin belirleyiciliği üzerinden gelişecektir. Sendikal mücadele ve örgütlülüğün başarısının, siyasal düzeydeki mücadeleye dünkünden daha fazla bağlı olması, elbette sendikaların siyasal düzeye ait bir örgüt olduğu anlamına gelmez. Sendikal örgütlülük sorunu, dünkünden daha çok sınıf hareketinin farklı düzeydeki başarılarına bağlı hale gelmiştir. Bu anlamda geçmişte sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olarak tanımlayan görüşler ile sendikaların işlevlerini belirsizleştiren ve onları bir mücadele örgütü olmaktan çok “toplumsal muhalefet” özneleri haline getirmek isteyenlerin iddiaları, bugün tümüyle geçerliliğini yitirmiştir.

SONSÖZ

Geride bıraktığımız yıllar, sendikal hareket ve sendikalar açısından tarihteki en zor dönem olmuştur ve bu durum bugün de devam etmektedir. Başka bir ifadeyle, sendikal hareket ve sendikalar üzerinde sermayenin etkisi ve onun ifadesi olan işbirlikçi, uzlaşmacı, sosyal diyalogcu sendikacılık tarzının egemenliği ya da söylem olarak bunun karşısında olduğunu iddia eden, ancak pratik sonuçları bakımından sendikaların işlevlerini belirsizleştiren akımlarının egemenliği, hiçbir zaman içinde bulunduğumuz dönemdeki kadar yıkıcı ve dağıtıcı olmamıştır. Ancak geçen zaman içinde, sendikal alanda yürütülen tartışmalar ve yaşanan deneyimler, hiçbir şey için geç olmadığını da göstermektedir.

Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda kitlesel sınıf örgütleri olarak yenilenmesi, sendikal hareketin içinde bulunduğu sorunları aşarak ilerlemesi, elbette kısa sürede ve doğrusal bir çizgi üzerinden gerçekleşmeyecektir. On yıllara dayanan ve sendikal hareketin neredeyse tümüne nüfuz ederek geleneksel hale gelen sendikal-siyasal tarz ve alışkanlıkların, kısa sürede, hemen ortadan kalkması beklemek, gerçekçi olmaz. Bu nedenle, sermayeye ve onun her türden uzantısına karşı mücadele edilirken, bir taraftan tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi sınıf içindeki ayrılıklar, farklılıklar değil, birlik noktalarını ve birleşme olanakları zorlanırken, diğer tarafta bunun gerçekleşmesini doğrudan ya da dolaylı olarak engellenmesine hizmet edecek her girişimin bertaraf edilmesi gerektiği gerçeği asla unutulmamalıdır.

Sendikal hareketin, kendisinden ve kendisi dışındaki nedenlerden dolayı hayli gerilediği ya da geriletildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinin önemsenmesi, desteklenmesi ve mutlaka somut adımlar üzerinden ilerlenmesi gerektiği ortadadır. Bunun için, işe, öncelikle mevcut sendikal yapılardan ve sınıf sendikacılığını açıktan ya da örtük olarak reddeden bütün sendikacılık anlayışlarından, kuşkusuz eleştirilerinden başlanması anlamlı olacaktır. Bütün uzlaşmacı, sosyal diyalogcu sendikacılık uygulamaları ile sermayenin mevcut egemenliğini ve iktidarını tehdit etmekten uzak olan “kerameti kendinden menkul” her türlü “sol” ya da “yarı anarşist” sendikacılık tarzları, aynı zamanda sendikal mücadelenin siyasal mücadele ile arasında kurulması zorunlu olan bağları zayıflatıcı bir rol oynamayı sürdürdükleri sürece, sınıf sendikacılığı fikri ile hareket edenleri her platformda karşılarında bulmalıdır.

Kapitalizmin, 1929’dan sonra yaşadığı en büyük ve kapsamlı kriz olarak tanımlanan son kriz sürecinde yaşananlar, sermayenin sen­dika bürokrasisi aracılığıyla sendikalara yüklediği “hareketi denetim altında tutma iş­levinin” temel dayanaklarını yavaş yavaş da yitirmeye başladığını göstermektedir. Bu durum, dünyanın çeşitli ülkelerinde ve Türkiye’de işçi sınıfının saflarında, uzun süredir görülmeyen yeni hareketlenmeler yaşanmasını sağlamıştır. Kamu emekçilerinin 25 Kasım uyarı grevinin yarattığı etki, TEKEL işçilerinin kararlı mücadelesi, İstanbul’da itfaiye işçilerinin özelleştirmeye karşı verdiği mücadele ve ülkenin dört bir yanında kadrolu, 4-B’li, 4-C’li ya da taşeron işçilerin hakları için giriştikleri eylemlerin artmış olması, 2010 baharının sıcak geçeceğinin işaretlerini bugünden vermeye başlamıştır.

İşçilerin yeniden sendikalarda örgütlenme, kendi örgütlerini sahiplenme ve sendika bürokrasisine karşı mücadele eğiliminin güçlenmesi, işçi hareketinin geleceği açısından kuşkusuz önemli bir gelişmedir. İşçi sınıfı saflarında her geçen gün artan bu eğilim, kuşkusuz sen­dikaların neredeyse alternatifi olmayan işçi örgütleri olmaları ile doğrudan ilişkilidir. Yükselen işçi hareketinin, sen­dika bürokrasileri ile işçileri karşı karşıya getirmeye başlaması, bu tarihsel ger­çeğin yeniden hatırlanmasını sağlamıştır.

