İşçi gençlik, semt gençliği ve olanaklar

Kapitalist sömürü düzeninin, onca küresel adalet, küresel eşitlik vb. palavraları eşliğinde geldiği nokta; tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, onun, dünya halklarına, özellikle de gençliğe biçtiği rolün ne olduğunu, her geçen gün biraz daha gözler önüne seriyor. Savaşlarda cepheye sürülen, sanayi sitelerinde kölece çalıştırılan, eğitimsizliğe, işsizliğe, açlığa ve gelecek kaygısıyla yaşamaya terkedilmiş; uyuşturucu ve fuhuşun kıskacına alınmış milyonlarca genç. İşte kapitalizmin “Yeni Dünya Düzeni”nde gençliğin yeri.
Kapitalizmin gençliğe dayattığı yaşam ve bu yaşam içerisinde sıkıştıkça sıkışan, binlerce sorunla yüz yüze gelen sanayi sitelerindeki ve yoksul emekçi semtlerindeki milyonlarca gencin durumu ve bu durumdan kurtulmanın -artan önemdeki- mücadelesi, bugün de tüm yakıcılığıyla karşımızda duruyor. Türkiye’deki kapitalistler de, emperyalizmin dünyada gençliğe dayattıklarının ülkemizdeki uygulayıcıları durumunda.

İŞÇİ GENÇLİK
Emek sömürüsünün en yoğun yaşandığı ülkelerden biri olan Türkiye’de, burjuvazi, gerek en ucuz emek-gücü gerekse de üretim ilişkileri ve iş yasaları bakımından örgütlenme koşulları en zor kesim olmasından dolayı, genç işçileri tercih etmektedir. Geçim şartlarının zorluğu ve eğitimin paralı hale getirilerek bir ayrıcalığa dönüştürülmesi, ülkedeki milyonlarca genci fabrikalarda, sanayi sitelerinde çalışmak ve yoksul ailelerinin geçimine katkı sunmak zorunda bırakmış durumda.  Ülkede sayısı milyonlarla ifade edilen işsizler ordusunun içinden sıyrılarak iş bulan ve kendisini  “şanslı” sayan genç işçilere ise, kölelik koşulları dayatılmakta. Genç işçiler sanayi sitelerinde günde en az 14-15 saat, cehennemi aratmayan koşullarda, havasız, karanlık, izbe atölyelerde; tüm sağlık koşullarından ve sosyal güvenceden yoksun bir şekilde, neredeyse karın tokluğuna çalıştırılıyor. Genç işçilerin küçük bir kesimi dışındakiler, sigorta ve iş güvencesinden yoksun bir şekilde “yaşamlarını” sürdürüyorlar. Denetimden tamamen uzak, irili-ufaklı atölyelerde, sigortasız çalıştırılan milyonlarca işçi, sigorta talep ettikleri anda, daha kötü koşullarda çalışmaya hazır işçiler ordusu ile tehdit edilip kapı önüne konulmakta. Bir biçimde sigortası yapılan sınırlı sayıdaki işçilerin ise, sigorta primlerinin ödeniyor gibi gösterilerek ödenmemesi veya sınırlı olarak ödenmesi de sıkça yaşanan bir durum.
İşe alınırken patronla herhangi bir anlaşma, sözleşme yapma şansına sahip olmayan genç işçilerin çalışma koşulları, iş süreleri, işten atılıp atılmamaları, kaç saat çalışacakları ise tamamen patronun insafına kalmış durumda. Bu nedenle, genç işçiler, iş güvencesinden tamamen yoksun, her an işten atılma tedirginliği ile yaşamak durumunda. Hiç bir gerekçe olmadan ya da her hangi bir gerekçeyle işten atılan genç işçilerin tazminat talep etmeleri ise, mümkün değil. İşverenlere karşı hiçbir yasal yaptırım gücü bulunmayan genç işçiler, kötü çalışma koşulları ya da işten atılma gibi sebeplerle sık sık atölye değiştirmekte ve en iyi ihtimalle bir önceki atölyede yaşadıklarını yaşamaya devam edecekleri yeni atölyelerde işe girmekteler. Bu nedenlerle genç işçiler, ya çok kısa sürelerle iş bulabilmekte ya da çoğunlukla işsiz kalmaktadırlar. Sanayi sitelerinde yaşanan bu durum, işverenlere, genç işçileri en kötü çalışma koşullarında, çok düşük ücretlerle çalıştırma olanağı sunuyor. Sigortalı işçi sayısının yok denecek kadar az olması, genç işçileri, sendikasızlık sorunuyla da yüz yüze getiriyor. Küçük ve orta ölçekteki sanayi sitelerinde çalışan genç işçilerin sigortasızlık oranındaki yükseklik, beraberinde sendikasızlık oranında da bir artışı getiriyor. İşletmelerin dağıtılması, küçük küçük atölyelere parçalanması veya öyle gösterilmesi, karşımıza, aynı işkolunda olmasına rağmen, binlerce işçinin sendikasız çalıştırıldığı sanayi sitelerini çıkarıyor.
Genç işçilerin yaşamlarındaki bir diğer kabus da zorunlu mesailer. Çok düşük ücretlerle çalıştırılan genç işçilerin, biraz daha fazla ücret alabilmek umuduyla katlanmak durumunda olduğu zorunlu mesai uygulaması, işverenlerin sömürüyü yoğunlaştırarak kârlarını arttırmalarında temel işlev gören bir uygulama haline gelmiş durumda. Çalışma sürelerini aralıksız 36 kimi zaman 48 saate vardıran zorunlu mesailerin zorluğu ve uzunluğu, genç işçilerin üzerinde fiziksel ve ruhsal tahribatlara yol açmakta ve tüm bunların karşılığında çoğunlukla zorunlu mesai ücretleri ödenmemekte. Bu uygulama, küçük ve orta ölçekteki sanayi işletmelerinde patronların ayakta kalmasının ve büyümesinin temel dayanağı durumunda.
