Ocak – Şubat 1916
V.İ. Lenin
1- EMPERYALİZM, SOSYALİZM VE EZİLEN ULUSLARIN KURTULUŞU
Emperyalizm, kapitalizmin gelişiminin en yüksek aşamasıdır. Gelişmiş ülkelerdeki sermaye büyüyerek ulusal devlet sınırlarının ötesine geçmiş, rekabet yerini tekele bırakmış ve sosyalizmin başarısı için bütün nesnel koşulları yaratmıştır. Bundan dolayı, Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, kapitalist hükümetleri devirmek ve burjuvaziyi mülksüzleştirmek için proletaryanın devrimci mücadelesi günün görevidir. Emperyalizm sınıf karşıtlıklarını büyük ölçüde keskinleştirerek, yaşam koşullarını hem ekonomik –tröstler ve hayat pahalılığı– hem de politik –artan militarizm, sık sık patlak veren savaşlar, tırmanan gericilik, artan ve genişleyen ulusal zulüm ve sömürgeci yağma– olarak kötüleştirerek, kitleleri bu mücadeleye girmeye zorlar. Muzaffer sosyalizm zorunlu olarak tam demokrasiyi tesis etmek zorundadır. Dolayısıyla uluslar arasında tam bir eşitlik sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını, yani siyasi olarak özgürce ayrılma hakkını da gerçekleştirmelidir. Şimdi, devrim sırasında ve devrimin zaferinin ardından, köleleştirilmiş ulusları kurtaracaklarını ve onlarla gönüllü birlik temelinde ilişki kuracaklarını –siyasal olarak ayrılma hakkı olmaksızın özgür-gönüllü birlik sahte bir sözdür– icraatlarıyla göstermeyen sosyalist partiler sosyalizme ihanet etmiş olacaklardır.
Demokrasi elbette bir devlet biçimidir ve devlet ortadan kalktığında o da ortadan kalkmalıdır. Ama, demokrasinin ortadan kalkması ancak, tam olarak zafere ulaşmış ve pekiştirilmiş sosyalizmden tam komünizme geçiş sürecinde gerçekleşecektir.
2- SOSYALİST DEVRİM VE DEMOKRASİ UĞRUNA MÜCADELE
Sosyalist devrim tek bir eylem, tek cephede verilen bir muharebe değil, bir bütün olarak şiddetli sınıf çatışmaları dönemi, bütün cephelerde, ekonomik ve politik tüm sorunlar üzerine uzun süren bir dizi savaş demektir. Bu savaşlar ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanabilir. Demokrasi mücadelesinin, proletaryanın dikkatini sosyalist devrimden uzaklaştıracağını, sosyalist devrim ufkunu karartacağını ya da onu gölgede bırakacağını düşünmek köklü bir yanılgı olacaktır. Tersine, nasıl ki sosyalizm tam demokrasiyi uygulamaya koymadan kesin zafere ulaşamazsa, proletarya da demokrasi uğruna çok yönlü, tutarlı ve devrimci bir mücadeleye girişmeksizin burjuvaziye karşı zaferinin koşullarını hazırlayamaz.
Demokratik programın herhangi bir maddesini, sözgelimi ulusların kendi kaderini tayin hakkını, emperyalizm koşullarında “uygulanamaz” ya da “hayali” olduğunu ileri sürerek programdan çıkarmak da daha küçük bir yanılgı olmayacaktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının kapitalizm sınırları içinde uygulanamaz olduğu şeklindeki iddia iki şekilde anlaşılabilir: ya mutlak olarak yani ekonomik anlamda ya da koşullara bağlı olarak yani politik anlamda.
