Aylardır “başladı başlayacak” denilen, pazarlıklarda tehdit unsuru olarak kullanılan ve bütün dünyayı bir biçimde ayağa kaldıran/kaldırmakta olan ABD’nin “olası” Irak saldırısı başladı. Kendi halkları da dahil olmak üzere dünya halklarının hiçbirini kandıramayan ve son birkaç ayda tüm dünyanın düşman olarak görmeye başladığı Bush, Blair, Rumsfeld, Pearson gibilerinin başını çektiği emperyalist saldırı çetesi, TBMM’den asker gönderme ve hava sahasının kullanımına ilişkin olan ikinci tezkerenin geçmesiyle bombardımanı başlattılar.
Savaşın gündeme oturduğu son bir ayla beraber bu günlerde, “artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” sözü sıkça kullanılır oldu. Yaşamın ve doğanın temel yasası olan değişim elbette kendisini gösterecek; nasıl Irak kentlerinde bulunan sağlam bina sayısı, Amerikancı televizyon ve gazetelerin söyleyip yazdığı yalan dolanlar, ABD işgali altındaki Türkiye topraklarının yüzölçümü her gün değişiyorsa, hayatın gidişatını etkileyen ve etkileyecek birçok şey de değişecek, yenilenecek ya da oluşacaktır.
ABD’nin ve onunla “sıkı ittifak” içinde bulunan ‘Avrupalı’ İngiltere’nin savaş planlarını daha açıktan ilan etmeye başlamasıyla bütün dünyayı saran savaş karşıtı hareket, her geçen gün daha fazla alanı etkileyerek yeni bir evreye doğru yol alıyor. Özellikle Yunanistan, İtalya ve İngiltere’de sokak eylemlerinin hemen her gün yapılması, birkaç işkolunda başlayan grevlerin yayılarak genel grevler biçimini alması, Müslüman ülkelerden daha sert tepkilerin gelmeye başlaması, küreselleşme saldırganlığının ardından gelen bu savaşın yalnızca Ortadoğu’yu değil bütün dünyayı temellerinden değiştirecek bir süreci başlattığını gösteriyor.
Savaş karşıtı hareketin önemli ve ileri bir unsuru olan gençlik ve gençlik hareketi ise, bu değişimin en hızlı yaşandığı alan. İngiltere ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinde zaman zaman hareketin başını çeken liseli, üniversiteli gençler, gerek yarattıkları hareketin gerekse bu hareketin niteliğinin artan ivmesiyle, kendileri için yeni bir dönemin başladığını kanıtlıyorlar.
Bu emperyalist paylaşımda kendisine “özel” bir rol biçilen, planlarda önemli bir yer tutan Türkiye’de de, savaşa, ABD’ye üsleri, hava sahasını hatta şehirleri, köyleri, tarlaları açarak savaşın bir parçası olmaya yönelik tepki göz ardı edilebilir bir tepki değildir. Geçen birkaç ay içinde imzalar toplanmış, küçük, büyük eylemler yapılmış, sendikalar, her türlü kitle örgütleri ve onların da içinde bulundukları ve neredeyse her semtte, mahallede kurulan savaş karşıtı platformlar açıklamalar yapmış, üniversite ve liseler çeşitli eylemlere sahne olmuş, halkın geniş bir kesimi savaşa karşı tepkisini bir düzeyde göstermiştir/göstermektedir. 1 Mart’ta Ankara’da yapılan miting, mitingin gerçekleştiği saatlerde TBMM’de savaş tezkeresinin görüşülüyor olması ve tezkerenin geçmemesi, Türkiye’de de savaş karşıtı hareketin yeni bir döneme doğru ilerlediğini ortaya koydu. Yapılan her eylemin, her geçen gün halkın desteğini daha fazla toplaması ve 1 Mart eylemine bugüne dek hiçbir eyleme, mitinge, hak arama mücadelesine katılmamış gençlerin, kadınların, işçilerin katılmış olması, “Bu memleket adam olmaz”cıları bile hayrete düşürmüş olmalı.