Sanayi sitelerinde her türlü güvenceden ve koruyucu önlemlerden yoksun ilkel çalışma koşullarında işçileri canından bezdiren diğer bir sorun da, hemen her gün yaşanan iş kazaları. Her an kollarını, bacaklarını, gözlerini, duyma yetilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan genç işçiler, herhangi bir iş kazasıyla sakatlandıklarında, hiçbir hak talep edememekte, emek-güçlerini kaybettikleri gerekçesiyle kapı önüne konularak açlığa terk edilmekteler. Havalandırmasız atölyelerde; toz, kir, pas içerisinde çalışan genç işçiler, sık sık hastalanmakta ve bu hastalıklar çoğunlukla geri dönülmez boyutlara varmaktadır. Mobilya, ayakkabı, deri, polyester vb. sanayiinde çalışanların bali, tiner, boya vb. kimyasal maddelerle ciğerleri tahrip olmakta ve bu atölyelerde çalışanlar, kendiliğinden uyuşturucu, bali ve tiner bağımlıları haline gelmekteler. Bu tür atölyelerde çalışan genç işçilerin ortalama yaşam sürelerindeki düşüklük ciddi boyutlara varmış durumda. Tüm bu sağlıksız koşullarda meydana gelebilecek iş kazalarına ve meslek hastalıklarına karşı hiçbir önlem alınmayarak, işçiler, patronun kâr hırsına kurban ediliyor. Patron işyerinde koruyucu önlemler almanın maliyetinin yeni işçi almaktan daha fazla olduğu düşüncesiyle, hiçbir önlem almadan, ama, herhangi bir iş kazasında dışarıda bekleyen işsizler ordusundan yeni bir genç bedeni sömürü dişlilerinin arasına alarak, genç emek sömürüsü üzerinden zenginleşmeye devam ediyor.
İş sürelerinin uzunluğu ve maddi imkansızlıklar nedeniyle hiçbir kültür-sanat etkinliğinde bulunamayan genç işçilere, kahvehanelerde, televizyonlarda ve bulvar gazetelerinde kapitalizmin yoz kültürü dayatılıyor. İş koşullarıyla köleleştirilen genç işçilerin beyinleri de böylece esir edilip, işçiler, bir çirkef kuyusuna çekiliyor. Sanayi sitelerinde tüm bu saldırılarla beraber, patronun ayak işlerini yapmak zorunda kalan, dayak, küfür, hakaret, cinsel tacize maruz kalan genç işçilerin en büyük sorunlarından ve korkularından biri, bu kölece yaşama rağmen işsiz kalmak.
İş koşullarındaki kuralsızlık işçi-işsiz ayrımını da belirsizleştirmiş, bugünün işçisini yarının potansiyel işsizi haline getirmiştir. Genç işçiler, her an işsizler ordusuna katılmanın tedirginliği ile, tüm kölelik koşullarına razı olmuş biçimde çalıştırılıyor. Sürekli iş olanağından yoksun milyonlarca işsiz genç, sanayi sitelerindeki geçici işlerde çalıştırılarak emek sömürüsüne tabi tutulmakta, işsiz kalan gençlerse, kahvehanelere mahkum olmakta, kimlik bunalımı yaşayarak intihara, uyuşturucu ve fuhuşa sürüklenenlerin sayısı artmaktadır.

SEMT GENÇLİĞİ
Eğitim imkanlarından mahrum bırakılarak işsizliğe mahkum edilmiş milyonlarca genç de, yoksul emekçi semtlerinde gelecek kaygısıyla yaşamak zorunda bırakılmış durumda. Tüm hizmetlerden yoksun gecekondu ve emekçi semtlerinde; yüzlerce sorunla birlikte yaşayan devasa bir gençlik kitlesi birikmiş durumda. Emekçi semtlerinde eğitim ve iş imkanı bulamamış, kahvehanelerde, sokak aralarında, bilardo salonlarında vb. ömür törpüleyen, kişilik çatışmaları yaşayan gençlere, sistemin yoğun çabasıyla lümpen bir karakter kazandırılıyor. Buralarda biriken gençler, burjuvazinin saldırılarına, yozlaştırma ve kendi kültürüne kazanma çabalarına karşı tamamen savunmasız bırakılmış halde. Semtlerde korkunç boyutlara varmış uyuşturucu kullanımı ve buralarda oluşan uyuşturucu tezgahları, bir yandan beyni her gün biraz daha uyuşturulan gençleri, öte yandan çeteleşmeleri beraberinde getiriyor. Sosyal-kültürel-sportif etkinliklere duyulan ihtiyaç ve bu ihtiyaçlardan yoksunluk, semt gençliği bakımından bir diğer sıkıntıyı oluşturuyor. Gençlerin çevreleri tarafından horlanması, küçük görülmesi, işsizliklerinin sorumluluğunun kendilerine yüklenmesi ve dışlanmaları da, gençler üzerinde ruhsal tahribatlar yaratmakta.
Semtlerde, ailelerin, tüm yoksulluklarına rağmen, yoğun çabalarıyla, bir biçimde eğitim imkanı bulabilmiş ilk ve orta öğretim öğrencileri de, tüm teknik imkanlardan yoksun okullarda kırk kişiden az olmayan sınıflarda kaynak ve öğretmen sıkıntısı yaşayarak öğrenimlerini sürdürmeye çalışıyor. Elbette, aldıkları öğrenimle en fazla liseyi bitirebilmekte, üniversite sınavlarında -bazı istisnalar dışında- herhangi bir başarı gösteremeyerek, yukarıda bahsettiğimiz  koşullarda yaşayan genç işsizler ordusuna dahil oluyorlar.
