Devrimci çalışma ve sorunları üzerine

Burjuva ya da küçük burjuva bir devrimci, burjuva ve küçük burjuvalar arasında mevzileneceği gibi; anlayış, slogan ve üslubunu, bu sınıfların yaşamları, çıkarları ve duygularına dayandırır. Aynı şekilde, “solcu” bir üst tabaka politikacısının, parlamenter kurumlara göre mevzilenmesi; sloganlarını, aldatıcı bir “halkçılık’la boyamasının yanı sıra, acil istekler sınırında kalması ve düzen sınırlarına kapanması mantıklı ve doğal görünür. Zira o, düzenin sınırları içinde elde edilebilir “dönüşüm”leri, hareketin ilerlemesinin dayanağı, aracı olarak ele almaz; bunlar onun nihai amacına denk gelir.

“Solcu” sınıf dışı akım ve kişilerin, “aydınlanmış” küçük burjuva tabakalar arasında mevzilenmeye eğilim göstermelerinin; alt tabakaların özlem ve duygularını bir kenara itmelerinin, sloganlarını ve ajitasyonlarını kendi “devrimci” jargonları üzerinden oluşturma ve yürütmelerinin anlaşılamaz, kabul edilemez bir yönü yoktur. Tıpkı, “sol” hareketin sağ ve “sol” kanatlarının bugünkü mevzilenme, çalışma ve eylemlerinin anlaşılır olduğu gibi.

Sınıf dışı “sol” akımlar, reformist “sol” grup ve kişiler için anlaşılır ve kabul edilebilir olan bu ve benzer eğilim ve özellikler, emek hareketi ve gerçek devrimciler olan bizler için kuşkusuz anlaşılamaz zayıflıklar olurdu.

Çünkü partimiz, emeğin partisidir; onun amacı, işçinin uyanışı, harekete geçmesi, örgütlenmesi ve kaderini eline almasında dile gelir. Dayandığı kadro ve güçler, politik çalışma ile örgütsel çalışmayı kitlelerin girişkenliği temelinde birleştirmeyi öngörürler; öncesinden oluşmuş ilişkiler içine kapanıp kalmazlar, işçiler arasında yaşamaktan; onlarla bağ içinde olmaktan, yenileriyle ilişkiye geçmekten zevk duyarlar; sorumluluk duyguları, iş disiplinleri ve özverili çalışmalarıyla onların güvenine layıktırlar. Sınıfa, kendilerine ve yoldaşlarına duydukları güven; enerjik çalışma, bilinçli cesarete dayanan girişkenlik, moral sağlamlık; istikrarlı gelişme, dayanıklı, ağırbaşlı ve güvenilir kişilik vb. onların başlıca kişilik özellikleridir.

Sınıfın bilinçli örgütlü güçlerinin, bu özelliklere neden sahip olmaları gerektiği biliniyor; ilerideki bölümlerde bu nedenlere bazı yönleriyle değineceğiz de. Burada şu kadarını belirtelim ki, devrimci işçi partisi, öteki “işçi” iddialı partilerden sadece çizgisi ile değil, kadroları ve güçlerinin yaşamı, eylemi ve kişilik özellikleriyle de ayrılır. Onun çizgisinin gelişmesi, emekçi kitleleri kucak-, laması; örgütünün, gerçek ve aynı zamanda devrimci bir işçi örgütüne dönüşmesinin temel koşulu ve güvencesi burada yatar.

Dayandığı güçlerin ve kadrolarının özellikleri ve çalışma tarzı sorunları cephesinden bakıldığında hareketimizin durumu nedir? Gerçek şu ki, devrimci işçi örgütleri ve örgütçüleri olarak, gelişen olumlu yönlerimize karşın, fazla bir mesafe kat ettiğimizi hiçbir şekilde söyleyemeyiz. Oysa bu sorunların sorun olmaktan çıkmasında, nispi de olsa adım atılmadan; enerjik bir çalışma yapabilmemiz ve çizgimizi kitlelere mâl etmemiz düşünülemez.

Bunun neden düşünülemeyeceği, kadro ve güçlerimizin neden sınıf dışı “solcu”dan farklı olması gerektiği bir irdeleme gerektirmeyecek derecede açıktır. Gerek geleneksel bürokrat “devrimci tipi”, gerekse liberal piyasa “solculuğu” tarzı, uyanan sade emekçideki insani hasletlerin, nüve halindeki sınıfsal değerlerin, deneyime dayanan sezgi ve güdülerin inkârı üzerinde şekillenmiş; anlayış, değer ve normlarını bu inkâr üzerinden oluşturmuştur.

Bu gerçeğin anlamı, geleneksel anlayış ve “değerler”e bağlanarak “sosyalist” ve “devrimci” olan kişinin, emekçi olmaktan çıkması ve onun “üstünde” “başka bir şey” olmasında yatar. (Burada ileri sürülenler, bu akım ve kişilerin emekçilerle ilişkilere girmedikleri anlamına gelmemektedir. Tersine, bunu isterler; buna karşılık bu istekleri, onları kendi özel örgüt çıkarları ve etkilenmiş emekçileri kendi sınıfının çıkarlarından koparan rolleri vb. tarafından sınırlanır. İstismar etmektedirler; işçilerle ve hatta örgüt mensuplarıyla ilişkileri, kendi örgütsel özel çıkarlarına; işçinin bunlarla ilişkisi yanılsamaya dayanır. Sermaye partilerinin işçiyle “sol”dan ilişkisi!) Kaldı ki, son on beş yıl, bu anlayış ve “değerler”i büsbütün çürütmüş; şekillendirdiği “sosyalist militan”ı, topluma ve halka yabancı, toplum ve halk karşısında sorumsuz; emeği, emekçiyi anlama, onun tarafından anlaşılmada yeteneksiz; iş yerine laf yapan ya da yaptığı işle halkın çıkarları arasındaki bağı koparan; işi, bir diğeri karşısında “ayrıcalık” vesilesi haline getiren “kişi “ye dönüştürmüştür.

Kişinin, emeğin ve halkın kurtuluşu mevzisinde bulunan bir devrimci olarak değil, emeği ve halkı kendi özel “amacı”nın (örgütünün) yedeği ve dayanağı olarak algılayan, “halk adına” her şeyi yapma “hakkını” kendinde gören parlamenter veya despotik karakterli “solcu” olarak şekillenmesi. Sınıf dışı “sosyalist” sağ ve sol akımların, önceki kuşaklardan gelen devrimci ve uyanan işçi ve genci yeniden “eğittiği” “sosyalist okul”un işlevi budur.

Konuya, sınıf dışı “sosyalist” akımların mevzilenme eğilim ve yönelimleriyle başlamamızın; bugün piyasada revaçta olan “solcu tip” ile proleter devrimci tipin karşıt özelliklerini karşı karşıya koyarak devam etmemizin nedeni, okur açısından sanırız anlaşılır durumda. Yılları alan örgüt deneyimimizi kenara atsak bile, aslında bunda anlaşılmayacak hiçbir yan yok.

Dolayısıyla da asla, örgütlerimizin, güçlerimizin ve işçilerin, bu “solcu özellikleri”yle ve bu “yetişme tarzı” ile ne ilgisi var diyemeyiz. Biliyoruz ki, işçi sınıfı ile öteki sınıflar arasında “Çin Şeddi” yoktur ve sınıfın safları, ona mahkûm olmaması, tasfiye etme olanağının ellerinde bulunması bir yana (nasıl tasfiye edebilecekleri ayrı bir sorun), bu etkiye her zaman açıktır. Kaldı ki, sınıf dışı çalışma ve halka yabancı tarzın; bu çalışma ve bu tarzın yarattığı “devrimci tipi” özelliklerinin, örgütlerimizi, devrime yönelen işçileri, genç devrimcileri ve yaşam ve çalışmalarını ezdiği güncel bir olgudur.

İşçi sınıfı saflarındaki sınıf dışı “sosyalist” ideolojik ve örgütsel (çalışma tarzı, militan tipi özellikleri) etki, burjuva ideolojisinin işçiler arasındaki dışavurumunun en tahrip edici, en tehlikeli biçimidir. Ve kendini, her zaman öncelikle, sınıfın en ileri öğeleri, öncü örgütleri ve bunların çalışmasında dışa vurur. Nitekim çalışmamızda yaşanan tahribat ve örgütümüzde görülen atalet bu dışavurumun ifadesinden başka bir şey değildir.

Hareketimiz, bu etkinin hep farkında oldu, ona karşı mücadeleyi çok cepheli bir şekilde hep sürdürdü. Nitekim bu mücadele, uluslararası ölçekteki ve ülke ölçeğindeki uzun süreli yozlaştırma kampanyasına karşın, bu etkinin örgütümüzde ve işçiler arasında ideolojik bir eğilim olarak örgütlenmesinin yolunun kesilmesindeki en temel barikatlardan biri oldu. Böyle olduğu halde, geleneksel sınıf dışı “sosyalizm”in ve piyasa “solculuğu”nun örgütsel etkisinin saflarımızdan sökülüp atıldığını söylememiz olanaksız. Aksini söylememiz; yani örneğin, yıllardır verilen mücadeleye karşın, saflarımızda ve çalışmamızdaki pratik oportünizm biçimindeki “sosyalist” örgütsel etkinin daha da arttığını açıkça kabul etmemiz gerekmektedir.

Hepimizin önünde cereyan eden olaylar ortada: Sınıflar arası mücadeleyi ve politikayı ele alıştaki geleneksel halka yabancı kavrayış tarzı ve “sol” piyasanın örgütlenme ile ilgili “norm”ları, mevzilenmemizi ve eylemimizi yarımlaştırmaya, her birimizin sorumluluk duygusunu, iş disiplinini ve politik girişkenliğini yıkıma uğratmaya devam ediyor. Pratik örgütsel oportünist etki, her günkü mücadelenin örgütlenmesi ile ilgili çalışmamızı yarımlaştırırken; örgütlerimizle, işçiler ve gençlerle ilişkilerimizi; genç kuşakların temsilcilerinin, hareketin örgütleyici ve yöneticileri olarak yetişmeleri için yardımımızı sistematik olarak baltalıyor. Buradan gelen baltalama ve tahribat, örgütümüzün şu andaki en önemli sorunu durumunda.

Geleneksel sınıf dışı “sosyalizm”in bürokratik, kendiliğindenci çalışma ve örgüt biçimleri anlayış ve alışkanlıklarına meyil gösterme; liberal piyasa “sosyalizminin çürümüş “değer” ve “normları” ile bozulan yaşam ilişkileriyle yarımlaşmış bir mevzide kalma; çalışmamızın olumlu yönlerinin, işçi yaşamı ve eyleminin teşvik ettiği ilişkilerle şekillenen kişilik özellikleriyle yenilenme yerine, sınıf dışı “sosyalizm”in bu iki kanadının karakterize ettiği “tip”in özelliklerini temsil eden cereyana boyun eğme vb… Hareketimiz ısrarla, “en önemli düşmanımız, kendi zayıflıklarımız” ve “en önemli görevimiz pratik örgütsel oportünizme karşı mücadeledir” sloganlarını atarken, saflarımızdaki işte bu eğilim ve olgulara işaret ediyordu. Bu eğilimlerin; güçlerimizin çelişkili şekillenişinin, örgütümüzün ve yürüttüğü çalışmanın en önemli zaafı olmaya bugün de devam ettiği açıktır ve bilinemez değildir.

Konuya, sınıf dışı “sol” akımların amaçları ve yarattıkları “militan tip”lerin özellikleriyle başlamamızın nedeni belli ki burada yatıyor. Verdiğimiz mücadeleye karşın, bu sorun bugün hâlâ önemli ve hayati bir sorunsa, bunun nedeni ne olabilir, bunları ele alarak devam edelim.

 

ÇALIŞMADAKİ ZAYIFLIĞIN ANLAMI VE NEDENLERİ

Partimizde, işçi sınıfına dayanma ve işçileri örgütleme isteği, bir istek olarak zayıf değil, güçlüdür. Dayandığımız kadro ve güçler; örgütsel çizgimizi, norm ve değerlerimizi kabul eder, savunurlar; örgütümüzün, çizgimiz ve değerlerimiz temelinde yetişmiş işçi militanların oluşturduğu ve her kademede yönettiği gerçek ve büyük bir işçi örgütü olarak yenilenmesi isteği ve özlemi içindedirler. Bu kuşkusuz, hareketimizin ve örgütümüzün; eski ve yeni kuşaktan oluşan kitlemizin, devrimci bir özelliği, bir hasletidir.

İstek ve özlem olarak örgütümüzde durum böyle. Fakat ister daha geriden gelen, isterse önde gelen bir örgütçü olalım; her birimizin her günkü pratikteki sorumluluğu ve yaşamın kendisi söz konusu olduğunda durum gene de böyle midir? Örgütsel çalışmanın ortaya çıkardığı verileri dikkate aldığımızda, durumun istek ve özlemimize pek uygun düşmediği görülüyor.

Partimizin, gerçek bir işçi partisine dönüşmesi; Bolşevik ilke, değer ve normlar üzerinde yetişmiş devrimci işçilerin örgütü olarak yenilenmesi için istek ve özlem duymak ve bunun bilgisini savunmak zorunlu. Bu bilgi ve isteğin varlığı ve gücü, işçilerin partimizde bölünmeden örgütlenmesi için bir olumluluk, bir olanak. Ne var ki, amaca ulaşmak için kendi başına bilgi, istek ve özlem yetmez; bu bilgi, istek ve özleme uygun düşen ve sonuçta bunları daha geliştiren kapsamlı bir pratik çalışma içinde olmak da gerekir.

Bu zorunluluk ve gereklilikler örgütümüzde fazlasıyla bilinir. Buna karşın, temel sorunumuzun pratik çalışmada ortaya çıktığı da bir gerçektir. Örgütümüzün ve güçlerimizin, günlük mücadeleye katılış biçimine; fabrika ve işyeri çalışmasını ele alış, yürütüş ve araçlarını kullanış; yaşamını ve çalışmasını örgütleyiş tarzına bakan herkes bunu görür. Zira örgütümüz ve kitlemiz güç, nitelik ve kapasitesine uygun düşen bir çalışma içinde değildir.

