yavvvv heee heeee

Hakan Ongan

Son yıllarda genç kuşağın geliştirdiği ve sıkça kullandığı bazı kelime ve cümleler var. Bunların bazıları zaman zaman sinir bozucu olsa da ba- zen son derece işlevsel olabildiklerini kabul etmek gerek. “Yav hee heee” cümleciği de bunlardan biri. Gençler karşısındakinin anlattığı şeye inanmadığını, gerçek dışılığını ve saçmalığını, üzerinde konuşmaya bile değmeyecek olduğunu belirtmek için güzel bir yol seçmişler. Yavv heee heee ☺

Teorik bir dergide böyle bir başlık ve giriş ne kadar doğru bilmiyorum, ama bazı durumlarda sözü uzatmadan bu tür laflar enerji tasarrufu sağlayabilir. Örneğin; “firma/patron kazanırsa işçiler de kazanır” “hepimiz aynı gemideyiz” gibi sermaye ideolojisini pekiştiren mitler, söylence- ler tam da “yavv heee heee” denecek (ve biraz da buraya yazılamayacak fazlası) nitelikteler. Aslında bu tip sermaye ideolojisini pekiştirecek ifadelerin sermaye açısından çokça iş gördüğü- nü de kabul etmek gerekir. Ancak bazı zaman- larda bunların iş görmemesi durumu da söz ko- nusudur. İşte bu yazı, metal sektöründe büyük direniş ve eylemlerin olduğu günlerin hemen

ardından, işçilerin her türlü kafa bulandırıcı lafa “yavvv heee heee” dedikleri bir dönemin hemen ardından yazılmıştır.

Biz, burada, sermaye ile olan çelişkisinde her koşulda işçi sınıfından yana olan tutumumuzdan bir an için vazgeçip hakemlik görevi üstlenelim ve Türkiye’de “hepimiz aynı gemideyiz” gibi söy- lemlerin doğruluğunu tartışalım. Değerlendir- melerimizi, Türkiye’de işçi sınıfının durumundan başlatalım ve sırasıyla ana metal sanayi, oto- motiv sektörü ile sürdürüp, son direnişin kalbi Bursa’da işçi sınıfının genel durumuyla bitirelim.

TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ GENEL GÖRÜNÜMÜ

Bu ülkede yaklaşık 25.4 milyon kişi istihdam ediliyor ve işsizlik, yayınlanan rakamlarına hala inanan var ise, yüzde 10-11 aralığında mevsimsel etkilere göre değişmekte. İstihdam edilenlerden yaklaşık %35 kadarı asgari ücret ve altında gelir elde ediyorlar. Sadece sigortalı çalışanlar değer- lendirildiğinde ise, bu oran, çalışanların %40’ı seviyesine ulaşıyor.

Bu rakamların bir anlam ifade edebilme- si için Avrupa’daki duruma bakalım. Öncelikle krizdeki Yunanistan’da asgari ücret 700 euro civarında iken, asgari ücretlilerin toplam çalı- şanlar içindeki payı sadece yüzde 2-3 düzeyinde. Keza ekonomisi iyi gitmeyen İspanya da benzer oranlara sahip. Neredeyse tüm Avrupa’da asgari ücretle çalışan sayısı yüzde beşin altındayken, sadece Polonya ve Slovenya’da bu oranlar yüzde 10 ve yüzde 20 düzeylerinde. Ayrıca AB üyesi ül- kelerde asgari ücret ortalaması 1033 Euro iken, bu rakam, 300 Euro civarında asgari ücrete sa- hip Türkiye’dekinden yaklaşık 700 Euro daha fazla.

Biz, yine de, hakemlik görevimizden erken havlu atmayalım ve incelememizi sürdürelim. Hem, belki de, biz onlardan daha az çalıştığı- mızdan böyledir, diyelim. Sahi, biz daha mı az çalışıyoruz? Bunun için bir resmi haftalık çalış- ma saatleri, bir de işgücü anketleri yoluyla elde edilen saat verileri mevcut. Türkiye’de haftalık resmi çalışma saati 45 saat. Oysa AB ortalaması 38.6, İtalya 36, Almanya 35 saat.

Yukarıda belirtildiği gibi, bunlar, “resmi” ra- kamlar. Euro-stat (2011) işgücü anketlerine göre ise, durum çok daha farklı. Örneğin; AB ortala- ması 40,4 saat iken, Türkiye’de 52,1 saat. Tür- kiye için verilen bu rakamda erkekler 53, 1 saat çalışırken, kadınlar 48,6 saat çalışıyorlar. Aslın- da ortalamayı yükselten bazı ülkeler (örneğin İzlanda 43,9 saat) olmasa, Danimarka, Norveç, Hollanda, İrlanda, İtalya’da yaklaşık olarak haf- tada 38 saat çalışılıyor. Yani Türkiye’de günlük çalışma saatleri bu ülkeler kadar olsa, haftanın, yedi değil, dokuz gün olması gerekecekti.

Sendikalaşma oranlarına gelecek olursak, bu noktada bazı hususları belirtmemiz gerekecek. Burada, öncelikle iki kritik durum söz konusu; bunlardan birincisi, sadece matematiksel ve pay-payda ilişkisinden kaynaklanıyor. Şöyle izah edelim; Türkiye’de 1 milyon 297 bin sendikalı işçi var. Bu net ve tartışmaya açık bir durumu yok. Ancak toplam işçi içindeki oran bu kadar net değil. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bu verileri dikkate alarak, sendikalı işçi oranını yüzde 10,65 olarak belirlemiş. Oysa bir de kayıtlı

olmayan işçiler var ki, bunların sayısı da iki-üç milyon civarında. Uluslararası standartlar ise, sadece kayıtlı olan işçilerin değil, toplam işçi- lerin hesaba katılması gerektiğini ifade ediyor. Bu durumu dikkate alıp sendikalı işçi sayısını yeniden değerlendirdiğimizde ise, karşımıza çıkan oran yüzde 8-9 civarında. Buradan, tüm işçi sınıfı içinde yüzde 8-9 kadarının ücretlerinin toplu sözleşmeyle belirlendiği anlaşılmasın. Zira Türkiye’de ücretin patronun iki dudağının ara- sında olmasını engellemek için sendikalı olmak yeterli değil. Nitekim sendikalı işçilerin önemli bir kısmı toplu sözleşmeden yararlanamıyor. Ba- kanlığın en son yayınladığı verilerden, sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 25 kadarının toplu söz- leşmeden yararlanamadığını anlıyoruz. Tüm bu verileri birlikte değerlendirdiğimizde, toplu söz- leşmeden yararlanabilen işçi sayısının toplam işçilerin ancak yüzde 6-7’si düzeyinde olduğunu görüyoruz.

Bu noktada, mevcut oranlara bakarak, diğer ülkelerdeki oranlarla karşılaştırma yapmamız mümkün değil. Çünkü mevzuatlar arasında kor- kunç farklılıklar söz konusu. Nitekim Türkiye’de sendikal barajlar ve yetki sistemleri tamamen toplu sözleşme yapmayı engellemek üzerine kurgulanmış durumda. Örneğin; bu yıl sendika- ların yüzde yetmişe yakını bu barajları geçeme- di. Tüm bu durumlar, ülkeler arası karşılaştırma yapmayı engelliyor. Ancak bu noktada sendi- kalaşma oranları kadar mevzuatın da önemini vurgulamak için Aziz Çelik’in çalışmasından bir örnek verelim. AB ülkelerinde ortalama sendika- laşma oranı yüzde 20-25 düzeyinde iken, toplu sözleşme kapsamındaki işçi oranı yüzde 70’ler seviyesinde. Yani süreç bizdekinin tam tersine işlemekte. Neticede, burada, oran kadar, elde edilen sendikalı işçilerin kazanımlarının genele teşmil edilip edilmemesi de çok belirleyici. As- lında lafı uzatmaya pek gerek yok; Türkiye’deki durumu “hem kel hem fodul” diyerek özetleyip devam edelim.1

Türkiye’nin genel durumunu karşılaştırma yöntemini burada bitirelim. Zira sırada kayıtlı ta- şeron 1,6 milyon işçinin durumu, günde yaklaşık

  1. http://t24.com.tr/yazarlar/aziz-celik/sendikalasma-gercek- ten-artiyor-mu,11132

dört işçinin iş cinayetlerine kurban gitmesi, grev ertelemeleri vb. gibi konular var ve karşılaştırma yapmak için bu özgün(!) koşullarla ilgili olarak dünyadan örnek bulmak oldukça zor olacak.

ANA METAL SANAYİ DEVİ

Tüm ekonomilerde çok sayıda birbiriyle iliş- kili mal ve hizmet üretilir. Kimi mallar ara malı niteliğindeyken, bir başka sektörün girdilerini teşkil etmektedir. Üretim sürecinde ortaya çı- kan bu karmaşanın ortadan kalkması için bir takım sınıflandırmalar yapılmaktadır. Sanayi, tarım, hizmetler gibi genel sınıflamaların yanı sıra her bir sektör de kendi içinde ayırıma tabi tutulmaktadır. Ana metal sanayi de bunlardan birisidir. Türkiye’de metal sektörü öylesine bü- yük bir öneme sahiptir ki, yaklaşık bir milyon kişi metal sektöründe istihdam edilirken, 2014 yılında toplam ihracatın yüzde 43’ü bu sektörde üretilmiş ve imalat sanayinde yaratılan katma değerin üçte birinden fazlası (yüzde 36) metal sektöründe yaratılmıştır.

Üretimin karmaşık yapısı içerisinde böylesi- ne büyük bir sektörü alt bölümlere ayırmadan değerlendirmek neredeyse imkansız. Ana metal sanayi, Uluslararası Standart Sanayi Sınıflaması- na göre (ISIC Revise 3) imalat sanayi grubunda yer almakla birlikte, üç alt sektörden oluşmakta. Bunlar; demir çelik ana sanayi, demir çelik dışın- daki ana metal sanayi ve metal döküm sanayi.