Egemenlerin eliyle lümpenliğin, çeteciliğin, uyuşturucu ve fuhuşun yaygınlaştırıldığı emekçi semtlerinde, tüm bu saldırılarla beraber, sisteme karşı öfke de doğal olarak gelişiyor. Ülkede olup bitenler ve kendi yaşamlarına dair sohbet edildiğinde, hemen hemen tüm gençler, yaşadıkları sıkıntıların, kabaca, ABD ve onun ülkedeki işbirlikçileri olan politikacılar ve “zenginler” eliyle yaratıldığını ortaya koyuyorlar. Birçoğunun evinde Deniz GEZMIŞ posterlerinin asılı olduğu gençlerin, kendi aralarında “örgütler” kurarak, düzene olan öfkelerini yazılamalarla ifade etmeleri, birçok emekçi semtinde karşılaşılan bir durum.
Kapitalist sömürü düzeninin işçilere, emekçilere yönelttiği tüm ekonomik ve siyasal saldırıların en büyük mağduru her zaman gençlik olmuştur. Bu saldırılar, kimi zaman sanayi sitelerinde, fabrikalarda çalıştırılan gençlerin tüm haklarının gasp edilerek kölelik koşullarında çalışmaya mahkum edilmesiyle, kimi zaman işsizliğe, geleceksizliğe, eğitimsizliğe mahkum ettikleri gençler arasında uyuşturucuyu yaygınlaştırarak hayat buluyor. Egemenler tüm bunları yaparken, aynı zamanda, gençleri kendi fikirlerine kazanmaya, kurtuluş yolunu kendilerine karşı mücadelede aramanın anlamsızlığı üzerine politikalar geliştirmeye yönelerek; bireyci, çıkarcı, bana neci bir gençlik kitlesi yaratmanın da çabasına girişiyorlar. Televizyonda gösterdikleri dizilerle, gençlere, “siz de kendi çetenizi kurun”, tele-volelerle, “yeteneğiniz varsa, manken, futbolcu olma çabası içine girin ve arkadaşlarınızı, ailenizi bir tarafa bırakıp kendinizi kurtarmaya bakın” denilerek, gençlik kokuşmuş bir hayata özendiriliyor. Gençlik üzerinde bir dönem oldukça yaygınlık kazanan ve çeşitli tahribatlara yol açan bu fikirlerin geçersizliği ve bir aldatmacadan ibaret olduğu ise, her geçen gün biraz daha yaygın fark ediliyor.
Semtlerde ve sanayi sitelerindeki gençler arasında, kendi talepleri etrafında birleşerek birlikte hareket etmelerinin ve taleplerini kazanmak için mücadelenin gerekliği, bugün her zamankinden daha çok kabul görür vaziyette. Sistemin tüm karalama çabalarına ve saldırılarına karşın, bugün hala devrimci önderlere ve onların mücadelesine duyulan derin saygı, bu mücadele isteğinin bir göstergesi durumunda.
Semt gençliği, bugün koşulların da olgunlaşmasıyla beraber, ciddi bir yol ayrımına gelmiştir. Egemenlerin dayattıkları yaşam ortadadır. Eğitim hakları tanınmamış, tüm iş imkanları ellerinden alınarak işsizliğe mahkum edilmiş, kahvehanelerde ömürleri törpülenir hale gelmiş, kültür-sanat ve spor etkinlikleri imkanından tamamen yoksun bırakılmış, uyuşturucu ve fuhuşun dayatıldığı semt gençliği, bunlara tahammül edip böyle bir hayata devam mi edecektir? Yoksa; emekçi halk gençliği yaşadığı tüm saldırıların müsebbibi kapitalizme ve onun ülkedeki uzantılarına karşı gücünün farkına varıp uyanışa geçerek, kendi talepleri etrafında gençlik kültür evleri vb. birlikler, örgütler kurarak, kapitalizmin yoz kültürüne karşı halkın öz kültürünü yaşayıp yaşatacak, işsizliğe sefalete, uyuşturucuya, bireyciliğe ve çeteleşmeye karşı ortak mücadelenin yolunu mu tutacaktır? Semt gençliği açıktır ki, bugün evine fotoğraflarını astığı, mücadelesine büyük bir saygı duyduğu Denizlerin yolundan yürüme istek, enerji ve potansiyelini barındırmaktadır. Burada, sınıfın partisinde birleşmiş genç unsurlara, özellikle de üniversite gençliğine önemli görevler düşmektedir. Sosyalizmin bilgisine sahip genç-aydın kuşak semt gençliğinin aydınlatılmasına ve yürümesi gereken yola girmesine yardımcı olma görevini en başta omuzlamalıdır.
Sanayi sitelerinde işçi gençliğin, yaşadığı kölelik koşullarına karşı, başta sendika-sigorta-sekiz saat iş günü (3S) talebi etrafında birleşmelerinin, kültürel-sanatsal-sportif etkinliklerde bulunabilecekleri platformlar yaratmalarının, ait oldukları sınıfın bilincini kuşanarak, kapitalizme karşı kurtuluş mücadelesine girişmelerinin ortamı, her zamankinden daha çok mevcuttur. Burada belirleyici olan; sosyalizm fikriyle ve sınıfın partisiyle buluşmuş olanların çabasıdır.
