Enflasyon Ve Enflasyon Kuramları

Enflasyon, “fiyatlar genel düzeyinin hızlı ve sürekli bir biçimde yükselmesi” olarak tanımlanır. Buna göre, belli bir dönem içinde fiyatların veya herhangi bir şeyin fiyatının bir kez yükselmiş olması enflasyon değildir. Dolayısıyla enflasyon, bir süreçtir ve ekonomide herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve sürüp giden bir dengesizliğin göstergesidir. Bu anlamda enflasyon oranı, mal piyasasında var olan dengesizliğin bir ölçüsüdür.
Enflasyonla birlikte ekonomide, o anda varolan gelir bölüşüm kalıpları, bunun sonucu olarak tüketim kalıpları ve yatırım kalıpları bozulur. Bu sürecin önüne gecikmediği, enflasyonun durdurulamadığı, hiç olmazsa katlanılabilir düzeyde indirilemediği durumlarda, ekonomik çöküntülere, toplumsal çalkantılara ve sonunda siyasal patlamalara neden olur,
Enflasyonun hangi nedenlerle ortaya çıktığına ilişkin birbirinden değişik kuramsal açıklamalar ve bunlara bağlı olarak da enflasyonu durdurmaya yönelik her kuramsal modelin önerdiği değişik politikalar vardır. Toplumsal her konuya olduğu gibi, enflasyon konusuna da kişiler, kendi dünya görüşlerinin çizdiği çerçeve açısından bakarlar. Bu nedenle herhangi bir kişinin, enflasyonun nedenini nasıl açıkladığı ve dolayısıyla enflasyonu durdurmak için hangi önlemlerin alınmasını önerdiği, onun siyasal görüşünü de ortaya koyar.
Bu yazı, enflasyonun nedenlerini, fiyat artışlarını önlemek için uygulanacak politikalar ve bu politikalar saptanırken nelerin dikkate alınması gerektiğini irdelemek amacıyla hazırlanmıştır.
Bu amaçla ilk önce enflasyon, belli başlı iktisat kuramları içinde nasıl tanımlanmış, yine bu kuramların enflasyonu durdurmaya yönelik politika önerileri neler olmuş, enflasyonun önlenmesi amacının, ekonomi politikanın diğer hedefleri ile çatışması ele alınıyor.

ENFLASYON KURAMLARI
1- KLASİK OKULUN GÖRÜŞÜ;

Fiyatlar genel düzeyindeki artışın, para miktarındaki artışa bağlı olduğu görüşüdür. Bu kuramı ilk ortaya atan kişi J. Bodin’dir. J. Bodin, 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan hızlı fiyat artışlarının en belli başlı nedenini, altın ve gümüş sunusundaki (arzındaki) artışa bağlamıştır. Merkantilistlerin gözlemleyip, formülleştirdiği paranın miktar kuramı, D. Ricardo’da kesin anlatım bulmuştur. Bu kuramın, belli başlı savunucuları, J. Bodin, D. Hume, J. Stuart Mill, Cantillon, D. Ricardo ve Fisher olmuştur.
D. Hume’un altın para rejiminde kendiliğinden işleyen mekanizmanın, herhangi bir müdahale gerektirmeksizin ödemeler bilânçosundaki dengesizliği gidereceği görüşünü D. Ricardo, kesin bir biçimde belirtmiştir. Buna göre, saf altın para rejiminde her ülkenin para stoku altından oluşur.
Kambiyo kuru da ülkelerin para birimlerinin içerdiği, altın miktarlarının karşılıklı oranlarına göre belirlenir. Kambiyo kuru altın giriş ve çıkış noktaları arasında sabittir. Açık verme durumunda, kambiyo kuru yükselir, bu durumda yabancı ülkeye altın göndermek ve onu yabancı paraya çevirtmek daha kârlı olur. Açık veren ülke altın kaybeder, fazla veren ülke altın kazanır. Ülkede altın sunusu arttıkça, para sunusu artar; azaldıkça da azalır. Bunun sonucu olarak fiyatlar genel düzeyi sırasıyla yükselecek veya düşecektir. Fiyatlar genel düzeyi yükseldiğinde dışalım özendirilmiş, dış satım azalmış olacak, tersi durumunda dışsatım özendirilmiş olacaktır.
Böylece, piyasanın kendiliğinden işleyen mekanizması yoluyla ödemeler bilânçosu kendiliğinden dengeye gelecektir.
Miktar kuramı görüşü, iki ayrı yaklaşımla ve denklemler yardımıyla açıklanmıştır.
Birincisi, Fisher’in “değişim denklemi”, diğeri “Cambridge denklemedir.
Değişim Denklemi Yaklaşımı:
Denklemi ilk defa Fisher 1897’de ortaya koymuş, daha sonra 1911 yılında yayınlanan “paranın satın alma gücü” adlı yapıtında son biçimini almıştır.
Fisher, miktar kuramının açıklanmasında kullandığı denklemde,
M.V= P.T değişkeni kullanmıştır.
M = para miktarı
V= paranın el değiştirme hızı
P= ortalama fiyat
T= alınıp satılan mal ve hizmet miktarıdır.
M.V= değişim denkleminin para yanını gösterir.
P.T= değişim denkleminin mal yanını gösterir.
M.V= p1q1+p2q2+..+pnqn’den oluşur,
p1= malın ortalama satış fiyatı
q1= satın alınan mal miktarı’dır.
Bütün p’lerin birleşik ortalaması P, bütün q’ların toplamı T olursa, denklem; M.V= P.T halini alır.
Mevduatı da içine alacak şekilde denklem genişletilirse; M.V+M’.V’=P.T şeklini alır.
M= para miktarı
M’ – mevduat
Fisher’e göre, “paranın miktar kuramı kısaca şudur: (el değiştirme hızı ve ticaret oylumu aynı kalmak koşuluyla) para birikiminin sayısını artırdığımız zaman fiyatlarda aynı oranda yükselir.
M’deki artış M’ miktarını daha fazla oranda artırır.
Yine V yi ve V’ yü hızlandırır.
M deki artış geçiş döneminde T üzerinde artırıcı etkide bulunacaktır. Tek pasif değişken “fiyat düzeyi”dir.
M deki artış, fiyatları aşamalı olarak artıracaktır. Fiyatların yükselişini, faiz oranı yükselmesi izleyecektir. Kazançlarının artmasından cesaret alan girişimciler, daha çok borçlanacak, sonuçta mevduatları, para miktarına göre artacaktır. Bu da fiyatların yeniden artmasına neden olacaktır. Böylece fiyatların az miktarda yükselmesi, kendi kendine yineleyen olaylar dizisini harekete geçirecektir.
Otonom değişken (M) de bir azalma olduğunda, fiyatlar düzeyinde M deki azalma oranında bir düşüş gerçekleşip, denge yeniden kuruluncaya kadar birbirini izleyecek olaylar dizisinin tersi olacaktır.
Cambridge Denklemi Yaklaşımı:
Cambridge denklemini Marshall (1923) ve Pigon (1917) ortaya koymuştur.
M= kPT
M= para sunusu
k= para miktarı ile alışveriş oylumu arasındaki oran
P= fiyatlar genel düzeyi endeksi
T= reel alışveriş oylumu
kPT= para istemidir.
P=M/kT denklemi bu şekilde yazılırsa, fiyatlardaki değişmelerin para sunuşundaki veya toplumun reel para istemindeki değişmelerden ortaya çıkabileceği görülür.
k= kuramsal bir etmen,
T= ekonominin sahip olduğu kaynaklarla sınırlı, dolayısıyla, reel para istemi kısa dönemde sabit olacaktır. Bu durumda para sunuşundaki değişmeler, fiyatları da aynı yön ve oranda etkileyecektir.
Para sunuşundaki bir artış, elde tutulan paranın marjinal faydasını düşüreceğinden, herkesin elindeki fazla parayı elinden çıkaracağı, dolayısıyla mal ve hizmetlere olan istemlerin artacağı, sonuç olarak da bunların fiyatları yükselteceği söylenebilir.
Görüldüğü gibi;
Miktar kuramı, uzun dönemde para miktarı ile fiyatlar genel düzeyinin aynı yön ve oranda değişeceğini belirtmektedir. Bu yargıya varırken öteki şeylerin aynı kalacağı varsayımına dayanmaktadır.
Ancak, bu varsayımla doktrin “bilinenin belirtilmesi” biçimini almaktadır. Öte yandan para miktarındaki değişmenin yol açtığı fiyatlar genel düzeyindeki değişmenin dinamik yolunu gösteren hiçbir şey miktar kuramınca belirtilmemektedir.
Çünkü klasik iktisatçılara göre;
a) Para, ancak alışverişi kolaylaştıran bir araçtır. Sadece alışveriş güdüsü ile istenmektedir ve para isteminin faiz esnekliği yoktur. Elde tutulan para gelir getirmediğinden “akıllı kişiler” ellerinde atıl para tutmazlar.
b) Tam yarışmacılık geçerlidir, dolayısıyla fiyatlar esnek olduğundan bütün artırımlar yatırıma gider, üretimden sağlanan gelirin etmenler arasında paylaşımı ve etmen gelirler hemen istem olarak piyasaya yönelir. Efektif istem yetersizliği yoktur, “her sunu, kendi istemini yaratacak” biçimde özetlenen J.B. Say’ın (“çıkışlar yasası”, “Mahreçler kanunu”) geçerli olacak ve dolayısıyla tam istihdam üretim düzeyine otomatikman ulaşılacak ve para ekonomik olayların üzerinde bir peçe olarak kabul edilecektir.
Klasik okula göre, enflasyonun tek nedeni, para sunuşundaki artıştır.

