Para, aynı zamanda, biçimi ile genel emeğin dolaysız olarak cisimleşmesi ve içeriği ile bütün somut emeklerin toplamıdır. Bireysel görünümü altında evrensel zenginliktir. Dolaşım aracılığı biçiminde ise her türlü sataşmaya, hakarete uğramıştır: onu budamışlardır, hatta sadece basit bir simgesel kağıt paçavrası haline gelinceye kadar onu yassılaştırmışlardır. Onun göz kamaştırıcı altın parlaklığı, para olarak, ona iade edilir. O, uşak iken, efendi olur. Ve basit bir manevrayla, metaların tanrısı haline gelir.
Karl Marx[1]
GİRİŞ
Burjuva medyasında epeyce bir zamandan beri ABD dolarının geleceğine yönelik “derin endişeler” uyandıran değerlendirmelere rastlamak adetten oldu. O kadar öyle ki, konu hakkındaki yazılar hep aynı nakaratı tekrarlayan kırık bir plağı andırırcasına, neredeyse haber değerini tümüyle yitirmiştir. Bugünlerde iktisat disipliniyle ilgisi olsun olmasın, çevremizdeki birçok kimse, bu tür haberleri okumayı bırakıp (ve biraz da iktisatçı kesp edip), “Yahu Çin elindeki 2 trilyondan fazla doları satmaya kalkarsa, bunun sonucu ne olur?” diye “düşünür olmuştur.” Bu “muhabbete” bir ucundan katılanlar arasında şeytanın avukatı rolüne soyunan aklı evvel bazı yorumcular ise, temkinli davranarak, “Yahu gerçekten Çin elindeki dolarları öyle canı istediği gibi piyasalara boşaltabilir mi ki?” diye sorarak, yüreklere biraz su serpmeye çalışmışsa da, bu gibi kimseler, olası bir facianın boyutları hakkındaki merakımızı artırmaktan başka bir işe pek yaramamışlardır. Bu yazı (daha doğru bir deyişle, bu kısa not), bu “sürükleyici” muhabbetten itinayla uzak durmaya çalışarak, sorunun, mektepli ya da alaylı iktisatçıların sorunu olmayıp, aslında dünya emperyalizminin bir sorunu olduğunu görmemize çok mütevazı bir katkı yapmayı amaçlamaktadır.
“Doların krizi”, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin önderliğinde yeniden yapılandırılan dünya emperyalizminin iç çelişkilerinin bütün çıplaklığıyla açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Aslında İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ABD’nin inşa ettiği dolar temelli dünya para sistemi, bundan kırk yıl önce de, yani 1970’lere girerken de, yine bugünkü gibi büyük bir sarsıntı geçirmiş ve bugün yaşanan çelişkiler, o günlerde de, dünya emperyalizminin geleceğini ciddi bir düzeyde tehdit etmiştir. İster 1970’lerdeki altına konvertible olan dolar sisteminin, isterse de bugünkü altına konvertible olmayan dolar sisteminin krizini ele alacak olalım, yapmamız gereken ilk şey, paranın değer üretimi ile ilişkisini anlamak olmalıdır. Bu ilişkiyi çözümleyebilmek için burjuva iktisadına yönelecek olursak, sadece kafamız karışmakla kalmaz, kapitalizmin üretim alanından kaynaklanan yapısal kriziyle, bu krizin yansımalarından birisi olan parasal kriz arasındaki ilişkiyi görmek de mümkün olmaz. Oysa, her şeyi olduğu gibi, parayı da şeyleştiren burjuva iktisadını terk edip, Marx’a yönelecek olursak, parayı toplumsal ve siyasal bir ilişki olarak kavrayabilir ve asıl sorunun parasal bir kriz olmayıp, kapitalist üretim sürecinden kaynaklanan genel bir kriz olduğunu görebiliriz. Bir başka şekilde söyleyecek olursak, Marx’a yönelerek, bugün herkesi ilgilendirir hale gelen meşhur bilmecenin sanıldığının (ve konuşulanın) aksine doların krizi olmayıp, emperyalistleri derinden kaygılandıran kapitalizmin genel krizinin sonuçlarından bir tanesi olduğunu anlayabiliriz.
