Emeğin Partisi 4.kongresine giderken

İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür!

Parti örgütlerimiz, ilçe ve il kongrelerinden sonra, 27 kasımda yapılacak merkez kongresine hazırlanıyor. Parti kongrelerimiz, politik gelişmelere bağlı olarak, günün görevlerini saptama, bu doğrultuda işçi ve emekçi yığınlar içinde sürdürülecek çalışma ile parti örgütlerinin güçlenmesi, çalışmaların sorunlarını ele alma, kadro ve organlar yenilenerek ileriye atılma imkanlarını sunmaktadır. 4. Kongre’ye giderken, içinde bulunduğumuz dönemde emekçilere söyleyecek çokça sözümüzün olduğu; işsizlik, yoksulluk ve baskılar altında bunalmış ve arayış içinde olan yığınların arasında işçilerin politikasını sergilemenin, birleşmelerine ve örgütlenmelerine yardımcı olmanın koşullarının çok daha gelişkin olduğu görülmektedir. Önümüzdeki bu süreç, aynı zamanda, parti konferanslarında ilan edilmiş ve parti örgütlerinin görev olarak benimsediği yeniden inşa hamlesinin, parti çalışmasında belirgin bir değişim ve sonuçlar yaratacak şekilde hayata geçirilmesini de kapsayacaktır.

*
Dünyadaki gelişmeler güvensiz ve tehlikeli bir geleceğin unsurlarına işaret etmekte, Türkiye’nin bağımlı, işbirlikçi kapitalist yönetimi ise bu durumu ülkemiz emekçileri açısından daha derinden hissedilir ve sarsıcı bir hale sokmaktadır. Gelişmeleri değerlendirdiğimizde, bu kaygı verici gidişatı görmemiz kolaylaşacaktır.

1. Üçüncü Kongremizi gerçekleştirdiğimiz günlerde 1 Mart tezkeresi reddedilmişken, kısa bir süre sonra, önceden Afganistan’ı işgal etmiş olan ABD’nin Irak işgali gerçekleşti ve o günden bu yana, binlerce Iraklının ölümüyle sonuçlanan işgal karşısında direniş halen sürmektedir. Bu, hiç şüphesiz saldırgan Bush yönetimi ve arkasındaki güçlerin ilan ettiği “güvenlik ve tehlikeyi önleme” doktrininin, yani ülkeleri işgal etme ve mazlum halkları öldürme hakkını kendinde görmenin ilk uygulamalarıydı, dolayısıyla başlangıç aşamasıydı. Ve peşi sıra devamı gelecekti. Nitekim emperyalist kapitalist sistemin çelişkileri, rekabet ve pazar arayışı, enerji ve alan hakimiyetleri yaratma kavgası Orta Doğu ve Orta Asya üzerinde yürütülüyor ve projenin adı “Genişletilmiş Ortadoğu”, amacı “Medeniyet ve Demokrasiyi taşıma” olarak gösteriliyordu. Senaryolar peşi sıra işleme konuyor, propaganda mekanizmaları çalışıyor, halklar birbirine karşı kışkırtılıyor ve yeni hedef ülkelerin isimleri rahatlıkla telaffuz edilebiliyor. Bu, şüphesiz dünyadaki dengeler açısından yeni bir durum ve ABD’nin başını çektiği bu bloğun emperyalist savaş ve saldırganlığı dünya halklarının tepkisini doğursa da, henüz geriletilebilmiş değil.
Ülkemiz açısından ise tehlikeli olan yön, gelişmelerin Türkiye’nin bu savaş ve batak ortamına çekilmek istendiğini göstermesi, ılımlı İslam modeli uygulamasıyla Türkiye’nin bir ön cephe olarak değerlendirmeye çalışılmasıdır. Bir Amerikan misyoneri gibi hareket eden Başbakan ve hükümeti, “dünyadaki gidişatın gerektirdiği demokrasiden ve gelişmeden yana” (!) olmak adına, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”ni benimsediklerini ve görev almaya hazır olduklarını açıklamış bulunuyor. Hem de halkın açık muhalefetine, yaygın Amerikan aleyhtarlığına rağmen, Türkiye’nin ancak bu şekilde örnek ve gelişkin bir ülke olacağını iddia ederek, bu işbirliğini sergiliyorlar. Bu arada, AKP hükümetiyle birçok konuda iktidar savaşları içinde olan Silahlı Kuvvetler ve Genelkurmay’ın –ortada stratejik ortak ABD ve ihtiyaçları olduğu için– bu konuda, tam bir uyum içinde olmasa da, bir itirazlarının olmadığı görülmektedir.
2. Yıllardır çözümsüz bırakılmış ve çokça kayıplara yol açmış Kürt sorunu yeniden alevlenmiş ve çatışmalı bir sürece girilmiş, bu haliyle, bilinçli bir şekilde toplumda yeni bir kutuplaşmanın unsuru yapılmaya çalışılmaktadır. Kürt halkının taleplerine “terörle mücadele” konseptiyle yanıt veren egemen çevrelerin son dönem politikası, bir yandan askeri mücadelenin yetmeyeceği ve sivil halk desteğinin gerekeceği, diğer yandan bu mücadeleyi yürütenlerin yetkilerinin sınırlandığı şeklinde olmuş, bu düşünceler Genelkurmay çevrelerinden ifade edilmiştir. Bu “çağrıya” yanıt vermekte gecikilmemiş; bir yanda elde bayrak, bindirilmiş ve kışkırtılmış kıtalar halinde linç gösterileri yapan “özde vatandaşlar”, diğer yanda hükümet olarak “Terörle Mücadele Yasası”nda yeni düzenlemeler hazırlığı ve yıllardır toplanmayan kurullar toplanarak “vaziyet” alınmıştır. Kürt sorunu, bir kez daha, ancak bu kez çok daha çok yönlü ve belirleyici bir işlevle, uluslararası ilişkilerden iç politikaya her kesimin kendisine malzeme yaptığı bir konu olmuştur. Silahlı Kuvvetler çatışma ve askeri stratejiler içinde şehit cenazelerini değerlendirirken, Hükümet’in başı aydınların karşısında “Kürt sorunu”ndan bahsedip, daha sonra “Kürt vatandaşların bir takım ihtiyaçları” olduğu söylemine dönmüş, giderek Amerika’dan PKK’nın imhasını isteme noktasına gelmiş; Amerika ise, bir yandan diplomasi yürütürken, diğer yandan bölgede yaşayan tüm Kürtler için hamiliğe soyunma gibi tehlikeli bir pozisyon edinmiştir.
Bütün bu çözümsüzlük politikaları bir yana, daha ciddi bir gelişme olarak, izlenen bu politikalar neticesinde, ülkemizde şimdiye değin olmadığı kadar Kürt düşmanlığı geliştirilmiş; Türkçü ve milliyetçi söylem ve eylemlerin önü açılarak, gerçek bir bölücülük sahneye konmuştur. Yıllardır birlikte ve ortak yaşamı paylaşan Türk ve Kürt halkının bu olumlu hasleti dinamitlenerek, Kürtlerde ayrılma duygusunu kışkırtacak bilinçli bir pratik sergilenmektedir. Sonuç olarak, bu tehlikeli oyun ve senaryoların ülkeyi emperyalist dayatmalara ve kuşatmaya çok daha hazır hale getireceği bilinemez değildir ve bir takım “ulusal” kisveli ittifakların, emperyalizm karşıtlığı adına, Kürt düşmanlığı güden bölücü pozisyona geçmeleri söz konusudur. Açıkça bağımsızlık ve ulusal değerler milliyetçi şoven çevrelerin elinde bir koz olarak kullanılmakta ya da iyimser bir ifadeyle emperyalist politikalara tepki duyarak –özelleştirmeler, satışlar, yağma vb. karşısında– bu hassasiyeti gösteren emekçiler kötü bir yönde manüple edilmektedir.
Dolayısıyla işçi ve emekçilerin birliğini sağlamak; onları, Kürt sorununda gerçek çözüm yolu olan kardeşçe, eşit haklar temelinde, gönüllü birliği esas alan demokratik halkçı çözüme kazanmak bugün çok daha acil ve vazgeçilmez bir görev olarak önümüzdedir.
3. Hükümet, kapitalist sistemin, yerli ve yabancı tekellerin ihtiyaçları, IMF’nin istekleri doğrultusunda bir program izlemeye devam etmektedir. 2008’e kadar devam edecek stand-by imzalanmış, bu doğrultuda son olarak 2006 bütçesi hazırlanmış, özelleştirmelerde yeni satışlar gerçekleştirilmiş, İş Yasası’ndan sonra SSK’nın tasfiyesi için adımlar atılmış ve sosyal güvenliğin tasfiyesi yolunda yeniden yapılandırma hazırlıkları sürdürülmektedir. Özel emeklilik ve sigortalama sistemi uygulamalarının önü açılmış, sağlıktan sonra eğitimde de özel sektörün teşviki için vatandaşa kredi verme planlarıyla toplumsal taban oluşturulmaya çalışılmaktadır. İşçi ve emekçi düşmanı politikalarda daha keskin bir hat izlenerek, asgari ücretin gereksizliği bile tartıştırılmaya başlanmıştır. Sinsi bir politikayla masum bir gerekçe öne sürülmektedir: “İşsizliği önleme”. Gerçekte, zaten yaşanmakta olan sigortasız, asgari ücretin altında çalışma, yasal bir düzenlemeye kavuşturulmak istenmektedir. Sırada kamu emekçilerinin tasfiyesi vardır ve iş güvencesini ortadan kaldıracak “devlet personel rejimi” hazırlıkları yapılmış, yasa tasarısı Meclis’te beklemektedir. Sendikal mevzuatta değişiklik sırada beklemektedir ve uyum programları denilen bu düzenlemeler, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenme hakkını geliştirici ya da koruyucu değil, aksine güdükleştiren ve zorlaştıran bir içerik taşımaktadır. Bununla, fiilen arzu edilmeyen ve çoğunlukla engellenen sendikalaşma hakkı gaspları yasal bir kılıfa bürünecektir.
Ekonomiye ilişkin, gerçek yatırımlara dayanmayan, bu yönüyle işsizlik ve yoksulluğu önlemekten uzak “büyüme” balonlarının çabucak sönmesi ve emekçilerin haklı öfkesi, hükümet cephesinde yeni saldırgan atakları doğurmakta, serbest piyasacı mevzilerine daha çok sarılmaktadırlar. Ülkemiz, tarihinde görülmedik şekilde “ülkesini pazarlamakla görevli olduğunu” cesaretle ortaya koyan, bununla övünen bir Başbakanla idare edilmektedir.