İlk olarak, bu iddia teorik açıdan bakıldığında temelden yanlıştır. Birincisi, emeğin karşılığını alması ya da krizlerin sona ermesi gibi şeyler, teorik olarak kapitalizm koşullarında uygulanamaz şeylerdir. Ama ulusların kendi kaderini tayin hakkının aynı derecede uygulanamaz olduğu tamamen yanlıştır. İkincisi, 1905 yılında Norveç’in İsveç’ten ayrılması örneği bile uygulanamazlık iddiasını çürütmeye yeterlidir. Üçüncüsü, diyelim ki, Almanya ve İngiltere arasındaki politik ve stratejik ilişkilerde küçük bir değişimin Polonya, Hindistan ya da benzeri türden yeni bir devletin oluşumunu tam olarak “uygulanabilir” kılacağını reddetmek gülünç olacaktır. Dördüncüsü, genişleme dürtüsündeki mali sermaye, en özgür demokratik ve cumhuriyetçi hükümeti ve herhangi bir ülkenin, o ülke “bağımsız” bile olsa, seçilmiş yöneticilerini “serbestçe” satın alabilecek ya da rüşvet yoluyla elde edebilecektir. Mali sermayenin ya da genel olarak sermayenin egemenliği siyasi demokrasi alanındaki herhangi bir reformla ortadan kaldırılamaz. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı da tümü ile ve sadece siyasi demokrasi alanına aittir. Gelgelelim, mali sermayenin egemenliği, sınıf baskısı ve sınıf mücadelesinin daha serbest, daha geniş ve daha açık olduğu siyasi demokrasinin önemini hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla kapitalizm koşullarında siyasi demokrasi taleplerinden birinin ekonomik olarak “uygulanamazlığı” hakkındaki bütün savlar, bir bütün olarak siyasi demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişkileri genel ve temel düzeyde teorik olarak yanlış tanımlamaya götürür.
İkinci olarak, bu iddia eksik ve kusurludur. Çünkü emperyalizm koşullarında, yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, siyasi demokrasinin bütün temel talepleri ancak kısmen uygulanabilir, üstelik çarpıtılmış ve istisnai olarak (Norveç’in 1905’te İsveç’ten ayrılması örneğinde olduğu gibi). Bütün devrimci sosyal demokratlar tarafından önerilen sömürgelerin acil kurtuluşu talebi de bir dizi devrim olmaksızın kapitalizm koşullarında “uygulanamaz” bir taleptir. Fakat bundan, hiç de sosyal demokratların bütün bu talepler için acil ve kararlı bir mücadeleden vazgeçmeleri gerektiği sonucu çıkmaz –sosyal demokratların böylesi bir mücadeleden vazgeçmeleri sadece burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürecektir. Tersine, bu taleplerin, burjuva yasallığı çerçevesinde kalarak değil onu parçalayarak; parlamenter söylevlere ve sözlü protestolara hapsolarak değil kitleleri sonuç alıcı eylemlere sürükleyerek, her türden temel demokratik talep için verilen mücadeleyi genişletip güçlendirerek; reformist değil, devrimci bir tarzda formüle edilip uygulanmasının gerekliliği sonucu çıkar. Ta ki proletaryanın burjuvaziye doğrudan hücumuna, yani burjuvaziyi mülksüzleştirecek olan sosyalist devrime kadar. Sosyalist devrim sadece büyük bir grevin, bir sokak gösterisinin, açlıktan doğan bir ayaklanmanın, bir askeri başkaldırının ya da bir sömürge isyanının sonucunda patlak vermeyebilir. Sosyalist devrim, Dreyfus skandalı1, Zabern olayı2 ya da ezilen bir ulusun ayrılmasıyla ilgili bir referandum gibi siyasi krizlerin bir sonucu olarak da ortaya çıkabilir.
Emperyalizm koşullarında ulusal baskının artmış olması, sosyal demokrasi için, burjuvazinin “hayal” olarak tanımladığı ulusların ayrılma özgürlüğü için mücadeleden vazgeçmek gerektiği anlamına gelmez. Aksine, bu alanda ortaya çıkan çelişkilerden, kitle eylemlerinin ve burjuvazi üzerine devrimci saldırıların dayanağı olarak daha fazla yararlanmak gerektiği sonucu çıkar.
3- KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKININ ANLAMI VE FEDERASYONLA İLİŞKİSİ
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı yalnızca siyasi anlamda bağımsızlık hakkı, ezen ulustan siyasi olarak özgürce ayrılma hakkı anlamına gelir. Bu siyasal demokrasi talebi kesin biçimde, ayrılacak olan ulusun ayrılması yönünde ve ayrılma konusunda bir referandum için tam bir ajitasyon özgürlüğünü içerir. Bundan dolayı bu talep, ayrılma, parçalanma ve küçük devletler oluşturma talebiyle aynı anlama gelmez. Bu talep, yalnızca, her türden ulusal baskıya karşı istikrarlı bir mücadelede ifadesini bulur. Demokratik bir devlet sistemi siyasi ayrılma konusunda tam özgürlüğe ne kadar yakınsa, ayrılma isteği pratikte o kadar nadir ve zayıf olacaktır. Çünkü büyük devletler, hem ekonomik gelişme, hem de kitlelerin çıkarları açısından tartışma götürmez üstünlükler sağlayacaktır. Dahası bu üstünlükler kapitalizmin gelişmesiyle daha da çoğalmaktadır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması, ilke olarak federasyonun kabul edilmesiyle aynı şey değildir. Bir insan, federasyon ilkesinin kararlı bir karşıtı ve demokratik merkeziyetçiliğin ateşli bir savunucusu olabilir. Buna rağmen, tam demokratik merkeziyetçiliğe giden tek yol olarak, federasyonu ulusal eşitsizliğe tercih edebilir. Bir merkeziyetçi olan Marx’ın, İrlanda ile İngiltere arasındaki federasyonu, İrlanda’nın İngiltere’ye zorla boyun eğdirilmesine tercih etmesi, bu bakış açısından kaynaklanıyordu.
Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın günümüzde küçük devletlere bölünmüş olmasına ve ulusların herhangi bir biçimde yalıtılmasına son vermek değildir. Yalnızca ulusları birbirine daha yakınlaştırmak da değil, ulusları birbirleriyle kaynaştırmaktır. Ve bu amacın başarılması için biz, bir yandan Renner ve Otto Bauer’in sözde “ulusal-kültürel özerklik”3 düşüncesinin gerici karakterini kitlelere anlatmalı, bir yandan da ezilen ulusların kurtuluşunu talep etmeliyiz. Bu talep, sorunu sosyalizmin kuruluşuna “erteleyecek” şekilde, genel bulanık ifadelerle, boş sözlerle değil, ezen ulus sosyalistlerinin namertliklerini ve ikiyüzlülüklerini özellikle göz önünde bulunduracak açıklıkla ve kesinlikle formüle edilmiş bir siyasi programda ifade edilmelidir. İnsanlık, nasıl ki, sınıfların ortadan kaldırılışı evresine ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir geçiş evresinden geçerek ulaşabilirse, aynı şekilde ulusların kaçınılmaz bütünleşmesine de, ancak bütün ezilen ulusların tam kurtuluşu evresinden, yani ayrılma özgürlüğünü elde ettiği bir geçiş evresinden geçerek varabilir.
4- ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI SORUNUNUN PROLETER DEVRİMCİ SUNULUŞU
Sadece ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebi değil, bizim asgari demokratik programımızın bütün maddeleri de, uzun bir süre önce, daha 17. ve 18. yüzyıllarda, küçük burjuvazi tarafından ileri sürülmüştü. Onlar, sınıf mücadelesini ve onun demokrasi koşullarında şiddetlendiği gerçeğini göremedikleri ve “barışçıl” bir kapitalizme inandıkları için, bütün bu talepleri ütopik bir yolla bugün de ileri sürmektedirler. Kautskiciler tarafından savunulan ve halkı aldatmaya hizmet eden emperyalizm koşullarında eşit ulusların barışçıl birliği fikrinin gerçek niteliği işte budur. Bu küçük burjuva, oportünist ütopyanın karşıtı olarak sosyal demokrasinin programı, ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesini, emperyalizm koşullarında temel, önemli ve kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul etmelidir.
Ezen ulusların proletaryası, burjuva pasifistlerinin tekrarlayıp durduğu gibi, ilhaklara karşı ve genel olarak ulusların eşit haklara sahip olmasından yana, genel, basmakalıp laflarla kendini sınırlamamalıdır. Proletarya, emperyalist burjuvazi için çok “tatsız” bir sorun olan ulusal baskı temelinde şekillenmiş bir devletin sınırları sorununda sessiz kalamaz. Proletarya, ezilen ulusların mevcut devlet sınırları içinde zorla tutulmasına karşı mücadele etmelidir, ki bu, ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele anlamına gelir. Proletarya, “kendi” ulusu tarafından ezilen uluslar ve sömürgeler için siyasi olarak ayrılma özgürlüğü talep etmelidir. Aksi takdirde, proletarya enternasyonalizmi anlamsız bir söz olarak kalacak; ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında karşılıklı güven ve sınıf dayanışması imkansız hale gelecek; bir yandan kendi kaderini tayin hakkının savunuculuğunu yaparken, öte yandan “kendi” ulusları tarafından ezilen ve zorla “kendi” devlet sınırları içinde tutulan uluslar karşısında sessizliğini koruyan reformistlerin ve Kautskicilerin ikiyüzlülüğü teşhir edilmemiş olacaktır.