Kuşkusuz bu; örgütlerin, görevli kişilerin ve güçlerimizin “yan gelip yattıkları” anlamına gelmez. Güçlerimizin çoğunluğunun, enerji ile ve özveri ile mücadele ettikleri yadsınamaz. Atalet ve hareketsizlik halen etkili olsa bile, kitlemizin halka en yakın güçlerden oluştuğu ve emekçi hareketine nispeten yardım yeteneği gösterebilen yegâne örgüt olduğumuz kesindir.

Bu noktada açık ki soru şu olacaktır: Her günkü pratik çalışmadaki zaaf ve zayıflıklardan söz edildiğinde bundan anlaşılması gerekenler nelerdir?

a) Örgütlerimiz ve güçlerimizin yaptığı çalışma, bazı özellikleri ve bazı yönleriyle, partimizin amacı, çizgisi ve çağrılarıyla ve işçilerin gelişmesine yardım hedefiyle uyumlu değildir. Bu nedenle de çalışmamız, partimizi geliştirmesi, işçilere yardım etmesinin yanı sıra onlara zarar da veriyor.

b) Bir yandan bu olguya, öte yandan atıl güçlerin harekete geçirilmemesi ve genç güçlerin örgütlenememesine bağlı olarak örgütümüzün çalışması, toplam gücü ve kapasitesinin altında kalan bir seyir izliyor.

c) Bu iki alanda yaşanan zayıflığın sonuçları, sadece bir sonuç olarak kalmıyor; örgütlerimiz ve güçlerimiz üzerinde moral ve örgütsel değer aşınmasına yol açan geriletici bir baskıya da dönüşüyor. Bu durum, sonraki süreçte ataletin artmasının; olanakların tahribinin, enerji israfının çoğalması ve kullanılabilir araçlara ilginin azalmasının nedeni olarak meşrulaşıyor.

Çalışmamızın özellikleri ve genel olarak hareket içinde oynadığı rol böyle. Onun bu özelliklerinin, işçiler ve örgütlerimiz için doğurduğu sonucun ne olduğu ise açık. işçilerin, olanaklarını olabilir oranda kullanamaması; ileri işçi, genç gruplarının örgütümüze katılma ve ilerleme sürecinin bir yönüyle baltalanması! Çalışmamız, işte vardığı bu sonuçlarla karakterize olmaktadır.

Çalışmamız, neden böyle şekilleniyor; örgütümüz neden ihtiyaca cevap verebilecek derinlikte bir çalışma yapamıyor? Enerji ve dikkatimizi, sürekli olarak pratik çalışma üzerinde yoğunlaştırmış olmamıza karşın, bu sorunun bugün de örgütümüzün en hayati sorunu olarak kalmasının nedeni nedir?

Şu belli: Soruya kitabi formüllerle yanıt verilemez; hayatın kendisine, çalışmanın sunduğu verilere bakmak; yanıtı buralardan bulmak gerekir.

Çalışmamızın ve örgütsel yaşamımızın verilerini irdelediğimizde, çoğu kişinin yukarıdaki soruyu, “olguları görememek” ve “olayları anlayamamak” gibi nedenlerle yanıtladığını görüyoruz. Öte yandan, “üst tabakacı alışkanlık ve geleneklerden kopamama”, “liberal piyasa normlarına meyletme” gibi olguların bir “neden” olarak kabul gördüğü de görülüyor.

Doğrudur, bunların her biri tek tek ve birbirleriyle ilişki halinde, yaşamımız ve çalışmamızdaki zaaf ve zayıflıkların nedenleridir. Fakat gözden kaçırmamamız gerekir ki, bu söz edilenler bir neden olmakla birlikte, “neden” olmadan önce birer sonuçtur. Bunlar ilişkilerimizi, eğilimlerimizi ve yeteneklerimizi koşullandıran başka bir nedenin uzantısı olarak oluşmuş; bu temel üzerinde “neden” haline gelmiş belirtilerden başka bir şey değildir.

Sınıf dışı eğilim, tarz ve alışkanlıklar, çalışmamızı ve örgüt olarak şekillenişimizi tahrip edecek derecede niçin etkili oluyor ve hâlâ neden yaşıyorlar? Soruya somut bir yanıt için kayda değer olan bir gözleme başvuralım, işçi yaşamı ve ilişkilerinden kopmadan aramıza katılmayı; emek hareketi içinde gelişmeyi başarmış işçi bir militanın, günlük harekete katılma ve örgütleme tarzımızla ilgili gözlemleri, tartıştığımız sorunların nedenleri bakımından ilginç ve öğreticidir. Bu işçi devrimcinin kanısı, örgütlü güçlerimizin genelde iyi niyetle çalıştıkları yönündedir. Fakat onların yaşamla, emekçilerle ve işleriyle ilişkileri hakkında gözleme dayanan bir yargısı da var: “Bizimkilerin önce ‘vatandaş’ olmaları gerekiyor!” Açıktır ki bu gözlem çarpıcı ve derin bir doğruluk taşıyor. “Önce vatandaş olma”; kanımız o ki, örgütümüzün yaşamı ve ilişkilerine ve çalışmasının özelliklerine bir göz atan herkes, temel sorunlarımızın bu sözlerde yattığını rahatça görebilir.

Buradaki “vatandaş” sözünün, sade emekçi anlamına geldiğini belirterek vurgulayalım: Bu yargı ilk anda göründüğü kadar basit bir yargı değildir. Güvenle söylüyoruz: Çoğumuzun anlayışını yarımlaştıran; politik ilgisinin zayıflamasını meşrulaştıran, girişkenliğini, enerjisini, yeteneklerini kemiren neden ve etkenler, geniş anlamıyla “vatandaş” olamamamızda yatmaktadır.

Gerek, her günkü çalışmanın verilerinde; gerekse örgüt içi ilişkilerin gelişme seyrinde bu açıkça yansıyor. İyi niyet ile ve içtenlik ile çalışan çoğu kişinin, işçilerle “nasıl tanışacağı”, “nasıl bağ kuracağı” ve “bu işi nasıl becereceğinden endişe içinde olması, bu endişenin onlarda özgüven zayıflamasına, moral dalgalanmaya ve edilgenliğe yol açması nasıl açıklanabilir? Örneğin, genel örgüt kitlesi içinde yaygın bulunan; çevrelerle ilişkileri kitle ilişkilerinin yerine geçirme eğiliminin “meşruluk” kazanmasını “bilmemek”le ve “anlamamak”la izah edebilir miyiz? Öte yandan, emekçinin artan yaşam zorlukları, ezilmesi karşısındaki ilgi zayıflamasını neye bağlamamız gerekir? Sınıf dışı her türden eğilim ve etkinin örgütümüzdeki kaynağının, “vatandaş olamama” hastalığı olduğunun anlaşılamaz bir yanı olmasa gerektir.

Örgüt içi yaşam başta olmak üzere çalışmanın öteki yönleriyle ilgili bozulmalar hakkında bunlar gibi daha pek çok soru sorulabilir. Bunun bir gereği yok; aslında her şey açıkça görülüyor. Yukarıdaki sorular, bilgi olarak “bilmemek” ve “anlamamak” gibi nedenlerle yanıtlanamazlar. Yanıtlanmaya çalışıldığında ise, sorunları örtbas etmekten başka şey yapılmış olunmaz!

Emekçiyle ilişki kurmayı başarıp başaramamaktan endişe duyulması; bu endişelere, moral gerileme, kitle çalışmasından uzaklaşma ve örgüt çevresiyle ilişkilerle yetinme eğiliminin eşlik etmesi; bunlarla birlikte, kitlelerin sorunları ve kitle çalışmasının araçlarına yabancılaşma belirtilerinin artması… Huzursuzluk, mızmızlanma ve didişme benzeri olayların yanı sıra; iş disiplinini bozma, laf yapıp iş yapmama ve söz verip yerine getirmeme gibi dejenerasyon belirtilerinin bu temel üzerinde meşruiyet kazanması!

Örgütümüzdeki bu eğilim ve belirtilerin; halkçı özelliklerin, halkın çıkarları için girişimlerin, enerji ve özverinin, dayanışma, sorumluluk, güven ve özgüven duygusunun aşınması anlamına geldiği tartışılabilir mi? Bu, kuşkusuz tartışılamaz. Saflarımızdaki bu türden eğilim ve belirtilerin, temeli nerede buldukları ve nerede mayalandıkları ise belli: Sade emekçi (vatandaş) olamamada; emekçi olarak, emekçilerle ilişki içinde yaşamamada; emekçi olarak yaşadığı halde, emeğin ihtiyacını hissetme mevzisinden uzaklaşmada! Örgütümüzdeki sınıf dışı etki ve piyasa “solcu”luğu belirtileri, bu olgulardan güç alıyor ve işte bu temel üzerinde mayalanıyor. “Bilememe” ve “anlayamama” gibi (yeni işçiler için bunların birer neden oluşturduğu dıştalanamaz) “nedenler”in; bu temelden ve bu temelden beslenen sınıf dışı çürümüş eğilimden türediği, sonra bir neden haline geldiği görülmelidir.

Örgütümüzün ve kitlemizin yaşamı, ilişkileri ve eylemlerinde dışa vuran; proleter yeniden inşa faaliyetimizi tahrip eden, bozan eğilim ve özelliklerin, sınıf dışı bürokratik tarz ile liberal “değerler”in üst üste gelmesi ve iç içe geçmesinden oluşan burjuva ve küçük burjuva etkinin ifadesi olduğu görülemez değildir. Güçlerimizin, üzerinde hareket ettiği zemin; yani, “önce vatandaş olamamamız” bu etkiye geniş bir temel yaratmış; tarihimizden getirdiğimiz hastalıklar bu etkinin alanını genişletmesine bir malzeme olmuştur.

Örgütümüzdeki sınıfa yabancılaşma ve ataletin; girişkenlik zayıflığı, moral dalgalanma ve benzer belirtilerin açıklaması işte bunlarda yatıyor.

 

PROLETER, HALKÇI VE DEVRİMCİ KİŞİLİK

“Politika bir kez belirlendikten sonra, tayin edici olan, kadrolardır” denilir. Bu tez, doğruluğu sınanmış bir tezdir. Partimizin politikası belirlenmiştir. Gerisinde, az çok gelişmiş bir kolektif tecrübe birikimiyle birlikte ve ana çizgi ve özellikleriyle çalışma tarzımız da oluşmuş bulunmaktadır. Bugün tayin edici olan kadrolardır. Çizgimizin, kâğıt üzerinde kalan sözler olmaktan çıkması; her günkü çalışmamızın, çağrılarımızın taleplerini ve işçi hareketinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir özellik kazanması bütünüyle kadrolarımıza bağlıdır. Belirleyici olanın kadrolarımızın tutumu olduğu anlaşılır bir şeydir.

Proleter devrimcinin karakter özellikleri ve şekillenişini baltalayan ve onun yeteneklerini güdükleştiren nedenleri daha yakından ele alarak devam edelim. Devrime katılan kişinin, toplumsal ilişkilerinin (devrimde ilerlemesi ile) zayıflaması ve politik örgütsel ilişkilerinin, onun zihninde ve yaşamında giderek toplumsal “ilişkiler” biçimine bürünmesi olgusu! Sınıf dışı geleneksel tarzın ve piyasacı “solcu”luğun anlayış ve pratiğinin devrimci kişi üzerindeki yabancılaştırıcı etkisi kendini bu olguda gösterir. Kadro ve güçlerimizle ilgili olarak, yukarıda belirttiğimiz başarısızlık endişeleri, özgüven zayıflığı ve moral düşüş gibi zaafların güç aldığı yer de burasıdır.

Dünyayı, emekçi kitlelerin değil de kendinin değiştireceğini “düşünen”; örgütünün çıkarı ve işini, kitlelerin çıkarı ve işinden ayırarak “amaç” haline getiren medrese hocası edalı “keskin” bir “devrimci” ile herhangi bir emekçi kahvesine girme, bir masadaki sohbette yer bulma, onlara kendilerinden biri gibi doğal ve güvenilir görünme, arkadaşlık kurma, onlardan öğrenme ve paylaşma girişim ve tutumunu karşı karşıya koyup baktığımızda, örgütümüz ve güçlerimizdeki zayıflıkların nedenlerini daha açık görebiliriz.

Söz edilen “devrimci” kişinin anlayış ve kişiliği, bu en basit toplumsal ilişki biçimi ile karşıtlık içinde; insani bir ilişki onun için ihtiyaç değil! Onun “toplumsal ilişki”si, örgüt ve çevresiyle “ilişki”ye dönüşmüş; bu kişilik, “davasını güttüğü” emekçiye yabancı bir kişilik olarak şekillenmiştir.

Komünistler açısından örgütlenme, özel “politik” bir tabakanın toplumsal ilişkilerden “arınmış” örgütlenmesi değil; tam tersine, toplumla (sınıf) en geniş ilişkiler içinde ilerleyen; bu ilişkilerden kopuş bir yana, hayatın bütün alanlarında gelişmesini ve politik ilişkilere genişlemesini teşvik eden bir örgütlenmedir. Komünist devrimciliğini, ötekilerden ayıran en önemli özelliklerden biri burada yatar; bu devrimcilik, komünist kişiyi devrime katılışı ilerledikçe, toplumla ilişkilerini genişleten, yaşamın bütün yönleriyle bağlarını dönüştürücü tarzda güçlendiren; emekçiler arasında yaşamayı, onlardan öğrenmeyi onun için yaşamsal ihtiyaç ve zevk haline getiren; onu insan olarak gelişkin, dayanıklı bir kişi olarak yetiştiren bir devrimciliktir.

Sınıfının çıkarlarına uyanan basit emekçinin insani ve sınıfsal erdem ve değerlerinden daha önce nispeten söz edildi. Proleter devrimci kişi, geleneksel sınıf dışı “sosyalistin” ve piyasa “solcu”sunun aksine; sınıfını anlayan, her olaya ve işe sınıfının gözüyle bakan, bütün erdem ve özelliklerini oradan alan işçinin tutumunu kendine mal eden; mal ettiği bu tutumu, Marksizm’in bilgisine, sınıf hareketinin tarihsel tecrübesine ve güncel deneyime dayanarak yeniden üreten ve kişilik özelliği haline getiren bir kişidir.

