“… Bizleri ezmek isteyen, bizleri her an susturmak isteyen güçleri yok etmek için elimizden gelen ve kanımızın son damlasına kadar çarpışmamız gerek ve bu dövüşte, bu savaşta bütün arkadaşlarıma başarılar dilerim…”*
“… 32 namussuzun çıkartmış olduğu kanunu eğer geri kendileri geri almazsa, onlara bu kanunu yalata yalata böyle sürüngen tabiatına girecek şekilde yalatacağız. Ben şahsen kanımın son damlasına kadar Rabak işçileri adına burada and içiyorum.”**
15-16 Haziran direnişi sırasında işyeri temsilcileri, işçi arkadaşlarına böyle sesleniyordu. 1970 yılında, iki gün süren ve üç işçinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan bu büyük direniş, patronları titreten tarihi bir gün olmanın yanı sıra, günümüz açısından da pek çok derslerle dolu. Eylemlerin örgütlenmesi, direnişin nasıl bir sendikal anlayış üzerinden yükseldiği, işçi inisiyatifinin ve işçilerin birliğinin nasıl bir güç yarattığından, bugün yaşanan saldırılar karşısında nasıl bir tutum almak ve hangi eksikliklerin üzerine gitmek gerektiğine kadar, işçi sınıfı mücadelesinin yolunu aydınlatmayı sürdürüyor.
Peki neydi 1970 yılında işçileri bu kadar öfkelendiren?
İktidarda olan AP ile CHP’nin birlikte hazırladığı Sendikalar Yasası ile Toplusözleşme, Grev ve Lokavt yasalarında değişiklik yapılmak istenmişti. Esas olarak DİSK, aslında DİSK üzerinden, yükselen işçi hareketi hedef alınmış, işçiler Türk-İş’in temsil ettiği uzlaşmacı, şoven, burjuva partilerle içli dışlı sendikal anlayışın kafesine sokulmak istenmişti. “Güçlü sendikalar” adına ve lehine çıkartılmak istenen yasalarda şu maddeler yer alıyordu:
– Bir işçi sendikasının ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az üçte birini temsil etmesi gerekir.
– Federasyonların kurulmasında, aynı işkolunda kurulmuş sendikalardan en az ikisinin bir araya gelmesi ve yine o işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az üçte birini bir araya getirmesi şarttır.
– Konfederasyonların ise, yukarıda belirtilen şartlara uygun kurulan sendika veya federasyonlardan en az üçte birini ve Türkiye’deki sendikalı işçilerin yine en az üçte birini bir araya getirmesi gerekir.
– İşçinin sendikaya üye olabilmesi için başvuru yeterli değildi, sendikanın yetkili organlarının bu başvuruyu kabul etmesi gerekir.
– Üyelikten ayrılma ve istifaların, noter kanalından geçmesi şarttır.
– İşçi sendikası kuracak işçilerin, o işkolunda en az 3 yıl çalışmış olması gereklidir.
– Sendikaların uluslararası federasyonların kurucusu olmaları, kooperatifler kurması, bazı sanayi girişimlerinde bulunmaları Türk-İş’in onayına bağlıdır.
– Anayasal bir hak olmayan lokavt yasada yer alacaktır.
11 Mayıs 1970’te Türk-İş’in Erzurum’da toplanan kongresinde konuşan AP’li Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, “sendikalar kanun tasarısının yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’de Türk-İş’ten başka işçi konfederasyonu kalmayacağını” ilan etmiş, “Yakında DİSK’in çanına ot tıkanacak” demişti.