4. Bu açmazlar ve “yoksulların oyuyla zenginlere hizmet” gibi halka yabancılık içersindeki AKP hükümetinin önceki örneklerinden farklı olan bir yönü, bir “kurtuluş projesi” olarak sunulan Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yeni mesafeler almış olmasıdır. Hiç şüphesiz AB programıyla AKP, üzerindeki siyasal İslam yaftasını atmasına yarayacak bir Batıya açılma projesinden yararlanmayı hedefleyerek, hem emperyalist güçlerin arzuladığı ılımlı, demokrat İslam modelini sergileyerek hem de yerli yabancı kapitalist tekellerin yağma ve sömürü mekanizmalarına hizmetten geri kalmayarak, bu kesimlerce benimsenmeyi planlamaktadır. Bunda da başarılı olduğu pekala söylenebilir. Ancak bu başarının milyonlarca işçi ve emekçinin çıkarına aykırı olduğu, olacağı aşikardır. Bu müzakereler sürecinden çalışma hayatında iyileştirmeler bekleyen sendikal çevreler ya da demokratikleşme ve çözüm yolunda gelişmeler olacağına inanan –en azından bunu bir diplomasi aracı olarak kullanmayı hesap eden– Kürt siyasi çevreleri veya açılan bütçe ve gelecek yardımlarla iş ve açlık ihtiyacına yanıt bulacağını zanneden sade vatandaşların olduğu görülmektedir. Bu beklentileri kışkırtmak için yığınla liberal, Batıcı kalemşor, propagandacı, projeci ellerini ovuşturarak çalışmakta, hevesle görev ifa etmektedir. Ancak büyük gürültülerle başlayan bu “ucu açık” AB’ye katılma  projesinin, giderek vatandaşların gözünde pek kıymeti harbiyesi kalmamakta, bu yönde duygu ve fikirler de küçümsenmeyecek boyutta gelişmekte, bir ölçüde ulusalcı etkenler AB rüzgarını kırmaktadır. Çok açık ki, hayaller bir yere kadar vaziyeti idare etmekte, ancak halk, bugünü için gerçekleşebilir bir çözümü beklemekte, ivedilikle istemektedir. Boş sözler ve vaadlerin insanları doyurmadığı, ısıtmadığı, yoksunluklarına çare olmadığı ortadadır.
Elbette partimiz, egemen burjuva kapitalist iktidarın kendisine kan taşımak ve zaman kazanmak için kullanmak istediği bu katılım sürecinin, sadece izlenmesi ya da teşhir edilmesi değil, esas olarak talepler mücadelesiyle yanıtlanması için canlı bir çalışma içinde olunmasını zorunlu görmektedir.
5. Emperyalist yağma ve saldırganlık, kapitalist sömürü ve vahşet doğa tahribatını, çevre felaketlerini ve insan kayıplarını göz ardı edilemez bir boyuta vardırmıştır. Yine burada baş suçlu pozisyonunda ABD ve tekelleri yer almaktadır. Bilimsel veri ve araştırmalar, dünya ekonomisi ve üretimindeki payına oranla çok daha fazla kirletici bir rol oynayan unsur olarak onları işaret etmektedir. Ne yazık ki, ozon tabakasında gün be gün büyüyen delik tüm dünya insanlığını tehdit ettiği gibi, bugün en çok Amerikan halklarını vurmakta ve peş peşe gelen kasırgalar, seller elbette başta yoksullar olmak üzere, evsiz, işsiz emekçileri vurmakta, ayırımcı politikaların mağdurları zararın büyüğünü yaşamaktadır. Kapitalist sistemin bir sonucu olarak yaşanan çevre ve doğa tahribatları karşısında daha güçlü bir mücadele içine girmek, özellikle ülkemizde işbirlikçilerin sağladığı imtiyazlarla maden arama ya da santraller kurma niyeti içinde olan tekellere karşı halk hareketinin oluşturulması, desteklenmesi, emperyalizm ve kapitalizm karşıtı bir yurtseverlik ve çevre bilincinin geliştirilmesi, önceki yıllara oranla çok daha güncelleşmiş devrimci bir görev haline gelmiştir.
6. “Güvenlik ve terörle mücadele” gerekçelerine sığınarak yayılma stratejisi izleyen Bush ve Yeni Muhafazakar çetesiyle onların ardından yürüyen diğer emperyalistler, aynı zamanda bu düşüncelerin etkisinin artması ve genel kabul görmesi için, bir anlamıyla Ortaçağ değerleri diyeceğimiz bir felsefi anlayışa yaslanmakta, gerçek ve akıl dışılığı, mistizmi rehber edinmektedir. “Hıristiyanlığın ulvi değerleri”, “Medeniyetler Savaşı” kavramları bu saldırganlığın sembolleri olarak kullanılabilmekte, toplumlara buralardan kaynaklanan mesajlar verilmesinde bir sakınca görülmemekte, aksine alkışlanmaktadır. Kendi dışındaki bu gelişmelerden güç alan AKP yönetimi, kaynaklarında mevcut olan dinci şeriatçı özlem ve özellikleri su yüzüne çıkartmakta, Milli Eğitim tedrisatından TÜBİTAK kurumuna, birçok alana el atarak, bir yandan kadrolaşmaya yönelerek, değer yandan bilim dünyasıyla açıktan çatışmalara girerek, kendi gerici toplum projelerine mekanizmalar ve meşruiyet aramaktadır. Bu açıdan son örneklerden biri sayılabilecek olan, laik Kemalist çevrelerin oluşturduğu YÖK kurumuyla girmiş olduğu iktidar savaşı, Van Yüzüncü yıl Üniversitesi Rektörü’nün suçlanması ve tutuklanması üzerinden verilmektedir. Bir tarafta bilimi ve bilim kurumlarını hedefe koymuş bir hükümet, diğer yanda demokrasi ve özerklikle bağdaşmayacak bir 12 Eylül kurumu olarak YÖK. Şüphesiz AKP, YÖK ile çatışmaya girerken, özellikle gençliğin, aydınların, YÖK’ün baskıcı yönlerinden hoşnutsuz kesimlerin desteğini sağlamayı hedeflemekle yine sinsi bir politika izlemektedir. Ancak AKP’nin tehlikeli ve gerici emelleri karşısında, bilime savaş açan zihniyetin mahkum edilmesi için en geniş güç birliğinin oluşturulması; eğitimin gerici esaslarla dönüştürülmesi karşısında, öncelikle buna karşı çıkılarak baskıcı kurumların da kaldırılmasının ortamlarının hazırlanacağının bilinciyle hareket etmek gerekmektedir.

*
Görüleceği gibi, bütün bu gelişmeler, işçi ve emekçilerin, geleceklerinin karartılmasını önlemek için çok yönlü bir mücadele içinde olmalarını zorunlu kılıyor.

*
Parti örgütlerimiz, Üçüncü Kongre’den bugüne, kongrenin de önümüze görev olarak koyduğu emperyalist saldırganlık karşısında halk güçlerini birleştirme çağrısına uygun çalışmalar içinde oldu. Savaşa ve işgale karşı gösteriler, NATO zirvesini protesto ve karşı konferans örgütlenmesi, Filistin’le dayanışma içinde olmak, Kürt sorununun çözümünde Newrozları barış ve kardeşliğin bayramı olarak değerlendirmek, aydınların Demokratik Türkiye çalışmasını ve imza kampanyalarını bu sorun çerçevesinde ele almak, özelleştirmelere direnen SEKA, TEKEL, Telekom, Petrol ve Metal işçilerinin yanında olmak, direnişlerini desteklemek ve yaymak için uğraşmak, işçilerin sendikalaşma, ücret ve hak kavgalarında kazanmaları için, kamu emekçilerinin her türlü saldırılar karşısında eylem ve etkinliklerinin güçlü olması için çalışmak, siyanürcülere direnen köylülerin destekçisi ve sesi olmak, “Kentsel Dönüşüm” denilerek barınma hakkı gasp edilen kent emekçilerinin mücadelesinde yer almak, depremzedelerin yaralarını sarmak ve taleplerinin takipçisi olmak, iş cinayetlerinin, işkencelerin, yargısız infazların, düşünce özgürlüğüne saldırıların karşısında hesap sorucu olmak, gençliğin geleceğinin karartılmasına, emperyalizme ve faşizme karşı barışın ve kardeşliğin savunucuları olarak eylemleri ve buluşmalarını desteklemek, yerel seçimleri işçi ve emekçilerin saldırılar karşısında güç birliğinin bir vesilesi olarak değerlendirmek, partimizin taktik platformunun ve güncel görevlerinin bir parçası oldu.
Şüphesiz bu yaptıklarımız, yapacaklarımız ve yapmamız gerekenlerin yanında çok küçük kalmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin tekelci ve gerici saldırılar karşısında; sömürü, baskı ve yoksulluğa karşı, emek ve kardeşlik temelinde birliğinin ve dayanışmasının sağlanması görevi, en temel görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu görevi başaracak güç, işçi sınıfı ve partisindedir. Uluslararası ve ulusal ölçekte saldırıların hedefinde işçi sınıfı vardır. Kapitalist sistem, sosyalizmi unutturmak, sınıfın kazanımlarını elinden almak, toplumsal bir sistem olarak yeniden örgütlenmesini engelleyebilmek için var gücüyle uğraşmaktadır. Saldırılar, ideolojik, politik, sosyal, kültürel birçok yönüyle sürmektedir. Yaşanan yenilgiler, mevzi kayıpları, güç ve moral bozukluklarına yol açabilmektedir. Bağımsızlık ve demokrasinin, emekçilerin hak ve özgürlük mücadelesinin güvencesi, işçi sınıfının bu kavgada birliğini, dirliğini, moral mukavemetini sağlayacak ve koruyacak olan onun partisidir. İşçi sınıfı, ancak devrimci kitle partisiyle doğru politikalar etrafında birleşir, ortaklaşır, dersler çıkarır ve yenilgilerden yeni kavgalara atılma yeteneği gösterir; tekellerin egemenliğini ve bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldıracak bir halk iktidarı yolunda kavgasını geliştirebilir. Bu nedenlerle, 4. Kongremizin şiarı olarak “İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” seçilmiştir. Bu şiar, partimizin varlığına ve mücadelesine methiye düzmek ya da sadece doğru bir saptamada bulunmak için değil, bunlardan çok, partimizin, içinde bulunduğumuz çok yönlü saldırılar karşısında görevlerinin önemine, bu görevleri yerine getirecek gücü, potansiyeli ve güveni taşıdığımıza, bütün bu zorlu süreci işçi sınıfının en dinamik ve ileri unsurlarıyla birlikte, onlardan öğrenerek ve yeni katılımlarıyla güçlenerek aşacağımıza olan inancımızı vurgulamak için  belirlenmiştir. Yenilgiler, hareketin içinden çıkmış sınıfa yabancılaşmış ve bozuşmuş unsurlar, direncini ve dirayetini kaybederek köşesine çekilmeyi tercih edenler, sınıfın birliğini ve birikimleri üzerinde yürümesini tehdit eden burjuva sol unsur ve alışkanlıklar, partimizin birliğini, adanmış militanlığını, Bolşevikleşme çabalarımızı, geleceğe dönük umutlarımızı asla sekteye uğratmayacaktır.

