Enflasyon, “fiyatlar genel düzeyinin hızlı ve sürekli bir biçimde yükselmesi” olarak tanımlanır. Buna göre, belli bir dönem içinde fiyatların veya herhangi bir şeyin fiyatının bir kez yükselmiş olması enflasyon değildir. Dolayısıyla enflasyon, bir süreçtir ve ekonomide herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve sürüp giden bir dengesizliğin göstergesidir. Bu anlamda enflasyon oranı, mal piyasasında var olan dengesizliğin bir ölçüsüdür.
Enflasyonla birlikte ekonomide, o anda varolan gelir bölüşüm kalıpları, bunun sonucu olarak tüketim kalıpları ve yatırım kalıpları bozulur. Bu sürecin önüne gecikmediği, enflasyonun durdurulamadığı, hiç olmazsa katlanılabilir düzeyde indirilemediği durumlarda, ekonomik çöküntülere, toplumsal çalkantılara ve sonunda siyasal patlamalara neden olur,
Enflasyonun hangi nedenlerle ortaya çıktığına ilişkin birbirinden değişik kuramsal açıklamalar ve bunlara bağlı olarak da enflasyonu durdurmaya yönelik her kuramsal modelin önerdiği değişik politikalar vardır. Toplumsal her konuya olduğu gibi, enflasyon konusuna da kişiler, kendi dünya görüşlerinin çizdiği çerçeve açısından bakarlar. Bu nedenle herhangi bir kişinin, enflasyonun nedenini nasıl açıkladığı ve dolayısıyla enflasyonu durdurmak için hangi önlemlerin alınmasını önerdiği, onun siyasal görüşünü de ortaya koyar.
Bu yazı, enflasyonun nedenlerini, fiyat artışlarını önlemek için uygulanacak politikalar ve bu politikalar saptanırken nelerin dikkate alınması gerektiğini irdelemek amacıyla hazırlanmıştır.
Bu amaçla ilk önce enflasyon, belli başlı iktisat kuramları içinde nasıl tanımlanmış, yine bu kuramların enflasyonu durdurmaya yönelik politika önerileri neler olmuş, enflasyonun önlenmesi amacının, ekonomi politikanın diğer hedefleri ile çatışması ele alınıyor.
ENFLASYON KURAMLARI
1- KLASİK OKULUN GÖRÜŞÜ;
Fiyatlar genel düzeyindeki artışın, para miktarındaki artışa bağlı olduğu görüşüdür. Bu kuramı ilk ortaya atan kişi J. Bodin’dir. J. Bodin, 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan hızlı fiyat artışlarının en belli başlı nedenini, altın ve gümüş sunusundaki (arzındaki) artışa bağlamıştır. Merkantilistlerin gözlemleyip, formülleştirdiği paranın miktar kuramı, D. Ricardo’da kesin anlatım bulmuştur. Bu kuramın, belli başlı savunucuları, J. Bodin, D. Hume, J. Stuart Mill, Cantillon, D. Ricardo ve Fisher olmuştur.
D. Hume’un altın para rejiminde kendiliğinden işleyen mekanizmanın, herhangi bir müdahale gerektirmeksizin ödemeler bilânçosundaki dengesizliği gidereceği görüşünü D. Ricardo, kesin bir biçimde belirtmiştir. Buna göre, saf altın para rejiminde her ülkenin para stoku altından oluşur.
Kambiyo kuru da ülkelerin para birimlerinin içerdiği, altın miktarlarının karşılıklı oranlarına göre belirlenir. Kambiyo kuru altın giriş ve çıkış noktaları arasında sabittir. Açık verme durumunda, kambiyo kuru yükselir, bu durumda yabancı ülkeye altın göndermek ve onu yabancı paraya çevirtmek daha kârlı olur. Açık veren ülke altın kaybeder, fazla veren ülke altın kazanır. Ülkede altın sunusu arttıkça, para sunusu artar; azaldıkça da azalır. Bunun sonucu olarak fiyatlar genel düzeyi sırasıyla yükselecek veya düşecektir. Fiyatlar genel düzeyi yükseldiğinde dışalım özendirilmiş, dış satım azalmış olacak, tersi durumunda dışsatım özendirilmiş olacaktır.
Böylece, piyasanın kendiliğinden işleyen mekanizması yoluyla ödemeler bilânçosu kendiliğinden dengeye gelecektir.
Miktar kuramı görüşü, iki ayrı yaklaşımla ve denklemler yardımıyla açıklanmıştır.
Birincisi, Fisher’in “değişim denklemi”, diğeri “Cambridge denklemedir.
Değişim Denklemi Yaklaşımı:
Denklemi ilk defa Fisher 1897’de ortaya koymuş, daha sonra 1911 yılında yayınlanan “paranın satın alma gücü” adlı yapıtında son biçimini almıştır.
Fisher, miktar kuramının açıklanmasında kullandığı denklemde,
M.V= P.T değişkeni kullanmıştır.
M = para miktarı
V= paranın el değiştirme hızı
P= ortalama fiyat
T= alınıp satılan mal ve hizmet miktarıdır.
M.V= değişim denkleminin para yanını gösterir.
P.T= değişim denkleminin mal yanını gösterir.
M.V= p1q1+p2q2+..+pnqn’den oluşur,
p1= malın ortalama satış fiyatı
q1= satın alınan mal miktarı’dır.