Emperyalist saldırganlığın ve savaş karşıtı hareketin en önce ve en yaygın biçimde etkilediği gençlik, bu hareketin geleceği bakımından önemli bir yer tutuyor. 1 Mart’ta ve öncesinde yapılan eylemlerde (örgütleniş süreci de dahil olmak üzere) gençlerin yoğunluğu ve katılış tarzı dikkat çekiciydi. Üniversitelerde topluluklar, kulüpler, ÖTK ve öğretim elemanlarınca oluşturulan platformların açtığı pankartlar arkasında yüzlerce, hatta binlerce öğrenci bir araya geldi. Bu platformlara şu veya bu nedenle katılmayan birçok üniversiteli ise sendikaların, meslek odalarının, kimi derneklerin yanında ya da kortejlerin hemen kenarında katılmayı tercih etti.
Hemen 1 Mart’ın ardından, uluslararası düzeyde alınan 21 Mart’ta genel grev kararı, döneme yakışır bir çabuklukla değerlendirilmiş, kararın öğrenci gençliğin gündemine girmesi sağlanmış, yalnız bununla kalınmayarak grevlere boykotlarla destek verme kararı alınmıştı. Bu kararın birçok üniversite ve lisede etkili bir biçimde hayata geçirildiğini göz önünde bulundurursak, boykotların ve boykot çalışmalarının gençlik hareketinin geleceği bakımından değerlendirilmesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Bu yazıyla yerine getirilmek istenen de böylesi bir gerçeğin beraberinde getirdiği görevin ilk adımıdır.
DÖNEME UYGUN BİR ÇALIŞMA BİÇİMİ
Üniversitelerin açıldığı dönemin hemen sonrasından itibaren gündeme oturan savaş sorunu, öğrencilerin yanı sıra öğretim üyelerinin ve kısmi de olsa sendikalar aracılığıyla üniversite emekçilerinin de dahil olduğu bir tartışmayı ve başını sosyalist gençlerin çektiği bir çalışmayı başlatmıştı. Savaşın asıl nedenlerinin, yaratacağı olumsuzlukların ve genel anlamıyla emperyalizmin teşhiriyle başlayan bu çalışma, ilerleyen aşamalarda savaş karşıtı güçlerin üniversiteler yerelinde birleştirilmesine ve bu yolla eylemlerin örgütlenmesine doğru yol aldı. Çoğunlukla platformlar kurma yöntemiyle gerçekleşen bu birlikteliklerin biçimine dair çeşitli vesilelerle belirtilen eleştiri ve öneriler, daha çok bu platformların niteliğine, amacına ve bu amaca uygun bir bileşimi içerip içermediğine yönelikti. Birçok üniversitede kurulan ve devrimci, sosyalist, demokrat gibi sıfatları taşıdığı iddia edilen savaş karşıtı platformlar, özünde bu sıfatlara uygun olmayan bir tarzda oluşturuluyordu. Halkın %95’inin “savaşa hayır” dediği düşünüldüğünde, üniversitelerde kurulacak platformların da bu kapsayıcılığı teoride ve pratikte taşımasının zorunlu olduğu görülürse, üniversite bileşenlerinin -en başta öğrencilerin- savaş karşıtı mücadelenin belirleyicisi olması gerekir. Bunun için öğrencilerin kendilerini en geniş biçimde ifade edebileceği bir tarza ihtiyaç vardır. Bu, kendisine öncülük payesini biçmiş, kendisini geniş öğrenci yığınlarının -bu yığınlarla hiçbir biçimde yüz yüze gelmemesine, onların duygu ve düşüncelerinden bihaber oluşuna rağmen- yerine koymuş dar örgütlerin sınırlı birlikteliğiyle yaşam bulabilecek bir tarz değildir. Bu tarz ancak öğrenci yığınlarının kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi doğal örgütlülüklerinin doğru bir anlayışla bir araya getirilerek harekete geçirilmesiyle yaşam bulabilir. Üniversitelerde kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ların içinde bulunduğu durumu öne sürerek, onların dahil olduğu platformların olanaksızlığını kanıtlamaya çalışanlar dediklerinde ısrar ededursun, boykotlara varan bir çalışmanın örgütlenebilir olduğu gerçeği bu dönem çok net görülebilmiştir.