AP VE CHP EL ELE
Dönemin AP ve CHP’den seçilen sendikacı kökenli milletvekillerinin de tam desteğiyle yasa çıktı. Ancak işçiler bu yasayı istemiyordu ve yırtıp atmakta kararlıydı. 15 Haziran’da İzmit ve İstanbul’da fabrikalardan dışarı dökülen ve E-5’i kapatan işçilerin öfkesi 16 Haziran’da da sürdü. İstanbul’un her iki yakasında da işçiler iş bırakarak yollara döküldüler. Taksim’de işçilerin birleşmesini engellemek için Galata Köprüsü bile açıldı, ama bu, işçileri durdurmaya yetmedi. İşçiler motorlarla karşıya geçip bir araya geldiler ve Başbakan Demirel’in de bulunduğu İstanbul Valiliği’ne yürüdüler. Polisi rahatlıkla aşan işçiler, askerin kuşatmasını da yardılar. Bu çatışmada üç işçi can verdi. Bu direniş, DİSK yöneticilerinin yoğun uğraşları ve sıkıyönetimle sona erdirildi. İşçiler işe geri döndüğünde, 4 bin işçi önderi işten atıldı.
Ancak tepkinin büyüklüğü, yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesini sağladı. 15-16 Haziran direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük işçi direnişi olarak kayıtlara geçti.
ARKA ARKAYA SALDIRI
15-16 Haziran Direnişi’nden bu yana geçen 36 yıla baktığımızda, 12 Eylül darbesi ve ardından uygulanan neoliberal politikalarla birlikte işçi hakları ve işçi sınıfı mücadelesinde erozyonun inanılmaz boyutlara vardığını görürüz. Bu açıdan son on yılın kısa özetini şöyledir: 4587 sayılı İş Yasası çıktı ve işçilerin yüz yıllık kazanımları elinden alındı. Esnek çalışma, ödünç işçilik, işçi tacirliği, telafi çalışması, izin günü ve işyerinin belirsizliği… vb. daha çok madde bu yasayla uygulamaya kondu. Taşeronlaştırma arttı; Manisa’da Donatım AŞ’de olduğu gibi, bir bürodan ibaret olan şirketler, binlerce işçiyi büyük fabrikalara kiralar duruma geldi. Özelleştirmelerle işçilerin örgütlülüğü talan edildi, haklar birer birer budandı. İşçinin parasıyla kurulan SSK’lara bedelsiz olarak el kondu. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasası ile emeklilik için gerekli prim ödeme gün sayısı 9 bine ve emeklilik yaşı 65’e çıkarıldı. Sağlık hakkı ise, ancak parası olanın yararlanabileceği bir hak haline getirildi.
Hiç şüphesiz su saldırılar ve hak gaspları daha da çoğaltılabilir ve örneklendirilebilir.
YASA ÇIKMIŞTI
Ancak 15-16 Haziran penceresinden bakıldığında, bu yasalar daha farklı görünecektir. Çünkü bu direnişin nedeni olan yasa, direnişten önce kabul edilmiş ve Meclis’ten geçmişti. Bundan dolayıdır ki, büyük direniş, işçi sınıfı mücadelesinin yasanın çıkıp çıkmamasıyla sınırlı olmadığını gösteriyor. Dahası, çıkan bir yasanın nasıl çöpe atılacağının da örneğini veriyor. Ancak hakların kazanılması için yasaları aşan bir mücadelenin ortaya konması gerekiyor ki, bunun anahtarı da yine 15-16 Haziran’da vardır.
Ancak sınıf mücadelesinin bugünkü durumunda, işçilerin bu mücadeleye hazır olduğunu söylemek oldukça güç. Mezarda emekliliğe karşı 1999 yılında gerçekleştirilen ve 500 bin emekçinin Ankara’da bir araya geldiği mitingle sonuçlanan mücadeleden bu yana, yasalar sessiz sedasız Meclis’ten geçiyor. Sendikalar ve konfederasyonlar, yasa Meclis’e geldiğinde küçük kımıldanmalar gösterse de, bu kımıldanmalar da günden güne azalıyor. Sendikal bürokrasinin izlediği bu yol ve tutumun işçi sınıfında yarattığı “Nasıl olsa birşey değişmez, bağırır bağırır gideriz, onlar da yasayı çıkarır” şeklindeki yenilmişlik ruh hali nedeniyle, her yasa geldiğinde (İş Yasası, SSK’ların devri, GSS), yapılan eylemlerin gücü de azalıyor. Ve bu durum uzlaşmacı sendikacılığın geldiği son noktaya da işaret ediyor.
