Burjuva parlamentolara katılmalı mı?

Alman “radikal” komünistleri, bir sorunu en büyük küçümsemeyle -ve büyük bir hafiflikle- ele almakta ve hayır!- diye yanıtlamaktadır. Nedenleri nedir peki? Yukarıda aktarılan pasajda şöyle deniyor:
“… Tarihsel ve siyasal bakımdan ömrünü doldurmuş olan parlamentarizmin mücadele biçimlerine her türlü geri dönüş… kesinlikle reddedilmelidir.”
Bu gülünçlüğe varan bir kendini beğenmişliktir ve açıkça yanlıştır. Parlamentarizme “geri dönüş”! Yoksa Almanya artık bir Sovyet Cumhuriyeti mi? Herhalde değil! Öyleyse bir “geri dönüş”ten nasıl söz edilebilir? Bu bir safsata değil midir?
Parlamentarizm “tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur.” Bu propaganda anlamında doğrudur. Fakat pratikte parlamentarizmin alt edilmiş olmaktan çok uzak olduğunu herkes bilir. Kapitalizmi birçok on yıllar önce, hem de çok haklı olarak, “tarihsel olarak ömrünü doldurmuş” ilân etmek mümkündü, fakat bu kesinlikle kapitalizm zemininde çok uzun ve çok inatçı bir mücadele sürdürme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Parlamentarizm dünya tarihi anlamında “tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur”, yani burjuva parlamentarizmi çağı son bulmuş, proletarya diktatörlüğü çağı başlamıştır. Bu tartışma götürmez. Fakat dünya tarihinde ölçek on yıllardır. Yirmi yıl önce ya da sonra, dünya tarihi ölçeği bakımından önemli değildir, -dünya tarihi açısından-, yaklaşık olarak bile hesaplanamayacak önemsiz bir meseledir. Fakat tam da bu yüzden, pratik politikanın bir sorununda dünya tarihi ölçeğine dayanmak en büyük teorik yanlıştır.
Parlamentarizm “politik olarak ömrünü doldurdu” mu? Bu bambaşka bir sorundur. Bu doğru olsaydı, “radikallerin pozisyonu sağlam olurdu. Ve bunu çok esaslı bir tahlille kanıtlamak gerekirdi, fakat “radikaller” böyle bir tahlile yanaşmayı bile bilmiyorlar. “Komünist Enternasyonal Geçici Amsterdam Bürosu’nun Bülteni” No.1’de (Bulletin of the Provisional Bureau in Amsterdam of the Communist International, February 1920) yayınlanan ve belli ki Hollanda solunun ya da sol Hollandalıların eğilimini ifade eden “Parlamentarizm Üzerine Tezler”de de tahlil, göreceğimiz gibi, son derece kötüdür.
Birincisi, Alman “radikaller”i, bilindiği gibi daha Ocak 1919’da, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi müstesna politik liderlerin görüşünden farklı olarak, parlamentarizmi “politik olarak ömrünü doldurmuş” sayıyorlardı. Bilindiği gibi “radikaller” yanılmışlardır. Salt bu bile, parlamentarizmin “politik olarak ömrünü doldurmuş” olduğu tezini derhal ve temelden yıkar. O zamanki tartışma götürmez hatalarının neden şimdi hata olmaktan çıktığını kanıtlamak “radikallerin” görevi olmalıydı. Fakat onlar bir kanıtın gölgesini bile ileri sürmüyorlar ve zaten süremezler de. Bir siyasal partinin kendi hatalarına karşı tutumu, bir partinin ciddiyetinin ve sınıfına ve emekçi kitlelere karşı görevlerini gerçekten yerine getirmesinin en önemli ve en doğru kıstaslarından biridir. Bir hatayı açıkça kabul etmek, nedenlerini ortaya çıkarmak, hataya yol açan koşulları adamakıllı tahlil etmek, hatayı düzeltmenin yollarını adamakıllı incelemek -ciddi bir partinin özelliği işte budur; yükümlülüklerini yerine getirmesidir, sınıfı ve sonra da kitleyi eğitmesidir. Almanya’da (ve Hollanda’da) “radikaller” kendilerinin bu yükümlülüğünü yerine getirmemekle, kendilerinin bu apaçık hatasını en büyük dikkat, titizlik ve özenle incelememekle, sınıfın partisi değil, bir çevre olduklarını, bir kitle partisi değil, aydınların ve aydınların en kötü özelliklerine öykünen az sayıda işçinin oluşturduğu bir grup olduklarını gösteriyorlar demektir.
İkincisi, yukarıda geniş bir biçimde alıntı yaptığımız Frankfurtlu “radikaller” grubunun broşüründe şunları okuyoruz:
“… Hâlâ Merkezin (Katolik ‘Merkez Partisi’nin) politikasını izleyen milyonlarca işçi karşı-devrimcidir. Kır proleterleri karşı-devrimci birliklerin alaylarını oluşturur.” (Adı geçen broşür, s. 3).
Bütün bunların fazla tumturaklı ifade edildiği ve abartılı olduğu hemen görülür. Fakat burada anlatılan temel olgu tartışma götürmez ve “radikallerin bunu kabul etmeleri, hatalarını son derece çarpıcı bir biçimde gösterir. Eğer “milyonlarca” ve “alaylarla” proleter yalnızca genelde parlamentarizmden yana değil, aynı zamanda hatta doğrudan “karşı-devrimci” ise, parlamentarizmin politik olarak ömrünü doldurduğundan nasıl söz edilebilir? Almanya’da parlamentarizmin politik olarak henüz ömrünü doldurmadığı açıktır. Almanya’da “radikallerin kendi arzularını, kendi ideolojik-politik konumlarını nesnel gerçeklik gibi gördükleri açıktır. Bu, devrimcilerin yapabileceği en tehlikeli hatadır. Çarlığın son derece barbar ve vahşi boyunduruğunun özellikle uzun bir dönem boyunca ve çeşitli biçimlerde, çeşitli eğilimlerde devrimciler ortaya çıkardığı; hayran olunacak özveri, coşku, kahramanlık ve iradeye sahip devrimciler yarattığı Rusya’da, devrimcilerin bu hatasını çok yakından izledik, özel bir dikkatle inceledik, bu hatayı çok iyi tanıyoruz ve bu nedenle başkalarında da hemen açıkça görüyoruz. Almanya’da komünistler için parlamentarizm elbette “politik olarak ömrünü doldurmuş”tur, fakat önemli olan tam da, bizim için ömrünü doldurmuş olanı, sınıf için, kitle için ömrünü doldurmuş görmemektedir. Tam da burada bir kez daha “radikaller”in yargıda bulunmayı bilemediklerini, sınıfın partisi olarak, kitlelerin partisi olarak davranmayı bilemediklerini görüyoruz. Sizler, kitlelerin seviyesine, sınıfın geri kesimlerinin seviyesine inmemekle yükümlüsünüz. Bu tartışma götürmez. Onlara acı gerçeği söylemekle yükümlüsünüz. Onların burjuva-demokratik ve parlamenter önyargılarını adlı adınca çağırmakla yükümlüsünüz. Fakat aynı zamanda, (sadece sınıfın komünist öncüsünün değil) tüm sınıfın, (sadece emekçi kitlenin ileri unsurlarının değil) tüm emekçi kitlenin gerçek bilinç ve olgunluk seviyesini soğukkanlılıkla izlemekle yükümlüsünüz.
“Milyonlar” ve “lejyonlar” değil, sadece sanayi işçilerinin oldukça önemli bir azınlığı Katolik papazların peşinden, kır işçilerinin önemli bir azınlığı Junkerlerin ve büyük köylülerin peşinden gitse bile, bundan, hiç kuşkusuz, Almanya’da parlamentarizmin henüz ömrünü doldurmadığı, parlamento seçimlerine ve parlamento kürsüsünden mücadeleye katılmanın, devrimci proletaryanın partisi açısından, tam da kendi sınıfının geri katmanlarını eğitmek için, tam da ezilen, korkutulmuş ve bilisiz kır kitlelerini uyandırıp aydınlatmak için mutlak bir yükümlülük olduğu sonucu çıkar. Burjuva parlamentosunu ve tüm diğer gerici kurumları dağıtacak güçte olmadığınız sürece, bu kurumlar içinde çalışmakla yükümlüsünüz, çünkü tam da buralarda hâlâ, papazlar tarafından ve kırın yalıtılmışlığı nedeniyle aptallaştırılan işçiler bulunmaktadır. Aksi takdirde birer geveze olmak tehlikesiyle karşı karşıyasınız demektir.