Bütün p’lerin birleşik ortalaması P, bütün q’ların toplamı T olursa, denklem; M.V= P.T halini alır.
Mevduatı da içine alacak şekilde denklem genişletilirse; M.V+M’.V’=P.T şeklini alır.
M= para miktarı
M’ – mevduat
Fisher’e göre, “paranın miktar kuramı kısaca şudur: (el değiştirme hızı ve ticaret oylumu aynı kalmak koşuluyla) para birikiminin sayısını artırdığımız zaman fiyatlarda aynı oranda yükselir.
M’deki artış M’ miktarını daha fazla oranda artırır.
Yine V yi ve V’ yü hızlandırır.
M deki artış geçiş döneminde T üzerinde artırıcı etkide bulunacaktır. Tek pasif değişken “fiyat düzeyi”dir.
M deki artış, fiyatları aşamalı olarak artıracaktır. Fiyatların yükselişini, faiz oranı yükselmesi izleyecektir. Kazançlarının artmasından cesaret alan girişimciler, daha çok borçlanacak, sonuçta mevduatları, para miktarına göre artacaktır. Bu da fiyatların yeniden artmasına neden olacaktır. Böylece fiyatların az miktarda yükselmesi, kendi kendine yineleyen olaylar dizisini harekete geçirecektir.
Otonom değişken (M) de bir azalma olduğunda, fiyatlar düzeyinde M deki azalma oranında bir düşüş gerçekleşip, denge yeniden kuruluncaya kadar birbirini izleyecek olaylar dizisinin tersi olacaktır.
Cambridge Denklemi Yaklaşımı:
Cambridge denklemini Marshall (1923) ve Pigon (1917) ortaya koymuştur.
M= kPT
M= para sunusu
k= para miktarı ile alışveriş oylumu arasındaki oran
P= fiyatlar genel düzeyi endeksi
T= reel alışveriş oylumu
kPT= para istemidir.
P=M/kT denklemi bu şekilde yazılırsa, fiyatlardaki değişmelerin para sunuşundaki veya toplumun reel para istemindeki değişmelerden ortaya çıkabileceği görülür.
k= kuramsal bir etmen,
T= ekonominin sahip olduğu kaynaklarla sınırlı, dolayısıyla, reel para istemi kısa dönemde sabit olacaktır. Bu durumda para sunuşundaki değişmeler, fiyatları da aynı yön ve oranda etkileyecektir.
Para sunuşundaki bir artış, elde tutulan paranın marjinal faydasını düşüreceğinden, herkesin elindeki fazla parayı elinden çıkaracağı, dolayısıyla mal ve hizmetlere olan istemlerin artacağı, sonuç olarak da bunların fiyatları yükselteceği söylenebilir.
Görüldüğü gibi;
Miktar kuramı, uzun dönemde para miktarı ile fiyatlar genel düzeyinin aynı yön ve oranda değişeceğini belirtmektedir. Bu yargıya varırken öteki şeylerin aynı kalacağı varsayımına dayanmaktadır.
Ancak, bu varsayımla doktrin “bilinenin belirtilmesi” biçimini almaktadır. Öte yandan para miktarındaki değişmenin yol açtığı fiyatlar genel düzeyindeki değişmenin dinamik yolunu gösteren hiçbir şey miktar kuramınca belirtilmemektedir.
Çünkü klasik iktisatçılara göre;
a) Para, ancak alışverişi kolaylaştıran bir araçtır. Sadece alışveriş güdüsü ile istenmektedir ve para isteminin faiz esnekliği yoktur. Elde tutulan para gelir getirmediğinden “akıllı kişiler” ellerinde atıl para tutmazlar.
b) Tam yarışmacılık geçerlidir, dolayısıyla fiyatlar esnek olduğundan bütün artırımlar yatırıma gider, üretimden sağlanan gelirin etmenler arasında paylaşımı ve etmen gelirler hemen istem olarak piyasaya yönelir. Efektif istem yetersizliği yoktur, “her sunu, kendi istemini yaratacak” biçimde özetlenen J.B. Say’ın (“çıkışlar yasası”, “Mahreçler kanunu”) geçerli olacak ve dolayısıyla tam istihdam üretim düzeyine otomatikman ulaşılacak ve para ekonomik olayların üzerinde bir peçe olarak kabul edilecektir.
Klasik okula göre, enflasyonun tek nedeni, para sunuşundaki artıştır.
2- KEYNESYEN OKULUN GÖRÜŞÜ
Keynes, 1929 dünya ekonomik bunalımını yaşadıktan sonra, klasiklerin ileri sürdükleri gibi, ekonominin tam istihdam halinde olmadığını, artan işsizlik ve dengesizliklerin piyasa mekanizması tarafından otomatikman giderilmesinin mümkün olmadığını, ücret ve fiyatların aşağı doğru esnek olmalarının tam istihdam sayılacağı görüşünün doğrulanmadığını, faiz oranının, kaynakların tam kullanımını gerçekleştirecek biçimde yatırımı ve artırımı birbirine eşitleyeceği görüşünün yanlış olduğunu söyler.
Para miktarının “nötr” bir değişken olmadığını, spekülatör güdü ile yapılan para isteminin olduğunu, dolayısıyla, paranın örtü olmadığı, tam tersine ekonomik yaşamda çok önemli bir etmen olduğunu kabul eder.