Marksist kuram açısından düşünüldüğünde, tarihsel olarak para, meta mübadelesinin sonucunda ortaya çıkmıştır ve sınıflı toplumların varlığında (yani devletin varlığında) başkalarının emeğini mülk edinmenin aracı olarak işlev görmüştür. Bugün de bu işlevini bütün acımasızlığıyla hâlâ sürdürmektedir. Para biriktirmenin ya da parasal bir servet peşinde koşmanın en temel güdüsü, başkalarının emeği demek olan metaları mülk edinebilme arzusudur. Bu anlamda para, kapitalist toplumda işlevini, sermayenin emek üzerindeki sınıf tahakkümünü yeniden üretebildiği, yani sermayenin varlığını koruyup geliştirebildiği ölçüde yerine getirebilir. Burjuva toplumunda, para, üretilmiş bütün metalarla mübadele edilebildiğinden, bir yandan metaların genel eş-değeridir, diğer yandan da toplumsal olarak gerekli olan emek miktarlarının karşı-değeridir. Para olarak kullanılan herhangi bir nesne, paranın bu iki özelliğini yitirmeye başlarsa, sermaye açısından değerini yitirmiş olur ve sermaye, er ya da geç, bu nesnenin yerine, para olarak kullanılacak bir başka nesne arayışına girer. Hiç şüphesiz bu toplumsal sorun, aynı zamanda, burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir organ olan devletin üstesinden gelmek zorunda olduğu siyasal bir sorundur. Bugün doların akıbeti meçhulü kabaca bundan ibarettir.
PARA BİÇİMLERİ VE DEĞER İLİŞKİSİ
Marx, para teorisini geliştirirken, para miktarındaki bir değişimin (yani artış ya da azalışın), mübadele yoluyla dağıtılacak olan emek miktarları toplamı üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olamayacağı kritik saptamasını yapar[2]. Paranın miktarındaki bir değişim, sadece üretimde harcanmış emek miktarlarının yeniden dağıtımını etkileyebilir; emek miktarlarını artırıp, azaltmaz. Bu genel çerçeve içinde, Marx, üç farklı para biçimi ayrımı yapmıştır. Bunlardan birincisi saf madeni paradır ki, kapitalizmin genel tarihi düşünüldüğünde, bu para biçimi, genellikle altın para olmuştur. Altın (ya da daha genel anlamda madeni) para biçiminin geçerli olduğu durumda, dolaşımdaki para hacmi, metaların fiyatlarının altın paranın dolaşım hızına bölünmesiyle belirlenir. Bu anlamda, para olarak işlev gören altının miktarını belirleyen, kapitalist yeniden üretimin dinamikleridir.
İkinci para biçimi, altına çevirtilebilir kağıt para, yani konvertibl kağıt paradır. Bu para biçiminde de, saf madeni para için geçerli olan miktar kuralı işlemektedir. İkincisinin birincisinden tek farkı, kağıt paranın aşırı miktarda basılmaması gerekliliğidir. Bu koşuldan sapılır ve aşırı miktarda para basılırsa, kağıt para, altın ve diğer metalar cinsinden değer kaybeder (yani enflasyon). Üçüncü para biçimi, konvertibl olmayan, ama belli bir kuru olan kağıt paradır. Bu para biçimi de, konvertibl para ile aynı kurala uyar. Bu ikisinin arasındaki tek fark, konvertibl olmayan kağıt paranın, meta değerleriyle altının değeri arasındaki ilişkiyi dolaylı bir ilişkiye çevirmiş olmasıdır. Kağıt paranın piyasada altın ve yabancı döviz karşısındaki kuruna bağlı olarak, meta değerleriyle altının değeri arasındaki ilişki sürekli değişir.
