‘Dördüncü kuvvet’ten mahşerin dört atlısına

Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na konuşan gazete sahiplerine bakarsak, hiçbiri medya işine girmemiş, arkadan itilmiş. Mesela, son dönemin tartışmalarının odağındaki isim, Habertürk’ün de sahibi Turgay Ciner; şöyle demiş: “…ben medyaya arzu ederek girmedim. Medyaya zorlanarak, para kaptırarak girmek mecburiyetinde kaldım”. Bu nasıl bir mecburiyet ki; bir dönem atv-Sabah grubu; arada Tercüman, Cumhuriyet ortaklıkları; ve epeydir de Habertürk, Show TV, Bloomberg gibi kanal ve gazeteleri kapsayan bir “medya holdingi” olarak, bir türlü vazgeçemiyor? Yıldırım Demirören’in, ağladığı “tape”lerde geçen sözleri, çok daha çarpıcı: “Nasıl girdim bu işe ya, kim için…” diyor ve ağlıyor koskoca adam. Sabah-atv grubunun “havuz”u zaten herkesin malumu.

Turgay Ciner’in “zorlama” dediği günlerden “Alo Fatih”li günlere uzanan serüveninden başladık. Çünkü, medya patronluğunun “kârlı” bir iş olmadığının herkese malum oluşu çok yeni değil. Mevcut reklam pastasının bu denli geniş bir medya sektörünü beslemeyemeyeceği de, yıllar önce yazıldı çizildi. Öyleyse neden?

Bu sürekli tartışılan sektörün “motoru” ne? 1980’lere kadar ağırlıkla “gazeteci patronlar” eliyle yürülen medya sistemimiz; Turgut Özal dönemi neoliberal saldırı günlerinden başlayarak, nasıl bir dönüşüm yaşadı? Holdingler, büyük sermaye grupları art arda “sektör”e nasıl daldılar; yeni gazete yöneticisi tipi nasıl doğdu; bugüne nasıl geldik? TRT’nin tekelinin fiilen kalktığı 1990’lı yıllarda, televizyon sektöründe ve “medya savaşları”nın yaşandığı gazetecilik alanında tez zamanda nasıl bir tekelleşme sonucu doğdu?

Medya patronu olma dürtüsünün “gazetem olsun, televizyonum olsun, bu kârlı sektörlerde kârımıza kâr katalım”dan başka bir şey olduğunu biliyoruz. Ve zaten dönüşüm hızı da, “hayatın olağan akışı” dışında bir yeniden yapılandırma olduğunu gösteriyor.

BURJUVAZİ ETKİSİNİ SATAMADIĞI HABERİ KESER Mİ?

Bugün birkaç sermaye grubu elinde toplanmış bir sermaye medyası “ağacı” var elimizde. Sayısal olarak da, tiraj olarak da, rating olarak da, reklam gelirleri olarak da, “akım” ezici biçimde onlardan yana olduğundan, “anaakım” da deniyor! Eğer büyük bir holdinge bağlı değilseniz; “tiraj”ınız, “rating”iniz, “etki alanı”nız ne olursa olsun; “anaakım” sayılmıyor, “misyon gazetesi” ya da “muhalif” falan gibi sıfatlarla anılır oluyorsunuz. Bu, sadece bir “patron” olup olmamasıyla bile ilgili değil. “Sermaye”, ama “büyük sermaye”ye ait olmak önkoşul. Bu nedenle, akademinin pek sevdiği “anaakım” yerine; “sermaye-burjuva medyası” demek çok daha mantıklı.

1990’lardan sonra özel televizyonların itici gücüyle yeni bir döneme giren medya alanının, gerçek anlamda “sektörleşmesi”, aslında 2000’lerde mümkün oldu. Reklam gelirleri, 2002 yılından sonra gözle görülür biçimde arttı. 90’ların görece “oturmamış” sisteminin yerine, kuralları, biçimi belirlenmiş, devletin denetimi ve holding egemenliği kesin biçimde sağlanmış bir yeni sistem aldı. Reklamcılar Derneği’nin reklam ajansı cirolarından derlediği verilere göre, reklam harcamaları 2011 yılında 2,5 milyar dolara kadar yükseldi. Dernek, bu rakamın 2015’e kadar 5 milyar dolara ulaşmasını öngörüyor. Bu meblağın yarından fazlasını televizyonlar; onun da yüzde 90’lara yakın oranını üç beş kanal alıyor. Ülkedeki toplam gazete satışlarının yüzde 80’ini de ulusal gazeteler yapıyor. Bu mecradaki ilanların yüzde 80’inden fazlasını da bir iki grup topluyor.

Bütün veriler, rakamlar, oranlar “anaakım”dan yana… Yine de asıl meseleye dönersek; “koca koca” televizyonlar, gazeteler kâr etmiyorlar, edemiyorlar! Gönüllü çabalarla ayakta kalmaya çalışan işçi sınıfının gazete ve televizyonu ya da diğer muhalif, bağımsız medya kurumları zaten zararda. Hepimizin malumu bu. Ama, “anaakım” da, bütün bu reklam akışına ve çok açık devlet desteğine rağmen zarar ediyor. Veriler, bu sektörün hiç kârlı olmadığını gösteriyor. Ve bu, aşağı yukarı her zaman böyleydi.

Bu konuda eski bir anektod vardır. General Electric’in eski CEO’su Jack Welch, 1985 yılında NBC televizyonu yöneticileriyle polemiğe girer. Çünkü, NBC televizyonunun haber bölümü 100 milyon dolardan fazla zarar etmektedir. Welch bunu sorduğunda; “Haberciliğin sosyal sorumluluğu nedeniyle, haber yaparken asıl amacımız kâr etmek değil, en doğru haberi yapmaktır” yanıtı alır. Ama ikna olmaz; “Haberciliğin sorumluluğu, uçak motoru üretmenin sorumluluğundan daha mı fazla? Biz uçak motoru yaparken sosyal sorumluluğu bahane edip zarar etmiyoruz, ama kâr etmek için uçak düşüren motor da yapmıyoruz. Bir işi sadece aptallar bilerek zarar etmek için yapar” der. Welch’in yolundan gidilir, yönetim değişir ve üç dört yıl sonra, “az bir kâr” edilmeye başlanır. Yapılan işin özüne dairdir bu tartışma ve tersi gibi görünse de, aslında Welch polemiği kaybetmiştir.

“Burjuvazi gölgesini satamadığı ağacı keser”; evet bu kesin bilgi. Ama bu hikayede satılan “gölge”yi gazete ya da televizyon yayını olarak düşünmek fazlasıyla “düz” bir bakış açısı olur ve bu yaklaşımla gerçeğe ulaşmamız mümkün olmaz.

Bu yaklaşım, mesela 1996 ile 2005 yılları arasında Doğan Holding’in yüzde 210 büyüyerek, nasıl “Türkiye’nin büyüme rekortmeni şirketi” olabildiğini anlamamızı engeller. Çünkü Doğan Holding, anılan dönemde, sadece “en fazla büyüyen holding” değil; medyayı neredeyse yarıdan fazlasıyla elinde tutan bir gruptur. Ve ikisi arasında dolaysız bağ olduğunu görememek için epey bir saf olmak ya da GM’nin eski CEO’su Welch gibi, “bir şirketin kârlılığını tekil gösterge ile okumak” gerekir. Yıldırım Demirören’in “nasıl girdim ben bu işe ya, kim için…” diye döktüğü gözyaşlarından da hiçbir şey anlamamış olmak gerekir.

HOLDİNG KARDEŞLİĞİ HANGİ ALANLARDA AT KOŞTURUYOR?

Bu “kendisi için medya patronu olmama” hali, sadece Turgay Ciner’e, Yıldırım Demirören’e ait özel bir örnek değil. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu tutanaklarına bakınca anlıyoruz ki, meğer holding medyası “siyasilerin ricaları ve baskısı” ile, “diğer alandaki ihaleleri alabilmek, zor durumdan çıkabilmek” için adım atan “mecburi patronajlar”dan oluşmuş. AKP döneminde daha yoğun biçimde yaşanan “el değiştirmeler”in; yandaşlaştırma gayretlerinin, oluşturulan “havuz”ların da aynı halden beslendiği ortada. Elbette, 2001 yılında yapılan değişiklikle, “medya gruplarının kamu ihalelerine girişi” önündeki tüm engellerin kaldırıldığını da unutmayalım. Bu değişiklik, özellikle devlet gücüyle büyümek isteyen holdingleri fazlasıyla iştahlandırdı. Elbette, 2002’de iktidara gelen AKP çevresinde konumlanarak büyüme hesapları yapan “yeni sermaye”yi elbette çok daha fazla.

Doğan Grubu, Çalık Grubu, Doğuş Grubu, Ciner Grubu… Biz bunlara mahşerin dört atlısı diyelim… Yanlarına Demirören de eklenebilir elbette, ama yine de bugün holding medyasının ağırlıkla bu dört grup etrafında biçimlendiğini söylemek mümkün.

Başka ne işler yapıyor, bu holdingler acaba? Gazete ve televizyonların “holding kardeşliği” içindeki “akraba şirketleri”, çoğunlukla enerji, madencilik, finans ve inşaat alanlarında büyük yatırımlar peşinde koşuyor. Hepsinin en az bir hidroelektrik santrali olması da tesadüf olmasa gerek. Bu dört grup da, devlet ile yakın bağlantılı yurtiçi ve yurtdışı yatırımlar nedeniyle AKP Hükümeti ile yakın ilişkileri korumaya gayret ediyor. Habertürk grubunun “siyasi komiser” eliyle neredeyse Erdoğan’a bağlı “özel gazete-tv” gibi çalıştığı ortaya çıkınca; “bu grubun asıl sahibi kim; yoksa Turgay Ciner göstermelik patron mu?” diye sorular dillendirilmeye başlandı. Bu soruları haklı olarak sorduracak bir “emir-komuta” ilişkisi var çünkü.