DİRENİŞ BİR SONUÇTU
15-16 Haziran Direnişi ise, bu tutuma karşı, işçilerin ortaya koyduğu mücadeleci sendikacılık anlayışını göstermesi açısından önemlidir. 1960’ların başında itibaren, işçiler, kendi içlerinde birliği sağlama, birleşmiş bir sınıf olma mücadelesi verdiler. İşte bu yönelim mücadeleci sendikacılık seçeneğini de ortaya çıkardı. Bu seçenek, 1967’de DİSK’in kurulması ile oluştu. Ancak burada dikkate alınması gereken, DİSK’in ve bağlı sendikaların yöneticilerinin tutumları değil, işçilerin kendi inisiyatifleriyle karar aldıkları mücadeleci çizgidir. Hükümetin ve sermayenin yasayla kırmaya çalıştığı, işte bu çizgi ve sınıfın mücadele içindeki yeriydi.
Öyle ki, direniş öncesinde, DİSK yöneticilerinin dahi haberi olmadan, DİSK’e geçmek isteyen işçiler, taleplerini kabul etmeyen patronları ve Türk-İş’e bağlı sendika yöneticilerini, üretimi yavaşlatıp durdurarak, birçok işyerinde de işgallerle dize getirdiler. Bunları yaparken, işyerlerinde, mücadeleye katılan tüm işçilerle birlikte kararlar alındı. Yani kararlar, işçilerin büyük çoğunluğunun isteğine göre şekillendi. İşçiler, yapacakları eylemler öncesi, benzer deneyimleri yaşayan diğer fabrikalarla bağ kurarak, bu fabrikalardaki deneyimleri paylaşıyorlardı. Direnişe geçen işçiler, hem bölgedeki işçiler, hem semt halkı, hem de ilerici çevrelerle güçlerini artırıyorlardı.
15-16 Haziran Direnişi’nde, yasaların anlatılması ve işçilerin örgütlü olarak harekete geçebilmesi için, işyerlerinin büyük kısmında ‘Anayasal Direniş Komiteleri’ oluşturulmuştu. Bu komiteler, kendi işyerlerindeki işçileri mücadeleye katmanın yanı sıra, çevre fabrikalara yönelik de çalışma yürüttüler. 16 Haziran’da sokağa taşan işçi kitlesinin büyük kısmını Türk-İş üyelerinin oluşturması, elbette tesadüf değil, böyle bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı.
İŞYERİ ÖRGÜTLENMESİ VE BİRLİK
Bugün için ise, işçi sınıfının bülünmüşlüğü ve parçalanmışlığı mücadelesinin önündeki en büyük sorun olarak karşımızda duruyor. Yıllar geçtikçe kendini koruma yollarını geliştiren burjuvazi, işçi ve emekçileri, aynı işyerinde, taşeron, taşeronun taşeronu, kadrolu, sözleşmeli, memur, işçi… gibi çeşitli adlar altında ve statüde bölüp parçaladı. Hastaneler ve belediyelerde başlayan bu uygulamalar, fabrikalarda, önce yemekhane ve temizlik işlerinde ve giderek üretimde de hayata geçirilmeye başlandı. Bölünmüşlük ve işçiler arasında patronlar tarafından kışkırtılan güvensizlik, hak arama mücadelelerinin ve örgütlenmelerin önündeki en büyük duvar oldu. Ancak bunun aşıldığı yerlerde kısmi başarılar elde edilebildi.