*
Görüldüğü gibi, Kongremizin içinde bulunduğu süreç ve önümüzdeki günler, uluslararası işçi mücadelesi, ezilen halklar ve ülkemiz emek hareketi açısından önemli gelişmelere açıktır. Amerika’nın başını çektiği emperyalist saldırganlık planları ve işbirlikçi anlayışlar karşısında anti emperyalist görevlerimiz ve barış ve halkların dostluğunu güçlendiren bir çalışma bizleri beklemektedir. ABD ya da AB veya bir başka emperyalist güç, ne bizim ne de başkaca halkların bir tercihi, çözümü ya da ortağı olamaz. Bu yönde halkımızı aydınlatmak ve uyarmak görevimiz bütün sıcaklığıyla sürecektir. Ve bu mücadeleyi, bütün bölücü senaryo ve girişimler karşısında, halkların eşit gönüllü birliği ve kardeşliği anlayışıyla Türk ve Kürt kardeşliğini savunarak, bu temelde işçilerin ve emekçilerin birliğini sağlamayı zorunlu görerek, çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Kürt sorununun demokratik halkçı çözümünün tek gerçekçi, makul ve halkların çıkarına çözüm olduğunu bilerek; böyle bir çözümü gerçekleştirme yeteneğini ne dış güçlerin ne de mevcut iktidar güçlerinin gösterebileceği bir sorun olarak görmek ve Türkiye halkına, halkımızın cumhuriyetin kuruluşundan bu yana taşıdığı olumlu hasletlere emanet etmek partimizin tutumu olacaktır.
Kapitalist sistemin ve işbirlikçi iktidarının tekellerin hizmetinde yürüttüğü saldırılar karşısında, işçilerin ve emekçilerin hak alma mücadelesinde, özelleştirmeye direnişlerinde, ücret ve sendikalaşma kavgasında, dün olduğu gibi, platformlar kurmak, örgütlenmelerine yardımcı olmak, kazanıcı bir mücadele için sorumlu davranmak, partimizin tutumu ve görevi olacaktır. Özellikle emek sömürüsünü en yoğun yaşayan ve aynı yoğunlukta örgütlenme hamlesi içinde bulunan genç işçilerin örgütleyicisi ve yol göstericisi olmak, partimizin öncelikli işleri arasında olacaktır. Bilimi savunan, halkına ve bağımsızlığına bağlı gerçek yurtseverleri, bilim insanları, aydın ve sanatçıları bir araya getirmek, işçi ve ezilen emekçilerle buluşturmak için, bugün daha çok çalışma sergilemek durumundayız. Üniversitelerde, gençliğin, gençlik hareketinin örgütleyicisi bir sorumluluk üstlenmek için sistemli ve iddialı bir çalışmaya aday olmalıyız. Üniversitelerden yayılan bağımsızlık ve demokrasi çığlığının toplumun tüm kesimlerini etkileyeceği ve örgütleyeceği bilinir bir şeydir.
Bütün bu çalışmalarımız, anketlerin de gösterdiği gibi, giderek eriyen ve güç kaybeden, kaybettikçe saldırganlaşan, ancak seçime gitmesi kaçınılmaz olan AKP hükümetinin ve tekelci dayanaklarının alaşağı edilmesi için; bizlerin hazırlıklarına, güç biriktirmesine, emekçi yığınlar içinde siyasi bir mihrak oluşturma, gerçek bir halk muhalefetini yığınlar arasında örme görevlerimize dayanak oluşturacaktır. Önceki seçimlerden edindiğimiz deneyleri, önümüzdeki günler daha bilinçli ve sağlam taktiklerle geliştirme ve uygulama imkanı bulacağımızdan kuşku duyulmamalıdır.

Partimizin Üçüncü Kongre sonrası, 2004 başında gerçekleştirdiği büyük kentlerdeki konferanslarımız, yine Mart 2005 tarihinde gerçekleştirdiğimiz merkez konferansımız, örgüt sorunları ve yeniden inşa gündemli idi. İçinde bulunduğumuz dönemin özgünlüğünü, parti örgütlerimizin fikren benimsediği ve ortaklaştığı yeniden inşayı, yukarıdan aşağıya bütün örgüt ve organlar, bütün çalışma alanları için hayata geçirmek şeklinde anlamalıyız. Kongrelerimiz vesilesiyle emekçiler içinde kurmuş olduğumuz kürsüler, yaptığımız toplantılar, yürüttüğümüz ajitasyon, güncel politik ve aktüel sorunlara dair yürüttüğümüz tartışmalar, sonuç olarak, yığınlar içinde çalışma sürdüren, mevzilenmiş (yerleşmiş) örgütler oluşturmaya bağlanmalıdır. Yeniden inşa kavramının en temel ve belirleyici unsuru, parti fikri ve çalışmasının yığınlar içindeki uygulayıcısı olan temel örgütler oluşturulmasıdır. Parti çalışmasını zaafiyete uğratan olumsuz alışkanlıkların kaynağı, bu sorunla doğrudan bağlantılıdır. İstikrarsız bir çalışmanın nedeni “dışardanlık”, yığınlar içinde günlük, sıcak bir sözlü ajitasyon yürütememe, gazetenin emekçi yığınların hayatından üretilip yeniden ona dönmesini sağlayacak bir muhabir örgütçü ağı kuramamak, yönetici örgütçülerin teşhis ve anlatımlarla yetinen değil bizzat hareketin ve çalışmanın düzenleyicisi, uygulayıcısı olarak katılmasının gerçekleşmemesi vb., yani parti örgüt çalışmasının bugün tartıştığımız tüm temel meseleleri, birimler esasına göre oluşturulmuş temel örgütlerin çalışmasını sağlamak, onların politik eğitimi ve gelişimlerini sürdürmekle ilgili ve bağlantılıdır. Şimdi işimiz, kongre çalışmalarımızın bizlere tanıdığı imkanları iyi değerlendirerek, emekçi yığınlar içindeki güncel görev ve ajitasyonumuzu canlı bir şekilde sürdürmek ve bütün bunların değerlendirmesi üzerinden çalışmaya yeniden yeniden el atmak olmalıdır. Ancak böyle bir çalışma, “üyelik güncellemesi” türü işlerin mevcut güçlerin de bir ölçüde zayıflamasıyla açtığı tahribatı onaracak, yeni, taze güçlerle parti faaliyetinin güçlenmesini sağlayacaktır. Bu açıdan, parti organlarında, bir eğitim konusu olarak, Mayıs 2005’te yayınlanmış GYK’mızın konferans değerlendirmesine ilişkin belgenin ele alınması yararlı olacaktır.
4. Kongremiz, binlerce işçi ve emekçinin güçlerini, irade ve azmini, sınıfa inanç ve bağlılığını tazelediği, parti birliği ve disiplini etrafında yeniden buluştuğu bir kongre olacak. Ancak emekçi yığınlar içinde yürütülen ve örgütlenen bir çalışmanın parti örgüt ve organlarına verdiği güç ve zihin açıklığıyla böyle bir Kongre gerçekleştirilebilir. İşçi sınıfının gücünü açığa çıkarıp dosta düşmana gösteren; tüm örgütleri, üyeleri ve parti dostlarını parti merkezi ve iradesi etrafında kenetleyen, işçi sınıfına yakışan bir kongreyi hep birlikte gerçekleştirmek üzere yığınlar içinde çalışmaya, görev başına.

Birlikte bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesine!*

Kongremizin, ülkemizin sorunlarına, işçi sınıfımızın, halkın ve emekçilerin birliğine, ülkemizin esenliğine ışık tutmasını diliyorum. Üçüncü Kongre’den bugüne geçen üç yıllık süreç ile partimizin kuruluşundan bugüne geçen on yıla yakın süreç, ülkemizin işçi ve emekçilerinin hak arayışları, emek mücadeleleri, örgütlenme mücadelesi, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi, kardeşlik ve barış mücadelesi içinde geçti; ve partimiz bütün bu alanlarda, işçilerle, halkımızla yanyana oldu, bunu bir görev bildi. Bugün de sorunlarını Bakanlığa taşımak için ülkenin her yerinden yola çıkan eğitim emekçileriyle birlikte Ankara’ya geldik. Bu Kongre’ye gelecek birçok arkadaşımız onlarla birlikteydi. Eğitim emekçileri niçin geliyorlardı? Hükümetin eğitimde özelleştirme politikalarına karşı, memur sayısını azaltmaya dönük kadro kısıtlamasına karşı, ücret ve sendikal hakları için. Sonuç itibariyle bu ülkenin esenliği için yola çıkmışlardı. Hükümetin, devletin gerici tutumuyla, barikatlarıyla ve saldırısıyla karşılandılar. Bu tutumu kınıyoruz. Protesto ediyoruz. Bu tutum, bu davranış, aynı zamanda, yakın tarihte toplanan ülkenin yönetici kurumlarının, ileri gelenlerinin aldıkları kararla örtüşmektedir.
“İç güvenlik”, “terörle mücadele” denilerek, talepler için ayağa kalkan emekçilerin karşısına çıkılmaktadır. Başbakanı buradan kınıyoruz. Başbakan, basın toplantısı yaparak, herkesin Ankara sokaklarında rahat dolaşamayacağını, izinsiz gösteri yapamayacağını, hatta tutuklananlar içerisinde öğretmenlerin olmadığını söylüyor. Bu davranış, tipik gerici, ırkçı, şoven, halkına yabancı bir davranışır. Evet, o eğitimcilerin içerisinde gençler de vardır, başkaca emekçiler de vardır. Çünkü bu ülkenin eğitim meselesi, sadece öğretmenlerin, eğitimcilerin sorunu değildir. Bu ülkenin eğitimi, eğitimcilerin talepleri yetmiş milyon nüfusun sorunudur. Başbakanın çıkıp “haydi kızlar kampanyaya” demesinin zerrece anlamı yoktur. Çünkü öyle konuşan başbakan, aynı zamanda eğitimde özelleştirmenin kapısını açmıştır. Velilere kredi vererek özel eğitimi teşvik etmektedir. Peki nereye kadar bu insanlara kredi verilecektir? Bugün ‘Haydi kızlar’ diyerek sınıfın kapılarını açtığınız kızlar ne kadar okuyabilecektir? İşte bu politika iflas etmiştir. Siyaseten iflas etmiştir, halkına yabancı olarak iflas etmiştir. Ama, su sıkarak, insanları coplayarak, kolunu kanadını kırarak, zannetmeyin ki başaracaksınız. Bu emekçiler, sizi o koltuklardan indirmesini bilecektir.