NTV’nin patronu Ferit Şahenk, Gezi Direnişi’nin en şiddetli anlarında Bulgaristan’da Abdullah Gül ile birlikte temel atma töreninde poz veriyor. Aynı Şahenk, henüz Dolmabahçe’de çatışmalar devam ederken, az ilerisindeki alanı kolayca alıyor, yani Galataport ihalesini geçmiş ihalelerde verilen bedellerin çeyreğine tereyağından kıl çeker gibi kazanıyor. Doğan Grubu’nun son dönemki “ufak mızmızlanma”ları; henüz bu gerçeği değiştirmiş değil. Doğan’ın Irak Kürdistanı’nda; Çalık’ın Ceyhan ve Samsun’da petrol ve gaz arama faaliyetleri; yine Çalık grubunun Karadeniz illerindeki elektrik ihaleleri, Ciner ile Koza gruplarının madencilik işleri… Yeni gruplardan sayılacak Demirören grubu da, jeotermal ve madencilik alanlarında etkin… İlk akla gelen örnekler bunlar…

AKP Hükümeti’nin “parlayan yıldızı” inşaat işlerine baksak; zaten hepsi orada… Doğuş’ın İstanbul Metrosu ve karayolu inşaatı projeleri var. Ciner’in karayolu, altyapı ve havalimanı projeleri… Albayrak Grubu da İstanbul Metrosu işinde. Çalık zaten Tarlabaşı, Fener-Balat, Ayvansaray gibi bölgelerdeki kentsel bölüşüm projelerini kapatmış durumda. Türkiye gazetesini yeniden yapılandırıp, “hükümete yanaşan” İhlas Grubu ise, kısa sürede Gaziosmanpaşa Kentsel Dönüşüm Projesi ödülünü aldı. Doğuş Grubu Karaköy’deki Galataport’u alırken, Star gazetesi ve 24TV’nin ortaklarından Fettah Tamince Haliçport ihalesini kazandı. Ciner Grubu Hopa Limanı’nı, Albayrak Grubu Trabzon Limanı’nı halihazırda işletmekte… Bankacılık sektörünü anlatmaya bile gerek yok; Doğuş büyük bankalardan Garanti’nin sahibi; Çalık’ta finans şirketleri var. Elektrik dağıtımından sayaç okumalarına, kapsamlı belediye ihalelerine, hemen her medya grubunun yerel yönetimlerle de ciddi bir ihale trafiği var.

Özgürlük Dünyası’nın uzun oylumlu yazıları ve sayfaları bile yetmiyor, yetmez mevcut holdinglerin faaliyet alanlarını, devlet ihalelerindeki işlerini sıralamaya… Meraklısı medya sahibi holdinglerin “faaliyet alanları”nı ve bu alanların iktidar ile bağını kolaylıkla görebilir. TESEV’in bu konuda her yıl hazırladığı raporlar, oldukça kapsamlı ve aydınlatıcı… Ama, alıntıladığımız faaliyet alanları ve ihaleler ile bile açıkça görülüyor ki; medya patronları iktidara siyaseten değil, aslolarak ticareten göbekten bağlılar. “Zorlama” ile girdik dedikleri medya gruplarının yönetimlerini “işveren vekili” sıfatı taşıyan “Fatih Saraç” gibi “siyasi komiserler”e bırakma karşılığı, holdinglerine zeval gelmiyor, “kurban oldukları Allah verdikçe veriyor!”

Nasıl veriyor; ne veriyor; yine listelere bakalım. Mahşerin dört atlısından biri; NTV grubunun sahibi Ferit Şahenk; Forbes’in 2013 yılı “En Zengin 100” listesine girdi. Hem de 1. sıradan… Aynı listenin 5. sırasında ise Filiz Şahenk var. NTV grubunun yaşadığı büyük değişim ve haberci kıyımı ile; bu listeye girmek arasında nasıl bir bağ olduğunu varın siz düşünün! Aydın Doğan, Turgay Ciner, Ahmet Çalık, Erdoğan Demirören de elbette ilk 100’de yerini alıyor. Şaşırdık mı?

“Medya” sahipliğinin listedeki yeri ayrıca incelemeye muhtaç; ama bir başka gerçek de var ki; en zengin 100’dekilerin 80’i “enerji sektörü” ile ilişkili… Bu sektörün iktidar ile ilişkisinin kaçınılmazlığı da bizi kolayca sonuca götürüyor. Her medya holdinginin istisnasız biçimde enerji sektöründe faaliyet yürüttüğünü zaten söylemiştik.

EL CEZİRE VE TELESUR ÖRNEKLERİ

Elbette “her şey nakit para” olmasa gerek. Biraz da siyasete odaklanalım. Medyanın “ne getirdiği” meselesini siyaseten de görebilmek için; bu kez Arap dünyasından bir örnek çok çarpıcı. 2 milyonu bile bulmayan nüfusuyla Katar Emirliği, küçük bir Körfez ülkesi. 1.5 milyon yabancı işçinin yaşadığı bir petrol ve doğalgaz cenneti… Parası vardı, evet, ama diplomaside varlığından söz etmek bile mümkün değildi. Şimdi, Suriye’den Fas’a bütün bir Ortadoğu coğrafyasında etkili bir aktör olarak öne çıkıyor. Elbette, para gücü önemli, ama yürüttüğü etkin diplomaside bir önemli silahı daha var Katar’ın: El Cezire Televizyonu.

O güne kadar “kapalı” toplumlar olarak yaşayan, devlet televizyonlarını izlemek zorunda kalan Arap coğrafyasında “haber, tartışma” programlarıyla bir anda parlayan bir uydu yayını El Cezire. 1996’da kurulur kurulmaz tabularla uğraşan, tartışılmaz denen şeyleri tartışan El Cezire, büyük bir coğrafyanın “özgün sesi” sayıldı. Tek kanaldan; bir televizyon ağına dönüştü; bu coğrafyada son yıllarda yaşanan her şeyi duyuran bir kimlik kazandı.

Ve şimdi Katar Emiri’nin parasıyla kurulan bu televizyon ağı, Katar’ın diplomatik alandaki en güçlü silahı. Katar da, bölgeye dair yapılan istisnasız bütün planların, tezgahların önemli bir aktörü. Ve evet, büyük oranda medya gücüyle… Emir bu kadarını hesap etmiş miydi, etmemiş miydi; bilinmez. Ama, öze değil, biçime dair yaptığı çıkışların, bütünüyle kapalı rejimlerden oluşan Arap dünyasında ortak dilin de avantajıyla, El Cezire’nin, Katar’ın hesaplarına çok büyük katkılar yaptığı muhakkak. Bölge yeniden dizayn edilirken, Katar’ın küçücük boyundan öte paylar almasında etkisi olduğu da…

Katar’ın bu örneğine, 2005 yılında yayına geçen Telesur’u da eklemek lazım. 2002 yılındaki darbe sırasında “televizyonun politik gücü”nü tersten yaşayarak öğrenen Venezuela lideri Hugo Chavez, hem özel televizyonlar, hem CNN Esponala’nın etki gücünü kırmak için; Arjantin, Bolivya, Küba, Ekvador, Nikaragua ve Venezuela’nın ortak bir televizyon kanalı kurmasına önayak oldu. Kısa sürede bu başarıldı da. Önünde El Cezire örneği vardı; bir de CNN’nin bölgedeki hakimiyetinin yarattığı olumsuzluklar… Felsefe olarak da; “Ticari medyanın yaydığı fikirler ve imgelerle boğulmuş Latin Amerikalılara kendi seslerini geri vermek için kurulan bir proje” fikrine oturdu. ABD’nin kıtadaki özel planlarına karşı; Telesur’un arkasındaki devletlerin lehine bir çizgi izledi, izliyor. Örneğin; Honduras’ta 2009’da yaşanan darbe girişiminde darbe karşıtı yayınları ile dünya ve ülke kamuoyunu doğru bilgilendirmede özel bir rol oynadı.

Katar ve Venezuela’nın “petrol zengini” olmasını “tesadüf” saymadan ve geçmiş dönemlerin “radyo”lu örneklerine girmeden; meselenin anlaşıldığını varsayalım. Evet, medya büyük güç. Hele de kritik dönemeçlerde; kamuoyunu yönlendirme açısından çok etkili. Elbette, her ülkenin, her bölgenin özgün koşulları birbirine benzemez araçlar yaratıyor.

Türkiye’de yaşanan süreci ise neoliberal saldırının ayyuka çıktığı 1980’lerden; finale ulaştığı AKP iktidarına kadar geçen yıllarda medyanın nasıl bir dönüşüm yaşadığı ve vardığı noktayı izlemek; bizi gerçeğe kolayca ulaştırıyor.

MAHŞER GÜNÜ MEDYASI

Dönelim bizim “dört ana grup”a… Posta ve Milliyet’in sahibi Demirören’i de eklersek; “muhteşem 5’li”ye… AKP iktidarının açıkça “darbe girişimi” olarak ilan ettiği iki kritik noktada; Gezi direnişi ve 17 Aralık süzgecinde; “anaakım”ın haline bir kez daha bakalım…

Ya da bakmayalım… Televizyonların kritik üç gündeki suskunluğu zaten her şeyi özetliyor. Sonra devreye girdiklerinde yaptıkları yayıncılık, maniplasyon dışında hiçbir öge taşımıyordu. Gazeteler ilk günden daha net bir tutum aldılar. “Zello”lu başlıklar, Geziciler’e atfedilen suçlamalar, yalan üstüne yalan ile dönen karapropaganda…

Bütün bu süreçlerde habercilik ilkelerini falan boşverin, en temel insani duruştan uzak bir medya gerçeği ile yüzleştik. Olası bir “devrim anı” refleksi verdi, tüm sermaye medyası… Bu bizim için ne yeni bir durumdu, ne şaşırdık. Aslına rücu eden burjuva medya, her gün azar azar, çaktırmadan yaptığını; bir anda tüm gücüyle yaptı. Zamane deyimiyle “aduket vuruşu”, biraz daha eskilerin deyimiyle “altın vuruş”. Sanki; yıllardır bu ana hazırlanıyor gibiydiler. Ve tarihin o “mühim” anı geldiğinde, en küçük bir tereddüt göstermeden gereğini yaptılar. Az sayıda gazeteciyi saymazsak, kadro yapıları, mekanizmaları da buna hazırdı.

Elbette, gündüz o lağım çukurlarında çalışıp, gece halkla birlikte direnen gazetecileri görmüyor değiliz. Ama sermaye medyası gerçeği bu işte… Biz ne kadar anlatırsak anlatalım; bir gecede çok daha fazlası görünüyor olabiliyor. Oldu da.