Adana’da Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi’nde çalışan taşeron işçilerin örgütlenme süreci bu açıdan örnektir. Dev Sağlık-İş’e üye olan işçilerin örgütlenmesine, yine hastanede örgütlü olan KESK’e bağlı Eğitim Sen ve SES, Adana Tabip Odası, DİSK’e bağlı Dev Sağlık-İş yardımcı olmuştur. Bu örgütler ve üyeleri, taşeron işçilerin örgütlenmesinde ve taleplerinin duyurulmasında ortak hareket ettiler ve bu süreç ancak bu şekilde başarı ile sonuçlandı.
SENDİKAL BÜROKRASİYE RAĞMEN
İşçi toplantılarında, hak gasplarında işçilerin en fazla yakındığı konu, sendikal bürokrasi ve sessizliği. Elbette bu büyük bir sorun; ancak sendikal bürokrasi sadece bugün değil, yüzyıldan daha öncesinden bugüne, işçi sınıfı mücadelesinin olduğu her yerde sahneye çıkmıştır. 36 yıl önce, 15-16 Haziran Direnişi’nde de bürokrasi kendi rolünü oynadı.
Üstelik sadece Türk-İş değil, DİSK yöneticileri de işin içindeydi. Direnişin başlamasından sonra paniğe kapılan DİSK yöneticileri, gerek fabrikalarda, gerekse radyolardan yaptıkları çağrılarla işçileri geri içeri sokmaya çalıştılar. 16 Haziran günü vali ile görüşen DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker’in yaptığı açıklama bu yönüyle dikkat çekicidir: “Girişilen tahripkar eylemle ilgilimiz olmadığını İçişleri Bakanı’na söyledik ve kesinlikle de bu tahripkar olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca işçilere de radyoda bir uyarma yaparak kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.”
Türk-İş ise, çıkan yasayı zaten destekliyordu. Ancak işçiler, başta Türk-İş üyesi işçiler, sendikal bürokrasinin bu oyununa teslim olmadılar.
Sendikal bürokrasi işçileri sakinleştirerek fabrikalara soktuğunda ise, olan oldu. 4 bin işçi önderi kapı önüne kondu ve hiçbir konfederasyon bu işçilere sahip çıkmak üzere kılını kıpırdatmadı.
AYRIŞMA TALEBİ SÜRÜYOR
Uzlaşmacı ve mücadeleci sendikal anlayışlar arasındaki çatışma bugün de sürüyor. Türk-İş bünyesinde büyüyen rahatsızlık, İstanbul’da Tek Gıda-İş Sendikası’nda toplanan Başkanlar Kurulu’nda da açığa çıktı. Türk-İş Başkanı Salih Kılıç, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası’na karşı Ekonomik Sosyal Konsey’de Çalışma Bakanı ile görüşeceklerini ve buradan bir sonuç alacaklarını söylerken, binanın girişinde ise, gidişattan memnun olmayan sendikacılar vardı. Haber-İş İstanbul 1 No’lu Şube, Belediye-İş İstanbul şubeleri, Deri-İş Tuzla Şubesi, Yol-İş 1 No’lu Şube yöneticileri ve üye işçiler, “Koltuklarınızda rahat uyuyamayacaksınız” diyerek, kendileri gibi bu duruma tepkili olan genel merkezlere, şubelere ve işçilere, bir araya gelerek ortak hareket etme ve Türk-İş Genel Kurulu’nda da mücadeleden yana bir yönetim çıkarmak için çalışmalara başlama çağrısı yaptılar. Yasanın Cumhurbaşkanı Sezer tarafından veto edilmesi ise, hiçbir şeyi değiştirmedi. Yasaya karşı neredeyse hiçbir şey yapmayan konfederasyonlar, en azından yasanın veto edilmesine destek için bile bir şey yapmış değiller.
