Kongremizin, ülkemizin sorunlarına, işçi sınıfımızın, halkın ve emekçilerin birliğine, ülkemizin esenliğine ışık tutmasını diliyorum. Üçüncü Kongre’den bugüne geçen üç yıllık süreç ile partimizin kuruluşundan bugüne geçen on yıla yakın süreç, ülkemizin işçi ve emekçilerinin hak arayışları, emek mücadeleleri, örgütlenme mücadelesi, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi, kardeşlik ve barış mücadelesi içinde geçti; ve partimiz bütün bu alanlarda, işçilerle, halkımızla yanyana oldu, bunu bir görev bildi. Bugün de sorunlarını Bakanlığa taşımak için ülkenin her yerinden yola çıkan eğitim emekçileriyle birlikte Ankara’ya geldik. Bu Kongre’ye gelecek birçok arkadaşımız onlarla birlikteydi. Eğitim emekçileri niçin geliyorlardı? Hükümetin eğitimde özelleştirme politikalarına karşı, memur sayısını azaltmaya dönük kadro kısıtlamasına karşı, ücret ve sendikal hakları için. Sonuç itibariyle bu ülkenin esenliği için yola çıkmışlardı. Hükümetin, devletin gerici tutumuyla, barikatlarıyla ve saldırısıyla karşılandılar. Bu tutumu kınıyoruz. Protesto ediyoruz. Bu tutum, bu davranış, aynı zamanda, yakın tarihte toplanan ülkenin yönetici kurumlarının, ileri gelenlerinin aldıkları kararla örtüşmektedir.
“İç güvenlik”, “terörle mücadele” denilerek, talepler için ayağa kalkan emekçilerin karşısına çıkılmaktadır. Başbakanı buradan kınıyoruz. Başbakan, basın toplantısı yaparak, herkesin Ankara sokaklarında rahat dolaşamayacağını, izinsiz gösteri yapamayacağını, hatta tutuklananlar içerisinde öğretmenlerin olmadığını söylüyor. Bu davranış, tipik gerici, ırkçı, şoven, halkına yabancı bir davranışır. Evet, o eğitimcilerin içerisinde gençler de vardır, başkaca emekçiler de vardır. Çünkü bu ülkenin eğitim meselesi, sadece öğretmenlerin, eğitimcilerin sorunu değildir. Bu ülkenin eğitimi, eğitimcilerin talepleri yetmiş milyon nüfusun sorunudur. Başbakanın çıkıp “haydi kızlar kampanyaya” demesinin zerrece anlamı yoktur. Çünkü öyle konuşan başbakan, aynı zamanda eğitimde özelleştirmenin kapısını açmıştır. Velilere kredi vererek özel eğitimi teşvik etmektedir. Peki nereye kadar bu insanlara kredi verilecektir? Bugün ‘Haydi kızlar’ diyerek sınıfın kapılarını açtığınız kızlar ne kadar okuyabilecektir? İşte bu politika iflas etmiştir. Siyaseten iflas etmiştir, halkına yabancı olarak iflas etmiştir. Ama, su sıkarak, insanları coplayarak, kolunu kanadını kırarak, zannetmeyin ki başaracaksınız. Bu emekçiler, sizi o koltuklardan indirmesini bilecektir.
Değerli kardeşlerim, Türkiye’de gelişmeler, gördüğünüz gibi hiç de iç açıcı değil. Hükümet, devlet yöneticileri, biraraya gelip, halkın açlık, yoksulluk, işsizlik karşısında talepleriyle ayağa kalkmasının nasıl önüne geçeceğinin hesaplarını yapıyor. Türkiye, bu sorunları yaşayan bir ülke olarak, yalnız değil. Şöyle bir başımızı kaldırdığımızda, dünyadaki gelişmelere baktığımızda, bütün ülkelerde bu gerici, baskıcı, kapitalist yönetimlerin aynı şekilde tedbirler almaya çalıştığını ve bu sorunlarla nasıl başa edeceklerinin hesabını yaptıklarını görüyoruz.
Bundan onbeş yıl önce, doksanlı yıllarda dünyanın efendileri, patronlar, tekeller, para babaları “Artık her şey iyiye gidecek” dediler. Mutluluk, refah, insan hakları, zenginlik vaad ettiler. Adına da “Yeni Dünya Düzeni” dediler. Bakıyoruz, on beş yıl sonra, bu yeni dünya düzeninin aslında hiç de yeni olmadığını, kapitalist dünyanın bütün o kötü özellikleri ile, çirkin yüzüyle dünyaya musallat olduğunu, halkların başında bir bela olarak estiğini görüyoruz. Dünyada çelişkiler, çatışmalar artarak devam ediyor. Bu saldırganlık, bu çatışmalı süreç, savaşlara, toprak paylaşımlarına, büyük büyük tekellerin bizim gibi bağımlı ülkelerde emek sömürüsünü artırmasına, büyük büyük işletmeleri yutmalarına yol açıyor. Bu politika, bu saldırganlık ister istemez kan kokuyor. Şiddet kokuyor. Top tüfekle insanların üzerine gelmeyi marifet sayıyor. İstatistiklere bakınca, bu dünya düzeninin insanlığın birçok temel problemini çözmek yerine derinleştirdiğini göreceksiniz. İşsizlik, açlık bölgeleri büyümektedir. Afrika ortada. Konuklarımız arasında Kara Afrikasından gelen bir dostumuz var. O, Afrika halkının mücadelelerinin temsilcisi olarak, duygularını yansıtmak üzere aramızda.
Sadece Afrika değil, dünyanın birçok bölgesi, hastalık, açlık, çevre felaketleri ile uğraşmaktadır. Bakın, medeniyet beşiği, teknoloji merkezi, zenginliklerin merkezi diye gösterilen ABD’nin Katrina kasırgasında karkşı karşıya kaldığı acizlik ve bu acizlik karşısında saldırganlığı nasıl günyüzüne çıkıyor. Ama felaket orada da yoksulları, en alt tabakadakileri vuruyor. Zalim Bush yönetimi orada hastalıkla, açlıkla karşı karşıya kalan yoksul insanların üzerine yine güvenlik önlemleriyle gitmeye ihtiyaç duyuyor.
Yeni dünya düzeni bir yandan kapitalist büyüme, bir yandan kendi içlerinde rekabet, diğer yandan çevre felaketlerini yaşatıyor. Kasırgalar, seller, ısınan dünyada kuruyan göller, çöllerin artması ve tabi ki dünyanın dengesini bozmaları. Türkiye de bu felaketle karşı karşıyadır. Düne kadar olmayan gelişmeler, Türkiye’nin yanı başında felaket olarak baş göstermiştir. Büyük göller Türkiye’de kurumaya başlamıştır. Bütün bunlar; kâr hırsı uğruna, insan sağlığını, çevre değerlerini, doğa özelliklerini korumayı gözardı eden tekellerin üretiminden kaynaklanıyor.