1936 yılında Keynes’in yazmış olduğu “Faiz, Para ve İstihdam Genel Kuramı” adlı kitabında, klasiklere karşı yapılan eleştiriler kuramsal bir bütünlüğe kavuşturulmuştur.
İlk defa ABD’de başkan Roosevelt tarafından “NEW DEAL” politikası ile de pratikte kullanılmıştır.
Keynes, istem ve sunu yönünden gelen etkilerin birlikte, fiyatların genel düzeyindeki artışları başlatıp sürdürebileceğini ortaya koymuştur.
Keynes, “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Kuramı” adlı yapıtının önsözünde temel görüşlerini şu şekilde açıklamıştır:
“Aşağıdaki analiz, benim bir zamanlar düşüncemi karıştıran miktar kuramının karışıklığından kesin uzaklaşışımı belgelemekledir Ben bir bütün olarak, fiyat düzeyinin tümüyle bireysel fiyatlarla benzer biçimde, yani sunu ve istemin etkisi altında, belirlendiğini kabul ediyorum. Teknik koşullar, ücretlerin düzeyi, fabrikanın ve işgücünün kullanılmayan kapasitesinin büyüklüğü ve piyasaların ve yarışmacıığın durumu, bireysel ürünlerin ve bir bütün olarak ürünlerin sunu koşullarını belirler. Bireysel üreticilerin gelirlerini sağlayan girişimci kararları ve bu bireylerin, bu gibi gelirlerini kullanışı konusundaki kararları, istem koşullarını belirler ve fiyatlar, hem bireysel fiyatlar, hem de fiyat düzeyi, bu iki etmen sonucu olarak ortaya çıkar,
Para ve para miktarı, işin bu aşamasında direkt etken değildir. Onlar görevlerini, analizin daha önceki bir aşamasında yapmışlardır. Para miktarı, likit kaynakların sunusunu ve dolayısıyla faiz oranını ve öteki etmenlerle birlikte (özellikle güven duygusu) yatırımı belirler. O da gelirin, ulusal ürünün ve istihdamın genel düzeyini saptar ve (her aşamada öteki etmenlerle birlikle) fiyat düzeyi bir bütün olarak sunu ve işlemin etkileri yoluyla böylece oluşur.”
3- ÇAĞDAŞ PARASALCI OKUL
Çağdaş parasala görüşü, M. Friedman’ın önderliğini yaptığı Chicago Okulu ortaya koydu. Friedman’a göre çağdaş yazarların çoğu, fiyat artışlarını değişik nedenlere bağlamaktaydılar. Yatırımların tasarrufları aşması, işçilerin ücretlerini artırması, girişimcilerin kârların artırması, diğer şeylerin üretiminde gerçekleştirilen artış kadar yiyecek üretiminin artırılmaması, gösterilen nedenlerin bazılarıydı. Ancak bunların fiyat artışlarına yol açabilmesi için para stokunda bir artış sağlamaları gerekirdi. Friedman’a göre bu açıklamaların iki ana nedeni vardı. Birinci neden, birey için doğru olanın, toplum için doğru olanla karıştırılması eğilimidir. Fiyat artışları olayında her birey için fiyat yükselmesi, para stokunun artması ile ilgili değildir. Bir birey olarak girişimcinin, maliyetleri yüksek ürünlerini daha yüksek fiyattan satabileceğini görmesi sonucu fiyatları yükseltir.
İkinci neden, günümüzde para sunusunu artırma konusunda hükümetin tekel durumunda olmasıdır.
Böylece, gerçek suçlu olan hükümet, kârın artırıldığı gerekçesiyle, girişimciyi, ücret artışları nedeniyle sendikaları, yiyecek üretimini artıramadığı için çiftçiyi suçlayabilmektedir.
Entelektüel düzeydeki suçlu ise, Friedman’a göre, ekonomik analizlerde paranın rolünün azaltılmasına neden olan Keynes’çi devrimdir.
4- YAPISALCI OKUL
1950’lerde, yinelenen başarısızlıklar, fiyat artışlarının nedenleri ve buna karşı alınacak önlemler konusunda yeni bir tartışma başlattı. Bu tartışmanın bir yanında parasalcı görüşü savunan Uluslararası Para Fonu (IMF), diğer yanda fiyat artışlarını yapısal nedenlere bağlayan Birleşmiş Milletlerin Latin Amerika için Ekonomi Komisyonu (ECIA) vardır.
ECIA içinde bölgelerin yapısal zayıflıkları incelenirken, Klasik veya Keynes’çi geleneksel kuramların pek fazla yarar sağlamayacağı ve yeni kuramsal açıklamaların gereği ortaya atıldı.
Parasalcı okulun temelindeki liberal dünya görüşü ve onun ekonomi alanındaki uzantısı olan klasik okul, istikrarlı bir toplum varsaymaktaydı. Böyle bir toplumda kişisel yarar, aynı zamanda toplumsal yarardır. Tam rekabet ve ekonomik ilişkilerde uluslararası kısıtlamaları olmamış ülkelerin, üretim dallarında karşılaştırmalı üstünlüklere göre uzmanlaşmalarına yol açıyordu. Hükümete, böyle bir ortamda ancak ülkenin parasının istikrarını sağlama ve bütçenin denkleştirilmesi görevi düşüyordu. Bu doktrin, gelişmiş ülkelerde iki nedenle geçerliliğini yitirdi.