Üniversite hareketinin son dönemini dikkate alırsak, ileri bir eylem biçimi olan boykotların örgütlenişi, sadece çalışmanın gerekli unsurlarla birleşmesi, hareketsiz yığınları bile harekete geçirmesi ile açıklanamaz. Bunların hepsini birden kapsayan, aynı zamanda sorunun temelini oluşturan bir noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor. İçinde bulunduğumuz dönem, ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçlara cevap verebilecek bir çalışma biçiminin ilk adımlarını kendi içinden yaratan bir dönemdir. Üniversiteli gençlerin sınıflarda, yemekhanelerde, anfilerde; derslerde, sohbetlerde, tartışmalarda savaşı konu ettiği, birçoğunun siyasete ve ülke gündemine müdahaleye daha istekli oldukları ve bu isteği bir şekilde gösterdikleri bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönemi doğru tahlil edebilmenin tek yolu ise, gençlik yığınlarının içinde varlık gösterebilmek, gelişen ya da gelişebilecek her tür hareketlenmenin bilgisine sahip ve gidişatı değiştirebilir bir pozisyonda olmaktır. Bu, yalnızca dönemin politik analizini doğru yapıyor olmak değil, aynı zamanda burjuvazinin politik argümanlarının kitleler içindeki yansımasını, yarattığı yanılsamayı ve bu yanılsamanın ne tür araçlarla bertaraf edileceğini bilebilmektir.
Üniversitelerde hareketin bittiğini, güçsüzleştiğini kendi güçsüzlüğü üzerinden belirleyen anlayış, elbette hareketin nasıl ve nereden güçleneceğine dair doğru fikirlere sahip olamayacaktır. Savaş karşıtı hareketi kendinden menkul sayan bu anlayış, birleşilebilecek unsurlar, harekete katılabilecek güçler konusunda güvensiz dahası zarar verici bir tutum takınacaktır.
Bu anlayışın yanlışlığı, 1 Mart eylemi öncesinde ODTÜ’de yürüyen ve çok sayıda öğretim üyesinin, toplulukların ve bundan dolayı çok sayıda öğrencinin aktif olarak katıldığı çalışma ile gözler önüne serilmişti. Bir kez daha ve daha net bir biçimde boykot çalışmaları ile görülmelidir.
BOYKOT FİKRİNİN YAŞAM BULMASI: HER YERDE BOYKOT!
Ortaya atılan her fikir/ideoloji ait olduğu kitleler içinde yankı bulmuyor, onlar tarafından sahiplenilmiyorsa yaşama şansı pek azdır. Fikrin sahiplerini bulması, onlara ulaşması ise, onlar tarafından sahiplenilebilmesinin ilk ve kaçınılmaz koşuludur.
Savaşa karşı –istilanın başlaması sonrası günlerde artık savaşı durdurmak için- işçilerin emekçilerin bir günlük grev yapması fikri, dünyada ve Türkiye’de birtakım temeller üzerinden oluşmuşsa, bu fikri hayata geçirmek de yine bu temeller üzerinden hareketle gerçekleşmiştir. Bu greve üniversite ve liselilerin bir günlük ders boykotlarıyla destek vermesi fikri de, yukarıda bahsedilen dönemsel özellikler üzerinden doğru bir çalışmayla hayat bulmuştur. Bu çalışmanın öne çıkan ve belirleyici özelliklerine değinmeden boykot sürecini bir deneyim haline getirmek, sonrasında atılacak adımları görmek mümkün olmayacaktır.