O kadar yatırımın, “zoraki” patronajların, mülkiyet gerçeğinin bir nirengi noktası varsa, o an 31 Mayıs gecesiydi… Hayat Televizyonu ekranında, kanalları tek tek gezip ne yayınladıklarını gösterirken, aslında o mülkiyet yapısına mercek tuttuk biz. En günlük sözcüklerle “medyanın ekokomipolitiği”ni gösterdik, anlattık… Gayrı ne yazsak gereksiz aslında ya; “söz uçar yazı kalır” diye not düşüyoruz tarihe… Mesele sadece bir “iktidar ve iktidar baskısı” olarak algılanmasın; asıl gerçek gündelik siyasetin algısı içinde yitip gitmesin diye…

“Yandaş medya” gerçeğinin “misyon” gazeteleri, “siyasi görüşler” vs.. ötesindeki “burjuva medya” gerçeği çok berrak. Basın tarihinin her kritik noktasında aynı tutumu aldı bu “anaakım”. Mesele, ne salt AKP, ne hükümet ihaleleri gerçeğiydi çünkü… Ne 12 Mart’lar, ne 12 Eylül’ler; ne isyanlar, ne grevler, ne 15-16 Haziran’ların değiştiremediği gerçek bu.. Hoca Nasrettin’in “parayı veren düdüğü çalar” hikayesi kadar basit ve anlaşılır… “Mühür kimdeyse Süleyman odur” kadar berrak… Aynı tek ideolojinin, aynı tekçi refleksi…

Ve onun “gözükara” kahramanları… “Marka” değeri diye anlı şanlı laflar edip, yarattıkları “haber” markalarını bir gecede çizip atacak kadar gözükara… Medya yatırımları zaten “mühim kâr kapıları” olmadığı için kolaylıkla riske atılıyorlar. Zaten tam da o iş için girilmedi mi bu sektöre…

Hani biz teşbihi “Hayat Televizyonu tek bir gece için kurulmuş olsaydı eğer, o gece 31 Mayıs gecesiydi” diye kuruyorduk ya; işte tam o hesap… “Bütün bu yatırım, ihale düzeni tek bir gece için kurulmuş olsaydı, o gece 31 Mayıs’tı, bütün Haziran direnişiydi”… Elbette karşısında durmak üzere…

İster kişisel, ister kurumsal olsun, “show must go on” diyen Amerikan felsefesinin  “onursuz” savaşçılarının özleriyle buluştukları an… Bize düşen; “bir gazeteciden yağdanlık yaratan bu karanlık” düzene şaşırmak değil asla. Mustafa Alp Dağıstanlı’nın, Mustafa Hoş’un, Derya Sazak’ın son dönem gazeteciliğine dair tanıklık kitapları elbette çok değerli bilgiler içeriyor. Tek meselemiz “kötü, onursuz gazeteciler” olsaydı eğer, ne çok şey öğrenirdik sahiden… Ama değil. O da önemli, ama meselenin özü o değil.

28 Şubat’ın; Kürt savaşının orta yerinde birer “devlet abidesi” olarak dikilmiş gazetecilerin ardından “methiyeli gözyaşları” döküyor kamuoyu hala… Ne demekse “kamuoyu”! Bugün öğrendiklerimiz kadar, dün unuttuklarımız oldukça, “sermaye-kapitalizm” gerçeğini bir kenarda unuttukça, ne anlamak mümkün, ne değiştirmek!

“Sizi üzdük, Milliyet’i satmaya hazırım” diyen gazete patronları, ne olursa olsun “Milliyet”in marka değerinin düşmeyeceğine güveniyor. Düşmüyor da… Ne Habertürk, ne NTV, ne CNN Türk izleyici kaybına uğramadı. Gazetelerin tirajı düşmedi. Ve emin olun, “Geziciyim” diyenler, öyle hissedenler hala en büyük “medya tüketicisi” konumunda.

Ve iktidar, “Ey medya…” temalı çığlıklarla “yeniden imaj üretimi” değirmenine su taşıyor. En kritik günlerde “açık” destek verenler, gazetecinin, yazarın olmadığı yerde “Abdurrahman Çelebi” kılığında “muhalif” pozlar veriyor. Çünkü, burjuva medya her zaman lazım, çünkü şov devam etmeli…

“MUHALİF KALELER” PEŞ PEŞE DÜŞÜYOR MU?

Son aylarda “muhalif” sayılan medya cenahının da hem ekonomik, hem siyasi krizlerle zor günler yaşadığı muhakkak… Gezi’den sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözüne kolayca ikna olan yığınlar da şaşkın bu yüzden…

Oysa kazın ayağı hiç öyle değil; ve bu Haziran Direnişi’nde de çok berraktı, görmek isteyene… Örneğin, “direnişin medyası” diye Halkevleri gibi kurumların dahi ödül vermekten çekinmediği Halk TV gerçeğinin bugün evrildiği yer çok şey söylüyor. “Emekli burjuva politikacılar cenneti”ne dönüşmüş ekranı da; örneğin Lice’deki kalekol eylemleri konusunda açık “provoke edici” sistematik yayıncılığı da gözden kaçmamalı. Siyaseten ve ekonomik olarak Halk TV’nin arkasındaki gücün; anlık, günlük politik çıkarları, ittifak ilişkilerinden bağımsız ele alabilir miyiz; bu gerçekleri? CHP-MHP “çatısı”ndan azade midir; son aylara damgasını vuran yayıncılık anlayışı… “AKP karşıtı” olduğu muhakkak; ama ekonomik ve politik açıdan sistemin neresinde sayacağız Halk TV örneğini? Soru bu!

Ya da “büyük iddialarla yayına başlayan Karşı gazetesi niye iki ayda kapandı?” diye sorduğumuzda; karşımıza sadece ekonomik gerekçeler mi çıkar mesela? Bir aylık maliyeti bile hesaplayamayan bir “tekstilci patron” meselesi mi sadece? Kulislerde konuşulan patronajın “mezhepsel cemaaat ilişkileri”ni yok mu sayalım? “Cemaat ile hükümet ve hatta İran ile Hükümet arasındaki yeni durumun gereklilikleri” ile hiç bağı yok mu, bu kapatma kararının… Gezi sonrası “küçük sermaye”ye dayanan ve daha çok “AKP karşıtı çizgili” bazı televizyonların sadece aylar süren yayın hayatlarını da not düşelim… Not düşelim ki; “muhalif”, “direniş medyası”, “alternatif” falan gibi sıfatlarla anılan pek çok gazete ve televizyonun; bu sermaye düzeni içinde “kapanma ile çizgi savrulması” arasında geçen kısa ömürlerinin arkasındaki büyük resmi görebilelim…

Holding medyası içinde olsa da, bazılarının “yayın çizgisi itibariyle muhalif” de sayabildiği Radikal’in kapanması (dijitale geçtik göz boyaması inandırıcı değil elbette) benzer süreçlerinin ürünü değil mi? “Sol bir gazete” vurgusundan, İslamcı bir yayın yönetimi ile tuhaf çizgilere savrulan “kararsızlık”, aslında “siyasi” ve “ekonomik” nedenlere dayanmıyor mu? Bundan önce adı geçenlerden çok farklı bir örnek elbette; ama yakın dönemde kapanan Sol gazetesinin; Evrensel ve Birgün gibi kalıcı olamamasının ardında dahi “ekonomik durum” kadar; “siyasi gerekçeler” yok mu? Yani; medya söz konusuysa iş önünde sonunda gelip “siyaset”e dayanıyor; tüm başlangıçlar ve bitişler bir biçimde “siyasi” kararlara dayanıyor. Son günlerin moda tabiriyle, medya işinin fıtratında siyaset var!

YA BİZ NE YAPACAĞIZ?

Tüm bu tablonun elbette; bir de işçi sınıfı cephesi var. İşçi sınıfının gazetesi ve televizyonu da; tıpkı büyük burjuva medya patronları gibi; bu işe “zoraki” girdi aslında! Zaten kıt kanaat mücadele olanaklarını; ileri teknoloji ve para isteyen televizyon gibi, her gün her gün büyük zorluklar içinde çıkan gazete gibi araçlara ayırıyorsak, başka çaremiz olmadığından… Gerçeğin kıyısına bile ulaşmanın başka yolu kalmadığından. İster “mahşerin dört atlısına karşı bir eşek inadı” deyin buna; ister burjuva sistemin “yasama, yürütme ve yargı”nın yanında “dördüncü kuvvet” saydığı medyaya karşı sınıfın gerçek bir “kuvvet”i…

Mecburuz. “Başbakan’ın ailesini tanıdığı için yazma hakkına kavuşuveren Nagehan”lar kadar, uzun mesailerde hayat kavgası veren tekstil işçisi kadının da yazma hakkı olduğu için mecburuz. Ufku “beş yıllık geliri” kadar olan Rasim Ozan Kütahyalı’lar kadar, Tuzla tersane işçisinin de ekranda kendini anlatma hakkı olduğu için mecburuz. Siz geliştirin listeyi; bilim insanlarını, sanatçıları, mühendisleri, öğrencileri, emeklileri, Kürtleri, Alevileri, ateistleri… Nerede sesi, sözü kısılan bir işçi, bir emekçi varsa ekleyin ucuna.

Akademide “Rıza imalatı” diye tartışılan; Göbbels’ten bu yana “propaganda” diye üretilen ne varsa, karşısında halkın, halkın siyasetçilerinin sözü olabilsin diye mecburuz. “Gücü özgürlüğünde” sloganını kullanma pişkinliğinin karşısında, emekçilere bağlılığını açıkça beyan eden gazetecilerin var olabilmesi için…

Dünyayı “iyi-kötü” diye ayıran ying-yang felsefesinden gelmiyoruz, “aydınlık taraf-karanlık taraf” zıtlığından bilimkurgu çıkaran Star Wars’ta hiç değiliz. Evet, her madalyonun iki yüzü var. Çünkü, tarihi “ezen ve ezilenlerin mücadelesi” belirliyor.

Çünkü, hala “iki sınıf var ve birinden değilsen, öbüründensin…” Gazeteci de olsan, televizyoncu da, bu gerçek değişmiyor. İki sınıf var! Bu düğümü çözmenin bilinen tek anahtarı da “mülkiyet” ilişkilerinin sorgulanmasında. Medyaya “sahibinin sesi” diye ayar vermek tamam da; “sahibin kim?” diye sormakta da beis yok. Gezi’nin cafcaflı günlerinde geniş bir yelpazede yayın yapan “direniş medyası” listeleri “eyvallah” da; bir de mülkiyet kriterleriyle bakmadan, ait olduğu sınıfı orta yere yermeden tartışalım. “O gazete bu reklamı almış; şu televizyon böyle demiş, öbürleri şunu yapmış” şaşkınlıklarından kurtuluruz o vakit. Hükümet karşıtı olmak ile, sistem karşıtı olmanın aynı şey olmadığı gerçeğine yaklaşırız. O zaman, gazeteciliği “iyi gazeteci-kötü gazeteci” makası dışında da sorgulayabiliriz belki.

Daha özele inersek; işçi sınıfının gazetesi, televizyonu ve hatta dergileri için aynı durum geçerli. Basit bir eğretileme ile; “en zengin 100” listelerindeki patronlara ait bir medya ile mücadele ediyoruz. Enerji, madencilik, inşaat başta olmak üzere pek çok sektörde yatırımı olan holdinglerin medyası ile mücadele ediyoruz. Doğrudan sahibi olan burjuvalar dışında; bir sınıf olarak burjuvazinin yakın ve uzak çıkarlarından başka bir derdi olmayan bir “hakim medya” gerçeği ile mücadele ediyoruz. Mülkiyet ilişkisinden reklam ilişkisine, kültüründen sanatına, siyasetinden toplum mühendisliği çabalarına; koca bir sınıf var karşımızda ve bu sınıf epeydir iktidar! Epey de tecrübe biriktirdi. Sormamız gereken, tüm bu mülkiyet ilişkileri ve medya yapısı içinde; işçi sınıfının sesi soluğunun var olma biçiminin düzeyi…

Herhangi bir medya grubunun bağlı olduğu holdingin şirket listesini alın, koyalım önümüze; sonra soralım; bu sektörlerde, bu fabrikalarda işçi sınıfının örgütlenme düzeyi ne? Sonra soralım; buralardaki işçilerin “mülkü kendilerine ait” olan gazete ve televizyon ile ne düzeyde bir ilişkileri var? Haber akışından, maddi manevi olanaklara, yazı mektup göndermekten yazılanı çizileni günlük hayatın parçası haline getirmeye; çok yönlü değerlendirelim bu ilişkiyi…

Sınıfa karşı sınıf; sermaye medyasına karşı sınıfın medyası; diyeceksek eğer, bu sorgulamalardan alnımızın akıyla çıkabilmemiz şart. Bunu yapabildiğimizde, tüm medyanın tüm bu mülkiyet ilişkilerinin orta yerinde, bambaşka bir “mülksüzler medyası” güçlü biçimde yükselebilir. Yoksa; “karşı taraf”ın analizlerini ortaya koyar; sistemin ipliğini pazara çıkarır; ve yolumuza devam edebiliriz. Yürüyecek bir yol bulabilirsek.