2- KEYNESYEN OKULUN GÖRÜŞÜ
Keynes, 1929 dünya ekonomik bunalımını yaşadıktan sonra, klasiklerin ileri sürdükleri gibi, ekonominin tam istihdam halinde olmadığını, artan işsizlik ve dengesizliklerin piyasa mekanizması tarafından otomatikman giderilmesinin mümkün olmadığını, ücret ve fiyatların aşağı doğru esnek olmalarının tam istihdam sayılacağı görüşünün doğrulanmadığını, faiz oranının, kaynakların tam kullanımını gerçekleştirecek biçimde yatırımı ve artırımı birbirine eşitleyeceği görüşünün yanlış olduğunu söyler.
Para miktarının “nötr” bir değişken olmadığını, spekülatör güdü ile yapılan para isteminin olduğunu, dolayısıyla, paranın örtü olmadığı, tam tersine ekonomik yaşamda çok önemli bir etmen olduğunu kabul eder.
1936 yılında Keynes’in yazmış olduğu “Faiz, Para ve İstihdam Genel Kuramı” adlı kitabında, klasiklere karşı yapılan eleştiriler kuramsal bir bütünlüğe kavuşturulmuştur.
İlk defa ABD’de başkan Roosevelt tarafından “NEW DEAL” politikası ile de pratikte kullanılmıştır.
Keynes, istem ve sunu yönünden gelen etkilerin birlikte, fiyatların genel düzeyindeki artışları başlatıp sürdürebileceğini ortaya koymuştur.
Keynes, “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Kuramı” adlı yapıtının önsözünde temel görüşlerini şu şekilde açıklamıştır:
“Aşağıdaki analiz, benim bir zamanlar düşüncemi karıştıran miktar kuramının karışıklığından kesin uzaklaşışımı belgelemekledir Ben bir bütün olarak, fiyat düzeyinin tümüyle bireysel fiyatlarla benzer biçimde, yani sunu ve istemin etkisi altında, belirlendiğini kabul ediyorum. Teknik koşullar, ücretlerin düzeyi, fabrikanın ve işgücünün kullanılmayan kapasitesinin büyüklüğü ve piyasaların ve yarışmacıığın durumu, bireysel ürünlerin ve bir bütün olarak ürünlerin sunu koşullarını belirler. Bireysel üreticilerin gelirlerini sağlayan girişimci kararları ve bu bireylerin, bu gibi gelirlerini kullanışı konusundaki kararları, istem koşullarını belirler ve fiyatlar, hem bireysel fiyatlar, hem de fiyat düzeyi, bu iki etmen sonucu olarak ortaya çıkar,
Para ve para miktarı, işin bu aşamasında direkt etken değildir. Onlar görevlerini, analizin daha önceki bir aşamasında yapmışlardır. Para miktarı, likit kaynakların sunusunu ve dolayısıyla faiz oranını ve öteki etmenlerle birlikte (özellikle güven duygusu) yatırımı belirler. O da gelirin, ulusal ürünün ve istihdamın genel düzeyini saptar ve (her aşamada öteki etmenlerle birlikle) fiyat düzeyi bir bütün olarak sunu ve işlemin etkileri yoluyla böylece oluşur.”
3- ÇAĞDAŞ PARASALCI OKUL
Çağdaş parasala görüşü, M. Friedman’ın önderliğini yaptığı Chicago Okulu ortaya koydu. Friedman’a göre çağdaş yazarların çoğu, fiyat artışlarını değişik nedenlere bağlamaktaydılar. Yatırımların tasarrufları aşması, işçilerin ücretlerini artırması, girişimcilerin kârların artırması, diğer şeylerin üretiminde gerçekleştirilen artış kadar yiyecek üretiminin artırılmaması, gösterilen nedenlerin bazılarıydı. Ancak bunların fiyat artışlarına yol açabilmesi için para stokunda bir artış sağlamaları gerekirdi. Friedman’a göre bu açıklamaların iki ana nedeni vardı. Birinci neden, birey için doğru olanın, toplum için doğru olanla karıştırılması eğilimidir. Fiyat artışları olayında her birey için fiyat yükselmesi, para stokunun artması ile ilgili değildir. Bir birey olarak girişimcinin, maliyetleri yüksek ürünlerini daha yüksek fiyattan satabileceğini görmesi sonucu fiyatları yükseltir.
İkinci neden, günümüzde para sunusunu artırma konusunda hükümetin tekel durumunda olmasıdır.
Böylece, gerçek suçlu olan hükümet, kârın artırıldığı gerekçesiyle, girişimciyi, ücret artışları nedeniyle sendikaları, yiyecek üretimini artıramadığı için çiftçiyi suçlayabilmektedir.
Entelektüel düzeydeki suçlu ise, Friedman’a göre, ekonomik analizlerde paranın rolünün azaltılmasına neden olan Keynes’çi devrimdir.
4- YAPISALCI OKUL
1950’lerde, yinelenen başarısızlıklar, fiyat artışlarının nedenleri ve buna karşı alınacak önlemler konusunda yeni bir tartışma başlattı. Bu tartışmanın bir yanında parasalcı görüşü savunan Uluslararası Para Fonu (IMF), diğer yanda fiyat artışlarını yapısal nedenlere bağlayan Birleşmiş Milletlerin Latin Amerika için Ekonomi Komisyonu (ECIA) vardır.
ECIA içinde bölgelerin yapısal zayıflıkları incelenirken, Klasik veya Keynes’çi geleneksel kuramların pek fazla yarar sağlamayacağı ve yeni kuramsal açıklamaların gereği ortaya atıldı.
Parasalcı okulun temelindeki liberal dünya görüşü ve onun ekonomi alanındaki uzantısı olan klasik okul, istikrarlı bir toplum varsaymaktaydı. Böyle bir toplumda kişisel yarar, aynı zamanda toplumsal yarardır. Tam rekabet ve ekonomik ilişkilerde uluslararası kısıtlamaları olmamış ülkelerin, üretim dallarında karşılaştırmalı üstünlüklere göre uzmanlaşmalarına yol açıyordu. Hükümete, böyle bir ortamda ancak ülkenin parasının istikrarını sağlama ve bütçenin denkleştirilmesi görevi düşüyordu. Bu doktrin, gelişmiş ülkelerde iki nedenle geçerliliğini yitirdi.
Birinci neden, temeldeki tam istihdamı, serbest rekabetçi otomatik dengeleyicilere ve A. Smith’in “görünmeyen el”ine, ülkenin ekonomik ve dolayısıyla politik geleceğini terk etmek, fiyat sisteminden yapabileceğinden çok fazlasını beklemekti.
İkinci neden, temeldeki değer yargılarının politik açıdan da kabul edilebilirliğini yitirmesidir. Sonuçta, klasik doktrinde, özellikle para kuramında birçok değişiklik yapılmıştır, Değişiklikleri, gelişmiş ülkeler geniş ölçüde kabul etmişken, azgelişmiş ülkelerde uygulanması yanlış olmuştur.
Yapısal zayıflıklar ortadayken, fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışların nedeni, eğer sorunun yalnızca parasal yönü görülürse, anlaşılamaz,
Ülkenin üretim ve istem yapısının özellikleri, demografik gelişmeyi, mali yapıyı, iç politikanın durumunu dikkate almadan, yalnızca fiyatların yükseliş sürecini parasal ilişkilerle tamamlayanlayız.
Azgelişmiş görüş, ekonomik yapı ve bu yapıdaki değişmeler, enflasyonun temel nedeni oluşturduğunu savunmuştur.
Günümüzde, azgelişmiş ülkelerin hepsinin önemle üzerinde durdukları “ekonomik kalkınma” sorunları vardır. Ekonomik kalkınma, uzun dönemde kişi başına düşen reel ulusal gelirin artışının gerçekleştiği süreçtir. Bu süreç içinde değişik güçler, birbirlerini etkilemektedirler. Dolayısıyla, ekonomik kalkınmanın kendisi sürekli
“yapısal değişme”dir.

ENFLASYONU DURDURMAYA YÖNELİK POLİTİKA ÖNERİLERİ
1-KLASİK OKULUN ÖNERİSİ:

Klasik görsün vardığı sonuç, para sunusunu, fiyatlar genel düzeyini kontrole yönelik politikada anahtar değişken yapmaktadır.
1900’lerden önce, ekonomi, tam istihdam halinde olduğundan, devletin ekonomiye müdahalesi, doğal dengeyi bozacağından, kullanılan ekonomi politika, sadece para politikası olmalıdır.
Enflasyonu durdurmak için kullanılacak araçlar şunlardır:
a) Reeskont oranlarının yükseltilmesi,
b) Karşılık oranlarının yükseltilmesi,
c) Açık piyasa işlemler yolu ile piyasaya tahvil satılması,
Amaç, dolaylı ve dolaysız yollarla para sunusunu azaltmaktır. Bunu yaparken, ekonomideki reel değişkenlere ve piyasa mekanizmasının özgürce işleyişine müdahale olmamaktadır.
Reeskont oranlarının yükseltilmesi ile bankalarca piyasaya açılan krediler karşılığı, Merkez Bankası’ndan sağlanan ek rezervlerin miktarında bir azalma olmasıdır. Diğer yönleriyle bankaların müşterilerine uyguladığı ıskonto oranlarının yükselmesidir. Bu durum, yatırımları, kapitalin marjinal etkinliğinin piyasa faiz oranına eşit olduğu noktaya kadar genişletecek, toplam harcamaları kısacaktır. Temelde bu politika, kredi istemini kısarak, para sunusunun azaltılmasına yöneliktir.
Karşılık oranlarının yükseltilmesi, bankaların “banka parası” yaratma olanaklarını kısmakla ve dolaylı olarak yine para sunusunun azalmasına neden olmaktadır.
Açık piyasa işlemleri yoluyla, piyasaya tahvil satılması, para sunusunu direkt olarak azaltacaktır. Tahvil satın alanlar, artırımcı, şirket veya bankalar olabilir. Tahviller, kimlerce satın alınırsa alınsın, sonuçta banka mevduatları azalacak, genel kredi oylumunda bir daralma olacaktır.
Bu üç politika, tek tek veya birlikte kullanılsın, sonuçta, dolaylı ve dolaysız olarak para sunusunun azalmasına neden olmaktadır. Böylece, Klasik okulun öngördüğü fiyatlar genel düzeyini etkileyecek tek bağımsız değişken “para sunusu” kısılarak istenilen amaca yönelik politika uygulanmış olmaktadır Paranın likidite işlevinin esnekliğinin (0) olduğunun varsayılması sonucu, faiz oranındaki hiçbir değişme, paranın tahvil yerine veya tersine ikamesini uyarmayacaktır. Dolayısıyla, para sunuşundaki değişmeler tümüyle mallar ve para arasındaki ikame yönünden evrilmek zorunda kalacaktır.
2- KEYNESYEN OKULUN ÖNERİSİ
Keynes, paranın sadece alışveriş güdüsüyle değil, spekülasyon güdüsüyle de elde tutulmak istendiğini, dolayısıyla, paranın likidite işlevinin esneklikten tümüyle yoksun olmadığını ileri sürmüştür. Bu nedenle, para sunusunun kısılmasının, toplam istemi aynı miktarda kısmayacağı, dolayısıyla fiyatlar genel düzeyini etkilemesinin söz konusu olmayacağını savunmuştur.
Yalnızca, para miktarını azaltarak enflasyonu önlemek Keynes’e göre tehlikeli bir yoldur. Keynes’çi kuramda da para politikaları önemli, ancak tek başına yeterli değildir. Para politikası desteğinde maliye politikası gereklidir. İstem fazlasını ortadan kaldırmak için, devlet, harcamaları kısmalı,” gerekirse, vergileri artırmalıdır. Böylece ekonomide para sunusu kısılacaktır.
Sonuç olarak Keynesyen görüşün, enflasyonla mücadele yöntemi, maliye ve para politikası araçlarını birbirleriyle uyum içinde toplam istemi kısıtlayıcı yönde, fakat toplam istemin yapısını ekonominin ve toplumun çıkarlarına ters düşecek biçimde değiştirmesine olanak vermeden kullanılmasıdır.
Keynes’e göre toplam istem, toplam sunu dengesi, istem fazlalığı yönünden bozulursa, bunun toplam istemi para ve maliye politikalarının koordine kullanılmasıyla kısa dönemde giderebilir. Ancak, dengesizlik, sunu yönünden geldiğinde, yani üretim hacminin artırılması sonucu olunca, Keynes’e göre çözüm alınamamaktadır.
Keynes’in yöntemi, fiyatlar genel düzeyinin istikrarına yönelik tehlike, istem yönünden gelirse, etkili olabilirdir. Ancak, tehlike sunu yönünden geldiğinde, bir sonuç alınması olanağı yoktur.
Yine, Keynes’e göre, kâr ve ücret yönünden gelen etkiler sonucu, fiyatlar genel düzeyi yükselmeye başladığında iki tür politika güdülür.
Birincisi, maliye ve para politikaları araçlarıyla istem kısılır veya fiyatlar düzeyinde bir miktar yükselme kabul edilir.
İkincisi, işgücü ve ürün piyasalarında iç ve dış yarışmacılığa karşı olan yasal kurumların tümü veya büyük bir kısmı kaldırılır. Böylece, işçi sendikalarının ve büyük firmaların elinde yoğunlaşan piyasa gücü kırılarak yarışmacılık koşullan yaratılır.
3- ÇAĞDAŞ PARASALCI OKULUN ÖNERİSİ
Enflasyonu önlemek için, gelirler politikası gibi direkt müdahale araçlarının kullanılmasına karşı çıkarken, para ve maliye politikaları araçlarının kullanılmaları gibi ‘endirekt müdahalelerin de ekonomik istikrarı bozabileceğine dikkat çekmektedir. Bu görüşün savunucularına göre, “maliye ve para politikalarımın kendileri, ekonomideki düzensiz hareketlerin önemli bir kaynağı olmuşlardır. Her iki politikanın kullanılmasında “gecikme” sorunu her zaman vardır. Para politikasının fiyatlar genel düzeyine etkisinin ne olacağı ve ne zaman bu etkinin gerçekleşeceği tam olarak kestirilemez. Maliye politikası araçlarını kullanırken, devlet harcamalarının kısılması, bazen yapılması istenen etkiyi gerektiği ölçüde yapamaz. Vergilerin artırılması da bazen siyasal açıdan olanaksızlaşabilir. Para politikasının sık sık, düzensiz ve bazen aşırı oranda kullanılması, ekonomide büyük zararlara yol açan istikrarsızlıkların nedeni olabilir. Para otoriteler, ekonomide istikrarı sağlamak ve sürdürmek için, para sunusunu her dönem sabit bir oranda artırılmalıdır. Bu oranın saptanmasında, reel ulusal gelirdeki uzun dönem artış ortalaması dikkate alınmalıdır. Böylece uzun dönem fiyat istikrarı sağlanmış olur.
4- YAPISALCI OKULUN ÖNERİSİ
Fiyatlar genel düzeyindeki yükselmeler, nerede, ne zaman ve hangi koşullarda olursa olsun yalnızca parasal bir olay olarak gören yaklaşımın temelden yanlış olduğunu savunur. Çünkü bu yaklaşım, ancak mal ve etmen piyasalarında yarışmacılık koşullarının var olduğu, yatırım ve artırımların faiz oranındaki değişmeler yoluyla dışsatımın artırılıp, azaltılabildiği ekonomilerde etkin olabilir. Böyle bir ekonomide, toplam istemi, toplam sunu düzeyine indirmek için global kısıtlayıcı önlemler olumlu sonuç verecek ve fiyat istikrarı sağlanmış olacaktır.
Ancak, bu önlemlerin, artırımı yetersiz kaldığı, tüketim ve yatırım istemlerinin hızla yükseldiği azgelişmiş ülkelerde kullanılması, fiyatlar genel düzeyindeki istikrar, global önlemlerle sağlanamaz.
Yapısalcı okula göre, çağdaş parasalcıların global kısıtlama yöntemi önermesi, temelde bir kalkınma politikasına, üretim biçiminde, ekonomik ve toplumsal yapıda ve gelir dağılımında başka bir deyişle, ekonomik ve toplumsal güçleri etkilemek için bilinçli ve tasarlanmış bir çabaya inanmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu politika, ekonomik duraklamaya veya toplumsal sıkıntılara yol açacaktır. Şimdiye değin, değişik ülkelerde uygulanmış olan parasalcı istikrar politikaları başarılı olamamıştır.
Sağlanan sınırlı başarı fiyatlar genel düzeyinin yükselme oranının azalması için ödenen fiyat hayli yüksek olmuştur.
Parasalcı yaklaşımın önerdikleri istikrar programları temel olarak parasal genişlemenin kısılması, ücret ayarlamalarının ertelenmesi veya eliminasyonu, harcamaları azaltarak, vergileri yükselterek bütçe açıklarının ortadan kaldırılması girişimi, önemli ölçüde devalüasyonla döviz kurunun ayarlanması ve fiyat ve dış-alım kontrollerinin bilimsel liberizasyonu bu gibi öneriler içerir.
Bu önlemlerin, fiyat istikrarını sağlaması, reel ücretleri düşürmesi ve tüm bunların dış alımda belli bir özgürlükle birlikle yarışmacılığı artırması, etkinliğini yükseltmesi, özel firmaların maliyetlerini azaltması beklenir.
Ayrıca, yabancı yatırımların artmasını sağlaması, dış satımın büyük ölçüde genişlemesi amaçlanır.
Böylece, tüm kalkınma süreci daha sağlıklı bir temele dayandırılmış olacaktır.
Ancak, tüm bunlar gerçekleşmemiş ve, ne istikrara ne de kalkınmaya ulaşılamamıştır. Gerçi fiyat artışlarının oranı azaltılabilmiştir, takat bu ancak düşük gelir gruplarının zararına ve güdülen aşırı bir liberal yiyecek maddeleri ve endüstriyel tüketim mallan dışalımı politikası yoluyla gerçekleşmiştir. Her İki önlem de sonuçta, yurtiçi imalat endüstrisine zarar vermiş, bunların üretimini azaltmış ve işsizlik ortaya çıkmıştır.
Yapısalcı okulun önerdiği istikrar programı,, geleneksel türdekilere göre, devlete daha büyük görevler yüklemektedir. Ancak, azgelişmiş ülkelerin devlet örgütü de çoğu kez azgelişmiş olduğundan, çok yönlü ve ayrıntılı bir programın bu ülkelerde yürütülmesi, işi daha da zorlaştırmaktadır.
Devlet harcamalarının kısılması politikası, devletin yatırım harcamalarının kısılmasına neden olmuş, bu da azgelişmiş ülkelerde inşaat kesiminde önemli gerilemelere yol açmıştır. İşgücünü önemli ölçüde istihdam eden bu kesimde, işsizliğe neden olmuştur. Toplam istem düzeyindeki düşüşler, dışalım mallarının yarışmacılığı, endüstri ürünlerini dış pazarlara yöneltmekteki tekelci eğilimler, yeterli olmayan tarımsal üretim, özel yatırımların azalmasına neden olmuştur.
Yurtiçi özel artırımlar, ya spekülatif işlere yönelmiş, ya da lüks dışalım mallarına veya yurt dışı gezilere harcanmıştır. Yabancı sermaye de bu koşullarda yatırım yapmaya pek istekli olmamıştır. Yine istikrar programının ana amaçlarından olan bütçe ve ödemeler dengesi açıklarının kapatılması da gerçekleşmemiş, tam tersine artmıştır, Ekonomideki duraklama sonucu, vergi gelirlerinin düşmesi ve devlet harcamalarının istenildiği kadar azaltılamaması sonucu bütçe açıkları giderek artmıştır.
Ödemeler bilânçosundaki artış ise, aşırı dışalım özgürlüğü ve dünya piyasalarındaki temel ürünlerin karşılaştığı olumsuz koşullar sonucu daha da büyümüş, böylece bu ülkelerin kısa dönemli borçlan büyük oranda artmıştır.
Artan işsizlik, öte yandan iş çevrelerinin yaptığı baskıların sonucu hükümetler, bu istikrar programını uygulamaktan vazgeçip, devlet harcamalarını artırmaya, kredi kısıtlamalarını gevşetmeye başlamıştır. Bunun sonucunda toplam istemdeki artışlar, fiyatlar genel düzeyini tekrar yükseltmiştir.
Böylece ülkeler, daha fazla dış borçla ve yapısal sorunlarını düzeltme olanağını kaybetmiş olarak, kendilerini başladıkları noktada bulmuşlardır.
Ekonomik yapının temelindeki çelişkilere çözüm getirmekten yana olmayan bu yöntemler sonunda duraklamaya yol açmıştır. Zorluk yapısal bozuklukların, uzun-dönem kökler ve uzun dönem çözümler olduğu gerçeğinden doğmaktadır. Dolayısıyla, azgelişmiş ülkelerde, yapısal sorun, enflasyon sorunuyla eşanlamlı olmuştur.