21 Mart’tan yaklaşık iki hafta önce yapılan boykot çağrılarının mümkün olan en geniş kitleye ulaşabilmiş olması, bu fikrin sahiplenilmesinde öncelikli neden olmuştur. Elde bulunan her olanağı somut bir iş haline dönüştürme becerisi bu çalışma içinde çok çabuk gelişebilmiştir. Sınıfların içlerine kadar, öğrencilerin bulunduğu her yerde yazılı materyaller ya da sözlü ajitasyonlar aracılığıyla boykotu gündeme getirme ve tartıştırma çabaları sonuçsuz kalmadı. Boykotun “olabilirliği” konusunda en küçük bir şüpheden bile uzak kalmak ve bu güveni her çalışmada dışa vurmak, kitlelerin de bu inanca ortak olmasını sağladı. Sınıflarda yapılan konuşmalardan, öğretim üyeleri içinde yapılan “destek turları”na, yapılan afişlerin içerik ve biçiminden, duvarlara yazılan yazılara kadar her araç bu güveni yansıtıyordu. Önceden görüşülmediği halde birçok öğretim üyesinin öğrencilerine boykota katılıp katılmayacaklarını sorması ve katılım çağrısı yapması, boykot çağrısının yapıldığı sınıfların o gün yapılacak sınavı iptal ettirme çabaları, yapılan barış sempozyumlarına öğrencilerin gösterdiği ilgi ve boykotun böyle alanlarda dillendirilmesi, boykot referandumları için açılan masalara gösterilen yoğun ilgi ve referandum sonuçlarında öğrencilerin çoğunun boykottan yana çıkması gibi daha birçoğu sayılamayacak örnek, boykot fikrinin üniversitede kazandığı meşruiyeti ve bu güvenin yarattığı etkiyi gösterir. Boykot fikrinin yaşam bulmasının en önemli dayanağı, öğrencilerin, öğretim üyelerinin bulunduğu her alanda, onlara ulaşabilecek her araçla boykot çağrılarını yinelemek, üniversitenin her yerinde boykot rüzgarı estirmektir.
Aynı zamanda toplulukların, öğrenci temsilcilerinin oluşturduğu platformlara boykot önerisiyle gidilerek, çalışmanın onlar tarafından da sahiplenilmesi sağlandı. Bu platformlar da dahil olmak üzere, geniş bir çevreyi boykotun örgütlenmesi için seferber etmek, şu veya bu örgütün, grubun, platformun değil üniversitenin boykotta olacağının en büyük göstergesiydi. Ve bu seferberlik başarılarak boykot komiteleri oluşturuldu, bu komiteler aracılığıyla onlarca öğrenci boykot çalışmasına katıldı. Öğrenci hareketini kendi iç dinamikleriyle ilerletecek bu tutumla, “biz boykottayız!” diyen ve dolayısıyla boykotun tutmayacağına inanan anlayıştan da ayrışılmış oldu.
Boykotlar konusunda son derece karakteristik bir tutum takınması ve bu tutumunun her üniversitede aynı olması nedeniyle özel olarak TKP’ye değinmek gerekiyor. Boykot çağrılarının haftalardır yapıldığı neredeyse her üniversitede 21 Mart’tan bir gün önce “yurtseverler”i göreve çağıran TKP, kendi çapında boykot ilan etti. Kimi okullarda boykotu örgütleyenlere bir gün öncesinden giderek “ortaklaşma” çağrısı yapan TKP’liler, kimi okullarda da sanki hiç boykot lafı edilmemiş gibi, hiç söylenmemiş bir şey söylermişçesine çağrılar yaptı. Yapılan çalışmanın ucundan bile tutmaya tenezzül etmeyerek uzaktan seyreden TKP’li öğrenciler, okulun boykot havasına girmesiyle birden fikir değiştirmiş olsalar gerek. 21 Mart günü boykotu örgütleyenler kendileriymişcesine, kimi yerde kaba, kimi yerde utangaç tavırlarla boykotta yer aldılar. Elbette boykota katılmalarına, katılma çağrısı yapmalarına diyecek bir şey olamaz. Ama onlarca öğrencinin çalışmasını, toplulukların iradesini yok sayarcasına üstten bir boykotu sahiplenme tutumu, öğrencilerin ve gündemlerinin ne kadar dışında olduklarını gösteren faydacı bir tutumdur ve eleştirilmelidir.
