Haziran Ayaklanmasının Sonuçları Üzerine

Lyon dokuma işçilerinin “çalışarak yaşamak ya da dövüşerek ölmek” şiarıyla, 1831’de patla¬yan ayaklanmaları, yakın gelecekte patlak verecek ve Fransa’dan başlayarak bütün Avrupa kıtası¬nı saracak devrim ateşinin önemli bir kıvılcımıydı. Lyon ayaklanması, tarihi bir dönemde patlak verdi ve bu dönemin, siyasal plandaki ilk yansımasıydı. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasında bu ilk si¬lahlı çatışmayı 1848 Şubatı’nda, ama bu kez işçilerin zaferiyle sonuçlanan bir ikincisi izleyecekti.
Paris’te, 22 Şubat 1848’de halkın reform talebiyle sokağa dökülüşüyle başlayan devrim süreci,
24 Şubat günü meclisin işgal edilmesi ve geçici hükümetin kurulmasıyla doruk noktasına ulaştı.
25 Şubat’ta cumhuriyet ilan edildi.
Fransa’dan başlayarak, Prusya, Avusturya-Macaristan, Alman prenslikleri, Bohemya, Polonya, Piyamonte, Venedik, İsviçre ve bütün kıta Avrupası’nda 1815’te imzalanan Viyana Antlaşması ile sağlama alınan monarşistlerin egemenlik alanları, 1848 devrimleriyle birlikte sallandı ve yıkılma¬nın eşiğine geldi. Ama hiçbir devrim başarılı olmadı, sarsıntı geçiren hiçbir monarşi yıkılmadı.
Marx ve Engels, Avrupa’daki siyasal gelişmeleri, devrim ve karşıdevrimleri yakından izlediler. “Neue Rheinische Zeitung”da (Yeni Ren Gazetesi), Marx ve Engels, materyalist diyalektiğin ışığın¬da günlük gelişmeleri analiz ettiler, siyasal çelişkilerin gerçek niteliğini, olağanüstü keskin bir sınıf mücadelesinin ifadesi olarak açığa çıkardılar, politik arenadaki sınıf güçlerinin değişken iliş¬kilerini ve gruplaşmalarını saptadılar ve buna dayanarak, Alman ve Avrupa devrimlerinin çeşidi aşamalarında proletaryanın taktik çizgisinin çerçevesini çizdiler. Devrimci dönem boyunca kitlele¬rin zengin mücadele deneyimlerini teorik olarak genelleştirirken, bilimsel sosyalizmin politik fi¬kirlerini ve tarihsel materyalizm ile Marksist politik ekonominin temel tezlerini genişleterek geliş¬tirdiler.
Aşağıya aldığımız ilk makale Marx’ın, 1848-49 yıllarında “Neue Rheinische Zeitung”da Prus¬ya’da karşıdevrimin zaferinin kaynaklarını incelediği “Burjuvazi ve Karşıdevrim” başlıklı yazı dizi¬si içinde yer almaktadır. Marx’ın, Avrupa devriminin ve karşıdevriminin, 1848 yılında izlediği yolu incelediği aşağıya aktardığımız makalelerden ikincisi de “İtalya’da Devrimci Hareket”tir.
Makaleleri, Olcay Dönmez Türkçeye çevirdi.

BURJUVAZİ VE KARŞI-DEVRİM
(Marx-Engels, eserler, Cilt: 6, Dietz Verlag Berlin, 1968 (Almanca Baskı) Sf: 106-109)

Köln, 11 Aralık. Mart tufanının –minyatür bir tufan- etkisi dağıldığında, Berlin toprağı¬nın üstünde canavarlar, devrimci devler bı¬rakmadı; geriye eski usul yaratıklar, burjuva boyunduruk altındaki kişiler Birleşik Eyalet¬ler Meclisi’nin liberalleri, bilinçli Prusya bur¬juvazisinin temsilcileri kaldı. En gelişkin bur¬juvaziye sahip olan Ren ile Silezya eyaletleri, yeni parlamentolara temel konten¬janı sağlıyordu. Peşlerinde de, Ren’li hukukçulardan oluşan koca bir kuyruk. Burjuvazi, feodallerce arka plana itildiğinde, Ren eyaleti ve Silezya, aynı ölçüde, Prusya eyaletlerine parlamentolarda yer açmışlardı. Branden¬burg parlamentosunun, sadece Eberfeld’li Tory dolayısıyla Ren eyaletiyle ilişkisi kalmış¬tır. Hansemann ve von der Heydt! Prusya burjuvazisi için, Mart ve Aralık 1848 arasın¬daki tüm farklılık bu iki isimde cisimleşiyor!
Prusya burjuvazisi, devletin doruklarına çıkarılmıştı; ama arzusu doğrultusunda taht¬la birlikte barışçıl bir trans-aksiyon yoluyla değil, bir devrim yoluyla. Kendi çıkarlarını değil, halkın çıkarlarını, tahta karşı, daha doğrusu kendi kendilerine karşı savunmala¬rı gerekiyordu, çünkü ona bu yollan açan bir halk hareketiydi. Fakat onların gözünde taht, sadece, ardına kendi dünyevi çıkarlarını saklamaları gereken, tanrı rahmetinin şemsiyesiydi. Kendi çıkarlarının dokunulmazlığı ve çıkarlarına uygun politik biçimler, meşruti dile çevrilerek şöyle ifade edilmeliydi: Tah¬tın dokunulmazlığı. Alman ve özellikle Prus¬ya burjuvazisinin meşruti monarşiye karşı hayranlıkları bundandır. Bir yandan, Şubat Devrimi, bütün, sonradan gelen kötü Alman etkilerine rağmen, Prusya burjuvazisinin işine gelmişti, çünkü devlet dümeni onun (devrim-çev.) tarafından avucuna teslim edilmişti, öte yandan hesapları altüst olmuştu, çünkü iktidarı öylesi şartlara bağlıydı ki, bun¬ları ne yerine getirmek istiyor, ne de yerine getirebiliyordu.
Burjuvazi, parmağını bile oynatmamıştı. Halka, kendisi uğruna savaşmasına izin ver¬mişti. Bu nedenle, devredilen iktidar, düşma¬nını yenilgiye uğratan bir generalin iktidarı değildi, tersine, zafer kazanmış halkın, kendi çıkarlarını emanet ettiği bir güvenlik komite¬sinin iktidarıydı.
Camphausen, bu durumun rahatsızlığını hâlâ tamamıyla hissediyordu ve parlamento¬sunun bütün zayıflığı bu duygudan ve o duy¬guyu gerektiren koşullardan kaynaklanmak¬taydı. Bir tür utanç kızarıklığı, bu nedenle, hükümetinin pervasız hareketlerini hafifleti¬yordu. Açık yürekli pervasızlık ve küstahlık, Hansemann’m lisansıydı. Kızarık bir ten, bu iki ressam arasındaki biricik farklılığı oluştu¬ruyor.
Prusya Mart Devrimi, ne 1648 İngiliz Devrimi’yle, ne de 1789 Fransız Devrimi’yle karıştırılmamalıdır.