“ENFLASYONUN DURDURULMASI” VE EKONOMİ-POLİTİKASLNIN ÖTEKİ AMAÇLARI
Genelde ekonomi politika açısından amaç, tam istihdam, fiyatlar genel düzeyinin istikrarı, yüksek bir ekonomik büyüme oranı, ödemeler bilânçosunda denge ve gelir bölüşümünün düzeltilmesidir.
Tam istihdamın sağlanması, kitlesel işsizliğin bulunmaması, cari ücret oranlarında iş arayan nitelikli kişilerin önemli gecikme olmadan üretken bir uğraş bulabilmesidir. Bu, devletin toplam harcamalarının düzeyine bağlıdır. Toplam yatırım harcama farklılığı düzeyi ne kadar yükselirse, istihdam düzeyi de o kadar yüksek olacaktır. Fakat veri piyasa yapısı ile toplam harcamaları artırmanın, fiyatlar genel düzeyinin istikrarı üzerindeki etkisi olumsuzdur. Devletin toplam harcamalarının artması, fiyatlar genel düzeyini de yükseltecektir.
Büyüme oranının yükselmesinde etkin olan veriler, teknik değişmenin hızlandırılması, vergi iadeleri, sosyal yardımlar, eğitim olanaklarının geliştirilmesi vb.dir. Bu konuda başta gelen önlemler, artırım ve yatırımı artırıcı ve istem yapısındaki büyümeye bağlı değişmeye, sununun yapısının uyumunu sağlayıcı önlemlerdir. Büyüme amacı ile tam istihdamın sağlanması amacı arasında bir çatışma yoktur. Fakat büyüme ve fiyatlar genel düzeyinin istikran arasında çelişki vardır, Enflasyonun büyümeyi kolaylaştırdığı tezi, günümüze kadar kanıtlanmamıştır. Uzun dönemde, fiyat düzeyi istikrarı amacının önemsenmemesi, büyüme amacına hiçbir şey kazandırmamıştır.
Ödemeler bilânçosundaki denkliği sağlamak için, iki tür politika uygulanabilir. Bunlardan biri, harcamaların azaltılması, diğeri ise, harcamaların başka bir alana kaydırılmasıdır. Harcamaların azaltılması, ulusal gelirin azaltılması ile elde edebilir. Ulusal gelirin azaltılması, genel olarak harcamaları da azaltacak, dolayısıyla dışalım azalacaktır. İkinci önlem, halkın dışalım mallarına yönelik olan istemlerinin yerli mallara kaydırılmasıdır. Bununla yapılan şey dışalım azaltılmasıdır.
Dışalım azaltmak için toplam harcamaların kısılması, büyüme ve tam istihdam amaçlarına ters düşecektir. Ancak fiyatlar genel düzeyinin üzerindeki etkisi olumludur. Harcamaların dışalım mallarından, yerli mallara kaydırılması için alınacak önlem, devalüasyondur. Devalüasyonun yan etkileri, büyüme ve tam istihdam amaçlarına uygun düşse de, üretimdeki dışalım girdilerinin fiyatlarını yükselttiğinden, fiyatlar genel düzeyini artırıcı etkiler yapacaktır.
Gelir bölüşümüne ulaşmak için alınan önlemler, toplumdaki gelir bölüşümüne bir alt sınır koymak için en az ücret oranı saptanması ve gelir vergisi ile öteki doğrudan vergilerin daha progresif duruma getirilmesi gibi politikalardır.
Gelir bölüşümünden daha hakça önlemler gerçekleştirildiğinde, bunun ilk etkisi harcamaları artırmak olur. Bu nedenle, bunun ilk etkisi harcamaları artırmak olur. Bu nedenle, tam istihdamın sağlanması amacına etkisi olumludur. Büyüme konusunda da kısa dönem için olumlu şeyler söylenebilir. Fakat gelir bölüşümündeki yeni düzenleme, fiyatlar genel düzeyinin istikran amacı ile çelişir. Harcamaların, fiyat artışlarına neden olması, öte yandan gelir bölüşümünde değişiklik yapılırken zarar gören kâr gelirlerinin bu zararı ortadan kaldırmak için girişimcilerin ürettikleri malların fiyatlarını yükseltmeleri olumsuz etki yapacaktır.
Fiyatlar genel düzeyinin istikrarını sağlamak amacı ile alınabilecek önlemler, gelirler politikasının öngördüğü önlemler veya toplam harcamaları kısmaya yönelik önlemlerdir.
Toplam harcamaların kısılması, istihdam alanlarını daraltacaktır. Bu nedenle fiyatlar genel düzeyinin istikrarının sağlanması amacı, tam istihdam amacıyla çatışır. Toplam harcamaların azalması ilk önce, envanter yatırımları azaltacak, bunun doğal sonucu öteki yan yatırım türlerinin azalması nedeniyle, ekonomik büyüme yavaşlayacağından, büyüme amacıyla çatışma söz konusu olacaktır.
Görüldüğü gibi, ekonomi politikanın amaçlarının tümünün aynı anda gerçekleşmesi olanağı yoktur. Bu nedenle öncelik sorunu ortaya çıkmaktadır. Amaçların öncelik sıralaması, politik grupların tercihlerine, grupların çıkarına göre belirlenmektedir, örneğin; işveren, isçi ve devlet memuru grupları çıkarlar açısından, büyüme, para değer istikrarı ve hakça gelir bölüşümü amaçlarının öncelikleri incelendiğinde, şöyle bir sıralama ortaya çıkmaktadır. Girişimci için, büyüme, para değeri ve istikrarı, işçi için hakça gelir bölüşümü, büyüme, para değeri istikrarı, devlet memuru için, para değeri istikrarı, hakça gelir bölüşümü ve büyüme öncelik kazanmaktadır.
Endüstriyel toplumun tarihsel gelişimi içinde, bu değerlerin öncelik sıralaması, toplumdan topluma değişik olabilir. Eğer, sosyo-politik düşüncede özgürlük ve ilerleme ağır basıyorsa, o zaman büyüme ve para değer istikrarı amaçlan önceliğe sahiptir.
Parasalcı görüşün azgelişmiş ülkelerde fiyatlar genel düzeyinde istikrarı sağlamaya yönelik politik önerileri, genel olarak şu önlemleri içermektedir:
Spekülatif yatırımları kısmak amacıyla bankaların kredi oylumunun büyüme oranın sınırlanması;
Devlet harcamalarının kısılması ve gelirlerin yükseltilmesi, devlet kuruluşlarının ürünlerinin fiyatlarının yükseltilmesi;
Devlet kuruluşlarındaki maliyet baskısını azaltmak ve özel tüketim istemlerini kısmak amacıyla, bu kuruluşlarda bir önceki dönemin fiyat artışlarına tepki niteliğindeki nominal ücret artışı isteklerinin geciktirilmesi veya artırılması;
Özellikle darboğazların oluştuğu kesimlerde fiyat tavanlarının kaldırılması ve böylece üretimin artmasının sağlanması;
Ödemeler bilançocusunu dengeye getirmek için devalüasyon yapılması;
Ancak bu önlemlerin uygulanması, beklenen sonucu vermemiş, yalnızca enflasyon oranını bir ölçüde azaltabilmiştir.
Buna karşılık işsizlik artmış, devlet gelirleri azalmış ve dolayısıyla bütçe açıkları artmış, vergi gelirleri bir miktar artmışsa da dolaylı vergiler yükseltilmiş olduğundan, bunlar fiyatlara yansımıştır.
Ayrıca, devletin sağladığı hizmetlerin fiyatlarım yükselttiğinden, bu da genel düzeye yansımıştır. Narh kaldırıldığından, üretimde önemli bir artış olmadan, fiyatlar yükselmiştir. Devalüasyon, ödemeler bilânçosundaki açığı azaltmışsa da, dışalım pahalandığından, yatırımların azalmasına ve bazı malların pahalanmasına neden olmuştur.
Bu uygulamadan zarar gören ücretliler grubu, ulusal gelirdeki paylarını eski düzeye yükseltmek amacıyla, baskılara başlayınca ücret-fiyat sarmalı kendini göstermiştir. Öteki amaçlara ters düşmesi ve toplumsal güçlerin baskısı sonucu bu tür uygulamalar çok geçmeden uygulamadan kaldırılmıştır.
Sonuç olarak denilebilir ki, ister parasalcı olsun, ister Keynesyen olsun, kısıtlayıcı global önlemler, ekonomi politikasının öteki amaçlarına olumsuz etkiler yaptığından ve sorunun temeline inmeyip, yalnızca semptomları geçici olarak ortadan kaldırabildiğinden, azgelişmiş ülkelerde başarılı olamamıştır.
Enflasyonun, kapitalizmin yapısal bozukluğundan bir sonucu olduğunu göz ardı ederek, bunun kapitalizmin türevi olduğu olgusunu kapatarak, sistem iyi ama enflasyon bu sistemin sadece geçici, arızi bir bozukluğu şeklinde anlamak, daha çok uzun yıllar enflasyon semptomu ile yaşamamızı gerektirecektir.
Halbuki enflasyonun, bir neden değil, kapitalist sistemin bir sonucu olduğunu idrak etmek, hedefi ve çözümü bu sistemin ortadan kaldırılmasına yöneltmek, biz aydınların da görevidir.
Bu tanım aldatmacalarına daha fazla yer yermeden, asıl sorunun azgelişmiş ülkelerde yapısal dengesizliklerin ortadan kaldırılması çabalarına yöneltmek, kapitalizmin, kendini yok etmeye başladığı sarmalı daha fazla uzatmak amacını taşıyan ekonomi politikalarına karşı duyarlı olmak, en azından bizim bugünkü görevimizdir.
Sorun, enflasyon değil, buna neden olan toplumsal üretim ilişkilerini, sermayenin lehine geliştiren, emeğe değer vermeyen spekülatif kârı besleyen, sosyal, siyasi ve ahlaki dengesizliklere neden olan, toplumun ihtiyaçlarını, amaçlarını hiçe sayan sermayenin üretim tarzıdır. Bizim aydınlarımızın iktisadi yorumlar yaparken bu gerçeği yakalaması ve hedefi doğru tespit etmesi gerekmektedir.
Rowthorn’a göre enflasyon, “devlet tarafından, daha köklü biçimde çözüm bulunmadığı, ya da bulunmak istemediği sorunlarla başa çıkmanın uygun bir yolu”dur.
Kapitalizmin bünyesinde var olan enflasyon, tekellerin enflasyonist gerginlik doğurarak, bunu ekonomiye aktarmaları ve fiyat düşmelerine karşı çıkmaları suretiyle, ‘süreduran enflasyonu’ bilerek doğurması ve yaşatmasıdır. Kendileriyle bütünleşmiş olan devlet de, ekonomi politikalarıyla, enflasyonun sürmesine yardımcı olur.