Değerli kardeşlerim, Türkiye’de gelişmeler, gördüğünüz gibi hiç de iç açıcı değil. Hükümet, devlet yöneticileri, biraraya gelip, halkın açlık, yoksulluk, işsizlik karşısında talepleriyle ayağa kalkmasının nasıl önüne geçeceğinin hesaplarını yapıyor. Türkiye, bu sorunları yaşayan bir ülke olarak, yalnız değil. Şöyle bir başımızı kaldırdığımızda, dünyadaki gelişmelere baktığımızda, bütün ülkelerde bu gerici, baskıcı, kapitalist yönetimlerin aynı şekilde tedbirler almaya çalıştığını ve bu sorunlarla nasıl başa edeceklerinin hesabını yaptıklarını görüyoruz.
Bundan onbeş yıl önce, doksanlı yıllarda dünyanın efendileri, patronlar, tekeller, para babaları “Artık her şey iyiye gidecek” dediler. Mutluluk, refah, insan hakları, zenginlik vaad ettiler. Adına da “Yeni Dünya Düzeni” dediler. Bakıyoruz, on beş yıl sonra, bu yeni dünya düzeninin aslında hiç de yeni olmadığını, kapitalist dünyanın bütün o kötü özellikleri ile, çirkin yüzüyle dünyaya musallat olduğunu, halkların başında bir bela olarak estiğini görüyoruz. Dünyada çelişkiler, çatışmalar artarak devam ediyor. Bu saldırganlık, bu çatışmalı süreç, savaşlara, toprak paylaşımlarına, büyük büyük tekellerin bizim gibi bağımlı ülkelerde emek sömürüsünü artırmasına, büyük büyük işletmeleri yutmalarına yol açıyor. Bu politika, bu saldırganlık ister istemez kan kokuyor. Şiddet kokuyor. Top tüfekle insanların üzerine gelmeyi marifet sayıyor. İstatistiklere bakınca, bu dünya düzeninin insanlığın birçok temel problemini çözmek yerine derinleştirdiğini göreceksiniz. İşsizlik, açlık bölgeleri büyümektedir. Afrika ortada. Konuklarımız arasında Kara Afrikasından gelen bir dostumuz var. O, Afrika halkının mücadelelerinin temsilcisi olarak, duygularını yansıtmak üzere aramızda.
Sadece Afrika değil, dünyanın birçok bölgesi, hastalık, açlık, çevre felaketleri ile uğraşmaktadır. Bakın, medeniyet beşiği, teknoloji merkezi, zenginliklerin merkezi diye gösterilen ABD’nin Katrina kasırgasında karkşı karşıya kaldığı acizlik ve bu acizlik karşısında saldırganlığı nasıl günyüzüne çıkıyor. Ama felaket orada da yoksulları, en alt tabakadakileri vuruyor. Zalim Bush yönetimi orada hastalıkla, açlıkla karşı karşıya kalan yoksul insanların üzerine yine güvenlik önlemleriyle gitmeye ihtiyaç duyuyor.
Yeni dünya düzeni bir yandan kapitalist büyüme, bir yandan kendi içlerinde rekabet, diğer yandan çevre felaketlerini yaşatıyor. Kasırgalar, seller, ısınan dünyada kuruyan göller, çöllerin artması ve tabi ki dünyanın dengesini bozmaları. Türkiye de bu felaketle  karşı karşıyadır. Düne kadar olmayan gelişmeler, Türkiye’nin yanı başında felaket olarak baş göstermiştir. Büyük göller Türkiye’de kurumaya başlamıştır. Bütün bunlar; kâr hırsı uğruna, insan sağlığını, çevre değerlerini, doğa özelliklerini korumayı gözardı eden tekellerin üretiminden kaynaklanıyor.
Bu kapitalist sistem, onun başındaki güçler, burjuvazi, yapısal dönüşüm programlarıyla bütün dünya ülkelerinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde de, bu programı yürürlüğe soktu. Emek nerede ucuzsa, ucuz iş gücü neredeyse; yatırımlar oraya doğru akmaktadır. Bizim gibi ülkelerin irili ufaklı tekelleri de buradan üretimleri alıp, Rusya’ya, Çin’e, Romanya gibi ülkelere, yani işçilerin daha ucuz çalıştığı ülkelere sermayelerini taşımaktadırlar. Yabancı sermaye dediğimiz bu büyük tekellerin sermayesi ülkelere akarken, ihraç edilirken, esas itibariyle yatırımlara yönelmemekte, borsalara, devlet tahvillerine akarak, oralarda kriz odakları haline gelmektedir.
İş dünyası, çalışma dünyası kuralsız hale getirilmişir. Artık sekiz saatlik işgünü bir kenara bırakılmış, parça başı çalışma, saat ücretiyle çalışma gibi birçok yeni kuralsız çalışma yöntemleri yürürlüğe sokulmuştur.
Bu ekonomik, sosyal, iktisadi saldırı, aynı zamanda, 11 Eylül ile birlikte, bütün halklara politik bir saldırıya dönüşmüştür. ABD, Amerikan düzenini bütün dünyaya yaymak isterken, Afganistan ve Irak işgali ile bütün dünyada, Amerika, İmparatorluk hayallerini uygulamaya sokmaya başlamıştır.
Yeni doktrinler ortaya atılmıştır. Yeni yüzyıl projeleri ortaya atılmıştır. “Terörle mücadele” adına, tehlikeyi önleme adına, “insan hakları ve demokratikleşme”, bir takım geri rejimlere “demokrasiyi götürme” adına, kendilerinde, savaş ilan etme, asker gönderme hakkı görmüşlerdir. Bu saldırgan eğilimler, ülkemizde eğitimcinin, grevci işçinin, tarım emekçisinin, aydının, gencin karşısına çıkarılmaktadır. Egemen eğilim, demokrasinin kendi istedikleri gibi yorumlanması, ekonomilerin askerileştirilmesi, her yerde polis devleti kurallarının yürürlüğe sokulmasıdır. Bu sadece bize has bir özellik değildir. Amerika, medeniyet ve demokrasi beşiği diye gösterilen Avrupa böyledir. Fransa, Paris ayaktadır. Bunalmış isyan noktasına gelmiş gençler, işsizler, göçmenler isyan etmekte, sağa sola saldırmakta, taleplerini ateşli bir şekilde dile getirmektedir. Fransa, İngiltere ve Almanya gibi sözde uygar devletler, bir takım iç güvenlik tedbirlerini, polis kurumlarını devreye sokmaya başlamıştır. Ama kapitalizmin, kapitalist yönetimlerin gericileşmesi, saldırganlaşması boşunadır.
Halkların, işçi sınıfının, mazlum halkların, “artık bu düzen böyle gidemez, bu kapitalist dünya böyle gidemez” deyip, bağımsızlık, sınıf mücadelesi ve halkların dostluğu için yanyana gelmesinin örnekleri her yerde artmaktadır. Birkaç gün önce İtalya’da emekçiler greve çıktı. Belçika emekçileri grevdeydi. Aslında dünyanın neresinde bir müdahale varsa orada halklar arayış içindedir. Balkanlar, Kafkasya, Latin Amerika böyledir. ABD ve arkasındaki güçler nereye “demokrasi, barış götürüyoruz” diyorlarsa, orada halklar ayaktadır. İşte Filistin. Çözememişlerdir. Bugünkü geçici barış ortamı, Filistin halkının devlet olma hakkını tanımamalarından dolayı, yarın öbür gün yeniden değişecektir. Asıl tehlikeli boyutu, hala orada İsrail tahakkümü, Amerikan koruması altında devam ediyor. İşin kötü olan yanı, Türkiye’nin egemenleri İsrail’i dost bilmektedir.
Türkiye’nin kuruluşunda emperyalistlere karşı mücadele temeli vardır. Bu temel, bizlerin, bu haksız işgaller, bu emperyalist saldırganlık karşısında, bütün dünya halklarıyla kardeş olmamızı gerektiriyor. Nerede işgale karşı direniş varsa, bizler işçiler ve emekçiler, Türkiye halkı olarak yanındayız. Irak direnişçilerinin, Filistin özgürlükçülerinin yanındayız. Emperyalist ablukaya karşı direnen Küba halkının, Venezüella halkının yanındayız. Dünyanın bütün halklarının yanındayız. Yüreğimiz onlarla birlikte atmaktadır.
Ülkemiz çok önemli bir noktada, stratejik merkezde durmaktadır. O nedenle, bu hesaplar içinde olan güçler, Türkiye’yi hep gözetme, kollama ve kendileri için kullanma niyetinde olmuştur. Türkiye, eğer önleyemezsek, büyük batağa sürüklenmektedir. Türkiye büyük riskle karşı karşıyadır. Bu gelişmiş ülkeler, Türkiye’ye bağımlılık ilişkileri dayatmışlardır. Türkiye, başta ABD, büyük emperyalist ülkelerle ekonomik, politik, siyasi, askeri, kültürel bağımlılık ilişkileri içindedir. Tam bir kuşatma altındayız. O yeniden dönüşüm-yapılanma-uyum programlarının tam bir pilot uygulaması Türkiye’de yürümektedir.
Sayısızca uzatılan IMF anlaşmalarının bir yenisi yapılmış, üç yıllık yeni bir stand-by anlaşması imzalanmıştır. Üç yıl önce Amerikanın desteğiyle, tekellerin, TÜSİAD’ın desteğiyle işbaşına gelen AKP hükümeti, işgal döneminde “şöyle böyle” konuşurken, işgalden hemen sonra Amerikancılığı yükseltmiş; Başbakan’ı, Dışişleri Bakanı, “Amerika’nın dünyayı fetih projesi olan Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nde Türkiye olarak görev almaya hazırız” demiştir. Başbakanımız o kadar düşüncesiz, o kadar gözünü karartmış ki, işgalin ilk dönemlerinde kollarını sıvayarak, bu işgalden müteahhitlerin kazançlı çıkacağını söyleyebilmiştir. Orada insanların başına bomba yağarken, göz göre göre insanlar katledilirken, bizim başbakanımız, bu ülkenin yöneticisi, “müteahhitler para kazanacak” diye işgale onay vermiştir. O pazarlamacı ruhuyla, tüccar anlayışıyla GOP’ta rol kapma arayışı, yarışı içine girmişir.