Bu noktada gene de, “tamam; sınıf dışı örgüt ve geleneksel ‘devrimci’ ile komünist örgüt ve komünist militan, özellik ve karakter olarak burada ortaya konulduğu gibidir; fakat bu ortaya konulanlarla, bizim ve çalışmamızdaki zaafların ilgisi nedir; neden karşı karşıya konuluyoruz”, denilebilir mi? Soruna, böyle bakılması elbette sıradan saçmalamak olurdu.

Zira bu ilişki var ve yapılan karşılaştırmayı göz ardı etmemek, yadsımamak zorunlu. Açıktır: Kapalı bir mezhep haline gelmiş sınıf dışı “sosyalist” gelenek ve piyasa “solculuğu”nun uzun süreli egemenliği, sadece işçi ve emekçileri etkilemekle kalmıyor; örgütümüzü ve güçlerimizi de mevzilenme, anlayış, ilişki ve alışkanlık olarak cezbediyor ve etkiliyor. Kaldı ki sermayenin, devrimci işçi örgütünü, halka yabancı tecrit bir tarikat (örneğin Aczmendi) olarak kalmaya zorlayan baskı, asimilasyon ve sindirme politikasının bu “sol” piyasa eğilimine alan açtığı da bilinemez bir şey değildir.

Sözü daha fazla uzatmadan belirtelim: Sınıf dışı geleneğin ve piyasa “sosyalizminin; çıkarını halktan ve emekten ayırarak büsbütün çürümüş, her biri ayrı bir “mezhep” ve “tip” oluşturmuş bu akımlardaki karakter bozukluğunun, örgütümüzün çalışmasını etkilemediği, çevrelerimizi baltalamadığı, onları içe kapanmaya zorlamadığı söylenirse bu yanlış olacaktır.

Örgütümüzü ve güçlerimizi, teoride ne kadar karşı olurlarsa olsunlar bu eğilim ve geleneğin çeşitli kanatlarının çalışmaları; bu çalışmanın “ideal” haline getirdiği, yumuşamış Batılı papaz (liberal solcu) ile dar kafalı Doğulu bağnaz baba (terörcü solcu) “tipi” özellikleri önemli oranda etkiledi. Güç kazanmasının nedenleri (basınımızda çok ele alındı) bir yana; bu etki, örgütümüzün ve kadrolarının işçi karakterini ve devrimci ruhunu tahrip eden en önemli etkenlerden biri olarak rol oynadı ve bu rolü hâlâ da oynamaktadır.

İşçi arkadaşın yukarıya alınan deyimiyle, uyanan kişilerin, daha devrimi öğrenmeden “vatandaş oImak”tan çıkmaları, emek hareketinin gelişmesinin ve işçilerin politik örgütlenmesinin bugünkü en önemli sorunudur. Zira hareketin dinamiklerini kemiren; sınıf içindeki kendiliğindenliği (açık liberal etki) meşrulaştıran, işçinin uyanışını, mücadele ve örgütlenme yeteneğini baltalayan ve enerjisini israf eden nedenler burada yatmaktadır.

Egemen anlayış ve tarzın, ileri işçiyi kucaklama ve geliştirme yeteneğinin olmaması bir yana; aramıza şu ya da bu şekilde katılan işçi ve gençleri, sınıfından ve bağlı bulunduğu kitleden kopmaya mecbur eden özellikleriyle karakterize olduğu görülemez değildir. Eğer, aramıza katılan, sonra umutsuzlukla geri çekilen işçi, emekçi ve genç sayısına; onların geri çekiliş nedenlerine bakarsak bu kötü gerçeği rahatça göreceğimiz kesindir.

Bilmiyor değiliz: Emekçi kitlelerin “solcu” uyuşukluğu, örgütsüzlüğü, inisiyatifsizliği; “militan tiplerinin halka yabancılığı, üst tabakacı özellikler taşıması; sınıf dışı “sosyalist” akımlar için bir çelişki teşkil etmez. İşçi ve emekçiler onlara edilgen yedekler olarak gereklidir. Öte yandan, söz konusu akımların, kadro ve çevrelerini bu ihtiyaca, kitleleri yeni “sosyalist” aldanmalara sürüklemenin gereklerine göre “yetiştirdikleri” ise, bir sır değildir. Bu akımlar için, durum böyleyken; çalışmada ve kadro şekillenişindeki sınıf dışı etki, amacı işçinin kaderini eline alması ve kendini kurtarması olan bir parti, onun militanları ve güçleri için önemli bir sorun oluşturur. Bu parti ve güçleri, bu etkiye karşı mücadelede pratik bir ilerleme gösteremediğinde; işçilerin, emek hareketi olarak birleşmelerinde ve devrimci bir emek partisi olarak örgütlenmelerinde tek adım bile atılamayacağı son derece açıktır.

Sınıf dışı “sosyalizm”in saflarımızdaki etkisinin, örgütün çalışmasında ve örgüt kitlesinin devrimci karakter kazanarak şekillenmesinde yarattığı zayıflık, kendini başka şeylerden önce örgütün ve güçlerinin, kitleler karşısındaki konumlanmasında ve kitleler içindeki mevzilenmenin gelişme eğrisinde gösteriyor. Yabancılaşma gerçekte, kitlelerden uzaklaşma, onların yaşamı karşısındaki ilgiyi kaybetme, “kendi yaşamına kapanma” eğilimidir.

Hepimizin bilmesi gereken şu ki, ısrarla attığımız ve işlediğimiz; “işçi-emekçi tarzı”, “işçilerden öğrenme”, “halk adamı olma”, “işçinin ruhunu anlama, onun tarafından anlaşılma”; çalışma tarzımızı ve kendimizi, işçiler arasında “yeniden mevzilenerek yenileme” ve “yeniden inşa etme” gibi slogan ve görüşleri “söylenmiş”, “söylenmesi de gereken” sözler olarak göremeyiz. Çünkü belki, “devrimci” olmanın değil ama proleter devrimci olma ve yetenekle savaşmayı öğrenme olanağı bu slogan ve görüşlerde dile geliyor.

Toparlayacak olursak; çalışmamızı ve kişilik özelliklerimizi zaafa sürükleyen nedenler başta da vurguladığımız gibi, “önce vatandaş olamamamızda” yatmaktadır. Sorunumuz, halk adamı olarak yaşama; devrimci kişilik olarak bu temel üzerinde yeniden şekillenme sorunudur. Fakat herkes bilir ki, bunu tespit etmek yeterli değildir. Halk adamları olarak yenilenme koşulunu nerede bulacağız ve sorunun üstesinden nasıl geleceğiz? Bu, buradaki “nerede” ve “nasıl”a devrimci bir karşılık vermeyi başarmamıza bağlı. Sorunumuzun, bu “nerede”de ve “nasıl”da yattığını; bu soruna pratik çözüm sunacak alana girdiğimiz; alışkanlık ve ilişkilerimizden gelen gerici dirençle karşılaştığımız zaman daha derinden anlayacağımız kuşku götürmezdir.

Tutumumuzun, çalışmamızın devrimcileşmesi ve işçilerin yaşamını kucaklamasında olduğu gibi; ilişkilerimizi her cephede yenilememiz ve kendimizi yeniden inşa etmemizde de tayin edici olacağı unutulmamalıdır.

 

YENİDEN İNŞADA DİNAMİKLER VE SORUNLAR

Akıllara, yaşamımız ve çalışmamızdaki sınıf dışı bozulmaların; zaaf ve zayıflıkların üstesinden gelmemizin olanaklı olup olmadığı gelebilir. Bu tartışma götürmez; zorunlu olduğu gibi olanaklıdır da. Eğer insan unsuru, yani kadrolar tayin ediciyse, her şeyin; zorluklan aşma ve görevleri yerine getirme gücünün bizlerin ellerinde toplandığı görmezden gelinemez.

Bu noktada önemli olan şu ki, yeri ve görevi ne olursa olsun emek güçlerinin, mensubu oldukları hareketin ve kendilerinin işçi hareketindeki tayin edici rolünü görmeleri gerekiyor. Bunun anlamı öncelikle, hareketimizin, sınıfın tek umudu olduğunda ve tuttuğu mevziinin, ona, işçilerin bölünmesine izin vermeden birleştirmesinin olanaklarını sunmasında dile gelir.

Ayrıca, hareketimizin, sorunların üstesinden gelme ve rolünü oynama dinamiklerine sahip tek hareket olduğu daha bugünden görülmektedir ve bu olgu hiç kuşkusuz, örgütümüzün emekçi hareketinin bugünü ve yarını için taşıdığı önemi dile getiren başka bir veri oluşturmaktadır. Örgütlerimiz gözlerini ve dikkatlerini, çalışmamızın gelişen yönüne; eylem ve kişiliklerindeki proleter özelliklerle öne çıkan ve emekçi hareketindeki gelişen yönü temsil eden güçlerimize çevirdiklerinde; başka bir şeyi değil bunu yaptıklarında, sorunların üstesinden gelme ve rolümüzü oynamamızın zorunlu olduğunu, irademiz dâhilinde ve elimizde bulunduğunu göreceklerdir.

Çalışmamızın, hareketin ihtiyaçlarına uygun yönleri yavaş da olsa gelişiyor; hepimizin öğrenmek, örnek almak üzere dikkatimizi çevirmemiz gereken yeni militan ve partili tipi de şu veya bu özelliği ile bugünden belirginleşiyor. Bunlar, görmek isteyen herkesin gözleri önünde. Kadrolarımız ve güçlerimiz, çalışmalarını işçileştirme; kendilerini, halkçı ve devrimci kişilik özellikleriyle yeniden şekillendirme mücadelesini, örgütümüzde üste çıkmakta olan bu dinamiklere bağlamayı kuşkusuz başaracaklardır.

Hemen her yer ve bölgede, işçilerle varolan ve gelişmekte bulunan bağlarımız; bir tahribat görmüş olsa da özeleştiriyi ilerlemenin bir silahı olarak kullanma geleneğimizin saflarımızdaki gücü; ilerlememizdeki rol ve önemi yadsınamaz araç ve olanaklarımız… Burada, bunları tartışmamız gereksiz. Ezici çoğunluğumuzun işçi, emekçi ve emekçi ailelerden gelen gençler olmamız dahi, zayıflıklarımız karşısında bir üstünlüğümüz durumundadır.

Kötü olan ise şu: Örgütten ve çevreden birçok yoldaş, batarcasına göz önünde olan bu dinamik ve örnekleri göremez durumda. Bir yanda, gerçek işçi partisi olma bilgisi, isteği ve özlemi; öte yanda, örgütün ve hareketin dinamik ve ihtiyaçlarını görmemize dahi izin vermeyen bir mevzi… Örgütsel karakter ve insani kişiliğin bozulmasına da neden olan anlamsız bir çelişki!

Neyin kötü, yanlış ve atılması gereken; neyin iyi, doğru ve geliştirilmesi gereken olduğunu ayırt edebilmemiz için dahi, önce bu suni çelişkiyi kaldırmamız ve kendimizi, işçiye daha yakın bir platforma çekmemiz zorunlu. Bunun bizden talep ettiği şey, yerine getirilemez bir şey de değil; bu talep, ifadesini öncelikle, yukarıda yapılan eleştiri ve tespitleri irdelemek, kendimiz için görevler çıkarmak ve pratik gereklerini yaşam, eylem ve ilgilerimize aktarma yolunu cesaret ve azimle tutmakta buluyor, denilebilir.

Yaşamımızda ve eylemimizdeki sınıfa yabancı etkiyi görmenin zor olmadığını söyledik. Doğru, bu zor değil. Fakat bunun zor olmaması, sorunlardan kurtulma ve pratik dönüşümün “basit” olduğu anlamına da gelmez.

Kendimizi, “yeni bir platforma çekmek”, “görevler çıkarmak”, “görevleri ilişkilerimize aktarma yolunu tutmak” gibi tespitleri daha önce de yaptığımız ve gerekli görevleri daha önce de belirlediğimiz halde kayda değer diyebileceğimiz veya tatmin edici kabul edebileceğimiz bir ilerleme gösteremediğimiz herkesin bilgisindedir. Yüz yıllık sınıf dışı geleneğin ve bu gelenek üzerinden “gelişen” liberal çürümenin örgütümüzün ve güçlerimizin yaşamındaki etkisini tasfiye etmenin, sözde kalan “özeleştiriler” ve biçimsel “iyileştirme”lerle başarılamayacağını hepimiz bilmek zorundayız.

Altını çizerek belirtmeliyiz ki, laf sınırında kalmak ve görüntü değişiklikleriyle yetinmek, söz konusu gelenek ve çürümeye yaslanmak demektir. İhtiyacımız, “güzel” sözler söylemek, görüntüyü “güzelleştirmek” olamaz, ihtiyaç duyduğumuz şey, olguları, olgularla koşullanmış durumumuzu tespit etmek ve görevler belirlemekle yetinmek değil; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt etmemizi sağlayan bir platform üzerinde mevzilenerek, yaşamımızı, ilişkilerimizi, eylemimizi değiştirmek üzere ilk adımları azim, kararlılık ve girişkenlikle atmaktır. Karşı karşıya bulunduğumuz görevin; durumumuzu “tespit” etmek ve “yorumlamak” değil, işçi yaşamı ve devrimci değerler temelinde değiştirmek olduğunu asla göz ardı etmememiz gerekiyor.

Yani? Yanisi şu: Çalışma yürüttüğümüz güçlerle, araçlarla (örneğin yazılı materyal ve basınla) ve kitlelerle ilişkilerimizi pratik olarak yenilemeye; çalışmamızı, işçi, emekçi ve gençlik kitlelerine daha yakın özellikler içinde yeniden örgütlemeye girişmeden, ilk adımları ve sonuçlarını görmeden ileri gideceğimizi varsaymak, tatmin duygusuna kapılmak bir yanılgı olacaktır.