GÜÇ KAYBEDİLİYOR AMA…
Hem işçi sınıfının ruh hali, hem de sendikaların içinde bulunduğu durum açısından, bugün için, elbette 15-16 Haziran Direnişi’nin oluştuğu şartlardan söz etmek mümkün değil. Yükselen bir işçi hareketi ve giderek artan ücretler ve hakların olduğu bir dönemde, hareketi kırmak için böylesi bir yasa gündeme getirilmişti. Bugün açısından ise, gerileyen ve güç kaybeden bir süreç yaşanıyor. Ancak başka bir yönden de, daha güçlü bir hareketin koşullarını yaratan bir süreçten geçiliyor.
Bugün açısından sendikalara duyulan tüm güvensizliğe rağmen, örgütlenme mücadelelerindeki artış, özelleştirmeye karşı verilen mücadelelerdeki yaygınlık, sınıfın en alt kesimini oluşturan ve aslında rekabet unsuru ve “grev kırıcı” olarak işyerlerine getirilen taşeron işçilerdeki hareketlilik, işçiler arasındaki güven sorunun kısmen çözülmeye başlamış olması, buna örnek gösterilebilir.
ÖRGÜTLENMEDE ARTIŞ YAŞANIYOR
Hükümetin uyguladğı politikalar, IMF’ye verilen sözler doğrultusunda belirlenen 380 milyon liralık asgari ücret, çalışma koşullarının günden güne ağırlaşması ve işçiler için çekilmez hal alması, yetmezmiş gibi, işyerlerinde artan dayak, hakaret ve aşağılama gibi en iğrenç uygulamalar, işçileri harekete geçmeye zorluyor. Üstelik sendikalaşma öyle bir hal aldı ki, patronlar için, “kendinden yana sendikacıların yönetimde olduğu bir sendika”yı seçmek bile kabul edilemez bir durum oluşturuyor. Mesela İskenderun’da, çoğu yerde patronların çağrısı üzerine örgütlenen Türk Metal gibi bir sendikaya üye oldukları için işten atılan Fil Filitre Fabrikası işçileri, kararlılıkla mücardele etmeyi sürdürüyorlar. İşçiler, kuralsız çalışma sonucu kopan parmaklarının hesabının verilmesini istiyor.
Sadece bu da değil. Son birkaç ay içinde yaşananlara bakarsak; TEKSİF Bakırköy Şubesi’ne üye olan Serna Seral işçilerinin grevi, Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde, Çorlu’da ve Gönen’de jandarmanın ve patronun silahlı adamlarının saldırılarına rağmen deri işçilerinin direnişi, Bursa’da TÜMTİS’e üye olduğu için işten atılan Horoz Lojistik işçilerinin direnişi vb. sürüyor. İstanbul Kartal’da Birleşik Metal-İş’te örgütlenen Mito ve Alüminyum AŞ işçileri çadırlarında direnişlerini sürdürüyorlar. Yine aynı sendikanın Kocaeli ve Gebze’de 10 işyerinde örgütlenme çalışması yürüttüğü dile getiriliyor.
İŞÇİ GÜVENMEYİ ÖĞRENİYOR
Sendikalaşma mücadelelerinin gösterdiği bir başka yan ise, genç işçi kuşağında yaygın olan birbirine güvenmeme zaafının yavaş yavaş çözülüyor olması. Her fabrikada birkaç işçinin bir araya geldiği ve kendi dışındaki işçileri “yalaka” olarak değerlendirdiği bilinir. Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde de işçiler arasında yaygın kanı buydu. Ancak son olarak Dostel Otomotiv fabrikasında yaşananlar, bu olumlu değişimin filizlerini gösteriyor. Örgütlenme Komitesi’nden bir işçinin anlattıkları bu yönüyle değerlendirilmeyi hak ediyor: “Örgütlenme sürecinde 4 işçi işten atıldı. Yaptığımız eylemlerle işten atmaların önüne geçtik. Yetki için başvuruya kadar örgütlenme çalışmasını patrondan sakladık. Ancak çevre fabrikalardan işçiler bunu biliyordu. Çevremizdeki fabrikaların işçileri duymuşlar, ama hiç kimse patronlara söylemedi. Bütün işçiler biliyordu, sadece patron bilmiyordu. İşçiler birbirini koruyor.” Ya da Mito işçilerinin direnişini kırmak için fabrikaya getirilen taşeron işçilerin de direnişi desteklemesi, böyle bir eğilime işaret ediyor.