KISA BİR TARİHSEL ARKA PLAN
Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda, ulusal paraların değeri, konvertibl kağıt para biçiminde altına sabitlenmişti. Altın Standardı olarak anılan bu sistem, kağıt paraların aşırı genişlemesini denetleme olanağından yoksun olduğundan, değer ve fiyat ilişkilerini bozarak ticaret ve sermaye hareketleri üzerinde daraltıcı etkilere yol açıp, kısa bir zamanda ortadan kalktı. Altın standardının devre dışı kalmasını izleyen yıllarda ise, ortaya bir tür konvertibl olmayan kağıt para sistemi çıktı. Bu sistem, çok kısa bir zamanda, emperyalistler arasındaki rekabeti şiddetlendiren “kur” savaşlarına neden oldu. Burjuva iktisadının kur istikrarsızlığı dönemi olarak tanımladığı bu ortamda, aslında olup biten, emperyalistler arasında, dünya genelinde üretilmiş toplam değerin mülk edinilmesi üzerinde süren bir savaştı. Bu oyunda izlenen temel strateji, ihraç edilen değere karşılık daha yüksek bir değer ithal edebilecek şekilde, ulusal paranın yabancı döviz karşısındaki kurunu ayarlamaktı. Kurlar dolayımıyla süren bu iktisadi savaş, çok geçmeden başka diğer çelişkili eğilimlerle birlikte, emperyalistler arasındaki çatışmayı şiddetlendirerek hem ticareti ve finansı daralttı, hem de askeri planda sıcak savaşın koşullarını hazırladı. İşte İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkan ABD, savaş öncesi döneme damgasını vuran bu iki uluslararası para sistemine alternatif olabilecek istikrarlı bir uluslararası para sistemi arayışına girdi. Doğal olarak, bu süreçte ABD sermayesinin gerçek ilgisini, dünya genelinde üretilen değerden alacağı aslan payı oluşturuyordu.
DOLAR ALTIN MÜBADELE SİSTEMİ, 1945-1971
ABD’nin önerdiği sistemin merkezinde, doların altına belli bir kurdan sabitlenmesi (1 ons altın = 35 dolar) yer alıyordu. Altın standardı sisteminde olduğu gibi, bu spesifik sabitleme işlemiyle, her zaman olduğu gibi, kapitalistlerin, paranın değişmez bir değeri olduğuna dair bir güven kazanmaları hedefleniyordu. Öte yandan altın standardından farklı olarak, bu sistemde, diğer ulusal paraların değeri altına sabitlenmeyip, dolara sabitleniyordu. Bu anlamda, oluşturulmaya çalışılan sistem, sanki konvertible dolar ve konvertible olmayan ulusal kağıt paralardan oluşan para sistemlerinin bir karışımıydı. Hiç kuşkusuz bu sistem, ABD’ye, diğer emperyalistlerin gözünde önemli bir sorumluluk -yani aşırı dolar basmama sorumluluğu- yüklerken, dolar genişlemesine büyük ölçüde izin veren önemli bir siyasal özerklik de kazandırıyordu.
Bir an için 1950’lere dönülüp bakılırsa, savaş sonrasında yeni bir birikim dönemine girme hedefine yönelen emperyalist burjuvazilerin, dolar sabitesine dayanan bu sistemin uluslararası bir parasal istikrarsızlığa yol açabileceğine dair ciddi bir kuşkuları bulunmuyordu. Bu tarihlerde, ABD’nin altın rezervleri, dolar yükümlülüklerini karşılamaya fazlasıyla yetiyordu. Bundan daha önemli olarak, emperyalist burjuvazilerin bu döneme ait temel kaygısı, uluslararası bir parasal istikrarsızlıktan daha çok, emperyalist sistemin genel bir işsizlik ve durgun üretim durumunda yükselen sosyalizm karşısında yaşayabileceği yok olma tehlikesine odaklanıyordu. Buna ek olarak, altın arzı çok yavaş arttığından ve emperyalistler arasında eşitsiz dağıldığından, uluslararası paranın konvertibl bir kağıt paradan oluşması, yani altına sabitlenmiş doların dünya parası “rütbesine” yükseltilmesi, bir bütün olarak emperyalizm için ehveni şerdi. Sonuçta, ortaya çıkan sistem, altın mübadele sistemi ya da popüler isimlendirmesiyle Bretton Woods Sistemi oldu.