Bu kapitalist sistem, onun başındaki güçler, burjuvazi, yapısal dönüşüm programlarıyla bütün dünya ülkelerinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde de, bu programı yürürlüğe soktu. Emek nerede ucuzsa, ucuz iş gücü neredeyse; yatırımlar oraya doğru akmaktadır. Bizim gibi ülkelerin irili ufaklı tekelleri de buradan üretimleri alıp, Rusya’ya, Çin’e, Romanya gibi ülkelere, yani işçilerin daha ucuz çalıştığı ülkelere sermayelerini taşımaktadırlar. Yabancı sermaye dediğimiz bu büyük tekellerin sermayesi ülkelere akarken, ihraç edilirken, esas itibariyle yatırımlara yönelmemekte, borsalara, devlet tahvillerine akarak, oralarda kriz odakları haline gelmektedir.
İş dünyası, çalışma dünyası kuralsız hale getirilmişir. Artık sekiz saatlik işgünü bir kenara bırakılmış, parça başı çalışma, saat ücretiyle çalışma gibi birçok yeni kuralsız çalışma yöntemleri yürürlüğe sokulmuştur.
Bu ekonomik, sosyal, iktisadi saldırı, aynı zamanda, 11 Eylül ile birlikte, bütün halklara politik bir saldırıya dönüşmüştür. ABD, Amerikan düzenini bütün dünyaya yaymak isterken, Afganistan ve Irak işgali ile bütün dünyada, Amerika, İmparatorluk hayallerini uygulamaya sokmaya başlamıştır.
Yeni doktrinler ortaya atılmıştır. Yeni yüzyıl projeleri ortaya atılmıştır. “Terörle mücadele” adına, tehlikeyi önleme adına, “insan hakları ve demokratikleşme”, bir takım geri rejimlere “demokrasiyi götürme” adına, kendilerinde, savaş ilan etme, asker gönderme hakkı görmüşlerdir. Bu saldırgan eğilimler, ülkemizde eğitimcinin, grevci işçinin, tarım emekçisinin, aydının, gencin karşısına çıkarılmaktadır. Egemen eğilim, demokrasinin kendi istedikleri gibi yorumlanması, ekonomilerin askerileştirilmesi, her yerde polis devleti kurallarının yürürlüğe sokulmasıdır. Bu sadece bize has bir özellik değildir. Amerika, medeniyet ve demokrasi beşiği diye gösterilen Avrupa böyledir. Fransa, Paris ayaktadır. Bunalmış isyan noktasına gelmiş gençler, işsizler, göçmenler isyan etmekte, sağa sola saldırmakta, taleplerini ateşli bir şekilde dile getirmektedir. Fransa, İngiltere ve Almanya gibi sözde uygar devletler, bir takım iç güvenlik tedbirlerini, polis kurumlarını devreye sokmaya başlamıştır. Ama kapitalizmin, kapitalist yönetimlerin gericileşmesi, saldırganlaşması boşunadır.
Halkların, işçi sınıfının, mazlum halkların, “artık bu düzen böyle gidemez, bu kapitalist dünya böyle gidemez” deyip, bağımsızlık, sınıf mücadelesi ve halkların dostluğu için yanyana gelmesinin örnekleri her yerde artmaktadır. Birkaç gün önce İtalya’da emekçiler greve çıktı. Belçika emekçileri grevdeydi. Aslında dünyanın neresinde bir müdahale varsa orada halklar arayış içindedir. Balkanlar, Kafkasya, Latin Amerika böyledir. ABD ve arkasındaki güçler nereye “demokrasi, barış götürüyoruz” diyorlarsa, orada halklar ayaktadır. İşte Filistin. Çözememişlerdir. Bugünkü geçici barış ortamı, Filistin halkının devlet olma hakkını tanımamalarından dolayı, yarın öbür gün yeniden değişecektir. Asıl tehlikeli boyutu, hala orada İsrail tahakkümü, Amerikan koruması altında devam ediyor. İşin kötü olan yanı, Türkiye’nin egemenleri İsrail’i dost bilmektedir.
Türkiye’nin kuruluşunda emperyalistlere karşı mücadele temeli vardır. Bu temel, bizlerin, bu haksız işgaller, bu emperyalist saldırganlık karşısında, bütün dünya halklarıyla kardeş olmamızı gerektiriyor. Nerede işgale karşı direniş varsa, bizler işçiler ve emekçiler, Türkiye halkı olarak yanındayız. Irak direnişçilerinin, Filistin özgürlükçülerinin yanındayız. Emperyalist ablukaya karşı direnen Küba halkının, Venezüella halkının yanındayız. Dünyanın bütün halklarının yanındayız. Yüreğimiz onlarla birlikte atmaktadır.
Ülkemiz çok önemli bir noktada, stratejik merkezde durmaktadır. O nedenle, bu hesaplar içinde olan güçler, Türkiye’yi hep gözetme, kollama ve kendileri için kullanma niyetinde olmuştur. Türkiye, eğer önleyemezsek, büyük batağa sürüklenmektedir. Türkiye büyük riskle karşı karşıyadır. Bu gelişmiş ülkeler, Türkiye’ye bağımlılık ilişkileri dayatmışlardır. Türkiye, başta ABD, büyük emperyalist ülkelerle ekonomik, politik, siyasi, askeri, kültürel bağımlılık ilişkileri içindedir. Tam bir kuşatma altındayız. O yeniden dönüşüm-yapılanma-uyum programlarının tam bir pilot uygulaması Türkiye’de yürümektedir.
Sayısızca uzatılan IMF anlaşmalarının bir yenisi yapılmış, üç yıllık yeni bir stand-by anlaşması imzalanmıştır. Üç yıl önce Amerikanın desteğiyle, tekellerin, TÜSİAD’ın desteğiyle işbaşına gelen AKP hükümeti, işgal döneminde “şöyle böyle” konuşurken, işgalden hemen sonra Amerikancılığı yükseltmiş; Başbakan’ı, Dışişleri Bakanı, “Amerika’nın dünyayı fetih projesi olan Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nde Türkiye olarak görev almaya hazırız” demiştir. Başbakanımız o kadar düşüncesiz, o kadar gözünü karartmış ki, işgalin ilk dönemlerinde kollarını sıvayarak, bu işgalden müteahhitlerin kazançlı çıkacağını söyleyebilmiştir. Orada insanların başına bomba yağarken, göz göre göre insanlar katledilirken, bizim başbakanımız, bu ülkenin yöneticisi, “müteahhitler para kazanacak” diye işgale onay vermiştir. O pazarlamacı ruhuyla, tüccar anlayışıyla GOP’ta rol kapma arayışı, yarışı içine girmişir.