Birinci neden, temeldeki tam istihdamı, serbest rekabetçi otomatik dengeleyicilere ve A. Smith’in “görünmeyen el”ine, ülkenin ekonomik ve dolayısıyla politik geleceğini terk etmek, fiyat sisteminden yapabileceğinden çok fazlasını beklemekti.
İkinci neden, temeldeki değer yargılarının politik açıdan da kabul edilebilirliğini yitirmesidir. Sonuçta, klasik doktrinde, özellikle para kuramında birçok değişiklik yapılmıştır, Değişiklikleri, gelişmiş ülkeler geniş ölçüde kabul etmişken, azgelişmiş ülkelerde uygulanması yanlış olmuştur.
Yapısal zayıflıklar ortadayken, fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışların nedeni, eğer sorunun yalnızca parasal yönü görülürse, anlaşılamaz,
Ülkenin üretim ve istem yapısının özellikleri, demografik gelişmeyi, mali yapıyı, iç politikanın durumunu dikkate almadan, yalnızca fiyatların yükseliş sürecini parasal ilişkilerle tamamlayanlayız.
Azgelişmiş görüş, ekonomik yapı ve bu yapıdaki değişmeler, enflasyonun temel nedeni oluşturduğunu savunmuştur.
Günümüzde, azgelişmiş ülkelerin hepsinin önemle üzerinde durdukları “ekonomik kalkınma” sorunları vardır. Ekonomik kalkınma, uzun dönemde kişi başına düşen reel ulusal gelirin artışının gerçekleştiği süreçtir. Bu süreç içinde değişik güçler, birbirlerini etkilemektedirler. Dolayısıyla, ekonomik kalkınmanın kendisi sürekli
“yapısal değişme”dir.
ENFLASYONU DURDURMAYA YÖNELİK POLİTİKA ÖNERİLERİ
1-KLASİK OKULUN ÖNERİSİ:
Klasik görsün vardığı sonuç, para sunusunu, fiyatlar genel düzeyini kontrole yönelik politikada anahtar değişken yapmaktadır.
1900’lerden önce, ekonomi, tam istihdam halinde olduğundan, devletin ekonomiye müdahalesi, doğal dengeyi bozacağından, kullanılan ekonomi politika, sadece para politikası olmalıdır.
Enflasyonu durdurmak için kullanılacak araçlar şunlardır:
a) Reeskont oranlarının yükseltilmesi,
b) Karşılık oranlarının yükseltilmesi,
c) Açık piyasa işlemler yolu ile piyasaya tahvil satılması,
Amaç, dolaylı ve dolaysız yollarla para sunusunu azaltmaktır. Bunu yaparken, ekonomideki reel değişkenlere ve piyasa mekanizmasının özgürce işleyişine müdahale olmamaktadır.
Reeskont oranlarının yükseltilmesi ile bankalarca piyasaya açılan krediler karşılığı, Merkez Bankası’ndan sağlanan ek rezervlerin miktarında bir azalma olmasıdır. Diğer yönleriyle bankaların müşterilerine uyguladığı ıskonto oranlarının yükselmesidir. Bu durum, yatırımları, kapitalin marjinal etkinliğinin piyasa faiz oranına eşit olduğu noktaya kadar genişletecek, toplam harcamaları kısacaktır. Temelde bu politika, kredi istemini kısarak, para sunusunun azaltılmasına yöneliktir.
Karşılık oranlarının yükseltilmesi, bankaların “banka parası” yaratma olanaklarını kısmakla ve dolaylı olarak yine para sunusunun azalmasına neden olmaktadır.
Açık piyasa işlemleri yoluyla, piyasaya tahvil satılması, para sunusunu direkt olarak azaltacaktır. Tahvil satın alanlar, artırımcı, şirket veya bankalar olabilir. Tahviller, kimlerce satın alınırsa alınsın, sonuçta banka mevduatları azalacak, genel kredi oylumunda bir daralma olacaktır.
Bu üç politika, tek tek veya birlikte kullanılsın, sonuçta, dolaylı ve dolaysız olarak para sunusunun azalmasına neden olmaktadır. Böylece, Klasik okulun öngördüğü fiyatlar genel düzeyini etkileyecek tek bağımsız değişken “para sunusu” kısılarak istenilen amaca yönelik politika uygulanmış olmaktadır Paranın likidite işlevinin esnekliğinin (0) olduğunun varsayılması sonucu, faiz oranındaki hiçbir değişme, paranın tahvil yerine veya tersine ikamesini uyarmayacaktır. Dolayısıyla, para sunuşundaki değişmeler tümüyle mallar ve para arasındaki ikame yönünden evrilmek zorunda kalacaktır.
2- KEYNESYEN OKULUN ÖNERİSİ
Keynes, paranın sadece alışveriş güdüsüyle değil, spekülasyon güdüsüyle de elde tutulmak istendiğini, dolayısıyla, paranın likidite işlevinin esneklikten tümüyle yoksun olmadığını ileri sürmüştür. Bu nedenle, para sunusunun kısılmasının, toplam istemi aynı miktarda kısmayacağı, dolayısıyla fiyatlar genel düzeyini etkilemesinin söz konusu olmayacağını savunmuştur.