Üç yıllık AKP süreci, çok açık ki, Türkiye’nin sorunlarını derinleştirmiştir. Başbakan yaptığı konuşmalarda, neyi çözdüğünü bu halka ilan etmiştir. En fazlası, bayramlarda yaptıkları gıda yardımlarını, öğrencilere defter-kitap desteklerini, sağda solda açtıkları aşevlerini, ama daha da çok, işverenlerimize, yani tekellere, patron takımına getirdikleri kolaylıkları anlatmıştır. Bunlarla övünerek halkın karşısına çıkmıştır. İş isteyenleri, tarımda kısıtlamaya karşı kotalar kalksın diyen köylüleri azarlamayı, hakir görmeyi görev saymıştır. Sorarım; bir ülkenin başbakanın görevi nedir? Ülkesini temsil etmek, halkının özlemlerini dile getirmek, sorunları çözmek, iyi niyet elçisi olarak geziler yapmak… Ama bizim ülkenin başbakanının en önemli görevi ülkeyi pazarlamaktır. Taşıyla toprağıyla her yerini satılığa çıkarmaktadır. Eleştirenleri de sermaye düşmanı olmakla suçlamaktadır. Biz onu, o çok sevdiği, yabancısı yerlisiyle sermayesiyle başbaşa bırakalım.
Sermaye kulüpleri, patron takımı bu ülkeye zenginlik mi getirmiş, işsizleri mi azaltmış, yatırım mı yapmış? Hayır. Bu ülkenin ekonomisinde son yıllarda yüzde dokuzluk denen bir büyüme olmuştur, ama bu büyüme, sizlere, bizlere, işçi ücretine, memur maaşına, üretici köylünün ürününe, emekli maaşına yansımamıştır. Son ücret artışlarında yüzde ikibuçuklardan söz etmektedirler. Bu büyümeden bizler neden yararlanamıyoruz? Aslında hükümetin elinde kaynak yok değil. Ama o kaynakları başkasına aktarıyor. Yirmi beş yılda borçlarımız, on dört milyar dolardan üç yüz milyar dolara çıkmış. Biz hiç borç ödemiyor muyuz? Nereye gidiyor bu zenginlik? Bu halkın vergisi, büyük işletmelerin getirdiği zenginlik, Erdemir’lerin, TÜPRAŞ’ların, Tekel’in yarattığı zenginlik nereye gidiyor? Bugüne kadar, yirmibeş yılda 360 milyar dolar borç faizi ödemişiz. Yabancı sermaye, diğer ülkelerde olduğu gibi, bize de geldiğinde kriz yaratmak üzere geliyor. Kaç yatırım yapmış, fabrika açmıştır? Bunu iyi görmeliyiz. Onlar, devleti borçlandırıyor, borsalara giriyor, şirketler satın alıyorlar. O nedenle, bu büyüme, ne işsizlik problemini ne de başka ciddi problemleri çözmek anlamına geliyor.
AKP hükümeti, hem Amerikancılıkta, hem de tekellere hizmette geçmişteki hükümetlere rahmet okutmuştur. Meclis’in gündeminde sosyal güvenlik yasası vardır. IMF, sosyal karışıklıkları önleme adına “2006’ya bırakılsın” dediği Sosyal Güvenlik Reformunu, Aralık’a çekmiştir. Eğitimciler, kamu emekçileri, işçi sınıfı boşuna yürümüyor. Bu kapitalistler, onların hizmetindeki yeni işbirlikçi hükümetler, esnek çalışmadan sendikasızlaştırmaya, performans rejiminden Kamu Personel Rejimine birçok yeni uygulamayla işçi sınıfına saldırmaya yemin etmiştir. Onlar sınıfımızın, emekçilerin, bu halkın düşmanlığına soyunmuştur. Bu program sadece bu hükümetle sınırlı değildir. IMF ve DB gibi kurumlar, tekellerin hizmetinde çok uzun vadeli programlarla yürümektedir.
352 milyon liralık asgari ücret ile kira ödeyeceksiniz, karnınız doyacak, sinemaya tiyatroya gideceksiniz, bayram ziyaretine gideceksiniz… “Bu parayla geçinin” diyorlar. Kimileri bunu bile çok görüyor. Çünkü Türkiye’den daha kötü durumda olanlar da var, o yüzden. IMF’nin başındakilerden bir tanesi, bu ülkeye gelip, gözümüzün içine baka baka, “bu asgari ücret size fazladır” deme cesaretini gösterebilmiştir. Bu halk isyan etmesin de ne yapsın? Bu halk sokaklara çıkmasın da ne yapsın?
Başbakan Acil Eylem Programı ile iki yıllık süre istemişti. İki yıl geride kaldı. Nerede ne yaptın, neyi çözdün? Çözmediği gibi, kemerleri sıkmaya devam etmemizi istiyor. Enflasyon artışı altında ücrete, memur maaşına, emekli maaşına devam etmemizi istiyor. Ama eğitimde, sağlıkta devletin sorumluluğunu üstlendiği hizmetlerde, herşey piyasa fiyatıyla, herşey kapitalistlerin istediği gibi, herşey tekellere emanet edilmiş durumda. Bu tehlikeli gidişatı görmek, geleceğe sahip çıkmak, bu halkın, bu fakir fukaranın, bu garip gurabanın sahipsiz olmadığını, o işbirlikçi anlayışın temsilcilerine göstermek gerekiyor.
AKP Hükümeti ve onun destekçisi, kollayıcısı tekellerin işbirlikçi yönetimleri, ekonomik politikayla sınırlı değiller elbette. Bu güzel ülkeyi, adeta her yönüyle çökertmeye, karıştırmaya, güçsüz bırakmaya yeminliler. AKP, sinsi bir şekilde, ülkemizin, halkımızın olumlu değerlerini de tüketmek için faaliyet yürütmektedir. Bakmayınız “yenilikçiyiz, değişimciyiz, şuyuz, buyuz” dediklerine. Onlar, bu ülkenin emekçi, bu ülkenin namuslu, onurlu güzel insanlarının zihinlerini karıştırmak için olmadık işler yapmaktadırlar.
AKP iktidarı bilime, bilim adamlarına savaş açmıştır. Bakmayın onun “hukuk”tan, “sosyal, laik, demokratik ülke”, toplum ve devletten söz ettiğine. Fırsatını bulduğunda gerici düşünceleri, ülke gerçekliğine, insanlığa, toplum gerçekliklerine aykırı düşünceleri her yerde devreye sokmaktan geri durmamaktadır. Kimi örnek alıyor? Elbette sevgili büyüğü Bush’u örnek alıyor. Bush da dünya halklarına savaş açarken, Afganistan’ı, Irak’ı işgal ederken, “seçilmiş”, “görevlendirilmiş” olduğunu söylemiştir.
İnsanlar öncelikle kendi yaşam koşullarına, ekmeğine, işine, huzuruna, kafasını sokacağı barınağa, çocuğunu okutacağı okullara, sağlık hizmeti göreceği hastanelere, sosyal kültürel hayatını geliştireceği kurumlara ihtiyaç duyuyor. Ne kadar isterseniz isteyin, Ey AKP, ey Başbakan; bu ülkenin olumlu değerlerini, bilimden, kardeşlikten, aydınlıktan yana gelişmesini, gerçek laik toplum olmasını önleyemeyeceksiniz.
2005’in toplum gündemini meşgul etmiş olaylarına baktığımızda, hep çatışmalar, “yukarılarda” çekişmeler görüyoruz. Hükümetle Cumhurbaşkanlığı, hükümetle generaller, hükümetle yargı kurumları arasında… Bu çatışmalara, provokatif eylemler, linç girişimleri, ardı sıra sansasyonel eylemler ekleniyor. Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu ve tabii ki ülkemizin gündeminden hiç çıkmayan Kürt sorunu gibi çeşitli çatışmalı konularda farklı yöntem arayışlarının toplumda tartışıldığını, tartıştırıldığını görüyoruz. Hayli gergin hayli problemli bir süreç. Türkiye’nin ciddi hiçbir problemi çözülmemiştir. MGK’nın çıkarttığı Milli Güvelik Siyaseti Belgesi, Bakanlar Kuruluna yön veren bu belge de, bu sorunları çözme niyetinde değil.
Kongremizde, çok saygıdeğer, çok sevdiğimiz, işçi sınıfının emek, demokrasi mücadelesinde yan yana yürüdüğümüz değerli konuklarımız var. Onlardan bir tanesi, bundan tam bir yıl önce, provokatif saldırıların adeta düğmesine basılma operasyonunun başlangıcı olan küçük Uğur Kaymaz’ın annesi, amcası. Aramızdalar. Yıllardır bir ölçüde yatışmış görülen, ama elbette çözülmemiş olan Kürt sorununda, Uğur Kaymaz’ın katledilmesiyle birlikte yeniden çatışmaların uç verdiğini görüyoruz. Toplumsal gerçeklerin ortaya çıkartılması, Türkiye’nin yakın tarihiyle hesaplaşarak aydınlık geleceğe gitme özlemi, Kürt sorununu çözme talebi, operasyonlarla, şiddetle, askeri yöntemlerle bastırılmak istenmektedir.
Bir yıl sonra bakıyoruz, Uğur Kaymaz davası gözlerden uzak sürdürülmeye çalışılırken, bu sefer, Şemdinli provokasyonu, Şemdinli’deki kontra eylemi devreye sokuluyor. Yani ülkemizi yönetenler hiç mi hiç akıllanmıyorlar. Her seferinde de o çözümsüzlüğe daha çok sarılıyorlar, ama küçücük bedene, kimsenin yüreğinin kaldırmayacağı, hiçbir gerekçeyle açıklanmayacak kurşunu boşaltan anlayış, Şemdinli’de, çok açık ki, yakayı ele verdi. Eğer biz arkasını bırakmazsak, Susurluk’ta olduğu gibi, başka yerlere emanet etmezsek, kardeşliğe sarılırsak, bu tür tertiplerin sahiplerinin ipini çekmiş olacağız. Bu meseleleri Kongremiz, Türkiye’nin her yerinde gündeme sokacak elbette. Biz bu işin takipçisi olacağız, olmak zorundayız. Şunu göstermek istiyorlar: lokaldir, üç-beş sorumsuzun işidir, kişisel hesaplaşmadır, münferittir, yüce devletimizin bu tür şeylerle işi olmaz… Ama ne yazık ki, devlet gerçekliği, böylesi önemli bir sorunda geleneksel devlet tutumu, bu tür yöntemleri benimsemeyi gerektiriyor. Çünkü bu ülkede toplu katliamlar yapılmış, insanlar yakılmış, terörle mücadele adına köyler boşaltılmıştır. Bunlar bu ülkenin gerçekliğidir. Ama Başbakan olarak, halkınızın karşısında, yeniden, “benim kırmızı çizgilerim var, benim istediğimi gibi olursanız, huzura kavuşursunuz” derseniz, o zaman bu sorunlar hiç mi hiç bitmez. İşte o zaman, bu devlet anlayışı ile cenaze törenini yapan halkının üzerinde F-16’lar uçurulursa, yüzbinlerce insana terörist demek zorunda kalırsın.