Küçük burjuva maceracı ve reformist örgüt ve anlayışların, gelişmeleri yorumlayış ve örgütlenme biçimlerindeki darlık, onların, genç işçiler içerisinde sosyalizm fikrini örgütleyerek gençlerin mücadeleye sevk edilmesine katkı sunmalarını da olanaksız kılıyor. Kimi zaman genç işçiler içerisinde çalışmaya yönelmeleri, sınıfa güvensizlikleri ve mücadelelerini oturttukları zeminin sınıfa dayanmayışı gibi sebeplerle, kısa bir süre sonra doğal olarak sönüyor. Zaten genel anlamda küçük burjuva anlayışların, işçi gençliğin talepleri etrafında örgütlenmesi ve mücadeleye seferber edilmesi gibi bir kaygıları da bulunmamaktadır. Oysa bizler, işçi sınıfına ve onun genç kuşaklarına sonsuz bir güven ve inanç taşıyoruz. Politik platformumuzun sağlamlığı, yılların mücadele birikimi, meseleleri algılayış ve yorumlayış biçimimiz, sınıfın ve onun genç kuşağının aydınlatılması ve mücadeleye seferber edilmesinin yollarını arayış ve tespit edişimizdeki perspektifimiz, ayakları yere basan, işçi sınıfının iktidar yürüyüşündeki rolünü iyi kavramış bir temele dayanıyor. Politik platformumuz, gücünü ve sağlamlığını, sosyalizmin ve onun yaratıcı gücü işçi sınıfından ve ona güvenden alıyor. O halde, genç işçilerin kendi kurtuluş mücadelesine girmelerini sağlayacak, ona katkı sunacak yegane gücün Partimiz olduğu su götürmez bir gerçektir.
Semt gençliğinin çeşitli biçimlerde dışa vuran örgütlenme ve mücadele istekleri (kendi aralarında Komünist Gençler, Devrimci Gençler vb. isimlerle gruplar oluşturmaları, taleplerini içeren yazılamalar yapmaları, oluşturdukları gruplarla mitinglere katılmaları vb.) küçük burjuva devrimci anlayışların buralara yönelmelerini de beraberinde getiriyor. Bu tarz örgütlenmelerle bir  biçimde buluşan gençlerin, kısa süre sonra, bu örgütlerin tarzları, sekterlikleri vb. sebeplerle, heyecanlarını ve isteklerini kaybetmeleri, fikirlerinin tahrip edilerek sosyalizme güvenlerinin sarsılması ya da bu örgütlerin içerisinde heba olmaları da sıkça yaşanan bir durum. Bizlerin meseleyi, halk gençliğinden ve onun gündeminden tamamen kopuk, ayakları yerden kesilmiş, küçük burjuva devrimcileri gibi ele almadığımız, alamayacağımız açıktır.
Bizim görevimiz; semtlerde ve sanayi sitelerinde bir arada duran milyonlarca gencin yaşadıkları sorun ve sıkıntıların kaynağını -kapitalizmi- onlara iyi tarif etmek, onların gelişmeler hakkında aydınlanmalarını sağlamak ve kapitalizmden kurtuluş mücadelesinde yürünecek yolu bir an önce görmelerine ve kendi politik örgütünde -sınıfın partisinde- birleşerek mücadeleye seferber olmalarına yardımcı olmaktır. Bunu, sanayi sitelerindeki genç işçilerin günlük talepleri etrafında bir araya gelecekleri ve kendilerine yönelik saldırıları tartışacakları politik platformlar yaratarak yapmalıyız. Bugün iş yasalarında yapılan değişiklikler ve uygulamaya sokulan “yeni” iş yasalarıyla, genç işçilerin pervasızca sömürülmeleri ve köleliğe mahkum edilmelerinin yasal güvenceye alınarak sorunlarının daha da derinleştirilmesi, 3S hakkının tamamen gasp edilmesi, yine semtlerde kültürel yozlaştırmalar, işsizlik, uyuşturucunun yaygınlaştırılması, sosyal kültürel taleplerin karşılanmaması vb. saldırıların birbirinden bağımsız olmadığı ve kaynağının ortak olduğu, buna karşı mücadelenin de ortak olması gerektiği fikri üzerinden yükselen bir aydınlatma çalışması, semt ve işçi gençliğinin bir araya gelişini ve ortak bir mücadeleye seferber olmasını sağlayacaktır. Gençlerin aydınlatılması, sadece kendi sıkıntılarına dair değil, ülkede ve tüm dünyada olup bitenler hakkında bilgilendirilmeleri ve buna karşı alınacak tutumu kavramalarında günlük işçi basınını tanımaları ve sahiplenmeleri, ancak çalışmanın merkezine günlük işçi basınının konulmasıyla mümkün olacaktır.

SONUÇ OLARAK
Tüm bu saldırı dalgası içinde milyonlarca genç işçi ve semtlerdeki gençliğe, kendilerine yöneltilen tüm saldırıların ve dayatılan yaşamın bütünlüklü, kapsamlı, planlı bir saldırı olduğunu, bunun kapitalizmin özü gereği böyle olduğunu ve kurtuluşun ancak birleşik örgütlü bir mücadeleyle mümkün olacağını kavratma görevi omuzlarımızdadır. Gençlik içerisinde kapitalizme karşı uyanış ve mücadele eğiliminin yeşerdiği, sosyalizme sempatinin yaygınlaştığı, dahası başka çarenin olmadığı gerçeğinin giderek daha çok kabul gördüğü bugünkü koşullarda, bu görev her zamankinden çok önemlidir.