Üç yıllık AKP süreci, çok açık ki, Türkiye’nin sorunlarını derinleştirmiştir. Başbakan yaptığı konuşmalarda, neyi çözdüğünü bu halka ilan etmiştir. En fazlası, bayramlarda yaptıkları gıda yardımlarını, öğrencilere defter-kitap desteklerini, sağda solda açtıkları aşevlerini, ama daha da çok, işverenlerimize, yani tekellere, patron takımına getirdikleri kolaylıkları anlatmıştır. Bunlarla övünerek halkın karşısına çıkmıştır. İş isteyenleri, tarımda kısıtlamaya karşı kotalar kalksın diyen köylüleri azarlamayı, hakir görmeyi görev saymıştır. Sorarım; bir ülkenin başbakanın görevi nedir? Ülkesini temsil etmek, halkının özlemlerini dile getirmek, sorunları çözmek, iyi niyet elçisi olarak geziler yapmak… Ama bizim ülkenin başbakanının en önemli görevi ülkeyi pazarlamaktır. Taşıyla toprağıyla her yerini satılığa çıkarmaktadır. Eleştirenleri de sermaye düşmanı olmakla suçlamaktadır. Biz onu, o çok sevdiği, yabancısı yerlisiyle sermayesiyle başbaşa bırakalım.
Sermaye kulüpleri, patron takımı bu ülkeye zenginlik mi getirmiş, işsizleri mi azaltmış, yatırım mı yapmış? Hayır. Bu ülkenin ekonomisinde son yıllarda yüzde dokuzluk denen bir büyüme olmuştur, ama bu büyüme, sizlere, bizlere, işçi ücretine, memur maaşına, üretici köylünün ürününe, emekli maaşına yansımamıştır. Son ücret artışlarında yüzde ikibuçuklardan söz etmektedirler. Bu büyümeden bizler neden yararlanamıyoruz? Aslında hükümetin elinde kaynak yok değil. Ama o kaynakları başkasına aktarıyor. Yirmi beş yılda borçlarımız, on dört milyar dolardan üç yüz milyar dolara çıkmış. Biz hiç borç ödemiyor muyuz? Nereye gidiyor bu zenginlik? Bu halkın vergisi, büyük işletmelerin getirdiği zenginlik, Erdemir’lerin, TÜPRAŞ’ların, Tekel’in yarattığı zenginlik nereye gidiyor? Bugüne kadar, yirmibeş yılda 360 milyar dolar borç faizi ödemişiz. Yabancı sermaye, diğer ülkelerde olduğu gibi, bize de geldiğinde kriz yaratmak üzere geliyor. Kaç yatırım yapmış, fabrika açmıştır? Bunu iyi görmeliyiz. Onlar, devleti borçlandırıyor, borsalara giriyor, şirketler satın alıyorlar. O nedenle, bu büyüme, ne işsizlik problemini ne de başka ciddi problemleri çözmek anlamına geliyor.
AKP hükümeti, hem Amerikancılıkta, hem de tekellere hizmette geçmişteki hükümetlere rahmet okutmuştur. Meclis’in gündeminde sosyal güvenlik yasası vardır. IMF, sosyal karışıklıkları önleme adına “2006’ya bırakılsın” dediği Sosyal Güvenlik Reformunu, Aralık’a çekmiştir. Eğitimciler, kamu emekçileri, işçi sınıfı boşuna yürümüyor. Bu kapitalistler, onların hizmetindeki yeni işbirlikçi hükümetler, esnek çalışmadan sendikasızlaştırmaya, performans rejiminden Kamu Personel Rejimine birçok yeni uygulamayla işçi sınıfına saldırmaya yemin etmiştir. Onlar sınıfımızın, emekçilerin, bu halkın düşmanlığına soyunmuştur. Bu program sadece bu hükümetle sınırlı değildir. IMF ve DB gibi kurumlar, tekellerin hizmetinde çok uzun vadeli programlarla yürümektedir.
352 milyon liralık asgari ücret ile kira ödeyeceksiniz, karnınız doyacak, sinemaya tiyatroya gideceksiniz, bayram ziyaretine gideceksiniz… “Bu parayla geçinin” diyorlar. Kimileri bunu bile çok görüyor. Çünkü Türkiye’den daha kötü durumda olanlar da var, o yüzden. IMF’nin başındakilerden bir tanesi, bu ülkeye gelip, gözümüzün içine baka baka, “bu asgari ücret size fazladır” deme cesaretini gösterebilmiştir. Bu halk isyan etmesin de ne yapsın? Bu halk sokaklara çıkmasın da ne yapsın?
Başbakan Acil Eylem Programı ile iki yıllık süre istemişti. İki yıl geride kaldı. Nerede ne yaptın, neyi çözdün? Çözmediği gibi, kemerleri sıkmaya devam etmemizi istiyor. Enflasyon artışı altında ücrete, memur maaşına, emekli maaşına devam etmemizi istiyor. Ama eğitimde, sağlıkta devletin sorumluluğunu üstlendiği hizmetlerde, herşey piyasa fiyatıyla, herşey kapitalistlerin istediği gibi, herşey tekellere emanet edilmiş durumda. Bu tehlikeli gidişatı görmek, geleceğe sahip çıkmak, bu halkın, bu fakir fukaranın, bu garip gurabanın sahipsiz olmadığını, o işbirlikçi anlayışın temsilcilerine göstermek gerekiyor.
AKP Hükümeti ve onun destekçisi, kollayıcısı tekellerin işbirlikçi yönetimleri, ekonomik politikayla sınırlı değiller elbette. Bu güzel ülkeyi, adeta her yönüyle çökertmeye, karıştırmaya, güçsüz bırakmaya yeminliler. AKP, sinsi bir şekilde, ülkemizin, halkımızın olumlu değerlerini de tüketmek için faaliyet yürütmektedir. Bakmayınız “yenilikçiyiz, değişimciyiz, şuyuz, buyuz” dediklerine. Onlar, bu ülkenin emekçi, bu ülkenin namuslu, onurlu güzel insanlarının zihinlerini karıştırmak için olmadık işler yapmaktadırlar.
AKP iktidarı bilime, bilim adamlarına savaş açmıştır. Bakmayın onun “hukuk”tan, “sosyal, laik, demokratik ülke”, toplum ve devletten söz ettiğine. Fırsatını bulduğunda gerici düşünceleri, ülke gerçekliğine, insanlığa, toplum gerçekliklerine aykırı düşünceleri her yerde devreye sokmaktan geri durmamaktadır. Kimi örnek alıyor? Elbette sevgili büyüğü Bush’u örnek alıyor. Bush da dünya halklarına savaş açarken, Afganistan’ı, Irak’ı işgal ederken, “seçilmiş”, “görevlendirilmiş” olduğunu söylemiştir.
İnsanlar öncelikle kendi yaşam koşullarına, ekmeğine, işine, huzuruna, kafasını sokacağı barınağa, çocuğunu okutacağı okullara, sağlık hizmeti göreceği hastanelere, sosyal kültürel hayatını geliştireceği kurumlara ihtiyaç duyuyor. Ne kadar isterseniz isteyin, Ey AKP, ey Başbakan; bu ülkenin olumlu değerlerini, bilimden, kardeşlikten, aydınlıktan yana gelişmesini, gerçek laik toplum olmasını önleyemeyeceksiniz.