Demir çelik endüstrisi; genel olarak demir cevherinin arıtılmasından başlayarak, demir ve çeliğin üretimini ve şekillendirilmesini kapsar. Bu sektörde üretilen mallar; konut, otomotiv, be- yaz eşya gibi çok sayıda üretimin ara malı niteli- ğindedir. Bu sektördeki üretimde, Türkiye, dün- ya üretiminin yaklaşık yüzde ikisini karşılarken, dünyada onuncu, Avrupa’da ise ikinci sırada yer almaktadır. Metal sektörü ise demir (pik, sfero, temper), çelik, bakır ve alüminyumun işlenmesi ve şekillenmesi alanlarını kapsamaktadır. Türki- ye bu sektördeki dünya üretiminde yüzde 1,3’lük bir paya sahipken, dünyanın en büyük on ikinci, Avrupa’nın ise dördüncü büyük üreticisidir. Bu alanda Türkiye’deki üretiminin son yıllarda hızla arttığını da belirtmek gerek. Örneğin, ham çelik

üretiminde 2000 yılında 17. Sıradayken, 2013 yı- lında 8. sırada yer almaktadır (Tepav: Dünya ve Türkiye Otomotiv Sektörü Raporu: 2013).

Buraya kadar incelememizde her şey yolun- da gözüküyor. “Aynı gemide” olduğumuz için bu kadar üretim artıyorsa, gelirin bölüşümü konu- sunda da iç açıcı şeyler görmeyi umut ediyoruz. Nitekim bu sektör, tarihinde de görüleceği gibi, doğrudan kamu kaynakları kullanılarak oluştu- rulmuş. Sermaye birikiminin tüm aşamaları için geçerli olsa da, onca yokluğa rağmen doğrudan kamu kaynaklarıyla oluşturulmuş bir tarihe sa- hip olması, (şimdilik üstlendiğimiz) hakemlik gö- revimizde daha titiz olmamızı gerektiriyor.

YETİM HAKKI İLE DEMİR ÇELİK SANAYİ

Türkiye’de demir çelik sanayinin altyapı- sı 1930’larda kurulmaya başlanmış. İlk tesis, 1928’de Kırıkkale’de savunma sanayinin ihti- yaçları için kurulan MKEK. 1937’deki ilk entegre tesis olan KARDEMİR’i, 1965 yılında bir diğer en- tegre tesis olan ERDEMİR ve üçüncüsünü 1977’de İSDEMİR izlemiş.

1960’lı yıllarda ise, özel sektöre ait Elektrik Ark Ocakları (EAO) devreye girmeye başlamış. 1980’lerde ise, sektör, ağırlıklı olarak EAO ile üretime yönelmiş durumda. Aslında çelik üreti- minde EAO dışında yöntemler de (Siemens-Mar-

tin SM ve Bazik Oksijen Fırınları BOF) olsa da, en yaygın olanı EAO yöntemi. EAO yöntemi, en- tegre tesise göre büyük avantajlara sahip. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, EAO yönteminde çok büyük finansman kaynağına ihtiyaç duyul- maması. Bir diğer önemli sebep ise, Türkiye’de zengin demir cevherinin olmaması. Nitekim en- tegre tesisin temel hammaddesi demir cevheriy- ken, EAO’nun temel hammaddesi çelik hurdası. Her iki yöntemle üretimde girdi kaynaklarına yakınlık, ulaşım imkanları maliyetleri önemli öl- çüde etkilediğinden özellikle yeni yöntemle üre- tim yapan firmaların tamamına yakını limanlara yakın yerlerde kurulmuş durumdalar.

Aslında daha sonraki gelişmeler çok bilindik nitelikte. Bu kamu mallarının çoğu birer birer özelleştirilmiş. Örneğin on üç yıllık AKP iktida- rında metal sektöründeki özelleştirmeler şunlar:

    • ERDEMİR

    • İSDEMİR

    • ÇELBOR

    • GERKONSAN

    • TÜMOSAN

    • TAKSAN

    • SEYDİŞEHİR ALİMÜNYUM’A AİT ANTALYA LİMANI

    • ORTADOĞU TEKNOPARK A.Ş

    • ETİ ALÜMİNYUM’A AİT TAŞINMAZLAR

    • DİTAŞ

Yukarıdaki listede KARDEMİR’in olmaması, özelleştirilmediği anlamına gelmesin. KARDE- MİR’in, bambaşka bir yazının (belki de gerilim, ihanet, entrika romanının) kapsamını oluştura- cak bir hikayesi var. Burada sadece sonunu söy- lemekle yetineyim; hikâyenin sonu kötü bitiyor.

Napolyon, savaş kaybeden askerine savaşı neden kaybettiğini sormuş. Komutan, “çok se- bebi var. Önce cephanemiz bitti” deyince Napol- yon “tamam gerisini söyleme” demiş. Aslında özelleştirme dedikten sonra, taşeronlaştırma, güvencesizlik, iş cinayetleri, kayıt dışılık başla- mış dememe gerek yok sanırım. Özelleştirmeler başlamış ve gerisini söylemeye gerek yok!

SGK iş kazaları kayıtlarına göre, iş kazaları-

nın en yüksek olduğu işkolları sırasıyla; inşaat, metal/makina ve maden. Aslında kayda geçen iş kazalarında metal sektörü ilk sırada yer alırken, iş kazalarının ölümle neticelenmesinde inşaat ilk sırada. Örneğin; 2011 yılında metal sektöründe 17732 iş kazası söz konusuyken, inşaat sektörün- de bu sayı 7749. Ancak ölüm sayısında inşaata çalışan 570 işçi hayatını kaybederken, metal sektöründe ise 143 işçi can vermiş. Sürekli iş gö- remeyecek duruma gelen işçi sayısı ise, aynı yıl için metal sektöründe 314 kişi. 2014 yılında ise 1886 iş cinayetinin 81’i metal sektöründe.

Şimdiye kadar metal sektörünün ölümüne çalışma (!) pahasına hızla büyüdüğünü öğren- dik. Peki, ya bölüşüm? Bununla ilgili şimdilik pek bir şey bilmiyoruz. “Aynı gemide” bilinme- ze doğru pupa yelken giderken işçiler ölüyor ve gemi büyüyormuş, şimdilik bunu anlayabildik!

Bölüşüm konusunda Mustafa Sönmez’in ça- lışmasından yararlanalım. Mustafa Sönmez’in elde ettiği sonuçlara göre, “metal işkolunda işçi başına kârlar 80 bin ile 150 bin TL arasında değişiyor. Ortalama metal işçisine 30 bin TL ödense bile işçi başına kâr, ücreti üçe katlıyor.” Burada Sönmez’in “ 30 bin TL olsa bile..” sö- züne açıklık getirmek gerekiyor. Sönmez, bu rakamı, işveren örgütü TİSK’den almış. Ortada, sektörler itibarıyla, düzenli olarak ortalama ücret veren bir devlet ve işçisinin ortalama ne kadar aldığını ilan edebilecek cesarette ve do- nanımda bir sendika olmayınca, Sönmez, bu veriyi yalan(!) olduğunu bilerek ve (haklı ola- rak) kullanmış.

Sönmez’den devam edelim. Sönmez’in he-

Neredeyse tüm Avrupa’da asgari ücretle çalışan sayısı yüzde beşin altındayken, sadece Polonya ve

Slovenya’da bu oranlar yüzde 10 ve yüzde 20 düzeylerinde. Ayrıca AB üyesi ülkelerde asgari ücret

ortalaması 1033 Euro iken, bu rakam, 300 Euro civarında asgari ücrete

sahip Türkiye’dekinden yaklaşık 700 Euro daha fazla.


saplamalarına göre, Türkiye’nin en büyük 500 firmasının 172’si metal sektöründe ve ilk 500 fir- manın toplam istihdamı olan 613 bin işçinin de üçte biri bu 172 firmada.

Aşağıdaki tabloda, bu sektördeki en büyük firmaların yıllık satış, ihracat, kâr miktarları ile çalışan sayısı, yabancı sermaye payı ve ücretli başına sermayenin ne kadar kazanç sağladığı verilmiştir.

Yukarıdaki tablo, Mustafa Sönmez’in 2013 yılı İSO (İstanbul Sanayi Odası) verilerinden der- lenmiş. Sönmez’in gösterdiği veriler inanılmaz düzeyde. Nitekim, işçi başına 150 bin TL’ye varan kârlar söz konusu. Böylesi bir sömürü söz konu- suyken, birileri hala “aynı gemideyiz” masalını mı anlatıyor? Böylesine bir sömürü durumu söz

Satışlar(Net, Milyon TL

Vergi önc.

Kâr

İhracat (bin dolar)

Ücretli sayısı

Yabancı Payı

Ücrretli Başına Brüt Kâr (TL)

FORD OTOSAN

9714

714

3696

9477

41

75.3

OYAK- RENAULT

8647

?

3523

6204

51

?

ARÇELİK

7791

1308

2117

16248

0

80.5

TOFAŞ

5819

841

2167

6357

37.9

132.3

İÇDAŞ ÇELİK ENERJİ TERSHANE

5641

530

1011

3514

0

150.8

EREĞLİ DEMİR ÇELİK

5265

?

123

6475

0

?

İSKENDURUN DEMİR ÇELİK

5171

?

383

5462

0

?

ÇOLAKOĞLU META- KURJİ

4505

?

941

1338

0

?

TOYOTA OTOMATİV

4204

1663

2612

100

?

MERCEDES-BENZ

3513

846

721

6330

85

133.6

VESTEL ELEKTRONİK

3501

437

1397

6032

0

72.4

TOSÇELİK PROFİL

2967

?

?

0

?

ER-BAKIR

2404

50

589

720

0

69.4

KROMAN ÇELİK

2291

97

457

940

0

130.1

SARKUYSAN

2267

100

435

654

89.3

152.9

HYUNDAİ ASSAN OTO.