1648’de burjuvazi, modern soyluluk ile; krallığa, feodal soyluluğa ve egemen kiliseye karşı birleşmişti.
1789’da burjuvazi halk ile krallığa, soylu¬luğa ve egemen kiliseye karşı birleşmişti.
1789 Devrimi’nin önünde örnek olarak (en azından Avrupa’da) sadece 1648 Devrimi vardı, 1648 Devrimi’nin önünde ise sadece Hollanda’nın ispanya’ya karşı ayaklanması vardı. İki devrim, salt dönem açısından değil, aynı zamanda muhteviyat açısından da örneklerinden bir yüzyıl kadar ilerideydi.
İki devrimde de burjuvazi, hareketin ger¬çekten başında bulunan sınıftı. Proletarya ve kentlilerin burjuvaziye dâhil olmayan fraksi¬yonlarının, ya henüz burjuvaziden ayrı çıkar¬ları yoktu, ya da henüz bağımsız gelişmiş sı¬nıflar veya sınıf kesimleri oluşturmamışlardı. Bundan dolayı, burjuvazinin karşısına çıktık¬larında, mesela Fransa’da 1793’ten 1794’e kadar, burjuvazinin tarzında olmasa da, sade¬ce burjuvazinin çıkarları uğruna mücadele ediyorlardı. Bütün Fransız terörizmi, burju¬vazinin düşmanlarıyla; mutlakıyetle, feoda¬lizmle ve gericilikle başa çıkmanın plebce usulünden başka bir şey değildi.
1648 ve 1789 devrimleri, İngiliz ve Fran¬sız devrimleri değildi, onlar Avrupa usulü devrimlerdi. Onlar, belirli bir toplumsal sını¬fın, eski siyasal düzen üstündeki zaferi değil¬lerdi; onlar, yeni Avrupa toplumunun siya¬sal düzeninin ilanıydılar. Burjuvazi (bu devrimlerden-çev.) zaferle çıktı; fakat burju¬vazinin zaferi, o dönemde yeni bir toplum¬sal düzenin zaferiydi, feodal mülkiyetçiliğin karşısında burjuva mülkiyetçiliğin zaferi, eya¬let karşısında ulusun, loncalar karşısında re¬kabetin, meşruta (Majorat) karşısında bölün¬menin, toprak sayesinde mülkiyet sahibine hükmedilmesi karşısında toprak sahibinin egemenliğin batıl inanç karşısında aydınlan¬manın, aile adı karşısında ailenin, kahraman¬ca tembelliğin karşısında sanayinin, ortaçağ imtiyazları karşısında burjuva hukukunun za¬feri. 1648 devrimleri, 17. yüzyılın 16. yüzyıl üstündeki zaferiydi. 1789 devrimi 18. yüzyı¬lın 17. yüzyıl üstündeki zaferiydi. Bu devrim¬ler, gerçekleştikleri yeryüzü parçalarından çok -İngiltere ve Fransa- tüm dünyanın o dö¬nemdeki ihtiyaçlarını ifade ettiler.
Prusya Mart Devrimi’nde, bunlardan eser yoktu.
Şubat Devrimi mutlakıyetçi krallığı ger¬çekte ve burjuva egemenliğini fikir alanında ortadan kaldırmıştı. Prusya Mart Devrimi, mutlakıyetçi krallığı kafada ve burjuva ege¬menliğini gerçekte yaratmakla yükümlüydü. Bir Avrupa devrimi olmaktan çok uzaktı; bir Avrupa devriminin geri kalmış bir ülkeye yansıyan zavallı etkisinden başka bir şey de¬ğildi. Kendi yüzyılının ilerisinde olmak bir yana, yarım yüzyıl gerisindeydi. Başından beri tali idi, ‘fakat tali hastalıkların daha zor iyileştirildikleri ve aynı zamanda bedeni pri¬mitif hastalıklardan daha fazla tahrip ettikleri bilinen bir şeydir. Söz konusu olan, yeni bir toplumun yaratılması değil, Paris’te ölen top¬luma Berlin’de yeniden hayat verilmesiydi. Prusya Mart Devrimi; ulusal, Alman bile değil¬di, başından beri yerel -Prusyalıydı. Viyanalılar, Kasselliler ve Münihliler, yerel ayaklan¬maların her türü yanında koşuyor ve niteliğini tartışılır kılıyordu.
1648 ve 1789, yaratıcılığın zirvesinde ol¬manın sonsuz bilincine sahipken, 1848 Berlin’inin hırsı, bir anakronizm (tarih aykırılığı-çev.) oluşturmaktan ibaretti. Işığı, onun yay¬dığı ışık, sönmelerinin üzerinden 100 bin yıl geçtikten sonra biz dünyalılara ulaşan yıldızlarınkine benziyordu. Prusya Mart Devrimi, her şeyde küçük olduğu gibi, ufak çapta, Av¬rupa için öyle bir yıldızdı. Işığı, çoktan çürü¬müş bir toplumun cesedinin ışığıydı.
Alman burjuvazisinin gelişimi öyle ağır, korkak ve yavaştı ki, tam feodalizme ve mutlakıyete karşı tehdit oluşturacağı anda, kendi¬ni; proletaryanın ve kendilerin (Bürgertum) tüm fraksiyonlarının (bunların çıkar ve fikirleri proletaryaya yakındı) karşısında tehdit unsuru olarak buldu. Arkasında tek bir sınıf bile yoktu, bütün Avrupa, onu, düşmanca karşısında gördü. Prusya burjuvazisi, 1789 Fransız burjuvazisi gibi, modern toplumun bütününü; eski toplum temsilcilerinin, krallı¬ğın ve soyluluğun karşısında temsil eden sınıf değildi. Öyle bir sınıf haline alçaldı ki, tahta karşı olduğu kadar halka da karşıydı, ikisine karşı da muhalefet heveslisiydi, teke tek olunca her bir düşmanı karşısında karar¬sızdı, çünkü ikisini de ya arkasında ya da karşısında görüyordu; baştan beri halka iha¬net etmeye ve eski toplumun taçlı temsilcisiy¬le uzlaşmaya eğilimliydi, çünkü kendisi de eski topluma aitti; yeni bir toplumun çıkarla¬rını eskisine karşı temsil eden değil, eski bir toplumda yenilenmiş çıkarları temsil eden; ardında halk durduğu için değil, aksine halk onu dürtükleyip önüne kattığı için devrimin dümeninde idi; yeni bir toplumsal dönemin inisiyatifini temsil ettiği için değil, tersine sa¬dece eski bir toplumsal dönemin kuyruk acı¬sını temsil ettiği için baştaydı; eski devletin yeni devletin üstünü bir depremle örttüğü kırılmayan bir tabakaydı. Kendine inancı yok, halka inancı yok, yukarıya hırlayan, aşağıya karşı titrek, iki tarafa karşı da bencil ve ben¬cilliğinin bilincinde, muhafazakârlara karşı devrimci, devrimcilere karşı muhafazakâr, kendi sloganlarına karşı güvensiz, fikir yeri¬ne lafebesi, dünya fırtınası tarafından ürkü¬tülmüş ama dünya fırtınasını kendi çıkarına kullanan (hiçbir yöne gitmeyen enerji, her yönde aşırıcılık, orijinal olmadığı için bayağı, bayağılıkta ise orijinal) kendi isteklerinde Ya¬hudi pazarlıkçısı, inisiyatifi yok, kendine inancı yok, halka inancı yok (kendini, dinç bir halkın ilk gençlik hareketlerini, kendi bunak çıkarlarına göre yönetmeye mahkûm olmuş gören lanet bir ihtiyar- Gözsüz! Kulak¬sız! Dişsiz! Her bir şeysiz!). Prusya burjuvazi¬si Mart Devrimi’nden sonra, kendini bu halde Prusya devlet dümeninin başında buldu.