Başbakan bir yandan Kürt’ten bahsediyorsa, “benim Kürt vatandaşlarım” diyorsa, öte yandan “cenazenizi şu renkli örtülerle örtmeyin” dememeli. Eğer bu ülke bir mozaik deniyorsa, bu ülkede Türk kökenli, sizlerin de içinde olduğu gibi, Kürtü, Lazı, Çerkezi, Arabı var diyorsa, o zaman, alt vatandaşlık-üst vatandaşlık demeyecek. Amerika’daki zencileri örnek göstermeyecek. Bütün kültürüyle, siyasi haklarıyla, toplumun bütünü kucaklayacak, benim halkımdır diyecek, ayrımsız bir muamele yapacak.
Generallerimiz, komutanlar “ne olmuş ki, orada F-16 uçmasından halk gurur duymalı” diyebilir. Ama o sözleri eden komutan; oradaki vatandaşlarımızın yaşantısında savaş uçaklarının anlamının farklı olduğunu, düşmanlığı, ayrımcılığı, sorumsuz düşünceleri geliştireceğini pekala bilmektedir. Ne yapmak istiyorsunuz o halde? Bombayı atana “iyi insan” diye sahip çıkarsanız, bu eylemlerin, bu saldırıların arkasındasınızdır demektir. Başka bir açıklaması yok. Bu anlayış, zannedilmesin ki, sadece Kürt sorunundaki talepleri bastırmaya dönüktür. Bu mesele, ülkenin demokratikleşme meselesidir. Ülkenin çetelerden arınması, kontrgerillanın temizlenmesi, bir takım özel harp yöntemlerinin devreden çıkarılması, koruculuğun dağıtılması meselesidir… Türkiye bunları çok acı bir şekilde yaşadı. 1 Mayıs 1977 ile yaşadı. Sivas, Çorum, Maraş’la yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Zannedilmesin ki, bu sorun sadece Kürtlerle ilgili bir sorundur.
İşte bu salonda biraz önce dolaşan Serna-Saral tekstil işçilerinin başına da grev çadırları, bu gerici güçler, gerici devlet anlayışı tarafından yıkılmıştır. Kim ki hak isteyecek, örgütlenme diyecek, bağımsızlık, kardeşlik diyecek, bu kontra saldırılarla karşı karşıya kalacaktır. Bu hesaplaşmayı oraya buraya emanet etmeden, hep birlikte aydınlanma, gerçek bir temizlik isteyen bu ülkenin tüm güçleri olarak sahip çıkmak durumundayız. Hem de gerçekten Meclis lobilerinde denildiği gibi değil, sonuna kadar, çetelerden temizleninceye kadar, demokratikleşme kavgasını vermek zorundayız.
Toplumda MGSB gizli Anayasa mıdır tartışılıyor. Bırakın Anayasa mı değil mi. İçeriğine bakalım, ne yazıyor. MGK’da konuşuluyor, ama Bakanlar Kurulu belgesi olarak, “sen buna uygun hareket edeceksin, anlaşmalar yaparken buna uygun hareket edeceksin” diyorlar. Belge, ülkenin ciddi temel meselelerine, egemen devlet anlayışının nasıl yaklaştığını gösteriyor. Belgede, “Türkiye’de Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim öğretim kurumlarında okutulamaz. Bu temel bir ilkedir” deniliyor. Bir yandan da “Benim halkım Türktür, Kürttür, Çerkezdir, Anayasal vatandaştır” diyeceksin. Ama o vatandaşın kendi anadilinde, kültürel, toplumsal özellikleri ile ana-babasından, bulunduğu çevreden duyduğu, öğrendiği dille eğitim öğretim görmesini sakıncalı bulacaksın. Toplumun güvenliği için tehdit unsuru bulacaksın ve “sakın ha!” diyeceksin. Bu Kürt sorununun çözümsüzlüğünün ilanıdır.
“Bu toplum bir mozaik, herkes kendi diliyle eğitim yapmak isterse nasıl başa çıkacağız” diyorlar. Bu halk başa çıkmasını bilir. Konuştuğumuz konu, acılı, sancılı, çatışmalı bir sürece gelmiş, 70 milyon nüfusunun 20 milyonunu teşkil eden, yana yakıla, yakarış içinde barış ve kardeşlik diyen bir halkın durumudur.
Başbakan’ın ağzından hep duyuyorsunuz; “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir. Türkiye Cumhuryeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir”. Meselenin çözümsüzlük noktası budur. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal kurtuluş mücadelesi içinde, emperyalizm karşısına savaşan, Arabı, Çerkezi, Türkü, Kürdü ile Anadolu insanının mücadelesiyle kuruldu. Ama siz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı altında değişik milliyetlerden, kökenlerden gelmiş halkı Türk milleti olarak ilan ettiğiniz vakit, o zaman, herkesi ırkçı, milliyetçi bir yaklaşımla, halkçı olmayan, ırkçı bir yaklaşımla, Türklüğünü ilan etmeye mecbur bırakırsınız. Bu bir çözümsüzlüktür. O nedenle, dil isteyen, Kürdüm diyen, ayrı medeniyetlerden geldiği çok açık olan Kürt kardeşime, Kürt emekçime, Türkiye’nin insanına zorla “Sen Türksün” demek, bu zamanda olacak iş değildir. Hele hele bunu devlet politikaları olarak belgelerine geçirmek, hükümetin, Başbakan’ın önüne koymak, “ben burada çatışacağım, inatlaşacağım” demektir. Bu doğru değildir. Bu doğru olmadığı gibi, Türk kökenlileri dışındakileri altta olmak, diğerlerini üst kimlik olarak ilan etmek de, gerçekçi, doğru, bu halkın istemlerine yanıt veren bir politika değildir. O nedenle, şimdi “Kim daha çok Türk milliyetçisi” yarışına giren Sayın Baykal, maşallah demek gerekiyor, bu şoven yaklaşımda, statükocu devletçi yaklaşımda herkesi geride bırakmaya niyetli. Yakın zamanda yaptığı sorunsuz kurultayda, Kürt kelimesini ağzına alma gereğini dahi duymuyor. Ondan sonra, Anayasal vatandaşlıktan bahseden Başbakana, Türk milliyetçiliğini hatırlatıyor.
Bağımsızlıktan, kardeşlikten yana, emperyalizme, tekellere karşı olan, gerçek laik, gerçek solcu, gerçek devrimci vatandaşlara; ellerine Denizlerin resimlerini alarak o kurultaya katılanlara seslenmek istiyorum. İki Deniz çok farklıdır. Sakın ola ki, iki Deniz’i karıştırmayın! O, halkımızın gönlünde, yüreğinde milyonlarca gencimizin sevgisinde yaşayan Denizler; ülkenin gerçeklerini çok öncesinden görmüşler, doğruyu işaret etmişlerdir. Onlar sınıf mücadelesinin bedeli olmak adına idam sehpasına yürürken, “Yaşasın halkların kardeşliği” demişler, “Yaşasın Türk ve Kürt kardeşliği” demişlerdir.
MGSB, dış ilişkiler açısından da açıklamalarda bulunuyor. Diyor ki: “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma, Türkiye’nin çıkarınadır”. İşte burada ülke çakalların önüne atılmaktadır, işte burada ülke bataklığa sürüklenmektedir. ABD ne demek? Dünya lanetlisi, halkların düşmanı, çocuk katili. Sen bu ABD’nin Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da yedekçisi, destekçisi olacaksın. Stratejik dost diyeceksin. Çıkarlarını onunla bağdaştıracaksın. İşte bu halkını anlamamak, ona yabancılaşmaktır. Ondan da öte, bu ülkeye kötülük etmektir. Bu kabul edilemez.
“NATO’daki rolümüzü korumalıyız, NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı. Kıbrıs’ta askeri varlığımız devam etmeli. Ortadoğu’da barış, güven ve istikrar Türkiye’nin güvenliği anlamına gelmektir”. Bakın hele! ABD’nin Ortadoğu’daki askerleri, Ortadoğu’yu yağmalamaya yemin etmiş, göz koymuş, herşeyi göze almış. İmparatorluk ilan edecek olan ABD, bizim güvenliğimiz anlamına gelmektedir! Bu ülkedeki reform çabaları desteklenmeli! Irak’ta reform yapılıyor! Orada insanlar direniyor, bombalar patlıyor. Ama seçimler de yapılıyor bir yandan. İşin ilginci, müteahhit başbakanın rol kapma anlayışı buraya da sirayet etmiş; Türkiye’nin deneyimleri, buraların yararına sunulmalıymış. Biz Anayasal hukuk devletiyiz ya, bizim tecrübemiz oralara da taşınmalıymış!
Bu diplomasi anlayışı, demokrasi yaklaşımı, ekonomik açıdan da izleyeceği hatta işaret ediyor. “Çevremizdeki ülkelerin, demokrasi, insan hakları, pazar ekonomisi konusunda gelişmeleri lehimizedir. AB’ye tam üyelik temel hedeftir. Bölgedeki Kürt grupları ile bizim gibi ülkelerin ilişkileri dikkatle takip edilmelidir. Güvenlik adına işgal tecrübesiyle yıllardır kendi geleceklerini, kaderlerini tayin etmek isteyen Kuzey Irak’taki Kürt topluluğu, Türkiye için bir problem kaynağıdır ve dikkatle izlenmelidir, tehlike gelebilir” deniyor. İsrail meselesinde “Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bölgeyi tehdit etmeye yönelik olmadığı ısrarla anlatılmalıdır.” deniyor. Kim ki İsrail’e dosttur, o, oradaki halkların düşmanıdır. Ama ülkemizin egemenleri “Türkiye Cumhuriyeti, hem İsrail ile ekonomik, siyasi, askeri anlaşmalar yapacak, hem de Ortadoğu halklarına karşı hiçbir kötü niyet taşımayacak” diyor.