Bu tür bir iktisadi, siyasi ve ideolojik iklimin hüküm sürdüğü o günlerde, başta ABD olmak üzere, savaştan kazançlı çıkan emperyalist ülkelerde, “Keynes devrimi” olarak ünlenen ve üretim şirketlerine bankalar aracılığıyla mevduatlarının üstünde kredi açılmasına dayanan enflasyonist bir döneme girildi. Bu politikanın izlenmesine meşruiyet kazandıran kör inanç, kâr oranlarının düşmesine rağmen, banka parasının genişletilerek üretimdeki durgunluğun aşılabileceğine dair bir yanılsamaya dayanıyordu. Bu gelişmenin en yetkin Marksist çözümlemelerinden birisini sunan Mandel, ortaya çıkan yapıyı şu şekilde tanımlıyordu:
“Bankalar tarafından kredi verilmesi, şimdi metaların fiili dolaşımından çok daha özgür hale geldi; inisiyatif ticari sermayeden üretim alanındaki büyük şirketlere geçti. Bu şirketler, şimdi cari hesaplarındaki mevcuttan fazlasını çekme yoluyla, yani banka parasıyla üretim için kredi alabiliyordu. Böylece para hacmi, iki yerine üç parçası olan tersine çevrilmiş bir piramit haline geldi: altından bir taban, onun üstünde daha geniş bir kağıt para katmanı ve onun da üstünde daha da geniş bir banka parası katmanı.” [3]
Doğal olarak bu türden bir parasal (dolar) genişleme, savaş öncesi ve savaş boyunca yükselen artık değer oranlarının da yardımıyla, sermaye birikiminin bir kere daha canlanabilmesine önemli bir katkı sağlamıştı. Bu süreçte üretimin emperyalist ülkeler arasında artan sermaye ihracına bağlı olarak uluslararasılaşmasıyla, emperyalizmin “ana hücresi”, ulusal tekelci tröstten, çok uluslu şirkete geçmişti. Çok uluslu şirketlerin yükselişiyle neredeyse eş zamanlı olarak, siyasi bağımsızlığını kazanmış azgelişmiş ülkelerde bağımlı bir sanayileşme sürecine giriliyordu. Mandel’e göre, klasik emperyalizmden geç kapitalizme geçişin önemli bir göstergesi olan bu dönüşümlere, teknik yeniliklerin hızlanması, makinelere yatırılan sermayenin daha kısa dönemlerde amorti edilmesi, büyük firmaların maliyetlerini ve yatırımlarını ince ayar hesaplamaları ve planlamaları zorunluluğu ve devletin ekonomik faaliyetlerinin giderek artması ve programlanması eşlik ediyordu. Devlet müdahaleleri, hiç kuşkusuz, bunlar arasında en önemlilerindendi. Devlet, bir taraftan henüz kârlılık açısından ayakları üzerinde duramayan üretim birimlerini finanse ederken, diğer taraftan da kapitalist rekabetin yasalarına bırakıldığında iflas etmesi gereken değersizleşmiş işletmeleri (sermayeleri) yaşatıyordu. Bütün bunlara rağmen, bu yeni eğilimler, değer yasasının çalışmasını yavaşlatmaktan öte bir etkiye sahip değildi; çünkü geç kapitalizm de, klasik dönemde olduğu gibi, sermayenin organik kompozisyonundaki yükselmeye eşlik eden kâr oranlarındaki bir düşüşle ortaya çıkan aşırı birikim ve aşırı üretim krizlerinden muzdaripti. Dolayısıyla, 1970’lere, 1950’lerde başlayan uzun dönemli yukarı doğru dalganın sonuna yaklaştığı izlenimini veren bir dizi göstergeyle giriliyordu. Daimi banka parası genişlemesi, hem ABD’de, hem de diğer emperyalist ülkelerde enflasyonu yukarı doğru çekmiş; bu da, doların altına, mevcut yasal kurdan çevrilebilirliği hakkındaki kuşkuları tetiklemişti. Daha ilginci, enflasyona rağmen üretimdeki durgunluğa çare bulunamamıştı. Burjuva iktisadının ya birisi ya ötekisi diye düşünerek, bir iktisat politikası seçeneği olarak kavradığı enflasyon ve işsizlik (yani durgunluk), büyük bir şaşkınlık uyandırarak, eş zamanlı olarak emperyalizmin her yanına birlikte hızla yayılıyordu. Teorik olarak açıklanamayan bu durumu ifade etmek üzere, yeni bir tabir icat edilmişti: Stagflasyon (Durgunluk + Enflasyon).