Bu yanılgıya artık düşmememiz gerekiyor. Görevin ve atılacak ilk adımın daha anlaşılır olması; çalışmada nelerin değişmesi (bu, kendimizi yenilememizin de koşulu) gerektiğinin somut olarak görülmesi için, yazının uzaması pahasına da olsa tipik zaafları yansıtan bir örnekle devam edelim.

Örneğin, giderek çoğalan iyi belirtiler bir yana bırakılırsa, bazı yerlerde çalışmamız genellikle şöyle yürüyor: söz konusu alanla ilgili genel “bilgiler” ve alışılmış yöntemler üzerinden tartışılarak bir “plan” yapılıyor, “görev” ve “sorumluluk” dağıtılıyor. Eğer orada eski bir çevremiz varsa onlarla iyi “kararlar” da alınabiliyor… Bunlar “olağan” görülebilir kuşkusuz. Fakat sonrası sürecin olmaması gereken bir şekilde yaşandığına da tanık oluyoruz.

• Organ toplantıları arası dönem boyunca, görev ve sorumluluk almış olan yoldaşlar, birbirleriyle ve öteki (sanki sade emekçi ‘bizimki’ değil) “bizimkiler”le ilişki halinde kalıyor, zamanlarının önemli bir bölümünü bir arada kendi “sorunları” ile “uğraşarak” geçiriyorlar. Geriye kalanı ise, örgütün başka birimleriyle “tartışmalar”da, akraba hısım olan taraftar “görüşmeleri”nde ve “özel işler”de harcanıp bitiriliyor. Görülen bir şey de şu ki, eğer bu çalışma alanı bir işyeri ise ve orada arkadaşlarımız var ise, o arkadaşlar, “bizimkilerin arasına” katılmayı başardıkları oranda onlarla da görüşülüyor. Fakat ne var ki, bu yoldaşların, kendi işyeri kitlesine yönlendirilmeleri; dışarıdan gelenlerin de onlara katılarak emekçiler arasında mevzilenmeye yönelmeleri çoğunlukla “başarılamayan hedef” olarak kalıyor.

• Bu türden “çalışmaların yapıldığı yerlerde, kitlelere yönelik sistematik bir politik ajitasyon çalışması görülmüyor. Evet, “yukarıdan gelmişse; orası için özel bir durum söz konusuysa ve özel bir günse birkaç bildiri, bazen de yayın dağıtılıyor. Sözlü ve yazılı politik ajitasyon ve işyerine yönelik yazılı ajitasyon, nadir yapılan bir iş. Çoğu yerdeki yayın sayısı, emek güçleri sayısından daha az olduğu gibi; düzensiz de olsa yapılan “kendi” toplantılarımızın dışında eğitim çalışması denilebilecek bir çalışma olmuyor.

• O işyeri kitlesi nezdinde hep dışarıdan (dışarıdanlık her şeyimizde olduğu gibi çağrılara da yansıyor) birileri olarak kalmaya “mahkûm” olma… Partimizin çevresine ve “çalışma”ya, bir şekilde katılan yeni emekçiler ve gençler çıkmışsa, onları doğal emekçi çevresinden koparma ve “kendimiz” gibi olmaya zorlama nedeniyle çoğunu kaybetme. Varılan sonuç böyle. Bu türden “çalışılan” yerlerde varılan sonucun böyle olması belli ki doğaldır.

• Bu türden “çalışma” yapan çevrelerin örgüt karşısında somut görev üstlenmiş oldukları halde “kolektif” yaşamlarına, kitlelerin ve günlük mücadelenin sorunları; çalışmanın araçları, basını, bildirisi, kaç işçiyle neyin yapılıp neyin yapılamadığı; görevin niçin başarılamadığı gibi sorunların, sorunları çözecek, ileriye götürecek tarzda girmediği kendiliğinden anlaşılır.

• Buralarda iş üzerinden hesap verme, hesap sorma; devrimci eleştiri ve özeleştiri; merkezi çağrılara katılma ve olanakların geçip gitmesinden kaygı duyma ve benzer değer ve hasletler ancak bozulmuş haliyle bulunur. Kişisel sürtüşme ve şunu yaptın bunu dedin gerekçesiyle kötüleyip adam dışlama veya küsüp çekilme; yeni katılmış bir emekçi ya da genci, kendisiyle “eşitleme”, kendi işini devretme, bunu “yapamamışsa” adam yerine koymama; işlere değil, şurada şu olmuş bu bunu söylemiş gibi dedikodularla vakit öldürmeye eğilim gösterme; çok laf etme, söz verme, fakat iş yapmama, sözünü tutmama gibi bozulmaların önce buralarda mayalandığı da açıktır.

• Ayrıca bu çevrelerde moral, “yanardöner”dir; akşam, bir gösterinin yüksek moraliyle yatıp, sabah hoşnutsuz, mutsuz kalkma; slogan atarken coşku gösterme, bu coşkudan moral alma ama bu moral ve coşkuyu işe yansıtmama; iyi bir işi, işçiye yaklaştıran bir eylemi küçümseme; her yere girip çıkma, her şey ve herkes hakkında her yerde konuşma, fakat sorumlu olduğu bir iş sahibi olmama; maneviyat bozukluğu içinde olma ve bunu her yere yaymayı bir “meslek” haline getirme gibi ahlaki düşkünlüklerin, bu türden çevrelerdeki bazı öğelerde karaktere dönüştüğü de seyrek değildir.

Burada, spotlar halinde de olsa resmi çizilen “çalışma” ve “çalışma ortamının yol açtığı tahribat, aklı başında herkes tarafından görülebilir. Kaldı ki, hiçbir tecrübeye sahip değilsek bile; bu yazıdaki eleştiri, tespit ve yargılarda, söz konusu yerlerdeki “çalışma”nın karakteri ve harekete verdiği zarar hakkında bir fikir sahibi olmamıza yetecek bilgiyi bulabiliriz.

Söz konusu “çalışma”yı anlayıp anlayamama vb. bir yana; şunları kafamıza yerleştirmemiz gerekiyor: Burada verilen tarzda yapılan “çalışma”nın vardığı yer, kitlelerin güvenini ve ilgisini kaybetme ve iflasla karşı karşıya kalmadır. Fakat örnekte de görüldüğü gibi sorun, kitleler karşısındaki iflasla bitmez. Kitleler karşısındaki bu iflas ve hayal kırıklığı, zaten kaygan bir zeminde ve suni gerekçelerle “örgüt” sayılmış bu sınıf dışı çevreciliğin, örgütsel ilişki ve normları tahrip eden; örgüt çevrelerindeki sorumsuzluk, atalet ve çürümeyi derinleştiren kötü bir ağırlık haline gelmesi ve yüke dönüşmesini kaçınılamaz kılan bir etken haline de gelir.

Söz konusu bu “çalışma”nın özelliği nedir? İçinde çalışılması hedeflenen kitle arasına girilmemesi, onlar arasında mevzilenmekten uzak durulması; örgütlenme çalışmasının, belirlenmiş bir hedefe bağlanmış ve işyerinde yürütülen sistematik bir ekonomik ve politik ajitasyon temeline oturtulmaması vb. nedeniyle de politik bir parti çalışması özelliği kazanamaması! Bu “çalışma”nın, bizim örgütümüzün çalışması olamayacağı tartışılamazdır.

Böyle bir “çalışma”nın, emek hareketi adına yapılan bir “çalışma” haline gelmesi kuşkusuz, arkadaşlarımızın kötü ve niyeti bozuk kişiler olmalarıyla ilgili değil. Nedenler, baştan beri vurguladığımız sınıf dışı mevzi ve anlayışla bağlantılı: Kendini, daha devrimci olurken kişiyi sade emekçi özelliklerinden “arındıran” ve başka bir şey olmaya zorlayan geleneksel üst tabaka “devrimciliği”nin yarattığı ve kışkırttığı küçük burjuva havaya kaptırma… İşçiler arasında mevzilenme, onların dünyasına girme yerine, onlara dışardan seslenmeyi “kural” haline getiren sınıf dışı anlayışlardan güç alan “ayrı devrimci bir dünya” kurma “modası”na eğilim gösterme… Anlayışını, tarzını, dilini, üslubunu, bu “dünya”yı ve sınıf dışı yaşamayı “amaç” gören piyasacı “sosyalizm”in tarzı, yöntemi ve ruhunun baskısı altında oluşturma… Bölüm boyunca tartıştığımız “çalışma” ve “örgütlenme”mizin sınıf dışı özelliklerinin temeli, şu kişinin kötülüğünde bu kişinin kötü niyetinde (böyle kişiler de olacaktır) değil, işte bu ve benzer olgularda dile gelmektedir.

Örgütlerimizdeki “işçiyle nasıl bağ kuracağız” endişesinin; güven ve özgüven zayıflaması, moral bozulma ve çürütücü değer aşınmasının nedenleri de kuşkusuz burada yatıyor. Çoğu örgüt ve gruplarımız, sorunlarının burada yattığını anlamış ve gereğini yapmaya çoktandır girişmiş bulunmaktadır. Halen atalet ve aşınma içindeki organ ve gruplarımız da tıpkı, anlayış ve mevzilerini değiştirerek gelişmeye başlayan örgütlerimiz gibi, kendi “özel dünyaları”nı, emekçinin dünyasına katarak tasfiye etmeleri gerektiğini, aksi takdirde ileriye tek bir adım dahi atamayacaklarını anlamak zorundadır.

Bütün bunlardan çıkan sonuç ve bu sonucun bize ilk emrettiği şey, kuşkusuz öncelikle şudur: Proleter değişim, yenilenme ve yeniden şekillenme sorunu, sözde kalan özeleştiriler yapılarak; hataları kabul etme ve biçimsel bazı değişiklikler yapma sınırında kalınarak başarılacak bir sorun değildir. Bugüne kadarki deneyimimizin de kanıtladığı gibi; tutmamız gereken yol, yukarıda ana çizgileriyle ortaya koyduğumuz sınıfa yabancı “çalışma”yı ve bu “çalışma”nın yapıldığı ortamı karakterize eden ilişkileri değiştirme kararını cesaretle alma ve ilk adımları kararlılıkla atma yoludur.

Devrimci çalışmanın ancak, devrimci bir mevzide bulunan ve devrimci bir tutumla hareket eden kişiler tarafından yapılabileceği; kişilerin ancak, devrimci çalışma yaptıkları oranda yenilenebilecekleri unutulmamalıdır.

 

GİRİLMESİ GEREKEN YOL VE ATILMASI GEREKEN İLK ADIM

Sorunun başka bir yönünü; çalışmamızı işçileştirme ve bunu yaparken kendimizi değiştirme görevinin başka bir yönünü ele alarak; daha doğrusu proleter değişim sürecinin somut gelişme seyrini izleyerek devam edelim.

Hedefe ulaşmamız; sınıf dışı hastalıklardan arınma yolunda daha ileri adım atmamız için, önemli de olsa birtakım avantajlara sahip olmamız yeterli midir? Hayır, bunların kendi başına yeterli olmadığını deneyimlerimiz gösterdi. Bizi sınıftan ayıran “kabuğu” kırma ve sınıfın dışındaki “dünyaları dağıtma”daki başarı yolunun, her birimizin kendimizi merkezine koyduğumuz özel, kesin bir mücadeleden geçtiğini anlamamız da gerekiyor.

Ayrıca, ilk anda giderilmesi gereken kavrayış ve anlayış bozuklukları var ki, onlardan kurtulma, bu mücadelenin güvencesidir. Güvencemiz, tek başına yetmemekle ve orada kaldığında bir değeri olmamakla birlikte, ne yapılacağına ilişkin duru, net, açık bir kavrayışa ve sağlam bir bakış açısına sahip olmakta yatıyor. Kavrayış açıklığı ve sağlam görüş açısı, önümüzün görünür, aydınlık olmasının önkoşuludur; bu önkoşul yaratılmadan “yenilenme” ve “dönüşüm” sloganları boş sözler olmaktan öte gidemezler.

Dolayısıyla da, partimizde en çok bilinir şeyler olmalarına karşın; şu aşağıdaki sorunlar üzerine kavrayışımızı tazelemek, her günkü çalışmamızı ve çalışmada oynadığımız somut rolü, tazelenmiş bir bakış açısı ve kavrayışla (her birimiz kendi mevziinizden) yargılamamız gerekiyor. Bu yargı kuşkusuz, gerçeği tespit etmemizin güvenilir dayanaklarından biri olmalıdır.

a)- İşçi sınıfı partiye bağlı değil; tam tersine, parti, işçi sınıfına bağlıdır. Dolayısıyla da işçiler, parti örgütleri ve partililerin ” ihtiyaçlarına göre hareket etmezler; tam tersine, partili örgütler ve partililer, işçilere; fabrikalara, işyerlerine ve işçi semtlerine gitmek; o dünyaya katılmak, onlardan birileri olarak mevzilenmek, yaşamak ve mücadele etmek zorundadır. Bu olmadığında, bir “örgüt” olmak, anlamsız ve olanaksız olduğu gibi; işçi hareketinin dinamiklerini, zayıflıklarını ve işçinin yaşam ve ruhunu anlamak da olanaksızdır. Bu olanaksızlık, sınıf mücadelelerinin; partilerin ve en ileri örneğimiz Bolşeviklerin tarihi tarafından yadsınamazcasına kanıtlanmıştır.

b)- İşçiler arasında mevzilenmek, örgüt olmayı, örgütlü hareketi ve çalışmayı dışlamaz; tam tersine, işçilerden katılmış olanlarla birlikte ve daha geriden gelen öğeleriyle bağ içinde; her gün yeni ilişkiler kurma ve her günkü mücadeleyi örgütleme sürecinde, her gün yeniden örgütlenmelerinde onlara yardım eden bir organizma olarak örgütlenmeyi gerektirir. İşçi partisinin örgütü (ve üyesi), iş ve sorumluluk temelinde oluşmuş; her kademesi ve her çekirdeğinde canlı, sorumluluk üstlenme, yerine getirme ve kendini yenileme yeteneğinde bir örgüttür. Onun örgütleri, çizgisine, merkezi çağrılar ve üst organların direktif ve disiplinine bağlıdır; fakat aynı zamanda güdücülüğe, iş ve sorumluluklarını yıkacağı başka bir merciiye ihtiyaç da duymaz; işinin zayıflıklarını “üst’ün” yardım edip etmemesiyle açıklamaz. Zira böyle bir açıklama ancak, devrimci bir işçi örgütü olma potansiyeli taşımadığını ve kendi gereksizliğini kabul ve ilan demek olurdu.