Diğer yandan, ezilen ulusların sosyalistleri, ezen ve ezilen ulus işçilerinin, örgütsel birliği de içermek üzere, tam ve koşulsuz birliğini özellikle savunmalı ve uygulamaya koymalıdır. Bu olmadan, burjuvazinin bütün entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında proletaryanın bağımsız politikasını savunmak ve diğer ülkelerin proleterleriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştirmek imkansız olacaktır. Ezilen ulus burjuvazisi, işçileri aldatmak için sürekli olarak ulusal kurtuluş sloganlarından yararlanır. Bu sloganları iç politikada egemen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalar yapmak için kullanır (örneğin, Avusturya ve Rusya’daki Polonyalılar, Yahudileri ve Ukraynalıları ezmek için gericilikle anlaşmaya varırlar). Dış politikada ise, kendi yağmacı amaçlarını gerçekleştirmek için rakip emperyalist güçlerden biriyle uzlaşmak için çaba gösterir (küçük Balkan devletlerinin politikaları, vb.).
Nasıl ki, örneğin Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, cumhuriyetçi sloganları politik aldatma ve mali soygun amacı için burjuvazi tarafından kullandığı birçok durum sosyal demokrasinin cumhuriyetçilikten vazgeçmesine yol açmamışsa; aynı biçimde, bir emperyalist güce karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin, belirli koşullar altında, başka bir “büyük” güç tarafından kendi emperyalist amaçları için kullanılabilmesi gerçeği de, sosyal demokrasiyi ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan alıkoyamaz.
5- ULUSAL SORUN ÜZERİNE MARKSİZM VE PROUDHON’CULUK
Küçük burjuva demokratların aksine Marx, her demokratik talebi, ayrım yapmaksızın, mutlak bir şey olarak değil, burjuvazi önderliğindeki halk yığınlarının feodalizme karşı mücadelesinin tarihsel bir ifadesi saymıştır. Bu taleplerden bir teki yoktur ki, belirli koşullar altında, burjuvazinin ellerinde işçileri aldatmanın bir aracı olarak hizmet etmemiş ve etmeyecek olsun. Bu bakımdan, siyasi demokrasi taleplerinden birini, özellikle ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebini ayırıp diğerlerinin karşısına koymak, teorik anlamda köklü bir yanlıştır. Pratikte proletarya, tüm demokratik talepleri için mücadelesini, cumhuriyet talebini de içermek üzere, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci mücadelesine bağlarsa, ancak o zaman kendi bağımsızlığını koruyabilecektir.
Diğer yandan “sosyalist devrim adına” ulusal sorunu “yadsıyan” Proudhon’culardan farklı olarak Marx, esas olarak gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarını göz önünde bulundurarak enternasyonalizm ve sosyalizmin temel ilkesini, yani “başka ulusları ezen ulus özgür olamaz”4 ilkesini öne çıkarmıştır. Marx’ın 1848’de Almanya’da galip gelen demokrasinin, Almanlar tarafından ezilen ulusların özgürlüğünü kabul ve ilan etmesi gerektiğini belirtmesi tamamen Alman işçilerin devrimci hareketinin çıkarları bakımındandı. 1869’da Marx’ın, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını, “… bu federasyon ayrılığa yol açsa bile,” sözleriyle talep etmesi de tamamen İngiliz işçilerin devrimci mücadelesinin çıkarlarını gözetmesindendi. Marx, ancak bu talebi ileri sürerek İngiliz işçileri enternasyonalizm ruhuyla gerçekten eğitiyordu. O, aradan yarım yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, İrlanda “reformunu” gerçekleştirmeyi beceremeyen oportünistlere ve burjuva reformizmine ancak bu yolla, tarihsel bir problemin devrimci çözümü yoluyla karşı koyabildi. Ancak bu yolla –küçük ulusların ayrılma hakkının düşsel ve uygulanamaz olduğunu, yalnızca ekonomik değil, politik olarak merkezileşmenin de ilerici olduğunu bas bas bağıran sermaye sözcülerinden farklı olarak– merkezileşmenin emperyalist olmayan bir anlam taşıdığında ilerici olabileceğini ve ulusların zorla değil, bütün ülkelerin proleterlerinin özgür birliği temelinde bir araya getirilmesi gerektiğini savunabildi. Marx ancak bu yolla, ulusların eşitliğinin ve kendi kaderini tayin hakkının sözde ve genellikle ikiyüzlüce tanınmasına karşı çıkarak, ulusal sorunların çözümünde de kitlelerin devrimci eylemini savunabilmiştir. 1914-16 emperyalist savaşı ve bu savaşın ortaya çıkardığı oportünistlerle Kautskicilerin ikiyüzlülükleri, Marx’ın politikasını parlak bir şekilde doğruladı. Bu politika bütün gelişmiş ülkeler için bir örnek görevi görmelidir, çünkü şu anda bunların tümü başka ulusları ezmektedir.
6- ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI BAKIMINDAN ÜÇ TİP ÜLKE
Ülkeler, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunu bakımından üç ana kategoriye ayrılmalıdır.
Birincisi; Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gelişmiş kapitalist ülkeleri. Bu ülkelerde ilerici, burjuva ulusal hareketler çoktan sona erdi. Bu “büyük” ulusların her biri sömürgelerde ve kendi ülkelerinde öteki ulusları ezmektedir. 19. yüzyıldaki İngiltere proletaryasının İrlanda sorunuyla ilgili görevi neyse, bu egemen ulusların proletaryasının görevi de odur.
İkincisi; Doğu Avrupa: Avusturya, Balkanlar ve özellikle Rusya. Bu ülkelerde, burjuva demokratik ulusal hareketleri geliştiren ve ulusal mücadeleyi yoğunlaştıran özellikle 19. yüzyıldı. Bu ülkelerdeki proletaryanın görevleri –diğer ülkelerdeki sosyalist devrimlere yardım etmek bakımından olduğu kadar kendi ülkelerindeki burjuva demokratik reform sürecini tamamlamak bakımından da– ulusların kendi kaderini tayin hakkı savunulmadan yerine getirilemez. Burada en zor ve en önemli görev, ezen ulusların işçilerinin sınıf mücadelesini ezilen ulusların işçilerinin sınıf mücadelesiyle birleştirmektir.
Üçüncüsü; Çin, İran ve Türkiye gibi yarı-sömürge ülkeler ile bütün sömürge ülkeler, ki bu ülkelerin toplam nüfusu bir milyarı bulmaktadır. Bu ülkelerde burjuva-demokratik hareket ya yeni yeni ortaya çıkmaktadır ya da daha tamamlanmamıştır. Sosyalistler karşılık beklemeksizin, sömürgelerin özgürlüğünü –ki bu talebin siyasi ifadesi kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan başka bir anlam ifade etmez– acil ve koşulsuz olarak savunmakla kalmamalı, bu ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal kurtuluş hareketleri içinde yer alan daha devrimci öğeleri kararlı bir biçimde desteklemeli ve onların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmasına –ya da böyle bir şey olması halinde, devrimci savaşına– yardım etmelidir.
7- SOSYAL ŞOVENİZM VE ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI
Emperyalist çağ ve 1914-16 savaşı, önde gelen ülkelerde şovenizm ve milliyetçiliğe karşı mücadelenin özellikle vurgulanmasına yol açtı. Sosyal şovenistler, yani “anayurt savunması” kavramını kullanarak, savaşın emperyalist, gerici karakterini gizleyen oportünistler ve Kautskiciler arasında ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda temel iki eğilim vardır.
Bir yanda, emperyalizmin ve politik merkezileşmenin ilerici olduğunu söyleyerek ilhakları savunan; ütopik, aldatıcı ve küçük burjuva vb. diyerek kendi kaderini tayin hakkını reddeden, burjuvazinin gerçek yüzleri açığa çıkmış uşaklarını görüyoruz. Bu gruba, Cunow, Parvus ve Almanya’daki aşırı oportünistler, İngiltere’deki Fabyanların bir kısmı ve sendika liderleri ile Rusya’daki Semkovski, Liebman, Yurkeviç vb. oportünistler girerler.
Diğer yanda, Vandervelde, Renaudel’in de aralarında olduğu Kautskicileri ve İngiltere ve Fransa gibi ülkelerdeki bir sürü pasifisti görüyoruz. Bunlar birinci gruptakilerle birliği savunurlar ve pratikte onlarla tam olarak aynılaşmışlardır; kendi kaderini tayin hakkını sadece sözde ve ikiyüzlüce savunurlar: Siyasi ayrılma özgürlüğü talebini “aşırı” bulurlar (“zu viel verlangt” –Kautsky, Neue Zeit, 21 Mayıs 1915). Özellikle ezen ulusların sosyalistleri için, devrimci taktiklerin gerekliliğini savunmazlar. Tersine, devrimci yükümlülüklerinin anlaşılmasını güçleştirirler, oportünistliklerini haklı gösterirler, halkın kolayca aldatılmasının yolunu bulurlar, ezilen ulusları zorla egemenliği altında tutan bir devletin sınırları sorununda yan çizerler.