TAŞERON İŞÇİLER
Taşeron işçiler arasında yaşanan hareketlilik de bir başka dikkat çekici yan. Birkaç yıl önce işçi yerine konmayan, grev kırıcı sayılan taşeron işçilerin “insanca yaşanacak ücret ve çalışma koşulları” talepleriyle ardı ardına başlayan direnişleri gündeme geliyor. Balcalı Hastanesi’nin yanı sıra İzmir’de ve yine Adana’da Seyhan Belediyesi bünyesinde çalışan taşeron işçiler, iş barıkarak taleplerinin karşılanmasını istediler. İşçilerin talepleri şöyle: “İşten atılanların geri alınması ve keyfi işten atmaların son bulması. Birikmiş fazla mesai ücretlerinin ödenmesi, sendikalı işçilerin faydalanmış olduğu haklardan taşeron işçilerin de faydalanması. Yıllık izinlerin kullandırılması. İşçilerin düzenli sağlık kontrolünden geçirilmesi. Dayak, hakaret ve angaryanın son bulması. Patron tarafından zorla imzalatılan ibranamelerin son bulması.”
Neredeyse hiçbir sendikanın katkısı olmadan başlayan bu direnişler öyle bir boyuta geldi ki, Adana’da olduğu gibi KESK, DİSK, Türk-İş, TMMOB ve daha pek çok kurum ve kuruluşu bir araya getirebilecek bir güce erişti. Ancak bu mücadele sendikacılar ve ileri işçiler tarafından sahiplenilmediği için sönmek zorunda kaldı.
Tuzla tersanelerde çalışan binlerce taşeron işçi de, geçtiğimiz yıllara göre daha fazla hareketliler. Tuzla Tersane İşçileri Komitesi ve Baret gazetesi ile örgütlenen işçilerin mücadelesi Limter-İş ile birleşti ve son üç ayda 5 tersanede direniş gerçekleştirildi. Ve hepsi de olumlu sonuçlandı. Tersane işçileri arasında umut yaratan bu başarı, kölelik koşullarına karşı verilen mücadelenin büyümesinin yolunu da açmış bulunuyor.
ÖZELLEŞTİRMELER SÜRÜYOR
İşçi haklarına karşı savaş açan hükümet, bir yandan da özelleştirmeleri hızlandırdı. Türkiye Şeker Fabrikaları, TEKEL, TÜPRAŞ, PETKİM, Tarım İşletmeleri, THY, limanlar, madenler birer birer satışa çıkarılıyor. Ama aynı zamanda bunlara karşı mücadele de sürüyor. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesine karşı Şeker-İş öncülüğünde işçiler, fabrikanın olduğu her il ve ilçede, pancar üreticileriyle birlikte mitingler yaptılar. Bazı illerde, işçiler ve köylüler ilk kez alana çıktılar.
TEKEL’in özelleştirilmesine karşı içten içe mücadele sürüyor. Harekete geçilmeyen Samsun ve İzmir gibi illerde ise, işçiler, işten atılma ve işyerini kapanmasına karşı sessiz kalan sendikaları Tek Gıda-İş’i basarak, harekete geçmesini istiyor, hatta kendi eylem kararlarını uygulamaya geçiriyorlar.
Petrol-İş üyesi işçilerin, TÜPRAŞ ve PETKİM’in özelleştirilmesine karşı mücadelesi sürüyor. Lüleburgaz’da bulunan Sarmısaklı Tarım İşletmesi’nin özelleştirilmesine karşı üreticilerle birlikte mitingler ve eylemler yapılıyor. Yeni eylemlerin de hazırlıkları sürüyor.