Milliyetçi şoven dalgayı kışkırtan anlayış, bu belgeye de yansımış. “Ermeni soykırımı iddialarına bir seferberlik anlayışı ile karşı çıkılmalı” deniyor. Kimler karşı çıkacak? Tehlike olmaktan çıkartılan “aşırı sağ unsurlar”! Üniversiteleri basan, demokrasi isteyenleri linç etmek isteyen, kardeşlik diyenleri ellerinde bayrakla boğmak isteyen o aşırı sağ unsurlara hedef gösteriliyor. Kim ki Ermeni diyor, kim ki başka şeyden söz ediyor, “yürüyün üzerine” deniyor. Bu şekilde hiçbir şeyin çözülmeyeceği ortada. Ermeni sorununu her 14 Nisan’da kışkırtan, buradan toplumdaki şoven dalgayı yükseltmek isteyenler var. Ermeni katliamı, bu ülkenin tarihinde yaşadığı Ermeni sorunu üzerinden bir takım emperyalist planlar ve şantjlarla hareket edenler de var elbette. Biz bunlar karşısında uyanık olacağız. Ama siz bu tür belgelerde seferberlik ilan ederseniz, tarihinizle hesaplaşmaya, komşu ülke halklarıyla dayanışma ve kardeşleşmeye giremezsiniz. Bu anlayışlar buna engeldir.
MSGB’de çeşitli olaylarda çatışanların, farklı tutum alanların nasıl yanyana geldiğini, kader birliği yaptığını görüyoruz. Peki bu ülkeyi sevdiğini, sevmesi gerektiğini düşündüğümüz askerler generaller, komutalar, silahlı kuvvetler; ülke birer birer satılırken, ülkenin Cumhuriyet fabrikaları, SEKA, Tekel, TÜPRAŞ, Erdemir satılırken, yabancı anlaşmalarla bağımlılık zincirleri halkımızın boynunda sıkılırken; pazar ekonomisine sahip çıkmak, özelleştirmelere sahip çıkmak ne menem bir tutumdur? İşte “bağımsızlıktan ödün vermeyeceğiz” diyenlerin, her Cumhuriyet Bayramı’nda resmi tören yapanların, Atatürk’ü ağzından düşürmeyenlerin –onları gerçek Kemalistlerden ayırmamız gerekir–, açmazı buradadır. Onlar, bu ülke satılırken hükümetin peşine dizilmiş durumdadırlar. Onların bir araya geldiği OYAK isimli kurum, ülkemizin gözbebeği Erdemir’i satın almıştır, özelleştirme ihalesine girmiştir. Çıkar ilişkileri içine girmişlerdir de, ondan sesleri çıkmamaktadır. 70 milyon nüfusuyle birleşmek yerine, bir takım çıkar çevreleri ile kader birliği yapmayı tercih etmektedirler.
Bu ülkenin değerlerine sahip çıkmak, bağımsızlık mücadelesine sahip çıkmak, gerçek vatanseverlik nasıl olur meselesinde, emekçiler olarak Türkü Kürdü ayırt etmeden, sahiplenmek, bu bağımsızlık mücadelesine Amerika’nın işgal yöntemlerine karşı, yabancı tekellerin satın alma yöntemlerine karşı kavga vermek zorundasınız. Aksi takdirde bağmsızlıktan söz edemezsiniz. Gerçek Kemalistlere, gerçek solculara sözümüz budur. Aksi takdirde, dünyada birçok ülkede olduğu gibi, sermaye, bütün kötü işleri solculara yaptıracaktır. IMF programlarını da, satın almaları da, işçi düşmanlığı, vatan satıcılığını da, onay verdiği herşeyi solculara yaptıracaktır. Ama biz kesinlikle bu türden solcular olmayacağız.
Özellikle ülkesini seven gerçek yurtseverlere seslenmek istiyorum. Onların temsilcileri şimdi aramızda vardır. Hiçbir zaman Türk millyetçiliği ile vatanseverlik yapamazsınız, Türk milliyetçiliği ile Amerika’ya karşı savaşamazsınız. Türkü, Kürdü ile elele, yanyana bir savaşı vermek zorundayız.
Türkiye riskli bir ülke, evet. Türkiye’nin gidişatı iyi değil, evet. Çünkü başımızdakiler, yönetenler, bu, yoksul oyuyla gelip, sonradan ABD’nin önünde diz çökenler iktidarda olduğu sürece, başı beladan kurtulmayacak. O zaman daha çok “Terörle Mücadele Yasası” istersiniz. O zaman daha çok Şemdinli yaşarsınız. O zaman daha çok eğitimcinin karşısına polis çıkartırsınız. O zaman daha çok düşünce özgürlüğüne, basın özgürlüğüne hazımsız olursunuz.
İki gün önce, bu ülkenin gerçekliğini yazanlar, kontra şebekelerinin gerçekliğini yazanlar, işçi hakkından söz eden, aydınların yanında olan Evrensel gazetesini toplattınız. Ama bu ülkenin gerçeklerini, açmazlarını yazan işçi basınını susturamazsınız. Partimiz, işçi ve emekçiler işçi basınına sahip çıkacaktır.
Sizin bir yandan demokratikleşme derken, bir yandan daha çok gericileşmeniz, baskı ve şiddete sarılmanız, aslında açmaz, acz içinde olduğunuzu göstermektedir. Ama gerçeklerin üstü örtülemez, örtemeyeceksiniz. Elbette on yıldır bu ülkede halkı aydınlatan Evrensel gazetemiz de mücadelesine devam edecektir. Hepimizin desteği ve sahiplenmesi ile. Bugünkü Evrensel gazetesini okuyun. Bugün aramızda olmayan, partimizin üyesi, sevgili dostumuz şair Sennur Sezer’in duygularını paylaşalım. Onun gibi nice aydınların, sendikacının, işçi temsilcisinin, nice gerçek yurtseverlerin sesini, duygusunu Evrensel ile okuyalım, yaşatalım. Ülkenin dört bir yanına taşıyalım. Çözüm oradadır. Çözüm kardeşleşmededir. Çözüm işçinin emekçinin ellerindedir.
Bu ülkede demokratikleşmeye direnenler var. Bu ülkede sık sık parti kapatılıyor. Ama o parti kapatmalarının yanlışlığı, antidemokratik yönü sadece halkımızca değil uluslararası planda da mahkum ediliyor. Bundan on yıl önce içinde birçok arkadaşımın bulunduğ bir parti kuruldu Adı Emek Partisi idi. Ülkemizin aydınlığı, esenliği, bağımsızlığı, demokrasi ve kardeşliği için kurulan Emek Partisi, programında, “Kürt sorununa demokratik ve halkçı çözüm” dediği için Anayasa’ya aykırı bulundu, “bölücü” addedildi ve kapatıldı.
Bu karar, AİHM’de, geçtiğimiz günlerde yanlış bulundu. Emek Partisi’nin programı demokrasinin ilkeleri ile bağdaşmaktadır denildi. Emek Partisi’nin programında söylediği, devletin bir takım terörle mücadele anlayışlarına dönük yöntemlerinin eleştirisi demokratik bir haktır dedi. Emek Partisi’nin kapatılmasını halkın örgütlenme hakkının ihlali olarak kabul etti. Emek Partisi ilk değildi, sonuncusu da değildi. Ondan sonra kapatılan, kapatılmak istenen partiler oldu. Bu ülkede elbette ekmek, özgürlük, demokrasi, kardeşlik arayışı, kağıt üzerinde, yasa metinleriyle sınırlı olmadı. Seçim mitinglerinde söylediğimiz gibi, partileri belki mahkemeler kapatır, ama partiler, politik mücadele, örgütlenme arayışı halkın bağrında sürer. Partileri açıp kapatacak olan halktır. Emek Partisi de hep yaşamıştır zaten. Emek Partisi yaşamıştır ve öyle ilginçtir ki, partimiz birçok yerde Emek Partisi olarak anılmaktadır. Bu da çok doğal bir şeydir. Bizim kökenimiz, sınıf bileşimimiz, özlemlerimiz, taleplerimiz bu ülkenin emekçisine dairdir, bu ülkenin, bu halkın talepleridir. Kongremiz, toplanan konferansımızda yansıyan halkın bu çağrılarına, özlemlerine, taleplerine elbette yanıt verercektir.
Egemenler yoksulların oyu ile iktidar oluyorlar, ama o iktidardan vazgeçmeyi hiç istemiyorlar. Parlamentodakiler, iktidarı ve muhalefetiyle yüzde 10 barajına sık sıkıya sarılmış durumdalar. Anti demokratik Siyasi Partiler Yasası olduğu gibi korunmaktadır. Nereye kadar sürdüreceksiniz? Bu halkın sesini, temsilcilerinin parlamentoya taşınmasını nereye kadar engelleyeceksiniz? Bu halk sizi oradan uzaklaştırmasını bilecektir. Bu antidemokratik seçim yasalarına rağmen, sizi oralardan uzaklaştırmayı bileceğiz.
İşçi ve emekçilerin partisi olarak, ülkemizde hep işçi ve emekçilerin emek ve örgütlenme arayışlarının yanında olduk. Türkiye’nin her yerinde, tıpkı dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi, örgütenme arayışı vardır. Yakın tarihimiz Seka, Tekel, Tüpraş, Sümerbank işçilerinin özelleştirmeye karşı eylemleri ile doludur. Eskişehir Şişecam, Çorum toprak, Uşak tekstil, Serna tekstil işçileri… İşçi sınıfımız, kapitalistlerin unutturmak istediği sendikal hakları, herşeye rağmen koruma, elde etme, büyütme mücadelesi vermektedir. Çünkü sendikalar bugün hala işçi sınıfının, emekçilerin sahip çıkılması, büyütülmesi gereken önemli örgütleridir. Burjuvazi, tekeller bunun karşısında hazımsızdır. İşçilerin en küçük örgütlenme talebi karşısında İş Yasası’nın tanıdığı en kısa yoldan işten çıkarmayı tercih etmektedir. Biz, işçi ve emekçilerin partisi olarak, Türkiye’nin her yerinde, organize sanayi bölgelerinde genç işçilerin örgütlenme arayışının yanında olacağız.
Sosyal demokrasinin reformist, uzlaşmacı, teslimiyetçi anlayışların bir yansıması olarak bizim ülkemizde de bir takım sendika yönetimlerinin işverenle teslimiyetçi anlayış içindeki, hükümetle, patronlarla uzlaşma anlayışı içindeki tutumlarına karşı da işçilerin sendikalarına sahip çıkma mücadelesi devam edecektir. Bir takım solcu anlayışların, devrimci olmakla her yerde övünen, ama işçi sınıfına gelince kitle örgütü olduğunu unutan anlayışların, “işimi, fabrikamı seviyorum” diyerek, işçi sınıfının üretimdeki rolünü, onun ekmeğiyle oynayanları, düşmanlarını unutturması affedilmez bir tutumdur.
Aynı şekilde, işi gücü bırakıp, işçinin direnişini büyütmek yerine, Emek Platformu’ndaki bir takım unsurları dert edip, hala EP ile bir şey yapamıyoruz deyip, EP’ten çıkarak bir şey yapacağını zannedenler de, büyük bir aymazlık içerisindedir.