Hannibal’ın Roma’ya yürürken dediği gibi, “ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız”… Açtığımız bir yol var ne mutlu; bulduğumuz, yürüdüğümüz yollar var. Ve artık bu yolların daha ileriye götürmesini, hedefe yaklaşmayı istiyoruz.

Siz o vakit görün, “mahşer”i de, “mahşerin dört atlısı”nı da… “Devrim televizyonda yayınlanmayacak” diyenleri Gezi direnişinde yalancı çıkardık ne mutlu ki… Şimdi; “mahşerin dört atlısı”na karşı; varsın “bitli piyade” saysınlar da bizi birlikte başarabiliriz, başaracağız, başarıyoruz. Tarih, o “bitli piyade”nin; yani insanın zaferleriyle dolu.

#direngeziparkı

Bu başlık tesadüfi değil. 31 Mayıs gecesi dakikada 3 bin twit atıldı; dünyanın geri kalanından daha fazla twit attı bu ülke. “#direngeziparkı” da en yoğun kullanılan etiket olarak tarihe geçti. 29 Mayıs’ta 1 milyon 800 bin civarı seyreden aktif Türkiyeli kullanıcı sayısı; 10 gün içinde 10 milyona yaklaştı; 31 Mayıs-6 Haziran haftası 91 milyon 377 bin Türkçe twit atıldı. Sadece 1 Haziran günü 19 milyon olan twit sayısı, ertesi günlerde 10 milyon civarında seyretti. AKP Ar-Ge Başkanlığı bile dakikada atılan twit sayısını 3 bin olarak duyurdu. Tüm ay boyunca en fazla kullanılan etiket ise, yazıya da başlığını veren “#direngeziparkı” oldu.
Hal böyle olunca, son yıllarda tartışılan “sosyal medya devrimi” gündemi de daha bir belirgin oldu. Arap ülkelerinden ya da Batı’daki “Occupy” eylemlerinden “anlaşılmaya” çalışılan olguyu, bizzat yaşayarak gözlemlemiş olduk.
10 yıl önce birkaç yüz bin civarında olan Mısırlı internet kullanıcısı sayısının, bugün 17 milyonu aşmış olmasının da bir anlamı olmalı. Tunus da ha keza öyle. 2000 yılında 100 bin iken; bugün 3,5 milyon kişi internet kullanıyor.
Ne ifade eder? Bir “intihar”ın ardından iki buçuk yıldır devam eden toplumsal hareketlerin, bir iki “sosyal medya sitesi” ile başladığına mı inanmalıyız? Ya da, “Bunlar boş işler” diyen kalmadığına göre; “Ne var yahu, sadece yeni bir olanak işte” diyenlere mi tav olacağız? “Sosyal medya” neyi değiştirdi? Soru bu! Ne değişti; ne kadar değişti; biz de değişmeli miyiz? En azından biraz…

GERÇEK DEVRİMCİDİR!
Başka türlü de soralım: Gerçeğin devrimci olduğuna kuşku yok; öyleyse bizi gerçeğe yaklaştıran araç, aynı zamanda “devrim”e mi yaklaştırıyor? “Kitle iletişimi”ni ifade eden “communication” sözünün Latince kökeninin, aynı zamanda “communism”in de kökü olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Ortaklaşma… Hangi aracı kullanırsa kullansın; doğru ellerde “kitle iletişimi” bizi işte buna yaklaştırıyor, ortaklaşmaya…
İşçi sınıfı devrimlerinde “gazetenin rolü” üzerine yazılmış onca külliyatı yinelemeye gerek yok… Bu işin “besmele”sinin bir yayın organı çıkarmak olduğu, sosyalizm mücadelesinin alfabesinde var. Sadece sosyalizm mi? Tarih boyunca nerede bir isyan olduysa, önce “iletişim” aracına ihtiyaç duydu. İster Sparaküs isyanlarının “koşan haberci”lerini düşünün; isterse el koydukları matbaalarda bildiri basan 1848 devrimcilerini… Ekim Devrimi’ni telgraftan, gazete matbaalarından azade anlatabilir miyiz?
Elbette hayır! Ekim Devrimi için “telgrafla yapılan devrim” demek ne kadar saçmaysa; bugün “twitter devrimi”, “facebook isyanı” demek de o kadar saçma… Peki ya gazete? Ekim Devrimi için, “Pravda ve irili ufaklı pek çok Bolşevik gazetenin eseridir” desek; yanlış olur mu? Elbette olmaz. Bloglardan, haber sitelerine; twitterdan facebook’a en geniş haliyle “internet medyası”nı nereye koyacağız bu örnekte?
İşte tartışmamız gereken bu!
Son birkaç yıldır “uzakta bir yerlerde olan biten” olarak tartışılan şey, Gezi Direnişi sonrası artık mücadelenin tam ortasında. Telgrafın getirdiği kolaylıklar vardır; ama sosyalist literatürde periyodu ne olursa olsun “gazete”nin yeri elbette apayrıdır. Şimdi; yıl 2013’te, bu literatürü okurken; “sadece gazete” olarak mı okuyacağız; yoksa “kasıt her türlü kitle iletişim mecrasıdır”dır diye revize mi edeceğiz? İkinciyi yapsak “gazeteye ihanet”; ilkini yapsak “muhafazakar” mı sayılacağız? Bu karmaşık denklemi; ne yapacağız?

GERÇEĞİ CEBİNDE TAŞIMAK
Önce Arap dünyasına bakalım… Çok uzun süredir ağır baskı koşullarında yaşayan, diktatörlükler altında en temel haklardan uzak yaşayan Arap halklarının kitlesel ve yaygın isyanı herkesi şaşırttı. Diktatör ve onun medyası dışında; haber almak için “çok çok sınırlı” olanaklara sahip Arap halkları bir süredir “yeni bir durum”u yaşıyordu zaten.
Dünyanın “o diktatörün konuşmalarındaki gibi olmayabileceği”ni; konuşmanın, tartışmanın, farklı fikirlerin kapısını aralamıştı. Küçük ve zayıf Katar devletinin bir “diplomatik atak” olarak başlattığı El Cezire kanalı; bütün Arap dünyasında kolayca benimsendi bu yüzden. Kendi dilinde “yeni şeyler” duydu Arap halkları… Katar Emiri’nin çıkarlarının izin verdiği kadardı gerçi, ama bu bile yetti “El Cezire Olayı” yaratmaya…
İnternetin yaygınlaşması da onun üzerine geldi. Önceden gerçeğin kırıntısına bile büyük sıkıntılarla ulaşanlar, “gerçeği ceplerinde taşıma”ya; daha öteye geçerek yaşadıkları şiddeti kaydetmeye, anında bütün dünyaya ulaştırmaya başladılar. Dünyanın neresinde olursanız olun dilediğiniz an Tahrir’in canlı görüntüsüne ulaşabildiğiniz bir denklem kuruldu. Sonuçta, “bir askeri darbe”yi de televizyondan canlı izler hale geliverdik… Darbe gerçeği değişmedi; “izleyici” olabilme ihtimali çıktı ortaya!
Farklı “dünyevi” amaçlar için kurulmuş Facebook, Twitter, Youtube, Dailymotion gibi sosyal paylaşım sitelerinin “farklı anlamlar”ı vardı artık. Halkın alttan alta kabaran öfkesi, sokağa taştığında “birleştirici” bir rol de taşıdılar. Elbette, en ağır diktatörlük koşullarında dahi direnen devrimci örgütler vardı ve direniyorlardı. Yeni pek çok örgüt de kuruldu. Ve onlar da; bu yeni “olanak”ı kullandılar.
Önce internet kesildi; yerini GSM şebekelerinin kısa mesaj servisleri aldı, onun da fişi çekildi. Ama bir kere “kuş” yuvadan uçmuştu. Yan yana “yalnız ve umutsuz” olan kitlelerin, “aslında yalnız olmadıkları”nı keşfetmeleri, yepyeni olanaklar doğurmuştu çoktan…

CEPTEN DİRENİŞ ÇIKAR MI?
Elbette, Arap isyanlarının da, Gezi Direnişi’nin de uzun yıllara yayılan pek çok nedeni var. “Kendiliğinden” patlamış olsa da, arkasında uzun bir mücadele tarihi var. İktidarın baskısı var; geçmiş “yanlış mücadele hatları”nın eleştirisi var… Bizim burada tartıştığımız, “iletişim araçları” açısından direniş süreçleri… Vurgular haliyle bu alana…
İngiliz politikacı Gordon Brow’un “Twitter çağına denk gelseydi, Ruanda katliamı olmazdı” sözü doğru olabilir mi mesela? Ya da, hiç örgüte ihtiyaç duymadan twitter’dan bir isyan hareketi başlatılabilir mi?
Bazı “heyecanlı”ların “olabileceğini söylediği”nin farkındayız. Peki gerçek bu mu? Kayseri’de oynanan final maçı öncesi “34. dakikada slogan atılacağı” bilgisi sosyal medyayı salladı epeyce. Ancak, 34. dakika geldiğinde olan sadece hayal kırıklığıydı. Maçı yerinde izleyen gazeteciler, “burada kimsenin haberi yok” diyordu. Nasıl olabilirdi bu? Sosyal medyayı sallayan bir “eylem”den haberi olmayan onbinlerce izleyici?
Bir başka olayda; sosyal medyada günlerce “milyonlarla yeniden Taksim’e çıkılacağı” bilgisi dolandı durdu. Taksim Dayanışması “Kimseye gitmeyin demeyiz, ama bizimle ilgisi yok” dedi; çağrının kaynağı bir türlü bulunamadı. Yine de çok sayıda kişi tarafından paylaşıldı bu bilgi. Sonuç; birkaç yüz kişi, ufak çaplı bir eylem için toplandı. Tersinin doğru olduğu onlarca örnek de gördük elbette… Neydi fark?
Lenin, devrimleri “örgütlü kitlelerin eseri” olarak nitelerken; elbette telgrafı da, gazeteyi de biliyordu. Bugünün devrimcisi de, devrimleri “örgütlü kitlelerin eseri” olarak tanımlarken; dün olmayan televizyonun da, sosyal medyanın da farkında… Gerçeğin özünün değişmediğini her olayda açığa çıkıyor. Ne Tunus devrimi sadece “bir facebook olayı”ydı; ne Mısır’da Mübarek’i twitter yıktı. Ama, Tunus’ta Bin Ali faşizmine direnenler, Mısır’da özgürlük için sokağa çıkanlar, yeni tanıştıkları bir aracı kullanmayı bildiler.
Gezi Direnişi günlerinde bizim yaptığımız da buydu. Birkaç “küçük kanal”ın günlerce süren yayını “televizyonun sadece televizyon olmadığını” ve “devrimin televizyondan yayınlanabileceğini” gösterdi. İnternet medyası da, bir fikrin, bir isyanın, bir çağrının nasıl kısa sürede milyonlarca insanı harekete geçirebileceğini anlattı bize. Elbette, ‘eski’ usül haberleşme teknikleri de kullanıldı; ama hiç kuşku yok sermaye medyasının tamamen sustuğu noktada, belirleyici olan internet medyasıydı…
Gezi Direnişi’nde yaşadıklarımız; verili tartışmayı bir üst boyuta taşıdı. Kitle iletişimciler ikiye ayrılmış durumda; “iyimserler” ve “kuşkucular”. İyimserler, söyleyiş tonları farklı olsa da “sosyal medyanın değiştirici özelliğini” ısrarla vurguluyor. “Eski” ilan ettikleri gazetelerin beş on yıla biteceğini ilan ediyorlar. “Kuşkucular”, “eskinin bittiği” yaklaşımına karşı temkinli; sosyal medyanın “değiştirici gücü”nün abartıldığı fikrinde… Bu tartışma daha çok su götürür; tarafları devam etsinler. Biz de izleyelim…