Mayıs 1993

Gümrük Birliğine Giderken

Türkiye bir girdaba kapılmış yuvarlanı¬yor. Tarihinde karşılaşmadığı bir kriz bu. Siyasal alan dahil, etkilerini toplum¬sal yaşamın bütün alanlarında derinlemesi¬ne gösteriyor. Çok yönlü bir kriz ve alabildi¬ğine derin.
Egemen sınıflar, cumhuriyet tarihinde, hatta Türkiye’de kapitalizmin ortaya çıkma¬sından bu yana geçen sürede böylesine de¬rin krizlere pek nadir yakalanmışlardı. Belki siyasal alanda oluşmuş önceki krizlerle bugünkü kıyaslanabilir ve belki bugünkü siya¬sal krizin bir önceki ya da ondan öncekiyle karşılaştırıldığında henüz yeterince derin ol¬madığı ileri sürülebilir. Ancak şu kesindir ki, siyasal alanda da tam bir karmaşa oluşmuş-tur ve belki de, öncekileri misliyle geride bı¬rakacak birikimiyle, kulakları sağır edecek bir gürültüyle derinleşmekte olan bir kriz, herkesin gözleri önünde gelişmektedir. Fab¬rikaların en büyükleri kapatılmaktadır. Bir¬kaç banka şimdiden çökmüştür. Borsanın en büyük patronları iflas etmekte ya da iflas tehlikesiyle karşı karşıya gelmektedir. Ticari yaşam neredeyse durmuştur. Mal, para ve iş piyasası dumura uğramıştır. Milyonlarca işsiz sokakları doldurmaktadır. Olanca destek ve teşviklerle zar zor ayakta durabilen ekono¬minin belli başlı sektörleri, şimdiden enkaz halini almıştır. Otomotivden beyaz eşyaya, kömürden çimentoya, inşaata, artık yaşanan durgunluk değildir. Tam bir çöküş havası so¬lunmaktadır.
Sorunun can alıcı noktalarından biri, sınaî, ticari ve mali krizin ve ekonomik yaşamı hallaç pamuğu gibi atan bugünkü buhranın, uluslararası bağlantılı oluşudur. Hemen tüm dev ekonomiler; ABD, Japonya, Almanya ve diğerleri çok farklı bir konumda değiller. Kriz, oralardan geri ülkelere dalga dalga ak¬tarılmış; bu ülke ekonomilerinin ekonomik ve sınıfsal çelişkileriyle birleşerek hem bura¬larda derinleşen kriz öğelerini biriktirmiş; hem de tersine dönerek emperyalist ülkeler¬de başlayan krizin daha üst düzeylerde yaşa¬nır hale gelmesine yol açmıştır. Türkiye’nin son yıllarda yaşamaya başladığı ve bugün artık dayanılamaz hale gelen krizi de bu çerçevede oluşmuştur. Tedbir tedbiri, paket pa¬keti davet etmekte, uygulananlar bir yenisi¬ne ihtiyaç göstermekte; ama her bir yenisi, hem eskisini aratmakta hem de durumu iyi¬ce içinden çıkılmaz hale sokmaktadır.
Türkiye ekonomisinin başlıca sektörleri dış bağlantılıdır. Ezici çoğunlukla ithalata dayalıdır. Burada iki faktör fonksiyonel ol¬maktadır. Birincisi emperyalist ülkelerden kriz de ithal edilmektedir. Üstelik olanca yükleriyle birlikte. İkincisi ise, uluslararası sermaye açısından Türk iç pazarının önemli olduğu kadarıyla işçi ücretlerinin görece dü¬şük oluşu da önemli olmuş ve otomotiv, be¬yaz eşya gibi ekonominin birçok dalında, yatırımlara, dolayısıyla iç pazarın korunmasına ses çıkarılmamıştır. Düşük işçi ücretlerinin yanı sıra, bu ses çıkarmayışta en temel etkenler, düşük ücretlerle kıyaslan¬dığında doğrudan emtia ihracatının getirişi açısından Türk iç pazarının uzun bir süre gözden çıkarılabilir bir öneme sahip olması ve Türkiye’nin emperyalistlere sunduğu pa¬zar olanaklarından daha çok, hammadde kaynağı ve stratejik-siyasal ilişkiler içindeki yeri açısından öne çıkmış olmasıdır.
İhracata gelindiğinde ise, hemen tüm sektörlerde çok ciddi oranda destek ve teş¬vikler gerekli olmuştur. Yalnızca yatırımların ölçeği ve yatırılmış sermayenin yapısının, fabrikasyon ve hatta otomasyon üretimle rekabet edebilmeyi olanaksızlaştıran özellikle¬ri nedeniyle değil; ekonomik ve onun yol aç¬tığı siyasal bağımlılık nedeniyle, paylaşılmış ve fiyatların dikte ettirildiği uluslararası pa¬zarlarda zararına satışlar dışında “rekabet olanağı” yakalanamaz olmuştur. En övünü¬len sektör olan tekstilde dahi, ihracatı sınır¬layan kota çıkmazları ve teşviklerin zorunlu büyüklüğü, buna yeterli göstergelerdir. Or¬tadoğu ülkelerine satılan birkaç yüz oto ya da beyaz eşya ise, ürünlerin iç ve dış fiyatla¬rı karşılaştırıldığında, pek pahalı bir gösteriş unsuru olarak kalmaktadır.
Sonuç odur ki; hem ithalat ve hem de ih¬racat, ekonomik yaşamı zora sokan faktörler olarak rol oynamakta; bağımlılığı, zararı ve yıkımı öngörmekte ve örgütlemekte; kriz dö¬nemlerinde aşırı yüklere neden olmaktadır.
Krizlerin yıkıcı etkilerini şiddetlendirdiği ve ayan beyan ortaya koyduğu geri ve ba¬ğımlı sömürge türü ekonominin tam uluslararasılaşması yolunda çabalar ise, her şeye rağmen yıllardır sürdürülmektedir. Egemen sınıflar kendi güçlerinin ötesinde güç ve kı¬rıntılarından yararlanacakları büyük bir sof¬ra arayışındadır. Böyle bir sofranın etrafın¬da dolanmak, şimdiye dek biriktirdikleri sermayelerini böyle bir sofrada değerlendir¬mek peşindedir. Bir ucundan tuttukları bir Avrupa ve oradan giderek dünya pazarında daha korunaklı olacaklarını düşünmüşlerdir yıllardır. Bu şekilde çözümsüz bazı dertler¬den kurtulacakları umudu da bunda etkili ol¬muştur. Örneğin, serbest işçi dolaşımı yoluy¬la olağanüstü bir düzeye ulaşmış işsizlik sorunu en azından yalnızca kendi sorunları olmaktan çıkacak sanılmıştı. Belki Avrupa’nın sebze-meyve bahçesi olunmak umul-muştu. Belki tekstilde söz sahibi olunabilece¬ği düşünülmüştü.
Uzun yıllar bir türlü Avrupa pazarına or¬taklık ve Avrupa Birliği’ne üyelik şansı yakalanamamış ve yavaş yavaş ayaklar suya er¬meye başlamıştır. Yunan engellemesi, Kıbrıs sorunu, Hıristiyan-Müslüman çatışması vb. gibi nedenlerle izah edilmeye çalışılan Avru¬pa Topluluğu’nun yanına bir türlü yaklaşamama, kuşkusuz en başta Avrupa’nın, en çok da Türkiye ekonomisinin eksiklerini en fazla karşılama durumunda kalacak Alman¬ya gibi AT ve AB’nin önde gelen sürükleyici¬lerinin işine gelmektedir. Avrupa’nın ileri ül¬keleri, hem kendilerine bir ortak, hem de geriliği, ilkellikleri ve dertleriyle gider kay¬nağı aramamaktadır kuşkusuz. Kalkınmasına destek verip yardım edecekleri bir ülke ara¬yışında ise hiç olmamışlardır. Uluslararası sermaye ve onun emperyalist çıkarları yal¬nızca yeni yağlı lokmalar peşinde olmuştur. Türkiye ve onunla ilişkilere yaklaşımları da budur ve hep böyle olmuştur.
Kendi çıkarlarına geldiği kadarıyla ve çı¬karlarına uygun olduğu ölçüde bir “ortak”. Söz konusu çıkarların, emperyalist çıkarlar olduğu ise kanıta gerek göstermeyecek ka¬dar kesindir.
Türkiye, sömürgelere özgü bir itilip kakıl¬mayla Avrupa Birliği’ne üyelik ve Avrupa Topluluğu’na katılmaktan hep uzak tutul¬muştur. Ama emperyalist çıkarların gereğini yapmaktan geri durmayan Avrupalı ortakla¬rın işine geldiğinde, dertleri katiyen üstlenil¬meyen ekonomisinin tam bir sömürge eko¬nomisine dönüşmesi anlamına gelecek bir açık pazar oluşuna yol açacak Avrupa Güm¬rük Birliği’ne üyeliğin kapısına sürüklenmiş¬tir. 1995, Türkiye’nin Avrupa ülkeleri ile olan tüm gümrük sınırlamalarından “kurtul¬duğu” yıl olacaktır. Engelsiz ve sınırsız ulus¬lararası yağma ve sömürünün başlayacağı yıl ’95’tir.
Nereye gidemiyor Türkiye ve nereye gidi¬yor? Neler alamıyor ve neler kaybediyor?