2267

?

114

?

VESTEL BEYAZ EŞYA

2038

251

846

6190

0

40.5

BORÇELİK

1963

?

170

695

45.3

?

BOSH

1927

?

971

5858

100

?

TÜRK TRAKTÖR

1836

365

332

2594

37.5

140.7

Kaynak: http://mustafasonmez.net/?p=4943’den alınmıştır.

Sanai Maliyeti

98.4

Ticari Maliyet

1.6

Hammade

81.5

Genel İdare Gid.

0.2

Enerji

8.1

Satış Pazarlama Gid.

0.6

Direk İşçilik

1.2

Finans Gid.

0.8

Endirek İşçilik

1.4

Amortisman

1.6

Diğer

4.6

Kaynak: http://www.daka.org.tr/panel/files/files/yayinlar/demircelik.pdf

konusuysa ve biz aynı gemideysek, yapılacak iş, acilen bu geminin rotasını, biçimini, kaptanını, kısaca her şeyini değiştirmek değil mi?

Yukarıda demir çelik sanayinde en yaygın üretim tekniğinin Elektrik Ark Ocakları yönte- mi olduğundan bahsetmiştik. Ana Metal Sanayi Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT 9. Kalkın- ma Planı’ndaki (2007-2013) ilgili kısımdaki bilgi- lerden yararlanarak, sömürünün boyutlarını in- celemeyi sürdürelim. Aşağıdaki tabloda, Elektrik Ark Ocakları (EAO) yöntemiyle demir-çelik üreti- minin maliyet kalemleri gösterilmektedir.

Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’nın Demir Çelik Sektörü raporu da Sönmez’in bulgularıyla örtüşür nitelikte ve sektörün içinde bulunduğu durumu gözler önüne seriyor. Maliyet kalemleri içerisinde işçinin payı, yaklaşık yüzde 2-2.5 civa- rında. Burayı biraz daha vurgulamak gerekiyor. Çok daha basitleştirerek ve Sönmez’in işçi başı- na kâr verileriyle birleştirerek şöyle özetleyelim. Varsayalım ki, bir işyeri var ve burada sadece bir kişi çalışıyor. Bu işyerinin hammadde, enerji gibi kalemlere giden 100 TL maliyeti var ve 250 TL kazanıyor. Yani çalıştırdığı işçi üzerinden, mali- yetler düşüldükten sonra, 150 TL kadar kâr elde ediyor. Bu maliyet içinde (100 TL) işçinin payı yalnız 2TL. Size düşen 150 TL kâr, işçiye sadece 2 TL ücret ve bu durum karşısında söyleyeceği- niz en iyi şey ; “aynı gemideyiz” masalı, öyle mi?

Şimdi daha alt sektörlere, otomotiv sektörün- deki duruma biraz daha detaylı olarak bakalım. Belki geminin kamaraları arasında fark vardır?

OTOMOBİL (ÜRETİCİSİ) UÇAR GİDER….

Aslında Türkiye’de otomobilin hikayesi ol-

dukça renkli başlamış. Yerli otomobil fikri ilk ortaya atıldığında, Adapazarı vagon Fabrika- sı’nda, çeşitli otomobillerden alınan parçalarla “Devrim” adında bir araba üretilmiş. Resmigeçit sırasında yolda kalınca, otomobil üretimi ile ilgili çalışmalar başlamadan sona ermiş.

1967’de ise, ilk yerli(?) otomobil olan “Anadol” yolları arşınlamaya başlamış. Tasarımının İngiliz Reliant firmasından, şasi, motor ve şan- zımanının Ford’dan temin edildiği Anadol’un 1967’de başlayan üretimi ise, 1984 yılında sona ermiş. Anadol’un tarihimizdeki yeri sadece ilk seri üretim olması değil. Kaportasının samana benzetilmesi ile günümüze kadar süren “eşek- lerin yiyip bitirdiği”, “görünce keçilerin ağzının suyunun aktığı” şehir efsanelerine de kaynaklık etmiş. Petrol türevi bir malzemenin yenmesi- nin imkansızlığı ortadayken, esprinin kaynağını merak edenlere hemen söyleyelim, kaynak, dö- nemin magazin dergisi Hayat’ta bir muhabirin yaptığı bir mizansen. Kaza yapan bir arabanın yanından duran bir eşeği görüntüleyerek, “ara- bayı eşek yedi” gibi bir başlık atması, yaklaşık elli yıllık bir şehir efsanesinin de oluşmasına yol açmış. Oysa bugünkü kurla yaklaşık üç bin do- lar civarında satış fiyatı olan Anadol, çok faydalı işler görmüş bir misyona sahip.

Konumuza dönecek olursak, zamanla ticare- tin gelişmesi ve özellikle küçük esnafın kamyonet gereksinimi ile Otosan ve Anadol kamyonet üreti- me geçmiş. 1971 yılında üretime geçen Renault’tan sonra artan üretim, 1990’larda yabancı firmaların da üretime girmesiyle büyük bir ivme kazanmış.

Bu kısa tarihçeden hareketle, 1967 yılında

Türkiye’nin seri bir şekilde araba üretmeye baş- ladığı sanılmasın. Zira 1967 yılında sadece 1760 adet araba üretimi söz konusu.

Günümüzde ise, ihracatın yüzde 16’sını sağ- layarak açık ara şampiyon olan otomotiv sektö- ründe, en fazla ihracat yapan beş firmanın üçü faaliyet göstermekte. Hızla büyüyen sektörün, 2002’den bu yana yıllık ortalama büyüklüğü, yaklaşık yüzde on civarında. 2002’de araç üreti- mi 374 bin iken, 2013’de bu rakam 1 milyon 125 bin kadar. Bu üretimin yüzde 73’ü yabancı pa- zarlara olmakla birlikte, 2013 yılı sonu itibarıyla Avrupa’daki en büyük hafif ticari araç üreticisi olan Türkiye, hızla büyüyen bir iç pazara da sahip. Nitekim yerli pazar 2003-2013 arasında yüzde 11,5 büyüyerek, Avrupa’nın beşinci büyük pazarı olma özelliğini kazanmış.

Bu iç açıcı rakamlardan hayatın gerçekleri- ne dönelim. Bu gerçekler, bu üretimin nasıl ya- pıldığını ve neden Türkiye’de üretimin arttığını gösteriyor. Konuyla ilgili okuyucunun aklını ra- kamlarla karıştırmaya gerek yok. 22 Mayıs 2015 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Olcay Büyüktaş, Serkan Öngel’in otomobilde ücretlerle ilgili bir çalışmasından haber yapmış. Haberin detayına girmeden, sadece şu kadarını aktararak devam edelim. Belçikalı, Hollandalı, İngiliz, Fransız oto- motiv işçisi Türkiyeli bir otomotiv işçisinin 4-5 katı fazla ücret aldığı gibi, Almanyalı bir otomo- tiv işçisi, Türkiye’deki bir otomotiv işçisinin yak- laşık 7 katı fazla bir ücret elde ediyor.

Sonuçta, süreç, düşük ücretler, krediler- le genişletilmiş iç pazar ve ihracat için pazara yakınlık eklenince klasik bir üretim hikayesine dönüşüyor. Nitekim, bu durum, sadece Türki- ye için geçerli de değil. Destrosiers Otomotiv Araştırması isimli kuruluş, otomobil üretiminin Meksika’ya kaymasını benzer biçimde değerlen- dirmiş: “İşgücü ücretlerinin düşüklüğü ve pazara yakınlık

Otomotiv sektörünün kapitalist birikim süre- cinde izlediği değişime ve otomotiv şirketlerinin emperyalizm ile bağlantısına hiç değinmedik. Bu çok geniş bir konu olduğundan, biraz değinip, yolumuzda ilerlemekte fayda var. Aslında otomo- tiv sektörünün hikayesi, kapitalist gelişimin özeti

niteliğinde. Örneğin; kapitalist sermaye birikimi sürecinde büyük firmaların küçükleri yuttuğu ve gün geçtikçe dünya ölçeğinde az sayıda firmanın dünya ekonomisine hakim olduğu neredeyse herkesçe bilinir. Bilinir bilinmesine de, bu bilgi rakamlarla ifade edildiğinde, bu durum çok daha çarpıcı bir nitelik kazanıyor. Konumuz otomotiv olduğundan oradan örnek verelim; ABD’de oto- motiv imal eden firmaların sayısı 1909’da 265 iken bu sayı 1921’de 88’e, 1926’da 44’e 1937’de 11’e ve 1955’de 6’ya düşmüş. Yani yaklaşık olarak üreticilerin yüzde 98’i yok olmuş.

Kuşkusuz, bu yok olma sadece iflaslarla ol- muyor. Ancak şirket evlilikleri, satın almalar vb. yöntemlerle de olsa, asıl olan, büyük balığın kü- çük olanı yutması! Peki neden? Aslında nedeni de çok basit. Egemen söylem, teknolojik olarak güçlü olanın bu gelişime ayak uyduramayanı yuttuğunu söyler. Oysa bu şeytani bir yalandır. Şeytani yalandır, çünkü içinde doğruları barın- dırdığı halde, kasıtlı olarak bazı hayati bilgileri gizlemektedir. Bu meselede eksik bırakılan ise, emek sömürüsüdür. Zira, aslında yapılan, ileri teknoloji sayesinde emek başına düşen artık/kâr miktarının arttırılmasıdır. Yani, yukarıda ifade edilen firmalardan hayatta kalabilenler teknolo- ji sayesinde emek başına daha fazla ürün elde edebildikleri için hayatta kalabilmiş ve rakipleri- ni yutabilmişlerdir. Sermayenin değişmeyen tek motivasyonu kâr olduğundan, teknoloji düzeyi ne olursa olsun, işçi açısından değişmeyen tek gerçek ise, daha fazla üretmek için, daha düşük ücretle, daha çok çalışmaya zorlanmaktır. Bura- da, teknoloji, hayatı kolaylaştıran değil, sömürü- yü arttıran bir niteliğe sahiptir.