BOYKOT SONRASI
Birçok üniversitede boykotun %80-90 katılımla gerçekleşmesi ve yüzlerce hatta binlerce öğrencinin katıldığı eylemlerin yapılması, bu dönemde hareketin ilerleme olanaklarının fazlasıyla var olduğuna dair önemli bir işarettir. Boykota katılan ve o gün okula gelerek sınıfları gezen, diğer öğrencileri de boykota çağıran yüzlerce öğrenci bundan sonra sürecek savaş karşıtı mücadelenin bir parçası olmaya istekli olduklarını da böylece ifade etmiş oldular.
Bu dönem ortaya çıkan hareketin ilerleme olanaklarını doğru kullanmak, bundan sonra yapılacakların hareketi geriletecek tarzlardan uzak ele alınması, bir araya gelen yüzlerce öğrenciyi daha ileri bir noktadan mücadeleye katmak dikkatle yerine getirilmesi gereken sorumluluklardır. Harekete katılan öğrencilerin ileri unsurlarını sosyalist bilinçle tanıştırmak ve birleştirmek bundan sonraki mücadele açısından kaçınılmaz bir görevdir. Bunlarla birlikte boykotlar sonrasında yaratılan etkiyi, oluşan havayı dağıtmadan, her günlük gelişmeye uygun bir çalışma ve çalışma biçimi geliştirmek gerekir.
Savaş sürecinde ABD’nin, hükümetin, genelkurmayın vs. yaptığı her açıklamayı, medyanın duyurduğu her haberi, propaganda ettiği her yalanı teşhir edici bir pozisyon alarak, ajitasyon ve propaganda çalışması yürütmek sürece uygun bir çalışma için zemin hazırlayacaktır.
Gençlik hareketi antiemperyalist bir çizgide yükselme eğilimi gösteriyor. Dönemin olanaklarını gerçeğe çevirerek, ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine 6. Filo olayını yeniden yaşatmak hiç de zor değil…
GELECEĞİ HAZIRLAMAK
Artık gençlik hareketinin hem de antiemperyalist çizgide yeni bir kitlesel yükselişinin koşulları gelişmekte ve bu koşullar her zamankinden daha çok gençlik kitlelerin dışından ve onlardan kopuk olmayan bir çalışma ve tarzı dayatmaktadır.
Ülke içinde 12 Eylül saldırganlığının, dünya ölçeğinde ise “duvarın yıkılması”ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü üzerinden geliştirilen ve barış, refah, demokrasi, insan haklarının kendisiyle olanaklı olduğu iddiasıyla küreselleşme saldırısının uzun yıllar boyunca düzeni dayatarak, düzene yönlendirip bağlayarak küllendirdiği “yeni bir dünya”ya ve “yeni bir dünyanın mümkün olduğu”na dair en başta ve en çok gençliği etkileyip hareketlendirecek özlem ve fikirler; işsizlik, yoksulluk, geleceğe güvensizliği genelleştiren ve insanın yerine piyasayı geçiren küreselleşme politikalarının devamı olarak insanlığa dayatılan savaş ve ölüm, ve ikisinin de kaynağı olarak, patronu Amerikan emperyalizmi olan kapitalist uygarlık tarafından şimdi yeniden ve ikna edici nesnel temelleri çok daha yaygınlaşmış haliyle teşvik edilmektedir. Böyle bir dünya ve uygarlıkta işsiz, geleceksiz, itilip kakılarak ve üstelik ölüme gönderilme tehlikesiyle yaşamaya katlanmak hızla gençlik açısından ikna edici olmaktan çıkmaktadır.