Kapitalizm denilen belanın ne olduğu, artık daha iyi anlaşılıyor. Kölelik, işsizlik, açlık, uyuşturucu, fuhuş, savaş, çeteleşme, bireycilik, rekabet ve gençliğin birbirine düşmanlaştırılması: İşte kapitalizmin gençliğe vaat ettiği yaşam. İşçi gençliğin ve semt gençliğinin bunlara daha fazla tahammül edemeyeceği, gençlik onurunun buna müsaade etmeyeceği açıktır. Evlerini DENİZLER’in posterleriyle süsleyen işçi, işsiz, öğrenci, halk gençliğinin, Deniz’in ruhuyla davranarak, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesine girişmekten başka yolunun olmadığı ve giderek buna yatkın hale geldikleri açıktır. Kapitalizmin çürümüş, her tarafından irin akan adaletsiz düzeni mi, yoksa sosyalizmin savaşsız, sömürüsüz aydınlık dünyası mı? İşte semt gençliğine ve işçi gençliğe sorulacak soru budur. Alınacak cevapsa açık ve nettir; yeter ki biz soruyu nasıl soracağımızı bilelim.

68’den 28 haziran’a…

Bundan 36 yıl önce Avrupa’yı, Amerika’yı ve Türkiye’yi sarıp sarmalayan bir gençlik hareketi. Sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşlarının üç kıtaya yayılması, emperyalizmin en güçlü temsilcisi ABD’nin yenilmez olmadığı gerçeğinin Vietnam’la kanıtlanması, Küba’da ABD uşağı Batista’nın ülkeden defedilmesi ve devrimin zaferiyle sonuçlanan halk ayaklanmasının da etkileriyle patlayan bir gençlik hareketinin adı, 68. Avrupa’nın dört bir tarafında, Kuzey ve Güney Amerika’da, Türkiye’de milyonlarca genci; “bozuk düzeni” değiştirmek ve “bozuk düzenin” müsebbibi emperyalizmi yenmek niyetiyle, peşine takan bir zulme isyan dönemi. Türkiye’de 68, “bozuk düzeni” değiştirmek, “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye” talepleri ve iddiasıyla yola çıkan binlerce gencin mücadelesi, bu mücadelede öne çıkan, simgeleşen ve kimisi Kızıldere’de, kimisi Nurhak’ta kimisi darağaçlarında son bulan yaşamların adı. Ama başkaldırıları ve halkın davası için vazgeçebildikleri yaşamlarıyla, on yıllardır süren ve sürecek olan bir mücadele geleneği bırakan genç devrimciler.

DENİZ, HÜSEYİN, YUSUF…
68’in simgeleştiği isimler; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın emperyalizmin yerli işbirlikçileri tarafından darağacına çekilişlerinin ardından 32 yıl geçti.
68 gençlik hareketini tüm yönleriyle simgeleyen Deniz, Yusuf ve Hüseyin, bu sene son yıllarda gerçekleşen en kitlesel ve en yaygın törenlerle anıldılar. Ankara’dan, İstanbul’a, Hatay’dan, Diyarbakır’a, Adana’dan, Hakkari’ye ülkenin dört bir yanında; Türk, Kürt, Arap her milliyetten gençler, bu yıl daha kitlesel, daha coşkulu andılar Deniz’i ve yoldaşlarını. İdam edildikleri 6 Mayıs 1972’den bu güne, her yıl, şu veya bu sebepten emperyalizme öfkelenen, onlar hakkında çok ya da az bilgisi olan, ama zulme başkaldırdıkları için cellada teslim edildiklerini bilen her gencin coşkuyla, öfkeyle, ama mutlaka onlara benzeme isteği ve çabasıyla andığı Denizler, 2004 6 Mayıs’ında Denizlerce çoğaldıklarını dosta düşmana ilan ederek anıldılar. ABD ve İngiliz emperyalizminin Irakta’ki katliamlarının, İsrail Siyonizmi’nin Filistin’de giriştiği soykırımın, Ortadoğu’nun köleleştirilmesi projesi olan BOP’un, AKP hükümetinin sınır tanımaz uşaklığının ve 28-29 Haziran’da İstanbul’da toplanacak NATO zirvesinin yarattığı öfkeyle, ve yeni 68’ler yaratma isteğiyle de birleşerek, coşkulu ve kitlesel anmalara, onu da aşarak, emperyalizmin lanetlendiği protestolara dönüştü 6 Mayıs. Binlerce genç, Denizler’den aldıkları güçle, meydan okudular emperyalistlere ve işbirlikçilerine. Hemen, hemen tüm illerde ve bir çok ilçede düzenlenen anma etkinliklerinde, binlerce genç, merkezine emperyalist ve Siyonist saldırganlığı, 28 Haziran’da geçit vermemeye kararlı oldukları NATO zirvesini koyarak selamladılar 68’i ve onun önderlerini. Ankara’da, mezarlıkta anmak yetmez diyerek, ABD Elçiliği’nin kapısına dayanarak, hem Denizleri andılar, hem de Ortadoğu’daki ABD işkencesini lanetlediler.

DENİZLERİ ANMAK
Her devrimcinin ölüm yıldönümünde ifade edilen “onları anmak, onların uğruna can verdikleri ideallerine ve mücadelelerine sahip çıkmak ve o mücadeleyi yükseltmekle anlamlı olur” sözleri, her anma töreninde sarf edilmesi gereken veya alışılmış olduğu üzere sarf edilen sözler olmaktan öte bir gerçeğe işaret eder. Elbette onları anmak, onların ideallerine sıkı sıkı sarılmakla mümkün olabilir.
Antiemperyalist mücadelenin kabarışı bakımından uygun uluslararası koşullar kadar Türkiye’nin koşulları da “bizim 68”i koşulladı.