AVRUPA TOPLULUĞUNUN DOĞUŞU
13 Eylül 1946’da İngiliz Başbakanı mu¬zaffer Churchill, İsviçre’nin Zürich kentinde yaptığı konuşmada, Fransa ile Almanya’nın bir “Avrupa Birleşik Devletleri” içinde uyuş¬malarını önerdi. Bu konuşma, Avrupa’yı ateşe veren bir savaşın hemen ertesinde yapıl¬dığı için ilgiyle karşılandı.
Avrupa, önceleri Churchill’in bu konuş¬masını savaşın yıkıntıları üzerinde söylen¬miş, pek geçerliliği olmayan, duygusal ve belki de “iyi niyetli” olmaktan öteye gitme¬yen sözler olarak yorumladı. Ama ardından Marshall’ınki geldi. 5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, ABD’nin çok taraflı bir program çerçevesinde Avru¬pa’ya yardım yapmaya hazır olduğunu dün¬yaya ilan etti. Ve Marshall Planı uyarınca, gelişmesi içinde Türkiye’ye yönelik olarak da uygulamaya konulan, Türkiye’de çok iyi bile¬nen ve ABD’nin sosyal dayanaklarını gelişti¬ren “Marshall Yardımı” gündeme getirildi. Avrupa, ABD’nin ekonomik desteğinden ya¬rarlanmaya başladı.
Paris’te imzalanan “Avrupa Ekonomik İş¬birliği Örgütü” Antlaşması’na göre bu örgüt (OECD), Avrupa’ya yönelik Marshall Planı’nın yönetimiyle görevlendirildi. Örgüt, kı¬sa sürede etkinliğine kavuştu. Ardından, 5 Mayıs 1949’da Avrupa Konseyi Antlaşması imzalandı. Açıklanan amaç, Avrupa ülkeleri¬nin ortak kalkınması ve onun gereklerini ye¬rine getirmektir. Avrupa ülkeleri arasındaki bu yakınlaşmanın altında yatan esas neden ise, kapitalist emperyalist dünya içinde sa¬vaşta yıkıntıya uğramamış, tersine, savaş ka¬zançlarının katkısıyla da gelişmiş ve tek dev emperyalist ekonomik güç ve tek patron du¬rumuna yükselmiş ABD’nin, her halükârda yeniden inşa olunacak Avrupa üzerindeki yönlendiriciliğini, ya da başka bir deyişle ilerlemeye geçecek kapitalist Avrupa ekono¬misi üzerindeki Amerikan çıkarlarını garanti altına almaktır. İkinci olarak, dünyayı sarmakta olan komünizm “heyulasına” karşı Amerikan patronajındaki kapitalist dünyayı yeniden düzenlemektir. Avrupa, Sosyalist Sovyetler Birliği karşısında dayanıklı bir ka¬pitalist mevzi olarak yeniden kurulacaktır ve bu kuruluş, yeni dünya jandarmalığına soyunmuş ABD’nin etkinliğinde gerçekleşe¬cektir.
Avrupa, 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni¬den örgütlenirken birkaç birlik birden ger¬çekleşmiştir. Birincisi, Avrupa ülkeleri ara¬sında bir birlik. Bunda kuşkusuz savaştan galip çıkmış ve ekonomisi görece güçlü ülke¬ler lehine bir birlik söz konusu olmuştur. Bu noktada yan bir amaç gözetildiğini söyle¬mek de gerekir. Almanya, iki dünya savaşı sabıkalısı olarak, bu yolla diğer Avrupa ülke¬lerince gözetim altında tutulacak, yeniden ve tek başına diğerlerinin ve ABD’nin başı¬na “bela” olması engellenmeye çalışılacaktır. Bu engelleme çabasının olduğu kadar Avru¬pa’nın birikimleri ve gelecekteki gelişmesin¬den ABD’nin yararlanmasının yolunu açacak olan ise, Avrupa ile ABD arasındaki birliktir. ABD, Avrupa’yı ve onun gelecekteki gelişme¬sini, ekonomik ve siyasi gücüyle kendi lehi¬ne yönlendirmeye çalışmış, bu gelişmeden çıkar sağlamaya yönelmiştir. Ancak bu yakınlaşmadan özellikle tek tek gelişme potan¬siyeli güçlü ülkelerin ve onların lehine ol¬mak üzere Avrupa’nın kendi ekonomik ve giderek siyasal güçlerini geliştirmek üzere yararlanmaya yönelmelerinden doğalı da olamazdı. Nitekim Avrupa Birliği, tek tek Avrupa ülkelerinin birbirleriyle olduğu ka¬dar, tek tek ve bir arada Avrupa ülkelerinin ABD ve diğer ülkelerle sürtüşme, çelişme ve çekişmeleri olarak gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği’nin gelişme süreci, Avrupa ülkelerinin kendi aralarında olduğu kadar ABD ile de birlik içinde rekabet ya da rekabet içindeki birliğin belirmesi olarak şekillenmiş, belirli bir uyum, sonu gelmez didişmelerle birlikte yaşana-gelmiştir.
Avrupa ülkeleri arasındaki yakınlaşma, ilk somut meyvesini kömür ve çelik sektörü¬nün reorganizasyonu alanında verdi ve 18 Nisan 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Top¬luluğunu kuran antlaşma imzalandı.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ilk or¬ganizasyonu olan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nin kuruluşundan sonra, 1955 ve 1956 yıllarında Altılar dışişleri bakanlarının bir araya gelmesiyle bir yanıyla siyasal bir¬lik, diğer yanıyla da ekonomik entegrasyon sağlanması amacıyla ön çalışmalara başlan¬dı.
Bu çalışmalar, ürün vermekte gecikmedi ve 25 Mart 1957’de Roma’da Avrupa Ekono¬mik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Birliği’ni kuran antlaşmalar imzalandı. Antlaş¬maların hükümleri, 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girdi.
Böylece Avrupa Birliği, üç topluluk yaratılmasıyla somutlanmış oldu: Avrupa Kömür ve Çelik Birliği (1952), Avrupa Ekonomik Topluluğu (1958) ve Avrupa Atom Enerjisi Birliği (1958).
AET Antlaşması uyarınca ilk gümrük indirimleri 1 Ocak 1959’da uygulanmaya başlan¬dı. Bunu, 3 Mayıs 1960’da Avrupa Serbest Mübadele Bölgesi (EFTA) sözleşmesinin yü¬rürlüğe girmesi izledi.
Bu antlaşmaların, 2. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Almanya ve İtalya yanın¬da neredeyse onlar kadar ekonomisi tahrip olan Fransa gibi ülkelerin kendilerini topar¬lamalarını kolaylaştırdığı; aralarındaki rekabet son bulmasa da Avrupa ülkeleri arasın¬daki yakınlaşmanın tek tek Avrupa ülkelerine kendi işçi sınıfları karşısında eski¬sinden güçlü olanaklar sunduğu; tökezlemiş Avrupalı emperyalistlerin önünde yeni pa¬zar olanaklarının açılmasına katkıda bulun¬duğu ve ama bu arada Avrupa’ya akan mil¬yarlarca dolarlık Amerikan sermayesi aracılığıyla Avrupa’da Amerikan çıkarlarının ve patronajının lehine bir durum da yarattı¬ğı söylenmelidir. Bu, yalnızca Avrupa’yı ilgi¬lendirmeyen, ABD’nin de bir ucundan içinde olduğu birlikle; ne Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki ne de onlarla ABD arasındaki rekabet sona ermiş, Avrupa ülkeleri kimi da¬ha az, kimi daha çok olmak üzere bir güç toplama süreci yaşarken Amerikan emperya¬lizmi de güç toplamıştır. Bu birlik, bir yö¬nüyle ciddi bir ekonomik savaş anlamına gelmiştir. Özellikle Almanya, son yıllarda Av¬rupa’da sivrilirken, onun etrafında toplan¬ma eğilimine giren Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki ekonomik çekişme, siyasal boyut¬lar da kazanmaya başlayarak gelişmiştir. An¬cak, ABD’nin henüz Avrupa’daki ekonomik dayanaklarını yitirmekten uzak olduğunu da belirtmek gerekiyor. Onun Avrupa’daki var¬lığı ve tek tek ve birlikte Avrupa ülkeleri üzerindeki ekonomik ve siyasal etkinliği, hâlâ önemli ölçüde devam etmektedir. Güm¬rük Birliği antlaşmasının tüm hükümleriyle uygulanmaya başlanmasının Avrupa ile ABD arasındaki ekonomik kavgayı daha bir şid-detlendireceği ama Avrupa’daki Amerikan varlığı aracılığı ile ABD’ye yeni olanaklar da sunacağı şimdiden görülmektedir.

AVRUPA TOPLULUKLARININ ÖRGÜTLENMESİ
Avrupa Toplulukları üyesi ülkeler, yalnız¬ca kendi ülkelerinin ekonomik bakımdan to¬parlanmalarını sağlamak amacıyla değil, sa¬hip oldukları ekonomik güç oranında başka ülkelere yönelik yayılmalarını da gerçekleşti¬rebilmek ve bu yayılmayı birlik halinde ko¬laylaştırmak üzere çeşitli organlar kurarak örgütlenmelerini ilerlettiler. Kendi başlarına yapmaya güç yetiremediklerini, birlik halin¬de ve pastadan pay almak üzere yapmak için kurulan bu organlar etrafında birlikleri¬ni örgütlemek, yalnızca kendi ülkeleri söz konusu olduğunda değil, başka ülkelerle iliş¬kiler açısından da ABD ve gelişme yoluna gi¬ren Japonya karşısında, onlara üstünlükler sağlayacaktı. Başta ABD ve sonra Japonya karşısında aralarındaki çelişmeleri en aza in¬dirgemek ve yayılmalarını kolaylaştırmak üzere, uluslararası tröst ve kartellerin gereği olan ve giderek siyasal içerik de kazanan bağlayıcı yaptırımları da olan, üst yönetim organları oluşturuldu. Önceleri etkileri az, çünkü bağlayıcılıkları sınırlı ve karar konusu dışındaki istisna alanların bol olduğu durum¬dan, etki alanlarının genişlediği istisna alan¬larının azalıp sınırlandığı koşulların oluşma¬sına doğru bir gelişme görüldü. Topluluğun örgütlenmesi giderek sıkılaştı, organlar daha fonksiyonel oldular.
Avrupa Topluluğu’nun kurumsal yapılan¬ması, geleneksel uluslararası örgütlenmeler¬den görece farklı olmuştur. Bunda yalnızca geçiş sürecinin uzunluğu etkili olmamıştır. Avrupa ülkelerinin aralarındaki çelişmeleri mümkün olan yumuşaklıkla çözmeyi önleri¬ne koyan; güç oluşturma ve yayılmacı çıkar¬ları gerçekleştirebilmeyi esas alan; tekelci, emperyalist emellerin hayat bulması yaklaşı¬mından kaynaklanan tutumları ve araların¬da Fransa ve Almanya gibi birbirlerine ko¬laylıkla diş geçiremeyecek ülkelerin bulunması gibi nedenler, bugünkü örgüt bi¬çimlerinin orijinalitesini şekillendirmişti. İl¬hak vb. yollarla dayatılmış birlik ya da eko¬nomik ilhak ve yutma vb. yollarla kendine bağlamanın gerekli kılacağı türden biçimler görülmediği gibi; henüz tam birlik örgütlen¬mesi ve onun organları da mümkün olma¬makta ve bu durum, Avrupa Topluluğu ör¬gütlenmesinin “demokratik” görünümünü oluşturmaktadır.
Birlik, kaçınılmazlıkla şu Avrupa ülkesi¬nin daha çok, diğerinin daha az çıkarına, hatta bazen çıkarına olmayarak, ama görece zararlı çıkan ülke tekelci burjuvazisinin olmazlayamayacağı çünkü başka türlü davranmasının daha çok çıkarlarına aykırı olacağı dayatılmış güç ilişkileri, kuşkusuz ekonomik güç ilişkileri temelinde gerçekleşmekte ve birliğin örgüt biçimleri de bu çerçevede oluşmaktadır. Ancak şu var ki durum ve so¬nuçları, her ülke tekelci burjuvazisi tarafın¬dan olabilecek en lehte durum olarak içselleştirilmekte ve mevcut güç dengeleri, rekabet içinde bulunulan ABD ve Japonya gibi rakipler ve pazar kazanmaya yönelik emeller, bunlarla farklı güçler arasındaki çok yönlü ilişki, bugünkü demokratik görü¬nümlü içselleştirmelerin temel nedenini oluşturmaktadır. Doğal ki, bu, bugünkü du¬rumdur. Yarın, farklı şekillenmeler olasıdır. Farklı güç ilişkileri ve dengeleri farklı sonuç¬lara kuşkusuz yol açabilir. Ve zaten her ülke¬nin tekelci burjuvazisi, tamamen güç ilişkile¬rinin oluşturduğu bugünkü güçler dengesin¬de gerçekleştirmeye çalıştığı kendi çıkarlarının gereğini yapmaktadır.
Bugüne gelen süreçte Avrupa ülkelerinin tekelci burjuvazileri, dişe diş çekişmeler, kendi aralarında dikte etmeler, dayatmalar, hatta güç gösterileriyle uzun tartışmalar ara¬cılığıyla ve hâlâ çeşitli istisna kayıtlarını kap-sayarak ortak
-gümrük birliği politikası,
-sanayi politikası,
-tarım politikası,
-ticaret politikası,
-taşıma politikası,
-para politikası,
-azgelişmiş topluluk yöreleri politikası,
-rekabet kuralları politikası,
-vergi politikası,
-vatandaşlık politikası; saptamışlardır.
Her şey bir yana, bu politikaların yürütü¬lebilmesi ve bu alanlarda girişimlerde bulunulabilmesi; birbirleriyle ilişki halindeki ulusal organları, onların karşılıklı olarak ala¬cakları kararlar ve bunların uyumunun göze¬tilmesini yeterli olmaktan çıkarmıştır. Önce¬leri yalnızca denetsel işlevle çalışsa ve bir arada alınan kararlar çok dar alanları kapsa¬sa da; giderek doğrudan icrai organlar ve karar alanlarının genişlemesi yönünde ilerlemelerin gerçekleşmesiyle ve belki de uluslar-üstü nitelikte kurumsal bir yapılanma or¬ganlarıyla birlikte her geçen gün daha bir zorunlu hale gelmiş, üye ülkeler şimdiden bazı konularda ulusal yetkilerini topluluk organlarına devretmişlerdir. Kuşkusuz, henüz geri dönülmez bir süreç oluşmamıştır ve hâlâ her ülke kendi devlet örgütüne sahiptir ve ortak kararlar hâlâ bu devlet örgütlerinin denetimi altında, onayıyla ve aracılığıyla uy¬gulanmaktadır. Üyeler, çeşitli gerekçelerle ortaklıktan ayrılabilme hakkına sahiptir ama bir yandan da üyelerin tümünü kapsa-yan ortak bir devlet örgütünün kuruluşuna doğru da gidilmekte, böyle bir örgüt çeşitli organlarıyla inşa edilmekte ve organizasyon ilerledikçe işlevselleşmektedir. Bugünden bir ortak Avrupa bürokrasisi sadece doğma¬mış, üstelik epey serpilip gelişmiştir de. He¬nüz karar yetkileri ve sıklet merkezi ortaklı¬ğa ait olmasa bile, ortak bir ordu kuruluşuna da başlanmıştır. Birlik örgütlen¬mesinin, temel örgütsel alanlara da yöneldi¬ği görülmektedir.
Böyle örgütsel bir varoluşa geçişin, Avru¬pa ülkeleri burjuvazileri arasında belli başlı temel konu ve alanlarda, rekabeti ve sürtüş¬meleri dışlamayan, ama giderek de güçlenen bir yakınlaşmanın, ortak çıkarlar ve uyumun sonucu olabileceği ve olduğu tahmin edilebi¬lir. Ama özellikle sürecin belirli bir anından itibaren bizzat bu kurumlar ve izledikleri ortaklaştırılmış politikaların varlığının, birliği giderek daha fazla koşullandırdığını; çıkar ortaklığının alanını genişletme, uyumu pe¬kiştirme, aradaki çelişmeleri yumuşatıp gi¬derme yönünde rol oynayacağını ve oynadı¬ğını söylemek doğru olacaktır.
“Birleşmiş Avrupa”, böylelikle bugünden diğer ülkeler emperyalist burjuvazisiyle eko¬nomik ve siyasal kavgasında zırhını kuşan¬maktadır; onlarla kavga şimdiden tek tek Avrupa ülkelerinin kavgası olmaktan çıkıp Avrupa dayanışmasının kavgası olmaya dö¬nüşmekte, bu, Avrupa Birliği’nin organları¬nın zorunluluğunu artırıcı bir faktör olma¬nın yanında, dayanışma ve birlik geliştikçe kavga daha zorlu ve sert bir türüne doğru gelişmektedir. Bizatihi bu kavga, “Avrupa Birliği”nin itici güçlerinden biridir.
“Birleşmiş Avrupa”, bugünden işçi sınıfı¬na karşı zırhını kuşanmaktadır. Tek tek her Avrupa ülkesinde, burjuvazi ile işçi sınıfı ara¬sındaki zaten uluslararası niteliğe sahip kav¬galar, şimdiden birliğin artırdığı burjuva ola-naklar çerçevesinde gelişmeye başlamıştır. İşçi sınıfı, tek tek her ülkede, karşısında yal¬nızca “kendi” burjuvazisini değil, olanakları¬nı dayanışmanın ötesinde birleştirerek uluslararasılaşmasını ekonomik alandan, giderek siyasal alana da yaymaya yönelmiş bir burju¬vaziyi bulmaya başlamıştır. Savaş alam, her geçen gün ülke sınırlarını aşmakta, işçi sınıfı için uluslararası dayanışmanın ötesinde sıkı örgütsel yapılar zorunlu hale gelmektedir. “Avrupa Birleşik Devletleri”, gerçekleşme ışıkları yandıkça, Lenin’in yüzyılın başında belirttiği gibi sosyalizme karşı bir birlik ola¬rak gündeme gelmektedir.
“Birleşmiş Avrupa”, bugünden diğer ülke¬lere, özellikle geri ülkelere yöneltilmiş bir tehdit ve sömürgen emperyalist, yağmacı bir Avrupa olarak var olmaktadır. “Birleşmiş Av¬rupa”, bugünden geri ülkeler karşısında ya¬yılmacı bir güç olarak yer alırken, yayılma ve bu yayılma içinde diğer emperyalist ülke¬lerle hesaplaşma, birliğin temel itici güçle¬rinden birini oluşturmaktadır. Birlik; yayıl¬macılığı ve koşullarını kolaylaştırıp elverişli hale getirmekte, Avrupalı burjuvazinin ola¬naklarını bu yönüyle de artırmaktadır. Türki¬ye gibi ülkelere başından beri dikte ettirilen eşit olmayan sömürgeci ortaklık ve Balkan¬lar, eski Sovyet Asya’sı ve Afrika’ya yönelik sömürgeci yönelim ve ataklar, şimdiden bel¬li başlı göstergeler olarak gözler önündedir.
Topluluk organlarının geleneksel ulusla¬rarası örgütlenmelerden farklılığını açık olarak belirleyebilmek için, her birinin kuruluş gerekçeleri ve görevlerine bir göz atmak ye¬rinde olacaktır.