THY’nin “halka arz” adı altında peşkeşi sürüyor ve Hava-İş özelleştirmeye karşı tepkisini sürdürüyor. Liman-İş üyesi işçiler, her fırsatta özelleştirmeye karşı tepkilerini dile getirip, eylemler yapıyorlar. Zonguldak maden işçileri, madenlerin yok olmasına karşı mücadeleyi bırakmadı; GMİS’in çağrısıyla, muhtarlar, sendikalar, kitle örgütleri, belediyeler bir araya gelerek madenlerin geleceğini tartışıyor. T. Maden-İş üyesi madenciler ise, Soma’da halkla beraber, Karanlıkdere Ocağı’nın kapatılmasına karşı miting ve eylemleri sürdürüyor.
1 MAYIS’IN GÖSTERDİKLERİ
2006 1 Mayısı da, hereketin ileri noktaları açısından dikkat çekici. Diyarbakır’da yaşanan olaylar sonrası yaratılan şoven ve ırkçı dalga, 1 Mayıs’ın olaylı geçeceği yönündeki kara propoganda, polisin, hükümetin, yerel yöneticilerin engelleme tutumları ve işçi konfederasyonları olan Türk-İş ve Hak-İş’in sembolik kutlama yönündeki baskılarına karşın; 1 Mayıs, ilk kez bu kadar yaygın kutlandı. 60’a yakın il ve ilçede yapılan kutlamalara yüz binlerce insan katıldı. Türk-İş’in sembolik kutlama girişimleri, İstanbul başta olmak üzere, bütün illerde işçilerin ve sendikacıların tepkisini çekti. İşçiler, saldırıların bu kadar yoğunlaştığı, kardeş kavgasının kışktırtılmaya ve Türkiye’nin ABD’nin çıkarları için savaşa sokulmak istendiği böylesi bir dönemde, “simgesel kutlama” bir yana, bunu dile getirmenin bile ihanet olduğıunu söylediler. Tepkiler sonuç verdi ve Emek Platformu toplanarak, 1 Mayıs’ı ortak kutlama kararı aldı. İşçinin zoruyla gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamalarına katılım da, beklenenin çok çok üzerinde oldu.
En başta, Türk-İş’in katılmama kararı aldığı bazı illerde, sendikalar bu kararı tanımadılar. Aydın’da, Türk-İş’in kararına karşın, yol işçileri, belediye ve DSİ işçileri alana çıktı. Samsun’da, Tes-İş ve TÜMTİS bu kararı tanımadı. Kayseri’de ise, Türk-İş’in yanı sıra Harb-İş’in bile şube olarak mitinge katılmama kararına karşın, üye işçiler alana çıktılar ve üstelik kendi pankartlarını taşıdılar. Kayseri’de örgütsüz OSB işçileri, ilk kez kendi pankartlarıyla miting alanındaydı. İstanbul’da başta Çağlayan tekstil işçileri olmak üzere, örgütsüz işçiler de çalıştıkları bölgelerde bir araya gelerek 1 Mayıs’ı kutladılar.
Dikkat çekici olmaları açısından aktarılan bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Hatta gazetelere yansımadığı için kamoyu tarafından bilinmeyen pek çok gelişme de yaşanmıştır.