Üçüncüsü, “radikal” komünistler, biz Bolşevikler hakkında çok iyi şeyler söylüyorlar. Bazen insanın şöyle diyesi geliyor: Keşke bizi daha az övseler de, Bolşeviklerin taktiğine daha fazla vâkıf olsalardı, onu daha iyi öğrenselerdi! Biz Rusya’da Eylül-Kasım 1917de burjuva parlamentosu seçimlerine, Kurucu Meclis seçimlerine katıldık. Taktiğimiz doğru muydu, değil miydi? Eğer değilse, bu açıkça söylenmeli ve kanıtlanmalıdır; uluslararası komünizmin doğru bir taktik ortaya çıkarması için bu zorunludur. Eğer doğruysa, o zaman bundan belli sonuçlar çıkarmak gerekir. Elbette Rusya’nın koşullarıyla Batı Avrupa’nın koşullarını aynılaştırmak söz konusu olamaz. Fakat özellikle “parlamentarizm politik olarak ömrünü doldurmuştur” tezinin ne anlama geldiği sorununda, bizim deneyimimiz mutlaka tam bir şekilde değerlendirilmelidir, çünkü somut deneyimler değerlendirilmezse, bu tür tezler kolaycacık boş bir safsataya dönüşür. Eylül-Kasım 1917’de biz Rus Bolşeviklerinin, Rusya’da parlamentarizmin politik olarak ömrünü doldurduğunu varsaymaya, herhangi bir batılı komünistten daha fazla hakkı yok muydu? Elbette vardı, çünkü önemli olan burjuva parlamentoların uzun süreden beri mi, yoksa kısa süreden beri mi var oldukları değil; geniş emekçi kesimlerinin (düşünsel, politik, pratik olarak) Sovyet düzenini kabul etmeye ve burjuva-demokratik parlamentoyu dağıtmaya (ya da dağıtılmasına izin vermeye) ne ölçüde hazır olduklarıdır. Rusya’da Eylül-Kasım 1917’de kentlerde işçi sınıfının, askerlerin ve köylülerin, bir dizi özel durum sonucunda, Sovyet düzenini tanımaya, en demokratik burjuva parlamentosunu bile dağıtmaya olağanüstü iyi hazırlanmış olduğu tamamen tartışma götürmez ve kesinlikle sabit bir tarihsel olgudur. Ve buna rağmen Bolşevikler Kurucu Meclis’i boykot etmediler, bilakis siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden önce ve sonra seçimlere katıldılar. Bu seçimlerin son derece değerli (ve proletarya için son derece yararlı) politik sonuçlar ortaya çıkardığını, yukarıda sözü edilen Rusya’da Kurucu Meclis seçimleri üzerine materyali ayrıntılı biçimde tahlil eden makalede kanıtladığımı umuyorum. (Bkz. V.İ. Lenin, Eserler, Cilt 30. Sf. 242–265. (S. 116))
Buradan şu tartışma götürmez sonuç çıkar: Sovyet Cumhuriyetinin zaferinden birkaç hafta önce, evet hatta böyle bir zaferden sonra bile burjuva-demokratik parlamentoya katılmak, devrimci proletaryaya sadece zarar vermemekle kalmaz, aynı zamanda geri kitlelere bu tür parlamentoların neden dağıtılmayı hak ettiğini kanıtlamayı kolaylaştırır, bunların dağıtılmasının başarısını kolaylaştırır, burjuva parlamentarizminin “politik olarak aşılması”nı kolaylaştırır. Bu deneyimi hesaba katmamak ve aynı zamanda taktiğini uluslararası ölçekte (dar ya da tek yönlü ulusal değil, uluslararası taktik olarak) hazırlamak zorunda olan Komünist Enternasyonale aidiyet iddiasında bulunmak, ağır bir hata işlemek ve enternasyonalizmi sözde kabul ederken, pratikte ondan sapmak demektir.
Şimdi de parlamentolara katılmama konusunda “Hollanda solu”nun argümanlarını inceleyelim. Yukarıda sözünü ettiğimiz “Hollanda” tezlerinin en önemlisi olan 4. tez (İngilizceden) çevirisiyle şöyledir:
“Kapitalist üretim sistemi çöküp, toplum devrim halinde bulunduğunda, bizzat kitlelerin eylemlerine kıyasla parlamenter faaliyet giderek önemini yitirir. Bu koşullar altında parlamento karşı-devrimin merkezi ve organı haline gelirse, öte yandan işçi sınıfı Sovyetler biçiminde kendi iktidar aygıtlarını kurarsa, parlamenter faaliyete herhangi bir biçimde katılmayı reddetmek zorunlu hale bile gelebilir.”
Birinci cümle apaçık yanlıştır, çünkü kitlelerin eylemi -örneğin büyük bir grev-, asla sadece bir devrim sırasında ya da devrimci bir durumda değil, daima, parlamenter faaliyetten daha önemlidir. Bu tamamen çürük, tarihi ve siyasi olarak yanlış argüman, sadece, legal ve illegal mücadeleyi birleştirmenin önemiyle ilgili olarak yazarların ve genel Avrupai deneyimi (1848–1870 devrimlerinden önce Fransız deneyimi; 1878–1890 Alman deneyimi vs.) ne de Rus deneyimini (bkz. yukarıda) hesaba katmadıklarını özellikle açık biçimde göstermektedir. Bu sorun hem genelde, hem de özelde son derece büyük bir öneme sahiptir, çünkü bütün uygar ve ileri ülkelerde, devrimci proletaryanın partisi için böyle bir birleştirmenin gittikçe daha zorunlu hale geleceği (kısmen şimdiden bir zorunluluk haline gelmiştir); proletaryanın burjuvaziye karşı iç savaşının gelişmesi ve yakınlaşmasından dolayı, yasallığı her biçimde çiğneyen cumhuriyetçi ve genel olarak burjuva hükümetler tarafından komünistlere uygulanan vahşi baskılardan (sadece Amerika, örneği bile ibret vericidir!) vs. dolayı zorunlu hale geleceği zaman hızla yaklaşmaktadır. Hollandalılar ve genel olarak radikaller bu son derece önemli sorunu hiç mi hiç kavramamışlardır.
İkinci cümle ilk önce tarihsel olarak yanlıştır. Biz Bolşevikler karşı-devrimci parlamentolara katıldık ve deneyim, proletaryanın devrimci partisi için bu katılımın, tam da Rusya’da birinci burjuva devriminin (1905) ardından bu katılımın, sadece faydalı değil, aynı zamanda ikinci burjuva devrimini (Mart -Şubat- 1917) ve daha sonra da sosyalist devrimi (Kasım -Ekim- 1917) hazırlamak için zorunlu olduğunu göstermiştir. İkincisi, bu cümle şaşılacak derecede mantıksızdır. Parlamentonun karşı-devrimin organı ve “merkezi” haline gelmesinden (gerçekte hiçbir zaman “merkez” olmamıştır, olamaz da; bunu da geçerken belirtmiş olalım) ve işçilerin Sovyetler biçiminde kendi iktidar organlarını yaratmalarından, işçilerin kendilerini Sovyetlerin parlamentoya karşı mücadelesine, parlamentoyu Sovyetler tarafından dağıtmaya -düşünsel, siyasal ve teknik olarak- hazırlamaları gerektiği sonucu çıkar. Fakat buradan asla, karşı-devrimci bir parlamento içinde bir Sovyet muhalefetinin var olmasının böyle bir dağıtmayı zorlaştıracağı ya da kolaylaştırmayacağı sonucu çıkmaz. Denikin ve Kolçak’a karşı muzaffer mücadelemizde biz, onların saflarında bir proleter muhalefetin, bir Sovyet muhalefetinin varlığının, zaferlerimiz için olmasa da olur olduğunu bir kez bile fark etmedik. Kurucu Meclis’in 18 (5) Ocak 1918’de dağıtılmasının tarafımızdan zorlaştırıl madiğini, tersine, dağıtılan karşı-devrimci Kurucu Meclis içinde bir tutarlı Bolşevik, bir de tutarsız Sovyet muhalefeti, Sol Sosyal-Devrimci muhalefetin varlığıyla kolaylaştırıldığını çok iyi biliyoruz. Bu tezlerin yazarları tam bir kafa karışıklığı içine düşmüşler ve devrimler zamanında, gerici parlamentonun dışındaki kitle eylemlerini, bu parlamentonun içindeki devrim yanlısı (ya da daha iyisi: devrimi doğrudan destekleyen) bir muhalefetle birleştirmenin özellikle yararlı olduğunu kanıtlayan -eğer bütün devrimlerin değilse- bir dizi devrimin deneyimlerini unutmuşlardır. Hollandalılar ve genel olarak “radikaller” burada, hiçbir zaman gerçek bir devrime katılmamış ya da devrimler tarihi üzerine derinleşmemiş, ya da safça, belirli bir gerici kurumu öznel olarak “reddetmeyi”, bir dizi nesnel etkenin birleşik eylemiyle o kurumun gerçekten yıkılmasıyla bir sayan devrim doktrinerleri gibi yargıda bulunuyorlar.