(“Neue Rheinische Zeitung” Nr.l69,15 Aralık 1848]

İTALYA’DA DEVRİMCİ HAREKET

(Marx-Engels Eserler Cilt 6. Dietz Verlag Berlin, 1968 (Almanca Baskı) sf. 77-80)

Köln, 29 Kasım. Nihayet, demokrasinin, altı aylık, neredeyse kesintisiz yenilgilerin¬den sonra, karşıdevrimin bir dizi pervasız za¬ferinden sonra, nihayet, devrimci partinin ya¬kındaki bir zaferinin ilk belirtileri yeniden ortaya çıkmaya başladı. İtalya, ayaklanması¬nın 1848 Avrupa ayaklanmasına uvertür olan, devrilişinin Viyana’nın devrilişine uvertür olan ülke; İtalya ikinci kez ayağa kalkı¬yor. Toskana, demokrat parlamentosunu başa çıkardı ve Roma, kendisininkini henüz fethetti.
Londra, 10 Nisan; Paris, 15 Mayıs ve 25 Haziran; Milano, 6 Ağustos; Viyana, 1 Kasım (1) -bunlar, Avrupa karşıdevriminin dört büyük tarihi, son zafer alaylarında kat ettikleri mesa¬feleri gösteren o dört kilometre taşı.
10 Nisan’da Londra’da, sadece Chartistlerin (2) devrimci iktidarı devrilmedi, aynı za¬manda ilk kez Şubat zaferinin devrimci pro¬pagandası da kırıldı, İngiltere’yi ve modern tarihteki konumunu doğru olarak kavrayan bir kimse, kıtada meydana gelen devrimlerin o an için hiç etki bırakmadan yanından geçip gitmesine şaşırmayacaktır, İngiltere, sanayi¬siyle ve ticaretiyle kıtanın o kalkışan ulusların hepsine egemen olan ve Asya, Amerika ve Avustralya pazarları üstündeki egemenliği sayesinde bu müşterilerine oldukça az bağım¬lı olan ülke; modern burjuva toplumunun çe¬lişkilerinin, burjuvazi ile proletarya arasında¬ki sınıf mücadelelerinin en gelişkin, en doruk noktasına ulaşmış olan ülke, İngiltere; her ül¬keden daha fazla kendine özgü, bağımsız gelişmesine sahiptir, İngiltere’nin, sorunların çözümüne, çelişkilerin ortadan kaldırılması¬na yaklaşmak için geçici kıta hükümetleri gibi el yordamıyla yürümesine ihtiyacı yok¬tur. Çünkü bu, bütün ülkelerin öncesinde, onun mesleğidir. İngiltere, kıtanın devrimini kabul etmez, İngiltere zamanı geldiğinde, kı¬taya devrimi dikte edecektir. Bu, İngilte¬re’nin konumuydu; bu, bu konumun zorunlu sonucuydu. Ve bu nedenle, 10 Nisan’da “düzenin” zaferi tamamıyla açıklanabilir bir şeydi. Fakat “düzenin” bu zaferinin, Şubat ve Mart darbelerine, ilk karşı darbenin, karşı¬devrime her yerde nasıl yeni bir dayanak verdiğini, sözde muhafazakârların, pervasız umutlarla nasıl ağızlarının kulaklarına vardı¬ğını kim hatırlamaz! Bütün Almanya’da, Londralı özel polisin ortaya çıkışını bütün milis teşkilatı tarafından anında örnek alındı¬ğını kim hatırlamaz! Kopan bu hareketin karşı konulamaz olmadığına ilişkin bu ilk ka¬nıtın nasıl bir etki yarattığını kim hatırlamaz!
15 Mayıs, Paris, hemen İngiliz sıkıyöne¬tim polisinin zaferinin eşini sergiler. 10 Nisan devrimci tufanının en dış dalgalarına karşı bir dalgakıran oluşturmuştur; 15 Mayıs, tufanın gücünü, çıkış noktasının kendisinde kırdı. Şubat hareketinin durdurulamaz olma¬dığını 10 Nisan kanıtlamıştı, Paris’teki ihtilal¬ci harekete ket vurulabileceğini 15 Mayıs ka¬nıtladı. Merkezinde yenilgiye uğratılmış devrim, elbette çeperinde de yenilgiye uğratılmalıydı. Ve gün be gün, daha çok Prus¬ya’da ve küçük Alman devletlerinde gerçek¬leştirildi. Ancak devrimci akım, hâlâ Viya¬na’da halkın iki zaferini, ilki yine 15 Mayıs’ta, ikincisi 26 Mayıs’ta (3) olanaklı kıl¬mak için yeterince güçlüydü. Ve yine 15 Mayıs’ta elde edilen, Napoli’deki mutlakçılığın zaferi, taşkınlığı nedeniyle daha çok Paris’teki, düzenin zaferine karşı etkide bu¬lundu. Hâlâ, bir şey eksikti; Paris’te sadece devrimci hareketin yenilmesi yetmezdi, Paris’te silahlı ihtilalcilerin üstünden, yenil¬mezlik büyüsü silinmeliydi; ancak o zaman karşı-devrim rahatlayabilecekti.
Ve bu, Paris’te, 23 Haziran’dan 26 Haziran’a kadar süren dört günlük mücadele so¬nucu gerçekleşti. Dört gün top ateşi ve bari¬katların zapt edilemezliği, silahlı halkın yenilmezliği artık yoktu. Cavaignac; zaferiyle, savaş sanatı yasalarının, sokakta da resmigeçitlerde de, barikatlar karşısında da keşme¬keş ve burçlar karşısında da aşağı yukarı aynı olduğundan başka neyi kanıtlamıştır? Topsuz, mermisiz ve cephane ikmali olma¬dan, 40 bin disiplinsiz silahlı işçinin, 120 bin tecrübeli askerden ve 150 bin ulusal muha¬fızdan oluşan, en iyi ve sayıca en kalabalık topçu birliği ile desteklenmiş ve yeteri kadar cephaneyle donatılmış, organize bir orduya karşı, dört günden daha fazla dayanamayaca¬ğını mı? Cavaignac’ın zaferi; küçük sayının, yedi kat büyük bir sayı tarafından basitçe ezilmesiydi. Kazanılmış zaferlerin, en yüzü kara olanıydı. Ve devasa üstünlüğe rağmen, ne kadar daha fazla kana mal olduysa, o kadar daha fazla yüzü karadır. Yine de, buna rağmen dünya, bu zafere bir mucize gözüyle baktı çünkü üstünlüğün bu zaferi, Paris hal¬kının, Paris barikatının yenilmezlik halesini elinden aldı. Cavaignac’ın üç yüz bini, 40 bin işçi içinde sadece 40 bin işçiyi değil, farkında olmadan Avrupa devrimini de yenmişti. O günden sonra durdurulamazcasına kopan ge¬riciliğin şiddetli saldırısını hepimiz biliyoruz. Artık durdurmak mümkün değildi; muhafazakâr zor; Paris halkını obüslerle, salkım ateşiyle yenmişti ve Paris’te mümkün olanı, her¬hangi başka bir yerde de tekrarlamak mümkündür. Bu kesin yenilgiden sonra, de¬mokrasiye; artık, olabildiğince onurlu bir şe¬kilde geri çekilmekten ve bundan böyle elde tutulamayan basın, halk toplantıları ve parla¬mento mevzilerini adım adım savunmaktan başka bir şey kalmıyordu.