15-16 HAZİRAN YENİDEN
Yaygın ama lokal kaldıkları ve birleşmedikleri için etkisiz olan eylem ve etkinlikler sürerken, büyük sermayeyi, ABD ve AB’yi arkasına alan AKP ise, emekçilerin haklarını gasp eden yasaları çıkardı, demokratik hakları kullanma ve elde etmenin önündeki engelleri daha da katmerleştirdi. Ancak, yaklaşan Cumhurbaşkanı seçimi, ABD’nin, GOP projesi çerçevesinde İran’a ilişkin hükümetin yerine getirmekte zorlandığı taleplerde bulunması vb. gelişmeler, hükümetin arkasındaki güçlerin bir bölümünün desteğini çekmesini ve hizaya getirme tutumunu beraberinde getirdi. Hakim güçler arasındaki sert çıkışlar ve her ayrışma, hükümetin kendine baktığı dev aynasında da çatlaklara yol açıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden ABD ile olan ilişkilere kadar (Başbakan’ın Danışmanı Cüneyd Zapsu’nun ABD yetkilileriyle yaptığı görüşmede söylediği ‘Delikten aşağı süpürmeyin, onu kullanın’ sözü akıllardadır), etrafından toplanan güçlerin birbirine zıt taleplerinin artması, bunun yanı sıra, kamoyundaki desteğinin ilk seçildiği döneme göre en azından tartışmalı hale gelmesi, AKP’yi iç tartışmaların içine atmış durumda.
AKP ve egemen güç odakları arasında artan çatışma ve çatlaklar, emek hareketi açısından da, kaybedilen hakların kazanılmasının yanı sıra, yeni hakların kazanılmasının da imkanlarını açmış bulunuyor.
Ancak alt alta yazıldığında epeyce yer tutan bu eylemleri bir potada toplamadan, talepleri ortaklaştırmadan, yani konfederasyonlara ve statülere bölünmüş işçi hareketini birleştirmeden, kısmi haklar elde edilse bile, sınıfa ve haklarına yönelik genel saldırıların püskürtülemeyeceği ve yeni hakların kazanılamayacağı ortada.
İşçi hareketinin çıkış yolunun açılması, 15-16 Haziran’da simgelenen taban inisiyatifi, kararlılık, işçilerin ve işçi hareketinin havzalar düzeyinde birleşmesi, ileri işçiler arasında birliğin sağlanması gibi sorunların çözülmesine bağlıdır.
İŞYERLERİNDEN BAŞLAMAK
Bunun için işyerinden başlayan bir çalışma yürütülmesi gerekiyor. Öncelikle işyerlerinde memur, taşeron, kadrolu, işçi, şu sendikadan, bu sendikadan, ya da sendikasız, sağcı, solcu demeden, tüm işçi ve emekçileri bir araya getirecek, ortak sorunlara karşı ortak mücadele etmenin yolunu açacak bir örgütlenmeyi hedefe koymak gerekiyor. Böylesi örgütlenmelerin ardından ise, işçi havzalarında ve işyerlerinde bölgesel birlikler kurmak, bunları il düzeyinde ve giderek ülke düzeyinde bir araya getirmek için harekete geçmek de zorunludur.
İşçi ve emekçileri bir araya getirerek, ortak mücadele etmenin imkansız olduğunu savunanlar da var elbette. Ancak ısrarlı ve planlı bir şekilde bu hedefi gerçekleştirmek için yürütülecek olan böylesi bir mücadele hem bu engelleri aşacak, hem de emek hareketi önünde engel olmaya devam eden sendikal bürokrasiyi işlevsizleştirerek bir kenara atacaktır.
Tarihi bir gün olmaktan ziyade, böylesi bir “yol haritası” olan 15-16 Haziran Direnişi, her şeyden önce, kendi gücüne güvenen ve hiçbir ayrım yapmaksızın birlikte hareket eden işçilerin mutlaka kazanacaklarını göstermiştir. İşte bundan dolayı, bu direnişin öğrettiklerine de, böylesi bir direnişe de her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
Ve bunu imkansız bulan sınıfa inancını yitirmişlere karşın, işçi sınıfı, 15-16 Haziran’ı yeniden ve daha ileriden hayata geçirecektir. Yeter ki, ileri işçiler ve sendikacılar, sınıfın partisi ve az çok gönlü emekten yana olan namuslu ve dürüst kesimler üzerine düşeni yapsın.
* Arçelik temsilcisi
** Rabak temsilcisi