İşte bu doğal kaynakları tahrip eden, işsiz- liğe yol açan, emek sömürüsünde rakiplerine avantaj sağlayan firmalar, bugün dünya üretimi- nin hakimi. Örneğin; Ford’un da içinde bulun- duğu ABD kökenli en büyük 200 şirket, dünya ekonomik faaliyetinin dörtte birinden fazlasını gerçekleştirmekte. Bu durum, sadece otomotiv için geçerli değil. Aklımıza gelebilecek her türlü malın üretiminde bir tekel durumu söz konusu. 1990’ların başında beş otomobil üreticisi dünya

üretiminin yüzde 50’sini gerçekleştirirken, altı lastik üreticisi, dünya lastik üretiminin yüzde 85’ini gerçekleştirmektedir (Başkaya 2010).

Ciro (Milyar Dolar)

Volkswagen

254

Toyota

222

General Motors

152

Daimler

157

Ford

134

Fiat

110

Nissan

102

Biraz da günümüzde otomotiv devlerinin dünyadaki durumuna bakalım. Aşağıdaki tablo- da 2014 yılında yıllık yüz milyar dolardan fazla ciroya sahip firmalar verilmiştir:

Kaynak:http://www.truthliesdeceptioncoverups.info/2013/09/ follow-money-top-100-global-businesses.html (Çevrimiçi: 24.06.2015)

Görüldüğü gibi, konumuzun bir kısmı olan bu milyarlarca dolarlık otomotiv firmalarıdır ki, işçinin üzerinden elde ettikleri kâra karşın üç kuruş parasına da göz dikmiş durumdalar. Bunun için her türlü yolu deniyorlar; ölümüne çalıştırma koşulları, uzun süren çalışma süreleri, düşük ücret ve tüm bunları yapabilmek için de işçi sendikasıyla (Türk-Metal) işbirliği yapmak.

İşte geçtiğimiz günlerde direnişlere konu olan sektör, bu. İncelememizde ise, direnişin haklılık sebeplerini ele alıyor ve mümkün olduğu kadar bu yazı boyunca tarafsız kalmaya çalışıyorduk. Sanırım, gittikçe tarafsızlığımızı da yitirdik. Yine de, biraz daha dişimizi sıkalım ve son olarak, otomobil üretiminin kalbi Bursa’yı merkeze ala- rak, otomobil sektörü özelinde sınıf çelişkisini değerlendirmeye devam edelim.

DOĞA YEŞİLİNDEN DOLAR YEŞİLİNE BURSA

Kartaca Komutanı Annibal, savaşlar kazana kazana Avrupa’ya yayılır. Fakat kardeşi Astru- bal’ın Kartaca’da bozguna uğradığı haberini alın- ca, Afrika’ya geri döner. Ancak artık çok geçtir. Kartaca düşmana yenik düşmüştür. Yeni bir yurt

arayan Annibal, Anadolu’ya gelir. Bithynia Kralı Prusias, büyük komutanı alır ve yurt kurması için Ulu Olympos eteklerinde yer gösterir. İçin- de birçok entrikayı barındıran hikaye uzun sürse de, iddia odur ki, “Prusia” adı günümüze gelene kadar değişime uğrayarak, bugün “Bursa” adını almıştır. Entrika kısmına gelecek olursak, Kral Prusias, Annibal’e yurttluk vermekle Romalı’ların düşmanlığını kazanacağını düşünerek, pişman olur ve Annibal’i teslim etmek üzere Roma’lılarla anlaşır ve Prusias üzerine oynanan oyunu fark eder. Efsane bu şekilde devam eder gider.

Bursa, geçtiğimiz günlerde, Annibal’in Prusi- as’a olan ihanetinden sonraki en büyük ihane- tin deşifre olmasıyla sarsıldı. Bu ihaneti yıllardır süren sendikasının patronla işbirliği yapmasına isyanı sınıf gücüyle birleşti ve depreme dönüştü. Nereye kadar gideceği bilinmez, ama şimdilik bilinen, Prusias’ın Bursa’sında artık Annibal’e (Türk Metal’e) yer yok.

Şimdi bu direnişle birlikte Bursa halkının du- rumuna biraz daha yakından bakalım.

Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz günlerde Rena- ult ve Tofaş’ta başlayan işçi eylemleri önce Bur- sa’nın diğer metal işletmelerine (Mako, Çoşkunöz vb.), sonra da Türk Traktör, Ford Otosan gibi Bursa dışındaki şirketlere yayılmıştı. Bu firmalar, kârlılığı da içinde barındıran birtakım değerlen- dirmelerle, İstanbul Sanayi Odası tarafından her yıl yeniden düzenlenen “En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu” içerisinde ilk sıralarında yer almakta- lar. Öyle ki, bu sıralamada Ford, Renault ve Tofaş sırasıyla ikinci üçüncü ve beşinci sırada yer alı- yorlar. Oysa Bursa’da Renault ve Tofaş’ta üretimi durduran yaklaşık 12.000’den fazla işçinin isyanı, ücretlerinin düşüklüğüne ve bu ücretin oluşu- munda baş aktör olan sendikaları(!) Türk Metal’e.

Tepkilerin en önemli kaynağı Türk Metal’e değinmişken, biraz üzerinde durmakta fayda var. Zira büyük ölçüde güvenilirliğini yitirse de, Türk Metal, metal sektöründe çok büyük ağırlı- ğa sahip sendika olma özelliğini koruyor. On bir sendikanın faaliyet gösterdiği metal sektöründe çalışanların yüzde 16’sı sendikalıyken, sendikalı işçilerin yüzde 76’sı Türk-Metal üyesi. Geri kalan sendikalı işçilerin ise yüzde 12,36’sı Çelik-İş, yüz- de 10,97’si ise Birleşik Metal’de örgütlü. (Türk-

Metal, Çelik-İş, Birleşik-Metal dışındaki sendika- larda örgütlü olan işçiler ise, sendikalı işçilerin yüzde 0,72’sini oluşturuyor).

Bu yazı kaleme alındığında, Türk-Metal’den kopuşlar sürmekteydi. Anlaşılan, işçiler, ayda 70-80 TL, yılda yaklaşık bir asgari ücret miktarı- nı verdikleri sendikalara, Türk-Metal aracılığıyla bir mesaj verdi; “Satma beni, bitiririm seni!”.

Otomotiv sanayinde ortalama saatlik ücret 9 TL civarında. Aslında bu konuda ortalama ücret ile ilgili ihtilaflı rakamlar söz konusu. Ortalama ücret ile ilgili bazı çıkarsamalar yapmak dışında kesin ve resmi bir rakam bulmak mümkün değil. Örneğin; basına yansıyan bazı haberler ve rö- portajlarda, yedi-sekiz yıllık işçiler 1300-1400 TL aralığında ücret aldıklarını ifade ediyorlar. Ahmet Tonak, incelemesinde, 25 yıl çalışmış bir işçinin emeklilik kıdem tazminatını hesaplarken kullanı- lacak en yüksek aylık maaş tutarı olan 3438,22 TL’nin aşılamayacağı bilgisini, diğer verilerle birlikte değerlendirerek, ortalama aylık ücretin 2000 TL olduğunu varsaymış (Tonak: “Sermaye- nin Kumdan Kaleleri”, www.sendika.org).

Dünya otomotiv talebinin yaklaşık yüzde bir buçuğunu karşılayan sektörde, Bursa ilinin Tür- kiye’de üretilen otomotivin yüzde 59’una ev sa- hipliği yaptığını ve 2014 yılında buradan yapılan otomotiv ihracatından ise 7,4 milyarlık bir gelir elde edildiğini de belirterek, devam edelim (BE- BKA: Bursa Yatırım Ortamı ve Sektörler).

Ahmet Tonak ve Erhan Bilgin’in metal sektö- ründe sömürü oranları üzerinde yaptıkları hesap- lamaları inceleyecek olursak; “firma kazanınca işçiler de kazanır” tezi bir yana “işçi ne kadar çok sömürülürse firma o kadar kazanır” tezi doğruluk kazanıyor. Tonak ve Bilgin’in farklı varsayımlarla oluşturdukları verilerde bazı farklılıklar olsa da, hesaplamaları, bu sektörlerdeki sömürü oranla- rının korkunç boyutlarını gözler önüne seriyor. Bilgin’in hesaplamalarına göre, Renault’da net ücretlerin payı 17,1 iken, sermayenin payı 82,8 dü- zeyinde; Ford ve Tofaş’ta durum çok daha felaket; bu iki firmada net ücretlerin payı sırasıyla 13,6 ve 12,5 iken, sermayenin payı 86,4 ve 87,5. Kaynak: sendika.org’daki makalelerden yararlanılarak oluşturulmuştur.

Yukarıdaki hesaplamalardaki farklı sonuç- ların muhtemel sebebi, Tonak’a göre, artık değerin karşılığı olarak kullanılan büyüklükte. Tonak, “Sermayenin Kumdan Kaleleri” isim- li makalesinde artık değerin karşılığı olarak “vergi ve amortisman öncesi kâr” miktarını kullanırken, ortaya çıkan iki farklı sonuç için, “Metal İşçisine ödenmeyen Ücret” isimli ma- kalesinde Bilgin’in brüt katma değer miktarını kullanmış olabileceğini belirtmekte.