AVRUPA TOPLULUĞUNUN ORGANLARI

Başlangıçta daha çok denetim ağırlıklı olarak hayata geçen topluluk organları, gi¬derek icra organlarına da dönüşmüştür ve genel olarak icrai ve denetim organları ola¬rak iki grupta toplanmaktadır. Bunlardan Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu ic¬rai karar organları olup, Avrupa Adalet Divanı ise denetleyici bir fonksiyona sahiptir.
Avrupa Konseyi:
Avrupa Topluluğu kurucuları “Avrupa Konseyi” adını alan bir üst siyasal organ kurmuşlardır. Konsey, kendisine Avrupa Ko¬misyonu tarafından sunulan genel kapsama sahip bir memorandum veya belirli bir so¬run etrafında yoğunlaşan bir öneri aldığı za¬man; bu konuda yapacağı görüşmelerin ha¬zırlanması, raporların vb. düzenlenmesi görevini Daimi Temsilciler Komitesi’ne ver¬mektedir. Daimi Temsilciler Komitesi ise, ba¬zıları daimi nitelikte olan çok sayıda komite ve çalışma gruplarına dayanarak çalışmaları¬nı yürütmektedir.
Konsey, her üye devletin hükümet üyele¬rinden birinin katılımıyla oluşmaktadır. Bu¬gün Konsey’in 12 üyesi vardır ve üyeler ge¬nellikle Dışişleri, Maliye, Tarım, Ulaştırma ve Enerji bakanlarından teşkil olmaktadır.
Bu bileşim, henüz üye devletlerin, tek tek örgütlenmelerinin belirleyici olan fonksi¬yonuna işaret etmektedir. Konsey’in kararla¬rı, hâlâ, tek tek hükümetler temel birim ola¬rak, onların kararlarına dayanılarak ve bu kararların uyum hali aranarak alınmakta ve yine tek tek bu hükümetler tarafından uygu¬lanmaktadır. Esas icrai organlar bugün de tek tek hükümetlerdir; ancak Konsey’de de ) kararlar alınmakta ve genellikle bunlar hükümetlerin politikaları ile çelişki içinde ol¬mayan ama uyum gözetilerek tek tek hükümetlere ait olmaktan çıkarılarak, birliği kapsamak üzere geliştirilmiş kararlar olmak¬tadır. Kararlar, çoğunlukla çelişkilerin geçer¬li olduğu konularda alınmakta, belirli bir kavgayı gereksinmekte ve uzlaşmayı ifade¬lendirmektedir. Uzlaşmaysa; kuşkusuz, güce ve olanaklara sahip ülke lehine gerçekleş¬mekte, ama daha az güç ve olanaklara sahip olanların dışlanması yoluna gidilmemek ve belirli bir noktada uyum, karşılıklı emperya¬list çıkarlar gereği öngörülmektedir.
Konseyin, uzlaştırma amaçlı icrai bir or¬gan olarak başlıca iki görevi vardır: İlki, Topluluk kurucu antlaşmalarında öngörülen birliğe yönelik amaçları gerçekleştirmek ve üye devletlerin genel ekonomik politikaları¬nın eşgüdümünü sağlamaktır. Konsey’in bel¬li başlı tartışma ve kararlarında şimdiye ka¬dar ekonomik politikalar ağırlıklı olmuştur. Başlıca ekonomik politikalardaki farklılıkları ve altında yatan çıkar farklılıklarının belirli bir uzlaşma sağlanması ve bunun için karşı¬lıklı tavizler verilmesi’ aracılığı ile aşılması, Konsey gündeminin büyük bir bölümünü doldurmuştur.
Konsey’in ikinci görevi ise, Topluluk üye¬leri arasındaki ekonomik ve sosyal dayanış¬mayı güçlendirmek, bunun için ülkelerin bir¬birlerine gerekli destekleri sunmasını organize etmek ve dayanışmayı siyasal işbir¬liğine ve birliğe dönüştürmektir.
Avrupa Konseyi toplantıları ve Avrupa Parlamentosu’nun tek dereceli olarak doğru¬dan seçilmesi gibi gelişmeler ve kuşkusuz bunların temelini oluşturan başlıca ekono¬mik konularda, farklı ülke sermayeleri arasında sağlanan çıkar yakınlaşması, hükümet başkanlarının 1972’de yaptıkları toplantıda Topluluk’a üye ülkeler arasındaki ilişkilerin bir “Avrupa Birliği”ne dönüştürülmesi kara¬rının alınmasını gündeme getirmiştir. Avru¬pa Birliği süreci, bu tarihten itibaren daha bir hızlanarak ilerlemektedir.
Avrupa Topluluğu Komisyonu:
Avrupa Topluluğu Komisyonu, yine bir anlamda topluluğun eşgüdümünü sağlayan bir üst kuruluştur. Komisyon, fonksiyonel olarak, antlaşmaların uygulanmasının yanı sıra, Topluluk politikalarına yön veren ve hatta Topluluk’un çıkarlarını uzun vadeli olarak gözeten yetkilerle donatılmıştır. Kon¬sey gibi komisyon da, bir uzlaştırma organı olarak şekillenmiştir. Uzlaşma ise, yalnızca çıkar çelişme ve çatışmalarının ortaya çıktığı konularda değil, saptanmış ortak politikala¬ra uygun olarak uzun vadeli gelişme pers¬pektifleri açısından da söz konusu olmakta¬dır.
Komisyonun birinci görevi, Topluluk ku¬rallarını koyan, tek tek ülkelerin hukuklarıyla uyumlu bir topluluk hukuku geliştiren ol¬dukça pratik bir tür yasa kuyuculuktur.
İkinci görevi, Topluluk’un yürütme orga¬nı işlevini görmektir.
Komisyon’un üçüncü görevi ise, üye dev¬letlerin Topluluk’un kurucu antlaşmalarına uygun davranıp davranmadıklarını izlemek, gerekli olduğu durumlarda üye devletlerin antlaşmalara uymaları bakımından dikkatle¬rini çekmektir. Komisyon, uyarılarına uyma¬yan üye devletler üzerinde doğrudan bir yaptırım uygulama gücüne sahip olmadığı gibi, kendi başına politikalar saptayıp uygu¬lama yetkisine de sahip değildir. Ancak, uyarılarına uymayan tek tek üye ülkelere karşı
Avrupa Topluluğu Adalet Divanı önünde da¬va açma yetkisi vardır.
Konsey, bunlardan başka, Konsey kararlarının taslağını hazırlama görevini yüklen¬miştir ve ayrıca Konsey’e tavsiye ve görüşle¬rini bildirme yükümlülüğü vardır.
Avrupa Parlamentosu:
Avrupa Parlamentosu bugün 518 millet¬vekilinden oluşmaktadır. Başlangıçtan farklı olarak, her üye ülkede Avrupa Parlamentosu milletvekilleri ayrı bir seçimle doğrudan se¬çilmektedir. Ama genel olarak olduğu gibi son Avrupa Parlamentosu seçimlerine katı¬lım oranlarının düşüklüğünün de gösterdiği gibi, bu organ, pek fonksiyonel bir organ ol¬madığı gibi, yönetsel bir organ da değildir. Bu durumuyla tek tek ülkelerin parlamentolarının yönetsel mekanizmalar içinde sahip olduğu fonksiyonu aynıyla yansıtmaktadır. Tek tek ülkeler yönetsel organlarından baş¬layarak başka organlarda alınmış kararlan onaylayan Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerini, “Avrupa Birliği” lehinde avutmaya yönelik gürültü çıkana ,”moral” ağırlıklı bir organ¬dır. Yine de tek tek ülkelerde verilmeye çalı¬şılan görüntüye benzer göstermelik görevler¬le donatılmıştır. Avrupa Konsey ve Komisyonu’nu denetlemek ve Topluluk büt¬çesinin oluşturulmasına katılıp onaylamak gibi. Üye ülkelerin “Meclis Komisyonları”na benzer çeşitli uzmanlık komiteleri vardır. Parlamento “görevlerini” bu uzmanlık komi¬telerine havale etmek aracılığı ile yerine ge¬tirmektedir ve bugün bu komitelerin sayısı 18’dir. Bunlar; siyasal, sosyal, ekonomik, tarım, balıkçılık, gıda vb. konularda çalışmalar yürütmektedirler.
Avrupa Parlamentosu’nda parlamenter¬ler, Avrupa Birliği eğilimini de yansıtmak üzere kendi ülkelerine göre değil, sahip ol¬dukları siyasal eğilimlere göre gruplaşmakta¬dırlar. Sosyalistler (sosyal demokratlar), Av¬rupa Halkçı Parti grubu (Hıristiyan demokratlar), komünistler (revizyonistler), liberaller vb. gibi.
Adalet Divanı:
Avrupa Topluluğu bağımsız yargı organı olarak nitelendirilen, ama kuşkusuz burjuva göstermelik “bağımsızlığa” sahip olmanın ötesinde, gücünü; kendi yaptırım olanakla¬rından değil, -çünkü bir mahkeme olarak parçası olduğu silahlı ordu ve polis güçleriy¬le, hapishane vb. kurumlara sahip bir birlik devleti henüz bulunmuyor- üyelerin gönül¬lü katılımından ve daha da çok, sahip oldu¬ğu uluslar ötesi prestijden alan Adalet Diva¬nı, yine başlıca bir moral kuruluşudur. 13 yargıcın yanında, savcı ve Divan’ın kalem iş¬lerini yürüten bir mahkeme başkâtibinden oluşmaktadır.
Adalet Divanı, üye ülkelerden birine yö¬neltilen kurucu antlaşmalara ve topluluk hu¬kuku kurallarına uygun davranmama iddia¬ları, Roma Antlaşması’nın yorumu, topluluk yönetimi ile personeli arasında çıkan anlaş-mazlıkların çözümü gibi konulan ele alıp in¬celer ve karara bağlar. Adalet Divanı karar¬ları kesindir, temyiz edilemez; ancak, tüm üyeler için bağlayıcı ve uyulması zorunlu ol¬makla birlikte uygulanma şansı, karara konu olan üye devletlerin kabulüne bağlıdır. Kuş¬kusuz kararlara uymama, üyeliğin düşmesine varacak bir sürecin başlangıcını oluştura¬bilir, ama genel olarak uzlaşma üzerine kurulu topluluk, üyelerin temel yönelimini oluşturan yakınlaşma, birliğe gidiş ve bunun unsuru olan uzlaşma eğilimini tarih yapacak dönemeçler söz konusu olmadıkça, bu tür gelişmelerden kaçınacak ve kuşkusuz Adalet Divanı da bu durumu gözeterek uzlaşmayı imkânsızlaştıracak kararlardan kaçınacaktır, bugüne dek de kaçınmıştır. Topluluğun tüm organlarına yön veren temel yaklaşım, bu¬gün için dağılma değil; uyum, uzlaşma ve birliğe yönelmedir. Divan kararlarının bağla-yıcılığından önce ortaya çıkışı da bu çerçeve¬de, ulusal çıkarların görmezden gelinmeden olmaktadır.
Topluluğun, Avrupa Yatının Bankası ve Sayıştay gibi ek organları da vardır.