Yeni bir politik (ve sadece politik değil) düşünceyi gözden düşürmenin, ona zarar vermenin en emin yolu, bu düşünceyi saçmalık derecesine vardırarak savunmaktır. Çünkü her gerçek, (emektar Dietzgen’in dediği gibi) “aşırılaştırıldığında”,  abartıldığında, gerçek geçerlilik sınırlarının dışına genişletildiğinde, bir saçmalık haline getirilebilir, evet bu koşullar altında kaçınılmaz olarak saçmalık haline gelecektir. İşte Hollandalı ve Alman radikaller, Sovyetler iktidarının burjuva-demokratik parlamentolardan üstün olduğuna dair yeni gerçeğe tam da böyle bir ayı dostluğunda bulunuyorlar. Elbette eskiden olduğu gibi ve genel olarak burjuva parlamentolara katılmayı reddetmenin, koşullar ne olursa olsun yanlış olduğunu iddia edenler hata etmiş olurlar. Burada boykotun hangi koşullarda yararlı olacağını formüle etme çabasında bulunmam mümkün değil, çünkü bu yazının görevi çok daha mütevazıdır: Uluslararası komünist taktiğin bazı acil güncel sorunlarıyla bağıntılı olarak Rus deneyimlerini değerlendirmek amacındadır. Rus deneyimi bize, Bolşevikler tarafından boykotun bir kez (1905) başarılı ve doğru, bir başka kez de (1906) yanlış uygulanışını verdi. Birinci durumun tahlili bize, kitlelerin parlamento-dışı devrimci eyleminin (özellikle grev hareketinin) olağanüstü hızla büyüdüğü, proletarya ve köylülüğün hiçbir kesiminin gerici iktidarı destekleyemeyeceği, devrimci proletaryanın grev eylemi ve tarım hareketiyle geri kalmış büyük kitleler üzerinde etki sağladığı bir anda gerici bir iktidar tarafından gerici bir parlamentonun toplantıya çağrılmasını engellemeyi başardığımızı gösterir. Bu deneyimin bugünkü Avrupa koşullarına uygulanamayacağı tamamen açıktır. Hakeza, yukarıda belirttiğimiz argümanlar temelinde, Hollandalıların ve “radikaller”in, parlamentoya katılmayı reddetmeyi koşullu da olsa savunmalarının kökten yanlış ve devrimci proletaryanın davasına zararlı olduğu da tamamen açıktır.
Batı Avrupa’da ve Amerika’da parlamento, işçi sınıfı içinden ileri devrimcilerin özel nefretini kazanmıştır. Bu tartışma götürmez. Bu kesinlikle anlaşılırdır, çünkü savaş sırasında ve sonrasında parlamentodaki sosyalist ve sosyal-demokrat temsilcilerin büyük çoğunluğunun davranışından daha adice, daha alçakça, daha çirkin bir şey düşünmek zordur. Ne var ki, herkes tarafından kabul edilen bu kötülükle nasıl savaşmak gerektiği sorunu çözüme bağlanırken, kendini bu ruh hallerine kaptırmak sadece akılsızlık değil, aynı zamanda doğrudan cinayet olurdu. Birçok Batı Avrupa ülkesinde şimdi devrimci ruh hali adeta bir “yenilik”, ya da uzun süre boşuna ve sabırsızlıkla beklenen “az bulunur” bir şeydir ve belki de insan bu nedenle kendini bu duyguya kolayca kaptırmaktadır. Kitlelerde devrimci ruh hali olmadan, böyle bir ruh halinin gelişmesini teşvik eden koşullar olmadan, devrimci bir taktik elbette eyleme dönüştürülemez, fakat Rusya’da bizler son derece uzun, ağır, kanlı deneyimlerle, devrimci taktiğin sadece devrimci ruh hali üzerine kurulamayacağı gerçeğini öğrendik. Taktik, her verili devletin (ve onu çevreleyen devletlerin ve tüm devletlerin, yani dünyadaki tüm devletlerin) tüm sınıf güçlerinin soğukkanlı ve sımsıkı nesnel bir değerlendirmesine ve devrimci hareketlerin deneyimlerinin hesaba katılmasına dayandırılmak zorundadır. “Devrimci zihniyetini” parlamenter oportünizmi sadece lanetlemekle, parlamentoya katılmayı sadece reddetmekle ifade etmek çok kolaydır, fakat bu tam da çok kolay olduğu için, zor, son derece zor görevin çözümü olamaz. Avrupa parlamentolarında gerçekten devrimci bir parlamento fraksiyonu yaratmak, Rusya’da olduğundan çok daha zordur. Elbette. Fakat bu tam da, 1917’nin son derece özgün somut tarihsel koşulları içinde Rusya’nın sosyalist devrime başlamasının kolay olduğu, buna karşılık sosyalist devrimi sürdürüp sonuna kadar götürmesinin Avrupa ülkelerine göre daha zor olacağı yolundaki genel gerçeğin sadece özel bir ifadesidir. Daha 1918 yılı başlarında bu duruma dikkat çekmek zorunda kalmıştım (Seçme Eserler, Cilt 7, 3. 235–236. (Inter Yayınları.) -Red.) ve daha sonraki iki yıllık deneyim bu anlayışın doğruluğunu tamamen teyit etti 1) Sovyet devrimini, bu devrim sayesinde mümkün olan, işçilerle köylüleri son derece bitkin düşürmüş emperyalist savaşa son vermekle birleştirme olanağı; 2) ortak düşmanları Sovyetlere karşı mücadele için birleşemeyen dünyanın en güçlü iki emperyalist soyguncu grubu arasındaki ölüm kalım savaşından belli bir süre yararlanma olanağı; 3) kısmen ülkenin çok büyük oluşu ve ulaşım olanaklarının kötü oluşu yüzünden oldukça uzun bir iç savaşa dayanma olanağı; 4) köylülük içinde, proletarya partisinin, köylü partisinin (Sosyal-Devrimciler Partisi, çoğunluğu Bolşevizm’e kesinlikle düşman olan bir parti) devrimci taleplerini devralmasına ve bu talepleri siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi sayesinde bir çırpıda gerçekleştirmesine olanak sağlayacak kadar köklü bir burjuva-demokratik devrimci hareketin varlığı olanağı gibi özgül koşullar bugün Avrupa’da yoktur ve böyle ya da benzeri koşulların yeniden gelmesi öyle kolay değildir. Başka şeylerin yanı sıra -bir dizi başka sebebi bir yana bırakırsak- işte bu nedenle, sosyalist devrime başlamak Batı Avrupa için bizde olduğundan daha zordur. Bu zorluktan “kaçınmayı”, gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanmak gibi çetin bir sorunun üstünden “atlayarak” gerçekleştirmeyi denemek tam bir çocukluktur. Hem yeni bir toplum yaratmak istiyorsunuz, hem de gerici bir parlamentoda inançlı, özverili, yiğit komünistlerden kurulu bir parlamento fraksiyonu yaratmanın güçlüklerinden korkuyorsunuz! Bu çocukluk değil midir? Eğer Almanya’da Karl Liebknecht ve İsveç’te Z. Höglund, tabandan kitle desteği yokken bile gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanmanın örneğini verebildilerse, savaştan sonra kitlelere egemen olan düş kırıklığı ve öfke göz önüne alındığında hızla gelişen bir devrimci partinin, en kötü parlamentolarda bile devrimci bir fraksiyon kurması nasıl mümkün olmaz? İşte tam da bunun için, Batı Avrupa’da işçilerin geri kesimleri ve daha çok da küçük köylüler, Rusya’dakinden daha fazla burjuva-demokratik ve parlamenter önyargılara kapılmış oldukları için, tam da bu yüzden komünistler, ancak burjuva parlamentosu gibi kurumların içinden bu önyargıları teşhir etme, ortadan kaldırma, aşma mücadelesini, bu uzun süreli, inatçı, hiçbir zorluktan çekinmeyen mücadeleyi yürütebilirler (ve yürütmelidirler).
Alman “radikaller”i partilerinin kötü “liderler”inden yakınıyor ve umutsuzluğa düşüyorlar, hatta işi “liderler”i “yadsıma” gülünçlüğüne vardırıyorlar. Fakat “liderler” çoğunlukla illegalitede saklamanın zorunlu olduğu koşullarda, iyi, güvenilir, sınanmış, otorite sahibi “liderler” yetiştirmek zordur. Ve legal çalışmayla illegal çalışmayı birleştirmeden, “lider”i başka şeylerin yanı sıra parlamento arenasında sınamadan bu zorluğun üstesinden gelmek olanaksızdır. En sert, en amansız ve en uzlaşmaz eleştiriler, parlamentarizme ve parlamenter faaliyete karşı değil, parlamento seçimlerinden ve parlamento kürsüsünden devrimci komünist tarzda yararlanmasını bilmeyen liderlere karşı yöneltilmelidir, hele de bunu istemeyen liderlere karşı daha şiddetli yöneltilmelidir. Ancak böyle bir eleştiri -elbette işe yaramaz liderlerin uzaklaştırılması ve yerlerine işe yarayanların getirilmesiyle birleştirildiğinde- yararlı ve semereli bir devrimci çalışma olacaktır; aynı zamanda hem işçi sınıfına ve emekçi yığınlara layık olabilmeleri için “liderler”i eğiten ve hem de kitlelerin politik durumda yönlerini doğru saptamalarını ve bu durumdan doğan çok karmaşık ve karışık görevlerini anlamalarını sağlayacak yararlı ve semereli bir devrimci çalışma olacaktır.