Bu hesaplamayla ilgili birkaç not düşmekte fayda var. Marksist bir kategori olan sömürü oranı, işçilerin yarattığı katma değer içindeki artık değer miktarının işçi ücretlerine karşılık gelen değişen sermayeye bölünmesiyle elde edilmektedir. Devamını aşağıdaki şemadan takip edelim. Tonak ve Bilgin’in hesaplamaları yukarıdaki şematikten oluşturulacak formülasyonlara da- yanmakta. Ancak buradaki orijinal ifadedeki de- ğerler, emek-zaman cinsinden ifade edilmekte. Oysa ulaşılabilecek değerler parasal büyüklükler niteliğinde. Bu durumda hesaplamalarda vergi, faiz ve amortisman öncesi kâr miktarı artık de- ğer (S), işçilerin toplam ücret gelirleri de değişir sermaye (V) olarak varsayılmak durumunda. Ar- tık Değer Oranları bu varsayımlar çerçevesinde oluşturulmuş. İki yazarın farklı sonuçlara ulaş- ması, ortalama ücret hesaplamalarındaki farklı- lığa veya kâr miktarının hangi kategorisini kul- landıklarına bağlı olabileceği gibi, ortaklaştıkları nokta; sömürünün korkunç boyutlarda oluşu!

Şimdi meselenin başka bir boyutuna değinelim. Otomotiv sektörünün Bursa’da çok önemli bir yer tuttuğunu ve üretimin yaklaşık yüzde 60’ına ev sahipliği yaptığını yukarıda söylemiştik. Acaba Bursalılar, ürettikleri bu arabaları satın alabiliyor- lar mı? Bırakalım ürettiklerini satın alabilmeyi, oto- mobil sahipliğinde Türkiye’de kaçıncı sıradalar?

Bu soruyu, TÜİK verilerinden yararlanarak yanıtlayalım. TÜİK verilerine göre, otomotivin kalbi Bursa şehrinde bin kişiye düşen otomobil sayısı 124 ve Bursa Türkiye’de bin kişiye düşen otomobil sayısı sıralamasında 27. sırada. Bu sı- ralamada, son günlerde trilyonluk Mercedes’i ile gündeme gelen Diyanet İşleri Başkanının da yer aldığı Ankara bin kişiye düşen 217 otomotiv ile ilk sırada yer alıyor. Bu çalıştığı lokantada ye- mek yiyemeyip köşedeki büfeden atıştırmak gibi bir şey aslında. Tüm ülkenin en önemli otomotiv üreticisi, dünyanın otomotiv talebinde önem- li bir yere sahip bir şehirde, işçiler otomotivin neredeyse bir lastiği fiyatına çalıştırılıyorlar ve ürettiklerine sahip olma olanağından yoksunlar!

Bursa özelinde mevcut zenginliğin nasıl pay- laşıldığını incelemeye devam edelim. Aşağıdaki tabloda, seçilmiş birkaç şehirdeki ev sahibi olma oranları gösterilmekte. TÜİK verilerine göre, en zengin ve sanayileşmenin en yoğun olduğu şe- hirlerde ev sahibi olma oranları, diğer şehirlere göre çok düşük düzeylerde. Örneğin; Bursa halkı Türkiye genelinde ev sahipliği oranında 78. ve sondan dördüncü sırada yer almakta. Keza diğer sanayi şehirlerinden Kocaeli 71. sırada, Eskişehir

72. sırada yer alırken, Gaziantep son sırada bu- lunuyor. Aynı veriler, bize, Antalya’nın 7. sırada olduğunu gösterirken, İstanbul ve Ankara 79 ve80. sıralarda yer alıyorlar.

Kaynak: sendika.org’daki makalelerden yararlanarak oluş- turulmuştur.

Patron kazanırsa işçi kazanır, işçi kazanırsa bakkal, kasap kazanır kısaca halk kazanır” ef- sanesi de çöktü. Burada da, tam tersi bir durum gerçeklik kazandı. Elde ettiğimiz sonuçlara göre, patron kazandıkça halk mülksüzleşiyor! Nitekim sanayileşmenin uğramadığı şehirlerde halkın ev sahibi olma oranı çok daha yüksek. Örneğin Ar- dahan’da ev sahibi olma oranı yüzde 85 iken, Van ve Rize gibi şehirlerde de yüzde 80’ler civa- rında. Kuşkusuz buradan sanayileşmek kötüdür sonucu çıkmamalı.

Buradan çıkan sonucun bize gösterdiği du- rum, köylünün “topraksızlaşması” sürecine çok benzer bir durumun var olduğu. Sanayileşme öncesi toprak görece değersizken, ev sahibi olan aileler sanayileşme ile birlikte miras yoluyla aynı evin birkaç sahibinden biri haline dönüşüyorlar.

Tek bir eve veya arsaya sahip çoğalan aile fertle- rinin ise konutlarını satmak durumunda kaldık- ları anlaşılmakta.

Bu sonuca ulaşmak için aceleci olduğumu düşünenler, durumu aşağıda vereceğim ra- kamlarla birlikte ele almalılar. Örneğin; 2013 verilerine göre, Bursa şehri konut satış sırala- ması endeksinde Türkiye genelinde 5. sırada yer alıyor. En az konut sahibi olan bir ilde en fazla konut satışının olması ilginç değil mi? Peki, bu konutları kim alıyor? Aylık geliri 1500 TL civarında olan otomotiv işçileri mi?! Bir ta- raftan sanayileşme ile yoğunlaşan nüfus konu- ta talebi arttırırken, çoğalan ailelerin fertleri miras yoluyla kendi paylarına düşen yerlerini satarak, yeni konut piyasasının müşterileri haline dönüşüyor. Bu durum, konut satışın- da 5. sırada olmayı ve konut sahibi olmada son sıralarda olmayı açıklayan en önemli un- surlardan. Kuşkusuz burada, kente iş bulma umuduyla gelen kent yoksullarının da etkisi- ni ihmal etmemek gerekiyor. Sanayileşme, iş bulma konusunda kişilerin şansını artırmakla birlikte, konut sahibi olma ihtimalini de bir o kadar ortadan kaldırıyor. Nitekim konut fiyat endeksi verilerine göre, Bursa ilinde bir evin ortalama metrekare fiyatı 1260 TL civarında.2 Kiralar için de benzeri durum söz konusu; orta- lama bir metrekarenin kirası 6 TL. Yani ürettiği

  1. http://www.hurriyetemlak.com

arabaya sahip olamayan gittikçe mülksüzleşen yeni kent yoksulu metal işçileri, yüz metreka- re bir ev kirası için ortalama 600 TL ödemek zorunda.

SGK’nın verilerine göre, otomotiv devi, me- tal sanayi merkezi Bursa’da sosyal güvenlik kapsamında olan aktif çalışanların toplam il nüfusuna oranı yaklaşık yüzde otuzlar düze- yinde. Nüfusun yüzde 2,76’sı Emekli Sandığına bağlı iken, yüzde 3,92’si Bağ-Kur’lu, geriye ka- lan yüzde 22,99’u SSK’lı. Şimdi, nüfusun yüzde 16,86’sının da emeklilik gelirine sahip olduğunu düşünerek, Bursa için kişi başına geliri hesapla- maya girişelim.

Bursa ili için yapılmış kapsamlı bir çalış- ma olmadığından, bir takım varsayımlarda bulunmamız gerekecek. Örneğin, Türkiye ge- nelinde yaklaşık yüzde 40 civarında bir kesim asgari ücret kapsamında çalışmaktadır. SSK kapsamında çalışanların yarısına yakınının yaklaşık olarak aylık 1000TL gelir elde ettiği- ni, otomotiv sektöründe sekiz yıllık sendikalı (!) bir işçinin 1300-1400 TL geliri olduğunu ve en yüksek ücretin de 2000 TL olduğunu dü- şündüğümüzde, SSK kapsamında çalışanların ortalama 1500 TL kazandığını varsaymamız adil olacaktır. Türkiye’de emeklilerin ortala- ma maaşlarının da 1100 TL civarında olduğu- nu ve Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’na üye diğer

yüzde 6-7’lik kesimin ücretlerini 2000 TL ola- rak varsayarsak, Bursa’da kişi başına düşen gelirin yaklaşık olarak 664 TL civarında oldu- ğu sonucuna ulaşırız.

Kuşkusuz bu rakam birçok varsayıma göre oluşturulmuştur. Örneğin; kişinin kira, faiz vb. gibi diğer gelirlerini hesaba katmak söz konusu değildir. Ancak refahı pozitif etkileyecek bu tür kalemlerin yanı sıra kredi kartı ve kredi borçla- rı gibi negatif etkiler de hesaplamanın dışında tutulmuştur. Hesaplamayı bu verileri de dikkate alarak genişletirsek, ortaya çıkan sonucun her- kesi şaşırtacağı açıktır.

Türkiye’nin metal sanayi merkezi, otomobil devi firmalarıyla bilinen Bursa’da kişi başına 664 TL! Bu rakamı diğer verilerle birlikte değer- lendirdiğimizde, hanehalkı gelirine ulaşabiliriz. TÜİK, Bursa’da ortalama hane büyüklüğünün 3,4 kişiden oluştuğunu bildirmekte. Bu durum- da aylık ortalama hane geliri de yaklaşık 2257 TL olmak durumunda.

Bu varsayımlara göre oluşturduğumuz veri- leri sağlamak için ulaşılabilir bazı diğer verilerle karşılaştırmak gerekecek. TUİK’in yaptığı anket sonuçlarına göre, Bursa’da ortalama gelirin yüz- de 25 kadarı kiraya gidiyor (TÜİK 2013). TUİK’in bu verisi ile kira miktarlarını birlikte değerlen- dirdiğimizde ulaştığımız yaklaşık hane geliri ve kiralık ev fiyatları arasında bir tutarsızlık yok.

Çalışan Kişi

Ortalama Ücret

Toplam Ücret Gelirleri (Çalışan*Ortalama Ücret)

SSK

640992

1500 TL

961488000TL

Emekli Sandığı

77014

2000 TL

154028000TL

Bağkur

109306

2000 TL

218612000TL

Emekli

470093

1100 TL

517102300TL

Toplam çalışan

1297405

1851230300TL

Toplam nüfus

2787539

Ortalama çalışan başına ücret geliri ((Nü- fus/Toplam Çalışan Gelirleri)

1426TL

Ortalama kişi başı ücret geliri(Nüfus/Top- lam Ücret Gelirleri)

664TL

Kaynak: SGK verilerinden yararlanarak hesaplanmıştır.