VARDİYA ARASI TWİTTER
Ama bizim asıl meselemiz başka? Biz; yani mücadelenin bizzat içinde olan; tarihi insanlık tarihi kadar eski bir geleneğin sürdürücüleri… Biz ne diyeceğiz? Düne kadar; “klavye devrimciliği”, “masabaşı olmuyor bu işler” diye küçümsenen alanın, politik etkilerinin vardığı boyut ortada. Mücadelenin en “kızıştığı” anda; stratejik açıdan üstlendiği rol de ortada… Geçmiş deneyimlerde “suskunluk suikastı”nı başarıyla kullanan egemen sınıflar; açıkta gördük ki bu kez beceremediler.
Klavye ile yapılacak işler olduğu, yeni nesil cep telefonlarının sahiden “akıllı” sıfatını hak ettiğini görmek çok zor değil. İster revirdeki bir ilacın karşılanması gibi çok pratik bir sorun olsun karşılaşılan; isterse “Duran Adam” gibi karamsarlığı dağıtan tek kişilik bir eylemin duyurulması olsun… Ya da iktidarın propagandasına karşı, ikna edici “tek bir slogan”ın bir anda yaygınlaşması diyelim… Her adımda; sosyal medyanın etkisi kendini kanıtladı.
İşçi sınıfı devrimcilerinin, herhangi bir teknolojik ya da bilimsel gelişmeye “refleks” olarak karşı çıkması düşünülemeyeceğine göre; vardığımız noktada “dün”kü gibi tartışmamız gerektiği çok açık. Örneğin evrensel.net’in toplu sözleşme süreci ile girdiği bir haberi 10 dakikalık çay molalarında ya da buldukları ilk fırsatta telefonlarından okuyabilen bir işçi sınıfından söz ediyoruz. Mail grupları kuran, facebook sayfaları oluşturan, twitter’dan dertlerini anlatan bir işçi profili gelişiyor. Haberleşiyor, konuşuyor, tartışıyorlar.
Tüm bunlar “anında” olabiliyor. Ne haftalık dergi, ne günlük gazete ve hatta televizyonun bu hıza yetişmesi mümkün değil. Kurulu tüm süzgeçleri, “iktidar odakları”nı da devre dışı bırakan bir doğrudan iletişim biçimi bu.
İşçiler de, gençler de, kadınlar da, üretici köylüler de… Her toplumsal kesim içinde giderek yaygınlaşan araçlardan söz ediyoruz. “Durağan” zamanda eften püften işlerle uğraşan sayfaların, “twitter kişileri”nin, blog’ların; direniş anında nasıl birden “direniş medyası” haline gelebildiğinin canlı tanığıyız…
Uzak mesafelerin kısaldığı, dünyanın öbür ucundaki işçiyle dahi iletişim kurmaya, ortaklaşmaya; ve hatta “aynı patron”a karşı mücadele etmeye olanak sağlayan bir haberleşme ağı karşımızdaki. “Küresel köye dönüşen dünya”nın tellalını, doğru biçimde kullanıp; sınıfın hizmetinde bu araçtan yararlanmak fazlasıyla mümkün…

ÇATIŞMA MI; BİRLEŞME Mİ?
Gezi’den kalkıp tartışıyoruz; bir de öbür taraftan bakalım yaşananlara… Kuşkusuz sınıf mücadelesi “kitle iletişim olanakları” ile ilk kez tanışmıyor. Doğduğu andan itibaren bu araçlarla birlikte gelişti sınıf mücadelesi… Ve bugün; “eski medyanın, bilhassa da gazetelerin erkenden cenaze namazını kıldırıldığı” bir durum mu yaşıyoruz?
Egemen medyanın ipliğinin pazara çıktığı konusunda hem fikiriz elbette. Gençlerin aynı zamanda “geleneksel mecralarla da vedalaştığını ve artık sadece internette olacağını düşündüğünü” söyleyenler bizim saflarımızda da az değil. “…paradigma değişti. Eski için artık kurtuluş yok. Bitti” diyebiliyor bir köşe yazısı…
Tartışma anlamlı… Önemli. Ama gerçek böyle mi sahiden? Hâlâ kaldı mı bilinmez ama, medya konusunda bir uçta “yenisi fasa fiso” diyenler varsa; diğer uçta “eskisi öldü bitti” diyenler var. “İki uç” tartıştıkça da, kafalar daha bir karışıyor; uçlarda “saflar sıklaşıyor”, ama orta yerde geniş yığınlar yaşayarak öğrenmeyi sürdürüyor.
“Eski” ve “yeni” denilen kitle iletişim araçlarının bir arada yaşadığı kesin; ancak “çatıştığı” fikri meselenin bütününü görmekten uzak. Devrimin tarafındaysanız; “eski” ve “yeni” denilenlerin bir arada “yepyeni” olanaklar yaratabileceğini görmek zor değil. Örneğin “eski” sayılan bir sınıf gazetesinin web sitesi; daha dinamik bir çizgiye oturduğunda, sosyal medyadaki kurumsal hesapları işler hale geldiğinde güçlendiren, geliştiren bir rol oynayabilir. Benzer biçimde, sosyal medyanın geniş haber ağı; fotoğraf, haber, video ulaştırma olanakları bir günlük gazeteyi bambaşka bir gelişkinliğe taşıyabilir. Taşıyor da; Hayat Televizyonu’nun direniş yayını; büyük ölçüde twitter’dan, youtube’dan beslendi; aynı zamanda twitter’ı, youtube’u besledi… Yıllardır söylenegelen “işçi muhabirliği”, pek ala sosyal medya üzerinden daha geniş örgütlenme olanakları bulabilir. Gezi direnişinde buldu da… Akıllı telefonlarla çatışan sokağın ortasından canlı aktarılan görüntüler; örneğin bir fabrika direnişinin içinden nasıl görsel bir gerçeklik aktarabileceğimizi gösterdi. Örnek çok, kullandıkça öğrenen insanlar da her geçen gün artıyor… Biz, egemen medyanın, burjuva medyanın “iç tartışmaları”yla aynı eksenden yürümek zorunda değiliz. O cenahta yaşanan çatışma, bizim için “yeni bir birleşme” ve “birbirini güçlendirme” işareti olabilir. Yeter ki; iletişim ile mücadele arasındaki bağ; doğru biçimde kurulabilsin.
Kitle iletişim biliminin “uzmanlar”ı, pek çok yönüyle bu meseleyi akademik açıdan tartışadursunlar, biz de izleyelim; düşünelim… Asıl mesele “sokağın, fabrikanın, hayatın meseleyi” nasıl çözdüğünde… Halkın mücadelesinin neresinde, ne kadar yer tutacağı ve bu mücadelenin içinde nasıl biçim alacağı, mücadeleye nasıl biçim vereceği… Son birkaç aydır yaşananlar; “hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı”nın kanıtı… Ama öte yandan da; akademik tartışmaların da, eskisi gibi süremeyeceğinin epeyce emaresini içeriyor.

İNTERNET ÖZGÜR MÜ?
Elbette, her konuda olduğu gibi, sosyal medya ve internet konusunda da ana sorunlardan biri mülkiyet. İnternet kimin? Twitter’ın, facebook’un sahipleri kim? Hadi siteler ve ağların sahiplerini ve bunu ticari olarak yaptıklarını biliyoruz; peki internetin omurgası kimin? Suyun başını kim tutuyor? Gezi Direnişi’nin başında egemen medyanın  “fişini çekenler” ile Tahrir Direnişi’nde sosyal medyanın fişini çekenler; aynı mülk sahibi mi? Uzun sözün özü; internet ne kadar demokratik olabilir, bu mülkiyet denklemi içinde…
“Dünyanın sahibi kim?” sorusuna paralel bir yanıtı var “İnternetin sahibi kim” sorusunun… Amerikan devleti ve sermayesinden başlayarak; aşağı doğru “küçük dilimleri” yerel iktidarlar ve burjuvalarla paylaşılan bir sistem internet. Ve haliyle “sosyal medya” da diyeceğimiz ağlar da aynı denklemin içinde var olabiliyor, yine sermayeye bağlı olarak. Çin kendi “internet evreni”ni yaratmaya çalışarak, hem ticareten, hem siyaseten “risk”i ortadan kaldırmaya çalışıyor. İran yurttaşlarının bağını keserek, sorun çözüyor! Açıktan olmasa da, paranın ve iktidarın gücüyle internet üzerindeki yasakların dünyanın her yerinde şu ya da bu biçimde varlığını sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Şu an hiçbir “sorun” gözükmese bile; böyle bir “güç” olması bile başlı başına interneti antidemokratik kılıyor… İnternetin demokratikleştirilmesi talebini son dönemlerde daha sık duymamızın nedeni de bu.
Çünkü; bütün sorunlu alanlarına rağmen; internet dizginlenmesi zor bir alan. Tarihin bir döneminde “hızlı koşan haberciler”i öldürerek, telgraf tellerini yok ederek, telefonları devredışı bırakarak, matbaaları basarak yakarak yok etmeye çalışan “iktidar” zihniyeti, bugün “erişim engellenmiştir”e çaresizce sarılmakta… Fakat, çoğu kez çaresiz kalmakta.