İşçi sınıfı ve sendikal hareket, gerçekten güçlenecek ve sendikalar yeniden işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri haline gelecekse, öncelikle sınıfın siyasal mücadelesiyle arasında mesafe koyan her türlü sendikacılık anlayışını terk etmek zorundadır. Bunun için, işe, sermayeden, devletten ve burjuva karakterli sağ ve “sol” siyasetlerle arasında kesin bir ayrım çizgisi çekerek başlamak zorundadır. Mücadeleci ve gerçek sınıf sendikacılığın işçi sendika hareketi içinde güçlenmesi, bu temel ilke üzerinden yapılacak müdahaleler ile mümkündür.

Kaynakça:

Friedrich ENGELS, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.

Karl MARX, Ücret, Fiyat ve Kâr, çev: Sevim Belli, Sol yayınları, 1999, Ankara.

Karl MARX, Friedrich ENGELS, V.İ. LENİN, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul.

V. İlyiç LENİN, Ne Yapmalı?, çev: Muzaffer Erdost, 4. Baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.

Ali GÜNDOĞMUŞ, Sendikalar, Kitle Örgütleri ve Kitle Mücadelesi, Evrensel Basım Yayın, 1992, İstanbul.

Erkan AYDOĞANOĞLU, Sınıf Mücadelesinde Sendikalar, Evrensel Basım Yayın, 2007, İstanbul.


[1] Avrupa’da bilinen ilk işçi partisi, 1869’da kurulan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’dir. Bu parti, daha sonra, 1890’da yapılan bir kongrede, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) adını almıştır. Daha sonra İspanya’da aydınlar ve işçiler tarafından gizli olarak İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) kurulmuştur. Bizzat sendikaların kurumsal girişimiyle kurulan ilk parti ise, 1900 yılında kurulan İngiliz İşçi Partisi (LP)’dir.

 

[2] Söz konusu bölünmelerin yaşanmasında, 1949 yılında, işçi aristokrasisinin denetiminde olan, Amerikan ve İngiliz sendikalarının öncülüğünde kurulan ICFTU’nun etkisi yadsınamaz. ICFTU, çeşitli kıtalarda kendi bünyesinde oluşturduğu kurumlarla, dünya çapında çok sayıda sendikayı denetimi altına almıştır. 1962 yılında kurulan Amerikan Özgür Emeği Geliştirme Enstitüsü (AIFLD) ve 1968’de kurulan Asya-Amerikan Özgür Çalışma Enstitüsü (AAFLI) gibi örgütlerin yapmış olduğu “mali yardım” ve “eğitim faaliyetlerinin” sendikal politikaların belirlenmesinde önemli etkileri olmuştur. AIFLD ve onun uzantısında kurulan pek çok sendika, Latin Amerika’daki askeri darbeleri desteklemiş, hatta bu darbeleri bizzat organize etmişlerdir.

[3] Bu konuda ABD öncülüğünde, sosyalizme karşı aktif mücadele yürütmek ve mücadeleci sendikaları etkisiz hale getirmek için yapılan müdahaleler dikkat çekicidir. Belirlenen hedeflere uygun olarak, CIA, sonrasında ICFTU’nun özel çabalarıyla, özellikle sendikal hareketin güçlü olduğu ülkelerde, uzlaşmacı sendikal yapılar oluşturulmuştur. Almanya’da Almanya Sendikalar Birliği (DGB); Fransa’da Genel Emek Konfederasyonu’nun (CGT) bölünmesine neden olan İşçi Gücü (FO) ve İtalya’da İtalyan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CISL) bu çabaların ürünü olarak ortaya çıkmış olan sendikal yapılardır. Türk-İş ise, kurulduktan sonra ICFTU’nun etki alanına girmiştir. ICFTU, özellikle 1950’lerden itibaren başlayan Soğuk Savaş döneminde, “sendikal eğitim” ve “mali yardımlar” üzerinden ABD emperyalizminin sendikalar içindeki önemli faaliyet araçlarından birisi olarak önemli bir işlev görmüştür.

[4] Engels sendikaları, “sömürücülerin siyasal iktidarına karşı bir manivela”; Lenin, partinin, devrimin yönetici gücü olmasının yanı sıra sendikaları “hareket ettirici kayışlar”; Stalin ise, “partiyi sınıfa bağlayan volan kayışları” olarak değerlendirir (Gündoğmuş, 1992:41).

[5] Lenin, ünlü eseri “Ne Yapmalı?”da sendikaların sadece ekonomik mücadele ile yetinmelerini “ekonomizm” ya da “sendikalizm” olarak tanımlamış ve eleştirmiştir. Lenin, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasında kurulacak olan bağın bir benzerinin, sendikalar ile işçi sınıfının devrimci partisi arasında kurulması gerektiğini özellikle vurgulamıştır (1992).

[6] İşçi sınıfının saflarında güvensizlik, umutsuzluk ve bölünme yaratan engellerin başında sendikal bürokrasinin varlığı gelmektedir. Sendikaların gerçek birer sınıf örgütlerine dönüştürülmesi için atılacak diğer adımların yanı sıra, sendikal bürokrasiye ve onun sendikalar içindeki “tutucu”, “gerici” etkisine karşı mücadele de ertelenemeyecek kadar önemli bir sorundur.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