Sonraki büyük darbe, Milano’nun düşü¬şüydü. Radetzky tarafından Milano’nun yeni¬den ele geçirilişi, gerçekten Paris Haziran za¬ferinden sonra, ilk Avrupasal olguyu oluşturuyor. Milano Katedrali’nin burcunda, iki başlı kartalın anlamı sadece tüm İtal¬ya’nın düşüşünü değil; aynı zamanda Avrupa karşıdevriminin yeniden doğuşunun ağırlık noktasını, Avusturya’nın yeniden doğuşunu da simgeliyordu. İtalya yenilgiye uğratılmış ve Avusturya yeniden doğmuştu -karşıdevrim daha ne isterdi ki. Ve Milano’nun düşüşüyle birlikte İtalya’da devrimin enerjisinin bir anda gücünü yitirdiği, Roma’da Mamiani’yi devirdiği, Piyarmont’taki demokratların ye-nildiği bir gerçektir ve hemen Avusturya’daki gerici parti, yeniden başını kaldırdı ve yeni bir cesaretle, merkezinden doğru, Ra-detzky’nin üssünden, tüm eyaletler üstünde entrikalarını örmeye başladı. Ancak şimdi, Jellachich saldırıyı başlatır, ancak şimdi, Avusturya Slavlarıyla birlikte karşıdevrimin büyük ittifakı tamamlanarak doğdu.
Karşı-devrimin lokal zaferler kazandığı ye tek tek eyaletleri ele geçirdiği küçük uvertü¬ründen, Frankfurt yenilgisinden vb. bahset¬miyorum. Bunların lokal, belki ulusal önemi vardır, ama Avrupasal önemi yoktur.
Nihayet 1 Kasım’da Custozza’nın (4) öngününde başlatılan eser tamamlandı: Radetzky Milano’ya nasıl girdiyse, Windischgrâtz ve Jel¬lachich, Viyana’ya öyle girdi. Caviagnac’ın metodu Almanya devriminin en büyük ve en verimli ocağında uygulandı ve de başarıyla. Devrim Viyana’da, Paris’te olduğu gibi kan ve dumanla boğuldu.
Fakat neredeyse öyle görünüyor ki; sanki 1 Kasım zaferi, aynı zamanda, geriye doğru hareketin çark ettiği ve bir krizin başladığı noktayı niteliyor. Viyana kahramanlığını Prusya’da, parça parça tekrarlama denemesi başarılı olmadı; en iyi halde, Ulusal Kurucu Meclisi’ni feshetse bile tahtı, kesin değil, sa¬dece yarım bir zafer bekleyebilir. Ve en azın¬dan Viyana yenilgisinin ilk cesaret kırıcı etki¬si kırıldı. Onu bütün ayrıntılarıyla kopya etmek gibi bir kaba denemeden dolayı kırıl¬dı.
Ve Avrupa’nın kuzeyi, yeniden 1847’nin köleliğine gerisin geriye atıldığı ya da karşı¬devrime karşı ilk ayların kazanımlarını bin-bir güçlükle savunmaya çalıştığı sırada, bir¬den İtalya yeniden ayağa kalkıyor. Livorno, Milano’nun düşüşü dolaysıyla, başarılı bir devrim için kışkırtılan tek İtalyan şehri, Li¬vorno, nihayet demokratik atılımını tüm Toskana’ya duyurdu ve kararlı bir şekilde de¬mokratik bir parlamentoyu başa geçirdi. Bir monarşi altında bugüne kadar gerçekleşmiş olanlardan daha kararlı. Öyle bir parlamento ki ve öyle kararlı ki, bir cumhuriyette böylesi çok az gerçekleşmiştir. Öyle bir parlamento ki, Viyana’nın düşüşü ve Avusturya’nın yeni-den doğuşuna, İtalyan Ulusal Kurucu Meclisi¬ni kurarak yanıt veriyor. Ve bu demokratik parlamentonun İtalya halkının içine saldığı devrimci yangın, alev aldı: Roma halkı, ulu¬sal muhafızları ve ordusuyla tek vücut gibi kalktı, karşıdevrimci parlamentoyu devirdi, demokratik bir parlamento kazandı ve kaza¬nılmış taleplerinin en başında şu geliyordu: İtalyan vatandaşlığı ilkesine göre bir hükü¬met. Bunun anlamı, Guerazzi’nin önerdiği İtalyan anayasasını onaylamaktı.
Piyamont ve Sicilya’nın arkadan geleceği¬ne şüphe yok. Gelecekler, bir önceki yıl gel¬dikleri gibi.
Şimdi? İtalya’nın üç yıl içerisindeki bu ikinci dirilişi, bir önceki gibi, Avrupa demok¬rasisinin yeniden kalkışmasının kızıl şafağı mı olacak? Neredeyse o izlenimi veriyor. Kar¬şıdevrimin potası, taşacak kadar doldu. Fran¬sa, salt Cavaignac ve Marrast’ın iktidarından kurtulabilmek için kendini bir maceracının kollarına atmak üzere Almanya her zaman¬kinden daha fazla dağınık Avusturya bunal¬mış, Prusya iç savaşın öngününde, bütün, Şubat ve Mart’ın bütün illüzyonları tarihin fırtınalı adımı tarafından yerle bir edilmiş durumda. Gerçekten de, halkın karşıdevri¬min yeni zaferlerinden öğreneceği bir şey kalmadı.
Bu son altı ayın derslerini gelecek fırsat¬ta, zamanında ve korkusuzca uygulayabilsin.
(“Neue Rheinische Zeitung” Nr.156, 30 Kasım 1848)

DİPNOTLAR
(1) 10 Nisan 1848’de Londra’da, parlamentoda Halk Fermanı’nın (People’s Charter) kabulüne ilişkin üçüncü bir dilekçe vermek isteyen bir Chartistler gösterisi, ordu ve özel polisin müdahalesiyle dağıtıldı. 15 Mayıs 1848’de burjuva ulusal muhafızların yardımıyla Paris işçilerinin bir eylemine saldırıldı. 25 Haziran 1848’de Paris proletaryasının ayaklanması kanlı bir şekilde bastırıldı. 6 Ağustos 1848’de Milano, Kuzey İtalya’daki ulusal kurtuluş hareketini bastıran Avusturya birliklerince işgal edildi. 1 Kasım 1848’de General Windischgrâtz’in birlikleri Viyana’yı işgal eder.