SINIF ÇATIŞMASININ İÇİNDE
Tüm bu gelişmeler, interneti ve sosyal medyayı kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesinin bir parçası yapıyor. Bu nedenle, tartışmayı “işçi sınıfı devrimcileri sosyal medya kullanır mı?” gibi yanıtı çoktan verilmiş sorularla sürdürmenin manası yok. Yanıtı sadece “internetin sağladığı olanakların kullanılması” ile sınırlamak da yetersiz.
Önümüzde kitle haberleşmesinden bankacılığa, askeri teknolojiden günlük hayata her alanda etkili bir “iletişim ağı” var… Dünyayı saran böyle bir “ağ” her haliyle; sınıf mücadelesi gündemiyle birlikte tartışılır, tartışılmalıdır. İnsanlığın yarattığı bu önemli teknolojik değerin; “sahibi” görünen burjuvalara ya da emperyalist devletlere “terk” etmenin manası yok. İyi olan her şey gibi, insanlığa aittir internet… Sosyal medya da öyle…
Milyarlarca insanın kişisel verilerini yedekleyen bu sistemlerin; öncelikle bu insanların haklarını koruyacak şekilde düzenlenmesi de önemli bir talep… Trakya’nın bir bölgesindeki fabrika patronu, alacağı işçinin “facebook” hesabını inceliyorsa; twitter’da paylaşılan bir twit işten atılma nedeni oluyorsa; zaten başka türlü konuşamayız bu meseleyi…
Hayat, bazı tartışmaları bizden önce tüketiyor ve bize yeni durumları öngörüp, ideolojik bir yaklaşım geliştirmek kalıyor. İnternet, karmaşık yapısı, çok merkezli hali ve “insan”a duyduğu ihtiyaçla; “kullanılma”ya fazlasıyla müsait bir alan…
Ve bugün çok daha ileriden ciddi tartışmalar yürütmek varken; “sosyal medyanın önemi”; “yeni gazeteciliğin öbürünü öldürüp öldürmeyeceği” türünden kısır tartışmalara boğulma hali bir “sendrom” olarak sürüyor.

HAYAT NEYSE…
Sosyal medyayı bir kurtarıcı olarak görmek elbette imkansız. Ne geçmiş dertlerimizi çözecek; ne bizi özgür kılacak. İnternet ile sınırlı düşünmeyip; teknolojik ilerlemenin toplamını düşünürsek; bugünlerdeki popüler tartışmayla belediye otobüslerini “kaydetmeyi” planlar hale geldi. Bir yandan iletişim olanakları bize “özgür” hissettirirken; her yanımızı kuşatmış bir “korku” toplumunun içinde yaşıyoruz.
Twitter bize istediğimizi yazma özgürlüğü veriyor gibi görünse de; tüm fikir ve bilgilerimizin “kaydedildiği” ve gerektiğinde paylaşılabildiği bir “fişleme” mekanizması… Karşıtlar bir arada yaşıyor; bir arada gelişiyor. Bu yüzden, ister internet konuşalım, ister sosyal medya, ister “yeni habercilik”; iyi ve kötü bir arada… Bir yanı halkın aleyhine gelişen uygulamalar; diğer yanı halkın mücadelesinin kullanabileceği yeni olanaklar… Kısaca, hayatın içinde ne varsa, internette de o var; ne bir eksik ne bir fazla. Kimin galip geleceğine, kimin baskın çıkacağına da, “dışarda”ki mücadelenin akışı karar veriyor. Teknolojiyi mücadelenin ihtiyaçları için kullanabilmenin bilinen tek yolu; “hayatın her alanında olabilme” becerisini, sosyal medyada ve internetin tüm alanlarında becerebilmek.
Elbette, her siyasi hareketin olduğu gibi, sınıf hareketinin de öncelikleri, planları vardır; olmalıdır. Sosyal medyayı; bu planlar ve hedefler ekseninde kullanabilme beceresi de, öncelikle “kullanma”yı gerektirir. “Manasız buluyorum”, “Ne var ki, şöyle böyle twit atıyorlar” türü dışarıdan laf kalabalıklarının faydası olmadığı açık. Bugün niyeti daha fazla kâr ve burjuva iktidarını güçlendirmek olsa da; teknoloji ilerledikçe insan da değişiyor, gelişiyor. Kendini yeniliyor. Bu değişim ve gelişimin “ileri”ye mi olacağını ise, yine mücadelenin kendisi ve örgütlenme düzeyi belirleyecek.
Bugün; aşağılama için kullanılan “internet devrimciliği” kavramını da; övgü amaçlı geliştirilen “dijital aktivizm” kavramını da; bir kenara koyma vakti. Evet, kesinlikle “devrim örgütlü kitlelerin eseri”… Ancak, bu örgütlü kitlelerin elinde ne kadar “olanak” olursa, ne kadar “iletişim becerisi” kazanırlarsa eserleri o kadar hızlı ve güzel olacak.

YENİ KUŞAK; YENİ DİL, YENİ ÖRGÜT
Evet, Gezi Direnişi’ne katılanlara “nereden duydunuz?” sorusuna bugün yüzde 90 oranında “internet, sosyal medya” yanıtı veriliyorsa; oturup düşünme vakti. İnternet bütün sorunlarımızı çözmez elbette; ama sorunlarımızı çözmek, mücadelemizi geliştirmek adına önümüze yeni hedefler koyabilir. İşimizi kolaylaştırabilir. Bugüne kadar yaşanmış örneklerden de öğrenerek; ama “yeni, yepyeni biçimler” yaratmak da elimizde… Diğer örneklerden farklı olarak, bir programımız, öncelikli hedeflerimiz ve örgütümüz var.
Berkeley Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cihan Tuğal, Evrensel’e verdiği röportajda Gezi için şöyle diyordu: “Bu hareketten yapısal bir önderlik çıkması zor olsa da çıkmalıdır. Eğer çıkaramazsak hareket sönümlenecektir. Çözüm var olan kemikleşmiş yapılara insan kazanmaktan da geçmiyor. Yeni örgütlülük biçimleri oluşması gerekiyor. Özellikle bu sınıfı, bu kuşağı kendisine bağlayan ve de aynı kesime bu kesim ile sınırlı kalmamamız gerektiğini öğreten yapıların kurulması gerekiyor. Bu çok zor. Bunun reçetesi olmadığı için Amerika’daki ‘işgal et’ hareketi dağıldı, İspanya’daki ‘öfkeliler’ hareketi hiçbir yere gitmiyor, Yunanistan’daki hareket birbirine düşmüş durumda… Çözüm belki de Türkiye’den çıkacak.”
Evet, neden olmasın? Bugüne kadar süren “ileri-geri” tartışmaları sonuca bağlayacak, yeni bir yaklaşım neden bizden çıkmasın… Ne sırtımızda “kâr küfesi” var, ne de klavye başından kalkmayanlardanız… Ayak sürümek geriletir; yenilenmekse güzeldir.

Medya savaşlarının gösterdiği

 

 

32 kısım tekmili birden bir medya kavgasının ortasında at izi it izine karışmış durumda. Ama ortalığa dökülen gerçekler, aslında sadece tek bir gerçeğe işaret ediyor: Medya, hiçbir zaman sadece medya değildir. Derler ki; bir medya organının maddi değerini hesapla ve beşle çarp, o zaman gerçek değerine ulaşırsın. Kastedilen güçtür; medyanın, haberleşme ağlarını tekelinde tutmanın gücü. Ve bu güç kolaylıkla “kâr”a dönüştürülebilir. Geçmişte, medyanın gücünü, “kamuoyu” denilen halk adına gazetecilerin kullandığı varsayılırdı. Burjuva gazetelerin bile, en azından “kuralına uygun işleyen bir sistem” için işlev taşıdığını söylenebilirdi o zaman. Ama bugün, bu güç, daha fazla kâr için kullanılan bir silah sadece. Maddi değeri beş kat artıran da, “kârı artırma potansiyeli”nden başka bir şey değil.

Kapitalizmin “dördüncü kuvvet” saydığı ve sistemin devamı için vazgeçilmez gördüğü medya, bugün üç gücün çekiştirdiği “ortalık malı”na dönüştürülmüş durumda. Hükümet, sermaye ve asker, açıkça medya üzerinde planlar yapıyor, yön veriyor, yönlendiriyor. Hükümetin yaptıklarına karşı, “basın özgürlüğü” adına karşı çıkmanın bile zorlaştığı günler yaşıyoruz. “Yesinler birbirlerini” demek de mümkün, ama olan yine emekçilere olacak. Siyasi alanda sahte kamplara bölünen halk, okuduğu gazeteler üzerinden bir kez daha bölünecek. Aynı yalanları farklı logolar altında okumak zorunda bırakılacak.

Öncelikle yakın zamanda yaşananlara kısaca bir göz atmakta fayda var. Deniz Feneri Davası’yla ilgili haberler, AKP Hükümeti ile Doğan Grubu arasında esen soğuk rüzgarları fırtınaya dönüştürdü. İşçi gazetesi Evrensel’in 1.5 yıl önce yayınladığı ve o dönem görmezden gelinen yolsuzluk haberlerini bugün birden bire kıymete bindiren gelişmelerin fitili böylece ateşlenmiş oldu. AKP Hükümeti’nin ve onun başı Erdoğan’ın tezi belli: “Doğan Grubu’nun hortumlarını kestik, o yüzden bağırıyorlar”. Bir Başbakan, bir holding patronunu Kasımpaşa jargonuyla tehdit ediyor, “Benden istediklerini açıklarım” diye şantaj yapıyor. Hilton arazisine rezidans yapma pazarlıklarını böyle öğreniyoruz; CNN Türk’ün karasal yayına geçmek için çabaladığını da… Ve kim bilir başka ne istekler, ne pazarlıklar…

 

BÖYLE MEDYAYA BÖYLE BAŞBAKAN

Aydın Doğan, “Erkeksen açıkla” kıvamında konuşuyor: “Ben Hilton için bir şey istemedim. Ceyhan’da rafineri ruhsatı istedim. Başbakan, Çalık’a söz verdiğini söyledi” diyor. Bir de rafineri ve AKP ile Çalık Grubu’nun ilişkisi de çıkıyor böylece ortaya. Uzun uzun kavgayı ve karşılıklı sözleri aktarmaya gerek yok. Özünde aynı kapıya çıkıyor bütün cümleler. Başbakan sıfatı taşıyan Recep Tayyip Erdoğan, birden bire beklenmedik bir çağrı yapıyor. Yüzde 47’lik oy tabanına sesleniyor: “Bu ülkede medya güvenilirliğini yitirmiştir, kendini bitirmiştir. Onun için, bundan sonra ben de diyorum ki, partinin mensupları olarak yalan yanlış bu haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı başlatın, sürdürün ve bu gazeteleri evinize sokmayın, almayın. Bu kadar açık konuşuyorum. Hangi dilden anlarsanız o dilden konuşacağız ve biz bu ülkede bu hizmetleri canla başla sürdürürken bir de sizle mi uğraşacağız ya…” Çok söze ne hacet: Böyle medyaya, böyle Başbakan!