KONVERTİBLE OLMAYAN DOLAR SİSTEMİ: 1970’LERDEN GÜNÜMÜZE
İşte böyle bir “beklenmedik” iktisadi gelişmenin sonunda, sürekli enflasyonla beslenen dünya para sisteminin, yani Bretton Woods dolar altın mübadele sisteminin bunalımı, kaçınılmaz olarak, uluslararası güçler dengesinin gündemine geldi. Krizin açığa çıkışıyla, doların konvertible para olma vasfını kaybetmiş olduğu de facto olarak kabul edildi. Bundan böyle, ABD emperyalizmi, Soğuk Savaş’ın sağladığı siyasi olanakları en etkin şekilde kullanarak, doların, konvertible olmayan bir para olarak, dünya parası olma rolünü üstlenip, dünya emperyalizmini, emperyalistler arası şiddetlenen çelişkilere rağmen, yeniden kurmaya yöneldi. Bu iş, büyük ölçüde Reagan tarafından, 1980’lerde başarılacaktı. 1990’larda ise, “tek süper güç” olma durumuna gelen ABD’nin, konvertible olmayan doların genişlemesini istediği gibi kontrol edebilmesinin önünde neredeyse hiçbir siyasal engel kalmayacaktı. Bu gelişme karşısında her biri yedi cücelerden birisi durumuna düşen Avrupalı emperyalistler, o çok tapındıkları ulusal paralarını tarihin çöp tenekesine atıp, avro adında yeni bir ortak para yaratacaklardı.
Buraya kadar anlatılanlardan da görüleceği üzere, Bretton Woods sisteminin çelişkisi, doların, üretimdeki durgunluğa sebep olan aşırı üretim krizlerini -kâr oranlarının düşmesinin temel nedeni- frenleme rolüyle, istikrarlı bir dünya parası -yani değerinin değişmeyeceğine güven duyulan bir dünya parası- olabilme rolü arasındaki uyumlaştırılması güç dengede yatıyordu. Birinci işlev, daimi enflasyon yaratığı için, ikinci işlevi sürekli baltalıyordu. Bu çelişkiye çözüm arayışları, daha sonradan “Neoliberal küreselleşme” olarak adlandırılacak olan emperyalizmin yeni projesinin adım adım inşasına yol açtı. Doların altın karşısındaki kurunun belirlenmesi tamamen “serbest” piyasaya bırakılırken, bu durum, diğer emperyalist devletleri sabit kurlar sistemini terk etmeye zorladı. Böylelikle döviz kurlarındaki dalgalanmalardan beslenen her türden para tacirliği cazip hale gelerek, spekülatif faaliyetlere odaklı iktisadi bir ortamın oluşması hız kazandı. Bu süreçte, dolar hacmi, borç ve spekülasyon sarmalı içinde sürekli büyüdü. Yalnız bu büyümenin hızı, küreselleşme yaygarasının arkasında, gözlerden uzakta, dünyanın hemen her köşesine yayılarak durmadan büyüyen artık değer üretiminden kat be kat daha yüksekti.