(Lenin, “Sol Radikalizm”, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, Seçme Eserler, cilt: 10, s. 112-123’ten alınmıştır. Çev: Süheyla Kaya, İsmail Yarkın, İnter Yayınları, 1997.)

Şubat 1999

sosyalist devrim ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı (Tezler)

Ocak – Şubat 1916
V.İ. Lenin

1- EMPERYALİZM, SOSYALİZM VE EZİLEN ULUSLARIN KURTULUŞU
Emperyalizm, kapitalizmin gelişiminin en yüksek aşamasıdır. Gelişmiş ülkelerdeki sermaye büyüyerek ulusal devlet sınırlarının ötesine geçmiş, rekabet yerini tekele bırakmış ve sosyalizmin başarısı için bütün nesnel koşulları yaratmıştır. Bundan dolayı, Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, kapitalist hükümetleri devirmek ve burjuvaziyi mülksüzleştirmek için proletaryanın devrimci mücadelesi günün görevidir. Emperyalizm sınıf karşıtlıklarını büyük ölçüde keskinleştirerek, yaşam koşullarını hem ekonomik –tröstler ve hayat pahalılığı– hem de politik –artan militarizm, sık sık patlak veren savaşlar, tırmanan gericilik, artan ve genişleyen ulusal zulüm ve sömürgeci yağma– olarak kötüleştirerek, kitleleri bu mücadeleye girmeye zorlar. Muzaffer sosyalizm zorunlu olarak tam demokrasiyi tesis etmek zorundadır. Dolayısıyla uluslar arasında tam bir eşitlik sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını, yani siyasi olarak özgürce ayrılma hakkını da gerçekleştirmelidir. Şimdi, devrim sırasında ve devrimin zaferinin ardından, köleleştirilmiş ulusları kurtaracaklarını ve onlarla gönüllü birlik temelinde ilişki kuracaklarını –siyasal olarak ayrılma hakkı olmaksızın özgür-gönüllü birlik sahte bir sözdür– icraatlarıyla göstermeyen sosyalist partiler sosyalizme ihanet etmiş olacaklardır.
Demokrasi elbette bir devlet biçimidir ve devlet ortadan kalktığında o da ortadan kalkmalıdır. Ama, demokrasinin ortadan kalkması ancak, tam olarak zafere ulaşmış ve pekiştirilmiş sosyalizmden tam komünizme geçiş sürecinde gerçekleşecektir.

2- SOSYALİST DEVRİM VE DEMOKRASİ UĞRUNA MÜCADELE
Sosyalist devrim tek bir eylem, tek cephede verilen bir muharebe değil, bir bütün olarak şiddetli sınıf çatışmaları dönemi, bütün cephelerde, ekonomik ve politik tüm sorunlar üzerine uzun süren bir dizi savaş demektir. Bu savaşlar ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanabilir. Demokrasi mücadelesinin, proletaryanın dikkatini sosyalist devrimden uzaklaştıracağını, sosyalist devrim ufkunu karartacağını ya da onu gölgede bırakacağını düşünmek köklü bir yanılgı olacaktır. Tersine, nasıl ki sosyalizm tam demokrasiyi uygulamaya koymadan kesin zafere ulaşamazsa, proletarya da demokrasi uğruna çok yönlü, tutarlı ve devrimci bir mücadeleye girişmeksizin burjuvaziye karşı zaferinin koşullarını hazırlayamaz.
Demokratik programın herhangi bir maddesini, sözgelimi ulusların kendi kaderini tayin hakkını, emperyalizm koşullarında “uygulanamaz” ya da “hayali” olduğunu ileri sürerek programdan çıkarmak da daha küçük bir yanılgı olmayacaktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının kapitalizm sınırları içinde uygulanamaz olduğu şeklindeki iddia iki şekilde anlaşılabilir: ya mutlak olarak yani ekonomik anlamda ya da koşullara bağlı olarak yani politik anlamda.
İlk olarak, bu iddia teorik açıdan bakıldığında temelden yanlıştır. Birincisi, emeğin karşılığını alması ya da krizlerin sona ermesi gibi şeyler, teorik olarak kapitalizm koşullarında uygulanamaz şeylerdir. Ama ulusların kendi kaderini tayin hakkının aynı derecede uygulanamaz olduğu tamamen yanlıştır. İkincisi, 1905 yılında Norveç’in İsveç’ten ayrılması örneği bile uygulanamazlık iddiasını çürütmeye yeterlidir. Üçüncüsü, diyelim ki, Almanya ve İngiltere arasındaki politik ve stratejik ilişkilerde küçük bir değişimin Polonya, Hindistan ya da benzeri türden yeni bir devletin oluşumunu tam olarak “uygulanabilir” kılacağını reddetmek gülünç olacaktır. Dördüncüsü, genişleme dürtüsündeki mali sermaye, en özgür demokratik ve cumhuriyetçi hükümeti ve herhangi bir ülkenin, o ülke “bağımsız” bile olsa, seçilmiş yöneticilerini “serbestçe” satın alabilecek ya da rüşvet yoluyla elde edebilecektir. Mali sermayenin ya da genel olarak sermayenin egemenliği siyasi demokrasi alanındaki herhangi bir reformla ortadan kaldırılamaz. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı da tümü ile ve sadece siyasi demokrasi alanına aittir. Gelgelelim, mali sermayenin egemenliği, sınıf baskısı ve sınıf mücadelesinin daha serbest, daha geniş ve daha açık olduğu siyasi demokrasinin önemini hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla kapitalizm koşullarında siyasi demokrasi taleplerinden birinin ekonomik olarak “uygulanamazlığı” hakkındaki bütün savlar, bir bütün olarak siyasi demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişkileri genel ve temel düzeyde teorik olarak yanlış tanımlamaya götürür.
İkinci olarak, bu iddia eksik ve kusurludur. Çünkü emperyalizm koşullarında, yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, siyasi demokrasinin bütün temel talepleri ancak kısmen uygulanabilir, üstelik çarpıtılmış ve istisnai olarak (Norveç’in 1905’te İsveç’ten ayrılması örneğinde olduğu gibi). Bütün devrimci sosyal demokratlar tarafından önerilen sömürgelerin acil kurtuluşu talebi de bir dizi devrim olmaksızın kapitalizm koşullarında “uygulanamaz” bir taleptir. Fakat bundan, hiç de sosyal demokratların bütün bu talepler için acil ve kararlı bir mücadeleden vazgeçmeleri gerektiği sonucu çıkmaz –sosyal demokratların böylesi bir mücadeleden vazgeçmeleri sadece burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürecektir. Tersine, bu taleplerin, burjuva yasallığı çerçevesinde kalarak değil onu parçalayarak; parlamenter söylevlere ve sözlü protestolara hapsolarak değil kitleleri sonuç alıcı eylemlere sürükleyerek, her türden temel demokratik talep için verilen mücadeleyi genişletip güçlendirerek; reformist değil, devrimci bir tarzda formüle edilip uygulanmasının gerekliliği sonucu çıkar. Ta ki proletaryanın burjuvaziye doğrudan hücumuna, yani burjuvaziyi mülksüzleştirecek olan sosyalist devrime kadar. Sosyalist devrim sadece büyük bir grevin, bir sokak gösterisinin, açlıktan doğan bir ayaklanmanın, bir askeri başkaldırının ya da bir sömürge isyanının sonucunda patlak vermeyebilir. Sosyalist devrim, Dreyfus skandalı1, Zabern olayı2 ya da ezilen bir ulusun ayrılmasıyla ilgili bir referandum gibi siyasi krizlerin bir sonucu olarak da ortaya çıkabilir.
Emperyalizm koşullarında ulusal baskının artmış olması, sosyal demokrasi için, burjuvazinin “hayal” olarak tanımladığı ulusların ayrılma özgürlüğü için mücadeleden vazgeçmek gerektiği anlamına gelmez. Aksine, bu alanda ortaya çıkan çelişkilerden, kitle eylemlerinin ve burjuvazi üzerine devrimci saldırıların dayanağı olarak daha fazla yararlanmak gerektiği sonucu çıkar.

3- KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKININ ANLAMI VE FEDERASYONLA İLİŞKİSİ
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı yalnızca siyasi anlamda bağımsızlık hakkı, ezen ulustan siyasi olarak özgürce ayrılma hakkı anlamına gelir. Bu siyasal demokrasi talebi kesin biçimde, ayrılacak olan ulusun ayrılması yönünde ve ayrılma konusunda bir referandum için tam bir ajitasyon özgürlüğünü içerir. Bundan dolayı bu talep, ayrılma, parçalanma ve küçük devletler oluşturma talebiyle aynı anlama gelmez. Bu talep, yalnızca, her türden ulusal baskıya karşı istikrarlı bir mücadelede ifadesini bulur. Demokratik bir devlet sistemi siyasi ayrılma konusunda tam özgürlüğe ne kadar yakınsa, ayrılma isteği pratikte o kadar nadir ve zayıf olacaktır. Çünkü büyük devletler, hem ekonomik gelişme, hem de kitlelerin çıkarları açısından tartışma götürmez üstünlükler sağlayacaktır. Dahası bu üstünlükler kapitalizmin gelişmesiyle daha da çoğalmaktadır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması, ilke olarak federasyonun kabul edilmesiyle aynı şey değildir. Bir insan, federasyon ilkesinin kararlı bir karşıtı ve demokratik merkeziyetçiliğin ateşli bir savunucusu olabilir. Buna rağmen, tam demokratik merkeziyetçiliğe giden tek yol olarak, federasyonu ulusal eşitsizliğe tercih edebilir. Bir merkeziyetçi olan Marx’ın, İrlanda ile İngiltere arasındaki federasyonu, İrlanda’nın İngiltere’ye zorla boyun eğdirilmesine tercih etmesi, bu bakış açısından kaynaklanıyordu.
Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın günümüzde küçük devletlere bölünmüş olmasına ve ulusların herhangi bir biçimde yalıtılmasına son vermek değildir. Yalnızca ulusları birbirine daha yakınlaştırmak da değil, ulusları birbirleriyle kaynaştırmaktır. Ve bu amacın başarılması için biz, bir yandan Renner ve Otto Bauer’in sözde “ulusal-kültürel özerklik”3 düşüncesinin gerici karakterini kitlelere anlatmalı, bir yandan da ezilen ulusların kurtuluşunu talep etmeliyiz. Bu talep, sorunu sosyalizmin kuruluşuna “erteleyecek” şekilde, genel bulanık ifadelerle, boş sözlerle değil, ezen ulus sosyalistlerinin namertliklerini ve ikiyüzlülüklerini özellikle göz önünde bulunduracak açıklıkla ve kesinlikle formüle edilmiş bir siyasi programda ifade edilmelidir. İnsanlık, nasıl ki, sınıfların ortadan kaldırılışı evresine ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir geçiş evresinden geçerek ulaşabilirse, aynı şekilde ulusların kaçınılmaz bütünleşmesine de, ancak bütün ezilen ulusların tam kurtuluşu evresinden, yani ayrılma özgürlüğünü elde ettiği bir geçiş evresinden geçerek varabilir.

4- ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI SORUNUNUN PROLETER DEVRİMCİ SUNULUŞU
Sadece ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebi değil, bizim asgari demokratik programımızın bütün maddeleri de, uzun bir süre önce, daha 17. ve 18. yüzyıllarda, küçük burjuvazi tarafından ileri sürülmüştü. Onlar, sınıf mücadelesini ve onun demokrasi koşullarında şiddetlendiği gerçeğini göremedikleri ve “barışçıl” bir kapitalizme inandıkları için, bütün bu talepleri ütopik bir yolla bugün de ileri sürmektedirler. Kautskiciler tarafından savunulan ve halkı aldatmaya hizmet eden emperyalizm koşullarında eşit ulusların barışçıl birliği fikrinin gerçek niteliği işte budur. Bu küçük burjuva, oportünist ütopyanın karşıtı olarak sosyal demokrasinin programı, ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesini, emperyalizm koşullarında temel, önemli ve kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul etmelidir.
Ezen ulusların proletaryası, burjuva pasifistlerinin tekrarlayıp durduğu gibi, ilhaklara karşı ve genel olarak ulusların eşit haklara sahip olmasından yana, genel, basmakalıp laflarla kendini sınırlamamalıdır. Proletarya, emperyalist burjuvazi için çok “tatsız” bir sorun olan ulusal baskı temelinde şekillenmiş bir devletin sınırları sorununda sessiz kalamaz. Proletarya, ezilen ulusların mevcut devlet sınırları içinde zorla tutulmasına karşı mücadele etmelidir, ki bu, ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele anlamına gelir. Proletarya, “kendi” ulusu tarafından ezilen uluslar ve sömürgeler için siyasi olarak ayrılma özgürlüğü talep etmelidir. Aksi takdirde, proletarya enternasyonalizmi anlamsız bir söz olarak kalacak; ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında karşılıklı güven ve sınıf dayanışması imkansız hale gelecek; bir yandan kendi kaderini tayin hakkının savunuculuğunu yaparken, öte yandan “kendi” ulusları tarafından ezilen ve zorla “kendi” devlet sınırları içinde tutulan uluslar karşısında sessizliğini koruyan reformistlerin ve Kautskicilerin ikiyüzlülüğü teşhir edilmemiş olacaktır.
Diğer yandan, ezilen ulusların sosyalistleri, ezen ve ezilen ulus işçilerinin, örgütsel birliği de içermek üzere, tam ve koşulsuz birliğini özellikle savunmalı ve uygulamaya koymalıdır. Bu olmadan, burjuvazinin bütün entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında proletaryanın bağımsız politikasını savunmak ve diğer ülkelerin proleterleriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştirmek imkansız olacaktır. Ezilen ulus burjuvazisi, işçileri aldatmak için sürekli olarak ulusal kurtuluş sloganlarından yararlanır. Bu sloganları iç politikada egemen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalar yapmak için kullanır (örneğin, Avusturya ve Rusya’daki Polonyalılar, Yahudileri ve Ukraynalıları ezmek için gericilikle anlaşmaya varırlar). Dış politikada ise, kendi yağmacı amaçlarını gerçekleştirmek için rakip emperyalist güçlerden biriyle uzlaşmak için çaba gösterir (küçük Balkan devletlerinin politikaları, vb.).
Nasıl ki, örneğin Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, cumhuriyetçi sloganları politik aldatma ve mali soygun amacı için burjuvazi tarafından kullandığı birçok durum sosyal demokrasinin cumhuriyetçilikten vazgeçmesine yol açmamışsa; aynı biçimde, bir emperyalist güce karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin, belirli koşullar altında, başka bir “büyük” güç tarafından kendi emperyalist amaçları için kullanılabilmesi gerçeği de, sosyal demokrasiyi ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan alıkoyamaz.

5- ULUSAL SORUN ÜZERİNE MARKSİZM VE PROUDHON’CULUK

Küçük burjuva demokratların aksine Marx, her demokratik talebi, ayrım yapmaksızın, mutlak bir şey olarak değil, burjuvazi önderliğindeki halk yığınlarının feodalizme karşı mücadelesinin tarihsel bir ifadesi saymıştır. Bu taleplerden bir teki yoktur ki, belirli koşullar altında, burjuvazinin ellerinde işçileri aldatmanın bir aracı olarak hizmet etmemiş ve etmeyecek olsun. Bu bakımdan, siyasi demokrasi taleplerinden birini, özellikle ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebini ayırıp diğerlerinin karşısına koymak, teorik anlamda köklü bir yanlıştır. Pratikte proletarya, tüm demokratik talepleri için mücadelesini, cumhuriyet talebini de içermek üzere, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci mücadelesine bağlarsa, ancak o zaman kendi bağımsızlığını koruyabilecektir.
Diğer yandan “sosyalist devrim adına” ulusal sorunu “yadsıyan” Proudhon’culardan farklı olarak Marx, esas olarak gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarını göz önünde bulundurarak enternasyonalizm ve sosyalizmin temel ilkesini, yani “başka ulusları ezen ulus özgür olamaz”4 ilkesini öne çıkarmıştır. Marx’ın 1848’de Almanya’da galip gelen demokrasinin, Almanlar tarafından ezilen ulusların özgürlüğünü kabul ve ilan etmesi gerektiğini belirtmesi tamamen Alman işçilerin devrimci hareketinin çıkarları bakımındandı.  1869’da Marx’ın, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını, “… bu federasyon ayrılığa yol açsa bile,”  sözleriyle talep etmesi de tamamen İngiliz işçilerin devrimci mücadelesinin çıkarlarını gözetmesindendi. Marx, ancak bu talebi ileri sürerek İngiliz işçileri enternasyonalizm ruhuyla gerçekten eğitiyordu. O, aradan yarım yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, İrlanda “reformunu” gerçekleştirmeyi beceremeyen oportünistlere ve burjuva reformizmine ancak bu yolla, tarihsel bir problemin devrimci çözümü yoluyla karşı koyabildi. Ancak bu yolla –küçük ulusların ayrılma hakkının düşsel ve uygulanamaz olduğunu, yalnızca ekonomik değil, politik olarak merkezileşmenin de ilerici olduğunu bas bas bağıran sermaye sözcülerinden farklı olarak– merkezileşmenin emperyalist olmayan bir anlam taşıdığında ilerici olabileceğini ve ulusların zorla değil, bütün ülkelerin proleterlerinin özgür birliği temelinde bir araya getirilmesi gerektiğini savunabildi. Marx ancak bu yolla, ulusların eşitliğinin ve kendi kaderini tayin hakkının sözde ve genellikle ikiyüzlüce tanınmasına karşı çıkarak, ulusal sorunların çözümünde de kitlelerin devrimci eylemini savunabilmiştir. 1914-16 emperyalist savaşı ve bu savaşın ortaya çıkardığı oportünistlerle Kautskicilerin ikiyüzlülükleri, Marx’ın politikasını parlak bir şekilde doğruladı. Bu politika bütün gelişmiş ülkeler için bir örnek görevi görmelidir, çünkü şu anda bunların tümü başka ulusları ezmektedir.

6- ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI BAKIMINDAN ÜÇ TİP ÜLKE
Ülkeler, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunu bakımından üç ana kategoriye ayrılmalıdır.
Birincisi; Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gelişmiş kapitalist ülkeleri. Bu ülkelerde ilerici, burjuva ulusal hareketler çoktan sona erdi. Bu “büyük” ulusların her biri sömürgelerde ve kendi ülkelerinde öteki ulusları ezmektedir. 19. yüzyıldaki İngiltere proletaryasının İrlanda sorunuyla ilgili görevi neyse, bu egemen ulusların proletaryasının görevi de odur.
İkincisi; Doğu Avrupa: Avusturya, Balkanlar ve özellikle Rusya. Bu ülkelerde, burjuva demokratik ulusal hareketleri geliştiren ve ulusal mücadeleyi yoğunlaştıran özellikle 19. yüzyıldı. Bu ülkelerdeki proletaryanın görevleri –diğer ülkelerdeki sosyalist devrimlere yardım etmek bakımından olduğu kadar kendi ülkelerindeki burjuva demokratik reform sürecini tamamlamak bakımından da– ulusların kendi kaderini tayin hakkı savunulmadan yerine getirilemez. Burada en zor ve en önemli görev, ezen ulusların işçilerinin sınıf mücadelesini ezilen ulusların işçilerinin sınıf mücadelesiyle birleştirmektir.
Üçüncüsü; Çin, İran ve Türkiye gibi yarı-sömürge ülkeler ile bütün sömürge ülkeler, ki bu ülkelerin toplam nüfusu bir milyarı bulmaktadır. Bu ülkelerde burjuva-demokratik hareket ya yeni yeni ortaya çıkmaktadır ya da daha tamamlanmamıştır. Sosyalistler karşılık beklemeksizin, sömürgelerin özgürlüğünü –ki bu talebin siyasi ifadesi kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan başka bir anlam ifade etmez– acil ve koşulsuz olarak savunmakla kalmamalı, bu ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal kurtuluş hareketleri içinde yer alan daha devrimci öğeleri kararlı bir biçimde desteklemeli ve onların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmasına –ya da böyle bir şey olması halinde, devrimci savaşına– yardım etmelidir.

7- SOSYAL ŞOVENİZM VE ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI
Emperyalist çağ ve 1914-16 savaşı, önde gelen ülkelerde şovenizm ve milliyetçiliğe karşı mücadelenin özellikle vurgulanmasına yol açtı. Sosyal şovenistler, yani “anayurt savunması” kavramını kullanarak, savaşın emperyalist, gerici karakterini gizleyen oportünistler ve Kautskiciler arasında ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda temel iki eğilim vardır.
Bir yanda, emperyalizmin ve politik merkezileşmenin ilerici olduğunu söyleyerek ilhakları savunan; ütopik, aldatıcı ve küçük burjuva vb. diyerek kendi kaderini tayin hakkını reddeden, burjuvazinin gerçek yüzleri açığa çıkmış uşaklarını görüyoruz. Bu gruba, Cunow, Parvus ve Almanya’daki aşırı oportünistler, İngiltere’deki Fabyanların bir kısmı ve sendika liderleri ile Rusya’daki Semkovski, Liebman, Yurkeviç vb. oportünistler girerler.
Diğer yanda, Vandervelde, Renaudel’in de aralarında olduğu Kautskicileri ve İngiltere ve Fransa gibi ülkelerdeki bir sürü pasifisti görüyoruz. Bunlar birinci gruptakilerle birliği savunurlar ve pratikte onlarla tam olarak aynılaşmışlardır; kendi kaderini tayin hakkını sadece sözde ve ikiyüzlüce savunurlar: Siyasi ayrılma özgürlüğü talebini “aşırı” bulurlar (“zu viel verlangt” –Kautsky, Neue Zeit, 21 Mayıs 1915). Özellikle ezen ulusların sosyalistleri için, devrimci taktiklerin gerekliliğini savunmazlar. Tersine, devrimci yükümlülüklerinin anlaşılmasını güçleştirirler, oportünistliklerini haklı gösterirler, halkın kolayca aldatılmasının yolunu bulurlar, ezilen ulusları zorla egemenliği altında tutan bir devletin sınırları sorununda yan çizerler.
Marksizmi çirkin emellerine alet eden her iki grup da oportünisttir. Bunlar, Marx’ın taktiklerinin, örneğin İrlanda ile ilgili olanının, teorik anlamı ve pratik önemini anlama yeteneğini bütünüyle yitirmişlerdir.
İlhaklara gelince; bu sorun, savaş dolayısıyla özellikle acil sorunlardan biri haline gelmiştir. Fakat ilhak nedir! İlhaklara karşı çıkmanın, ya ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayı beraberinde getirdiği, ya da statükoyu korumaya ve her türlü şiddette, hatta devrimci şiddete bile düşmanca bir tutum içeren pasifist bir sözden öteye gitmediği apaçık bellidir. Bu tür sözler kökünden yanlıştır ve Marksizm ile bağdaşmaz.

8- PROLETARYANIN YAKIN GELECEKTEKİ SOMUT GÖREVLERİ
Sosyalist devrim çok yakında başlayabilir. Proletarya, bu durumda iktidarı ele geçirmek, bankaları kamulaştırmak ve diğer diktatörlük önlemlerini almak gibi acil görevlerle yüz yüze gelecektir. Böyle bir durumda burjuvazi ve özellikle Fabyanlar ve Kautskiciler gibi entelektüeller, ona sınırlı demokratik amaçlar yükleyerek devrimi bölmeye ve engellemeye çabalayacaklardır. Oysa, tamamen demokratik herhangi bir talep –eğer proletarya burjuva iktidarının siperlerine saldırmaya başlamışsa– bir bakıma devrimin engeli haline gelebilir. Bütün ezilen ulusların özgürlüğünü (yani kendi kaderini tayin hakkını) ilan etme ve buna rıza gösterme gerekliliği, sosyalist devrimde de, örneğin 1848’de Almanya’da ya da 1905’te Rusya’da burjuva demokratik devriminin zaferinde olduğu kadar acil bir önem kazanır.
Gelgelelim, sosyalist devrimin başlaması için 5, 10 ya da daha çok yıl geçmesi de gerekebilir. Bu, kitleleri devrimci bir ruhla eğitme zamanı olacaktır. Bu eğitim, sosyal şovenistler ve oportünistlerin, işçi sınıfı partisine üye olmalarını ve 1914-16’da olduğu gibi başarı kazanmalarını imkansız kılacaktır. Sosyalistler, sömürgelerin ve İrlanda’nın ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan İngiliz sosyalistlerini; sömürgeler, Alsaslılar, Danimarkalılar ve Polonyalılar için ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan, devrimci propaganda ve devrimci kitle eylemini doğrudan ulusal baskıya karşı mücadele alanına taşımayan, Zabern’deki olaylardan ezen ulus proletaryası arasında yaygın bir yeraltı propagandası, sokak gösterileri ve devrimci kitle eylemleri örgütlemek için yararlanmayan Alman sosyalistlerini; Finlandiya, Polonya, Ukrayna vb. için ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan Rus sosyalistlerini teşhir etmeli, böylesi sosyalistlerin şovenistler ve kan ve çamura batmış emperyalist krallıklar ve emperyalist burjuvazinin uşakları gibi davrandıklarını kitlelere açıklamalıdırlar.

9- RUS VE POLONYA SOSYAL DEMOKRASİSİ İLE İKİNCİ ENTERNASYONALİN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI KARŞISINDAKİ TUTUMU