Yetmezmiş gibi bir AKP yöneticisi çıkıyor; “Aydın Doğan bir sabah saat 06.00’da uyandırılıp bileklerine kelepçe takılırsa şaşırmam” diyor. Bu açık gözaltı ve tutuklama tehdidini, Aydın Doğan “bu kelepçe basın özgürlüğüne vurulmuş olur” diyerek göğüslemeye çalışıyor. Ama aklında, Sermaye Piyasası Kurulu’nun Doğan Holding’in 1997-2003 yılları arasındaki kağıt ithalatını incelemeye alması var. Burada tespit edilen yolsuzlukların “kelepçeli bir gözaltı”na dönüşmeyeceğinden emin olmak istiyor. Alınırsa da, en azından bunun bir “basın özgürlüğü sorunu” olduğuna kamuoyunu ikna etme gayreti içinde denilebilir.

 

BİR ZAMANLAR SU SIZMIYORDU

Bugün bunları söyleyen Erdoğan’ın, Başbakanlığının ilk yıllarında Doğan Grubu ile arasından su sızmıyordu. Başbakan, Aydın Doğan’ın her işini görüyor; Doğan Grubu da tüm gazete ve televizyonlarıyla Avrupa Birliği yolundaki “sahte” başarıların borazanlığını yapıyordu. Uzan’ın el konulan televizyonu Star TV de, böyle bir dönemde Aydın Doğan’a verildi.

Aslında Başbakan Erdoğan, bugün Aydın Doğan’a söylediklerini iki yıl önce de söylemişti. Erdoğan’ın şu sözlerine dikkat edin: “Kendi menfaatlerinizin, gayrimeşru menfaatlerinizin önü kesildi diye bu haberleri yaptığınızı millete anlatacağım. Hangi talebiniz geri çevrildi diye bu haberleri yapıyorsunuz? Bunlar çıkacak meydana…”. Söyleyen Erdoğan, kastettiği medya grubu ise Doğan Grubu’ndan başkası değil. Bugün kopan fırtınaya ne kadar benziyor değil mi? Peki sonuç ne oldu? Hiçbir şey. Hiçbir şey ortaya çıkmadı.

Aydın Doğan’ın POAŞ’ta kaçırdığı vergiler sümenaltı edildi, AKP Hükümeti yeniden Doğan’ın gözdesi oldu. 2007’de seçimlere gidilirken, Doğan Grubu’nda AKP yanlısı rüzgarlar esiyordu. Anlaşma sağlanmış, borçlar silinmiş, “gizli pazarlıklar” sonuçlanmıştı. Yeni bir çatışma dalgası bir yıl bile geçmeden geldi. Başbakan’ın deyimiyle “menfaatlerin önü kesildiğinden” midir; Aydın Doğan’ın yaklaşımıyla “ben işadamıyım, elbette taleplerim olacak” zihniyeti henüz sonuç alamadığından mıdır bilinmez, kavga yeniden patladı.

 

MEDYADA AKP OPERASYONU

AKP Hükümeti’nin bugün Aydın Doğan ile kapışmasının ardında, artık “doğrudan bağlı bir medya” yaratma yolunda attığı adımların da etkisi var. AKP Hükümeti’nin ilk yıllarında büyük medya gruplarından biri olan Uzan Grubu, artık yok. Televizyonunu Aydın Doğan, gazetesini AKP yanlısı bir işadamı aldı. Bir dönem öncesinin “hükümet muhalifi” sayılan Sabah – ATV grubu ise, artık Çalık Holding’in elinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bizim Çalık” diye bahsetiği Ahmet Çalık, holdinginin üst düzey yöneticiliğine Başbakan’ın damadı Berat Albayrak’ı getirmeyi ihmal etmedi. Sabah-ATV grubunun başında da Başbakan’ın damadının kardeşi Serhat Albayrak var. Bunlara, TMSF eliyle AKP yanlılarına devredilen Star gazetesi ile kardeş televizyonu 24’ü de eklemek lazım. Yeni Şafak, Vakit gibi doğal olarak AKP’li gazeteler ile Fethullahçı olduğu bilinen Zaman gazetesi de AKP yanlısı cenahın ağır topları. Bir de, “yandaş medya” ile “karşı medya” arasında tarafsızlaştırılanlar var. Mehmet Emin Karamehmet’in Show TV’sinin ortakları arasında, hükümetin kontrol ettiği TMSF de bulunuyor. Karamehmet de, Pamukbank batışı dolayısıyla hükümete göbekten bağlı. Çatışmanın tarafı değilmiş gibi görünmeye çalışan NTV başta olmak üzere, Doğuş Grubu, hem Aydın Doğan, hem de AKP ile arayı iyi tutma gayreti içinde. Bu yüzden haber kanalı olma iddiasındaki NTV ekranlarında “suya sabuna dokunmayan haberler” ağırlığını artırıyor. Gözünü elektrik özelleştirmelerine dikmiş olan Turgay Ciner’in Kanal 1 ve Haber Türk televizyonları da, şimdilik AKP ile iş pişirme gayreti içinde. Bir yandan gazete çıkarmaya hazırlanan Ciner, Doğan-AKP kavgasını, nasıl nemalanacağını düşünerek izliyor.

 

“PATRONAJ” NASIL DEĞİŞTİ?

Son günlerde yaşanan gelişmelerin özeti bu. Anlamak için ise, daha eskilere gitmek lazım. Gazeteciliği, gazetecilerin yaptığı yıllarda da bu işler olurdu aslında. Televizyon henüz yoktu. İktidarlar ile gazeteler “kağıt” ve “teşvik” tahsisi üzerine gerilim yaşarlardı. Medyadaki değişim, kavganın niteliğini de değişirdi. Peki, ne oldu medyada, ne değişti? Öncelikle, bugün “patronaj” denilen sahiplerin niteliği değişti. Gazeteci kökenli, servetlerinin kaynağı gazetecilik olan, yayıncılık ile palazlanan gazete patronları, gazetelerini bir bir elden çıkardılar. 1980 sonrası Turgut Özal’ın “İki buçuk gazete yeter” diye yaklaşımını özetlediği bu dönemde, Aydın Doğan başta olmak üzere, pek çok medya patronu ihya oldu.

Sektörün kârlı olmadığını, ama medyayı elinde tutmanın doğal sonucunun kâr olacağını fark eden pek çok sermaye grubu, bu sektörde kendini var etmeye başladı. Örneğin bugün Doğan Grubu bünyesindeki çok sayıda televizyon ve gazete içinde sadece Hürriyet ve Kanal D’nin kâr edebildiğini söylemek, herhalde gerçeği anlamak için önemli bir veri olabilir. Holdingler, “en az bir banka, en az bir gazete” ilkesiyle bu iki alana birden balıklama daldılar. Özellikle 1990’lı yılların ilk yarısı bu iki sektörün yıldızının parladığı yıllar oldu. Mantar gibi çoğalan bankalar ile mantar gibi türeyen gazete ve televizyonlar, her iki sektörde de “şişkinlik” yarattı. Kendi bankasından aldığı kredi ile kendini ihya eden patron tipi, kendi medyası ile gerçeklerin üzerini örtme çabasına girişti. Neredeyse “temiz” bir medya patronundan söz etmenin mümkün olmadığı bir döneme girildi. Dönem dönem aralar bozuldu, çatışan medya grupları birbirleriyle ilgili tüm yolsuzlukları ifşa etseler de, sonunda ara bulundu. Hükümetler ile de yer yer çatışmalar yaşansa da, sonunda anlaşma sağlandı. Sonuçta, kalın bir yalan perdesi ile gerçeklerin üzeri örtüldü.

Medya sahibi sermaye gruplarının değişimi ile paralel gelişen bu süreci, araştırmacı yazar Mustafa Sönmez şöyle anlatıyor: “Orijini medya olan sermayedarlar, finans, sanayi, ticaret, emlak gibi sektörlere de yatırım yaptılar; ya da medya dışındaki sermayedarlar ya yenilerini kurarak ya da mevcutları ele geçirerek/ortak olarak, medya sektörüne girdiler. İletişim ve bilişim teknolojisinin yoğunlukla kullanıldığı bu sektörlerde, yazılı basında tirajlar, ürün çeşitleri hızla arttı, cirolar büyüdü, reklam harcamaları hızlandı ve yazılı-elektronik pazarda etkinlik kuran, daha ileri teknoloji ve işletmecilik uygulayan gruplar, hem satışlardan hem reklam harcamalarından giderek büyük paylar almaya ve sektörde hakimiyet kurmaya başladılar. Bu hegemonya tesisinde, medya dışından edinilen ekonomik kaynakların ve hükümetler üstündeki etkinliklerin ya da hükümetlerle girişilen pazarlıklar sonucu edinilen kaynakların da katkısı büyük oldu.

 

HOLDİNGE BAĞLI GAZETECİ ORDUSU

Sadece gazeteler değil, gazeteci tipolojisi de değiştirildi. Basın emekçileri, bilinçli bir politikayla, yüksek maaşlı “medya köleleri” haline geldi. Gazeteler Babıali’den İkitelli’ye taşınırken, sendikayı, basın meslek ilkelerini ve hepsinden önemlisi “basın emekçisi” kimliğini Cağaloğlu’nda bıraktılar. “Maaşa zam, sendikaya elveda” dönemi, dünyayı kendi etrafında döndüren ve hatta patron istediğinde onun etrafında döndüren hilkat garibesi medya yöneticileri ve yazarları yarattı. Gazete ve televizyonların “kamusal alan” sayıldığı, “kamu yararını gözeten kurumlar” olduğu sözleri, kimsenin yüzüne bakmadığı ders kitaplarında kaldı. “Editoryal bağımsızlık”, “tarafsızlık”, “angaje olmama” gibi kavramlar, sadece tarafını emekten yana belirleyen gazeteleri eleştirmek söz konusu olduğunda hatırlanır oldu. Çünkü, bu dönem işçi ve emekçilerin kendi basın organlarını yaratma yolunda ilk ciddi adımları attığı bir dönemdi.

Plazalarda lüks odaların sayısı artıkça, on binlerce doları bulan maaşların “sadece bir yazı ya da haber için ödenmeyeceği” gerçeği de belirginleşti. Gazeteci ve köşe yazarları, artık sadece “iş”leri ile değil, “iş takibi” ile de patronlarına hizmet eder hale getirilmişti. Bu durum, kuşkusuz yayınların içeriğinde de ciddi bir deformasyona yol açtı. Habercilik ve fikir üretiminin yerini eğlence ve magazin sosuna bulanmış “tetikçilik” aldı. Holding patronları, bağlı medyaları birer silah, basın çalışanlarını ise asker gibi görmeye başladılar. Öyle ki, ortaya balıkçı muhabbetinde kulak misafiri olduğu sohbeti, hemen Başbakan’a yetiştiren bir sözde “gazeteci” tipi çıkıverdi. İspiyonlanan Doğan Grubu’nun iki ünlü yazarı, ispiyonlayan, geçmişte Doğan’da da çalışmış, bugün Sabah-ATV grubunda görevli üst düzey bir yöneticiydi. Ve bu kişiliklere verilen on binlerce dolar maaş ile adının önündeki “gazeteci” sıfatının hiçbir ilgisi yoktu. Bağlı olduğu holdingin çıkarları için “aklını ve fikrini satan” bu eratın dışında kalan bir avuç gerçek gazeteci ve samimi yazarlar için ise, zorlu bir süreç başladı. Sıklıkla gazete değiştirmek, kovulmak ya da istifa etmek; hatta “gazeteciliğe küsüp bir köşeye çekilmek” sık rastlanır durumlar oldu.