c)- Örgütün, işçiler arasında mevzilenme-si ve onlarla bağlı bir organizma olması, mutlak zorunlu olmakla birlikte bu yetmez. Onun, hem işçi kitlelerini kucaklamayı başarması, hem örgütsel niteliğini güçlendirmesi ve hem de politik bir örgüt olabilmesi için kesintisiz politik çalışma gerekir. Politik çalışma temeline oturmayan; her araç ve kürsüden yararlanarak sistematik politik çalışma yürütmeyen bir örgüt, politik bir örgüt değildir. Emekçi kitleler arasındaki ekonomik ve politik teşhir ve ajitasyonun; bu ajitasyon temelindeki örgütlenmenin başarılması ve ülke çapında tek hedefte birleştirilmesi ve yönetiminin aracı olarak düzenli yayın olmadan partiden söz edilemez. Kitlelerin yaşamından beslenen, kitleler arasında dağıtılan; onların, çevresinde birleşmesinde, aydınlatma aracı olduğu gibi, örgütlenme aracı olarak da kullanılan basın organı, parti olmanın ilk temel dayanağıdır.

d)- Partinin örgütsel şekillenişinin temelinde, görev sorumluluğu ve iş disiplini yatar. Organların, bir parti (sınıfa karşı sorumluluk ve görev) görevi üzerinde kuruluşu; kişilerin sorumluluk alması ve işinden dolayı örgüt karşısında sorumlu olması; organlar ve örgütler arasındaki ilişkinin görev ve sorumluluklar temelinde şekillenmesi: Sorumluluk ve iş disiplini, mücadele ve devrim örgütü olmanın örgütsel yasası; aynı zamanda, devrimci ve proleter örgütün yapısı ve yaşamını şekillendiren örgütsel ilkelerin temelidir. Örgütteki merkeziyetçilik, organ ilişkisi, demokrasi, eleştiri-özeleştiri gibi mefhum ve mekanizmalar, anlam ve ifadelerini bu temelde bulurlar.

Eylem, irade birliği ve işyeri temeline dayanma vb. sorunları bir yana bırakırsak, özellikle bugün kesin, açık ve net bir bakış açısı ve görüş sahibi olmamız gereken sorunlar öncelikle bunlardır, diyebiliriz. Bu sorunlar hakkında, açık bir görüş; bu görüş açıklığına da dayanan kesin bir tutum sahibi olmadan; İşçiler arasında mevzilenme, örgüt olma adına oluşmuş “çevre” kabuğunu kırma ve politik çalışmanın araçları vb. karşısındaki tutumumuzu baştan aşağı değiştirme gibi zorunluluklarda kesin bir karara varmadan, kendimizi ve çalışmamızı derinlemesine yargılamamız olanaksızdır.

İster sorumlu isterse sade (herkes kendi cephesinden) partili herkes ve her örgüt, proleter yenilenmenin önkoşulu olarak gördüğümüz ve burada dört noktada vurguladığımız bakış açısı ve çizgiyi irdelemeli ve sonuçlar çıkarmalıdır, ileri gitmemiz için, bu muhasebe ve yargı, zorunlu önkoşuldur. (Bu yazıyı okuyan deneyimsiz bir kişi, ileri bir militanla geleneksel anlayışın tanıdığı sempatizanın önüne aynı görevleri sürdüğümüzü düşünebilir. Bu bir yanılgıdır. Sempatizan bir devrimci, önüne ileri bir devrimci olma görevini alan bir kişi olabileceği gibi, kendine sınır çekmiş fakat devrime kendi ölçüleri içinde yardım eden bir kişi de olabilir. Sorun, bu devrimcilerin, farkında olmadan devrime çürütücü bir biçimde değil, devrimci bir biçimde katılmaları sorunudur. İnsani ve sınıfsal değerlerin, hangi düzeyde olursa olsun herkes için gerekliliği yadsınamaz.)

Bu zorunluluğun nedeni, anlaşılamaz değil, esasta yazı boyunca vurgulandı. Bu anlaşılır durumdaysa ve eğer, emek dünyasının devrimcisi olmak; emeğe zarar vermek değil, yardımda bulunmak ve sadece, emekçiye öğretmen olmak değil, aynı zamanda ondan öğrenmek istiyorsak, enerjik bir şekilde işe koyulmamızın yanı sıra ilk yapmamız gereken şu olacaktır:

Bir tarafa, çarpıklıkları ile birlikte örgüt anlayış ve pratiğimizi, darlığı, istikrarsızlığı ve sınıf dışılığı ile birlikte kitle ilişkilerimizi, sorumsuzluk derecesiyle birlikte basın karşısındaki ilgimizi ve çiğliği ve yıkıcılığı ile birlikte yeni güçlerin ilerlemesi karşısındaki vb. özenimizi; öte tarafa, işçi hareketinin dinamikleri ve zayıflıklarının ve yukarıda dört maddede özetlediğimiz görüş açısının bizden her gün talep ettiği görevleri, görev disiplin ve ahlakını ve sorumluluk duygusunu koyacağız. Ardından, bu karşı karşıya koyuşun oluşturduğu tablonun karşısına geçip, bu iki taraf arasındaki açıklığı veya karşıtlığı içtenlikle izah edeceğiz; bilinçli bir “vatandaş” olarak, bu açıklık ve izah karşısındaki yerimiz, rolümüz ve sorumluluğumuz nedir, bunu dürüstçe bulup; genel olarak yaşam, özel olarak sınıfımız, örgütümüz, örgütteki işimiz ve yoldaşlarımızla ilişkimiz hakkında ertesi gün uygulamak üzere bir karar vereceğiz. Vereceğimiz bu kararı, sonraki yaşam ve eylemimizi denetlemede kullandığımız bir kriter olarak düşüneceğiz ve bunu asla unutmayacağız. Eğer, emekçi hareketine ve emek örgütüne yardım etmede; ileri bir militan veya sade (sade katılmanın da devrimci ve çürütücü biçimleri bilinir.) bir devrimci olarak ona katılmada istekliysek ilk işimiz işte bu olmalıdır.

Yaşamımızın ve çalışmamızın; devrimci bir militan (sade militan olarak da) olarak yenilenmemizin; dolayısıyla, işçi ve emekçilere gerçekten yardım eden bir kişi olarak mücadele etmemizin zorunlu önkoşulu dediğimiz yargılama ve muhasebe, ancak böyle yapılabilir. Bir süreden bu yana, örgütlerimizin yaptıkları çalışmada birçok yerde görülen ilerleme ve genel canlanma belirtileri de gösteriyor ki, böyle bir öz-yargılama ve muhasebe yapmadan kişilerin devrimci bir rol oynamaları ve ileri gitmeleri olanaksızdır.

 

İLERİ GİTME VE DEĞİŞİMDE GİRİŞKENLİK

Vurgulananlardan çıkan sonuçlardan biri şudur ki, çalışmamızı ve kendimizi yenilemek ve değiştirmek ancak, her günkü mücadelede yer almak ve işçilere yardım eden bir mevziiyi tutmakla olanaklıdır. Bu ise, sorumluluğumuzu bilmemizi ve iş disiplini içinde hareket etmemizi gerektirir. Sorumlulukla ve disiplin içinde hareket etmek: Her günkü mücadeleye’ katılışta başlangıçta şu veya bu eksiklerimiz olsa bile, işçilere yardım mevzisini tutmamızın ve aynı zamanda onlardan öğrenmemizin temel koşulu buradadır.

Disiplin içinde ve sorumlulukla hareket etmemiz ve kendimizi partiden olduğu gibi, her günkü mücadeleden, mücadele eden emekçiden öğrenmeye açık, bunu özellikle hedefleyen bir mevzide örgütlememiz zorunludur. Çalışmanın bütün yönlerini yeniden öğrenmek zorundayız ve bunu ancak, sorumlu olduğumuz ve hesabını verdiğimiz bir parti işi yaparak başarabiliriz. Bu gerçeği asla göz ardı etmemeliyiz; aksi durumda, yukarıda belirttiğimiz muhasebe, öz-yargılama ve hesaplaşmanın fazla bir değeri olmayacaktır.

Eğer, açık emekçi mücadelesinin talep ettiği sorumluluğa; bu mücadelenin sendikal ve politik örgütlenmesinin istediği disipline yabancılık çekiyorsak emeğin örgütçüleri olmamızın anlamı nedir ki? Ya da, parti militanlığı iddiasındayız fakat merkezi çağrıların, aydınlatıcı ve örgütleyici araçların ihtiyaç ve talepleri karşısında kayıtsız kalıyor ve bu çağrı, ihtiyaç ve talepleri karşılamayı başkalarından bekliyorsak bu iddia nasıl bir iddiadır?

Hepimiz kendimize sormalıyız; çevremizdeki yeni işçi, emekçi ve gençleri nasıl teşvik ettik, bizden neleri öğrendiler ve ne kadarı emeğin örgütçüsü pozisyonuna geldi? Sorumlusu olduğumuz veya birlikte çalıştığımız yahut da örgütleyicisi olduğumuz kişi, organ ve gruplarla ilişkilerimiz ne yönde gelişiyor; eleştiri ve özeleştiri bu gelişmede hangi rolü oynuyor vb.?

Her günkü mücadeleye katılmamızda ve üstlendiğimiz görevi tutarlılıkla yerine getirmemizde, bir önceki durumumuza göre bir ileri adım atmak; attığımız bu adım ve sonuçlarından öğrenmek, kendimizi yenilememizin yöntemi olmalıdır. Burada ve yazı boyunca sorulmuş sorulara, yaşamımızın, çalışmamızın ve eylemimizin verdiği yanıtlar ise, durumumuzu ve gelişme doğrultumuzu ölçen göstergeler olarak görülmelidir. İlerlememiz ve işçiye doğru değişimimizin, bu sorulara vereceğimiz somut yanıtlarda belirginleşeceği; kendimizi ancak pratik verilerle sınayabileceğimiz yadsınamaz.

Emek hareketi, henüz olanaklarını olabilir oranda değerlendiremiyorsa da gelişiyor; çalışması ve örgütleri, yeni bir canlanma ve atılımın ilk belirtilerini ortaya koymuş bulunuyor. Zaaflar, zayıflıklar ve yanlışlıklar daha görülür hale geldiği gibi, olumlu örnekler ve yaslanılması gereken dinamikler de daha belirginleşmiş durumda. Bu gelişmeler, devrimci kişi ve örgütlerin, hareket içinde ileriye işaret eden bu dinamiklere yaslanmasının; özveri, cesaret ve dönüşüm ruhuyla ve kazanma azmiyle hareket etmesinin bütün koşullarını olgunlaştırmış bulunduğu gibi, zorunluluk haline de getirmiştir.

İşçilerle birleşme ve devrimci yenilenmenin asgari koşulunun, buradaki eleştiri ve önerileri girişimci bir tutumla benimsemekte yattığı görülebilir.

a)- işçilerle “nasıl bağ kuracağız” endişelerinin; özgüven ve moral zayıflığının ve olaylara bakış, müdahale ve çağrılandaki dil, tarz ve üslup yabancılığının kendi örgüt çevrelerimize uzun süreli kapanmadan güç aldığını içtenlikle kabul etmeliyiz. Örgütümüz ve çevrelerimiz arasında yaşama yerine, çalışma alanımızdaki işçiler arasında yaşamayı ve en geniş kesimiyle bağ içinde olmayı yaşam kuralımız yapmalıyız. Kendine ve işçiye güveni hissetme, yeni emekçilerle, yeni insanlarla tanışma ve yeni ilişkiler edinmeyi yaşamsal ihtiyaç haline getirmeyi, emekçilerle yaşamaktan moral almayı, şevk duymayı ve zevk almayı yeniden keşfetme! Tutum, bu hedefe yönelmek zorunda; bu yönde karar verdiğimizde ve ilk adımı attığımızda moral anlayışımızın değiştiği ve enerjimizin on kat arttığı görülecektir.

b)- Biliyoruz ki, devrimci proleter kişilik ancak, devrimci bir ortamda ve işçiler arasında ilkelere, disipline, özveriye dayalı istikrarlı bir çalışma içinde oluşur. Emekçi mücadelesinin gelişmesinin; işçilerin bilinçlerini devrimci bilince genişletmeleri, politik öncüler olarak yetişmeleri ve yeteneklerini geliştirmelerinin mantığını; hareketin kapsamını, değişik yönlerini, ihtiyaçlarını, yaptığı dönüşleri genel olarak değil somut olarak kavramamız zorunlu. Ve böyle bir yeteneği elde etmeyi, ancak önce, örgütleme görevinde olduğumuz işçi ve emekçilerin yaşamına onlardan biri olarak katılmakla; ardından, başlangıçta eksiği ve zayıflığı da olsa ilkelere, disipline dayalı inatçı, kesintisiz bir çalışma içinde olmakla başarabiliriz. Bir yandan işçilerden öğrenmeyi, öte yandan partimizin çizgisi ve kolektif birikimine yaslanmayı ilke ve gitgide derinleşen açık bir tutum haline getirmeliyiz.

c)- Çalışmamızı ve kendi gelişmemizi, şurada ya da burada olup bitenlerin lafını etmekle, öteki gruplarla bizim gelişme eğrimizin farklı olmasına dikkat çeken örgütsel belirtilerin gevezeliği ile avunmakla geçiştirmemeli, yaptığımız iş ve aldığımız sonucun somut verileri üzerinden denetlemeliyiz. Kaç yeni işçi, emekçi ya da gençle ilişki kurduk; mensup olduğumuz grup bugün hangi işi yaptı, biz ona hangi görevle katıldık; hangi sorunla ilgili hangi toplantıyı örgütledik, hangi kararı aldık ve kaç bildiri, broşür dağıttık; basına hangi haberi ilettik, emekçilerden bu habere nasıl bir tepki geldi; emeğin organını nasıl dağıtıyoruz ve onun düzenli dağıtım alanını bugün ne kadar genişletebildik; emek hareketine mali ve maddi desteğimiz nasıl yürüyor ve bizim düzenli mali katılışımız ne yönde gelişiyor; bugün hangi arkadaşlara yardım ettik, kimleri nasıl eleştirdik, eleştirimiz hangi sonuçlara yol açtı vb… Çalışmamızı, bu ve benzer pratik görevlerde gösterdiğimiz sorumluluk, özveri ve disiplin bakımından denetlememiz zorunludur; özdenetimi yaşamımızın mutlak özelliği haline getirmenin önemini unutamayız.