(2) Chartistler- 1836-1848 arasında İngiliz işçilerin devrimci fakat sosyalist olmayan hareketin temsilcileri. Bunlar Halk Fermanı’nın gerçekleşmesi için mücadele ediyorlardı. Talepleri İngiltere’nin devlet düzeninin demok¬ratikleştirilmesine yönelikti. Chartistler hareketinin önemi üzerine Lento; “İngiltere’nin, dünyaya, ilk gerçek, siyasi olarak gelişmiş yaygın proleter devrimci kitle hareketini… verdiğini” söyledi.

(3) Viyana halkının 15 ve 26 Mayıs’taki zaferleri: 15 Mayıs 1848’de, işçi ve askerlerin 25 Nisan’da Pillersdorf parlamentosunca ilan edilen anayasaya karşı çıkan silahlı çarpışmalarına sahne olur… 26 Mayıs 1848’de devrimci üniversite öğrencilerinin askeri örgütlerinin akademik lejyonu, hükümet tarafın¬dan dağıtılır.

(4) Custozza (Kuzey İtalya) yakınlarında Avusturya ordusu, Radetzky yönetiminde 25 Temmuz 1848’de Sardunya-Lombardo devrimci güçlerini yenilgiye uğratır.

Haziran 1994

Ekonomi politiğin yöntemi

Belirli bir ülkeyi ekonomi politik bakımından ele aldığımız zaman, o ülkenin nüfusunu, bu nüfusun sınıflara bölünmesini, kentlerde, kırlarda, deniz kıyısında dağılımını, ayrı ayrı üretim kollarını, ihracatı ve ithalatı, yıllık üretim ve tüketimi, metaların fiyatlarını vb. incelemekle işe başlarız.
Gerçek ve somut olanla, fiili önkoşulla, dolayısıyla, örneğin ekonomi politikte, tüm üretim toplumsal eyleminin temeli ve öznesi olan nüfusla başlamak doğru gibi görünür. Ama soruna daha yakından bakınca, bunun bir yanılgı olduğu anlaşılır. Nüfus, örneğin, onu oluşturan sınıfları göz ardı edersem, bir soyutlamadır, öte yandan, ücretli emek gibi, sermaye vb. gibi sınıfların üzerine kurulu bulundukları öğeleri bilmiyorsam, bu sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Bu öğeler de değişimi, işbölümünü, fiyatları vb. ön varsayar. Örneğin sermaye, ücretli emek olmadan, değer, para, fiyat vb. olmadan hiçbir şey değildir. Demek ki, incelemeye nüfusla başlarsam, bütünün kaotik bir tasarımını elde ederim, ve konuyu daha belirli olarak saptayarak, analitik olarak daha basit kavramlara varırım; imgelenmiş somuttan daha ince soyutlamalara ve sonunda en basit belirlenimlere varırım. Buradan hareket ederek, yeniden nüfusa varana dek yolu ters doğrultuda bir kere daha kat etmek gerekir, ama bu kez nüfus, bir bütünün kaotik tasarımı değil, birçok belirlemenin ve ilişkinin zengin bir bütünlüğüdür. Birinci yol, doğuşunda ekonomi politiğin tarihsel olarak kat etmiş olduğu yoldur, örneğin, 17. yüzyıl iktisatçıları, her zaman canlı bütünlükle başlarlar: nüfus, ulus, devlet, birçok devlet, vb.; ama çözümlemeleri onları her zaman, sonunda, işbölümü, para, değer vb. gibi birkaç belirleyici, soyut, genel ilişkiyi ortaya çıkarmaya yöneltir. Bu tek tek uğraklar az çok açıkça saptanıp soyutlanır soyutlanmaz, iktisadi sistemler, emek, işbölümü, gereksinim, değişim-değeri gibi basit ilişkilerden devlet, uluslar arasında değişim ve dünya pazarı düzeyine yükselir. Bu sonuncu yöntem, açıktır ki, bilimsel bakımdan doğru yöntemdir. Somut, birçok belirlenimin sentezi, dolayısıyla da çeşitliliğin birliği olduğu için somuttur. Bunun içindir ki, somut, gerçeklikte ve dolayısıyla da sezi ve tasarım için çıkış noktası olmakla birlikte, düşüncede, o, çıkış noktası olarak değil, sonuç olarak, toplulaşma olarak ortaya çıkar. Birinci yöntemde, tasarımın bütünlüğü soyut bir belirlenime ulaşmak için kaybolur; ikincide, soyut belirlenimler, somutun düşünce yoluyla yeniden-üretimine götürür. Bunun içindir ki, soyuttan somuta çıkma yöntemi, düşüncenin somutu özümsemesinin, onu zihinde somut olarak yeniden-üretmesinin tek yolu olduğu halde, Hegel, gerçeği, kendi kendine yoğunlaştıran, kendi derinine inen, kendini kendinden kendiyle açındıran düşüncenin sonucu olarak kavrama yanılsamasına düştü. Ama bu hiç de somutun oluşum sürecinin kendisi değildir. Örneğin en basit iktisadi kategori, diyelim ki değişim-değeri, nüfusu, belirli koşullar altında üretimde bulunan bir nüfusu ön varsayar; belli bir tür aileyi, ya da komünü, ya da devleti vb. de ön varsayar. Değişim-değeri, ancak önceden verili somut, canlı bir bütün içinde soyut, tek yanlı bir ilişki olarak varolabilir. Buna karşılık, kategori olarak, değişim-değeri Nuh nebiden kalma bir varoluşa sahiptir. Bilinç için –ve felsefi bilinç öyledir ki, onun için kavrayışa varan düşünce, gerçek insanı teşkil eder ve bunun sonucu olarak da, ancak kavranan bir dünya, gerçek bir dünya olarak görünür– evet bilinç için, kategorilerin devinimi –dıştan basit bir dürtü alan– ve sonucu dünya olan gerçek üretim eylemi olarak görünür; ve bu da somut toplamın düşüncelerin toplamı olarak, somutun beyinde temsili olarak gerçekte düşüncenin, anlayışın bir ürünü olduğu ölçüde doğrudur (ama bu da, bir totolojiden başka bir şey değildir); ve bu dünya, kendi kendine meydana gelen, gözle görülebilen görüntünün dışında ve üstünde düşünülen kavramların ürünü değildir, gözle görülenden hareket edilerek varılan kavramların düşünülmesinden meydana gelen bir üründür. Bunun bütünü, zihinde düşüncelerin bir toplamı olarak göründüğü biçimde, kendisi için olanaklı olan biricik tarzda, bu dünyanın sanat, din, pratik ve zihin yoluyla benimsenmesinden farklı olan bir tarzda dünyayı benimseyen düşünen beynin bir ürünüdür. Gerçek özne, zihnin dışında özerk varoluşunu önceden olduğu gibi sürdürür; ve bu, zihin salt spekülatif, salt teorik bir faaliyette bulunduğu sürece böyledir. Bu nedenle, teorik yöntemin kullanılmasında da, öznenin, toplumun ön varsayım olarak zihinde devamlı hazır bulunması gerekir.