“Patronaj” diye tabir edilen gazete yöneticileri, artık köşe yazarlarına “ne yazacakları, nasıl yazacakları” konusunda brifing verdiklerini gizlemez hale geldiler. Bu öylesine meşrulaştı ki, örneğin Sabah Grubu yazarlarından Hıncal Uluç, yeni patronu Ahmet Çalık’ı köşe yazarları ile toplantı yapmaya çağırdı. Ne garip tesadüftür ki; Ahmet Çalık’ın köşe yazarları ile toplantı yaparak “ne istediğini” anlattığı günlerde, Aydın Doğan da kendi yazarlarıyla toplantı yapıyordu.

Bu toplantıların “masum” yemekli tanışma toplantıları olduğunu düşünmek, en hafif deyimle saflık olur. Amacını ve sonuçlarını görmek için ise, her iki grubun gazetelerindeki köşe yazılarına bakmak yeterli.

 

ASKERDEN UYGULAMALI MEDYA DERSLERİ

Yine garip bir tesadüf olsa gerek (!), medya ile hükümet arasındaki söz düelloları arasında, yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, gazete ve televizyonlara ayrı ayrı brifingler verdi. Sert bir üslup kullanan, sorumsuz haberleri eleştiren ve medyayı açıkça askerin yanında saf tutmaya çağıran Başbuğ, bundan sonra haberleri yakından takip edecekleri uyarısı yapmayı da ihmal etmedi. Gazetecilik üzerine dersler veren ve Genel Yayın Yönetmenleri’nin de üzerinde birilerinin olduğunun altını kalın harflerle çizen Orgeneral Başbuğ, Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ile yakın ilişki halinde, haberlere müdahale edeceğini de söyledi. Başbuğ’un, bazı gazete ve televizyonların neden davet edilmediğine ilişkin açıklaması da oldukça manidardı: “Basın Konseyi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Basın Meslek İlkelerine uyan gazete ve televizyonları çağırdık.” Erdoğan-Aydın Doğan kavgası arasında gündeme fazla gelmeyen bu brifingte, Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset yapacağını da açık bir dille söyledi.

Aslında, Türkiye’de medya alanında yaşanan tekelleşme ve hükümet müdahalesi kadar, hatta ondan daha büyük bir tehlikenin göstergesiydi bu brifing. Tekseslilik. Hem tekelleşme, hem hükümet yanlısı medya gayretleri, hem de askerin açık müdahalesinin ortaklaştığı temel nokta da bu olsa gerek. Sonuçta, ayrı gibi görünen üç ayrı kuvvet, farklı gibi görünen, hatta çatışan medya grupları, demokrasi, emek, barış, bağımsızlık söz konusu olunca, kolayca aynı noktada birleşebiliyor. Daha doğru bir ifadeyle, burjuvazinin ortak çıkarları söz konusu olduğunda aralarında bir nokta kadar bile ayrım kalmıyor. Yazı boyunca sözünü ettiğimiz Hilton’muş, POAŞ’ın vergi borçlarıymış, o grupmuş bu grupmuş; tümü, tüm çatışmalar, sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda tamamen anlamsızlaşıyor.

 

AYNILAR AYNI YERE

Örgütlenme hakkını kullandığı için işinden atılan işçiyi, ne birinde ne öbüründe göremiyorsunuz. Kürtler anadilde eğitim için birçok kentte on binlerce kişinin katılımı ile mitingler yapıyorlar, esameleri okunmuyor. AKP’nin kapatılma davası günlerce manşetlerden düşmezken, DTP hakkındaki dava, kendine iç sayfalarda güçlükle yer buluyor. AKP için demokrasi havarisi kesilen, “parti kapatma demokrasiye aykırı” diyen köşe yazarları, söz konusu olan DTP olunca sus pus. Özelleştirmelere, toplusözleşme süreçlerine, artık yama tutmayan ekonomiye, memleketin dört bir yanından fışkıran yoksulluk haberlerine gelince, medya bir bütün halinde, aynı “tekses”i çıkarıyor. Gündelik siyasetin hay huyunu bir kenara bıraktığımızda, önümüzde tek bir medya, tek bir ses kalıyor. İster literatürdeki ifadesiyle “burjuva medya” deyin, ister yaygın popüler söylemle “holding medyası”, hepsinin aynı gücün tetikçisi olduğunu daha kolay görebileceğimiz günlerdeyiz.

Tüm bu süreç, bize “Türkiye’de gazetecilik bitmiştir” dedirtse de, tüm tarihi referanslarını tüketerek miadını dolduranın burjuva gazetecilik olduğunun bilincinde olmamız gerekir. Burjuvazinin devrimci çağında önemli bir işlev üstlenen gazeteler, bugün gericiliğin, emek ve halk düşmanlığının odağı durumunda. Ama, şanslıyız, halkın bir seçeneği var. Bu gürültülü teksesliliğin ve kayıkçı dövüşünün karşısında, yeni bir basın odağının güçlendiği, geliştiği günler yaşıyoruz.

İşçi basını her geçen gün güçleniyor, büyüyor, gelişiyor. Evrensel, 14. yılında emin adımlarla ilerliyor. Birkaç ay sonra halkın televizyonu Hayat, birinci yılını kutlayacak. Hukuksuzca yöneltilen kapatma saldırısını püskürten Hayat’ın sahipleri, onu çok daha ilerilere taşımaya da hazır. Uzunca süre küçümsenen, gazetecilik dışı sayılan “işçi muhabirliği”, “halk gazeteciliği” kavramları, şimdi “yurttaş gazeteciliği” gibi yumuşatılmış bir literatürle gazeteciliğin kurtuluş reçetesi olarak sunuluyor. “Bağımsız Medya” konferanslarında, alternatif basın organlarının yanı sıra, habere konu olanların haberi ürettiği “hiyararşik olmayan” site, blog gibi modern haber ağlarının önemine dikkat çekiliyor.

İşçi sınıfı ve emek haberciliği ise, kendi dışındaki tüm bu tartışmaları izliyor, ama kendi doğru yolunda ilerliyor. İşçi havzalarında, fabrikalarda, halkın arasında, mahallelerde, hastanelerde, okullarda kendi muhabir ağını yaratarak, yeni gazeteciliğin belirgin bir örneğini sunuyor. Halktan yana basın organları da son dönemde gelişme eğiliminde. Birgün gazetesi beş yılı geride bıraktı bile. Çok daha uzun bir deneyime sahip olan, fakat son aylarda sürekli kapatmalarla boğuşan Alternatif-Gündem çizgisi inatla yayınını sürdürüyor. Bunlara, Yol TV, Dem TV gibi muhalif içerikli bazı Alevi kanallarını, ülkenin dört bir yanına dağılmış muhalif radyoları, pek çok yerel gazeteyi, irili ufaklı onlarca dergiyi, yayınevlerini, haber ağlarını, internet sitelerini eklediğinizde, ortaya hiç de küçümsenmeyecek bir basın-yayın odağı çıkıyor. Sermayeyle, hükümetle, askerle tek bir göbekbağı olmayan, tamamen halka ait ve halkın yanında bir odak. Öyleyse, bu kayıkçı dövüşünün tarafı, hatta izleyeni olmaktan öte yapacak çok fazla işimiz var.

 

NELER YAPILABİLİR?

Atılacak adımları iki yönlü olarak düşünmek gerekli. Öncelikle, bu kurumların kendi arasında bir dayanışma ve işbirliği geliştirilmesinin önünü açacak adımları atmalıyız. Ortak haber ajansı ya da ortak medya alanları yaratmak da mümkün, ama belki, bu hedefe ulaşacak bir mesleki dayanışmayla işe koyulmak gerekiyor. Farklı yayın organlarının haber ağlarını ortak kullanıma açmak, üretilen haberlerin kullanımı konusunda ulaşma ve telif gibi sorunları ortadan kaldıracak düzenlemeler yapmak mümkün. Elbette, öncelikle günlük gazeteler ve Hayat Televizyonu’nun olanakları ve yoğun üretimleriyle başı çekmesi gerekiyor. Sonrasında irili ufaklı pek çok çevrenin, çevrecilerden kadın örgütlerine, farklı muhalefet kesimlerinin ortaklaşabileceği haber ağlarını planlamak yerinde olur. Haber örgütlenmesi ve ortak haber ağlarının yaratılmasını, mutlaka gazetelerin dağıtım, televizyonların frekans sorunlarıyla ilgili ortak politikalar geliştirmesi izleyebilir. Hatta, mali sorunların giderilmesi konusunda (reklam sponsorluk vb..) bile, pek çok ortak adımın atılması neden mümkün olmasın? Tüm bunlar ve yeni başka adımlar kuşkusuz tartışılabilir. Ama, basın kurumları arasında atılacak bu ve benzeri adımlardan çok daha önemlisi, “aidiyet” tarifi yapılan kesimlerin kendi medyalarına sahip çıkması olacaktır. Emek ve halk medyasının gerçek sahibi olan geniş yığınların ve onların örgütlerinin, hiç değilse “sermaye sınıfı” kadar araçlarına sahip çıkması gerekir. Başta sendikalar ve meslek örgütleri olmak üzere, emek, barış, demokrasi savunucusu ve gücü durumundaki siyasi partilere ve her türden kitle örgütlerine büyük görev düşüyor. Tamamen holdinglerin eline geçmiş hakim medyaya karşı, ancak işçilerin, emekçilerin yoğun sahiplenmesi ile güçlü bir karşı çıkış örgütlenebilir.

Nasıl ki, AKP – CHP arasında sıkışıp kalmış siyasi kısırlığa karşı en geniş halk muhalefetini örgütleme göreviyle karşı karşıyaysak; burjuva medyanın çürümüş saltanatına karşı da en geniş medya ortaklığını kurmak zorundayız. Milyonlarca okuru-izleyicisi, on binlerce muhabiri, sayısız maddi destekçisi olan yepyeni bir medya cephesinin nasıl örüleceği, bugün önümüzde duran önemli bir sorun. Evet, geniş bir halk cephesinin bir parçası olarak önümüzde duran devasa bir sorun, ama çözüm olanakları da bir o kadar büyük.

Holding medyasının sınıf karakteri tüm çürümüşlüğü ile ortada. Öyleyse, sınıfa karşı sınıf… Sermaye medyasına karşı halkın medyası…

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