Burada, üç maddede toplayarak ortaya koyduğumuz tutumla hareket etmek, işçi hareketine ve emeğin örgütüne devrimci katılışın kuralı durumundadır. Bu çizgi ve tutumu benimsediğimizde, kitlelerle ilişki kurmadaki endişelerden kurtulma yolunu bulacağımız gibi; öğrenme güdümüzün ve mücadele ve örgütlenme yeteneğimizin sıçrama yapması da önlenemez olacaktır. Bu adımı, önceden atmayı başarmış yoldaşların gösterdiği ilerleme ve çalışmalarında görülen verimlilik artışı tümümüz için örnek olmalıdır. Belki, her birimizin yanı başında değil ama her yerde değişik yönleriyle örnek oluşturan, öğrenmemiz gereken kişiliklerin çıktığı, çoğaldığı bir sır değildir.

Örgütlerimiz ve her düzeydeki eski ve yeni kuşak devrimci, hareketin ve bizzat çalışmamızın sunduğu bu kazanımları ve olanakları değerlendirmeyi bilmelidir. Bu, işçilere gerçekten yardım etmemizin bir koşulu olduğu gibi; başta değindiğimiz sınıf dışı “sosyalizm”in ve çürümüş üst tabaka “devrimciliği”nin yıkıcı etkisinden kurtulmamızın da bir zorunluluğu. Hareketin olanaklarını değerlendirip, dinamiklerine yaslanmayı başardığımızda, alt edemeyeceğimiz ve üstesinden gelemeyeceğimiz bir zaaf düşünülemez.

Son olarak belirtelim: Her zaman olduğu gibi, komünistlerin ilk işlerinin “kendi çalışmalarını eleştirmek” olduğu görüşüne dayandık. Bu nedenle de göze ilk çarpan zayıflıklar, eksiklikler ve çarpıklıklar üzerinde durduk. Her zaman olduğu gibi, sermaye cephesi ve “sol”daki eklentileri, ilan ettiğimiz ve üstüne gittiğimiz zayıflıklarımızı bize karşı kullanacaktır. Onlar ne yaparsa yapsın, biz kendimizi eleştirmekten hiçbir zaman kaçınmayacağız ve kendimizi eleştirimiz hep ön planda kalacaktır. Eleştiri ve özeleştirinin, bizim için bir zayıflık değil, bir güç kaynağı, bir erdem olduğunu göz ardı etmemeliyiz.

Eleştirel tutumumuzdan yola çıkarak, hiç kimse, örgütlerimizin çalışmasının burada ele alınanlardan ibaret olduğu, gelişen ve giderek güçlenen bir yanının “bulunmadığı” sanısına asla kapılmamalıdır. Her şey gözler önünde; örgütlerimiz, politik işçi hareketinin bölünmeden örgütlenmesinin olanaklarını eline veren bir platform üzerinde mücadelesini geliştirmektedir. Bu gerçek, kendini herkese bugünden kabul ettirmiştir. Sorun; özünde, hareketin sorumluluğunu ve görevleri üstlenme sorunudur.

 

Haziran 1997

Kadın örgütlenmesinin zorunluluğu ve bazı sorunları

Kitleler arasındaki çalışma kitlelere yakınlaşıp halkçı bir temele doğru geliştikçe, emekçi bir kadın örgütü ihtiyacı daha açık görülür hale geliyor.
İşçi ve emekçi kadınların, bağımsız bir kadın örgütünde örgütlenmelerinin; hak eşitliği ve demokrasi mücadelesinde özel bir araca sahip olmalarının anlaşılamaz bir yanı yoktur. Bağımsız, kitlesel bir kadın örgütü kuşkusuz, önceki dönemlerde de ihtiyaçtı ve zorunlu idi. Gerçek şu ki, bugün bu ihtiyaç daha aciliyet kazanmış, kendini daha hissedilir hale getirmiş bulunmaktadır.
Bu ihtiyaç karşılanmalı; emekçi kadının aydınlanmasına yardım edilmeli ve örgütlenmesini hızlandıracak adımlardan kuşkusuz kaçınılmamalıdır. Ne var ki, bu ihtiyaç karşılanır ve bu görev yerine getirilirken; hiçbir zaman lafta kalmayacak, özel ve çok yönlü bir dikkat göstermek de gerekmektedir.
Emekçi kadınların ayrıca örgütlenmesi zorunluluğu ortada; bunun nesine “özel dikkat göstermek” gerekiyor; böyle bir “özel dikkat” gerçekten de gerekli mi? Bu açıktır. Kadınlar arasında çalışma ve onların örgütlenmesi sorununda, öteki bütün sorunlardan farklı “özel bir dikkat” gereklidir. Olgulara, baş aşağı durarak değil de, ayakları üzerinde doğrularak bakan herkes bunu görebilir.
İlkin, “sosyalist” piyasada en fazla oynanmış, en fazla dejenere edilmiş sorunların başında, kadın sorunu ve kadınların örgütlenmesi sorunu gelir.
İkincisi, kadınlar arasında çalışma ve kadınların örgütlenmesi sorunu, emek hareketi çevrelerinin en az ilgi gösterdiği, en az geliştiği sorundur. Öte yandan, bu sorun çevrelerimizin, “sosyalist” piyasadan en fazla etkilendiği ve piyasa “değerleri”ne en fazla eğilim gösterdiği sorunların başında yer tutar.
Fazla söze elbette gerek yoktur. Kadınların örgütlenmesi sorunlarına “özel dikkat gösterilmesi”ni zorunlu kılmaya bu olgular dahi yeterlidir. Kaldı ki ortada, geçmişte yaşanmış ve şu yukarıdaki iki olgu ile ilgili nedenlerden dolayı başarısızlıkla sonuçlanmış bir deney de vardır. Yeni bir başlangıç yaparken, temel noktaların altını çizmenin, öğretici bir zorunluluk olduğu bilinmelidir.

ÇALIŞMANIN İÇERİĞİ VE SAPMALARDAN KAÇINMA
Bir çalışmada başarılı olunacaksa, bunun ilk koşulunun, ilgili çalışmanın belirlenmiş içeriğinden sapmalara izin vermemek olduğunu öncelikle belirtelim. Ama belirtelim ki, burada çalışmanın içeriğinden söz etmemizin nedeni, kadın sorununun ve örgütlenmesinin hedef ve içeriğini, derinliğine ve bütün yönleriyle tartışmak değildir. Burada buna olanak olmadığı gibi, bu sorunlar esasta, ele almak istediğimiz konunun dışındadır. Bu sorunların, pratik çalışmayı etkileyen bir iki noktasına işaret etmek ve kısaca tartışmakla yetinmemiz gerekiyor.
Herkesin bildiği gibi, kadın sorunu, toplumdaki cinsler arası eşitsizliğin kaldırılması, eşitliğinin sağlanması sorunudur. Fakat emekçi kadınların (burjuva kadın, eşitsizlik içinde de olsa sınıfsal olarak ezen sınıftandır; kadın sorunu esas olarak onun sorunu olmaktan -bir boyun eğişle- çıkmıştır.), karşı karşıya oldukları sınıfsal baskı ile (aynı şekilde tarih ile) bağlantılı ve onunla birlikte ikinci bir baskı altında kalmaları anlamına gelen kadın sorunu, cinsler arasındaki çatışma ve mücadele ile çözüme kavuşacak bir sorun da değildir.
Sermaye, cinsler arasında “eşitlik” iddiasında olsa da, egemen olduğu andan itibaren, “milli kültürü savunma” adına her türden ataerkil gelenek ve töre ile uzlaşır, bunları yaşatma, iktidarına dayanak yapma çizgisi izler. Sermaye toplumunun yapı taşını oluşturan “çağdaş” resmi aile, toplumdaki emek sermaye karşıtlığının bütün özünü ve çelişkisini yansıttığı gibi; kadının toplumun erkek cinsi karşısındaki ezilen cinsi olarak kalmasının da temelidir. (“Çağdaş” resmi aile kapitalist sömürüye dayanan üretim biçimi ile koşulludur ve toplumun modern (uzlaşmaz) sınıflı toplum olarak örgütlenmesinin temelidir.) Buna karşın, “cins eşitliği” iddiasındaki sermaye, aile ve toplumun örgütlenmesinde, en ilkel ataerkil töre ve gelenekleri son sınıra kadar kullanır.
Sermaye toplumu, tıpkı işçi sınıfının olduğu gibi; kadın cinsinin de, en modern ve ince yöntemlerle kaba çağdışı yöntemlerin iç içe geçtiği bir sömürü ve baskı biçimiyle ezilip sömürüldüğü bir toplumdur. Kadın erkek “eşitliği” bir yana; bu toplumda, eşitsizliğin bir biçimi de olan her kurum ve her gerici töre ve gelenek, savunucusunu bizzat sermayenin şahsında bulur. Toplumsal evrim ve mücadelelerin, gerici gelenek ve törenin ve öteki “kurum”larla birlikte resmi ailenin de temellerini oyması, aşındırması karşısında; sermaye ve gericiliğin, kadını köleleştiren töreleri, sürekli yüceltip yeniden canlandırdığı ve burjuva gerici kurumları “değişik” bir biçimde (içi boş, biçimsel sözde eşitlik) takviye eden önlemlerle yeniden dirilttiği, hayatın her alanında görülebilir.
Fakat kadın sorunu bakımından, öncelikle görülmesi gereken şudur: Sorun, nüfusun kadın kesimini kucaklayarak ortaya çıkmasına karşın, gerçekte işçi ve emekçi sınıfların kadın kesimlerini ezen, boğan bir eşitsizlik olarak gerçekleşir. Bu, başka şeylerle birlikte karşılığını, ezilen sınıf ve cinsin eyleminde elbette bulacaktı. Nitekim bulmuştur da. Yönetici sınıflar ve onların emekçi sınıflar üzerindeki egemenliği, toplumu olduğu gibi, kadın cinsini de giderek daha fazla ayrıştırmış; kendi sınıfından kadın kesimlerini, daha aşağılayarak da olsa giderek daha fazla yanına alırken; emekçi kadın kesimlerini (iş hayatına da çekerek), emekçi sınıfların erkek kesimlerinin yanına daha açık bir biçimde itmiş; toplumun yarısını oluşturan cinsin bütünün sorununu, emekçi kadın kesiminin sorunu haline getirerek, ezilen ve sömürülen sınıfların özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine kopmaz bağlarla bağlamıştır. İşçi sınıfının, tıpkı demokrasi ve bağımsızlık sorununda da olduğu gibi; kadın sorununun çözümünün de kendi üzerine kaldığını ve bu sorunu demokrasi programının bir yönü ve parçası haline getirmesi gerektiğini görmesi… Emekçi kadınların, kadın sorununun kendi sorunları haline geldiğini; çözümünün sermayeye karşı mücadele içindeki işçi sınıfının mücadelesiyle, ona katılmakla olanaklı olduğunu fark etmeleri ve bunu öz deneyle kanıtlamaları… Sermayenin kadın sorununa kazandırdığı özellik işte budur. Diyebiliriz ki, yüz yıldır kadın hareketine damgasını vuran ve onu karakterize eden olgular bunlar olmuştur.
Bu olgu yüz yıldan bu yana biliniyor ve bunu biz de biliyoruz, diye düşünülmemelidir. Zira kadınlar arasındaki çalışmada ortaya çıkan zaafların en önemlileri ve emekçi kadınlardan kopmaya yol açan en kaba hatalar, bu olguların özünün anlaşılamaması, salt “sözler” olarak “anlaşılması” ile ilgilidir. Ve dolayısıyla da, eğer laf olsun diye değil de gerçek bir emekçi kadın örgütü için çalışılacaksa; her türden kaba ve yüzeysel yaklaşım biçimlerinden kaçınmayı; aşağıdaki formülasyonların içeriğini derinlemesine anlama ve gereklerini her günkü mücadele içinde yerine getirmeyi başarmak zorunludur.
İlkin, emekçi kadın örgütü, herhangi “paravan” bir örgüt, piyasada örneği bolca bulunan herhangi bir “demokratik” örgüt olarak değil, öncelikle bir kadın örgütü olarak örgütlenmelidir. Onun platformu ve eyleminin çıkış noktasını ve en temel yönlerinden birini, kadın cinsinin hak eşitliği ve ezilen cins olma ile bağlı emekçi (işçi, köylü, memur, öğrenci, issiz ve ev kadını) kadın sorunları oluşturmalıdır, Bu olmadığı ve bunun gerekleri her günkü mücadele içinde doğru bir şekilde yerine getirilmediği takdirde, örgütün yetişkin kadın ve genç kız kitlelerini kucaklaması ve kitlesel bir kadın örgütü olması olanaksızdır.
İkincisi, emekçi kadın örgütünün platformunun çıkış noktasını ve en önemli iki yönünden birini, kadınların hak eşitliği ve ezilen cins olmanın emekçi kadın kesimlerinin yaşamında yol açtığı zorluklarla ilgili taleplerin oluşturulması gerekmekle birlikte, bu zorluk ve talepler, kendi alanının sınırları içinde çözülemez ve elde edilemezler. Kadın sorunu (hak eşitliği) ve emekçi kadın sorunları ancak, ülkedeki demokrasi (politik mücadele) mücadelesinin bir parçası, yönü ve talebi haline getirildiği oranda çözüm yoluna girebilir, işçi sınıfı, kadın sorununu kendi demokrasi ve özgürlük mücadelesi programının bir parçası olarak ele almak zorunda olduğu gibi; emekçi kadın kitleleri ve onların içinde örgütlendiği kadın örgütü de kendi sorun ve taleplerini, işçi ve emekçi sınıfların talepleriyle birleştirmek; bu sınıf ve tabakalarla birlikte demokrasi mücadelesi içinde olmak zorundadır. Kadın örgütü, kadın olduğu kadar emekçi ve demokratik bir örgüttür; platformu ve eyleminin temel iki köşe taşı ve yönünden bir diğeri de, emekçi sınıflarla birleşmesinde; cins eşitliği mücadelesini, demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle birleştirmesinde dile gelir.
Emekçi kadın mücadelesinin ve onun örgütünün platformu ve eyleminin içeriğini esasta burada iki noktada ortaya konulan talepler karakterize eder. Fakat eğer başarıya ulaşılacaksa, geçmişte olanın aksine, bu formülasyonlar (bunlar, başka biçimlerde de formüle edilebilir), örgüte gelenin okuyup “anlayacağı” ve “kabul edeceği” klişeler olarak ele alınmamalıdır. Bu platform, günlük akış içinde, kadın çalışmasının ve emekçi kadınların her günkü eyleminin yönünü çizen ve somut görevlerini veren bir platformu olmalıdır.
Günlük sınıf ilişkileri ve yaşamın gelişme seyri ile bu platform ve taleplerinin her gün gösterdiği özellikler doğru ve o günün gereklerine uygun kavranamadığında, kadın örgütünün gerçek bir örgüt olarak kurulabilmesi veya örgütün gerçek bir örgüt haline gelmesi olanaksızdır. Bu kavranmadığında, “devrimci demokrasicilik” adına kadın kitlelerinden kopma veya “kadın örgütü” olma adına ilkel bir “kadıncı”lık sınırında durgunlaşma açık ki kaçınılamaz olur.
Yukarıda, giderek acilleşen emekçi kadın örgütü ihtiyacından özellikle söz edilmişti. Eğer bu ihtiyaç başarıyla karşılanacaksa, ilk altı çizilmesi gereken “özel dikkat” noktalarından birinin, kadın örgütünün platformunun ele alınışında; bu platformun, kadınlar arasındaki günlük çalışmada ve kadın örgütlenmesinin her günkü çağrı ve eyleminde oynadığı rolde dile geldiğini unutmamak gerekir. Bu unutulduğunda, bir ihtiyaç olduğu giderek daha açık görülen ve bu ihtiyacı karşılama yeteneği bulunan bir kadın örgütü kurmak kesinlikle olanaksızdır.