Yalnızca, para miktarını azaltarak enflasyonu önlemek Keynes’e göre tehlikeli bir yoldur. Keynes’çi kuramda da para politikaları önemli, ancak tek başına yeterli değildir. Para politikası desteğinde maliye politikası gereklidir. İstem fazlasını ortadan kaldırmak için, devlet, harcamaları kısmalı,” gerekirse, vergileri artırmalıdır. Böylece ekonomide para sunusu kısılacaktır.
Sonuç olarak Keynesyen görüşün, enflasyonla mücadele yöntemi, maliye ve para politikası araçlarını birbirleriyle uyum içinde toplam istemi kısıtlayıcı yönde, fakat toplam istemin yapısını ekonominin ve toplumun çıkarlarına ters düşecek biçimde değiştirmesine olanak vermeden kullanılmasıdır.
Keynes’e göre toplam istem, toplam sunu dengesi, istem fazlalığı yönünden bozulursa, bunun toplam istemi para ve maliye politikalarının koordine kullanılmasıyla kısa dönemde giderebilir. Ancak, dengesizlik, sunu yönünden geldiğinde, yani üretim hacminin artırılması sonucu olunca, Keynes’e göre çözüm alınamamaktadır.
Keynes’in yöntemi, fiyatlar genel düzeyinin istikrarına yönelik tehlike, istem yönünden gelirse, etkili olabilirdir. Ancak, tehlike sunu yönünden geldiğinde, bir sonuç alınması olanağı yoktur.
Yine, Keynes’e göre, kâr ve ücret yönünden gelen etkiler sonucu, fiyatlar genel düzeyi yükselmeye başladığında iki tür politika güdülür.
Birincisi, maliye ve para politikaları araçlarıyla istem kısılır veya fiyatlar düzeyinde bir miktar yükselme kabul edilir.
İkincisi, işgücü ve ürün piyasalarında iç ve dış yarışmacılığa karşı olan yasal kurumların tümü veya büyük bir kısmı kaldırılır. Böylece, işçi sendikalarının ve büyük firmaların elinde yoğunlaşan piyasa gücü kırılarak yarışmacılık koşullan yaratılır.
3- ÇAĞDAŞ PARASALCI OKULUN ÖNERİSİ
Enflasyonu önlemek için, gelirler politikası gibi direkt müdahale araçlarının kullanılmasına karşı çıkarken, para ve maliye politikaları araçlarının kullanılmaları gibi ‘endirekt müdahalelerin de ekonomik istikrarı bozabileceğine dikkat çekmektedir. Bu görüşün savunucularına göre, “maliye ve para politikalarımın kendileri, ekonomideki düzensiz hareketlerin önemli bir kaynağı olmuşlardır. Her iki politikanın kullanılmasında “gecikme” sorunu her zaman vardır. Para politikasının fiyatlar genel düzeyine etkisinin ne olacağı ve ne zaman bu etkinin gerçekleşeceği tam olarak kestirilemez. Maliye politikası araçlarını kullanırken, devlet harcamalarının kısılması, bazen yapılması istenen etkiyi gerektiği ölçüde yapamaz. Vergilerin artırılması da bazen siyasal açıdan olanaksızlaşabilir. Para politikasının sık sık, düzensiz ve bazen aşırı oranda kullanılması, ekonomide büyük zararlara yol açan istikrarsızlıkların nedeni olabilir. Para otoriteler, ekonomide istikrarı sağlamak ve sürdürmek için, para sunusunu her dönem sabit bir oranda artırılmalıdır. Bu oranın saptanmasında, reel ulusal gelirdeki uzun dönem artış ortalaması dikkate alınmalıdır. Böylece uzun dönem fiyat istikrarı sağlanmış olur.
4- YAPISALCI OKULUN ÖNERİSİ
Fiyatlar genel düzeyindeki yükselmeler, nerede, ne zaman ve hangi koşullarda olursa olsun yalnızca parasal bir olay olarak gören yaklaşımın temelden yanlış olduğunu savunur. Çünkü bu yaklaşım, ancak mal ve etmen piyasalarında yarışmacılık koşullarının var olduğu, yatırım ve artırımların faiz oranındaki değişmeler yoluyla dışsatımın artırılıp, azaltılabildiği ekonomilerde etkin olabilir. Böyle bir ekonomide, toplam istemi, toplam sunu düzeyine indirmek için global kısıtlayıcı önlemler olumlu sonuç verecek ve fiyat istikrarı sağlanmış olacaktır.
Ancak, bu önlemlerin, artırımı yetersiz kaldığı, tüketim ve yatırım istemlerinin hızla yükseldiği azgelişmiş ülkelerde kullanılması, fiyatlar genel düzeyindeki istikrar, global önlemlerle sağlanamaz.
Yapısalcı okula göre, çağdaş parasalcıların global kısıtlama yöntemi önermesi, temelde bir kalkınma politikasına, üretim biçiminde, ekonomik ve toplumsal yapıda ve gelir dağılımında başka bir deyişle, ekonomik ve toplumsal güçleri etkilemek için bilinçli ve tasarlanmış bir çabaya inanmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu politika, ekonomik duraklamaya veya toplumsal sıkıntılara yol açacaktır. Şimdiye değin, değişik ülkelerde uygulanmış olan parasalcı istikrar politikaları başarılı olamamıştır.