Devrimci Rus sosyal demokratları ile Polonya sosyal demokratları arasındaki kendi kaderini tayin hakkı sorununa ilişkin görüş ayrılıkları daha 1903’te, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi programını onaylayan ve Polonya sosyal demokrat delegasyonunun itirazına rağmen, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan 9. maddenin programa konulduğu Kongre’de su yüzüne çıkmıştı. Polonya sosyal demokratları o zamandan beri kendi partileri adına Parti programımızdan 9. maddenin çıkarılması ya da yerine başka bir madde konulması önerilerini tekrar etmediler.
Rusya’da, nüfusun yüzde 57’sinden daha az olmayan, yani 100 milyonu aşkın bir bölümünü ezilen uluslar oluşturur. Çoğunlukla sınır bölgelerinde yaşayan bu uluslardan bazıları Büyük-Ruslardan daha yüksek bir kültüre sahiptirler. Rusya’nın Politik sistemi özellikle barbarca ve ortaçağa özgüdür. Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı bu ülkede çarlık tarafından ezilen ulusların Rusya’dan özgürce ayrılma hakkının tanınması sosyal demokrasinin demokratik ve sosyalist amaçlarını ilerletme açısından kayıtsız şartsız zorunluluktur. 1912 Ocak’ında yeniden inşa edilen partimiz, 1913 yılında6, ulusların kendi kaderini tayin hakkını pekiştiren ve bunu yukarıda belirtilen somut anlamda kesin biçimde açıklayan bir karar aldı. 1914-16’da dizginlerinden boşanmış Büyük-Rus şovenizminin hem burjuvazi ve hem de oportünist sosyalistler arasında (Rubanoviç, Plehanov, Naşe Dyelo vb.) hızla yayılması, bizi kendi kaderini tayin hakkı talebinde her zamankinden daha çok ısrar etmeye ve bu talebi reddedenleri Büyük-Rus şovenizminin ve çarlığın gerçek destekçileri olarak değerlendirmeye sevk etti. Partimiz, kendi kaderini tayin hakkına karşı bu türden hareketlerin hiçbir sorumluluğunu üstlenmeyeceğini üzerine basa basa ilan eder.
Ulusal sorun konusunda Polonya sosyal demokrasisinin görüşünü açıklayan son formülasyonu (Polonya sosyal demokratlarının Zimmerwald Konferansı’ndaki açıklaması) şu fikirleri içeriyor:
Bu bildiri, “Polonya’nın bölgelerini” yakın zamanda gerçekleşecek olan denge oyununun rehinesi olarak gören ve böylece “Polonya halkını kendi kaderini tayin etme fırsatından yoksun bırakan” Alman hükümetini ve diğer hükümetleri kınar. “Polonya sosyal demokrasisi bütün bir ülkenin yeniden parsellenip bölünmesini kesin ve çok ciddi bir biçimde protesto eder.” … “Ezilen halkların kurtuluşu” görevini Hohenzollern’lere bırakan sosyalistleri sert bir dille eleştirir. Onlar, yalnızca, uluslararası devrimci proletaryanın yakınlaşmakta olan mücadelesine katılma düşüncesini dile getirir. Sosyalizm mücadelesi, “ulusal baskı prangalarını kıracak, her türlü yabancı egemenliği ortadan kaldıracak ve Polonya halkının uluslar topluluğunun eşit bir üyesi olarak her alanda özgürce gelişimine olanak sağlayacaktır.” Bildiri, ayrıca mevcut savaşın “Polonyalılar için” “iki kez kardeş katliamı” olduğunu kabul eder. (Uluslararası Sosyalist Komite Bülteni, no: 2, 27 Eylül 1915, s. 15; Rusça çevirisi Enternasyonal ve Savaş sempozyumunda, s. 97.)
Bu politik ifade biçimi her ne kadar İkinci Enternasyonal’in program ve kararlarının çoğundan daha muğlak ve belirsiz ise de, bu düşüncelerin ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından özde bir farkı yoktur. Bu fikirleri kesin politik ifadelerle açıklamaya ve onların kapitalist sistemde ya da yalnızca sosyalist sistemde uygulanıp uygulanmayacağını belirlemeye yönelik herhangi bir girişim, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini reddetmekle Polonyalı sosyal demokratların yaptığı hatayı daha açık bir şekilde göz önüne serecektir.
1896’da Londra’da toplanan Uluslararası Sosyalist Kongre’nin ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan kararı, yukarıdaki ilkeler temelinde, şu hususlar açıkça belirtilerek tamamlanmalıdır: 1) Emperyalizm koşullarında bu talebin özel aciliyeti; 2) bu talebi de içermek üzere, bütün siyasi demokrasi taleplerinin sınıf içeriği ve siyasi bakımdan geleneklere bağlılığı; 3) ezen ulusun sosyal demokratları ile ezilen ulusun sosyal demokratlarının somut görevleri arasında ayırım yapma gerekliliği; 4) kendi kaderini tayin hakkının oportünistler ve Kautskiciler tarafından tutarsız, sadece sözde kalacak şekilde tanınması, bu nedenle de bunun siyasi anlamda ikiyüzlülük olması; 5) şovenistlerle “kendi” ulusları tarafından ezilen ulusların ve sömürgelerin ayrılma özgürlüğünü savunmayan sosyal demokratların, özellikle de Büyük devletlerin (Büyük-Ruslar, Anglo Amerikanlar, Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar, Japonlar, vb.) sosyal demokratlarının gerçekte tam benzerlik içinde oluşları; 6) temel siyasi demokrasi talepleri kadar kendi kaderini tayin hakkı talebinin de burjuva hükümetleri devirmek ve sosyalizmi gerçekleştirmek için kitlelerin devrimci mücadelesine bağlanması gereği.
Bazı küçük ulusların bakış açısının –özellikle halkı milliyetçi sloganlarla bölen Polonya burjuvazisine karşı mücadelesinde kendi kaderini tayin hakkını reddetme yanılgısına düşen Polonya sosyal demokratlarının bakış açısının– Enternasyonal bakış açısının yerine geçirilmesi teorik bir hata, Proudhon’culuğu Marksizmin yerine koymak olacaktır. Bunun pratikteki sonucu ise, ister istemez büyük devletlerin uluslarının en tehlikeli şovenizmlerinin ve oportünizminin desteklenmesidir.

RSDİP Merkez Organı
Sosyal Demokrat Yazı Kurulu.


Not: Kısa süre önce yayınlanmış 3 Mart 1916 tarihli Die Neue Zeit’da, Kautsky, açıkça Habsburglar Avusturyası’ndaki ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü kabul etmediği halde Rusya Polonyası için bu hakkı tanırken, Alman şovenizminin en iğrenç temsilcilerinden Austerlitz’e Hıristiyanca uzlaşma elini uzatıyor, Hindenburg’a ve Wilhelm II’ye adice hizmet ediyor. Kautskicilik bundan daha güzel bir şekilde sergilenemezdi!

Ocak – Şubat 1916’da yazıldı.
Nisan 1916’da Vorbote dergisi
sayı: 2’de yayınlandı.
V. İ. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler),
22. Cilt, s. 143-156, İngilizce 4. Baskı,
Progress Yayınevi, Moskova, 1964.
1)     Dreyfus Skandalı: Fransız militaristler arasındaki gerici kralcı çevrelerin 1894’te düzmece gerekçelerle Dreyfus’a karşı açtıkları dava. Dreyfus, Genel Kurmay’da subay olarak görev yapan bir Yahudiydi. Casusluk ve vatana ihanetle suçlandı. Askeri mahkeme onu ömür boyu hapse mahkûm etti. Kararın düzeltilmesi için başlatılan halk hareketi cumhuriyetçiler ve kralcılar arasında şiddetli bir mücadeleye neden oldu. Dreyfus bu mücadele sonucunda tahliye edildi. Lenin, Dreyfus davası hakkında “gerici askeri kastın binlerce hilesinden biri,” dedi.
2)    Zabern Olayı: 1913 Kasımında meydana gelen olay, Prusyalı bir subayın Zabern’deki Alsaslılara yönelik vahşeti nedeniyle patlak verdi. Zabern olayı, bölge halkının, özellikle de Fransızların Prusyalı militaristlere karşı bir öfke patlamasıyla sonuçlandı (Lenin’in “Zabern” başlıklı makalesi, Toplu Eserler, cilt 19, s. 513-15).
3)     Renner ve Bauer’in gerici “ulusal-kültürel özerklik” fikrinin bir eleştirisi için Lenin’in “Ulusal-Kültürel Özerklik” (Toplu Eserler, cilt 19) ve “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar” (Toplu Eserler, cilt 20) başlıklı makalelerine bakınız.
4)    Karl Marx, “Konfidentielle Mitteilung”, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Marksizm-Leninizm Enstitüsü arşivindeki el yazmasından aktarılmıştır.
5)    Die Glocke (Çan): 1915 ve 1925 tarihleri arasında, sosyal şovenist Parvus (A. L. Helfand) tarafından önce Münih’te sonra da Berlin’de çıkarılan dergi. Parvus, Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesiydi.
6)    Ulusal sorun üzerine bir teklif. Lenin tarafından yazıldı ve RSDİP Merkez Komitesi ve yöneticilerinin bir toplantısında kabul edildi. Toplantı, 6-14 Ekim 1913 tarihinde Cracow yakınlarındaki Poronin’de gerçekleştirildi. Bu toplantı, gizlilik nedenleriyle “Yaz” ya da “Ağustos” toplantısı diye bilinir. Teklifin metni için bkz: Lenin, Toplu Eserler, cilt 19, s. 427-429.

Amerikan İşçilerine Mektup*

DİPNOT:
(* Lenin’in 20 Ağustos 1918’ta kaleme aldığı, iki gün sonra Pravda’da da yayınlanan “Amerikan İşçilerine Mektup”u, İngilizce olarak Aralık 1918’de, Amerikan Sosyalist Partisi’nin New York’ta çıkarılan The Class Struggle dergisi ve John Reed ile Sen Katayama’nın da yazdıkları ve Boston’da çıkarılan haftalık The Revolutionary Age gazetesinde yayımlandı. Mektuba ilgi çok büyük oldu ve ABD ve Batı Avrupa’daki sosyalist ve burjuva basında birçok kez yeniden yayımlandı.)