Marksizmi çirkin emellerine alet eden her iki grup da oportünisttir. Bunlar, Marx’ın taktiklerinin, örneğin İrlanda ile ilgili olanının, teorik anlamı ve pratik önemini anlama yeteneğini bütünüyle yitirmişlerdir.
İlhaklara gelince; bu sorun, savaş dolayısıyla özellikle acil sorunlardan biri haline gelmiştir. Fakat ilhak nedir! İlhaklara karşı çıkmanın, ya ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayı beraberinde getirdiği, ya da statükoyu korumaya ve her türlü şiddette, hatta devrimci şiddete bile düşmanca bir tutum içeren pasifist bir sözden öteye gitmediği apaçık bellidir. Bu tür sözler kökünden yanlıştır ve Marksizm ile bağdaşmaz.
8- PROLETARYANIN YAKIN GELECEKTEKİ SOMUT GÖREVLERİ
Sosyalist devrim çok yakında başlayabilir. Proletarya, bu durumda iktidarı ele geçirmek, bankaları kamulaştırmak ve diğer diktatörlük önlemlerini almak gibi acil görevlerle yüz yüze gelecektir. Böyle bir durumda burjuvazi ve özellikle Fabyanlar ve Kautskiciler gibi entelektüeller, ona sınırlı demokratik amaçlar yükleyerek devrimi bölmeye ve engellemeye çabalayacaklardır. Oysa, tamamen demokratik herhangi bir talep –eğer proletarya burjuva iktidarının siperlerine saldırmaya başlamışsa– bir bakıma devrimin engeli haline gelebilir. Bütün ezilen ulusların özgürlüğünü (yani kendi kaderini tayin hakkını) ilan etme ve buna rıza gösterme gerekliliği, sosyalist devrimde de, örneğin 1848’de Almanya’da ya da 1905’te Rusya’da burjuva demokratik devriminin zaferinde olduğu kadar acil bir önem kazanır.
Gelgelelim, sosyalist devrimin başlaması için 5, 10 ya da daha çok yıl geçmesi de gerekebilir. Bu, kitleleri devrimci bir ruhla eğitme zamanı olacaktır. Bu eğitim, sosyal şovenistler ve oportünistlerin, işçi sınıfı partisine üye olmalarını ve 1914-16’da olduğu gibi başarı kazanmalarını imkansız kılacaktır. Sosyalistler, sömürgelerin ve İrlanda’nın ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan İngiliz sosyalistlerini; sömürgeler, Alsaslılar, Danimarkalılar ve Polonyalılar için ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan, devrimci propaganda ve devrimci kitle eylemini doğrudan ulusal baskıya karşı mücadele alanına taşımayan, Zabern’deki olaylardan ezen ulus proletaryası arasında yaygın bir yeraltı propagandası, sokak gösterileri ve devrimci kitle eylemleri örgütlemek için yararlanmayan Alman sosyalistlerini; Finlandiya, Polonya, Ukrayna vb. için ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan Rus sosyalistlerini teşhir etmeli, böylesi sosyalistlerin şovenistler ve kan ve çamura batmış emperyalist krallıklar ve emperyalist burjuvazinin uşakları gibi davrandıklarını kitlelere açıklamalıdırlar.
9- RUS VE POLONYA SOSYAL DEMOKRASİSİ İLE İKİNCİ ENTERNASYONALİN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI KARŞISINDAKİ TUTUMU
Devrimci Rus sosyal demokratları ile Polonya sosyal demokratları arasındaki kendi kaderini tayin hakkı sorununa ilişkin görüş ayrılıkları daha 1903’te, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi programını onaylayan ve Polonya sosyal demokrat delegasyonunun itirazına rağmen, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan 9. maddenin programa konulduğu Kongre’de su yüzüne çıkmıştı. Polonya sosyal demokratları o zamandan beri kendi partileri adına Parti programımızdan 9. maddenin çıkarılması ya da yerine başka bir madde konulması önerilerini tekrar etmediler.