Bu dönemde süregelen aşırı sermaye birikimi ve bununla bağlantılı olarak her zaman enselerde hissedilen durgunluk sorunu, emperyalistler arasında sermaye ihracının daha da arttırılmasına imkan sağlayacak yasal düzenlemelerle denetim altında tutulmaya çalışılıyordu. Bu işin başını hiç kuşkusuz ABD yönetimi çekiyordu. Nitekim bu alanda sağlanan sözde büyük başarılar, bir daha geri dönülemeyecek şekilde “küreselleşme” çağına girdiğimiz şeklinde müjdeli haberlere vesile olmaktaydı. Bu dönemde izlenen yeni bir gelişme, yarı bağımlı ülkelere doğru üretken sermaye ihracı alanında gözlenen büyük sıçramaydı. Emperyalist ülkelerden bağımlı ülkelere üretken sermaye ihracı, öncelikle Uzak Doğu Asya’ya, Çin ve Hindistan’a ve azgelişmiş dünyanın sanayileşmiş diğer bölgelerine doğru hızla yükselmeye başlamıştı. Bu sonuncular, düşük ücretlerin ve örgütsüz ya da örgütleri baskılanmış işçi sınıflarının varlığında, bu coğrafyalarda artık değer üretiminin yükseltilmesi ve merkeze emilmesi yoluyla, merkezdeki sermaye birikimini sürdürmeye olanak sağlıyordu. Bu olanağı kolaylaştıran ve düzenleyen mekanizma ise, eşitsiz mübadeleyi artıran serbest ticaret rejimiydi ve bu, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalizmin taşeron kuruluşları eliyle bir tabu düzeyine yüceltilmiş bulunan serbest ticaret doktrini ile ideolojik olarak destekleniyordu. Kısacası 1980’lerden başlayarak, 2000’lere kadar, emperyalizm, işçi sınıfını dünya genelinde bir kere daha mağlup ederek, bütün gezegeni yeniden eline geçiriyor; mal, para ve sermaye akımları yerkürenin her köşesine neredeyse hiçbir engele tabi olmadan serbestçe ulaşabiliyordu. Hiç şüphesiz, emperyalizmin bu zaferine, Türkiye’nin deneyimlerinden dolayı çok yakından tanıdığımız bağımlı ülke halklarının sürekli borçlandırılması ve bu borç yükünün işçi, emekçi ve ezilenlerin tümüne yüklenmesi eşlik ediyordu.
DEĞER ÜRETİMİNDEN KOPAN DOLAR GENİŞLEMESİ ALT-DÖNEMİ, 1990’LARDAN BUGÜNE
Yalnız emperyalizmin bu başarısı göreli bir başarıydı. 1990-2010 dönemi ile 1950-1970 dönemi karşılaştırıldığında ortaya çıkan resim, emperyalizmin uzun dönemli aşağıya doğru bir dalganın içinde olduğu gerçeğiydi. Her ne kadar sermaye birikimi 1970’lerden sonra tekrar canlanmış olsa da, dünya ekonomisinin büyüme oranlarında 1950’lerin ve 1960’ların ortalamalarına bir daha asla ulaşılamadı. Dünya ekonomisi, 1980’lerin sonu 1990’ların başıyla, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında yeniden durgunluğa girdiğinde, bu resesyonların, 1970’ler öncesinde yaşananlardan daha derin ve daha genelleşmiş bir halde ortaya çıktıkları görülüyordu. 2000’lerin başındaki resesyondan çıkış ise, aşırı birikmiş sermayenin çok büyükçe bir kısmının ancak menkul ve gayrimenkul fiyatlarının şişirilmesiyle desteklenebilen bir kredi parası genişlemesine yönlendirilmesiyle mümkün olabilmişti. Bir başka deyişle, Mandel’in yukarıdaki alıntıda tanımladığı üç parçalı tersine çevrilmiş para piramidine, borç-kredi-spekülasyon genişlemesinden oluşan ve üretken faaliyetlerle ancak dolaylı bir şekilde bağlantılı ve diğer üç parçadan çok daha büyük olan bir dördüncü parça daha ekleniyordu. Bu devasa katman, üretim alanından neredeyse tümüyle kopmuş, tamamıyla spekülatif faaliyetlere, yani tefeciliğe odaklanmış olan dolar bazlı kredi genişlemesiydi. Dolayısıyla, 1970’lerde meta fiyatlarında gözlenen daimi enflasyonun yerine, bu sefer, 1990’lardan başlayarak, menkul ve gayrimenkul fiyatlarında izlenen daimi enflasyon geçiyor; dünya ölçeğinde emeğin yarattığı metaların değerine oranla ortaya muazzam boyutlara ulaşmış bir para (dolar) fazlası çıkıyor; bu, her şeyden önce, konvertible olmayan doların dünya parası olma niteliğinin altını oyuyor ve böylelikle geç kapitalizmin uluslararası para sisteminin krizi yeniden ve farklı bir içerikte tekrar baş gösteriyordu.