Bu ülkede televizyonlarda, programlara bir kısmı yansıyor. Binlercesi var: Çocuk işçiler. Ama siz çocuk işçi problemini raporlar yazarak çözemezsiniz. Bütün kısıtlamalara, yasal engellere rağmen örgütlenmiş, sendikal çatı altında bulunan az işçi yoktur. Onun için lafı uzatmayıp, dolandırmayıp; solcuları birleştirmek değil, şurada burada kurultaylarda boy göstermek değil, iş yapın, işçi sınıfının bu büyük gücünü açığa çıkartın. Son zamanlarda dişe dokunur bir grev yaşanmamış olması, grev kararı alan lastik, cam, belediye işçilerinin grevlerinin yasaklanmasına gıkınızın çıkmaması, işçileri harekete geçirmeyişiniz, binlerce işçiyi sokaklara dökmeyişiniz nasıl bir tutumdur!
Gerçekten işçilerin, emekçilerin birliği için mücadele eden bir kısım sendikacılarımız dışında, koca koca konfederasyonların yöneticilerinin; işçi sınıfı düşmanı, iş yasasını bu ülkeye taşıyan, tekellerin birliği olan, kendi ülkelerinde işçi haklarını kısıtlayan AB komisyonlarında görev alması, sonra da kuralsız çalıştırmadan, taşeronlaştırmadan, işçi kaybından, kan kaybından şikayet etmesi kafa karışıklığıdır, açmazdır. Bir kısım sendikacının, özelleştirmeye karşı, AB’ye, Amerika’ya, AKP’ye karşı miting yapıp “sattırmayacağız, özelleştirmeyeceğiz” deyip, sonra fabrikayı OYAK satın aldığında “yaşasın bizim sermayemiz” demesi işçi sınıfını anlamamaktır, bu ülkeyi anlamamaktır. Bu da başka türden açmazdır. Özelleştirmenin, tekellerin iyisi kötüsü yoktur. Yabancı tekeller, ulusal sermayeyi de, yerli tekelleri de sıraya dizmiştir; onları da ufaltmaktadır. Ama işçi sınıfı temsilcileri hiçbir özelleştirmeye evet diyemez. Çünkü yarın öbür gün işçi haklarına önce onlar saldıracaklardır. Erdemir’de de, Tüpraş’ta da, Seydişehir’de de bu olur.
Partimizin işçi sınıfının örgütlenme mücadelesindeki çalışmaları, işçi sınıfını anlama, yardımcı olma tutumu, kanal açma tutumu, hedeflerimizden hiçbir zaman çıkmayacak. Saldırılar büyük, merkezinde de işçi sınıfı var. Çünkü kapitalist dünya, sosyalizm seçeneği karşısında, işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarını silmek için, sendikayı unutturmak için uğraş veriyor. Bunun karşısında, biz ve bizim gibi enternasyonal partiler, işçi sınıfının temsilcisi partiler, işçi sınıfının haklarını, örgütlerini unutturmak değil, daha da büyütmek için uğraş veriyor. Dikkat ederseniz, bu Kongremiz’de, biz, Enternasyonal Marşını söylüyoruz. Bu yadırganmamalı. Bu tutum, bizim ülkemizin ulusal değerlerine yabancı olduğumuz anlamına gelmez. Bu ülkenin Kurtuluş Marşı bizim de marşımızdır elbette. Ama partimiz enternasyonal bir partidir. Bütün dünya işçileriyle, bütün emekçi halklarla birliktedir. O nedenle de, bu toplantı da, kurultaylar da, kongreler de bu duyguların ifadesi olduğu için, topkeykün mücadelenin bir parçası olduğu için biz böyle davranır, böyle yaparız.
“İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” dedik. Neden? Her yerde irili ufaklı direniş var. Herkes yürüyor. Eğitim emekçisi, sağlıkçısı, emeklisi kapıya dayandı, gençler, üretici köylü yürüyor, Manisa’da 50-60 bin isyan halinde köylü yürüyor. Laiklik-aydınlık-bilim diyen biliminsanları yürüyor. Peki bu yürüyüşü, bu arayışı, çözümü kim başaracak, kim birleştirecek, iktidara taşıyacak? Elbette partimiz. İşçi sınıfının partisi taşıyacak.
Üçüncü Kongremizde söylediğimiz baskı, sömürü, şiddet, yağma, işsizlik, yoksulluk karşısında, bağımsızlık ve demokratikleşme için, sosyalizm için mücadelesinde emekçi halk kitlelerini bir araya getirme görevi hala önümüzdedir. İşçi sınıfı, arayış içinde, sendikalarda buluşurken, bu mücadeleyi iktidara taşımadığı sürece, bu saldırı devam edecektir. O nedenle partisiyle, politik bilinciyle bu çatı altında buluşması kaçınılmazdır, vazgeçilmezdir. O nedenle bir takım yeni parti kurma arayışları içinde olanlar, solun zaaflarını tartışanlar, eğer ki işçi sınıfı, halk, demokrasi, sosyalizm diyorsanız, başka yerde aramanıza gerek yok, orası burasıdır. Yeni arayışlara gerek yok. Eğer mücadele etmek istiyorsanız, buyurun. Burası işçi meclisi, emekçi şöleni, gerçek yurtseverliğin mekanıdır.
Bizler hep seçimlerde duyuyoruz. “Niye bu zenginleri savunanlar, niye bu tekellerin temsilcisi, bir avuç adam; halkın oyunu alıp götürüyor. Siz niye hükümet olamıyorsunuz. Bu halkın gerçek özlemlerini temsil edenler, vatanseverler, işçi temsilcileri, solcular, devrimciler niye iktidar olamıyorlar?” Bu soru haklı, yerinde, doğru bir sorudur. Eksikliklerimiz, zayıflıklarımız var şüphesiz. Herkesten çok bu soruyu kendimize soruyoruz. Partimizin çalışmalarını eleştiriyoruz. Zayıflıklarımızın üzerine gidiyoruz. Kongre öncesinde, iki gün boyunca, 450 delege ile tartıştık. Partimizin mücadelesini tartıştık. Halka yabancı duygular bizden uzak olsun dedik. İşçiden, halktan öğrenme, halkın içinde yaşama, onlarla paylaşma, dayanışma içinde olma, sesini birleştirme görevine vurgu yaptık. Bu bizim özeleştirimizdir. Elbette dinleyeceğiz. “Solculuk”tan kurtulacağız. Halkla yabancı hiçbir anlayış bizle bağdaşmayacaktır. Buradan bir kez daha bunun sözünü veriyoruz. Çabalıyoruz. Elbette bu ülkenin arayışına, işçi ve emekçilerin birliğine, barışına, kardeşliğine hizmet edecek halk güçlerini birleştirme arayışımız var.
İki seçimdir buna hizmet edecek ittifak anlayışını hayata geçiriyoruz. Bu zorunludur. IMF’ye Amerikancılığa, tekellere, kuşatmaya, şoven-milliyetçi kışkırtmaya karşı tüm halkı yan yana getirmek, demokratik güçlerini, ulusal temsilcilerini, siyasal-sendikal güçlerini yanyana getirmek bizim ittifak anlayışımızdır. Bu ittifak, öncelikle alanlarda, halkın içindeki kürsülerde kurulacak, oradan parlamentoya taşınacak. Hükümetlere, iktidara ve gerçek bağımsız demokratik halk iktidarına taşınacaktır. Bu kaçınılmazdır.
Bu anlayışla bugüne kadar mücadele içinde sayısız yitirdiklerimiz oldu. Partimizin içinden, dışından, dostumuz kardeşimiz, bu ülkenin nice nice değerleri aramızdan ayrıldı. Onların hepsini, bizim insanlarımız, bu ülkenin gerçek temsilcileri olarak, sevgiyle saygıyla anıyorum. Ama Üçüncü Kongre’den sonra yitirdiğimiz özellikle iki ismi, içinde bulunduğumuz koşullar altında, farklı şekilde anmak istiyorum. Kongrelerimize gelip, emperyalizme karşı mücadelede “bilinciniz silahınız olsun” diyen gerçek yurtsever, yazar, aydın, gerçek insan Şükran Kurdakul’u anıyorum. Yakın zamanda kaybettiğimiz, bu ülkenin, halkın içinden çıkmış, “Amerika gene katil” demekten geri durmayan, bizi ezgileriyle dillendiren Ozan Mahsuni Şerif’i saygıyla anıyorum.
Yurdun dört bir yanından gelip duygularını, düşüncelerini, taleplerini ortaklaştıran, bu Kongremize emeği geçmiş bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Özellikle Kongremizin “İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” sloganını logo haline getiren Savaş Çekiç’e, bu güzel resmi yapan ressam Nurcan Tezel’e, Konrge sunumunu hazırlayan Özcan Yaman’a, konuklara sunacağımız heykeli hazırlayan heykeltıraş Metin Yurdanur’a, emeği geçen bütün yoldaşlarıma yürekten teşekkür ediyorum.
Halk güçlerini birleştirmek en temel görevimiz. Özelleştirmeye karşı direnen, örgütlenen işçi, tarımda kotaya hayır diyen köylü, ağa zulmüne baş kaldıran ırgat tarım işçisi, iş güvencesi, sosyal güvenlik isteyen kamu emekçisi, iş-eğitim diyen genç, kardeşlik, eşit hak diyen Kürt yoksulu, emekçisi, tarihine, doğasına, bilimine sahip çıkan aydın, toplumun tüm kesimleri, bizim insanlarımız; onları aynı cephede, bir çatı altında birleştirmek en temel görevimizdir. Biz bu görevi gerçekleştirirken, Türkiye’nin gerçek çözümünün, çıkışının bağımsızlık, demokrasi, kardeşlik ve barıştan geçtiğini, işbirlikçilerden kurtulmanın zorunluğunu, kaderimizi elimize almamız gerektiğini unutmayacağız. Nerede Emeğin Partisi’nin çalışması varsa, nerede temsilcisi, sözcüsü, militanı varsa, onun şahsında, onunla birlikte, parti dostlarının mücadalesinde bu tutumu göreceksiniz. Ben inanıyorum ki, bu ülkenin selameti, esenliği, işçi sınıfımızın gücünde, iradesinde. Biz bunu başarabilecek güçteyiz. Bakın atelyelerde, fabrikalarda üreten milyonlar olarak varız. Aramızda ayrılıkları, kışkırtılmak istenen bölünme senaryolarını bir kenara bıraktığımızda, iktidarın kanalları açılacaktır. Bu birlik anlayışı, kardeşlik ve dostlukla hep birlikte iktidar yürüyüşüne! Hep birlikte bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesine!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