Sağlanan sınırlı başarı fiyatlar genel düzeyinin yükselme oranının azalması için ödenen fiyat hayli yüksek olmuştur.
Parasalcı yaklaşımın önerdikleri istikrar programları temel olarak parasal genişlemenin kısılması, ücret ayarlamalarının ertelenmesi veya eliminasyonu, harcamaları azaltarak, vergileri yükselterek bütçe açıklarının ortadan kaldırılması girişimi, önemli ölçüde devalüasyonla döviz kurunun ayarlanması ve fiyat ve dış-alım kontrollerinin bilimsel liberizasyonu bu gibi öneriler içerir.
Bu önlemlerin, fiyat istikrarını sağlaması, reel ücretleri düşürmesi ve tüm bunların dış alımda belli bir özgürlükle birlikle yarışmacılığı artırması, etkinliğini yükseltmesi, özel firmaların maliyetlerini azaltması beklenir.
Ayrıca, yabancı yatırımların artmasını sağlaması, dış satımın büyük ölçüde genişlemesi amaçlanır.
Böylece, tüm kalkınma süreci daha sağlıklı bir temele dayandırılmış olacaktır.
Ancak, tüm bunlar gerçekleşmemiş ve, ne istikrara ne de kalkınmaya ulaşılamamıştır. Gerçi fiyat artışlarının oranı azaltılabilmiştir, takat bu ancak düşük gelir gruplarının zararına ve güdülen aşırı bir liberal yiyecek maddeleri ve endüstriyel tüketim mallan dışalımı politikası yoluyla gerçekleşmiştir. Her İki önlem de sonuçta, yurtiçi imalat endüstrisine zarar vermiş, bunların üretimini azaltmış ve işsizlik ortaya çıkmıştır.
Yapısalcı okulun önerdiği istikrar programı,, geleneksel türdekilere göre, devlete daha büyük görevler yüklemektedir. Ancak, azgelişmiş ülkelerin devlet örgütü de çoğu kez azgelişmiş olduğundan, çok yönlü ve ayrıntılı bir programın bu ülkelerde yürütülmesi, işi daha da zorlaştırmaktadır.
Devlet harcamalarının kısılması politikası, devletin yatırım harcamalarının kısılmasına neden olmuş, bu da azgelişmiş ülkelerde inşaat kesiminde önemli gerilemelere yol açmıştır. İşgücünü önemli ölçüde istihdam eden bu kesimde, işsizliğe neden olmuştur. Toplam istem düzeyindeki düşüşler, dışalım mallarının yarışmacılığı, endüstri ürünlerini dış pazarlara yöneltmekteki tekelci eğilimler, yeterli olmayan tarımsal üretim, özel yatırımların azalmasına neden olmuştur.
Yurtiçi özel artırımlar, ya spekülatif işlere yönelmiş, ya da lüks dışalım mallarına veya yurt dışı gezilere harcanmıştır. Yabancı sermaye de bu koşullarda yatırım yapmaya pek istekli olmamıştır. Yine istikrar programının ana amaçlarından olan bütçe ve ödemeler dengesi açıklarının kapatılması da gerçekleşmemiş, tam tersine artmıştır, Ekonomideki duraklama sonucu, vergi gelirlerinin düşmesi ve devlet harcamalarının istenildiği kadar azaltılamaması sonucu bütçe açıkları giderek artmıştır.
Ödemeler bilânçosundaki artış ise, aşırı dışalım özgürlüğü ve dünya piyasalarındaki temel ürünlerin karşılaştığı olumsuz koşullar sonucu daha da büyümüş, böylece bu ülkelerin kısa dönemli borçlan büyük oranda artmıştır.
Artan işsizlik, öte yandan iş çevrelerinin yaptığı baskıların sonucu hükümetler, bu istikrar programını uygulamaktan vazgeçip, devlet harcamalarını artırmaya, kredi kısıtlamalarını gevşetmeye başlamıştır. Bunun sonucunda toplam istemdeki artışlar, fiyatlar genel düzeyini tekrar yükseltmiştir.
Böylece ülkeler, daha fazla dış borçla ve yapısal sorunlarını düzeltme olanağını kaybetmiş olarak, kendilerini başladıkları noktada bulmuşlardır.
Ekonomik yapının temelindeki çelişkilere çözüm getirmekten yana olmayan bu yöntemler sonunda duraklamaya yol açmıştır. Zorluk yapısal bozuklukların, uzun-dönem kökler ve uzun dönem çözümler olduğu gerçeğinden doğmaktadır. Dolayısıyla, azgelişmiş ülkelerde, yapısal sorun, enflasyon sorunuyla eşanlamlı olmuştur.
“ENFLASYONUN DURDURULMASI” VE EKONOMİ-POLİTİKASLNIN ÖTEKİ AMAÇLARI
Genelde ekonomi politika açısından amaç, tam istihdam, fiyatlar genel düzeyinin istikrarı, yüksek bir ekonomik büyüme oranı, ödemeler bilânçosunda denge ve gelir bölüşümünün düzeltilmesidir.