CİNSLER ARASINDAKİ EŞİTLİK VE GÜNDELİK AJİTASYON
Kadın sorununun çözümünün, nasıl ve narımı tarihsel süreçte başarılabileceği bir yana; bu sorunun, erkek ve kadının toplumsal olarak eşit hale geldiği koşullarda sorun olmaktan çıkacağını söyleyebiliriz. Durum böyle olunca, hukuksal olarak hangi “eşitlik düzenlemeleri” sağlanırsa sağlansın, sermaye egemenliği koşullarında, bu sorunun gerçek bir çözümü olanaksızdır.
Kadın ve erkek cinslerin hukuksal ve toplumsal olarak eşitliği… Kadının, toplumda erkekle eşit bir statü ve pozisyon kazanması; toplumsal hayatın bütün yönlerinde erkekle fiilen eşit rol oynar hale gelmesi… Kadın sorununun özü budur ve bu, gerçek içeriği ile anlaşılamadığı zaman, ne kadar istek duyulursa duyulsun ve ne kadar çaba harcanırsa harcansın, örgütlenmesinde ve kurtuluş mücadelesinde emekçi kadına herhangi bir yardımda bulunmak bir hayaldir.
Bu gerçek, genelde kabul edilmesine karşın; kadınların örgütlenmesinin başarısızlığa uğramasının en önemli nedenlerinden biri de, herkesçe kabul edilen ve istekle savunulan bu gerçeğin özünün görülememesinde dile geliyor. Eşitlik sorunu, gerçek özü ve içeriği ile anlaşılmadığı içindir ki; kadınlar arasındaki ajitasyon, emekçi kadının güvenini sarsacak bir terslik göstermekte; olguları baş aşağı çevirdiği gibi, örgütü tecrit eden bir özellik de kazanmaktadır.
Kadın sorunu, kadın cinsiyle erkek cinsi arasındaki eşitlik sorunudur. Oysa bu eşitliğin, pratik çalışma ve ajitasyon söz konusu olduğunda, yanlış bir şekilde hemen, belli bir kadınla belli bir erkek arasındaki “eşitlik”; yani emekçi aile içinde erkek ve kadın arasındaki ilişkilerde (ve günlük yükümlülüklerde) “eşitlik” özelliği kazanıyor. (Kadının toplumsal olarak fiili eşit bir statü kazanmasının temel belirtisi, ev ve mutfak işlerinin ve çocuk bakımı vs. işlerinin toplumsal bir iş haline gelmesi ve toplum tarafından karşılanır olmasıdır. Gündelik ajitasyonda, bu çoğu durumda baş aşağı dönmekte, cins eşitliği ev işlerinin eşler arasında eşit olarak bölüşülmesi ve geleneksel olarak kadın işi olarak bilinen işlerin eşit paylaşımı biçimine bürünmektedir. Bu ilkel bir yanlıştır; ve ancak, ailesizlik dayatılmış olan ve bin bir sıkıntı içinde bulunan ailenin ve kadının boğulması rolünü oynayabilir. Ayrıca emekçi kadın sorununun burada, niyet ne olursa olsun emekçi erkeğe karşı mücadele sorunu özelliği kazanması kaçınılmazdır.) Cinsler arasında toplumsal olarak sağlanması gereken eşitlik, hiç girmemesi gereken alana sokuluyor; böylece de aslında, toplumsal olarak sağlanması gereken eşitlik mücadelesi yön değiştiriyor; sınıfsal mücadeleye bağlanması ve amacına ulaşması olanaksız hale geliyor.
Şu artık görülmelidir: Cinsler arasında, toplumsal olarak sağlanması gereken eşitliğin, birey kadınla birey erkek arasındaki “eşit” ilişki olarak ele alınması, en basit anlamıyla emekçi kadınları, emekçi erkek kesimleriyle (hem aile içinde ve hem de toplum içinde) mücadeleye yöneltmek anlamına gelir. Kadıncı ve feminist akımların “çözümü”nü desteklemek ve sermayenin aileyi “liberalleştirme” eğilimindeki “liberal” kesimlerinin gelenekçi burjuva aileye yönelttiği sözde “eleştiri” sınırında durmak. Eşitlik sorununu, toplumsal alandan alıp, aile içi kadın erkek ilişkisine koymanın anlamı, çok önemli başka şeylerin (aşkı tümden olanaksızlaştırma ve inkârın) yanı sıra, işte bunlarda dile gelir.
Burjuva liberalleri, kadıncı hareketler ve feminizmin çeşitli türleri, kadın hareketini salt kadın “sorunu”nda sınırlayıp, erkek cinsle “rekabet’e mahkûm ederek güdükleştirir. Bunların sözde “çözüm”leri, kadınların elde edecekleri birtakım hukuksal “eşitlikler”le, kapitalizm ve sınıflara bölünmenin egemen olduğu ve bunların “ahlaki” görüldüğü bugünkü toplum içindedir. Hal böyle olunca, bu akımların çizgi ve tutumundan gerçekten ve pratik olarak ayrılmayı başaramamış bir çizgi ve tutum ve sağlam bir kavrayış temeline oturmamış bir propaganda ve ajitasyon çalışması emekçi kadın hareketi için bir yıkım olur.
Cins eşitliğini burada verilen biçimde ele almanın sonuçları görülemez midir? Bu mutlaka görülmelidir; zira bu yanlışın en önemli sonuçlarından biri, kadın hareketinin, işçi ve emekçi hareketiyle bağlantısı ve ortak mücadelenin bütün olanağının bitirilmesi; hareketin liberal kadıncı, feminist bir hareket olmaya teşvik edilmesi demektir. Ki bu, herhalde istenmeyen bir şey olmalıdır.
Kadın erkek eşitliğini, eşler arasındaki ilişkilerdeki “eşitlik” olarak ele almanın sonucu, sadece bu söylenenlerle sınırlı değildir; bunlarla doğrudan ilgili olmakla birlikte bunun daha özel sonuçları da vardır ki bunlar da hayati önemdedir. Sorunun önemi, kendiliğinden anlaşılabilir. Birey kadın ile birey erkek (aile) arasında “eşitlik” koşulu, aşkı baltalamak anlamına gelir; emekçi aileye dayatılmış ailesizliği, aşkı sözde “eşitlik” adına baltalayarak ve öldürerek kabullenmekten başka bir rol oynamaz. Bu aslında, kadıncı akımların ve feministlerin savunduğu; sermayenin de, gelenekçi ailenin çözülme belirtisi gösterdiği yerde gündeme sürdüğü sözde “çözüm”den başka bir şey değildir. (Eşitlik sorununu böyle ele almamız, açık ki kadının, toplumda ve aile içinde verdiği işi ve yeri kabullenme, doğru, meşru ve ahlaki görme anlamına gelmez. Aksine, kadının pozisyonunun değişimi ve ezilmişlikten kurtuluşu mücadelesi sorununu böyle koyduğumuzda, gerçek temelini bulacak, daha da güçlenecektir. Öte yandan “eşitlik” bir sözleşme, bir ölçüdür; bir anlamıyla “sen şu kadarsa ben bu kadar” kategorisidir. Aşk denilen şey ise, “eşitlik”in bittiği yerde başlar. Aşkın, olanaklı biçimiyle daha çok emekçi ve proleter ailelerde görülmesi, eşler arasına “eşitlik”in en az girmesindedir.)
Kadının erkek karşısındaki toplumsal olarak eşitliği (fiili eşitlik), toplumdaki kadın sorununu kuşkusuz ortadan kaldırır; aynı zamanda, eş seçiminde asli faktörlerin rolünü güçlendirir, belli kadın ile erkek arasındaki aşkın varolma, güçlenme, kendini sınama ve yenileme olanağı bulmasının koşullarını genişletir ve yeniden oluşturur vs. Ama bu, birey kadınla birey erkek (aile) arasındaki ilişkinin “eşitliğe” dayanması (hak eşitliği, hukuksal ve toplumsal olarak fiili eşitlikten başka bir şey) olmadığı gibi; aile içi yaşam ve temeli olması gereken aşk ilişkisi de “eşitlik” temeli üzerine oturmaz. Aşkın üzerinde şekillendiği ve gelişme olanağı bulduğu temel, “eşitlik” değil, özgürlüktür. Öte yandan, sermaye egemenliği altında özgürlüğün olanaksız olması, kadın ve erkek bireylerin aralarındaki aile ilişkisini, “eşitlik” esası üzerinde şekillendirmeleri ve bunun “doğru” görülmesi anlamına gelmez.
Marksistler, kadın sorununu, kadın cinsinin hak eşitliği ve toplumda fiilen erkekten ayrı olmayan bir yer tutması sorunu olarak gördükleri gibi, kadınların kurtuluş mücadelesinin ancak, işçi ve emekçi hareketine bağlandığı oranda başarı kazanacağını söylerler. Ayrıca, emekçiler arasında eş seçimi ve aile ilişkisinin, “eşitlik” üzerinde, bir “eşitlik” ilişkisi olarak “gelişmesi” için ajitasyon yürütmezler; aksine onlar, kadın ve erkek arasında paylaşma ve dayanışma duygularının gelişmesini teşvik ederler; bunun gerçek olmasının olabilir en iyi yolunu da, onların toplumsal ve politik yaşama ailece katılmalarında bulurlar.
Kadın sorununun, aslında emekçi kadın sorunu; kadın cinsinin erkek cinse karşı mücadelesinin bir sonucu olarak değil, emekçi kadın ve erkeğin sermayeye karşı birlikte mücadelesiyle çözülecek bir sorun olduğu dikkate alındığında, eşitlik ve kadın sorunu arasındaki ilişki aşk ve aile sorunları nedeniyle de önem taşır. Sermaye düzeni, aile oluşumunu ve birey kadın ve erkeğin eş seçimini, her ne kadar ikincil faktörlere dayandırsa bile, bu faktörler genç emekçi kitleler ve proleter aileler arasında, etkilerini sınırlanarak gösterirler. Kadının ezilen cins olmasından yola çıkarak; sözde kadın sorunu adına, birey kadın ve erkek ve aile arasındaki ilişkilere, kendisi de kapitalist ve yarın da kapitalist kalıntısı olacak olan “eşitlik ilkesi”nin yön vermesi propagandası yapılmaz. Emekçi aileler ve genç emekçi kuşaklar arasında, aile yaşamı bakımından yapılacak propaganda ancak, paylaşma, dayanışma, toplumsal politik hayata ortak katılış ve mücadelenin değerleri vs. olabilir. (Emekçiler arasındaki propagandada, yanlışlar ve eşlerini birbirine karşı kışkırtan ve pazarlığa sokma anlamına gelen çağrılar öyle ileri götürülüyor ki, sanki sermayenin suçu yok ve kadının aile ve ev içindeki çaresizliklerinin bütün sorumluluğu eşinin üzerindedir. Bu, üçüncü biri olarak aile içine burnunu sokmasın diye mücadele ettiğimiz devletle aynı paralele düşmek kadar gericidir. Erkek emekçilerin, eşlerinin cins eşitliği mücadelesine katılacak ve onların toplumda kendinden daha fazla saygın bir yer sahibi olmasını yürekten isteyecek değer ve sağduyuya sahip kişiler olduğuna, bunda herhangi bir yanılgı payı aramamak gerektiğine baştan güven duymak gerekir.) Emekçi kitlelerine reva görülen ailesizliğe karşı mücadele ve kadının ailedeki kötü durumuna karşı mücadele, ancak bu alanda verilebileceği gibi; kadınların uyanışı, hareketin emekçi temelde gelişmesi ve halk hareketine bağlanması da ancak bu yoldan başarılabilir. Aile yaşamını ve aşkı, bireylerin karşılıklı “eşitliği” ile koşullu kılmak, kadının köleliğini bir tür savunmak da demektir.
Sol akımların, kadın sorununa yaklaşımlarını ve emekçi kadın kitleleri arasında yürüttükleri “ajitasyonu” irdelediğimizde, bu sorunlar üzerinde ciddi zaaflar içinde olduklarını ve esasta kendilerini, marjinal “sosyal” tabakalar dışındaki geniş kitlelerden tecrit eden bir “çalışma” yaptıklarını görmemiz hiç de zor değildir. Solun bu durumundan ve geçmiş çalışmadan ders çıkarmak elbette ki zorunludur. Kadın ve erkek arasındaki eşitlik sorunundaki geleneksel ele alıştan kurtulmak ve sorunu doğru, özüne uygun kavramak hayati önem arz eder. Bunun nedenleri, yukarıda temel yönleriyle konulmuştur. Burada görevimizin, emekçi kadın ve erkeği “eşitlik” adı altında birbirine karşı kışkırtmak değil; aralarında paylaşma ve dayanışma duygularının ve sermayeye karşı ortak mücadele anlayışının gelişmesini teşvik etmek ve bunu örgütlemektir. Kadınlar arasındaki çalışmada, yeni ileri bir adım atarken; eğer başarı kazanmak istiyorsak, altını çizmemiz, öğretici dersler almamız gereken önemli dikkat noktalarından biri de işte buradadır. Bu sorunun; yani kadın sorununda kaymalara vesile yapılan eşitlik sorununun doğru anlaşılması, ileri bir adım atmanın olanaklarını baştan kaybetmemek için özellikle zorunludur.