Türkiye’ deki DP iktidarı özellikle 1950’lerde ABD ile yakın ilişkiler kurmuş, 1950’de Kore’ye asker göndererek ve 1952’de de NATO’ya üye olarak, ABD’nin dümen suyuna girmiş ve bölgede ABD’nin en önemli işbirlikçisi olarak, ülkenin iplerini ABD’ ye teslim etmişti. 68’e gelene kadar siyasi ve ekonomik baskının artması ve eğitim alanındaki sıkıntıların katmerleşerek devam etmesi, emperyalizmin tüm dünyada giriştiği saldırganlıkla ve Türkiye’nin ABD himayesindeki pozisyonu ve bağımsızlığını hızla yitiren bir duruma sürüklenişi, başta üniversite gençliği olmak üzere, gençlik yığınları içinde bir hareketlenmeyi beraberinde getirdi. Karşı çıkılan birçok adaletsizlik vardı, ama en öne çıkan karşıtlık, Amerikan tahakkümüne karşı yükseldi. Birbiri ardına başlayan üniversite eylemleri, üniversite işgalleri, gençlerin örgütlenme isteği, kurulan dernekler hareketi hızla yaymıştı. ODTÜ’de Commer’in aracının ateşe verilmesi, Dolmabahçe’de Amerikan 6. Filosu’nun askerlerinin denize dökülmesi ise, hareketi iyiden iyiye ateşleyen ve simgeleşen olaylar olarak tarihe geçti. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı yakılan isyan ateşi, kısa sürede yayılarak, gittikçe daha da kitleselleşiyor ve içinden gençlik önderleri çıkararak ilerliyordu.
68 gençlik hareketini değerlendirirken, hareketin birden bire ve kendiliğinden parlayan bir alev olduğu, Denizlerin de yeteneklerini kullanarak, zaten başlamış olan hareketin önderlerine dönüştükleri gibi bir değerlendirme eksik ve yanlış olur. Kimi zaman bu biçimde yanlış sonuçlar çıkarılmasına vesile olan değerlendirmeler, bugünün gençlerinde “hareketin yükselmesini bekleme ya da “bir gün Deniz gibi birileri çıkar biz de peşlerine takılırız” gibi bir yanılgıya ve beklenticiliğe neden olabiliyor.
Şu söylenebilir; 68’de gençliğin tepkisini çeken birçok gelişme vardı ve bir hareketlenmeye yol açacak birçok etken mevcuttu. Öte taraftan Denizler –ve dönemin diğer önderleri– gerçekten yetenekli, bilgili ve kitleleri harekete geçirebilecek özelliklere sahiplerdi. Fakat onların birer önder olarak sivrilmelerinin ve hareketin yükselmesinin arkasında, onların yoğun uğraşları, sebatkarlıkları, cesaretleri ve meseleleri değerlendirerek, gençlik yığınlarının önüne bir mücadele platformu olarak sunabilmekte gösterdikleri yetenek vardı.

BUGÜNKÜ DURUM VE GÖREVLERİMİZ
68 gençlik hareketini; Emperyalizm ve özellikle ABD karşıtlığı, emperyalizm işbirlikçiliğine karşı mücadele, bağımsız ve demokratik Türkiye gibi taleplerle ayağa kalkış olarak özetleyebiliriz. Peki bu gün durum nedir?
ABD ve İngiliz emperyalizminin orduları, Afganistan’dan sonra işgal ettikleri Irak’ta katliamlarına her gün bir yenisini eklemektedir. Her gün yaşanan işkenceler, tecavüzler ve ölümler, Irak’ a, adeta geniş bir coğrafyaya kurulmuş bir toplama kampı görünümü vermektedir. ABD’nin ve Türkiye’nin müttefiki, stratejik ortağı İsrail ise, yıllardan bu yana sürdürdüğü katliamlarını, artık tüm dünyanın gözleri önünde sivillere füzelerle saldırmaya dönüştürmüş durumda. Örgüt liderlerini suikastlerle katletmeye ve Filistinli mültecilerin evlerini buldozerlerle başlarına yıkmaya devam eden İsrail, ABD ve Türkiye’den aldığı güçle, Siyonist saldırganlığı arttıracağını açıkça ortaya koymakta hiçbir çekince duymamaktadır.
Emperyalizm (ve Siyonizm), dünya halklarına yönelik en kapsamlı ve en sistematik katliamlara girişmiş durumda. Emperyalistler, adına “Büyük Ortadoğu Projesi” dedikleri, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya geniş bir coğrafyada yaşayan halkların köleleştirilmesi ve buralarda emperyalist tahakkümün sağlamlaştırılması planıyla saldırganlığını arttırıyor. Bölgede bunlar yaşanırken, Türkiye egemenleri ve yönetimi, içerde sermayedarlar ve uluslararası finans çevreleriyle bir olup ülke halkına saldırarak, onu her gün biraz daha yoksullaştırmakta, ülke gençliğini geleceksizleştirmekte ve ona ABD askerliği görevini biçerek, cepheye sürme telaşıyla hareket ediyor. Türkiye, emperyalistlerin Ortadoğu’daki politikalarıyla tam bir uyum içerisinde, tüm halkların nefretle andıkları güçlerin bölgedeki en önemli müttefiki durumunda. Hükümet bir taraftan Irak’taki, Filistin’deki katliamları desteklerken, öte taraftan, BOP’a destek olmakta, Diyarbakır’ ı BOP’un “parlayan yıldızı” yapacağını ifade etmektedir. Hükümetin başbakanı Irak’taki saldırılara destek olup, yaşananların, ABD’nin Irak’ı özgürleştirme çabası olduğunu söyler ve Irak’a asker göndermek için canla başla çabalarken, Ebu Garib cezaevinde ortaya çıkan işkence fotoğrafları için, “annem ağladı” diyor.