TOPLULUK’UN FİNANSMANI

Avrupa Topluluğu’nun cari giderleri oldu¬ğu kadar hedefleri ve işleyişi için gerekli olan harcamaları, vergi karakterli kaynakla¬ra dayandırılmıştır. Özellikle tarım ürünleri ithalatından alınan fonlar ve gümrük ve kat¬ma değer vergilerinden alınan paylar temel öneme sahip kaynaklardır. Topluluğun belli başlı finans kaynakları, ortak gümrük tarife hâsılatı, tarımsal vergiler ve katma değer vergisinden alınan paylardır.
Ortak Gümrük Tarifesi Hâsılatı, Topluluk’un “Gümrük Birliği” temeli üzerinde ku¬rulmuş olması ve izlediği ortak dış ticaret politikasının bir sonucu olarak ortaya çık¬maktadır. Bu gelirleri, üye ülkelerin gümrük idareleri, topluluk adına tahsil ederler.
Tarımsal Vergiler, Topluluk’un uyguladığı ortak tarım politikasının bir sonucu olarak elde edilir. Tarımsal vergiler, Topluluk’a üye olmayan üçüncü ülkelerden ithal edilen ta¬rım ürünlerinin fiyatlarının üzerine konulur ve ölçüsü, her ürün için topluluk destekleme fiyatı ile uluslararası piyasa fiyatı arasındaki farka eşit olarak saptanan miktardır. Bu ver¬giler de, topluluk adına üye ülkelerin mali idareleri tarafından tahsil edilir ve Topluluk
Bütçesi içinde yer alan Avrupa Tarım Garan¬ti ve Yönlendirme Fonu’nda toplanır.
Bu vergilendirme, açıkça anlaşıldığı üze¬re topluluk üyesi tarım ürünleri üreticisi ül¬keleri, onların tarımını ya da genel olarak çıkarlarını korumak üzere, onlara verilmiş tavizler olarak alınmış önlemlerdir. Bu yolla hayvansal ürünler sektöründe başlıca Hollanda ve örneğin tarımsal ürünler sektörün¬de şarapçılığı gelişkin Fransa gibi ülkeler, açıktan gümrük vergilendirilmesi yoluyla, yalnızca üçüncü ülkeler aleyhine değil, ta¬rımsal üretici olmayan Avrupa ülkeleri aley¬hine de korunmaktadır. Tarım üreticilerine sunulan bu destek, belki uzun vadeli ekono¬mik, belki de siyasal-stratejik nedenlerle di¬ğerleri tarafından birlik amacıyla kabullenil¬miştir.
Topluluk, katma değer vergisi üzerinden de bir pay almaktadır. Tüm üye ülkelerde matrahları uyumlandırılmış katma değer vergisinin yüzde birlik bölümü, topluluğa ayrılmıştır.
Tüm bu gelir kaynakları, topluluğun fi¬nansmanı için bir fonda toplanmaktadır.
Bu fonun kullanımında da üye ülkeler açı¬sından eşitsizlikler ortaya çıkmakta bu eşit¬sizliklere, birlik yaklaşımıyla ve ülkeler ara¬sındaki fiili eşitsizliklerin giderilmesine katkı amacıyla katlanılmaktadır. Bazı üye ülkeler, bu fona ek katkılarda bulunurken di¬ğer bazıları ise fondan önemli miktarlarda yardımlar almışlar ve almaktadırlar.
Örneğin İtalya, Portekiz ve İspanya, top¬luluğa üye olurken fondan büyük destekler almışlar ve bu, ekonomilerini ve belli başlı sektörlerini diğer ülkelerin standardına ulaş¬tırmaya yardım amacıyla açıklanmıştır.
Kuşkusuz, hiçbir kapitalist ülke çıkarı ol¬madıkça bir başkasına yardım etmez. Karşı¬lıksız yardım, kapitalizmin doğasına aykırı¬dır. Birliğin pazar olanakları, başka pazarla¬ra yönelmede olumlu rolü, siyasal-stratejik önemi ve sağlayacaktan vb. gibi unsurlar, Topluluk içinde geri ve daha az gelişkin ko¬numda bulunan ülkelere çeşitli ekonomik ta¬vizler veren ve sözde onların ekonomileri¬nin gelişmesine katkıda bulunan daha ileri ülkelerin bu destekler için “ikna olmalarını” sağlayan başlıca nedenler arasındadır. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmemekte, an¬cak bunun hesapları da inceden inceye yapıl¬maktadır.
Örneğin Türkiye, yıllar öncesinden Topluluk’a üyelik antlaşmasını imzalamasına kar¬şın, bu “ince” hesaplar yapıldığında kârlı bu¬lunmadığı için özenle topluluğun dışında ve uzağında tutulduğu gibi, şimdiye kadar fon¬dan hiçbir destek de görmemiştir. Gerekçe ise hazırdır. Yunanistan, daima neden göste¬rilerek tercih ondan yana kullanılmıştır. Bir başka gerekçe Türkiye’nin “askeri demokra¬sisi”dir. Bunlar kuşkusuz gerçek gerekçe ya da nedenler değillerdir. “İnce hesap” tut¬mamaktadır.
Türkiye’ye biçilen, sömürgelik statüsü¬dür. Tam üyelik başvuruları Roma Antlaşma¬sından bu yana reddedilen Türkiye’ye yeşil ışık, Topluluk üyeliği dışı Gümrük Birliği üyeliği açısından yakılmış, Türkiye, bugüne dek attığı imzaların zorunlu bir sonucu ola¬rak Gümrük Birliği’nin kapısına dayanmıştır. Topluluğa yine de üye olamayacak, ama Gümrük Birliği’ne katılacaktır.
Bunun anlamı açıktır. Türkiye, Topluluk üyeliğinin haklarından yararlanamayacak, örneğin işçileri için serbest dolaşım hakkın¬dan ve ekonomisini “Avrupa standardına ulaştırmak için gerekli destekler”den faydalanamayacak; ama pazarını Avrupa ülkelerinin sermayesine ardına kadar açacak, onlar¬la tüm alışverişlerini gümrüksüz yapacaktır. Koruma ile zor ayakta duran sanayinin, gümrük duvarlarının korumasından yoksun kaldığında, içine düşeceği yok oluş batağı, herkesçe görülebilir durumdadır. Rekabet olanaklarına sahip olmayan Türk sanayisi, Avrupa sanayi ürünleri karşısında çökecek¬tir. Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, gümrük koruması tümüyle kaldırılacağından tam bir yağma konusu olacaktır. Üstelik ül¬ke ekonomisi, üçüncü ülkelere transit taşı¬macılıktan bugün almakta olduğu ayakbastı parası vb. türünden harçlardan da yoksun kalarak hemen bütün gelir kaynakları tüke¬tilmiş ve tamamen ilhak edilmiş bir sömür¬ge görünümü alacaktır.
Avrupa Topluluğu üyeliğinin yol açacağı sömürgeleşmede farklı boyutlar kazanma sü¬reci, yalnızca Gümrük Birliği üyeliği yoluyla olağanüstü hızlandırılmış olmaktadır.
Türkiye, bu süreci kesintiye uğratabilme olanağına da sahip değildir. Belki gösterece¬ği isteksizliğin kırılması amacıyla, “karşılaşa¬cağı zararların giderilmesi” gerekçe gösteri¬lerek sağlanacak birtakım “yardımlara” mazhar olacaktır. Hepsi bu.

TOPLULUK’A KATILMADA TÜRKİYE’NİN ÜSTLENDİĞİ YÜKÜMLÜLÜKLER

Topluluk’a üye olmak, ekonomik olduğu kadar siyasal bir tercihtir de. Bu bakımdan üyelik için gerekli ve üstlenilmesi zorunlu yükümlülükler, salt ekonomik çerçeve ile sınırlandırılmamıştır.
Öncelikle Türkiye’ye üyelik karşılığında vaat edilenler üzerinde durulmalıdır. Toplu¬luğun da Türkiye’ye karşı yükümlülüklerinin sözü edilmektedir.
Buna göre; Türkiye’nin lehine olarak Toplulukla arasında Gümrük Birliği tam ola¬rak gerçekleştirilecektir. Türk mallarının top¬luluğa üye ülkelere girişinde gümrük muafi¬yeti ve tam liberasyon uygulanacaktır. Türk tarım ürünlerinin, örneğin Topluluk’a itha¬linde, herhangi bir prelevman, hiçbir harç vb. alınmayacaktır. Ve her türlü miktar kısıt¬laması ve kota kaldırılacaktır. Bu yükümlü¬lükler, Türkiye, Gümrük Birliği’ne üye oldu¬ğunda uygulanacaktır. Ama Türkiye, Avrupa Topluluğu’na üye olmadığı için örneğin üye ülkelerin üçüncü ülkeler karşısında yararlan¬dığı tarım korumasından yararlanamayacak¬tır. Örneğin tekstilde de, Türkiye, Avrupa ülkeleriyle rekabet koşullarını yakalasa bile, üçüncü ülkeler karşısında korunmasız olaca¬ğı için, emek-gücünün olağanüstü ucuz oldu¬ğu Bangladeş, Pakistan, Çin gibi ülkelerin re¬kabetine dayanamayacaktır.
Üye olacak Türkiye’ye vaat edilen diğer tüm özendirici görülebilecek yükümlülükler, bu durumda, uygulanabilir olmayacaktır. Bunlara bugüne kadar hiç uymayan topluluk üyesi ülkelerin ve Topluluk’un, bundan son¬ra uyması için hiçbir neden yoktur.
Yükümlülükler arasında sayılan Türki¬ye’nin emek-gücü pazarına serbestçe girebil¬mesi, AT ülkelerinde serbest dolaşımı ger¬çekleşmeyecektir. Türkiyeli işçilerin, Topluluk ülkelerinde serbestçe ve ücretler ve sosyal güvenlik vb. yönleriyle eşit koşul¬larda çalışmalarına izin verilmeyecektir.
TC vatandaşlarının AT ülkelerine serbest¬çe yerleşmeleri ve serbestçe işyeri açıp çalış¬malarına müsaade edilmeyecektir.
Türkiye, Topluluk’un mali yardım ve des¬tekleme olanaklarından, vaat edilmesine karşın bugüne kadar yararlanamamıştır; bundan sonra da yararlanamayacaktır. Avru¬pa Yatırım Bankası, Bölgesel Fon, Sosyal Fon ve Tarımsal Fon (FEOGA-Avrupa Tarım¬sal Yönlendirme ve Garanti Fonu)’dan eşit şartlarla yararlanamamıştır, yararlanamaya¬caktır.
Vaatlere göre Türkiye, Topluluk Organla¬rında diğer ülkelerle eşit şartlarla yer alıp temsil olunacak, Topluluk yönetiminde hak sahibi olmanın yanında Topluluk kuruluşla¬rında Türkiyeli memurlar için de kontenjan ayrılacaktı. Bu yükümlülük de karşılanma¬mıştır ve bundan sonra karşılanması ise ola¬naksız olacaktır.
Topluluk, hiçbir yükümlülüğüne uyma¬mıştır. Geriye, kala kala tam köleleştirici ve hemen hiçbir şey “vermeden” köleleştirici Gümrük Birliği üyeliği kalmıştır. ’95’de gün¬demde olan budur.
Türkiye’nin uyamadığı yükümlülükler de olmamış değildir. Örneğin Gümrüklerde tak¬vime bağlanan indirimlere uyamamıştır Tür¬kiye. Şimdiyse gümrükleri sıfırlamaya boyun eğmek durumundadır. Nasıl yapacaktır bunu ve sonuçlarına nasıl katlanacaktır? Türk te¬kelci burjuvazisinin satamayacağı hiçbir şey kuşkusuz yoktur. Peki ya işçi sınıfı? O, bu¬günden gündeme getirilmiş özelleştirmelere karşı savaş bayraklarını yükseltmektedir. Gümrük Birliği üyeliği ile yakından bağlantı¬lı özelleştirmeye karşı, ülkenin sağlam tek gücü durumundadır. KİT’lerin bugünden özellikle yabancı sermayeye satışında olanca özendirici önlemler getirilmesi boşuna değil¬dir. Gümrükler sıfırlandığında beş para et¬meyecek yüklerden bugün para karşılığı kurtulmak pek akıllıca sanılmaktadır.