2005’in toplum gündemini meşgul etmiş olaylarına baktığımızda, hep çatışmalar, “yukarılarda” çekişmeler görüyoruz. Hükümetle Cumhurbaşkanlığı, hükümetle generaller, hükümetle yargı kurumları arasında… Bu çatışmalara, provokatif eylemler, linç girişimleri, ardı sıra sansasyonel eylemler ekleniyor. Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu ve tabii ki ülkemizin gündeminden hiç çıkmayan Kürt sorunu gibi çeşitli çatışmalı konularda farklı yöntem arayışlarının toplumda tartışıldığını, tartıştırıldığını görüyoruz. Hayli gergin hayli problemli bir süreç. Türkiye’nin ciddi hiçbir problemi çözülmemiştir. MGK’nın çıkarttığı Milli Güvelik Siyaseti Belgesi, Bakanlar Kuruluna yön veren bu belge de, bu sorunları çözme niyetinde değil.
Kongremizde, çok saygıdeğer, çok sevdiğimiz, işçi sınıfının emek, demokrasi mücadelesinde yan yana yürüdüğümüz değerli konuklarımız var. Onlardan bir tanesi, bundan tam bir yıl önce, provokatif saldırıların adeta düğmesine basılma operasyonunun başlangıcı olan küçük Uğur Kaymaz’ın annesi, amcası. Aramızdalar. Yıllardır bir ölçüde yatışmış görülen, ama elbette çözülmemiş olan Kürt sorununda, Uğur Kaymaz’ın katledilmesiyle birlikte yeniden çatışmaların uç verdiğini görüyoruz. Toplumsal gerçeklerin ortaya çıkartılması, Türkiye’nin yakın tarihiyle hesaplaşarak aydınlık geleceğe gitme özlemi, Kürt sorununu çözme talebi, operasyonlarla, şiddetle, askeri yöntemlerle bastırılmak istenmektedir.
Bir yıl sonra bakıyoruz, Uğur Kaymaz davası gözlerden uzak sürdürülmeye çalışılırken, bu sefer, Şemdinli provokasyonu, Şemdinli’deki kontra eylemi devreye sokuluyor. Yani ülkemizi yönetenler hiç mi hiç akıllanmıyorlar. Her seferinde de o çözümsüzlüğe daha çok sarılıyorlar, ama küçücük bedene, kimsenin yüreğinin kaldırmayacağı, hiçbir gerekçeyle açıklanmayacak kurşunu boşaltan anlayış, Şemdinli’de, çok açık ki, yakayı ele verdi. Eğer biz arkasını bırakmazsak, Susurluk’ta olduğu gibi, başka yerlere emanet etmezsek, kardeşliğe sarılırsak, bu tür tertiplerin sahiplerinin ipini çekmiş olacağız. Bu meseleleri Kongremiz, Türkiye’nin her yerinde gündeme sokacak elbette. Biz bu işin takipçisi olacağız, olmak zorundayız. Şunu göstermek istiyorlar: lokaldir, üç-beş sorumsuzun işidir, kişisel hesaplaşmadır, münferittir, yüce devletimizin bu tür şeylerle işi olmaz… Ama ne yazık ki, devlet gerçekliği, böylesi önemli bir sorunda geleneksel devlet tutumu, bu tür yöntemleri benimsemeyi gerektiriyor. Çünkü bu ülkede toplu katliamlar yapılmış, insanlar yakılmış, terörle mücadele adına köyler boşaltılmıştır. Bunlar bu ülkenin gerçekliğidir. Ama Başbakan olarak, halkınızın karşısında, yeniden, “benim kırmızı çizgilerim var, benim istediğimi gibi olursanız, huzura kavuşursunuz” derseniz, o zaman bu sorunlar hiç mi hiç bitmez. İşte o zaman, bu devlet anlayışı ile cenaze törenini yapan halkının üzerinde F-16’lar uçurulursa, yüzbinlerce insana terörist demek zorunda kalırsın.
Başbakan bir yandan Kürt’ten bahsediyorsa, “benim Kürt vatandaşlarım” diyorsa, öte yandan “cenazenizi şu renkli örtülerle örtmeyin” dememeli. Eğer bu ülke bir mozaik deniyorsa, bu ülkede Türk kökenli, sizlerin de içinde olduğu gibi, Kürtü, Lazı, Çerkezi, Arabı var diyorsa, o zaman, alt vatandaşlık-üst vatandaşlık demeyecek. Amerika’daki zencileri örnek göstermeyecek. Bütün kültürüyle, siyasi haklarıyla, toplumun bütünü kucaklayacak, benim halkımdır diyecek, ayrımsız bir muamele yapacak.
Generallerimiz, komutanlar “ne olmuş ki, orada F-16 uçmasından halk gurur duymalı” diyebilir. Ama o sözleri eden komutan; oradaki vatandaşlarımızın yaşantısında savaş uçaklarının anlamının farklı olduğunu, düşmanlığı, ayrımcılığı, sorumsuz düşünceleri geliştireceğini pekala bilmektedir. Ne yapmak istiyorsunuz o halde? Bombayı atana “iyi insan” diye sahip çıkarsanız, bu eylemlerin, bu saldırıların arkasındasınızdır demektir. Başka bir açıklaması yok. Bu anlayış, zannedilmesin ki, sadece Kürt sorunundaki talepleri bastırmaya dönüktür. Bu mesele, ülkenin demokratikleşme meselesidir. Ülkenin çetelerden arınması, kontrgerillanın temizlenmesi, bir takım özel harp yöntemlerinin devreden çıkarılması, koruculuğun dağıtılması meselesidir… Türkiye bunları çok acı bir şekilde yaşadı. 1 Mayıs 1977 ile yaşadı. Sivas, Çorum, Maraş’la yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Zannedilmesin ki, bu sorun sadece Kürtlerle ilgili bir sorundur.
İşte bu salonda biraz önce dolaşan Serna-Saral tekstil işçilerinin başına da grev çadırları, bu gerici güçler, gerici devlet anlayışı tarafından yıkılmıştır. Kim ki hak isteyecek, örgütlenme diyecek, bağımsızlık, kardeşlik diyecek, bu kontra saldırılarla karşı karşıya kalacaktır. Bu hesaplaşmayı oraya buraya emanet etmeden, hep birlikte aydınlanma, gerçek bir temizlik isteyen bu ülkenin tüm güçleri olarak sahip çıkmak durumundayız. Hem de gerçekten Meclis lobilerinde denildiği gibi değil, sonuna kadar, çetelerden temizleninceye kadar, demokratikleşme kavgasını vermek zorundayız.
Toplumda MGSB gizli Anayasa mıdır tartışılıyor. Bırakın Anayasa mı değil mi. İçeriğine bakalım, ne yazıyor. MGK’da konuşuluyor, ama Bakanlar Kurulu belgesi olarak, “sen buna uygun hareket edeceksin, anlaşmalar yaparken buna uygun hareket edeceksin” diyorlar. Belge, ülkenin ciddi temel meselelerine, egemen devlet anlayışının nasıl yaklaştığını gösteriyor. Belgede, “Türkiye’de Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim öğretim kurumlarında okutulamaz. Bu temel bir ilkedir” deniliyor. Bir yandan da “Benim halkım Türktür, Kürttür, Çerkezdir, Anayasal vatandaştır” diyeceksin. Ama o vatandaşın kendi anadilinde, kültürel, toplumsal özellikleri ile ana-babasından, bulunduğu çevreden duyduğu, öğrendiği dille eğitim öğretim görmesini sakıncalı bulacaksın. Toplumun güvenliği için tehdit unsuru bulacaksın ve “sakın ha!” diyeceksin. Bu Kürt sorununun çözümsüzlüğünün ilanıdır.