2008 Eylül’den başlayarak batmaya başlayan ABD’li büyük yatırım bankaları ve bunların iflasını takiben emperyalist devletlerin finans sektörlerini ya doğrudan kamu mülkiyetine geçirerek ya da mega boyutlarda teşvikler sağlayarak denetim altına alması, konvertible olmayan dolar sisteminin hızla sonuna yaklaşıldığını gösteriyordu. İşte bu nedenle, emperyalizm, bugün yeni bir uluslararası para sistemi inşa etme arayışına girmiş bulunuyor. Çözüm önerilerinin arasında sıkça dile getirilen konvertible olmayan bir Dünya Parası yaratma girişimi ise, başarılması neredeyse imkansız bir hedef izlenimi veriyor. Mandel’in 1970’lerin başındaki tespiti, bu görüşümüze oldukça sağlam bir destek sunuyor:
“Ancak ‘uluslararası likitide’ sorununa uzun vadeli gerçek bir çözümün önünde emperyalistler arası rekabet engeldir. Bu rekabet, ‘kağıt altın’ın kendisinin dağıtımını uluslararası güçler dengesinin bir fonksiyonu yapar ve dağıtımın dolambaçlı yoluyla ulusal paraların enflasyonunu bir kez daha geriye uluslararası mübadele ve ödeme araçları alanına getirir. Son tahlilde, konvertible olmayan kağıt para hak sahiplerine ancak bir devlet çerçevesinde empoze edilebilir. Dünya kağıt parası tek bir dünya hükümetini gerektirir . . .”[4]
Tek bir dünya hükümeti ise, bütün emperyalist burjuvazilerin tek bir dünya burjuva sınıfı olarak kenetlenip dünya emekçilerinin karşısına tek vücut olarak çıkmalarından başka bir anlama gelmez. Bu olasılık bütünüyle ihtimal dışı olduğundan, emperyalist burjuvalar, baskı altında tuttukları işçi sınıflarının ve yoksul halkların emeklerini mülk edinebilmek için kendi ulusal kağıt paralarını ve kur politikalarını kullanmaktan başka bir seçeneğe sahip görünmüyorlar. Bu anlamda da, doların akıbeti meçhulü, Mandel’in dediği gibi, gerçekten de emperyalistler arasındaki rekabet ve işbirliğinin seyrine bağlı görünüyor. Rezervlerinde trilyonlarca dolar birikmiş bulunan Çin’in bu süreçte en büyük korkusunun ise, kendi kontrolünün dışında gelişebilecek olan büyük bir dolar enflasyonu olduğunu görmek gerekiyor.
Sonuç yerine şimdilik söyleyebileceğimiz şundan ibaret: Söz konusu belirsizlik büyüyerek devam ettiği sürece, Marx’tan esinlenerek yukarıda belirttiğimiz gibi, sermaye, bütün coğrafyalarda dolardan kaçma eğiliminde olacak ve onun yerine “değerin değişmez ölçüsü” rütbesine yeni bir para nesnesini çıkartma arayışına girecektir. Halihazırda bu nesne, kırk yıl önceki o büyük sarsıntıdaki gibi, altın olacakmış gibi duruyor. Burjuva medeniyetinin insanlık tarihinde misyonunu tümüyle tamamladığını gösteren bundan daha güzel bir örnek sanırım bulunamaz: Üretici güçlerde gerçekleştirdikleri baş döndürücü büyük ilerlemelerden sonra, dünyanın her yanında bütün burjuvalar, binlerce yıl önceki ilkel toplumların mülk sahibi sınıflarının durumuna gerileyerek, yeniden altına tapınmaya başlıyorlar. Bu yüzden, “dolar krizi”, nihai analizde, insanlığın bir maden ile insan arasında tercih yapmak üzere saflara ayrışmaya başlaması anlamına geliyor.
[1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çeviren Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, 1976, sf. 162-163
[2] Marx’ın para kuramının en genel ve yetkin sunuşu Kapital’in birinci cildinde, birinci ve ikinci kısımlarda bulunabilir. Bununla birlikte, bu konuda Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da yazdıklarının önemi ihmal edilmemelidir. Bkz. a.g.e, s. 90-245
[3] Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, çeviren Candan Badem, İstanbul: Versus, 2008, sf. 552
[4] Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, çeviren Candan Badem, İstanbul: Versus, 2008, s.618.