Dünya, kapitalizmin çürüyüşüyle birlikte dönüyor. Tıkanmasına çözüm arayışındaki kapitalist emperyalizm, yolunu kendi karakterine uygun olarak saldırılarını tırmandırmakta, iktisadi, sosyal, siyasal ve askeri bakımdan “cepheye yeni ve taze güçler” sürmektedir. Ama ne iş yasasında değişiklik, ne personel rejimi ya da YEK takviyesi ne de Irak saldırısının yeni takviye güçlerle güçlendirilmesi çözüm vaat etmekte; tersine, her yeni takviyeyle pekiştirmeye yöneldiği saldırganlığı, kendi kuyusunu kazacı rol oynamakta, kendisine karşı yeni ve taze güçlerin sahneye dolmasına neden olmaktadır. Her alanda kölelik ve geleceksizlik dayatması üzerinden yaratılan yeni “dehşet” tabloları, insanlığı, ama en çok gençliği, olağan dönemlerde sessiz ve hareketsiz kalanlar da içinde olmak üzere, öfke ve “yeni bir dünya”, “yeni bir gelecek” özlemi ve mücadele heyecanıyla doldurmaktadır. Koşullar, yeni ve taze güçleri çoğaltarak, daha da çoğalmasını kaçınılmaz kılarak değişmektedir. Artık bilinç, örgüt ve kuşkusuz devrimci çalışma her zamankinden çok tayin edicicidir.
Birkaç yıl ya da belki birkaç ay öncesine kadar hâlâ böyle bir dünyaya, böyle bir eğitim sistemine, böyle bir geleceksizliğe katlanabileceğini hisseden ya da düşünen bir gencin, küreselleşmenin iflasını da ortaya koyan emperyalist savaş ve kaçınılmaz tahribatına tanık oldukça, eğilimlerinin değişmeye başlamasında hiçbir anormallik yoktur. Örneğin ODTÜ’de 23 yıl sonra ilk kez kitlesel karakterde bir boykot gerçekleşiyor ve sadece özel nedenlerle ortaya çıkan bir boykot olarak tek bir üniversiteye özgü kalmıyorsa, bunun nesnellikteki değişmeyle bağlantısı ortadadır. Çalışma ve tarzına ilişkin kavrayışın doğruluğu, bu nedenle, bugün artık çok daha fazla önemlidir. Emperyalizmin, üstelik “yenilmez armada” olmadığını da göstererek, kendisine karşı safa girmeye zorladığı işçi sınıfı ve ezilen halkların, özel olarak gençliğin giderek büyüyecek yeni ve taze güçlerinin birleştirilmesi, en başta kendi deneyleriyle ve mücadeleleri içinde elde edebilecekleri bilinç ve örgüt düzeylerinin yükseltilmesi, bütün diğer acil talepleriyle birlikte antiemperyalist talepleri üzerinden gelişecek mücadelelerinin ilerletilmesi ihtiyacı; öznel olana, bilinç, örgüt, devrimci çalışma ve tarzına ilişkin temelli hatalar içinde olma lüksüne, “kendinden menkul sosyalist” olmaya, “tepedencilik”e, “dıştancılık”a, “kitleden kopuk devrimcilik”e, “ben yaptım oldu” ya da “gelen gelir” tutumuna en küçük yer bırakmamaktadır.
Devrimci tutumun, yeni dönemin yeni güçlerinin, hareketlenmekte ve hareketlenecek olan gençlik yığınlarının birleştirilmesinin, mücadeleye çekilmesi ve örgütlenmesinin ihtiyaçlarını karşılama tutumu olabileceğini 21 Mart Boykotu bir kez daha göstermiştir. Kapitalist emperyalizmin dayatmalarına öfke dolmakta ve tepki vermekte olan gençlik yığınlarının sözde devrimci dayatmalara da pabuç bırakmayacağı bilinmelidir. Sorun, gençlik yığınlarının dışında “örgütlenmek” değil, hareketin kendi iç eğitimini de mümkün kılmak üzere, ortaya çıkardığı kol, kulüp, ÖTK gibi araçlarını daha çok işlevsel kılıp tamamen gençliğin ve hareketinin ihtiyaçlarının hizmetine girmesini sağlamaya yönelerek, gençliğin örgütlenmesi ve mücadelesinin içinde ve önünde olabilmektir.