Haneye giren para ortalama 2257 TL, bunun ki- raya giden kısmı yüzde 25 (564 TL) ve kira be- delleri 600 TL civarında. Kuşkusuz bu rakamlar ortalamaları yansıtıyor ve sadece bir fikir sahibi olmamıza olanak sağlamakta.

SONUÇ

İtiraf edeyim ki, işçiler mevcut durumlarının yüz katı daha iyi durumda da olsalar, bulun- duğum yer, sizler gibi, direnişin yanı olacaktır. Ancak yine de bu satırları yazarken, ben, son derece objektif olmaya çalıştım ve kendime bir an için hakem rolünü biçtim. Bu durum, okuyu- cu kadar, yazanı da zorlayıcı bir misyon oldu. Gerek var mıydı bilmiyorum, ama çok iyi bildi- ğimiz şeyi bir kez daha sayılarla pekiştirmiş ol- duk. Sonuç olarak, şu sonuca ulaşmış olduk ki, “aynı gemide” falan değiliz. Mutlaka gemi me-

taforunu kullanacaksak, işçiler köle ticareti ya- pan gemilerin mahzeninde insanlık değerlerinin kabul edemeyeceği koşullarda yaşıyorlar ve bu gemi de, geminin rotası da değişmeli. Bursa’da, geminin değişmesi gerektiğini fark eden işçile- rin, kendisi küçük etkileri büyük bir denemesini gördük. Yaşayarak öğrenen işçiler, onları sömü- ren araçlarından birine dönüşmüş olan sendika- yı defettiler. Artık çok daha dikkatli bir şekilde yeni sendikalarının yaptıklarını izleyecekler. Bu rota, onların, asıl hedefin kapitalizm olduğunu ve üretim araçları toplumsallaştırılmadan refaha kavuşamayacaklarını görecekleri rotadır. Ve bu yolda atılan bir adım işçi sınıfının hafızasına bir kez yerleşti mi oradan çıkması da mümkün de- ğildir. Ve işçiler bir kez öğrendi mi, tüm burjuva lakırdılarına “yav hee hee” diyerek yoluna de- vam eder ve edecektir. Şimdiden kutlu olsun….

Sermaye iktidarı ve sermayenin ihtiyaçları

Soyutlama, bilimin kaçınılmaz olarak başvurduğu bir yöntemdir ve olgular arasındaki ortak özelliklerin bir araya toplanması durumunu ifade etmektedir. Kaldı ki, insanoğlu da böyle düşünmeye yatkındır. Etrafımızdaki nesneleri tanımlamak için kullandığımız birçok kavram da aslında soyutlamalardır; “mavi”, “uzun boylu”, “üçgen” gibi kavramlar, düşünmeyi ve iletişim kurmayı kolaylaştırmak için kullandığımız soyutlamalardır.
Soyutlama amacıyla, bütünün en önemli özelliği seçilerek, diğer özellikler bu özün etrafında yeniden şekillendirilir. Öz, objektif olarak parçalarda bulunan en genel ve bütünün diğer parçalarıyla olan ilişkisini tarihsel ve mantıksal olarak en iyi yansıtan özelliktir.
Buradan hareketle, diyalektik araştırma sürecinin yolu, “görünüşten öze” ifadesiyle dile getirilebilir. Bu, somuttan soyuta ifadesinin bir başka biçimde dile getirilmesidir. Örneğin; emek soyut bir kavramdır. Sadece emek kavramını ele aldığımızda, bunun bağlantıları, çelişkileri, değişimi vb. hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Yukarıdaki ifadede belirtilen haliyle bu “görünüştür”. Bu görünüşün, soyut ifadenin, özünün bulunabilmesi ve bunun bütünün içerisinde tuttuğu yer, iç işleyişi, diğer unsurlarla ilişkisinin analiz edilebilmesi için, bir diğer ifade ile özüne ulaşabilmek için bir dizi soyutlama daha yapmamız gerekmektedir. Emek örneğinden hareket edecek olursak, buradan soyut emek, yani, doğrudan artı değer üretiminde kullanılan ücretli işçinin harcadığı emek, kapitalizm koşullarında emeğin özünü oluşturmaktadır. Bu durum, emek soyutlaması içerisinde kapitalizm koşullarında objektif olarak en genel özelliktir.
Bu girişten hareketle, konumuz olan sermaye iktidarını irdeleyelim. Öncelikle bazı soruların cevaplarını aramakla başlayabiliriz. Yöneten ve yönetilen ilişkisi nasıl sağlanmaktadır? Biz nasıl yönetiliriz? Bunca haksızlığa ve sömürüye karşı, nasıl oluyor da, iktidarlar iktidarlarını koruyabiliyorlar? Gerçek iktidar kimdir?
Öncelikle yalın bir cevap bulmakla yetinelim. Bizler belirli dönemlerde gerçekleşen seçimlere katılır ve oy veririz ve birileri bizi, bizim adımıza yönetir. İstisnalar dışında, kapitalist ülkelerde iktidar böyle belirlenir ve buna da “demokrasi” denir. Böylece meselenin “görünüş” kısmını bulmuş olduk, ama asıl mesele “öz” kısmına ulaşabilmek.
İşte bu yazıdaki amacımız da, “görünüş”ün arkasındaki “öz”ü bulmaya çalışmaktır. Bu görüntü ve öz ilişkisini, Türkiye’deki iktidar ve sermayenin çıkarları arasındaki ilişki çerçevesinde ele almak, konunun anlaşılmasına ışık tutacaktır. Bunun için kapitalistlerin kâr payları ile askeri ve siyasi iktidarların iktidara geliş dönemleri arasındaki ilişki irdelenecektir.

KÂR PAYLARI VE ASKERİ DARBELER
Her askeri darbeden sonra, darbeciler yapılanın bir zorunluluk olduğunu ileri sürerler. Kimi zaman “terör”e, kimi zaman da devletin kuruluş felsefesinin dışındaki gelişimlere vurgu yapılır. Darbecilere göre, artık gelişen olumsuzluklar sivil yönetimlerin üstesinden gelemediği bir hal almıştır. Hatta sivil yöneticiler ve onların uzantıları da bizzat bu sürecin içerisindedirler. Sebep her ne olursa olsun, darbe döneminde yapılanlar herkesçe malumdur.
Biz burada, darbelerin kötülüklerinden veya darbe dönemlerindeki uygulamalardan bahsetmeyeceğiz. Kaldı ki, böyle bir konu, Türkiye’de yaşayan birçok kişinin uzak veya yakın tanık olduğu malumun ilamından başka bir şey olmayacaktır.
Türkiye’deki askeri darbeler konusunda üzerinde fazla durulmayan bir konu, askeri darbeler ile sermayenin ihtiyaçları arasındaki ilişkidir. Bu önemli bir durumdur. Eğer tüm darbeler için böyle bir sonuca ulaşırsak, herhangi bir darbe ayırımına gitmeden, “Türkiye de tüm darbeler sermayenin ihtiyaçları için yapılmıştır” sonucuna ulaşmış oluruz. Daha da ötesi, darbecilerin laiklik, terör gibi gerekçeleri bizim için anlamını yitireceği gibi, emek-sermaye çelişkisinin darbelerin asıl sebebi olduğu gerçeğiyle karşılaşmış oluruz.
Bu savı kanıtlamak aslında çok da zor değildir. Sadece imalat sanayi içerisindeki kâr paylarına bakmamız, savımızı kanıtlamak için bize yardımcı olacaktır. 