Ama bu basit kategoriler, tarihsel ya da doğal nitelikte ve daha somut olan kategorilerden önce gelen bağımsız bir varlığa da sahip değiller midir? Duruma göre değişir, örneğin Hegel, hukuk felsefesini, öznenin en basit hukuki ilişkisini oluşturan sahiplikle başlatırken haklıydı. Ama, aile olmadan, çok daha somut ilişkiler olan efendi ile köle arasındaki ilişkiler olmadan, sahiplik de olmaz. Buna karşılık, henüz ancak sahiplik aşamasında olup, mülkiyet aşamasına ulaşmamış olan ailelerin ya da kabile topluluklarının varolduğunu söylemek doğrudur. Demek ki; mülkiyet konusunda en basit kategori, basit aileler ya da kabile toplulukları ilişkisi olarak görünmektedir. Daha yüksek bir aşamaya varmış olan toplumda mülkiyet, daha gelişmiş bir örgütlenmenin daha basit bir ilişkisi olarak görünür. Ama her zaman sahiplik ilişkisi tipinde daha somut bir kalıntı ön varsayılır. Bireysel bir yabanıl bir şeyi sahiplenen olarak düşünülebilir. Ama bu durumda sahiplik hukuksal bir ilişki değildir. Sahipliğin, aile biçimine kadar tarihsel bakımdan evrime uğradığı doğru değildir. Tam tersine, sahiplik, bu “daha somut hukuki kategori”nin varlığını ön varsayar. Bununla birlikte, basit kategorilerin, içinde az gelişmiş somutun –daha somut kategoride zihinsel olarak dışa vurulan daha çok yanlı bağlantıdan ya da ilişkiden önce– kendini zaten gerçekleştirmiş olduğu ilişkilerin dışavurumları olması her zaman söz konusudur. Para, sermayenin meydana gelmesinden önce, bankaların, ücretli emeğin vb. meydana gelmesinden önce tarihsel bakımdan olabilirdi ve vardı. Demek ki, daha basit kategorinin daha az gelişmiş bir bütünün egemen bağıntılarını ifade edebildiğini ya da, tersine bütünün daha somut bir kategoride ifadesini bulacağı doğrultusunda gelişmesinden önce tarihsel bakımdan varlığını sürdürmekte olan daha gelişmiş bir bütüne bağlı ilişkileri ifade edebildiğini söyleyebiliriz. Bu ölçüde, daha basitten daha karmaşığa yükselen soyut düşüncenin ilerlemesi, gerçek tarihsel süreçlere tekabül eder.
Öte yandan, örneğin kooperatif biçim gibi, gelişmiş bir işbölümü gibi vb., herhangi bir biçimde para olmadan, örneğin Peru, ekonominin en yüksek biçimlerinin bulunduğu, çok gelişmiş olan, ama tarihsel bakımdan yeter olgunluğa erişmemiş bulunan toplum biçimlerinin varlığından da söz edilebilir. Slav topluluklarda da, para ve parayı koşullandıran değişim, her topluluğun içinde görülmemesine, ya da pek az görülmesine karşılık, onu sınırlarda, öteki topluluklarla alışverişte bulabilmekteyiz; aynı biçimde, değişimi, kökenlerini oluşturan öğeler olarak topluluğun merkezine koymak tamamen yanlıştır. Başlangıçta, değişim, tam tersine, aynı topluluğun içinde üyeler arasındaki ilişkilerden çok, ayrı ayrı toplulukların aralarındaki ilişkilerde görünür. Üstelik, her yerde başlardan beri rol oynamasına karşın para, gene de, antikçağda yalnızca bazı tek yanlı gelişmiş uluslarla, tüccar uluslarla sınırlı egemen öğedir. Antik dünyanın en gelişmiş kısımlarında, Yunanlarda ve Romalılarda bile para, modern burjuva toplumun önkoşulu olan tam gelişmesine, ancak bu toplulukların dağılma dönemlerinde erişebilmiştir. Demek ki, tamamen basit olmakla birlikte bu kategori, tarihsel olarak, ancak toplumun en gelişmiş aşamalarında bütün gücüyle görülmektedir. Para hiç de bütün ekonomik ilişkilere nüfuz etmez, örneğin Roma imparatorluğunda, bu imparatorluğun en yüksek gelişme noktasında, ayni vergi ve ayni yükümlülükler temel olarak kalmıştır. Para sistemi, ancak orduda tam olarak gelişmiştir. Bu sistem hiçbir zaman emeğin bütününü kapsamadı. Böylece, en basit kategori, tarihsel bakımdan en somut kategoriden önce varolabildiği halde –kapsam ve alan bakımından– tam gelişmesine asıl karmaşık bir toplum biçiminde ulaşabilir, oysa en somut kategori, kendisi daha az somut olan bir toplum biçimi içinde daha tam bir gelişmeye ulaşıyordu.
Emek pek basit bir kategori olarak görünür. Bu evrensellik içinde emek tasarımı –genel emek olarak– çok eskidir. Bununla birlikte, bu basit biçim içinde, ekonomik bakımdan düşünüldüğünde, “emek”, bu basit soyutlamayı doğuran ilişkiler kadar modern bir kategoridir. Para sistemi, örneğin para olarak serveti, tamamen nesnel bir tarzda kendisi dışında bulunan bir şey olarak kabul eder. Bu görüşe kıyasla manüfaktür ya da ticaret sistemi, servetin kaynağını, nesneden, para üretici etkinlik olarak sınırlı biçimde anladığı öznel etkinliğe –ticari emeğe ve manüfaktür emeğine– aktardığı zaman, büyük bir ilerleme kaydedilmiş oldu. Bu sisteme karşılık, fizyokratların sistemi, belirli bir emek türünü –tarımı–, servet yaratan emek biçimi olarak kabul eder, ve emeğin amacını da para olarak kılık değiştirmiş biçimde değil, genel ürün olarak, emeğin genel sonucu olarak kabul eder. Bu ürün, etkinliğin sınırlı niteliğinden ötürü, hâlâ doğa tarafından belirlenen bir ürün olarak –par excellence  tarım ürünü, toprak ürünü olarak– kalmaktadır.