Rusya’da, nüfusun yüzde 57’sinden daha az olmayan, yani 100 milyonu aşkın bir bölümünü ezilen uluslar oluşturur. Çoğunlukla sınır bölgelerinde yaşayan bu uluslardan bazıları Büyük-Ruslardan daha yüksek bir kültüre sahiptirler. Rusya’nın Politik sistemi özellikle barbarca ve ortaçağa özgüdür. Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı bu ülkede çarlık tarafından ezilen ulusların Rusya’dan özgürce ayrılma hakkının tanınması sosyal demokrasinin demokratik ve sosyalist amaçlarını ilerletme açısından kayıtsız şartsız zorunluluktur. 1912 Ocak’ında yeniden inşa edilen partimiz, 1913 yılında6, ulusların kendi kaderini tayin hakkını pekiştiren ve bunu yukarıda belirtilen somut anlamda kesin biçimde açıklayan bir karar aldı. 1914-16’da dizginlerinden boşanmış Büyük-Rus şovenizminin hem burjuvazi ve hem de oportünist sosyalistler arasında (Rubanoviç, Plehanov, Naşe Dyelo vb.) hızla yayılması, bizi kendi kaderini tayin hakkı talebinde her zamankinden daha çok ısrar etmeye ve bu talebi reddedenleri Büyük-Rus şovenizminin ve çarlığın gerçek destekçileri olarak değerlendirmeye sevk etti. Partimiz, kendi kaderini tayin hakkına karşı bu türden hareketlerin hiçbir sorumluluğunu üstlenmeyeceğini üzerine basa basa ilan eder.
Ulusal sorun konusunda Polonya sosyal demokrasisinin görüşünü açıklayan son formülasyonu (Polonya sosyal demokratlarının Zimmerwald Konferansı’ndaki açıklaması) şu fikirleri içeriyor:
Bu bildiri, “Polonya’nın bölgelerini” yakın zamanda gerçekleşecek olan denge oyununun rehinesi olarak gören ve böylece “Polonya halkını kendi kaderini tayin etme fırsatından yoksun bırakan” Alman hükümetini ve diğer hükümetleri kınar. “Polonya sosyal demokrasisi bütün bir ülkenin yeniden parsellenip bölünmesini kesin ve çok ciddi bir biçimde protesto eder.” … “Ezilen halkların kurtuluşu” görevini Hohenzollern’lere bırakan sosyalistleri sert bir dille eleştirir. Onlar, yalnızca, uluslararası devrimci proletaryanın yakınlaşmakta olan mücadelesine katılma düşüncesini dile getirir. Sosyalizm mücadelesi, “ulusal baskı prangalarını kıracak, her türlü yabancı egemenliği ortadan kaldıracak ve Polonya halkının uluslar topluluğunun eşit bir üyesi olarak her alanda özgürce gelişimine olanak sağlayacaktır.” Bildiri, ayrıca mevcut savaşın “Polonyalılar için” “iki kez kardeş katliamı” olduğunu kabul eder. (Uluslararası Sosyalist Komite Bülteni, no: 2, 27 Eylül 1915, s. 15; Rusça çevirisi Enternasyonal ve Savaş sempozyumunda, s. 97.)
Bu politik ifade biçimi her ne kadar İkinci Enternasyonal’in program ve kararlarının çoğundan daha muğlak ve belirsiz ise de, bu düşüncelerin ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından özde bir farkı yoktur. Bu fikirleri kesin politik ifadelerle açıklamaya ve onların kapitalist sistemde ya da yalnızca sosyalist sistemde uygulanıp uygulanmayacağını belirlemeye yönelik herhangi bir girişim, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini reddetmekle Polonyalı sosyal demokratların yaptığı hatayı daha açık bir şekilde göz önüne serecektir.
1896’da Londra’da toplanan Uluslararası Sosyalist Kongre’nin ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan kararı, yukarıdaki ilkeler temelinde, şu hususlar açıkça belirtilerek tamamlanmalıdır: 1) Emperyalizm koşullarında bu talebin özel aciliyeti; 2) bu talebi de içermek üzere, bütün siyasi demokrasi taleplerinin sınıf içeriği ve siyasi bakımdan geleneklere bağlılığı; 3) ezen ulusun sosyal demokratları ile ezilen ulusun sosyal demokratlarının somut görevleri arasında ayırım yapma gerekliliği; 4) kendi kaderini tayin hakkının oportünistler ve Kautskiciler tarafından tutarsız, sadece sözde kalacak şekilde tanınması, bu nedenle de bunun siyasi anlamda ikiyüzlülük olması; 5) şovenistlerle “kendi” ulusları tarafından ezilen ulusların ve sömürgelerin ayrılma özgürlüğünü savunmayan sosyal demokratların, özellikle de Büyük devletlerin (Büyük-Ruslar, Anglo Amerikanlar, Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar, Japonlar, vb.) sosyal demokratlarının gerçekte tam benzerlik içinde oluşları; 6) temel siyasi demokrasi talepleri kadar kendi kaderini tayin hakkı talebinin de burjuva hükümetleri devirmek ve sosyalizmi gerçekleştirmek için kitlelerin devrimci mücadelesine bağlanması gereği.