GRAFİK I

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

Yukarıdaki grafik (GRAFİK I) imalat sanayindeki kâr paylarını göstermektedir. Şimdi sırasıyla darbe dönemlerini ele alalım.
1960 darbesinin yapıldığı yıl, sermayenin kâr paylarının gelişimi itibarıyla inceleyeceğimiz ilk tarihtir. Grafikte de görüleceği gibi,(GRAFİK I) 1950’lerden itibaren düşen kârların dip noktaya ulaştığı tarih 1960 yılıdır ve aynı yıl askerler iktidara el koymuştur. Bir diğer ifade ile, analizimizin başlangıç tarihinden sonraki dip noktası, aynı zamanda darbe yılıdır. Dolayısıyla ele aldığımız birinci kritik yıl olan 1960 tarihi, savımızı kanıtlar niteliktedir.
Grafik üzerinden darbe sonrası gelişmeleri de görebilmemiz mümkündür. Görülmektedir ki, darbe sermaye açısından başarılı sonuçlar vermiştir ve sermayenin kâr payları artmaya başlamıştır. Özetle sermayenin kâr payları azalırken gerçekleşen darbe, kâr paylarındaki düşüşü durdurmak bir tarafa arttırmayı başarmıştır.
Bu noktada, öncelikle sermaye birikiminin kesintiye uğramaması için devletin ve kurumların yeniden örgütlenmesinin gerektiği durumunu görmemiz gerekmektedir. Asıl amaç bu olsa da, egemenlerin bizlere gösterdikleri olgular her darbede farklı olmuştur. Nitekim her darbe zihinlerimizde sadece dönemin simgeleşmiş olaylarıyla yer alır ve adeta başka hiçbir şey düşünmememiz amaçlanır. Bizler için çıkarılması beklenen sonuç, sadece darbelerin kötü olduğudur. Evet, darbeler kötüdür, ancak aynı zamanda burjuvazinin ihtiyaç duyduğu sermaye iktidarının da araçlarıdır. Bir diğer ifade ile, darbe, bataklık düzeninin ihtiyaç halinde salıverilen timsahlarıdır ve insanlığın mücadelesi, timsahlar kadar, bataklık düzeniyle de olmalıdır.
Bu noktada bir hatırlatma yapmakta fayda vardır. Tüm darbelerden sonra aynı iktisat politikaları uygulanamaz. Bu, çok önemlidir. Nitekim birçok kişinin 1960 darbesiyle ilgili kafaları karışıktır. Bunun çeşitli nedenleri olmakla birlikte, genellikle bu dönemde darbe öncesi hükümet ve onun temsilcilerine karşı da sert uygulamalar yapılmış olması, “özgürlükçü” anayasa vb., en çok üzerinde durulanlardır. Fakat bu noktada, darbenin olduğu dönemdeki sermayenin ihtiyaçlarını da dikkate almak gerekmektedir. Nitekim farklı konjonktürlerde sermayenin ihtiyaçları da değişmektedir. Örneğin, sanayileşmenin başında, iç pazara yönelik üretim yapan bir ekonomide ücretleri tırpanlayıcı, zaten sınırlı olan emeğin örgütlenmesine karşı politikalar sermayenin yararına değildir. Tersine, böyle bir durumda, iç talebi genişletici kurumsal yapılar oluşturulması ve devletin bu ihtiyaçlara uygun olarak yeniden örgütlenmesi gerekmektedir. Artan özgürlükler, buna uygun “özgürlükçü” anayasa, kurumsal değişimin de göstergesidir. Mesele bu boyutuyla değerlendirilmezse, karşımıza “iyi ve kötü” darbeler çıkacaktır ki, bu, büyük bir yanılgı olacaktır.
1971 muhtırasını inceleyecek olursak da, benzer bir durumla karşılaşırız. Grafik I’de de görüleceği gibi, ele alınan dönemdeki (1950-1980) ikinci dip nokta, 1971 yılıdır ve bu da, bir askeri müdahale dönemidir.
Bu noktada, bazı hatırlatma ve uyarılarda bulunmakta fayda vardır. Öncelikle grafiği dikkatle takip eden okuyucu, düşüşün, sadece 1971’de olmadığını görecektir. 1960’ların ortasında da kâr paylarında düşüş söz konusudur. Ancak bu durumun açıklanabilmesi için, ileride ele alınacak sermaye ve iktidar ilişkisinin de değerlendirilmesi gerekmektedir. Kaldı ki, grafiğimiz (GRAFİK I) 1950-1980 arasında bize üç dip noktası vermektedir ve bu üç yıl da darbe yılıdır.
Bu noktada bir uyarıda daha bulunmamız ve okuyucunun sorabileceği bir soruyu cevaplamamız gerekiyor. Acaba sadece darbeler döneminde uygulanan politikalar nedeniyle mi kâr payları düşmektedir? Bir diğer ifadeyle, darbeler “piyasanın işleyişi”ne zarar mı vermektedir? Sorunun yanıtını grafiğimiz açıkça ortaya koymaktadır. Grafik I’de görüldüğü gibi, darbeye kadar olan süreçte kârlar zaten düşmekte ve darbe dönemlerinde en dip noktaya ulaşmaktadır. Kaldı ki, darbelerden sonra da, piyasanın işleyişine zarar vermek bir tarafa, kâr payları artmaktadır.
Buraya kadarki anlatımdan emek-sermaye çelişkisinin ihmal edildiği anlaşılmamalıdır. Tersine, yazının ima ettiği durum tam da budur. Kaldı ki, ele alınan dönemlerde kâr paylarındaki düşüşlerden önce, sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının kazanımlarının arttığı ve sonrasında yaratılan baskı mekanizmalarıyla burjuvazinin kazanımlarının arttığı açıktır. 
1980 yılı ise, Türkiye tarihinin en kanlı darbesine sahne olmuştur. Bu tarihin bir diğer özelliği ise, tarih boyu kâr paylarının en çok düştüğü dönem olmasıdır. Dolayısıyla, 1980 darbesi, savımızın en belirgin kanıtı niteliğindedir.
Kâr payları neden bu kadar önemlidir? Milli gelirin %85’i yerine %65’inin alınması yüz binleri hapsetmeyi ve işkence tezgâhlarından geçirmeye değer mi? Sermaye açısından, evet! Bu durumun açıklanması için, öncelikle belirtilmesi gereken, iç pazara yönelik sermaye birikiminin sınırları olduğudur ve 1980’lere gelindiğinde bu sınırlara ulaşılmıştır. Nitekim 1980 yılı, sadece kâr paylarının, değil kâr oranlarının da en düşük olduğu dönemdir. Aşağıdaki grafik (GRAFİK II) bu duruma işaret etmektedir.

GRAFİK II

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

Kâr oranlarındaki düşüş yukarıdaki grafikte de açık bir şekilde görülmektedir. Bunun ne anlama geldiğini bir örnekle açıklayalım. Örneğin, 1950 yılında 100TL’lik bir sermayenin kârı yaklaşık 50TL iken, 1980’lere gelindiğinde 10TL’nin altındadır. Dolayısıyla “yeniden üretim”in koşulları artık söz konusu değildir. Bir diğer ifade ile, sermaye birikimi krizdedir. Gerek sınıf mücadelesi, gerekse de bu döneme kadar uygulanan “ithal ikameci” sanayileşme modeli, yeterli dövizin elde edilmesine olanak tanımamaktadır.
Sermaye birikiminin önünü açmak için çok daha kapsamlı, çok daha uzun vadeye yayılması gereken ve dolayısıyla çok daha şiddet yüklü bir döneme ihtiyaç vardır. Öncelikle sınıf mücadelesinin uzun süre kafasını kaldıramayacağı bir süre, her şeyden daha önemli hale gelmiştir. Ancak bu şartlarda, yeni bir birikim modeline geçilebilecektir.
Burada hemen belirtelim ki “kâr oranlarının düşmesi”nin önemli faktörlerinden birisi, döneme damgasını sınıf mücadelesi ise de, tek neden bu değildir (Bu konu burada ele alınamayacak kadar uzun ve diğer birçok olguyu da açıklamayı gerektirmektedir).
Aslında sermaye birikim modellerinin değişmesi, sermayenin kolaylıkla benimseyebileceği bir yol değildir. Sadece iç pazara yönelik üretim yapan firmalar, kâr hadleri düşük de olsa, rakipsiz mallar üretmektedirler. İhracata yönelik üretim yapmak ise hem risklidir, hem de daha önce denenmemiştir. Öncelikle uluslararası rekabetin altın kuralı, işçi sınıfının sürekli baskı altın da tutulmasıdır. Oysa 1970’lerin sonundaki sınıf mücadelesi ortadadır. Sürecin devam edilip edilemeyeceğinin son bir kez denenmesi gerekmektedir. Bunun için “kaos” ortamında olan ekonomiye yeni kaynak girmelidir. Nitekim bu kaynak ta merkez kapitalist ülkelerden sağlanmış, o ana kadarki en büyük dış yardım IMF ve Dünya Bankası’ndan alınmıştır. Bu, 1978 yılında dip noktaya ulaşan kâr paylarının bir miktar artmasını sağlasa da, ancak rahat bir nefes almaya ve rejimi korumaya yönelik olmaya yeter düzeydedir. Kaldı ki, sermaye düzeninin sahipleri çok iyi bilmektedirler ki, taşıma suyuyla değirmen dönmemektedir.
Kuşkusuz sermaye ile iktidar arasındaki ilişki sadece askerle sınırlı olmamıştır. Sivil siyasetle kâr payları arasındaki ilişki de incelenmelidir.