Adam Smith, servet yaratıcı etkinliğin sınırlayıcı bütün özgüllüklerini reddederek, genel olarak emeği, yani manüfaktür emeğini değil, ticaret emeğini değil, tarım emeğini değil, ama birini olduğu kadar ötekilerini de ele aldığı zaman, pek büyük bir ilerleme kaydedilmiş oldu. Servet yaratıcı etkinliğin soyut genelliği ile, şimdi, servet olarak tanımlanan nesnenin genelliği, ürün olarak ürün ya da gene emek olarak emek, ama geçmiş, nesneleşmiş emek ortaya çıkmaktadır. Zaman zaman kendisi de fizyokratların sistemine kayan Adam Smith örneği, bu yeni anlayışa geçişin ne kadar çetin ve önemli olduğunu gösterir. Bundan yalnızca, üretici olarak ele alınan insanlar arasında –hangi toplum biçimi içinde olursa olsun– kurulan en basit ve en eski ilişkinin soyut ifadesi bulunduğu sanısına varılabilir. Bu, bir anlamda doğrudur. Bir başka anlamda doğru değildir. Emeğin belirli bir türüne karşı kayıtsızlık, hiçbiri mutlak olarak egemen durumda bulunmayan emeğin gerçek türlerinin çok gelişmiş bir bütününü varsayar. Böylece en genel soyutlamalar, ancak bir niteliğin birçoğun, hepsinin niteliği olarak ortaya çıktığı, en zengin somut gelişmenin ortasında meydana gelebilir. O zaman, yalnız özel bir biçimde düşünülebilir olmaktan çıkar. Öte yandan, emeğin emek olarak bu soyutlanması, yalnızca emeklerin somut bir toplamının zihinsel ürünü değildir. Belirli şu ya da bu emek karşısında kayıtsızlık, bireylerin bir emekten ötekine kolayca geçebildikleri ve yaptıkları emek türünün kendileri için rastlansal ve bu bakımdan da önemsiz olduğu bir toplum biçimine tekabül eder. Burada, emek, yalnızca kategoriler alanında değil, ama gerçeklikte de, genel olarak servet yaratan bir araç olmuştur ve şu ya da bu özel görünüm altında, bireylerle organik olarak bağlantılı olmaktan çıkmıştır. Bu durum, burjuva toplumların en modern biçiminde, Birleşik Devletler’de en yüksek gelişme derecesine ulaşmıştır. Ancak orada “emek”, “emek olarak emek”, sans phrase  emek kategorisinin soyutlaması, modern ekonominin hareket noktası olarak pratik gerçek olmaktadır. Demek ki, modern ekonomi politiğin birinci plana yerleştirdiği ve toplumun bütün biçimleri için geçerli olan pek eski bir ilişkiyi ifade eden bu en basit soyutlama, ancak en modern toplumun kategorisi olarak, bu soyut biçimde pratik bir gerçek niteliği kazanabilmektedir. Denebilir ki, Birleşik Devletler’de bir tarihsel ürün olarak beliren emeğin belirli bir biçimine karşı bu kayıtsızlık, örneğin Ruslar’da doğal bir evrim olarak görünmektedir. Ama bir yandan, her işe koşulmaya doğal eğilimleri olan barbarlar ile kendi kendilerini istihdam eden uygarlar arasında inanılmaz farklılık vardır. Ve öte yandan da, kuşlarda, belirli bir işe karşı kayıtsızlık, pratikte, onları ancak dış etkilerin koparıp uzaklaştırabileceği iyice belirlenmiş bir işe geleneksel bağımlılıklarına tekabül eder.
Bu emek örneği, en soyut kategorilerin bile, –özellikle soyut niteliklerinden ötürü– bütün donemler için geçerli olmakla birlikte, bu soyutlamanın belirli biçimi içinde, tarihsel koşulların ürünü olduklarını ve ancak bu koşullar için ve onların çerçevesi içinde tam anlamıyla geçerli bulunduklarını açıkça gösterir.
Burjuva toplum, üretimin en gelişmiş ve en karmaşık tarihsel örgütlenmesidir. Bu bakımdan, bu toplumun ilişkilerini ifade eden ve onun yapısını anlamamıza olanak sağlayan kategoriler, aynı zamanda, burjuva toplumun kalıntıları ve öğeleriyle kurulmuş olduğu ve bu kalıntılardan bir kısmı henüz aşılmadığından, içinde hâlâ taşıdığı ve bunların basit işaretlerinin gelişerek tam anlamlarına kavuştuktan vb., kaybolmuş olan bütün eski toplum biçimlerinin yapıları ve üretim ilişkileri hakkında bir fikir edinmemize de olanak sağlar, insanın anatomisi, maymun anatomisi için bir anahtardır. Alt-sınıf hayvan türlerinde üst bir biçimin habercileri olan imleri ancak bu üst biçimin kendisini tanıdıktan sonra anlamak olanaklı olmuştur. Böylece burjuva ekonomi, bize, antikçağ ekonomisinin vb. anahtarını vermektedir. Ama, bütün tarihsel farkları silen ve bütün toplum biçimlerinde burjuva toplumu gören iktisatçıların yaptığı gibi değil. Toprak rantını bildiğimiz zaman, haracı, aşarı anlamak olanaklıdır. Ama bunları özdeşleştirmemeli. Hem üstelik, burjuva toplumun kendisi de, tarihsel gelişmenin çelişik bir biçimi olduğu gibi, bu toplumda, ancak solmuş, hatta kılık değiştirmiş biçimde bulabileceğimiz daha önceki toplum biçimlerine ait olan ilişkileri gözlemleyebiliriz, örneğin komünal mülkiyet gibi. Demek ki, burjuva ekonominin kategorileri, öteki toplum biçimleri için de geçerli olan belirli bir gerçeği içeriyorlarsa, bu gerçek, ancak cum grano salis  alınabilir. Bu kategoriler, solmuş olan, karikatür haline gelmiş olan vb. bu gelişmiş biçimleri içlerinde barındırabilirler. Ama her zaman özsel bir farklılıkla. Tarihsel gelişme denen şey, son tahlilde, en son biçimin geçmiş biçimleri, kendi öz gelişme derecesine vardıran aşamalar olarak değerlendirmesine dayanır, ve bu son biçim, çok ender olarak, ve ancak belirli koşullarda, kendi özeleştirisini yapabildiğine göre, eski biçimleri her zaman tek yanlı bir açıdan değerlendirir –hiç kuşku yok ki, kendisini çöküş çağları sayan tarihsel dönemler burada söz konusu değildir. Hıristiyan dini, ancak kendi eleştirisini, bir dereceye kadar, söz uygun düşerse, potansiyel olarak tamamladıktan sonradır ki, daha önceki mitolojilerin nesnel olarak anlaşılmasına yardım edebilmiştir. Aynı biçimde, burjuva ekonomi politik, ancak burjuva toplumun özeleştirisi başladığı gün, feodal, antik, doğusal toplumları anlayabilmiştir. Burjuva ekonomi politik, kendisini geçmişle mitolojik olarak özdeşlemediği sürece, daha önceki toplumlar ve özellikle henüz doğrudan savaşım halinde olduğu feodal toplumlar hakkındaki eleştirisi, paganlığın (putperestlik) Hıristiyanlık tarafından eleştirisine ya da Katolikliğin Protestanlık tarafından eleştirisine benzedi.