Aynı başbakanın yardımcısı ve Dışişleri Bakanı da, Filistin’de, uçaklardan yağdırılan bombalarla katledilen mültecilerin görüntülerini izledikten sonra, “İsrail ölçüyü biraz kaçırdı” diyor. Uşaklık bununla da sınırlı değil. Hükümet şimdi de tüm dünya halklarına ölüm, zulüm ve gözyaşından başka hiçbir şey vermeyen NATO ülkelerini Türkiye’de ağırlamaya hazırlanıyor. Yeni üyelerle, sayısı 26’ya ulaşan NATO ülkeleri, 28-29 Haziran’da BOP’u nasıl hayata geçireceklerini ve yeni saldırı politikalarını belirlemek üzere, İstanbul’da NATO Zirvesi’ni toplayacaklar. Afrika’dan, Kafkaslar’a, dünyanın dört bir yanında kan deryaları yaratan NATO ordularının “generalleri”, kanlı postallarıyla, halkımızın onurunu çiğneye çiğneye, topraklarımıza adım atmaya, hükümetle kol kola katliam planları yapmaya geliyor.
İstanbul sokaklarında, şimdiden “güvenlik” terörü estiriliyor, halk fişleniyor; İstanbul sokakları, tıpkı 68’deki gibi, katiller hoşnut kalsın diye, milyonlarca dolar harcanarak “güzelleştiriliyor”. NATO gemileri, limanlarımıza demirlemeye başladı bile. Bunu protesto eden gençler, polisin vahşice saldırılarına maruz kalıyor. NATO’nun baş kumandanı Bush, Türkiye’deki üslerine yenilerini eklemek, var olanları izin dahi almadan kullanabilmek için, iktidardan aldığı güçle kolları sıvamış durumda.
Her şey ortada; bir taraftan saldırganlaştıkça saldırganlaşan, halklara işkence ve tecavüz eden emperyalizm, öte taraftan emperyalizme köleliği en kutsal görev bilen, kıblesini ABD’ye dönmüş, ülkenin bağımsızlığını adım adım ortadan kaldıran iktidar.

PEKİ, BİZ NE YAPACAĞIZ?
Tüm bunlar yaşanırken, ülke gençliği, bir yol ayrımında durmaktadır ve bir karar verme yükümlülüğüyle karşı karşıya. Emperyalizme ve onun her türden işbirlikçilerine karşı, bağımsız, demokratik bir Türkiye yaratmak üzere, Deniz’lerin yolundan gidip gitmeme kararı. Ülkenin geleceğinin nasıl şekilleneceğini önemli oranda belirleyecek olan bu karardır. Ve görünen odur ki, ülke gençliği Denizler’in yolundan gitme eğilimindedir.
Denizlerin, bu sene, uzun yıllardan beri en yaygın ve en kitlesel etkinlik ve eylemlerle anılması kuşkusuz bunun işaretidir.
Başta lise ve üniversite gençliği olmak üzere, gençlik yığınları içinde Deniz’in yeniden anti-emperyalist mücadelenin bir simgesi olarak sivrilmeye ve gençleri etrafında birleştirmeye başladığı bir dönemi yaşıyoruz. Son zamanlarda gerçekleşen ABD karşıtı protestoların ana sloganlarının, 68’e, özellikle de 6. Filo’ya ve Denizler’e vurgu yapan sloganlar olması da bunun bir göstergesi. Gençler, yaptıkları protesto gösterilerinde Denizler’in posterlerini taşımakta ve onun adı geçen sloganları adeta protestolarının bir tehdit unsuru olarak kullanmakta, en kararlı ve meydan okuyan sloganlarını, Denizler’e adamaktadırlar. “Emperyalistler, işbirlikçiler; 6. Filo’yu unutmayın”, “Denizlerin ruhuyla NATO’yu dağıtacağız” gibi sloganlar, gençlerin, bir taraftan Denizler’den ve onların egemenleri uzunca süre meşgul ve rahatsız eden mücadelelerinden cesaret aldıklarını, bir taraftan da, emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle hesaplaşmayı, Denizler’in ve onların mücadelesi üzerinden kurguladıklarına işaret ediyor.
Gençlerin içinde bulundukları ruh hali ve ülkedeki durum buyken, Deniz’in yoldaşlarının ve kardeşleri olan Türkiye gençliğinin önünde duran görev ve sorumluluklar da açık ve nettir. Her gün ve her gün, dünyada ve Türkiye’deki gelişmeler karşısında, “Deniz olsaydı ne yapardı?” sorusunu kendimize ve gençlik yığınlarına sormak, bu sorunun yanıtına uygun bir tutum ve gözü karalıkla mücadeleye atılmak başlıca görevimiz durumundadır. Emperyalistler ve onların uşakları, bölgemiz ve ülkemizi istedikleri gibi cirit atabilecekleri, ceset tarlalarıyla kaplı, adına “özgürlük ve demokrasi” dedikleri topları, roketleriyle her an ölüm kustukları, kan deryaları yarattıkları bir coğrafyanın parçasına dönüştürerek, imparatorluklarını kurdukları bir gelecek hayal ediyorlar. Durum böyleyken, tarihinde 68’leri yaratmış, 6. Filo’yu denize dökmüş, emperyalistlere karşı bir ulusal kurtuluş savaşı vermiş ve kazanmış bir halkın gençliği, elbette yatağında rahat uyuyamaz, işine, okuluna rahatça gidip gelmeyi kabul edemez.