KÂR PAYLARI VE SİYASİ İKTİDAR
Burada, kâr payları ile siyasi iktidarlar arasındaki bir ilişkiyi irdeleyeceğiz. Şimdiye kadar anlatılanların ifade ettiği durum, sermayenin darbecilerle olan ilişkisidir. Burada ise, sermaye ve siyasi iktidar arasındaki ilişki ele alınacaktır. Bu ilişki ele alınırken de, kâr oranları ve kâr payları verileri değerlendirilecektir. Ancak burada öncelikle kâr oranları ve kâr payları oranların bileşenleriyle ilgili bazı açıklamalara ihtiyaç vardır.
Konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Diğer koşulların değişmediği durumlarda, milli gelirin arttığı dönemler, genellikle işsizliğin azaldığı dönemlerdir. Bu, geleneksel iktisadın üzerinde ısrarla durduğu bir durumdur ve büyüme fetişizminin de temelini oluşturur. Bu önerme, kısmen doğrudur. Fakat aynı zamanda da, paylaşımı ve sınıf mücadelesini ihmal etmesinden dolayı, eksiktir. Nitekim büyüme ile birlikte işsizliğin azalması, aynı zamanda, “yedek işgücünün” azalması anlamına gelir. İşçilerin pazarlık paylarının artması sonucunu doğuran bu durumda, işçilerin ücretleri de artacaktır. Bir diğer ifade ile, ücretlerin artışının büyüme artışından daha fazla olması riskini de içinde barındırır. Nitekim yüksek büyüme dönemlerinde, tüm kapitalist ekonomilerde frene basılır. Örneğin, böyle durumlarda faizler yükseltilerek, daha fazla yüksek büyüme önlenmiş olur.
Dolayısıyla kâr payının bileşenlerinden paydada yer alan (milli gelir) kadar kesrin pay kısmında yer alan kârlar da önemlidir. Bu doğrultuda tek başına büyüme belirleyici değildir. Dolayısıyla biz de, analizimizi, kâr payları ve kâr oranları ile birlikte değerlendireceğiz.
Ele alınan dönemdeki duruma, 1961 seçimleriyle başlayalım. 1961 yılı seçimlerinin galibi CHP 173 milletvekilliği kazanmış, ikincisi AP ise, 158 milletvekilliğinde kalmıştır. Hükümet kurma görevi CHP-AP koalisyonundadır. Takip eden dönemde, iktidarın ilk yıllarında sermayenin kâr payları artsa da, daha sonra azalmaya başlamıştır. Oysa aynı dönemde, iktisadi büyüme iki haneli rakamlardadır (1961 ve 1964 arasında sanayideki büyüme sırasıyla, %11.7, %3.5, %12, %11,2’dir). Sınıflar arasındaki ilişkiyi ihmal edecek olursak, beklenen, iktidarın devamı yönünde sınıflar arasında bir memnuniyet olması gerektiğidir. Geleneksel iktisadın mekanik ve sınıflar arası ilişkiyi ihmal eden görüşüne göre, böyle durumlarda, hem işçi sınıfı kazançlıdır, hem de burjuvazi. Oysa bu dönemde kâr payları düşmektedir. Bir diğer ifade ile, sermaye, iktisadi büyüme kadar kârlarını artıramamıştır. Bizim iddiamız, böyle bir durumda, siyasi iktidarın değişmesinin gerektiği yönündedir. Nitekim böyle de olmuştur. CHP-AP koalisyonunun kurulmasından yaklaşık bir yıl sonra koalisyondan ayrılan AP 1965 seçimlerini kazanmış ve hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir.
Burada hemen belirtelim ki, bu ve benzeri durumlarda, iktidarın serbest seçimlerle belirleniyor olması sonucu değiştirmemektir. Çünkü unutulmamalıdır ki, genellikle bu tür dönemler aynı zamanda yoğun propaganda dönemleridir ve propaganda araçları sermayenin elindedir.
Seçimlerin galibi AP’nin bu iktidar döneminde, sermayenin kârları tarihi zirve noktalarına ulaşmıştır (GRAFİK I). Bu dönemde de büyüme yüksek oranlardadır ve kâr oranları da yükselmeye başlamıştır. Bir diğer ifade ile, sermayenin büyümeden aldığı pay çok daha yüksektir. Bizim iddiamıza göre, AP yeniden hükümete gelmekle ödüllendirmelidir. Nitekim takip eden 1969 genel seçimlerinde, AP birinci parti olarak, hükümet kurma ile yeniden görevlendirilmiştir.
Ele alınan her iki seçim dönemdeki ortak nokta yaklaşık aynı yüksek sanayi büyüme oranı iken, farklılık, kâr paylarının birincide düşmesi, ikincide ise yükselmesidir ve iktidarın oluşmasında belirleyici olan kâr paylarıdır.
Tekrar iddiamızı incelemeye devam edelim. Yukarıdaki grafiğin bize gösterdiği, AP’nin ikinci döneminde yüksek sanayi büyüme (1970 yılı hariç) oranlarına karşın, kâr paylarının düşmeye başladığıdır. Bu düşüşün karşılığının ne olacağı da açıktır: yedeklenmek. Nitekim hükümet bir muhtıra ile el değiştirmiştir.
Askeri yönetimin oluşturduğu kabineden sonraki iktidar, 1973 yılı seçiminin galibi CHP’dir ve tek başına iktidar olmasa da, MSP ile koalisyon kurmuştur. Ancak grafikteki trendten de görüleceği gibi, kârlar azalmaya devam etmektedir. Ceza mekanizması yine işlemeye başlamış, takip eden 1975 yılında I. MC hükümeti kurulmuş ve 1977 yılındaysa II. MC hükümeti kurulmuşsa da, sermayenin kâr paylarındaki azalma devam etmiş ve sermayenin kuralları işlemeye devam etmiştir.
Buraya kadar ele alınan tüm süreçler iddiamızı kanıtlamaktadır. Çünkü dönem, sınıf mücadelesinin dorukta olduğu bir dönemdir. Askeri darbeler de dahil tüm yöntemler denense de, sermayenin kârlarındaki düşüş engellenememektedir. Siyasi iktidarlar, kârları arttırmak bir tarafa, düşüşün daha da artmasına dahi mani olamamaktadırlar. Böylesine güçlü bir sınıf muhalefetine karşı, sermaye son kozunu, “sosyal demokrat” bir partiden yana kullanmıştır. Mevcut hükümet, 1977’de gensoru ile düşürülerek, CHP azınlık hükümeti denemeye alınmıştır. Bununla da yetinilmemiş, merkez kapitalist ülkeler işin ciddiyetini anlamış olmalı ki, o zamana kadar alınmış en büyük dış yardımlar devreye sokulmuştur. Almanya’dan 130 milyon dolar, Dünya Bankası’ndan 350 milyon dolar ve IMF’den de 1,5 milyar dolarlık krediler gelmiştir. Bu, sermaye için bir can suyudur ve kârların kalıcı olarak artabilmesi için, kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesinin boğulması ve kurumsal yapının değişmesi gerekmektedir. Bu çerçevede, sermaye için yeni mutlu günlerin habercisi, 12 Eylül 1980 darbesidir.
Konunun daha net anlaşılması için, konunun bundan sonraki kısmı, 1980 ve 1994 arasındaki dönem ele alınarak incelenecektir. Aşağıdaki grafikler (GRAFİK III, GRAFİK IV) 1980 ve 1994 arasındaki imalat sanayi kâr payları ve kâr oranlarının gelişimini göstermektedir.

GRAFİK III

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

GRAFİK IV

KAYNAK:
TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

1980-1994 dönemi de tezimizi doğrular niteliktedir. ANAP hükümeti döneminde de kâr payları, çok daha büyük bir ivmeyle artmaya devam etmiştir. Gerçek iktidar durumundaki sermaye, uzun yıllar sonra, aradığını bulmuştur. 12 Eylül 1980 darbesinin hazırlamış olduğu ortama mükemmel uyum sağlayan ANAP, kâr paylarını rekor seviyelere çıkarmış ve bunun sonucu olarak, sermaye iktidarı, 1987 seçimlerinde de, ANAP’ı bir dönem daha hükümete taşımıştır. Ancak 1980’lerin sonlarına gelindiğinde, sınıf mücadelesi de yeniden canlanmaya başlamış, Nisan 1989’da Adana’da elli bine yakın işçi ve karayollarında çalışan yüz yirmi bin işçinin mitingi, sermaye açısından tedirginlik yaratmaya yetmiştir. Üstüne üstük 1991’de Zonguldak’tan yola çıkan yüz binler, hedef olarak devletin kalbi Ankara’yı görmüş ve yürüyüşe geçmiştir. Artan sınıf mücadelesinin doğal sonucu olarak da, sermayenin kâr payları düşmeye başlamıştır.
ANAP’ın artık değiştirilmesi gerekmektedir. Nitekim 20 Ekim 1991 yılındaki seçimin galibi DYP ile üçüncüsü SHP, yeni bir koalisyon kurmuştur. Grafikte de (GRAFİK III) görüleceği gibi, koalisyon sermayenin güvenini boşa çıkarmamış ve kâr payları yükselmeye başlamıştır. Burada, savımız bir kez daha doğrulanmaktadır. Çünkü Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasından sonra DYP’nin başına geçen Tansu Çiller, uyguladığı sermaye yanlısı politikalarla, kâr paylarının artmasını yeniden sağlamış ve ödülünü 50, 51. ve 52. dönemlerde hükümete taşınmasıyla almıştır.
Gelelim, irdeleyeceğimiz son döneme. Bu dönem, 1995–2010 yılları arasıdır. Aşağıdaki grafik, bu dönemin sermaye paylarını vermektedir.

GRAFİK V

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.
GRAFİK VI

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

1995’e gelindiğinde, 1990’lı yılların ilk çeyreğinde sermayenin kârları için süren bahar, yerini kışa bırakmıştır. Sınıf mücadelesi zaman zaman eylemselliğini arttırmaktadır. Nitekim 1995 yazında Ankara’da yüz bin işçi yürümüş ve 1994 yılının sonlarında başlayan grev dalgası da halen sürmektedir. Sermayenin ilk ikazı 1995 yılında Tansu Çiller hükümetinin güvenoyu alamaması ile olmuş, takip eden dönem, kısa bir DYP-CHP koalisyonu ile geçirilmiştir. Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi, 2000’li yılların başına kadar birçok iktidar denemesi olmuştur. Her defasında da, başarılı olamayan hükümet, yerini ya yenisine bırakmış ya da tenzil-i rütbe ile cezalandırılarak hükümetin ikinci ortağı haline gelmiştir. Örneğin, 24 Aralık 1995 seçimleri sonrasında, DYP artık iktidar değil, ANAYOL hükümetinin küçük ortağıdır. Üç aylık bu hükümet, yerini, bir yıl sürecek REFAHYOL hükümetine bırakmıştır. Tüm arayışlar kâr paylarının düşmesini engelleyememiş ve daha sonra denenen ANASOL-D hükümeti de sonucu değiştirememiştir. “Kâr paylarını arttıran ile devam et ve kârları azaltanı yolla” şeklinde özetlenebilecek hipotezimizi, şu ana kadarki tüm durumlar kanıtlar niteliktedir.
57. Hükümet dönemi, Türkiye tarihinin en büyük krizlerinden birinin yaşandığı dönemi işaret etmektedir. Nitekim 1999 -2002 yıllarında kâr payları artıyor gibi gözükse de, bu, kriz döneminde yaşanılan şiddetli düşüşün etkisinin azalması neticesinde gerçekleşmiştir (baz etkisi). Nitekim DSP-MHP-ANAP iktidarı, 2002 seçimlerinde, yerini AKP iktidarına bırakmıştır. AKP ise, hükümeti döneminde, kârları tarihi rekorlar seviyelerine çıkarmıştır ve yaşadığımız günlerde de görev başındadır.
Sonuç olarak, ele aldığımız bütün dönemler bize göstermektedir ki, asıl iktidar sermayedir ve kâr payları hükümetlerin karnesi niteliğindedir. Kâr paylarının düşmesiyle, hükümet öyle veya böyle, ya muhalefete çekilmekte, ya hükümetin küçük ortağı olarak tenzili rütbe cezası almakta ya da tasfiye edilmektedir. Dolayısıyla, çoğu zaman merkez siyasi partiler arasında yarışlardan ibaret gibi görünen süreçler, aslında emek-sermaye çelişkisine ve sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