Tam istihdamın sağlanması, kitlesel işsizliğin bulunmaması, cari ücret oranlarında iş arayan nitelikli kişilerin önemli gecikme olmadan üretken bir uğraş bulabilmesidir. Bu, devletin toplam harcamalarının düzeyine bağlıdır. Toplam yatırım harcama farklılığı düzeyi ne kadar yükselirse, istihdam düzeyi de o kadar yüksek olacaktır. Fakat veri piyasa yapısı ile toplam harcamaları artırmanın, fiyatlar genel düzeyinin istikrarı üzerindeki etkisi olumsuzdur. Devletin toplam harcamalarının artması, fiyatlar genel düzeyini de yükseltecektir.
Büyüme oranının yükselmesinde etkin olan veriler, teknik değişmenin hızlandırılması, vergi iadeleri, sosyal yardımlar, eğitim olanaklarının geliştirilmesi vb.dir. Bu konuda başta gelen önlemler, artırım ve yatırımı artırıcı ve istem yapısındaki büyümeye bağlı değişmeye, sununun yapısının uyumunu sağlayıcı önlemlerdir. Büyüme amacı ile tam istihdamın sağlanması amacı arasında bir çatışma yoktur. Fakat büyüme ve fiyatlar genel düzeyinin istikran arasında çelişki vardır, Enflasyonun büyümeyi kolaylaştırdığı tezi, günümüze kadar kanıtlanmamıştır. Uzun dönemde, fiyat düzeyi istikrarı amacının önemsenmemesi, büyüme amacına hiçbir şey kazandırmamıştır.
Ödemeler bilânçosundaki denkliği sağlamak için, iki tür politika uygulanabilir. Bunlardan biri, harcamaların azaltılması, diğeri ise, harcamaların başka bir alana kaydırılmasıdır. Harcamaların azaltılması, ulusal gelirin azaltılması ile elde edebilir. Ulusal gelirin azaltılması, genel olarak harcamaları da azaltacak, dolayısıyla dışalım azalacaktır. İkinci önlem, halkın dışalım mallarına yönelik olan istemlerinin yerli mallara kaydırılmasıdır. Bununla yapılan şey dışalım azaltılmasıdır.
Dışalım azaltmak için toplam harcamaların kısılması, büyüme ve tam istihdam amaçlarına ters düşecektir. Ancak fiyatlar genel düzeyinin üzerindeki etkisi olumludur. Harcamaların dışalım mallarından, yerli mallara kaydırılması için alınacak önlem, devalüasyondur. Devalüasyonun yan etkileri, büyüme ve tam istihdam amaçlarına uygun düşse de, üretimdeki dışalım girdilerinin fiyatlarını yükselttiğinden, fiyatlar genel düzeyini artırıcı etkiler yapacaktır.
Gelir bölüşümüne ulaşmak için alınan önlemler, toplumdaki gelir bölüşümüne bir alt sınır koymak için en az ücret oranı saptanması ve gelir vergisi ile öteki doğrudan vergilerin daha progresif duruma getirilmesi gibi politikalardır.
Gelir bölüşümünden daha hakça önlemler gerçekleştirildiğinde, bunun ilk etkisi harcamaları artırmak olur. Bu nedenle, bunun ilk etkisi harcamaları artırmak olur. Bu nedenle, tam istihdamın sağlanması amacına etkisi olumludur. Büyüme konusunda da kısa dönem için olumlu şeyler söylenebilir. Fakat gelir bölüşümündeki yeni düzenleme, fiyatlar genel düzeyinin istikran amacı ile çelişir. Harcamaların, fiyat artışlarına neden olması, öte yandan gelir bölüşümünde değişiklik yapılırken zarar gören kâr gelirlerinin bu zararı ortadan kaldırmak için girişimcilerin ürettikleri malların fiyatlarını yükseltmeleri olumsuz etki yapacaktır.
Fiyatlar genel düzeyinin istikrarını sağlamak amacı ile alınabilecek önlemler, gelirler politikasının öngördüğü önlemler veya toplam harcamaları kısmaya yönelik önlemlerdir.
Toplam harcamaların kısılması, istihdam alanlarını daraltacaktır. Bu nedenle fiyatlar genel düzeyinin istikrarının sağlanması amacı, tam istihdam amacıyla çatışır. Toplam harcamaların azalması ilk önce, envanter yatırımları azaltacak, bunun doğal sonucu öteki yan yatırım türlerinin azalması nedeniyle, ekonomik büyüme yavaşlayacağından, büyüme amacıyla çatışma söz konusu olacaktır.
Görüldüğü gibi, ekonomi politikanın amaçlarının tümünün aynı anda gerçekleşmesi olanağı yoktur. Bu nedenle öncelik sorunu ortaya çıkmaktadır. Amaçların öncelik sıralaması, politik grupların tercihlerine, grupların çıkarına göre belirlenmektedir, örneğin; işveren, isçi ve devlet memuru grupları çıkarlar açısından, büyüme, para değer istikrarı ve hakça gelir bölüşümü amaçlarının öncelikleri incelendiğinde, şöyle bir sıralama ortaya çıkmaktadır. Girişimci için, büyüme, para değeri ve istikrarı, işçi için hakça gelir bölüşümü, büyüme, para değeri istikrarı, devlet memuru için, para değeri istikrarı, hakça gelir bölüşümü ve büyüme öncelik kazanmaktadır.