“Bu toplum bir mozaik, herkes kendi diliyle eğitim yapmak isterse nasıl başa çıkacağız” diyorlar. Bu halk başa çıkmasını bilir. Konuştuğumuz konu, acılı, sancılı, çatışmalı bir sürece gelmiş, 70 milyon nüfusunun 20 milyonunu teşkil eden, yana yakıla, yakarış içinde barış ve kardeşlik diyen bir halkın durumudur.
Başbakan’ın ağzından hep duyuyorsunuz; “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir. Türkiye Cumhuryeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir”. Meselenin çözümsüzlük noktası budur. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal kurtuluş mücadelesi içinde, emperyalizm karşısına savaşan, Arabı, Çerkezi, Türkü, Kürdü ile Anadolu insanının mücadelesiyle kuruldu. Ama siz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı altında değişik milliyetlerden, kökenlerden gelmiş halkı Türk milleti olarak ilan ettiğiniz vakit, o zaman, herkesi ırkçı, milliyetçi bir yaklaşımla, halkçı olmayan, ırkçı bir yaklaşımla, Türklüğünü ilan etmeye mecbur bırakırsınız. Bu bir çözümsüzlüktür. O nedenle, dil isteyen, Kürdüm diyen, ayrı medeniyetlerden geldiği çok açık olan Kürt kardeşime, Kürt emekçime, Türkiye’nin insanına zorla “Sen Türksün” demek, bu zamanda olacak iş değildir. Hele hele bunu devlet politikaları olarak belgelerine geçirmek, hükümetin, Başbakan’ın önüne koymak, “ben burada çatışacağım, inatlaşacağım” demektir. Bu doğru değildir. Bu doğru olmadığı gibi, Türk kökenlileri dışındakileri altta olmak, diğerlerini üst kimlik olarak ilan etmek de, gerçekçi, doğru, bu halkın istemlerine yanıt veren bir politika değildir. O nedenle, şimdi “Kim daha çok Türk milliyetçisi” yarışına giren Sayın Baykal, maşallah demek gerekiyor, bu şoven yaklaşımda, statükocu devletçi yaklaşımda herkesi geride bırakmaya niyetli. Yakın zamanda yaptığı sorunsuz kurultayda, Kürt kelimesini ağzına alma gereğini dahi duymuyor. Ondan sonra, Anayasal vatandaşlıktan bahseden Başbakana, Türk milliyetçiliğini hatırlatıyor.
Bağımsızlıktan, kardeşlikten yana, emperyalizme, tekellere karşı olan, gerçek laik, gerçek solcu, gerçek devrimci vatandaşlara; ellerine Denizlerin resimlerini alarak o kurultaya katılanlara seslenmek istiyorum. İki Deniz çok farklıdır. Sakın ola ki, iki Deniz’i karıştırmayın! O, halkımızın gönlünde, yüreğinde milyonlarca gencimizin sevgisinde yaşayan Denizler; ülkenin gerçeklerini çok öncesinden görmüşler, doğruyu işaret etmişlerdir. Onlar sınıf mücadelesinin bedeli olmak adına idam sehpasına yürürken, “Yaşasın halkların kardeşliği” demişler, “Yaşasın Türk ve Kürt kardeşliği” demişlerdir.
MGSB, dış ilişkiler açısından da açıklamalarda bulunuyor. Diyor ki: “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma, Türkiye’nin çıkarınadır”. İşte burada ülke çakalların önüne atılmaktadır, işte burada ülke bataklığa sürüklenmektedir. ABD ne demek? Dünya lanetlisi, halkların düşmanı, çocuk katili. Sen bu ABD’nin Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da yedekçisi, destekçisi olacaksın. Stratejik dost diyeceksin. Çıkarlarını onunla bağdaştıracaksın. İşte bu halkını anlamamak, ona yabancılaşmaktır. Ondan da öte, bu ülkeye kötülük etmektir. Bu kabul edilemez.
“NATO’daki rolümüzü korumalıyız, NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı. Kıbrıs’ta askeri varlığımız devam etmeli. Ortadoğu’da barış, güven ve istikrar Türkiye’nin güvenliği anlamına gelmektir”. Bakın hele! ABD’nin Ortadoğu’daki askerleri, Ortadoğu’yu yağmalamaya yemin etmiş, göz koymuş, herşeyi göze almış. İmparatorluk ilan edecek olan ABD, bizim güvenliğimiz anlamına gelmektedir! Bu ülkedeki reform çabaları desteklenmeli! Irak’ta reform yapılıyor! Orada insanlar direniyor, bombalar patlıyor. Ama seçimler de yapılıyor bir yandan. İşin ilginci, müteahhit başbakanın rol kapma anlayışı buraya da sirayet etmiş; Türkiye’nin deneyimleri, buraların yararına sunulmalıymış. Biz Anayasal hukuk devletiyiz ya, bizim tecrübemiz oralara da taşınmalıymış!
Bu diplomasi anlayışı, demokrasi yaklaşımı, ekonomik açıdan da izleyeceği hatta işaret ediyor. “Çevremizdeki ülkelerin, demokrasi, insan hakları, pazar ekonomisi konusunda gelişmeleri lehimizedir. AB’ye tam üyelik temel hedeftir. Bölgedeki Kürt grupları ile bizim gibi ülkelerin ilişkileri dikkatle takip edilmelidir. Güvenlik adına işgal tecrübesiyle yıllardır kendi geleceklerini, kaderlerini tayin etmek isteyen Kuzey Irak’taki Kürt topluluğu, Türkiye için bir problem kaynağıdır ve dikkatle izlenmelidir, tehlike gelebilir” deniyor. İsrail meselesinde “Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bölgeyi tehdit etmeye yönelik olmadığı ısrarla anlatılmalıdır.” deniyor. Kim ki İsrail’e dosttur, o, oradaki halkların düşmanıdır. Ama ülkemizin egemenleri “Türkiye Cumhuriyeti, hem İsrail ile ekonomik, siyasi, askeri anlaşmalar yapacak, hem de Ortadoğu halklarına karşı hiçbir kötü niyet taşımayacak” diyor.
Milliyetçi şoven dalgayı kışkırtan anlayış, bu belgeye de yansımış. “Ermeni soykırımı iddialarına bir seferberlik anlayışı ile karşı çıkılmalı” deniyor. Kimler karşı çıkacak? Tehlike olmaktan çıkartılan “aşırı sağ unsurlar”! Üniversiteleri basan, demokrasi isteyenleri linç etmek isteyen, kardeşlik diyenleri ellerinde bayrakla boğmak isteyen o aşırı sağ unsurlara hedef gösteriliyor. Kim ki Ermeni diyor, kim ki başka şeyden söz ediyor, “yürüyün üzerine” deniyor. Bu şekilde hiçbir şeyin çözülmeyeceği ortada. Ermeni sorununu her 14 Nisan’da kışkırtan, buradan toplumdaki şoven dalgayı yükseltmek isteyenler var. Ermeni katliamı, bu ülkenin tarihinde yaşadığı Ermeni sorunu üzerinden bir takım emperyalist planlar ve şantjlarla hareket edenler de var elbette. Biz bunlar karşısında uyanık olacağız. Ama siz bu tür belgelerde seferberlik ilan ederseniz, tarihinizle hesaplaşmaya, komşu ülke halklarıyla dayanışma ve kardeşleşmeye giremezsiniz. Bu anlayışlar buna engeldir.