Emperyalistlere ve onların NATO Zirvesi’ne karşı, üniversite gençliğinin, Denizler’i hatırlayarak, üniversitelerini zalimlere karşı mücadele alanlarına çevirme iradesi göstermesi, hele de zirve nedeniyle okulları erkenden tatil edilmek istenirken, daha da yakıcılaşmış durumda. Amerikan büyükelçisi, Vietnam kasabı Commer’in aracını ateşe vermekte bir an bile tereddüt etmeyerek, onu emperyalizme isyanın meşalesine dönüştüren, “sağ-sol yok, boykot var” diyerek, emperyalizme karşı, bağımsızlık için tüm üniversite bileşenlerini bir cephede birleştirmek için didinen, yeri geldiğinde gözünü kırpmadan silahı kuşanan, kah Filistin’i, kah Nurhak’ları mesken edinen bir gençlik kuşağının mirasçıları olduğunu üniversiteli gençlere hatırlatmak ve bugün de mücadele sırasının kendilerinde olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak görevimizdir.
Liselerde, semtlerde, sanayi sitelerinde, Denizler’e olan sempatinin, NATO’ya karşı onların ruhuyla mücadele etme kararlılığına dönüştürülmesi için canla başla uğraşmamız zorunludur. Gençlik yığınlarının, ülkenin bağımsızlığına ve mazlum halkların canına kast edilen şu günlerde, yeni bir anti-emperyalist gençlik dalgası yaratma sorumluluğuyla hareket etmelerine vesile olacak bir mücadele platformu yaratmak, başlıca görevimiz olmalıdır. En başta sınıfın partisinin gençleri, Denizler’in gerçek mirasçıları olma sorumluluğuyla, en öne atılmak ve emperyalist hesapların bu ülkenin gençleri aracılığıyla boşa çıkarılmasını sağlayacak bir mücadeleye önderlik etme kararlılığıyla işe koyulmalı, en çok çaba harcayanlar olmalıdır.
Okullarda, semtlerde, emperyalizme ve NATO’ya karşı Kemalist’inden, dindarına, Türküyle, Kürdüyle tüm gençlik yığınlarının bir araya gelişini sağlayacak bir platformu yaratmamızın tüm olanakları elimizde bulunmaktadır. Bunu yaparken, Denizler’in birleştirici rolünü öne çıkarmak, birleşmekten başka çarenin olmadığına, mutlaka ve mutlaka birleşmek gerektiğine gençlik yığınlarını ikna etmek, hem zorunlu hem de birçok zaman olduğundan daha olanaklı.
Süreç öyle ilerlemektedir ki; yeni gençlik hareketlenmelerinin önü açılmakta ve hem daha güçlü, daha kitlesel birleşmeleri ve hem de çetin mücadelelerle geçecek bir dönemi işaret etmektedir. Peki, bunun için yeterli şartlar mevcut mudur? 68’de olduğu gibi geniş gençlik yığınlarını peşinden sürükleyecek, ama bu sefer işçilerle, memurlarla, köylülerle ve emekçi kadınlarla da birleşerek ilerleyecek ve gelişecek bir hareketin işaretleri ve olanakları var mıdır? Cevap, kesinlikle evettir.
Geçtiğimiz yıl 1 Mart’ta, 21 Mart’ta gençlik yığınları içinde ortaya çıkan hareketlenme, bu yıl 6 Mayıs’ta anmaları aşan, ABD elçilik ve konsoloslukları önüne taşan eylemler, bu olanağın birer işaretidir. Öte taraftan, farklı gerekçelerle de olsa, Irak ve Filistinlilere uygulanan katliamın, halk ve gençlik yığınları içinde yarattığı öfke de, bir başka birleşme olanağına işaret etmektedir.
Eğer yetenek gösterilebilir de, gençler içinde yeniden anti-emperyalist mücadelenin bir simgesi olarak sivrilen Deniz’in ve onun mücadelesinin sahiplenilmesi ve sahiplendirilmesi becerilebilirse, emperyalistlerin ve uşaklarının başlarına bela olacak yeni bir gençlik hareketi kapıdadır. NATO zirvesinin İstanbul’da toplanacağı 28 Haziran’ı bir hesaplaşma günü olarak algılamak ve bu hesaplaşmadan zaferle ayrılmak için elden gelen her şeyi yapmak, Denizler’in mirasını bu biçimde sahiplenmek boynumuzun borcudur. 1 Mart’ta tezkerenin reddettirilmesinin halkta yarattığı ruh hali hatırlanmalıdır. ABD’ye ve işbirlikçilerine karşı harekete geçildi ve asker gönderme tezkeresi reddettirildi. Emperyalistlerle halk arasındaki büyük kavganın küçük “muharebeleri”nden biri kazanıldı. Ve bu kazanım o dönem iyi değerlendirilemese de, halk yığınlarında bir özgüven yarattı. Şimdi kapıda, kazanılabilirse, önemli olanaklar yaratacak, yeni bir muharebe var: 28 Haziran’da İstanbul’da toplanacak NATO Zirvesi.
Evlerinin en güzel köşesinde Denizler’in resimleri asılı olan milyonlarca genç, Denizler’in ruhunu kuşanarak harekete geçtiğinde, kesinkes kazanılacak bir muharebe.
Şimdi bunu başarmak için mahalle mahalle, okul okul örgütlenilecek ve NATO’ya tarihi bir ders vermek için kolların sıvanacağı günler geldi. Bu dönem, liselerden, üniversitelerden, semtlerden yeni Denizler’in çıkacağı, emperyalistlere 6. Filo’nun yeniden hatırlatılacağı bir dönem olacak, olmak zorunda. Dost da düşman da bilmeli ki, yeni bir 68 kapıdadır. Elbette bu kez kazanmak üzere, öyleyse, elbette emek hareketine bağlanarak. Ve elbette görevler yerine getirilebilirse.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