Satılık burjuva basın, devrimimiz tarafından işlenen her yanlışı davul zurna çalarak ilan edebilir. Yanlışlarımız bizi korkutmuyor. Devrim başladı diye, insanlar yanılmaz kutsal kişiler durumuna gelmedi. Yüzyıllar boyunca ezilen, alıklaştırılan, zorla sefalet, cehalet, barbarlık kıskacı içinde tutulan emekçi sınıflar, yanlışlıklar yapmadan devrim yapamazlar. Ve daha önce de söyleme olanağını bulduğum gibi, burjuva toplumun cesedi bir tabut içine konulup gömülemez. Devrilen kapitalizm, havaya mikroplarını bulaştırarak, yaşamımızı zehirleyerek, aramızda çürür, dağılır; eskimiş, çürümüş, ölmüş olan şey, yeni, taze, genç, canlı olan her şeye binlerce bağla tebelleş olur.
Bizim tarafımızdan yapılan ve burjuvazi ile uşaklarının (menşeviklerimiz ve sağ devrimci sosyalistlerimiz dahil) her yerde davul zurna çalarak ilan edecekleri her yüz yanlışlık başına on bin küçük ve kahramanca iş; basit, gölgede kalmış, bir işçi mahallesi ya da uzak bir köyün günlük yaşamına karışmış ve başarılarının her birini davul zurna çalarak ilan etme alışkanlığı (ve olanağı) olmayan insanlar tarafından yapılmış oldukları için büyük ve kahramanca iş düşer.
Ama, –böyle bir varsayımın yanlış olacağını bilmeme karşın–, eğer bunun tersi olsaydı, eğer yüz doğru iş başına on bin yanlışlık düşseydi bile, devrimimiz gene de büyük ve yenilmez olurdu –ve tarih karşısında öyle olacaktır–, çünkü ilk kez olarak bir azınlık değil, yalnızca zenginler, yalnızca eğitim görmüş katmanlar değil, ama gerçek yığın, engin emekçiler çoğunluğu kendi başına yeni bir yaşam kurmakta, kendi öz deneyimine dayanarak, son derece çetin sosyalist örgütlenme sorunlarını çözmektedir.
Bu çalışmadaki, yani on milyonlarca basit işçi ve köylünün, tüm yaşamlarını değiştirmek amacıyla en özenli ve en içten biçimde yerine getirdikleri bu çalışmadaki her yanlışlık, bu yanlışlıkların her biri, sömürücü azınlığın emekçileri aldatma ve sömürme sanatıyla sağlanan binlerce ve milyonlarca “yanılgıya düşmez” başarısına değer. Çünkü işçiler ve köylüler, yeni bir yaşam kurmayı, kapitalistlerden vazgeçmeyi, ancak bu yanlışlıklar pahasına öğrenecekler, sosyalizmin zaferine giden yolu, binlerce engel arasından, ancak böyle açacaklardır.
25-26 Ekim (eski takvim) 1917 gecesinde, toprağın tüm özel mülkiyetini bir anda kaldıran ve şimdi bir aydan öbürüne, çok büyük güçlüklere rağmen ve kendi yanlışlarını kendileri düzelerek, iktisadi yaşamın yeni koşullarını örgütleme, kulaklara karşı savaşma, toprağı (para babalarına değil) emekçilere verme, büyük komünist tarıma geçme yolundaki o son derece çetin görevi pratik olarak başarıyla yürüten köylülerimiz, devrimci çalışmalarında yanlışlıklar yapıyorlar.
Birkaç aylık bir süre içinde, hemen her önemli fabrika ve işyerini ulusallaştıran ve her gün çetin bir çabayla, koca koca sanayilerin kendileri için yeni bir şey olan yönetimini öğrenen, görenek, küçük burjuva zihniyet ve bencilliğin korkunç direncinin üstesinden gelerek, ulusallaştırılmış işlemeleri çalıştıran, yeni toplumsal ilişkilerin, yeni bir iş disiplininin, işçi sendikalarının kendi üyeleri üzerinde yeni bir yetkesinin temelini taş taş ören işçilerimiz, devrimci çalışmalarını yerine getirirken yanlışlıklar yapıyorlar.
Yığınların güçlü atılımıyla, daha 1905’te kurulan Sovyetlerimiz, devrimci çalışmalarını yerine getirirken yanlışlıklar yapıyorlar. İşçi ve köylü sovyetleri, yeni tip bir devlet, yeni ve üstün tipte bir demokrasi oluşturuyorlar; proletarya diktatörlüğünün büründüğü bir biçim, devleti burjuvazi olmaksızın ve burjuvaziye karşı yönetmenin bir aracıdır bu sovyetler. İlk kez olarak bu sovyetlerde, yığınların hizmetine, emekçilerin hizmetine giren demokrasi, bütün burjuva cumhuriyetlerde, hatta en demokratik burjuva cumhuriyetlerde olduğu gibi, zenginler için bir demokrasi olmaktan çıkmıştır. İlk kez olarak halk yığınları, yüz milyonluk bir insan çerçevesinde yerine getirilmedikçe sosyalizmin söz konusu edilemeyeceği bir göreve, proleterler ve yarı proleterler diktatörlüğünün kurulmasına girişiyor.
Bilgiçler ya da burjuva demokratik veya parlamenter önyargılarla tıka basa ve iflah olmaz bir biçimde dolu olan herkes, Sovyetlerimiz karşısında şaşkın, örneğin tek dereceli seçimlerin yokluğuna itiraz ederek kafalarını sallıyorlarsa, ne önemi var? 1914-1918’in büyük sarsıntıları boyunca ne herhangi bir şey öğrendi, ne de herhangi bir şey unuttu bu adamlar. Emekçiler bakımından proletarya diktatörlüğü ve yeni bir demokrasinin –iç savaş ve yığınların siyasete en geniş katılımının– birliği, böyle bir birlik bir çırpıda gerçekleşmez ve görenekçi bir parlamenter demokratizmin cılkı çıkmış biçimleriyle bağdaşmaz. Sovyetler cumhuriyeti bizim karşımıza yeni bir dünya, sosyalizm dünyası olarak çıkıyor. Bundan ötürü bu dünya, eğer hiç de Jüpiter’in başından çıkan Minerva gibi bir anda, dört başı mamur bir biçimde doğmuyorsa, bunda şaşacak hiçbir şey yok.
Eski burjuva demokratik anayasaların, örneğin biçimsel eşitlik ve toplanma hakkını kapsamalarına karşın, bizim proleter ve köylü sovyeti anayasamız, salt biçimsel bir eşitlik iki yüzlülüğünü kabul etmiyor. Burjuva cumhuriyetçiler tahtları devirirlerken, krallar ve cumhuriyetçilerin biçimsel eşitliğini kendilerine hiç de tasa etmiyorlardı. Burjuvaziyi devirmek söz konusu olduğu zaman, burjuvazi için biçimsel eşitliği yalnızca hainler ya da alıklar isteyebilir.
En iyi binaların hepsi burjuvazinin tekelinde olduğu zaman, “toplanma özgürlüğü” işçiler ve köylüler için bir bakır mangır bile etmez. Bizim Sovyetlerimiz, kentte ve kırda, bütün güzel binaları zenginlerin elinden aldı ve hepsini işçilere ve köylülere vererek, kendi birliklerinin merkezi durumuna getirmelerini ve toplantılarını oralarda düzenlemelerini sağladı.
Bizim özgürlüğümüz işte bu – ama emekçiler için! Bizim sovyet anayasamızın, bizim sosyalist anayasamızın varlık nedeni ve özü işte bu!
Bu nedenle biz, Sovyetler Cumhuriyetimizin üzerine hâlâ çöken felaketler ne kadar büyük olursa olsun, onun yenilmez olduğuna hepimiz inanıyoruz.

“İkinci tüm Rusya işçi ve asker temsilcileri Sovyetleri Kongresi”çağrısı*

7-8 kasım 1917

İşçilere, Askerlere ve Köylülere
İkinci Tüm-Rusya İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Kongresi açılmış bulunuyor. Bu Kongre’de Sovyetlerin muaazzam çoğunluğu temsil edilmektedir. Kongre’de Köylü Sovyetleri’nin de bir dizi delegesi bulunuyor. Uzlaşmacı Merkez Yürütme Komitesi’nin yetkileri sona ermiştir. İşçilerin, askerlerin ve köylülerin ezici çoğunluğunun iradesine dayanarak, Petrograd’ta gerçekleştirilen işçilerin ve garnizonun muzaffer ayaklanmasına dayanarak, Kongre iktidarı kendi eline almıştır.
Geçici Hükümet devrilmiştir. Geçici Hükümet üyelerinin çoğunluğu tutuklanmış bulunuyor.
Sovyet iktidarı derhal bütün halklara demokratik bir barış ve bütün cephelerde derhal ateşkes önerecektir. Çiftlik beyi, Çarlık ve manastır arazilerinin tazminatsız Köylü Komitelerine devredilmesini güvence altına alacak, orduyu tamamen demokratikleştirerek askerlerin haklarını savunacak, üretim üzerinde işçi denetimini kuracak, Kurucu Meclis’in zamanında toplanmasını sağlayacak, kentlerin ekmek, kırın ise en acil ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayacak, Rusya’da yaşayan tüm halklara gerçek kendi kaderini tayin hakkını sağlayacaktır.
Kongre: tüm yerel iktidarın, gerçek bir devrimci düzeni güvence altına alacak İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerine geçtiğini kararlaştırır.
Kongre siperlerdeki askerleri uyanık ve kararlı olmaya çağırır. Sovyetler Kongresi, devrimci ordunun, Hükümet’in halklara hemen önereceği demokratik bir barış imzalanıncaya kadar, emperyalizmin bütün saldırılarına karşı devrimi savunmayı bileceği inancındadır. Yeni Hükümet, kararlı bir müsadere ve mülk sahibi sınıfların vergilendirilmesi politikasıyla, devrimci orduya gereken her şeyi temin etmek için bütün önlemleri alacaktır; asker ailelerinin durumunu da iyileştirecektir.
Kornilovcular –Kerenski, Kaledin vs.– Petrograd üstüne birlik sevketmeye çalışıyorlar. Kerenski’nin hileyle harekete geçirdiği bazı birlikler halkın safına geçtiler.
Askerler, Kornilovcu Kerenski’ye karşı aktif direniş gösterin! Dikkatli olun!
Demiryolcular, Kerenski’nin Petrograd üstüne gönderdiği bütün birlik sevkiyatını durdurun!
Askerler, işçiler, memurlar! Devrimin kaderi ve demokratik barışın kaderi sizin elinizdedir!
Yaşasın devrim!

Tüm-Rusya İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Kongresi
Köylü Sovyetleri Delegeleri

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