Genel olarak bütün tarihsel ya da toplumsal bilimlerde olduğu gibi, hiç akıldan çıkarmamak gerekir ki; ekonomik kategorilerin ilerleyişinde özne, (burada burjuva toplum söz konusudur) gerçekte olduğu gibi, kafada da verilidir, dolayısıyla bu kategoriler varlık biçimlerini, belirli varoluş koşullarını ifade eder. Çok kez bu belirli toplumun, bu öznenin özel basit yönlerini ifade eder ve bunun sonucu olarak bu toplum, bilimsel bakımdan da, ancak kendisi bu niteliği ile söz konusu olduğu andan itibaren varolmaya başlar. Bu kuralı akılda tutmak gerekir, çünkü bu kural kabul edilecek olan planın seçiminde, bize, kesin hareket tarzları vermektedir. Her üretimin ve her varlığın kaynağı toprağa bağlı bulunduğuna göre, örneğin toprak rantı ile, toprak mülkiyeti ile işe başlamak ve ondan geçerek, belli bir kararlılığa ulaşmış olan her toplumda ilk üretim biçimine, tarıma varmak, doğal bir davranış olarak görünmektedir. Oysa, bundan yanlış bir şey olamaz. Her toplum biçiminde bütün öteki üretimlere ve onlardan doğan ilişkilere sırasını ve önemini veren, belirli bir üretim ve onun doğurduğu ilişkilerdir. Tıpkı bütün renklerin özel tonlarını değiştiren bir genel aydınlatma gibi. Tıpkı birlikte fışkıran bütün varlık biçimlerinin özgül ağırlıklarını belirleyen özel eter gibi. Çoban halklar örneğine bakalım. (Avcılıkla ve balıkçılıkla uğraşan basit halklar, gerçek gelişmenin başladığı noktanın ötesindedirler. Onlarda tarım belirli bir biçimde yer yer ortaya çıkar. Bu halklarda toprak mülkiyeti biçimini belirleyen budur. Bu kolektif bir mülkiyettir ve bu halklar, geleneklerine bağlı kaldıkları ölçüde, toprak mülkiyeti de bu biçimini korur: Örnek, Slavların komünal mülkiyeti. Tarımın bu biçiminin egemen bulunduğu sağlam biçimde kökleşmiş tarıma sahip olan halklarda –bu kökleşme daha şimdiden önemli bir aşamayı oluşturur–, tıpkı antik ve feodal toplumlarda olduğu gibi, sanayinin kendisi de, sanayinin örgütlenmesi ve ona tekabül eden mülkiyet biçimleriyle birlikte az çok toprak mülkiyetinin niteliğini taşır. Ya eski Romalılarda olduğu gibi sanayi tamamen tarıma bağlıdır, ya da ortaçağda olduğu gibi kentlerde ve kurduğu ilişkilerde köy örgütlenmesini taklit eder. Ortaçağda sermayenin kendisi de –salt para biçiminde sermaye söz konusu olmadığı ölçüde– geleneksel mesleğin alet edevatı vb. biçimde, toprak mülkiyetinin bu niteliğini taşır. Burjuva toplumda bu, tersinedir. Tarım giderek sanayinin basit bir kolu haline gelir ve tamamen sermayenin egemenliği altındadır. Bu, toprak rantı için de böyledir. Toprak mülkiyetinin egemen olduğu bütün toplum biçimlerinde, doğa ile ilişkinin önem ve önceliği vardır. Sermayenin egemen olduğu toplumlarda bu öğeler, toplum tarafından, tarih tarafından yaratılır. Sermaye olmadan toprak rantı anlaşılamaz. Ama toprak rantı olmadan, sermaye anlaşılabilir. Sermaye, burjuva toplumun evrensel olarak egemen ekonomik gücüdür. Zorunlu olarak meydana getirdiği son nokta gibi, başlangıç noktası da, toprak mülkiyetinden önce açıklanmalıdır. Her ikisini de ayrı ayrı inceledikten sonra, aralarındaki karşılıklı ilişkiyi araştırmak gerekir.
Demek ki, ekonomik kategorileri, tarihsel bakımdan belirleyici rol oynadıkları sıra ile ele almak olanaksız ve yanlıştır. Onların ele alınış sırasını belirleyen şey, tam tersine, modern burjuva toplumda aralarındaki ilişkilerdir, ve burada sıra, doğal sıranın tersi olup, tarihsel evrim boyunca, birbirlerini izledikleri sıraya uymamaktadır. Söz konusu olan, değişik toplum biçimlerinin birbirini izlemesinde, iktisadi bağıntılar arasında tarihsel olarak kurulan ilişki değildir. “Fikir olarak” birbirini izleme sıraları (Proudhon) hiç değildir. (Tarihsel hareketin bulanık bir anlayışı.) Söz konusu olan, bunların, modern burjuva toplum çerçevesi içindeki eklemlenmesidir.
Antikçağda tüccar halkların –Fenikelilerin, Kartacalıların–, saf bir durumda (soyut belirleme) ortaya çıkmış olmalarını belirleyen şey, tarımcı halkların egemen durumda bulunmalarıdır. Ticari sermaye ya da para sermaye olarak sermaye, sermayenin henüz toplumların egemen öğesi olmadığı yerlerde bu soyut biçimde ortaya çıkar. Lombardiyalılar, Yahudiler, Ortaçağın tarımla uğraşan toplumları karşısında aynı biçimde yer alırlar.
Bu aynı kategorilerin toplumun değişik aşamalarında işgal ettikleri değişik yere ilişkin bir başka örnek: burjuva toplumun son biçimlerinden biri Joint stock-compaines’dir.  Ama bu biçim, burjuva toplumun başlangıcında da tekel durumundan yararlanan büyük ayrıcalıklı ticaret şirketlerinde de görülmektedir.
Ulusal servet kavramının kendisi de, 17. yüzyıl iktisatçılarında, bu biçimde ileri sürülür, –bu fikir, 18. yüzyıl iktisatçılarında da vardır–; servet, yalnız devlet için yaratılır, ve devletin gücü, bu servetle ölçülür. Bu, henüz, bizzat servetin ve onun üretiminin modern devletlerin amacı olarak ilan edildiği ve bu devletlerin henüz servet üretiminin araçları olarak görüldüğü bilinçsiz bir aldatmaca biçimiydi.
Açıkçası, bizim, planı şöyle yapmamız gerekir: 1- Bütün toplum biçimlerine az çok uyan, ama yukarda açıklandığı anlamda uyan, genel soyut belirlemeler. 2- Temel sınıfların dayandıkları burjuva toplumun içyapısını oluşturan kategoriler. Sermaye, ücretli emek, toprak mülkiyeti. Bunlar arasındaki karşılıklı ilişkiler. Kent ve kır. Üç büyük toplumsal sınıf. Bunlar arasındaki değişim. Dolaşım. Kredi (özel). 3- Burjuva toplumun devlet biçiminde yoğunlaşması. Kendisiyle ilişki içinde ele alınması. “Üretken olmayan” sınıflar. Vergiler. Kamu borçları. Kamu kredisi. Nüfus. Sömürgeler. Göç. 4- Uluslararası üretim ilişkileri. Uluslararası işbölümü. Uluslararası değişim, ihracat ve ithalat. Kambiyo kuru. 5- Dünya pazarı ve bunalımlar.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