ÖRGÜTLENME ÇİZGİSİ VE ÇİZGİDE TUTARLILIK
Kadınların örgütlenmeliyle ilgili olarak, belirlenmiş, tutarlı bir örgütlenme çizgisine sahip olmayı ve bu çizgide ısrar etmeyi de göz ardı etmemek gerekiyor. Yukarıda ele alınmış olan sorunlar kuşkusuz, kadınların uyanışı ve örgütlenmesindeki önemli sorunlardır. Fakat çalışmanın doğru bir temele oturtulması ve kitlesel bir emekçi kadın örgütüne ulaşılabilmesi için; kadınlar arasındaki çalışmanın ve kadın hareketinin karakteri, içeriği ve hedefleri vb. ile ilgili olan sorunların doğru ele alınışı, yetmez. Çalışma ve örgütlenme sorununda da, dikkat noktaları belirlemek, bunları işin ölçüsü yapmak da gerekmektedir.
Öncelikle bilinmelidir ki, kadın örgütü devrimci veya Marksist kadınların örgütü değildir. Devrimci ve Marksist kadınların katılmasının önünde bir engel bulunmamasına karşın, kadın örgütü emekçi kadın kitlelerinin örgütüdür. Türkiye’de, kadın örgütü denildiğinde, bu örgüte bütün devrimci, Marksist ve partili kadınların mutlak katılmaları; bu örgütleri kendi, daha çok da kendi “devrimci örgütleri”nin “örgütleri” haline getirerek (EKB dönemleri ve her “devrimci” örgütün kurduğu kadın örgütlerinin acı sonları unutulamaz) kitlelerden koparmaları ve yıkıma sürüklenmeleri neredeyse bir gelenektir.
Geçmişteki çalışma ve deneylerin olumlu yanları benimsenirken, olumsuz yönleri görmezden gelinemez. Kadınların bulundukları ve çalıştıkları birim ve alanlarda (mahalle, fabrika ve İşyeri vs.) çalışan devrimci ve partili kadınlar, bu birim ve alanlardaki kadın çalışmasının başlangıçtaki yürütücüleri ve katılımcıları (sorumlu olarak görevlendirilmişlerin dışındakiler, çalışmanın öteki yönleri üzerine aldıkları parti görevlerini aksatmamalı) olmalıdırlar. Ne var ki, oradaki kadın grubu, bu devrimci kadın ve genç kızların örgütü olarak şekillenmemeli; tam aksine, yürütülen çalışma sonucunda çalışmaya ve örgütlenmeye katılmış düz emekçi kadınların örgütleri olarak şekillenmelidir.
Burada, gözden kaçmaması ve dikkat edilmesi gereken şey bellidir: İlkin, devrimci ve partili kadınlardan özel görevli olanların dışındakiler, sözgelimi sendikadaki, işyerindeki ve semtteki parti görevini aksatmadan ve sorumlulukla sürdürmeli; kadın örgütüne bir kadın emekçi üye olarak katılmalıdır. İkincisi, kadın örgütü, örgütün dayanması gereken birimlerdeki (fabrika, işyeri, okul, mahalle vs.) devrimci, Marksist ve partili kadın ve genç kızların örgütü değil, genç ve yetişkin geniş uyanan kadın işçi ve emekçilerin gruplar halinde örgütlendikleri, eğitim gördükleri ve eyleme girdikleri bir örgüt olmalıdır. Ayrıca emekçi kadın örgütünün, işçi ve emekçi kadınların fabrika ve işyerindeki sendikalardan, ev kadınlarının mahalledeki halk örgütlerinden ve genç kızların gençlik örgütleri vs. den kopmalarına yol açan, bu örgütlerin yerini alan bir örgüt değil, tam aksine onların bu örgütlere ve partilerine daha aktif, enerjik ve ileriden katılmayı öğrendikleri bir örgüt olduğu da unutulmamalıdır.
Genel olarak örgütsel çalışmanın ve emekçi kadın örgütlenmesinin zengin tarihi deneyimi bir yana; yakın dönemlerin olguları bile gösteriyor ki, kitlelerin örgütlenmesi ve örgütlerini girişkenlikle yönetmesi karşısındaki tutumun bir ifadesi de olan çalışma ve örgütlenmenin gelişme çizgisi ve izlediği rota vs. de önemlidir. Kadın örgütünün nerelere dayanacağı, çalışmanın nasıl gelişeceği, örgütün gelişme ve merkezleşmesinin nasıl bir yol izleyeceğinden söz ediyoruz.
Emekçi kadın örgütü de, bütün öteki devrimci örgütler ve işçi ve emekçi kitle örgütleri gibi, belli birimlerde kurulan örgütlere dayanabilir. “Dernekçilik” geleneği (bir yönetim ve çevresinde örgütsüz, birimlerden, düzenli birim görevlerinden bağımsız dernekçi bir yığın) köklüdür; bu nedenle de örgütün belirli birim temeline dayanmasına özel dikkat göstermek gerekmektedir.
Kadınların çalıştığı fabrikalar başta olmak üzere atölyeler, işyerleri, sendikalar, mahalleler, okullar ve üniversiteler; buralarda oluşmuş ve oluşacak olan emekçi kadın ve genç (işçi, işsiz, öğrenci) kız grup (bir birimde çok grup olduğunda aynı zamanda bunları merkezleştiren komiteler) ve örgütleri… Kadın örgütünün birimleri; yani temel çalışma ve örgütlenme alanları, bütün dikkatini toplayarak çalıştıracağı; çalışmada ve eylemin örgütlenmesinde dayanacağı örgütler bunlardır. Emekçi kadın örgütü, eğer gerçek bir kitle örgütü ve aynı zamanda gerçek bir mücadele aracı olacakça: bir “kitle” oluşturan ve bir birime bağlanma koşulu bulunmayan “sol” kadın çevreleri içinde boğulmaktan kaçınmayı, çalışma ve örgütlenmesini burada sayılan birimler temeline oturtmayı başarmak zorundadır. Aksi takdirde, emekçi kadının benimseyeceği; kitlesel katılarak kitleselleştireceği bir kadın örgütü kurmak olanaksızdır.
Çalışma ve hareketin gelişme seyri, bilindiği gibi pek çok yönüyle bizim irademizin dışındaki faktörlerce belirlenir. Burada sorun, bu irade dışı faktörlerin gelişim seyrini iyi izleme sorunudur. Örgütün merkezileşmesinin alacağı biçim ve izleyeceği rotanın, nispeten başka etkenlerle, nispeten de iyi izlenmesi gereken bu irade dışı faktörlerle ilgili biri olduğu ise, bir sır değildir.
Geçmişte pek çok nedenle, bu çalışma ve örgütün merkezleşmesi sorununa yanlış yaklaşılmış ve sonuçta da yanlış bir yol izlenmiştir. Bunun tartışılmasının yeri burası değil. Taşıdıkları önem nedeniyle şunları vurgulamak daha gerekli. Çalışma her zaman, yukarıda verilen temel birim ve alanlara yönelmeli; emekçi kadın kitleleri arasındaki faaliyet her zaman temel ve en önemli çalışma olarak görülmelidir. “Genel çalışma”dan kaçınmak gerektiği gibi; merkezi veya nispeten merkezileşen (bugünkü haliyle deney alışverişi, materyal hazırlığı vs.) ve emekçi kadın fonksiyonerler arasında yapılan (eğitim çalışması) bütün çalışmanın kiüeler arasında yürütülen, uyandırma, aydınlatma ve örgütleme çalışmasının ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülmesi de güvenceye alınmalıdır. (Kadın görevlilerden söz etmemiz, kadın çalışması ve emekçi kadının örgütlenmesine yardım sorununda erkek kişilerin görev alamayacağı anlamına gelmez. Burada, sorunun tabiatı ve tipik olan üzerinden gittik. Erkek görevliler, Kadın örgütü içinde yer almamalı, ama gereken her yerde kadın çalışmasına katılmalıdırlar.)
Öte yandan, çalışmanın merkezleşmesi (konuya ilgi gösterme -bu merkezi olmalıdır- ile değil, örgütlenmesi ile ilgili) derecesi hareketin ve örgütlenmesinin merkezleşmesinin seyri ve gelişme derecesiyle bağlıdır ve örgütün merkezleşmesindeki gelişmenin bir adım önünde gitmelidir. Kadın örgütünün merkezleşmesindeki adımlar, daha önce yanlış bir şekilde tersinden atılmıştır; yeni bir başlangıç yaparken bu yanlıştan mutlaka kaçınılmalıdır.
Bir kitle örgütünün merkezileşmesi, her zaman kitlelerin hareketlenme derecesi ve yerel örgütlenmenin gelişmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Örgütün merkezileşmesinin amacı, tabanda örgütlenmiş olan kitlelerin yaşam, irade ve eylemini birleştirmekten başka bir şey değildir ve bütün anlayış ve pratiğimiz, buna uygun olarak gözden geçirilmek, arındırılmak zorundadır. Ayrıca, özellikle büyük kentlerde, merkezileşme deyince ilk akla gelen, hemen il düzeyinde merkezileşme olmaktadır ki, bu yanlıştır, açıkça düzeltilmesi gerekmektedir.
Büyük kentler, adeta bir ülke gibidir; bu nedenle de, kadın örgütünün bu iller düzeyindeki merkezileşmesi çok değişik yollar izleyebilir. Temel önemi birim çalışmasına verirken, merkezileşmeyi ilçeler düzeyinde ele alma zorunluluğu… Büyük kentlerin bugün bize dayattığı zorunluluk budur. Ve kadın örgütü, eğer gerçek bir kitle örgütü olacaksa; birim temeline oturması esas olmakla birlikte, her biri özgün yerel renklere sahip olan ilçelerin yerel özellikleriyle de yoğrulmak; bunu başarmak için de (her biri büyük bir il olan) ilçe düzeyindeki merkezileşme üzerinden gelişmek ve örgütlenmek zorundadır.
Öte yandan şu da önemlidir ki, kadın örgütünün dayanacağı taban örgütleri içinde ve çalışmayı yürütüp merkezileştiren emekçi kadın görevliler arasında, düzenli politik eğitim yapma asla ihmal edilemez. Zira bu ihmal edildiğinde, emekçi kadın kitlelerinin uyanışının öne sürdüğü ileri kadınlar, çalışmayı örgütleyecek, örgütü yönetecek asgari formasyonu kazanamazlar. Ki bu gerçekte, emekçi kadın kitlesinin, örgütü kendi örgütü olarak benimsemesinin zorlaşması, örgütte geleneksel “solcu” kadın örgütü havasının, anlayış ve pratiğinin egemen olması ve kitlelerden hızla kopması demektir. Emekçi kadın karşısındaki sorumluluk asla unutulmamalı; parti organları çalışmanın öteki yönlerini olduğu gibi, eğitim yönünü de özenle gözetmelidir.

SONUÇ
Örgütlenme ile ilgili olarak daha pek çok şey söylenebilir. Fakat buna bir gerek bulunmamaktadır. Zira kadınların örgütlenmeleri, özgün yönleri bir yana bırakılırsa (ki önemli olanlarına değinilmiştir), genel olarak örgütlenme sorunlarıyla fazlaca bir farklılık göstermez. Örgütte demokrasi ve merkeziyetçilik ve sorunları örgüte mal etme çizgisi gibi sorunlar ve kitle çalışmasının öteki sorunları üzerine ayrıca ne söylenebilir? Açık ki, örgüt çalışmasının materyalleri, kadınlar arasında çalışan ve çalışmak isteyen her kişiye yardım edebilir durumdadır. Dolayısıyla da bugün sorun, şunu veya bunu “tartışma” sorunu değil bir ucundan da olsa işi sıkıca tutma sorunudur.
Burada sadece şunu söyleyerek son verelim: Ülke seçim ortamında ve sermaye partilerinden kopuşu en derin olan ve en fazla öfke duyan kesimlerin başında emekçi kadınlar gelmektedir. Kendi ağır sorunlarına duyduğu tepki ile yetiştirdiği yeni kuşakların yaşadığı baskıya karşı artan nefreti ve geleceğine duyduğu endişeli ilgi ile emekçi kadın tabakaları, örgütlenmeye bugün her zamankinden fazla ihtiyaç duydukları bir konumda bulunmaktadırlar. Şu seçim dönemi bile, kadınların örgütlenmesinde ileri bir adım için yeterli olabilir.

Şubat 1999

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