MSGB’de çeşitli olaylarda çatışanların, farklı tutum alanların nasıl yanyana geldiğini, kader birliği yaptığını görüyoruz. Peki bu ülkeyi sevdiğini, sevmesi gerektiğini düşündüğümüz askerler generaller, komutalar, silahlı kuvvetler; ülke birer birer satılırken, ülkenin Cumhuriyet fabrikaları, SEKA, Tekel, TÜPRAŞ, Erdemir satılırken, yabancı anlaşmalarla bağımlılık zincirleri halkımızın boynunda sıkılırken; pazar ekonomisine sahip çıkmak, özelleştirmelere sahip çıkmak ne menem bir tutumdur? İşte “bağımsızlıktan ödün vermeyeceğiz” diyenlerin, her Cumhuriyet Bayramı’nda resmi tören yapanların, Atatürk’ü ağzından düşürmeyenlerin –onları gerçek Kemalistlerden ayırmamız gerekir–, açmazı buradadır. Onlar, bu ülke satılırken hükümetin peşine dizilmiş durumdadırlar. Onların bir araya geldiği OYAK isimli kurum, ülkemizin gözbebeği Erdemir’i satın almıştır, özelleştirme ihalesine girmiştir. Çıkar ilişkileri içine girmişlerdir de, ondan sesleri çıkmamaktadır. 70 milyon nüfusuyle birleşmek yerine, bir takım çıkar çevreleri ile kader birliği yapmayı tercih etmektedirler.
Bu ülkenin değerlerine sahip çıkmak, bağımsızlık mücadelesine sahip çıkmak, gerçek vatanseverlik nasıl olur meselesinde, emekçiler olarak Türkü Kürdü ayırt etmeden, sahiplenmek, bu bağımsızlık mücadelesine Amerika’nın işgal yöntemlerine karşı, yabancı tekellerin satın alma yöntemlerine karşı kavga vermek zorundasınız. Aksi takdirde bağmsızlıktan söz edemezsiniz. Gerçek Kemalistlere, gerçek solculara sözümüz budur. Aksi takdirde, dünyada birçok ülkede olduğu gibi, sermaye, bütün kötü işleri solculara yaptıracaktır. IMF programlarını da, satın almaları da, işçi düşmanlığı, vatan satıcılığını da, onay verdiği herşeyi solculara yaptıracaktır. Ama biz kesinlikle bu türden solcular olmayacağız.
Özellikle ülkesini seven gerçek yurtseverlere seslenmek istiyorum. Onların temsilcileri şimdi aramızda vardır. Hiçbir zaman Türk millyetçiliği ile vatanseverlik yapamazsınız, Türk milliyetçiliği ile Amerika’ya karşı savaşamazsınız. Türkü, Kürdü ile elele, yanyana bir savaşı vermek zorundayız.
Türkiye riskli bir ülke, evet. Türkiye’nin gidişatı iyi değil, evet. Çünkü başımızdakiler, yönetenler, bu, yoksul oyuyla gelip, sonradan ABD’nin önünde diz çökenler iktidarda olduğu sürece, başı beladan kurtulmayacak. O zaman daha çok “Terörle Mücadele Yasası” istersiniz. O zaman daha çok Şemdinli yaşarsınız. O zaman daha çok eğitimcinin karşısına polis çıkartırsınız. O zaman daha çok düşünce özgürlüğüne, basın özgürlüğüne hazımsız olursunuz.
İki gün önce, bu ülkenin gerçekliğini yazanlar, kontra şebekelerinin gerçekliğini yazanlar, işçi hakkından söz eden, aydınların yanında olan Evrensel gazetesini toplattınız. Ama bu ülkenin gerçeklerini, açmazlarını yazan işçi basınını susturamazsınız. Partimiz, işçi ve emekçiler işçi basınına sahip çıkacaktır.
Sizin bir yandan demokratikleşme derken, bir yandan daha çok gericileşmeniz, baskı ve şiddete sarılmanız, aslında açmaz, acz içinde olduğunuzu göstermektedir. Ama gerçeklerin üstü örtülemez, örtemeyeceksiniz. Elbette on yıldır bu ülkede halkı aydınlatan Evrensel gazetemiz de mücadelesine devam edecektir. Hepimizin desteği ve sahiplenmesi ile. Bugünkü Evrensel gazetesini okuyun. Bugün aramızda olmayan, partimizin üyesi, sevgili dostumuz şair Sennur Sezer’in duygularını paylaşalım. Onun gibi nice aydınların, sendikacının, işçi temsilcisinin, nice gerçek yurtseverlerin sesini, duygusunu Evrensel ile okuyalım, yaşatalım. Ülkenin dört bir yanına taşıyalım. Çözüm oradadır. Çözüm kardeşleşmededir. Çözüm işçinin emekçinin ellerindedir.
Bu ülkede demokratikleşmeye direnenler var. Bu ülkede sık sık parti kapatılıyor. Ama o parti kapatmalarının yanlışlığı, antidemokratik yönü sadece halkımızca değil uluslararası planda da mahkum ediliyor. Bundan on yıl önce içinde birçok arkadaşımın bulunduğ bir parti kuruldu Adı Emek Partisi idi. Ülkemizin aydınlığı, esenliği, bağımsızlığı, demokrasi ve kardeşliği için kurulan Emek Partisi, programında, “Kürt sorununa demokratik ve halkçı çözüm” dediği için Anayasa’ya aykırı bulundu, “bölücü” addedildi ve kapatıldı.
Bu karar, AİHM’de, geçtiğimiz günlerde yanlış bulundu. Emek Partisi’nin programı demokrasinin ilkeleri ile bağdaşmaktadır denildi. Emek Partisi’nin programında söylediği, devletin bir takım terörle mücadele anlayışlarına dönük yöntemlerinin eleştirisi demokratik bir haktır dedi. Emek Partisi’nin kapatılmasını halkın örgütlenme hakkının ihlali olarak kabul etti. Emek Partisi ilk değildi, sonuncusu da değildi. Ondan sonra kapatılan, kapatılmak istenen partiler oldu. Bu ülkede elbette ekmek, özgürlük, demokrasi, kardeşlik arayışı, kağıt üzerinde, yasa metinleriyle sınırlı olmadı. Seçim mitinglerinde söylediğimiz gibi, partileri belki mahkemeler kapatır, ama partiler, politik mücadele, örgütlenme arayışı halkın bağrında sürer. Partileri açıp kapatacak olan halktır. Emek Partisi de hep yaşamıştır zaten. Emek Partisi yaşamıştır ve öyle ilginçtir ki, partimiz birçok yerde Emek Partisi olarak anılmaktadır. Bu da çok doğal bir şeydir. Bizim kökenimiz, sınıf bileşimimiz, özlemlerimiz, taleplerimiz bu ülkenin emekçisine dairdir, bu ülkenin, bu halkın talepleridir. Kongremiz, toplanan konferansımızda yansıyan halkın bu çağrılarına, özlemlerine, taleplerine elbette yanıt verercektir.