GÜMRÜK BİRLİĞİ (ROMA ANTLAŞMASININ HÜKÜMLERİ)

Uygulama zamanı yaklaştıkça medyatik tartışmalarda kapladığı yeri de genişleyen
Gümrük Birliği, hemen önündeki, kaçınılma¬sı neredeyse olanaksız bir adım olarak Tür¬kiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
Roma Antlaşması’nın 9. maddesine göre, “Topluluk, mal alışverişlerinin tümünü kap¬sayan ve üye devletlerarasında ithalat ve ih¬racatta alınan gümrük vergileri ile eş etkili bütün yükümlülükleri yasaklayan ve üçüncü ülkelerle ilişkilerde ortak bir gümrük tarife¬sinin uygulanmasına dayanan bir gümrük birliği üzerine kurulmuştur.”
Bu maddeyle, Topluluk içinde malların serbest dolaşımını olumsuz yönde etkileyen gümrük vergileri ve onlarla eş etkili, onların yerine üstü kapalı olarak ikame edilecek di¬ğer yükümlülüklerin kaldırılması amaçlanmaktadır. Türkiye de şimdiden kurtuluş ola¬rak gümrük vergilerinin yerine yeni vergi ya da harçlar icat edilmesi çabası içine giril¬miş ve bu yönde tartışmalar başlamıştır. An¬cak eş etkili hiçbir yükümlülük kalmaması gerektiği açıkça belirlenmiştir. Ve Roma Ant¬laşması’nın serbest dolaşım kuralı, yalnızca üye devlet menşeli mallar açısından ve yal¬nızca topluluk içi ticareti ilgilendirerek ge¬çerli değildir. Örneğin Türkiye’den üçüncü ülkelere çıkış yapan Alman mallan açısın¬dan, Almanya ile Türkiye arasında gümrük tarifesi sıfır olduğu gibi, üçüncü ülkelerden topluluğa giren ve ithal işlemleri üye ülkele¬rin herhangi birinde tamamlanmış mallar açısından da aynı kural geçerlidir. Örneğin Türkiye, Gümrük Birliği içinde yer aldığı du¬rumda, yalnızca ihracat yapabildiğinde kaza¬nacaktır. Doğal ki, bu ihracatı zararına yap¬mazsa!
Roma Antlaşması, ekonomik birliğe geçişi belirli bir kategori içinde değerlendirmekte¬dir ve gümrük birliği açık bir biçimde toplu¬luğa üye ülkelerin ekonomilerinin bütün yönleriyle entegrasyonunun ihtiyaçları arasında söz konusu olmaktadır. Öncelikle ön¬görülen ise; mal, hizmet ve kişi dolaşımını engelleyen sınırlamalar kaldırılarak dolaşı¬mı etkin kılmak için serbest rekabet koşulla¬rı çerçevesinde uyumlu bir mali politika oluşturmaktır.
Kelaynak gibi, Avrupa Topluluğu’na alın¬mazken Gümrük Birliği’ne zorlanan tek ülke olan Türkiye’nin “orijinalitesi”ni bir yana bı¬rakalım. Gümrük Birliği’nin özü, Avrupa Topluluğu içinde birleşmeye yönelmiş kapitalist ülkelerin tekelci sermayelerine, Avru¬pa çaplı uluslararası entegrasyonda hız ka¬zandırma ve böylelikle üçüncü ülkelere yönelik avantajlar sağlama amacına dayan¬maktadır. Tek pazar, tek para, tek devlet ve tek bir sömürü mekanizması. Hepsinin adım¬ları atılan bu tekelleştirmeci tröstçü yakla¬şım, kuşkusuz ancak Gümrük Birliği uygula¬ması ile anlam kazanmaktadır.
Topluluk üyesi ülkeler, gümrük vergileri¬ni kendi aralarında kaldırırken üçüncü ülke¬lere karşı ortak bir gümrük tarife ve politi¬kası uygulayarak kendi dışlarında rekabet olanaklarını diri tutup geliştirmeyi, hege¬monya ve saldırganlığın gücünü bilemeyi amaçlamaktadırlar.
Türkiye’de ’95’te Gümrük Birliği’ne dâhil olurken, zaten olağanüstü cılız, kolu kanadı iyice budanarak bu rekabetin girdabına ka¬pılacaktır.
Burada güç kazanacaklar olduğu gibi kaybedecekler de olacaktır. Tekelci sermayenin kaybedeceği bir şey yoktur, kazanından da olacaktır. Türk tekelci sermayesi, şimdiye dek biriktirdiklerini aracılıkta, ya da örneğin faiz ve spekülasyon alanlarında değer¬lendirerek kazançlı çıkma olanağını kullanmaya yönelecektir.   Başlıca Amerikan işbirliği yolunu tutmuş olanlar da taraf de¬ğiştirerek bu olanaktan yararlanabilirler; an¬cak ülkeyi kendilerinin ve efendilerinin iste¬diği gibi yönetme alışkanlığından vazgeçme¬yi zül sayarlarsa, ABD’ye dayanarak bu sürecin gelişmesini torpilleme yoluna sapabi¬lirler. Gümrük Birliği’ne girmemenin kısa za¬manda gerçekleştirmesinin tek yolu, bugün için bu olarak görülüyor.
İşçiler, emekçiler ve ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklan ise yağmalanacakların ba¬şında gelmektedir. Derme çatma sanayinin hemen tümüyle çöküşü, milyonlara milyon¬lar katmasıyla çığ gibi büyüyecek yedek işçi ordusu, tarım üretiminden bile uzak durmak zorunda kalıp dev gibi büyüyen sefalet karşı¬sında ölmek ya da savaşmak seçimini yap¬maya itilecek milyonlarca köylü ve yeraltı zenginliklerinin hunharca yağmalanıp tüketilme yoluna girilmesi… İşte bunlar, tekelci sermaye ve toprak sahipleri bir yana, ülke emekçi halkının zararına yazılacaktır. Ve kaybeden, bütün bir Türkiye halkı olacaktır.
Olanaklı olmayan en iyi durum gerçekleş¬se ve Avrupalı vaizler tüm eski vaatlerini ye¬rine getirseler de, bu durum değişmeyecek¬tir.
Hele bugünkü derin kriz koşullarında Gümrük Birliği’ne balıklama dalmak, işken¬ceyle öldürülmek demektir.
Ancak Gümrük Birliği’nin gerekleri ve da¬yanaklarından biri olan AT’ye katılmak, en iyi durumda “eşit ortak” olarak Topluluk’un “sunduğu olanaklar”dan yararlanmak “lüksü”ne “kavuşmak” da yine ölümdür. Rekabet olanaklarına sahip olmayan bir ekonomiyi, yine tüm zenginlik ve değerleriyle birlikte Avrupa’nın emperyalist ülkelerine peşkeş çekmektir.
Diyelim ki serbest işçi dolaşımı da bahşedilecek Türkiye’ye. Bu durumda Türkiye işçi sı¬nıfı, Almanya ya da Fransa’ya taşındırılacak de¬ğildir.
Üstelik krizin, yıkımı iyice belirgin kıldığı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin son yularda uygulamaya koyduğu politikalar, Türkiye’de yaşana-gelenlerden pek de farklı değildir. Tür¬kiye’de kulakların duymaya alıştığı kemer sık¬ma politikalarının yanında; devlet sübvansi¬yonlarının kaldırılması; eğitim, sağlık, konut, işsizlik yardımları gibi yardımlarda büyük kısıt¬lamalar; özelleştirme, erken emeklilik, çocuk yardımlarının azaltılması, çalışma saatlerinin uzatılıp ücretlerin düşürülmesi vb. vb. tüm Av¬rupa ülkelerinde gündemde olan ekonomik ve sosyal politika ve uygulamalardır.
Avrupa Birliği, Avrupalı tekelci sermayedar¬ların hedefidir. Onların kârlarının artırılma ve dünyadaki etkinliklerinin geliştirilme yoludur. Sermaye, meta ve emek-gücü dolaşımının ser¬bestleşmesi, üretimde kontrollerin azaltılması, emek-gücünün ucuz olduğu ülkelere yatırımla¬rın kolaylaşması, vergi yükünün hafiflemesi gi¬bi “Avrupa Birliği” getirileri, kapitalistlerin tat¬lı rüyalarıdır ve bu “cenneti” onlara “Avrupa Birliği” sunacaktır. Ama bütün bunlar, sınıf üzerindeki sömürü ağlarının güçlenmesi ve sö¬mürünün yoğunlaşması demektir. İşçi ve emekçilerin ülkeden ülkeye serbestçe dolaşa¬bilmeleri ise, kendi özgürlüklerinden çok, sermayenin kârlarının gerçekleştirilmesinin unsu¬ru olacak, işçiler yine her zamanki gibi, iş buldukları yerde çalışma yoksa ölme özgürlük¬lerini kullanabilir olarak kalacaklardır.
Bütün bunlara karşın İçeriğini açıklamaya çalışmış bulunduğumuz “Avrupa Birliği” çeşitli çelişkiler ve gelişim yasaları tarafından baltalanmaktadır. Bu çelişkiler esas olarak şöyle açıklanabilir:
“Avrupa Birliği”, en genel anlamıyla birlik süreci içerisinde yer alan önemli güçlerin (bun¬lar başlıca olarak Almanya, İngiltere ve Fran¬sa’dır) dünya pazarında ortak hareket etmeleri¬nin aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, göreceği bir işlev de, başlıca olarak Amerikan ve Japon tekellerine karşı korunma ve bunlar karşısında kendi durumlarım güçlen¬dirmektir. Ancak, Avrupa Birliği sürecinde yer alan önemli emperyalist güçlerin böylesi ortak amaçlan ve çıkar birliklerinin yanında, her bi¬risinin kendi ayrı çıkarları ve bu doğrultuda gi-riştikleri ekonomik ve politik yönelimleri de vardır. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’nin çelişkili bir birlik oluğu görülecektir. Bü¬tün bu çelişkilerin bugün kazanmış olduğu boyutlar bile, Avrupa Birliği’nin geleceğinin belirsiz ve tehdit altında olduğunu göstermektedir.(Bu konuda ayrıntılı bilgi için, Özgürlük Dünyası’nın 66. sayısında yer alan, “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri ve …” başlıklıyazıya bakınız.)
“Avrupa Birliği”, Türkiye işçi sınıfı ve emek¬çileri için ölüm ve Türkiye’nin iyiden iyiye soy¬suzlaşması anlamına geldiği gibi, Avrupa işçi sı¬nıfı açısından da sömürü ve kapitalist baskının yoğunlaşmasından başka anlam taşımamakta¬dır.
Avrupa işçi sınıfı olsun Türkiyeli sınıf kar¬deşleri olsun, uluslararası işçi sınıfına düşen, “Avrupa Birliği’ adı takılan emperyalist yağma ve saldırganlık ittifakına karşı mücadele etmek ve her ülkede kapitalizmi devirmek ve prole¬ter devrim için çalışmaktır.

Temmuz 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