Endüstriyel toplumun tarihsel gelişimi içinde, bu değerlerin öncelik sıralaması, toplumdan topluma değişik olabilir. Eğer, sosyo-politik düşüncede özgürlük ve ilerleme ağır basıyorsa, o zaman büyüme ve para değer istikrarı amaçlan önceliğe sahiptir.
Parasalcı görüşün azgelişmiş ülkelerde fiyatlar genel düzeyinde istikrarı sağlamaya yönelik politik önerileri, genel olarak şu önlemleri içermektedir:
Spekülatif yatırımları kısmak amacıyla bankaların kredi oylumunun büyüme oranın sınırlanması;
Devlet harcamalarının kısılması ve gelirlerin yükseltilmesi, devlet kuruluşlarının ürünlerinin fiyatlarının yükseltilmesi;
Devlet kuruluşlarındaki maliyet baskısını azaltmak ve özel tüketim istemlerini kısmak amacıyla, bu kuruluşlarda bir önceki dönemin fiyat artışlarına tepki niteliğindeki nominal ücret artışı isteklerinin geciktirilmesi veya artırılması;
Özellikle darboğazların oluştuğu kesimlerde fiyat tavanlarının kaldırılması ve böylece üretimin artmasının sağlanması;
Ödemeler bilançocusunu dengeye getirmek için devalüasyon yapılması;
Ancak bu önlemlerin uygulanması, beklenen sonucu vermemiş, yalnızca enflasyon oranını bir ölçüde azaltabilmiştir.
Buna karşılık işsizlik artmış, devlet gelirleri azalmış ve dolayısıyla bütçe açıkları artmış, vergi gelirleri bir miktar artmışsa da dolaylı vergiler yükseltilmiş olduğundan, bunlar fiyatlara yansımıştır.
Ayrıca, devletin sağladığı hizmetlerin fiyatlarım yükselttiğinden, bu da genel düzeye yansımıştır. Narh kaldırıldığından, üretimde önemli bir artış olmadan, fiyatlar yükselmiştir. Devalüasyon, ödemeler bilânçosundaki açığı azaltmışsa da, dışalım pahalandığından, yatırımların azalmasına ve bazı malların pahalanmasına neden olmuştur.
Bu uygulamadan zarar gören ücretliler grubu, ulusal gelirdeki paylarını eski düzeye yükseltmek amacıyla, baskılara başlayınca ücret-fiyat sarmalı kendini göstermiştir. Öteki amaçlara ters düşmesi ve toplumsal güçlerin baskısı sonucu bu tür uygulamalar çok geçmeden uygulamadan kaldırılmıştır.
Sonuç olarak denilebilir ki, ister parasalcı olsun, ister Keynesyen olsun, kısıtlayıcı global önlemler, ekonomi politikasının öteki amaçlarına olumsuz etkiler yaptığından ve sorunun temeline inmeyip, yalnızca semptomları geçici olarak ortadan kaldırabildiğinden, azgelişmiş ülkelerde başarılı olamamıştır.
Enflasyonun, kapitalizmin yapısal bozukluğundan bir sonucu olduğunu göz ardı ederek, bunun kapitalizmin türevi olduğu olgusunu kapatarak, sistem iyi ama enflasyon bu sistemin sadece geçici, arızi bir bozukluğu şeklinde anlamak, daha çok uzun yıllar enflasyon semptomu ile yaşamamızı gerektirecektir.
Halbuki enflasyonun, bir neden değil, kapitalist sistemin bir sonucu olduğunu idrak etmek, hedefi ve çözümü bu sistemin ortadan kaldırılmasına yöneltmek, biz aydınların da görevidir.
Bu tanım aldatmacalarına daha fazla yer yermeden, asıl sorunun azgelişmiş ülkelerde yapısal dengesizliklerin ortadan kaldırılması çabalarına yöneltmek, kapitalizmin, kendini yok etmeye başladığı sarmalı daha fazla uzatmak amacını taşıyan ekonomi politikalarına karşı duyarlı olmak, en azından bizim bugünkü görevimizdir.
Sorun, enflasyon değil, buna neden olan toplumsal üretim ilişkilerini, sermayenin lehine geliştiren, emeğe değer vermeyen spekülatif kârı besleyen, sosyal, siyasi ve ahlaki dengesizliklere neden olan, toplumun ihtiyaçlarını, amaçlarını hiçe sayan sermayenin üretim tarzıdır. Bizim aydınlarımızın iktisadi yorumlar yaparken bu gerçeği yakalaması ve hedefi doğru tespit etmesi gerekmektedir.
Rowthorn’a göre enflasyon, “devlet tarafından, daha köklü biçimde çözüm bulunmadığı, ya da bulunmak istemediği sorunlarla başa çıkmanın uygun bir yolu”dur.
Kapitalizmin bünyesinde var olan enflasyon, tekellerin enflasyonist gerginlik doğurarak, bunu ekonomiye aktarmaları ve fiyat düşmelerine karşı çıkmaları suretiyle, ‘süreduran enflasyonu’ bilerek doğurması ve yaşatmasıdır. Kendileriyle bütünleşmiş olan devlet de, ekonomi politikalarıyla, enflasyonun sürmesine yardımcı olur.
Mayıs 1993