Bazı küçük ulusların bakış açısının –özellikle halkı milliyetçi sloganlarla bölen Polonya burjuvazisine karşı mücadelesinde kendi kaderini tayin hakkını reddetme yanılgısına düşen Polonya sosyal demokratlarının bakış açısının– Enternasyonal bakış açısının yerine geçirilmesi teorik bir hata, Proudhon’culuğu Marksizmin yerine koymak olacaktır. Bunun pratikteki sonucu ise, ister istemez büyük devletlerin uluslarının en tehlikeli şovenizmlerinin ve oportünizminin desteklenmesidir.
RSDİP Merkez Organı
Sosyal Demokrat Yazı Kurulu.
Not: Kısa süre önce yayınlanmış 3 Mart 1916 tarihli Die Neue Zeit’da, Kautsky, açıkça Habsburglar Avusturyası’ndaki ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü kabul etmediği halde Rusya Polonyası için bu hakkı tanırken, Alman şovenizminin en iğrenç temsilcilerinden Austerlitz’e Hıristiyanca uzlaşma elini uzatıyor, Hindenburg’a ve Wilhelm II’ye adice hizmet ediyor. Kautskicilik bundan daha güzel bir şekilde sergilenemezdi!
Ocak – Şubat 1916’da yazıldı.
Nisan 1916’da Vorbote dergisi
sayı: 2’de yayınlandı.
V. İ. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler),
22. Cilt, s. 143-156, İngilizce 4. Baskı,
Progress Yayınevi, Moskova, 1964.
1) Dreyfus Skandalı: Fransız militaristler arasındaki gerici kralcı çevrelerin 1894’te düzmece gerekçelerle Dreyfus’a karşı açtıkları dava. Dreyfus, Genel Kurmay’da subay olarak görev yapan bir Yahudiydi. Casusluk ve vatana ihanetle suçlandı. Askeri mahkeme onu ömür boyu hapse mahkûm etti. Kararın düzeltilmesi için başlatılan halk hareketi cumhuriyetçiler ve kralcılar arasında şiddetli bir mücadeleye neden oldu. Dreyfus bu mücadele sonucunda tahliye edildi. Lenin, Dreyfus davası hakkında “gerici askeri kastın binlerce hilesinden biri,” dedi.
2) Zabern Olayı: 1913 Kasımında meydana gelen olay, Prusyalı bir subayın Zabern’deki Alsaslılara yönelik vahşeti nedeniyle patlak verdi. Zabern olayı, bölge halkının, özellikle de Fransızların Prusyalı militaristlere karşı bir öfke patlamasıyla sonuçlandı (Lenin’in “Zabern” başlıklı makalesi, Toplu Eserler, cilt 19, s. 513-15).
3) Renner ve Bauer’in gerici “ulusal-kültürel özerklik” fikrinin bir eleştirisi için Lenin’in “Ulusal-Kültürel Özerklik” (Toplu Eserler, cilt 19) ve “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar” (Toplu Eserler, cilt 20) başlıklı makalelerine bakınız.
4) Karl Marx, “Konfidentielle Mitteilung”, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Marksizm-Leninizm Enstitüsü arşivindeki el yazmasından aktarılmıştır.
5) Die Glocke (Çan): 1915 ve 1925 tarihleri arasında, sosyal şovenist Parvus (A. L. Helfand) tarafından önce Münih’te sonra da Berlin’de çıkarılan dergi. Parvus, Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesiydi.
6) Ulusal sorun üzerine bir teklif. Lenin tarafından yazıldı ve RSDİP Merkez Komitesi ve yöneticilerinin bir toplantısında kabul edildi. Toplantı, 6-14 Ekim 1913 tarihinde Cracow yakınlarındaki Poronin’de gerçekleştirildi. Bu toplantı, gizlilik nedenleriyle “Yaz” ya da “Ağustos” toplantısı diye bilinir. Teklifin metni için bkz: Lenin, Toplu Eserler, cilt 19, s. 427-429.