Egemenler yoksulların oyu ile iktidar oluyorlar, ama o iktidardan vazgeçmeyi hiç istemiyorlar. Parlamentodakiler, iktidarı ve muhalefetiyle yüzde 10 barajına sık sıkıya sarılmış durumdalar. Anti demokratik Siyasi Partiler Yasası olduğu gibi korunmaktadır. Nereye kadar sürdüreceksiniz? Bu halkın sesini, temsilcilerinin parlamentoya taşınmasını nereye kadar engelleyeceksiniz? Bu halk sizi oradan uzaklaştırmasını bilecektir. Bu antidemokratik seçim yasalarına rağmen, sizi oralardan uzaklaştırmayı bileceğiz.
İşçi ve emekçilerin partisi olarak, ülkemizde hep işçi ve emekçilerin emek ve örgütlenme arayışlarının yanında olduk. Türkiye’nin her yerinde, tıpkı dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi, örgütenme arayışı vardır. Yakın tarihimiz Seka, Tekel, Tüpraş, Sümerbank işçilerinin özelleştirmeye karşı eylemleri ile doludur. Eskişehir Şişecam, Çorum toprak, Uşak tekstil, Serna tekstil işçileri… İşçi sınıfımız, kapitalistlerin unutturmak istediği sendikal hakları, herşeye rağmen koruma, elde etme, büyütme mücadelesi vermektedir. Çünkü sendikalar bugün hala işçi sınıfının, emekçilerin sahip çıkılması, büyütülmesi gereken önemli örgütleridir. Burjuvazi, tekeller bunun karşısında hazımsızdır. İşçilerin en küçük örgütlenme talebi karşısında İş Yasası’nın tanıdığı en kısa yoldan işten çıkarmayı tercih etmektedir. Biz, işçi ve emekçilerin partisi olarak, Türkiye’nin her yerinde, organize sanayi bölgelerinde genç işçilerin örgütlenme arayışının yanında olacağız.
Sosyal demokrasinin reformist, uzlaşmacı, teslimiyetçi anlayışların bir yansıması olarak bizim ülkemizde de bir takım sendika yönetimlerinin işverenle teslimiyetçi anlayış içindeki, hükümetle, patronlarla uzlaşma anlayışı içindeki tutumlarına karşı da işçilerin sendikalarına sahip çıkma mücadelesi devam edecektir. Bir takım solcu anlayışların, devrimci olmakla her yerde övünen, ama işçi sınıfına gelince kitle örgütü olduğunu unutan anlayışların, “işimi, fabrikamı seviyorum” diyerek, işçi sınıfının üretimdeki rolünü, onun ekmeğiyle oynayanları, düşmanlarını unutturması affedilmez bir tutumdur.
Aynı şekilde, işi gücü bırakıp, işçinin direnişini büyütmek yerine, Emek Platformu’ndaki bir takım unsurları dert edip, hala EP ile bir şey yapamıyoruz deyip, EP’ten çıkarak bir şey yapacağını zannedenler de, büyük bir aymazlık içerisindedir.
Bu ülkede televizyonlarda, programlara bir kısmı yansıyor. Binlercesi var: Çocuk işçiler. Ama siz çocuk işçi problemini raporlar yazarak çözemezsiniz. Bütün kısıtlamalara, yasal engellere rağmen örgütlenmiş, sendikal çatı altında bulunan az işçi yoktur. Onun için lafı uzatmayıp, dolandırmayıp; solcuları birleştirmek değil, şurada burada kurultaylarda boy göstermek değil, iş yapın, işçi sınıfının bu büyük gücünü açığa çıkartın. Son zamanlarda dişe dokunur bir grev yaşanmamış olması, grev kararı alan lastik, cam, belediye işçilerinin grevlerinin yasaklanmasına gıkınızın çıkmaması, işçileri harekete geçirmeyişiniz, binlerce işçiyi sokaklara dökmeyişiniz nasıl bir tutumdur!
Gerçekten işçilerin, emekçilerin birliği için mücadele eden bir kısım sendikacılarımız dışında, koca koca konfederasyonların yöneticilerinin; işçi sınıfı düşmanı, iş yasasını bu ülkeye taşıyan, tekellerin birliği olan, kendi ülkelerinde işçi haklarını kısıtlayan AB komisyonlarında görev alması, sonra da kuralsız çalıştırmadan, taşeronlaştırmadan, işçi kaybından, kan kaybından şikayet etmesi kafa karışıklığıdır, açmazdır. Bir kısım sendikacının, özelleştirmeye karşı, AB’ye, Amerika’ya, AKP’ye karşı miting yapıp “sattırmayacağız, özelleştirmeyeceğiz” deyip, sonra fabrikayı OYAK satın aldığında “yaşasın bizim sermayemiz” demesi işçi sınıfını anlamamaktır, bu ülkeyi anlamamaktır. Bu da başka türden açmazdır. Özelleştirmenin, tekellerin iyisi kötüsü yoktur. Yabancı tekeller, ulusal sermayeyi de, yerli tekelleri de sıraya dizmiştir; onları da ufaltmaktadır. Ama işçi sınıfı temsilcileri hiçbir özelleştirmeye evet diyemez. Çünkü yarın öbür gün işçi haklarına önce onlar saldıracaklardır. Erdemir’de de, Tüpraş’ta da, Seydişehir’de de bu olur.
Partimizin işçi sınıfının örgütlenme mücadelesindeki çalışmaları, işçi sınıfını anlama, yardımcı olma tutumu, kanal açma tutumu, hedeflerimizden hiçbir zaman çıkmayacak. Saldırılar büyük, merkezinde de işçi sınıfı var. Çünkü kapitalist dünya, sosyalizm seçeneği karşısında, işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarını silmek için, sendikayı unutturmak için uğraş veriyor. Bunun karşısında, biz ve bizim gibi enternasyonal partiler, işçi sınıfının temsilcisi partiler, işçi sınıfının haklarını, örgütlerini unutturmak değil, daha da büyütmek için uğraş veriyor. Dikkat ederseniz, bu Kongremiz’de, biz, Enternasyonal Marşını söylüyoruz. Bu yadırganmamalı. Bu tutum, bizim ülkemizin ulusal değerlerine yabancı olduğumuz anlamına gelmez. Bu ülkenin Kurtuluş Marşı bizim de marşımızdır elbette. Ama partimiz enternasyonal bir partidir. Bütün dünya işçileriyle, bütün emekçi halklarla birliktedir. O nedenle de, bu toplantı da, kurultaylar da, kongreler de bu duyguların ifadesi olduğu için, topkeykün mücadelenin bir parçası olduğu için biz böyle davranır, böyle yaparız.
“İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” dedik. Neden? Her yerde irili ufaklı direniş var. Herkes yürüyor. Eğitim emekçisi, sağlıkçısı, emeklisi kapıya dayandı, gençler, üretici köylü yürüyor, Manisa’da 50-60 bin isyan halinde köylü yürüyor. Laiklik-aydınlık-bilim diyen biliminsanları yürüyor. Peki bu yürüyüşü, bu arayışı, çözümü kim başaracak, kim birleştirecek, iktidara taşıyacak? Elbette partimiz. İşçi sınıfının partisi taşıyacak.
Üçüncü Kongremizde söylediğimiz baskı, sömürü, şiddet, yağma, işsizlik, yoksulluk karşısında, bağımsızlık ve demokratikleşme için, sosyalizm için mücadelesinde emekçi halk kitlelerini bir araya getirme görevi hala önümüzdedir. İşçi sınıfı, arayış içinde, sendikalarda buluşurken, bu mücadeleyi iktidara taşımadığı sürece, bu saldırı devam edecektir. O nedenle partisiyle, politik bilinciyle bu çatı altında buluşması kaçınılmazdır, vazgeçilmezdir. O nedenle bir takım yeni parti kurma arayışları içinde olanlar, solun zaaflarını tartışanlar, eğer ki işçi sınıfı, halk, demokrasi, sosyalizm diyorsanız, başka yerde aramanıza gerek yok, orası burasıdır. Yeni arayışlara gerek yok. Eğer mücadele etmek istiyorsanız, buyurun. Burası işçi meclisi, emekçi şöleni, gerçek yurtseverliğin mekanıdır.
Bizler hep seçimlerde duyuyoruz. “Niye bu zenginleri savunanlar, niye bu tekellerin temsilcisi, bir avuç adam; halkın oyunu alıp götürüyor. Siz niye hükümet olamıyorsunuz. Bu halkın gerçek özlemlerini temsil edenler, vatanseverler, işçi temsilcileri, solcular, devrimciler niye iktidar olamıyorlar?” Bu soru haklı, yerinde, doğru bir sorudur. Eksikliklerimiz, zayıflıklarımız var şüphesiz. Herkesten çok bu soruyu kendimize soruyoruz. Partimizin çalışmalarını eleştiriyoruz. Zayıflıklarımızın üzerine gidiyoruz. Kongre öncesinde, iki gün boyunca, 450 delege ile tartıştık. Partimizin mücadelesini tartıştık. Halka yabancı duygular bizden uzak olsun dedik. İşçiden, halktan öğrenme, halkın içinde yaşama, onlarla paylaşma, dayanışma içinde olma, sesini birleştirme görevine vurgu yaptık. Bu bizim özeleştirimizdir. Elbette dinleyeceğiz. “Solculuk”tan kurtulacağız. Halkla yabancı hiçbir anlayış bizle bağdaşmayacaktır. Buradan bir kez daha bunun sözünü veriyoruz. Çabalıyoruz. Elbette bu ülkenin arayışına, işçi ve emekçilerin birliğine, barışına, kardeşliğine hizmet edecek halk güçlerini birleştirme arayışımız var.
İki seçimdir buna hizmet edecek ittifak anlayışını hayata geçiriyoruz. Bu zorunludur. IMF’ye Amerikancılığa, tekellere, kuşatmaya, şoven-milliyetçi kışkırtmaya karşı tüm halkı yan yana getirmek, demokratik güçlerini, ulusal temsilcilerini, siyasal-sendikal güçlerini yanyana getirmek bizim ittifak anlayışımızdır. Bu ittifak, öncelikle alanlarda, halkın içindeki kürsülerde kurulacak, oradan parlamentoya taşınacak. Hükümetlere, iktidara ve gerçek bağımsız demokratik halk iktidarına taşınacaktır. Bu kaçınılmazdır.
Bu anlayışla bugüne kadar mücadele içinde sayısız yitirdiklerimiz oldu. Partimizin içinden, dışından, dostumuz kardeşimiz, bu ülkenin nice nice değerleri aramızdan ayrıldı. Onların hepsini, bizim insanlarımız, bu ülkenin gerçek temsilcileri olarak, sevgiyle saygıyla anıyorum. Ama Üçüncü Kongre’den sonra yitirdiğimiz özellikle iki ismi, içinde bulunduğumuz koşullar altında, farklı şekilde anmak istiyorum. Kongrelerimize gelip, emperyalizme karşı mücadelede “bilinciniz silahınız olsun” diyen gerçek yurtsever, yazar, aydın, gerçek insan Şükran Kurdakul’u anıyorum. Yakın zamanda kaybettiğimiz, bu ülkenin, halkın içinden çıkmış, “Amerika gene katil” demekten geri durmayan, bizi ezgileriyle dillendiren Ozan Mahsuni Şerif’i saygıyla anıyorum.
Yurdun dört bir yanından gelip duygularını, düşüncelerini, taleplerini ortaklaştıran, bu Kongremize emeği geçmiş bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Özellikle Kongremizin “İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” sloganını logo haline getiren Savaş Çekiç’e, bu güzel resmi yapan ressam Nurcan Tezel’e, Konrge sunumunu hazırlayan Özcan Yaman’a, konuklara sunacağımız heykeli hazırlayan heykeltıraş Metin Yurdanur’a, emeği geçen bütün yoldaşlarıma yürekten teşekkür ediyorum.
Halk güçlerini birleştirmek en temel görevimiz. Özelleştirmeye karşı direnen, örgütlenen işçi, tarımda kotaya hayır diyen köylü, ağa zulmüne baş kaldıran ırgat tarım işçisi, iş güvencesi, sosyal güvenlik isteyen kamu emekçisi, iş-eğitim diyen genç, kardeşlik, eşit hak diyen Kürt yoksulu, emekçisi, tarihine, doğasına, bilimine sahip çıkan aydın, toplumun tüm kesimleri, bizim insanlarımız; onları aynı cephede, bir çatı altında birleştirmek en temel görevimizdir. Biz bu görevi gerçekleştirirken, Türkiye’nin gerçek çözümünün, çıkışının bağımsızlık, demokrasi, kardeşlik ve barıştan geçtiğini, işbirlikçilerden kurtulmanın zorunluğunu, kaderimizi elimize almamız gerektiğini unutmayacağız. Nerede Emeğin Partisi’nin çalışması varsa, nerede temsilcisi, sözcüsü, militanı varsa, onun şahsında, onunla birlikte, parti dostlarının mücadalesinde bu tutumu göreceksiniz. Ben inanıyorum ki, bu ülkenin selameti, esenliği, işçi sınıfımızın gücünde, iradesinde. Biz bunu başarabilecek güçteyiz. Bakın atelyelerde, fabrikalarda üreten milyonlar olarak varız. Aramızda ayrılıkları, kışkırtılmak istenen bölünme senaryolarını bir kenara bıraktığımızda, iktidarın kanalları açılacaktır. Bu birlik anlayışı, kardeşlik ve dostlukla hep birlikte iktidar yürüyüşüne! Hep birlikte bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesine!