2010’da kazanmak için bir mücadele platformu

 

2009 sona ererken, Ankara’da siyasi atmosferi tarif edenlerin en çok kullandığı niteleme, “Ankara toz duman” biçimindeydi.

2010 başlarında da durum çok değişmedi, hatta siyasetteki, diplomasideki ve ekonomideki toz dumanı artıracak etkenlerin daha da yükseldiğinin işaretleri ortaya çıktı. Örneğin 2010’la birlikte, “açılım”, “kriz”, “kozmik oda”, “tele kulak”, “muhalefet-iktidar”, “asker-sivil”, “hükümet-yargı”, “İsrail-Türkiye” çatışmalarına “erken seçim” tartışmaları da eklendi!

Ülkenin Kürt sorunundan çeteleşmelere, ekonomik sorunlarından emekçilerin taleplerine, her alanda, AKP Hükümeti’nin, arkasındaki güçlerin açmaza sürüklenmesinin yarattığı sorunlar; ABD’nin “bölge gücü”, “ABD’nin model ortağı” olarak bölge ülkeleriyle giriştiği bir yanı şova dayanan “başarılar” tarafından bile üstü örtülememektedir.

2009’DAN 2010’A…

2009 yılı ABD Başkanı Obama’nın (20 Ocak’ta) Bush’tan ABD yönetimin devralmasıyla başladı. Obama çöken küreselleşen dünya–sistemini yeniden ayağa kaldırmak için pembe tablolar çizen vaatlerle ABD egemenliğini Bush’tan daha farklı bir üslupla yenileyeceğini ilan etti. Ve onun bu imajı, 2009 boyunca, emperyalist propaganda odakları tarafından kullanıldı, kullanılmaya da devam ediyor.

2009’un başında toplanan Dovos’ta dünya kapitalizmin en önemli temsilcileri, “Kriz sonrası dünyasının yeniden inşası” konusunu ele aldılar. Davos’u, G-20 Zirvesi, NATO’nun yenilenmesine ilişkin NATO Zirvesi izledi. G-20 krizin aşılması için 6 trilyon dolara ihtiyaç olduğunu açıklarken, aynı zamanda devletleri de krize müdahale etmek için göreve çağırdı. Dahası, küreselleşmecilerin en büyük iddiası ve adeta tabu haline getirilen, “devletin ekonomiden elini çekmesi ve her derde deva olara gösterilen serbest piyasa”dan vazgeçilerek, devletlerin gidişata el koyması ve “kontrollü bir kapitalizm dönemine geçilmesi” doğrultusunda kararlar aldı.

Bütün bu gelişmeler, elbette Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyordu. Ama daha özel olarak Obama’nın dünyanın yeniden inşası konusunda Bush’un savaş araçlarına fazlaca başvurmasını eleştirirken, Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi konusunda da, Türkiye’yi ziyaret edip Türkiye’nin rolüne açıkça vurgu yapması, sonraki gelişmelerin de önemli bir etkeni oldu. Türkiye’nin “bölgesel güç”, “bölgesel lider ülke” olması, ”model ortaklık” denilen özel ilişkilerle yükümlendirilip tanımlanması, Türkiye-ABD ilişkilerinden Kürt sorunun çözümüne ve iç politikaya, Türkiye-İsrail ilişkilerinden komşu ülkelerle ilişkide “yeni bir çizgi” oluşturulmasına, Obama’nın açıklamalarında vurgu yapılan “model ortaklık” nitelemesinin içeriği önemli bir rol oynadı. Erdoğan’ın 2009 Davos’unda Şimon Perez’e “One Minute” resti ve 2010’daki “alçak kanepe krizi”ne gelen İsrail’i her vesileyle azarlama tutumu da, bu ABD stratejisinin uygulanmasında bölgesel güç olma rolüyle anlaşılır hale geldi.

Şimdi 2010’un başındayız, Ocak ayı sonunda Davos yeniden toplandı. Ama dünya kapitalist krizi konusunda, dünyayı yöneten güçler, 2009’un başındakinden ne daha umutlu ne de krizi aşma konusunda yeni yol ve yöntemler oluşturma konusunda daha ileri bir aşamadalar. Tersine, 2010’un başında, sadece Afrika ülkeleri değil, Portekiz ve Yunanistan gibi orta büyüklükte, kişi başına geliri 20 bin doları aşmış ülkeler bile iflas etme tehlikesiyle karşı karşıya. Almanya’nın 2009’daki küçülmesi, beklenmedik biçimde yüzde 5’i buldu. ABD ve AB’de işsizlik, önceki yıla göre bile, yüzde 50 artarak, yüzde 10’u geçmiş bulunuyor. Borsalar ve finans piyasalarındaki suni şişmenin etkisiyle kriz aşılıyor gibi görünüyorsa da, sermaye politikacılarının iyimser yorumlarına karşın, genel olarak ekonomilerde belirsizlik ve giderek artan sorunlar her tür iyimserliği inandırıcı olmaktan çıkarmaktadır. Ve işsizlik ve yoksulluğun artması konusunda, uzun vadeli olarak bile, kapitalizmin iktisatçıları ve politikacıları vaatte bulunmuyor. Tersine, krizin yol açtığı tahribatı ve emekçileri sürüklediği durumu “normalleşme” olarak kabul etmeye dayanan bir tutum giderek egemen hale geliyor.

Uluslararası kapitalizmin, dünya kapitalizminin yeniden inşasında tek önemli dayanağı, sendikaların büyük ölçüde sistemle bütünleşmiş olması ve işçi hareketini kontrol altında tutuyor olmalardır.

AÇILIMIN İLAN EDİLDİĞİ VE TIKANDIĞI YIL: 2009

2009 yılı, AKP’nin, ülkenin, Kürt sorunu, Alevi sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, demokratikleşme sorunu gibi en kronik sorunlarını çözeceğini ve krizi aşma konusunda dev hamleler yapacağını ilan ettiği yıl oldu.

Kürt açılımı: Mart başında, ABD desteğini de arkasına alan AKP Hükümeti, Cumhurbaşkanı Gül’ün ağzından “Kürt açılımını” ilan etti!

Gül, İran’a giderken, “Türkiye’de hem içerde hem dışarıda iyi şeyler olacak” diyerek, 2009’un, Kürt sorununun demokratik çözümü yılı olacağını ilan etti. Açıklamalar ve girişimler arka arkaya geldi. Sonunda Hükümet, önce “Kürt açılımı”, sonra “Demokratik açılım” dediği politikaları, “Türkiye’nin birlik ve bütünlük projesi” olarak resmileştirerek, yılın sonuna kadar Kürt sorununun çözümünde başlıca adımların atılacağını, Kürtlerin isteklerinin yerine getirilmesi konusunda devletin tüm kurumlarının birleştiğini ilan etti.

Açıklamalar ve kullanılan yumuşak üslup, özellikle Kürtler içinde sorunun çözümü konusunda adımlar atılacağı konusunda umutları artırdı. Ancak yaz başından başlayarak, AKP Hükümeti, Kürt sorununun çözümü iddiasıyla ileri adım atacağına dair her çıkışını, Kürtlere karşı yeni bir saldırıyla yürüttü. Açılım toplantıları, Kürt çalıştayları, önce Kürt kamu emekçilerine, sonra Kürtlerin yerel örgütlenmelerindeki yöneticilere, insan hakçılarına karşı operasyonlarla yürütüldü. “Açılım’ konusunda iddialar yüksek tutulup gerçek hayatta da bir karşılığı ortaya çıkmadıkça, hükümet; “Kürt açılımı” olarak başlattığı açılım sürecinin başarısızlığını; Alevi sorununu da, Ermeni sorununu da, Kıbrıs sorununu da, AB’ye girmeyi de, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini de, açılımın amacı ve hedefi ilan ederek, örtmeye çalıştı.

Yılın sonunda DTP kapatıldı. “Açılımın Koordinatör Bakanı” Beşir Atalay, Kürt sorununun çözümünden PKK ve Kürt direnç odaklarının tasfiyesini anladığın itiraf ederek, “açılım”dan demokratik standartların genel olarak yükseltilmesini anladıkların açıkça ilan etti.

2010’un ilk ayı da, KCK operasyonlarının bölgede ve batı illerinde sürdürülmesiyle geçti ve öyle anlaşılıyor ki, AKP Hükümeti ve açılımın arkasındaki güçler, KCK operasyonlarını sürdürmeye devam edecek.

Bütün bu gelişmeler, Kürtlerin içinde açılıma karşı tepkilerin yanı sıra AKP’ye karşı tepkileri de yoğunlaştırdı. Hükümet, kendi Kürtlerini muhatap almama ve sorunu ABD-Irak-Türkiye “üçlü görüşmeleri” çerçevesinde ve ABD’nin bölge stratejisiyle uyumlu olduğu kadar AKP’nin iç politik çıkarlarıyla da uyumlu bir biçimde “çözme”de ısrar etmektedir. Bu da, süreci son derece tehlikeli hale getirmiştir. Yılın son aylarında Bayramiç ve Selendi’de de görüldüğü gibi, Kürtlere ve Romanlara (aşağı ırklara ve istenmeyen topluluklara) karşı ırkçı-şoven kitle saldırılarına kadar varılmış bulunulmaktadır.

2010’un başına gelindiğinde, AKP Hükümeti’nin ve devletin “açılım” politikası, sorunu daha tehlikeli bir hale getirmiş; her yeni askeri çatışma sonrasında linç girimleri, giderek, Kürtleri, Romanları toptan karşıya alan ırkçı karakterini ortaya koymuştur. Öyle ki, 2009’un sonlarına doğru bir Türk-Kürt çatışmasından daha çok söz edilir olmaya başlarken, Kürt sorununun çözümü de, 2010’a, daha da aciliyet kazanmış bir sorun olarak devredildi.

Alevi açılımı: Son yıllarda Alevileri içlerinden bölmek üzere Aleviler içindeki anlayış farklılıklarına da oynayan AKP; dedelere maaş bağlanması ve diyanette Alevilere yer verme türü rüşvetleriyle Alevileri yedeklemek istemiş ancak bunda başarılı olamamıştır. Bu amaçla yapılan “Çalıştaylar”ın beşincisine Maraş Katliamı’nın bir numaralı faili Ökkeş Şendiller’i de çağıran AKP, Alevi açılımından ne anladığını ortaya koşmuştur. Alevilerin bütün itirazlarına karşın; “Diyanetin yeniden tarif edeceği bir Alevilik çerçevesinde Aleviliği yeniden kurmaya” niyetlenen AKP, aynı zamanda laisizmin en temel ilkesi olan devletin dinden tamamen uzak olması ilkesini de bir kez daha “demokrasi” adına, “Alevi açılımı” adına ayaklar altına almaktadır. Tıpkı Kürtler gibi hak isteyen Alevileri de sevmeyen AKP hükümeti, Alevi açılımının “inanç özgürlüğünü” savunan ve bunun için mücadele eden (böyle bir Alevi kesim ortaya çıkmış ve meydanlarda gerçekten laik bir Türkiye talebini dile getirmektedir) Alevileri bölüp etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Bunun için de milletvekillerinden, maaş bağlamaya ve ihalelerden çıkar sağlamaya her olanak kullanılmaktadır. Örneğin Dersim İsyanı konusunda CHP’li Onur Öymen’in ırkçı şoven yaklaşımını da kullanan AKP, Dersim’de Alevi-Kürt ayırımını kurma ve bu yolla bir bölünme yaratmayı bile kullanmak istemektedir. Ancak bu konuda da AKP’nin seçenekleri azalmış, Aleviliği tanımlamada bile sıkıntıya düşmüştür. Çünkü kafasındaki Alevilikle Alevilerin Aleviliği uyuşmamaktadır. Bu gelişmeler ışığında bakıldığında, 2009 Alevi açılımının da “tıkandığı” bir yıl olmuştur. 2010 ise, “Alevi açılımının” iflas ettiği yılı olmaya adaydır.

Azınlık hakları açılımı: İktidara geldiğinden beri bazen ABD’den gelen baskılarla ve bazen AB’ye şirin görünmek için “azınlıkların hakları” konusunda, bu hakları teslim etme yanlısı olduğunu iddia eden AKP, (bu hakların önceki hükümetler tarafından ortadan kaldırıldığını öne sürerek) bu konuda hiçbir adım atmamıştır. AKP Hükümeti, sonunda bu konuyu da “açılma dâhil ettiğini” açıklamıştır. Ancak, Patriğin, 2009 sonlarında ABD’de yaptığı, “Kendimi çarmıha gerilmiş hissediyorum” açıklamasından sonra, Türkiye’deki Hıristiyan azınlığı, rehin olarak tuttuğunu göstermek istercesine, Ruhban Okulu’nu açılmasını Yunanistan’ın Batı Trakya’daki Türk asıllı azınlığın taleplerini yerine getirme koşuluna bağlamıştır. Yani Türkiye kendi vatandaşlarının haklarını tanıyıp tanımamayı Yunanistan’ın tutumuna bağlayarak, tipik ırkçı, milliyetçi politikaları benimsediğini göstermiştir. Hükümetin bu konuda geldiği nokta, ne insan hakları, ne vatandaş hakları ne de az çok laiklik açısından anlaşılır değildir.

Dahası Rahip Santoro, Hrant Dink cinayetleri ve Zirve Yayınevi Katliamı AKP Hükümeti’nin son üç yılı içinde olmuş ve bu cinayetlerin failleri, AKP ile, siyesi değilse de, ideolojik bağları olan çevrelerdir. Ve bu konuda hükümet, bu çevrelerle bağların koparan bir tutum da takınmamıştır. Bu yüzden de, bu davalarda tetikçiler dışında gerçek yöneticiler açığa çıkarılmamış, bunun için hiçbir gayret gösterilmemiştir. Hrant Dink’in üçüncü öldürülme yıldönümünde yapılan açıklamalarda, “Bu davanın ne zaman başlayacağı” sorusu hala en yakıcı soru olmaya devam etmektedir.

Ermeni açılımı: “Komşularla sıfır sorun”, “tarihsel sorunları çözüyoruz” propagandasıyla ve milli maçların havası da kullanılarak başlatılan Ermeni açılımı da büyük ölçüde tıkanmıştır. Davutoğlu ve Nalbantyan tarafından İsviçre’de; ABD, AB ve MİNSK grubu ülkelerin baskısıyla imzalanan “protokoller”, 2010 başında, Türkiye’nin Azerbaycan’ın bakısıyla ayak sürümesi ve Ermenistan’da milliyetçi baskıların sonucu olarak Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin müdahalesiyle çökmüştür. Böylece AKP Hükümeti’nin en yaldızladığı “açılım” konularından birisi daha, girişim bir yılını doldurmadan akamete uğramış ve başa dönülmüş görünmektedir.

ERGENEKON’DA BİR ADIM İLERİ İKİ ADIM GERİ!

Ergenekon davası, AKP’nin “demokratlığı”nın bir yansıması olarak sürüyor. Davanın bir kontrgerilla davası, Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir dayanağı olabilmesinin koşulu kontra faaliyetlerin açığa çıkarılması, sorumlularından hesap sorulmasıdır. 1950’lerden beri, özellikle de Maraş, Çorum katliamları, ’77 1 Mayıs katliamı, o yıllardaki sayısız cinayet ve katliamlar ile cuntaların mahkûm edilmesi, kontrgerillanın tasfiyesinin ilk adımıdır. Dahası, 80’li yıllardan başlayarak, bölgedeki kotra faaliyetler, binlerce faili meçhul, kayıp ve özel savaş yöntemleriyle halkın sindirilmesi suçlarının sorumlularının açığa çıkarılması, yine kontrgerillanın açığa çıkarılmasının bir ayağını oluşturmaktadır.

Ancak AKP Hükümetince, sorunun, kendi iktidarı dönemiyle ve AKP’ye yönelik akamete uğramış kimi girişimlerle sınırlı tutulması, Ergenekon davasının kamuoyunda zaten kuşkulu olan imajını iyice bozmuştur. Bu dava ile bağlantılı ortaya çıkan tele kulak skandalı, asker ve yargı ile hükümetin giriştiği çatışmalar da, tıpkı davanın kendisi gibi, demokrasi, özgürlükler adına, aslında hükümetin kendi çıkarları, geleneksel güçlerle giriştiği iktidar mücadelesine dönüştürülmüş bulunmaktadır.

Bu dava ile geçtiğimiz yıl içinde en önemli gelişme, Danıştay saldırısının bu davaya bağlanmasıdır, ama o konuda da nereye kadar gidileceği belirsizdir.

Hükümet, en iddialı olduğu ve “Gladio’yu açığa çıkarma” propagandasına dayanak yapacağı bu davada ileri adım atmadıkça da; “Arınç’a suikast” gibi ciddiyeti tartışılır iddialarla politik ortamı terörize etmektedir.

2009’da Ergenekon davasında sayısız “dalgalarla” sürdürülen ve koparılan gürültünün ötesinde kontrgerillanın ortaya çıkarılması doğrultusunda ciddi bir adım atılmadığı gibi, bu dava, sansasyonlarla ayakta tutulan bir davaya dönüştürülmüştür. Her adımda askerle yeniden yeniden pazarlık yapılarak, davanın ortaya çıkardığı imkânları da heder eden AKP Hükümeti, davanın asıl faillerinin tahliyesini seyrederken, örneğin 12 Eylül darbecilerinin olduğu kadar, failleri en yüksek makamlarda olmaya devam eden kotra cinayetlerin üstüne gitmekten ve faillerin bulunup hesap sorulmasından özenle kaçınmıştır.

Bu dava etrafında kopartılan bütün gürültüye karşın, henüz kontra güçlerin üstüne AKP’nin çıkarlarını aşan bir ciddiyetle gidildiğini gösteren bir belirti yoktur. Davanın böyle ilerlemesininse, gerçek bir ilerlemeye karşılık gelmesi neredeyse imkânsızdır.

2010’da, eğer AKP Hükümeti’nin inisiyatifinde kalırsa, davanın, AKP’nin muhalefetini sindirmeye yönelik ve yığınları yedeklemesine dayanak olmanın ötesine geçmesi çok olanaklı görülmemektedir.

Benzer durum; JİTEM davası, Şemdinli çetesi davası, …bölgedeki öteki davalar için de geçerlidir. Bu davaların siyasi niteliği, dolayısıyla siyasal iktidarın iradesi olmadan ilerlemesi olanaksızlığı nedeniyle, onca delile karşın davalar oldukları yerde saymaktadır.

ANTİ DEMOKRATİK YASALARI HÜKÜMET KENDİ ÇIKARINA KULLANIYOR

Kendisinden önceki pek çok muhalefet partisi gibi, AKP de, kısa muhalefet döneminde, hatta iktidar olduktan sonra da; YÖK Yasası, Seçim yasası, Siyasi Partiler Yasası, hatta Anayasa’nın bütünü için; bu yasaların mutlaka değiştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Ancak iktidara geldikten sonra bu yasalardan, onların anti demokratik karakterinden yararlanmaya başladıktan sonra, bu yasaları ve nimetlerini kullanmayı sürdürmüştür. Gerekçesi de, “Bu yasaları biz çıkarmadık. Bizden önce de bu yasalar vardı” olmuştur.

Bütün bunların da ötesinde, Anayasa’yı değiştirmek için taslak hazırlayan AKP’nin laisizm konusunda bazı yumuşatmalar ve AB’yi hoşnut edecek kimi makyajlar dışında, 12 Eylül Anayasası’nın sadece ırkçı, şoven, gerici özünü değil, anti demokratik maddelerini esas itibariyle koruduğuna da tanık olduk.

Kısaca AKP ve hükümetinin, Anayasa ve anti demokratik yasaların değiştirilmesine ilişkin tutumu, tamamen “ben merkezci” olmuş; kendi işine geliyorsa, daha önce karşı çıktıkları da dahil her yasayı savunmuş, savunamadığını, ayak sürüyerek, değişimini önleyecek bir çizgi izlemiştir. Bu tutumu, “AKP’nin kendine Müslüman bir demokrasi yanlılığı” yaptığı kanısını yaygınlaştırmıştır. Sonuçta, AKP hükümet olmadan önceki yıllarda Anayasa ve anti demokratik yasalar konusunda sorun neyse, bugün de, bu sorun büyük ölçüde durmaktadır. Süreç ilerlediği için de; düne göre bile çok geriye düşülmüş durumdadır. Nitekim, yılın sonlarına doğru, AKP ve hükümeti Anayasa değişikliğin yeniden gündeme getirmiştir. Ama AKP’nin bu değişikliği gündeme getirme nedeni, tümüyle kendi ihtiyaçlarına karşılamaya yöneliktir ve bir seçime doğru giderken yapamadıklarına bahane bulmak içindir. Dahası AKP, “Ben yapacaktım ama Anayasa izin vermiyor. Onun için Anayasayı değiştirecek kadar güç verilmesini istiyorum” diyeceği bir gerekçeye dayanak sağlamak için, Anayasa değişikliğin gündeme getirmektedir. En azından bir yanıyla da böyledir.

EMEKÇİLERİN ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ TALEBİ

Demokrasi mücadelesi dendiğinde, çoğu zaman akla, Kürtlerin ulusal hakları, Alevilerin inanç özgürlüğü, basın özgürlüğü, kimi anti demokratik yasaların ya da Anayasa’nın değiştirilmesi gelir. Elbette ki işçi sınıfı, ülkenin demokratikleşmesi için, bu kendisiyle doğrudan ilgili olmayan talepleri, kendi talepleriymiş gibi savunmak, onlar için mücadele etmek zorundadır. Bu, onun en devrimci sınıf olmasından kaynaklanan, tüm diğer ezilen sınıfların ve toplumsal kesimlerin haklarını savunması tarihsel misyonunu gereğidir. Ancak ülkemizde işçi sınıfının özgürlükleri de son derece sınırlıdır. İşçilerin haklarını koruyabilmesi için en önce akla gelen hakları, örneğin TİS ve grev hakları tamamen göstermelik düzeyde vardır.

Örneğin TİS hakkına sahip olmak için, sendikanın, önce işkolu düzeyinde yüzde10 barajını, sonra işyerindeki yüzde 50 barajını aşması gerekir. Üstelik bu yüzde 50’ye, kapsam dışı ve sendika ve grev hakkından yaralanamayan geniş bir işçi kesimi de dâhildir. Bunun ardından uzun yetki prosedürünü aşmak, artık bir haktan öte, işçinin zorla ve fiili durum yaratarak elde edebileceği bir haktır. Grev ise, sadece TİS uyuşmazlığı ile doğan (bu hakkı kullanma aşamasına gelmek ayrı maceradır) bir haktır. “Hak grevi”, ”dayanışma grevi”, “siyasi grev”, “genel grev” gibi az çok demokratik ülkelerde yasal hak olan haklar, Türkiye’de yasaktır.

Milyonlarca işçi için ise, sendikalaşma bile pratikte olanaksız hale getirilmiş, sendika, TİS ve grev yasaları adeta ulaşılmaz bir yüksekliğe konmuştur. Diğer emekçi kesimler için bu haklar daha da kısıtlı olup, örneğin kamu emekçilerinin grev ve toplu sözleşme hakkı hiç yoktur. Yasalarla tanınmış görünen “Her işçi sendika üyesi olabilir ve bundan dolayı baskı görmez” hakkı günümüzde sadece bir laftır. Gerçekte ise, bu kısıtlı haklar bile, kamuda çalışanlar ve sınırlı sayıda özel işletme için uygulanabilirdir. Ancak, taşeronlaştırmayla birlikte kamuda ve sendikalı işletmelerde de artık bu hak hızla ortadan kaldırılmakta, sendika ve toplu sözleşme hakkı olmadan çalıştırma esas hale gelmektedir.

Gerek TİS ve grev hakkının yasalarla sınırlandırılmış olması, gerekse fiiliyatta bu kısıtlı hakkın bile kullanılmaz olması, işçi haklarının patronlara karşı basit bir hak mücadelesi olmanın ötesinde bir siyasi mücadeleyi, bir demokrasi mücadelesini zorunlu kılmaktadır.

KRİZ: SERMAYE İÇİN FIRSAT, EMEKÇİLER İÇİN İŞSİZLİK VE YOKSULLUK!

2009’u “teğet geçen krizin etkilerinin ortadan kaldırıIdığı yıl” olarak ilan eden sermayenin propagandacıları ve hükümetin tüm ileri sürdüklerine rağmen, krizin etkilerinin sadece en büyük sermaye çevreleri rantçılar için kaldırıldığına tanık olduk. Nitekim 2009 biterken borsa kriz öncesinin bile üstünde bir endeksi yakalarken, bankaların kârlarının yüzde 37 artış gösterdiği ilan edildi. Büyük sermaye kuruluşları da, üretimin ve kâr miktarlarının düşmesinden yakınsalar da, bütçeden ve işsizlik fonundan aktarılan 100 milyara yakın bir fonla desteklenmiş, istihdam düşerken kârlılık oranlarını artırmışlardır. Bundan da öte patronlar, yıllardır toplu sözleşmelerle reddedilen esnek çalışmanın en acımasız yöntemlerini devreye sokarak; kısmi çalışma, ücretsiz izinler, ücretlerde doğrudan ve yüzde 35’lere varan düşüşler, imzalanmış toplu sözleşmeleri tanımama, toplu işten çıkarma gibi yol ve yönetmelerle işçilerin hak mücadelesini büyük ölçüde sindirmişlerdir. Ki, buradaki kazanım, çok daha kalıcı ve kendileri açısından işçi sınıfına karşı kazanılmış bir sınıfsal kazanımdır. Burada sermayenin ve hükümetin en büyük destekçisi işbirlikçi sendikacılar olmuştur.

Ancak bütün mali desteğe ve işçileri, emekçileri işsizlikle tehdit ve terbiye etme gayretlerine karşın, 2009’un sonuna doğru son derece önemli dört gelişme dikkat çekmiştir.

1-) Lastik işçilerin mücadelesi: Lastik işçileri, kriz bahanesiyle toplu olarak işten çıkarılmalarına karşı, Kocaeli ve Adapazarı’ndaki lastik fabrikalarında direnmiş, ancak Lastik-İş yöneticilerinin gayretiyle bu mücadeleler bastırılmıştır. Ancak, Lastik İş’in işbirlikçi yöneticilerinin patronla işbirliğini aynı zamanda kendilerine muhalefet eden lastik işçilerin işten atılmasına dönüştürdüğünü fark ederek, işçiler Lastik-İş yöneticilerine suçüstü yapmışlardır. İşten atılan ve çalışmaya devam eden işçiler, sık rastlamayan bir birlik ve mücadele tutumu göstererek, sendikacıları alaşağı etmek için bir hareket başlatmışlardır. Lastik-İş bürokrasisi, bu hareketi, baskı ve şiddetin her yolunu kullanarak ve çeşitli manevralarla savuşturmaya çalışmıştır. Ancak mücadelenin yeniden alevleneceği etkenler varlığını sürdürmektedir.

2-) İSDEMİR işçilerinin direnişi: İSDEMİR patronunun sendikanın desteğindeki, TİS’i hiçe sayarak, ücretleri yüzde 35 düşürmesine ve ücretler ve işyerindeki baskılara karşı 4-5 bin işçinin beklenmedik biçimde eyleme geçmesi, 2009’daki dikkate alınması gereken eylemlerden biridir. İki vardiyada da süren direniş, yine sendika yöneticileriyle patronun açık işbirliği ve mücadeleye önderlik eden bir grup işçinin işten çıkarılmasıyla bastırılmıştır. Bu direnişin iki özelliği, gösterdiği iki önemli şey vardır. Birincisi, büyük işyerlerinde, krizin yüküne karşı bir birikimin oluştuğu (bunun ipuçları Renault, Ford, Erdemir, Fiat, Beko vb. işyerlerinde de vardır), bu işletmelerde, patlamalar biçiminde tepkilerin ortaya çıkma ihtimalinin yükseldiğidir. İkincisi ise, en baskıcı ve en işbirlikçi sendikal örgütlenmelerin bile işçi mücadelesini durdurmaya yetmeyeceğidir.

3-) 25 Kasım grevi: Kamu emekçilerinin 25 Kasım grevi; KESK ve Kamu Sen’in ortaklaşarak gerçekleştirdikleri ve yüz binlerce kamu emekçisin katıldığı yasadışı grev, kuşkusuz ki, emek mücadelesi tarihimizin seçkin sayfalarından birini oluşturmayı hak eden bir grevdi. Pek çok bakımdan üstünde tartışılan ve daha da tartışılacak olan bu grev, çoğunluğu AKP’ye oy vermiş kamu emekçilerinin hükümetle ciddi olarak ilk karşı karşıya gelmesiydi. Bir bakıma sekiz yıllık AKP hükümetinin doğrudan kendisini hedef alan ilk büyük eylemdi. 25 Kasım’dan dolayı işten atılan ve örnek bir mücadele veren demiryolcuların, bir örnek daha ortaya koyarak, 16 Aralık’ta arkadaşlarının işe geri döndürülmesi için yaptığı 26 saatlik grev, 25 Kasım grevini taçlandırdı. Ve bu grev, sendikal konfederasyonlar arasındaki küçük yakınlaşmaların bile, birliğe susamış emekçiler arasında nasıl bir heyecan yarattığını göstermesi bakımından önemliydi. Kamu emekçilerinin mücadelesi, bütün talepleri ve diriliği ile, gerçekleştirdikleri önemli grevin moral ve kazanımlarıyla 2010’a devredilmiştir.

4-) TEKEL işçilerin mücadelesi: Aralık ayında mücadelelerini Ankara’ya taşıyan TEKEL işçileri, sadece haklarını istedikleri için vahşi bir polis şiddetine maruz kalırken, adeta düşman gücü gibi muamele görmüş, Aralık soğuğunda göle atılmaktan bile kurtulamamışlardır. AKP Hükümeti’nin emek düşmanı tutumunu bir kere daha teşhir eden TEKEL işçileri, uzun mücadeleleriyle, işçi sınıfının direncini, mücadele azmini, dayanışma, inisiyatif ve yaratıcılığı sergilerken, pek çok bakımdan dersler çıkarılacak bir eylem sürdürmüşlerdir. Bu yazının yazıldığı günlerde hala bu görkemli eylem sürüyordu. TEKEL işçilerin mücadelesi, kamu emekçilerinin grevinden sonra, ikinci kez, emekçilerin hükümetle ciddi bir biçimde karşı karşıya gelmesiydi. Bu ciddiyet, o mağrur, burnundan kıl aldırmayan AKP ve hükümeti ile onun başının, yüzündeki maskeyi atarak, her gün TEKEL işçileriyle düelloya girmesi, polisi, valiliği kullanarak işçileri umutsuzca taciz etme ve yıldırma çabalarına girmesinden de anlaşılıyor. Türk-İş’in önünde, Ankara’da kurulan barikat; emeğin sermaye ve hükümetine karşı kurulmuş bir barikatı, tüm emekçilerin dikkatlerini çevirdikleri bir yer olurken, sendika yönetimlerini de büyük bir sınava soktu. Eğer TEKEL işçilerinin mücadelesi hükümetin direncini kıracak kadar büyük bir güç oluşturabilirse, ki bu konuda ileri adımlar atılmış (sermaye basınının direniş karşısındaki direnci bile kırılmıştır) ve emek örgütleri son adımlar için bir araya gelmiştir; bundan sonraki adımlar, elbette hem emek mücadelesinin mevzisinin 2010’da nereye kurulacağını, hem de sendika ve emek örgütü yöneticilerinin emek mücadelesinin neresinde yer alacağını da gösterecektir.

Toplam açısından söylenecek olursa; sermaye güçleri, krizin yüküne karşı verilen ve birer birer işletmelerde ortaya çıkan tepkileri alt etmişlerdir. Ancak; 2009, ikinci yarısından itibaren, krizin yükünü reddetme mücadelesinin yeni bir safhasına girildiğini gösteren belirtilerin ortaya çıktığı bir yıl olmuştur. TEKEL işçileri, bugüne kadarki mücadelenin en ön cephesine kurdukları mevziyle; sınıfın, emekçilerin geri kalanları için de bir yol çizmiş, bir mevzi oluşturmuşlardır.

2010’a bu mevzide giren emekçilerin yürüyüşü, bu ileri mevziden hareketle olacaktır.

2010 ‘ERKEN SEÇİM’ TARTIŞMALARIYLA BAŞLADI

Söylenenlerden de açıkça görüldüğü gibi, AKP Hükümeti; gerek büyük iddialarla propaganda ettiği demokrasi mücadelesi alanında, gerekse pembe tablolar çizmeye devam ettiği halkın acil geçim ihtiyaçları konusunda vaatlerini gerçekleştirememiştir. Dahası ülkenin ve halkın bu acil sorunları karşısında AKP hükümeti, arkasındaki 338 milletvekiline ve sermaye muhalefetinin etkisizliğine karşın, çözümsüzlüğe sürüklenmiştir.

İşte bu tıkanma ve çözümsüzlük; yığınların hükümetin ülke sorunlarını çözeceğine inancının azalmasına yol açmıştır. Anketler de, AKP’nin oylarının azaldığını göstermektedir. Bu durum, muhalefetin “erken seçim”i dillendirmesini getirmiştir. Muhalefetin gücü ve ülke sorunları karşısındaki aymazlığına karşın, hükümet cenahından yükselen “erken seçim isteyenlerin vatan haini olduğu” biçimindeki ağır suçlamalardan anlaşılmaktadır ki, AKP Hükümeti, ayağının altındaki toprağın kaydığını hissetmektedir. Bu yüzden de, “erken seçim”i isteyen etkisiz muhalefet bile olsa, hükümetin canını acıtmaktadır.

Kaldı ki, seçimin erken ya da zamanında olmasının çok da önemli olmayacağı bir dönemde bulunuyoruz. Zaten zamanda bir seçime bile bir buçuk yıldan az bir zaman kalmıştır. Bu yüzden de, erken seçim de olsa, zamanında bir seçim de olsa, artık “seçim sathı mailine” girilmiştir.

Bunun anlamı ise, sermaye partilerinin her tür yolla birbiriyle çatışacağıdır.

Bunun demokrasi güçleri açısından anlamı ise; halka gerçekleri anlatmada daha büyük bir enerjiyle çalışmak, demokrasi mücadelesinde yer alabilecek bütün güçleri birleştirmek, işçilerin, emekçilerin ileri kesimleri ve aydınların ülkenin gerçek sorunları üstünden ittifaklarını gerçekleştirere, sermaye partilerinin karşısına dikilmesi görevinin bütün görevlerin önüne geçmesidir.

2010’DA MÜCADELENİN ZEMİN GENİŞLİYOR

Özgürlük Dünyası’nın son bir yılık sayılarında, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların emek ve demokrasi mücadelesinin güncel taktiğinin iki başlıca dayanağı olduğunu; bunlardan birincisinin demokrasi mücadelesi, diğerinin de emekçilerin “krizin yükünü reddetme mücadelesi” ekseninde oluştuğu üstüne pek çok makale ve inceleme-araştırma yayımlandı.

Bu taktik çerçevesinde bakıldığında, şöyle bir zemin olduğu görülmektedir:

A-) Demokrasi mücadelesi alanı:

1-) Kürt sorunu, Alevilerin istemleri ve azınlık sorunları: Kürt sorununun demokratik çözümü, Alevilerin inanç özgürlüğü, azınlık halklarını kapsayan talepler için tüm demokrasi güçlerinin birleştirilmesi, elbette Türkiye’nin içinde geçtiği süreç göz önün alındığında, birincil önemdedir. Özellikle de Kürt sorunun demokratik çözümü, demokrasi mücadelesinin merkezinde bulunmaktadır ve çözümü ertelenemez biçimde dayatmıştır. Bu açıdan bakıldığında ve hükümetin 2009’da büyük iddialarla öne sürdüğü “açılımla çözme” girişiminin tıkandığı göz önüne alındığında, bu alanda atılacak adımlar, sadece hükümete karşı değil, aynı zamanda, bütün sermaye partilerine ve asker, “sivil” öteki sermaye güçlerine karşı bir mücadele demektir.

Silahların susması ve operasyonların durması,

Türkiye’nin Kürtlerinin muhatap alınması ve Kürtlerin taleplerinin yerine getirilmesi için onlarla konuşulması,

Kürtler ve Türklerin hak ve dil eşitliği temelinde anadilde eğitim hakkının tanınması,

Gönüllü birlik için gereken önlemlerin alınması,

Ayırımsız ve genel bir af,

Bölgede işsizliğin ve yoksulluğun azaltılması için özel bir ekonomik planın uygulanması,

Alevilerin inanç özgürlüğün tanınması,

Devletin Alevilik ve Sünnilikten, tüm öteki din ve mezheplerden eşit uzaklığa çekilmesi,

Din dersinin zorunlu ders olmaktan çıkarılması,

Diyanetin ve İmam Hatiplerin kapatılması,

Azınlıkların Lozan’da tanınan haklarına saygı gösterilmesi ve inançlarını serbestçe yerine getirebilmeleri için bu kesim üstündeki tüm baskılara son verilmesi

demokrasi mücadelesin bir ayağı için başlıca talepler olarak 2010’da da ısrarla savunulması gerekecek taleplerdir.

2-) Ergenekon ve gerçeklerin açığa çıkarılması: Demokratikleşmenin diğer bir boyutunu oluşturan; kontrgerilla güçleri, devlet içinde ve devletle bağlantılı çeteleşmelerle, darbeler ve darbe hazırlıklarının yargılanması ve üstü örtülen gerçeklerin ortaya çıkarılması için mücadeledir. Burada, 1950’lerden beri süregelen kontrgerilla eylemlerine, bölgede JİTEM’in faaliyetlerine (faili meçhuller ve kayıpların sorumluların ortaya çıkarılması), çeşitli biçimlerde ortaya çıkan JİTEM ve Özel Kuvvetlerle ilgili yargılamalar ve ortaya çıkan belgeler üstünden sürece müdahale etmek pek çok bakımdan önemlidir. Ergenekon davası başta olmak üzere, bu tür davaların demokrasi mücadelesinin çok önemli bir dayanağı olarak görülmeden ve buna uygun bir tutum alınmadan demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi olanağı bulunmamaktadır.

3-) Anayasa, antidemokratik yasalar demokrasi mücadelesi: Demokratik bir anayasa ve anti demokratik yasaların ayıklanması mücadelesi, 2010’da son derece önemli bir mücadele alanı olmaya adaydır. Bu yüzden de, gerek aydınların, gerek demokrat hukukçuların, demokrasi güçlerinin, sendikalar ve emek örgütlerinin sürece ortak bir biçimde mücadelesi hayatidir. Aksi halde, AKP, bu alandaki boşluğu, kendine göre bir düzen kurmanın vesilesi olarak kullanmaya devam edecektir. Burada, bir seçime doğru giderken, Seçim ve Siyasi Partiler Yasası’nın demokratikleştirilmesi, ülke ve il barajının tümüyle kaldırılması, her oyun değerlendirileceği bir seçim sisteminin oluşturulması ve partilere devlet yardımının kaldırılmasının, “adil bir seçim” için aciliyeti ortadadır. Yine aynı çerçevede, Terörle Mücadele Yasası’nın iptali, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Polis Selahiyeti Yasası, milletvekili dokunmazlıklarının sadece siyasi görevleriyle ilgili olarak kalması, Memurin Muhakemat Yasası, TSK İç Hizmet Kanunu’nun özellikle 35’inci maddesinin iptali, askeri mahkemelerin kaldırılması, Çocuk Mahkemeleri kurulması talebi, … ve başlangıç ilkeleri ve ilk üç maddesi dahil 1982 Anayasası’nın yerine yeni ve demokratik bir Anayasa hazırlanması mücadelesi, önümüzdeki dönemde demokrasi mücadelesi için önemli olacaktır.

4-) Emekçileri örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkının önündeki sınırlamaların kaldırılması talepleri: 2821-2822 Sayılı yasalarda toplu sözleşme hakkının basitleştirilmesi ve bu hakkın serbestçe kullanılmasının önündeki bürokratik ve prosedür engellerin kaldırılması,

İşkolu ve işyeri barajlarını kaldırılması,

Grev hakkının önündeki engellerin kaldırılması ve dayanışma grevi, hak grevi, siyasi grev ve dayanışma grevi yasağının kaldırılması,

Sendikaların siyasi partilerle ilişki kurmasını engelleyen yasaların ve sendikaların siyaset yapma yasağının kaldırılması,

Kamu emekçilerin TİS ve grev hakkı,

Memurlar siyaset yasağına son verilmesi talepleri, demokrasi mücadelesinin vazgeçilemez dört bileşeninden birisini oluşturmaktadır.

B-) Krizin yükünü reddetme mücadelesi alanı:

Krizin yükünü reddetme mücadelesi, kamu emekçilerinin grevi ve TEKEL mücadelesiyle birlikte daha ileri bir safhaya evrilmiş; emek güçlerinin sermaye ve hükümetine karşı birlikte mücadelesini öne çıkaran bir dönemin kapısını açmıştır. Bu açıdan, krizin yükünü reddetme mücadelesinin talepleri için mücadelede, daha somut ve patlama noktalarının çoğalacağı bir aşamaya gelinmiştir.

Bunlara sermaye güçlerinin ve hükümetin “krizi aştık”, “aşıyoruz” iddialarıyla birlikte düşünüldüğünde;

Kriz önlemi olarak devreye sokulan TİS’lere rağmen ücretlerin düşürülmesine, kısa dönemli çalışma, ücretsiz izin uygulamalarına son verilmesi,

İşten atmaların yasaklanması,

İşsizlik fonundan işsizlerin daha geniş, daha uzun süreli ve insanca yaşayacakları bir düzeyde işsizlik yardımı sağlanması,

Esnek çalışma uygulamalarına son verilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi,

Sendikaların örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması,

Emekçi ailesinin insanca yaşayabilmesi için gerekli desteğin sağlanması,

Genç işsizlere iş sağlanması ve gençlere meslek edindirmek için gerekli girişimlerin yapılması,

Herkese parasız sağlık ve eğitim,

İşsizlere parasız ulaşım imkânı sağlanması,

Sendikaların günün koşullarında mücadele edecek biçimde mevzilenebilmeleri için yeniden örgütlenmesi mücadelesi, önümüzdeki dönem emek cephesinin sermayenin saldırılarını püskürtebilmesinin koşulu olarak ortaya çıkmıştır.

******

İlerici demokrat güçler, emekten yan partiler, sınıf partisi, sınıf kaygısı gütmeye devam eden sendikacılar, gençlik, kadınlar, çevreciler, yoksulluk ve işsizliğin pençesindeki emekçiler, kendi mücadelelerini de, bu, demokrasi ve emek güçlerinin mevzilenmelerine göre belirleyeceklerdir elbette.

 

100. yılında 8 Mart

 

Kadınların tarih sahnesinde toplumsal ve emek mücadelelerindeki müdahalelerine baktığımızda; çoğu kez, belirleyici anlarda, hareketi ateşleyici, sürükleyici, ilerletici bir rol oynadıklarını görürüz. Birçok örnek biliriz ki, cesaretleri ve kararlılıklarıyla erkeklere öncülük etmişler, onları harekete geçmeye çağırmışlar, devletin kolluk kuvvetlerinin önlerine atılmışlar, savaş, mücadele ve direniş çağrılarını yükseltmişlerdir.

Ancak kendiliğinden hareketin örgütlü, karar alıcı, sistematik bir niteliğe bürünmesiyle gelinen yerde, kadınların bu eşikte “elendiği” de bir o kadar çarpıcı bir olgu olmuştur hep. Bu “elenme”, bir yandan kadının tarihsel dönemlerin, toplumsal sistemlerin özelliklerince şekillenmiş nitelikleri (eğitim düzeyi, çalışma ve toplumsal yaşamdaki konumu, temsiliyetinin olmaması vb.), öte yandan örgütlü yapılara sirayet etmiş olan erkek egemen toplumsal yapının bir devamı olarak kadından (aile, çalışma yaşamı, toplumsal temsiliyet) beklentilerdeki muhafazakar zihniyetin varlığı gibi etkenlerle belirlenmiştir.

18. ve 19. yüzyıldaki teknolojik ilerlemeler, buharlı makine ve büyük dokuma makineleri gibi sanayi devrimini yaratan yeni icatlar, her şeyden önce, görülmedik büyük kitlelere istihdam olanağı yarattı. Özellikle de üretim süreçlerinin makineler yardımıyla artık daha basitleşmesiyle, ucuz işgücünü oluşturan vasıfsız kadınlara. Kadınlar, bu dönemde, geniş çapta üretim sürecine dahil edildiler.

Üretici güçlerin baş döndürücü bir hızla gelişmesiyle kadının kazandığı yeni sosyal ve ekonomik konumu, işçi sınıfı ve işçi hareketinin doğuşuyla dünyada büyük sosyal hareketlerin gelişmesi, kadının eşit hak ve kurtuluş mücadelesinin üzerinde de büyük etkisi oldu. İşçi hareketinin büyümesi ve eş zamanlı olarak sosyalist düşüncelerin gelişmesi, süreklilik ve bilimsellik kazanmasıyla birlikte, kadınlar, işçi hareketine kitlesel olarak katıldılar.

Ne var ki, 19. yüzyıl ortalarından itibaren emekçi kadın hareketinin güçlenmiş olması, kadınların, başından beri erkek sınıfdaşlarıyla doğallıkla omuz omuza mücadele edebildikleri anlamına gelmiyor. Kadın işçi ve emekçilerin, sınıf örgütleri, partiler ve sendikalar içerisinde örgütlenebilmeleri ve kadın sorununun ciddiye alınması için mücadele etmeleri gerekti.

Avrupa ve Amerika’da, hızla gelişen işçi hareketleri içinde, kadın emeğinin rolü üzerine keskin tartışmalar yaşandı. Bu sorunda başlangıçtaki belirsizliğin sebebi, ilk zamanlarda işçi hareketi içinde, proleter kadın hareketinin anlamı ve hedefleri konusunda, özellikle de kadın emeğine bakış konusunda olgunlaşmamış düşüncelerin varlığıydı. Dönemin sendikal ve politik işçi hareketinin geniş kesimleri arasında, kadın emeğinin yasaklanmasının, en azından evli kadınlara yasaklanmasının savunulması olağan bir durumdu.

Bu savununun temelinde, bir yandan kadın ve ailenin korunması isteği, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başındaki kadın ve çocuk emeğinin felaketlere yol açan ağır çalışma koşulları (18 saate varan işgünü, korkunç hijyen koşulları, ustabaşı ve ustaların cinsel tacizleri, üretimin feci koşulları, fabrika kışlalarının oluşumu vb); öte yandan da açıkça düşük ücretleri nedeniyle kadın rekabetinin engellenmesi ve bertaraf edilmesi yatıyordu. Çünkü kadın emeği erkeklerin ücretini baskılıyor ve erkekleri işsizlikle yüz yüze bırakıyordu.

Bu durum, kadın işçileri, kadın emeği yoğunluklu işkollarında kendi sendikal örgütlerini kurmaya yöneltti. İlk kadın sendikası, 1845’te, ABD’nin tekstil sanayi kenti Lowell’de kuruldu. 19. yüzyılın ancak ikinci yarısında, işçi sınıfının, politik ve sendikal örgütlenmeleri aracılığıyla bu sorunu açıklığa kavuşturmasıyla birlikte, kadınların örgütlenmelerinde bir ilerleme sağlanabildi. 1864’de kurulan Uluslararası İşçi Birliği (1. Enternasyonal), kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onayladı; kadın emeğini kaçınılmaz olarak gördü, kadının anne olarak konumunu savundu ve kadınların işgücünü ve sağlığını koruyan yasalar talep etti.

TALEPLERDE DEĞİŞİM

1866’da ABD’de kurulan Ulusal Ekmek Birliği, eşit işe eşit ücret ödenmesini ve kadınların sendika yönetimlerine gelmesini ortaya atan ilk örgütlenmeydi. İngiltere’de, erkek sendikacıların başarısızlığa uğradığı yerlerde, kadınlar, kadın işçilerin sendikalarda örgütlenmesinde olumlu roller oynadılar. Dewsbury’de, kadın dokumacıların grevini örgütleyen Kadınları Koruma ve Destekleme Birliği, 1874’te kuruldu. Bu birlik, daha sonra Ulusal Kadın İşçiler Birliği’ne dönüştü.

Yine 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Avrupa’da ve ABD’de kadın işçiler, 8 Mart’ın kökenini oluşturan ve burada ayrıntılarına girmeyeceğimiz şiddetli emek mücadeleleri verdiler. Başlıca hatırlanacak olanı, elbette, 1857’de New York’lu kadın tekstil işçilerinin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için çıktıkları grevdir. Bu direnişte, 129 kadın, fabrikanın ateşe verilmesi sonucu alevler arasında can verdi. Londra’lı kibritçi kadın işçilerin, on binlerce Manhattan’lı tekstil işçisi kadının büyük grevleri de bu mücadelelerdendir.

Fransız Devrimi’nde “iş” ve “ekmek” talebiyle toplumsal mücadele alanına çıkan emekçi kadının yükselttiği talepler artık genişlemişti: Eşit işe eşit ücret, 8 saatlik işgünü, düşük ücretlendirilen mesleklerde ücretlerin düzenlenmesi, daha fazla fabrika müfettişi, kadın sağlığına uygun çalışma koşulları, annelik yardımı, işçi kadınlar için kooperatif evleri ve yalnızca mülk sahibi kadınlar için değil bütün kadınlar için oy hakkı. Emekçi kadınlar, yerel kampanyalar düzenliyor ve kadınları sendikal hareket içinde aktif olmaya teşvik ediyordu.

1910’da Kopenhag’da düzenlenen İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Clara Zetkin’in önerisiyle, her yıl dünyanın bütün ülkelerinde, başta oy hakkı olmak üzere kadın hakları için ve savaşa karşı bir mücadele günü olarak uluslararası kadınlar gününü kutlamayı öngören tarihi bir karar alındı. Böylece 8 Mart, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak benimsendi.

Erkek dominantlığı altındaki sosyal demokrasi için, kadının oy hakkı ve hak eşitliği, halen tali, başka reformlar karşılığında gözden çıkarılabilir, geri plana atılabilir bir talep görünümündeydi. 19 Mart 1911’de, ilk uluslararası kadın günü, bıyık altı gülümsemelere karşın, gerçek anlamda kadınların bir mücadele ve dayanışma günü olarak kutlandı. ABD’de ve Avrupa’da düzenlenen gösterilere yüz binlerce kadın katıldı. Yalnızca Berlin’de 45 bin kadın yürüdü. Ve sonraki senelerde bu sayının uluslararası çapta milyonlara ulaşmasıyla, 8 Mart, 1 Mayıs gibi, işçi sınıfının önemli mücadele ve dayanışma günlerinden biri olarak gelenekselleşti.

Kadının oy hakkı, politik hak eşitliği talebinin emekçi kadın kitlelerince benimsenerek yükseltilmesi, toplumsal temsiliyette, örgütlenmede söz ve karar hakkına sahip olmanın yakıcı ihtiyacına işaret eder. Bu bilincin geliştirilmesinde, kadın işçilerin sorunlarını ilk kez merkezine oturtan ve işçi hareketi içerisinde kadınları kendi seslerine kavuşturan kadın işçi basınının rolü büyüktü. Kadının ekonomik bağımsızlığının ve ev içiyle sınırlanmış yalıtılmışlığından kurtulmasının, özgürleşmesinin ve de toplumsal mücadelelere katılmasının, hem kendi çıkarına hem de bütün sınıfın çıkarına olduğunu büyük bir sebat ve ısrarla anlatan, başta, Clara Zetkin yönetimindeki kadın işçi basını oldu. “Kapitalizm, verili bulduğu ataerkil toplum yapısını devralıp kendi hizmetinde kullanır. Eğitimdeki, çalışma yaşamındaki geleneksel kalıplardan başlayarak aile ilişkilerine değin ekonomi, politika, ideoloji ve kültüre kendi kadın düşmanı damgasını vurur. Kadına yönelik ayrımcılığı pekiştirir ve bu ayrımcılığı kârı doğrultusunda kullanır.” (C. Zetkin)

SERMAYENİN ARAYIŞLARI

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, kadının çalışma hayatına katılım oranı ciddi bir artış gösterdi, tüm kadınların yüzde 30 ile 45’i çalışır oldu. Sonraki on yıllarda, kadının çalışma yaşamına katılımı daha da yükselme gösterdi. Her iki dünya savaşı sırasında kadın emeğine çok yoğun bir başvuru olmakla birlikte, savaş sonrasında kadınlar yeniden evlerine gönderilerek, yerlerini savaştan dönen işsiz erkeklere bırakmaları istendi. Buna karşın, kadınların çalışma hayatına katılım oranları yavaş da olsa artmaya devam etti.

Büyük Ekim Devrimi’nin ardından kadının hak eşitliği konusunda alınan yasal önlemler ve hayata geçirilen uygulamalar, ilan edilen Sovyetler Birliği Anayasası, dünyada pek çok sosyal güvenlik sistemine kaynaklık etti. Devrimden yalnızca 4 gün sonra, “eşit işe eşit ücret”, “8 saatlik işgünü” ve “kadın emeğinin korunması”na, “anne ve çocuğun korunması”na dair kararnameler çıkarıldı. Böylece, tarihte ilk kez, kadının politik, ekonomik ve hukuksal tam hak eşitliği ilan edildi. Annelik ve ev kadınının ev içi faaliyetleri toplumsal üretimdeki çalışmaya denk, toplumsal fonksiyonlar olarak tanındı. Sovyet Anayasası, bu hakları yasa biçiminde güvence altına aldı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, sosyal devletin gelişmesine paralel olarak, daha gelişkin sosyal güvenlik sistemleri oluşturuldu.

Dünyada sosyalist ülkelerin varlığı, sendikaların, işçi haklarının ve sınıf bilincinin gelişkinliği, sermaye için ekonomik ve siyasi sorumluluklar getirmiş, kârlarında azalma yaratmıştı. Oysa sermaye, emek sürecinde yeni teknolojik değişikliklerle bir yandan emeğin üretkenliğini arttırmaya çalışırken, bir yandan da vasıflı emeğe olan bağımlılığı azaltmaya çalışır. İşçi sınıfının mücadeleleriyle elde edilen sigorta, sendika, iş saatlerinin düşürülmesi, ikramiye, kreş, işyeri hekimi uygulamasını bertaraf etmek isteyen kapitalist sınıf, üretim sürecini daha küçük parçalara ayırmanın yollarını dener, denemiştir.

Sosyalizm ve işçi hareketinin yenilgisi üzerinden gündeme getirilen ve sistemin yeniden yapılandırılması çerçevesinde yürürlüğe sokulan neoliberal politikalar, 1970’lerden itibaren sosyal devletin güç kaybetmesini ve sosyal güvenlik sistemlerinin yavaş yavaş çökertilmesini beraberinde getirdi. Neoliberal politikalarla üretim süreçlerinin parçalanabilir hale gelmesi, sermayeye, üretimin emek yoğun bölümlerini, ya emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu uzak ülkelere taşıma ya da aynı ülke içerisinde taşeronlaştırarak, dağınık ve örgütsüz emekten faydalanma imkânı tanıdı. Her iki durumda da, sermaye, örgütlü emek gücüne büyük bir darbe indirmiş oluyordu.

Bunun da ötesinde, emeğin ucuz olması da artık sermayeye yetmemiş, işgücünden istedikleri farklılaşmıştır. Artık işgücünden esnek çalışma koşullarını benimsemesi, işe giriş ve atılma koşullarına kolaylıkla uyum sağlayabilmesi, belirli bir konuda uzmanlaşma yerine genel becerilerinin fazla olması ve farklı ürünlere ve bunlar için tanımlanacak üretim süreçlerine uyum sağlayabilmesi beklenmektedir. Bu, tam zamanlı, düzenli fabrika işçiliğinin yerine parçalanmış, güvencesiz, görünmeyen bir iş ve işçi kitlesinin yerleştirilmesi anlamına geliyor.

Bu, yeni üretim sürecinde, kimi nitelikleri nedeniyle kadın emeğine duyulan talebi artırmıştır. Kadın emeğinin eve bağımlı ve serbest olmayan, ek gelir getirici bir etkinlik olarak görüldüğü bir modele tabi olması, kadınların yarı zamanlı ve esnek saatleri olan işleri daha kolay kabul etmelerini, işte süreklilik arayışlarının daha az olmasını, geçici işten ayrılmayı kabullenmelerini getirmiştir.

Konuyla ilgili araştırmalar, yeni üretim biçimleriyle birlikte daha çok sayıda kadının, daha az iş güvencesi sağlayan, son derece düşük ücretlerle ve çok kötü çalışma koşullarıyla nitelendirilen kayıt dışı sektörde yer aldığını saptamaktadır. Sosyal devlet uygulamalarında kısıtlamaya gidildikçe kadının ev içi rolü ağırlık kazanmış ve ev içi emek yoğunlaşmış, evde parça başı üretim yapan kadın sayısı artmış, kadınlar arasında yarı zamanlı işlerde çalışma ve/veya esnek çalışma oranı ve işsizlik artmıştır.

Yine araştırmalar, çalışan kadın için ev/aile sorumluluklarının büyük ölçüde değişmediğini göstermektedir. Kadın çalışsa da, yine eş ve anne olma rolünü ve bunun getirdiği sorumlulukları yüklenmekte ve çocukla bu üçlü rolün (anne, eş, işçi) çerçevesindeki bir çalışma ve yaşama modeline sıkıştırılmaktadır. Kadınların çalışma yaşamına katılmasına karşın aile içinde konumlarının değişmemesi, kadına işgücü piyasasındaki bakışın da değişmediğini de yansıtır bir bakıma. Geleneksel işbölümü, buna dayalı haklar ve ödevler pek fazla değişmeden sürdürülmektedir.

TÜRKİYE’DE KADIN EMEĞİ

Türkiye’de de hakim model, erkekler için göreli olarak güvenceli ücretli çalışma koşulları ve düşük bir çalışan kadın oranıdır (yüzde 25-27). Muhafazakâr bir kadın ve aile tablosuyla belirlenen ve desteklenen aile içinde cinsiyet temelli işbölümü, bu modelin merkezinde yer alır. Kadın için düşük vasıflı, fiziksel ve/veya psikolojik olarak yıpratıcı ama düşük ücretli, sosyal güvencesiz ve/veya bağımsız bir geçim sağlamaya imkan tanımayan, eş veya başka aile bireylerinin gelirlerine bağımlı kılan bir istihdamı öngören bir modeldir bu.

Üretimin ve istihdam koşullarını “küreselleşen” pazar politikalarının gereklilikleriyle uyumlandırma sürecinde, ülkemizde de uygulanan, çalışmanın düzensizleştirilmesi ve esnekleştirilmesi olmuştur. Giderek yayılmakta olan yarı zamanlı/kısa çalışmalı, parçalı, esnek çalışma biçimlerinin temel işgücü potansiyelini kadınlar oluşturmaktadır.

Taşeron uygulamasının en uç ifadesi ise, ev-eksenli çalışma biçimidir. Kadınlar, bugün birçok sektörde ev-eksenli çalışıyor. Bu çalışma biçimi, fabrikalardan alınan işlerin bir aracı tarafından evlere dağıtılıp, sonradan toplanarak fabrikaya iletilmesi biçiminde işliyor. İşçi kadınlar, işverenle yüz yüze gelmiyorlar. Örgü, triko-penye işlemeciliği, kazaklara nakış, halı dokumacılığı, ayakkabı dikimi, oyuncak montajı, paketleme, takı yapımı, elektronik eşya parçaları ve tükenmez kalem gibi ürünlerin montajı, fıstık ve badem içi ayaklama, söz konusu işler arasındadır. Çalışma saatleri belli değildir, sigorta, iş garantisi yoktur. Ara dinlenme, fazla mesai olmadığı gibi, pazarlık etme şansı da pek azdır. Zaman sınırlı ve yapılacak iş çoksa, evdeki çocuklar ve yaşlılar da çalışmaya dahil olur. Kadınların aldıkları ücret ise, asıl işverenin ödediği paradan, aracının payı çıkarıldıktan sonra belirlenir. Fark aracıya gider. Kadınların çoğu zaman işin gerçek ücreti hakkında fikri dahi olmaz.

Anlaşılacağı üzere, bu çalışma biçiminde, asıl patron için çok kârlı bir durum söz konusudur. Sigortasız ve düşük ücretle istediği kadar kadın işçi çalıştırabilmekte; kira, vergi, servis, yemek vb. sorumluluk da almamaktadır. Üretim alanı “ev”dir. Çalışanlar bir üretim mekânında bulunmadıkları için, işçi-işveren ilişkisinin yaratacağı sınıf bilincinin gelişmesi zordur. Ev-eksenli çalışma, kadını ev içi süreçlerden alıkoymayıp, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine herhangi bir tehdit yöneltmediği için de, meşruluğunu daha rahat sağlayarak, sömürünün boyutunu gizleyebilmektedir.

DİRENİŞİN DİNAMİK UNSURU

Kadın emeğiyle ilgili bu kısa değinmelerden sonra, Türkiye’de uygulanan neo-liberal politikalara karşı direnişte kadınların yerine bir göz atmakta fayda var. Yeterince örgütlü ve güçlü olmasalar da, emekçi kadınların bu politikalara hiç de sessiz kalmadıklarını, neo-liberal uygulamalara karşı direnişin en dinamik unsurunu oluşturduklarını, verdikleri mücadeleler ortaya koydu. Özelleştirme kıskacındaki fabrikalarda, tasfiye süreci, direniş ve grevlerle karşılandı, Sümerbank, TEKEL gibi kadın işçilerin yoğun çalıştığı fabrikalarda, özelleştirme, direnişlerle durdurulmaya çalışıldı.

Özellikle son on yıldır kadınların emek mücadelelerinde belirgin bir artış görüldü. Tuvalete gitmenin, hamile kalmanın bile sırayla ve izinle olduğu Novamed’de işçi kadınların grevi, kadın dayanışmasının desteğiyle güçlendirildi ve bu destek grevin kazanılmasında etkili oldu. İşçi kadının hakları ve neo-liberal politikaların kadın emeğine etkileri, kadın hareketinin son 10 yılını, önceki dönemlere oranla daha fazla meşgul etmeye başladı.

DESA grevi ve sendikalı olduğu gerekçesiyle işten atılan DESA işçisi Emine Arslan’ın direnişi başta olmak olmak üzere, sayısız işyerinde, kadın işçiler, işten atmalara ve sendikasızlaştırmaya karşı mücadelenin ön saflarında oldular. Ev-eksenli çalışan kadınların örgütlenme mücadelesinde belirli adımlar atıldı. Yaşanan grev ve direnişler, kadın işçi ve emekçilerin sendikalaşmasının önemini bir kere daha gösterdi.

Kamu emekçisi kadınların gerek grevli toplusözleşmeli sendika talepleri, gerekse hak gaspları ve demokrasi mücadelesi içindeki etkileri daha da yükseldi. İşyerinde pantolon giyme hakkını 2001’de kazanan kamu emekçisi kadınlar, son yıllarda gasp edilen sosyal haklara karşı, özellikle kreş, emzirme hakkı ve ebeveynlere doğum izni gibi taleplerle mücadele yürüttüler.

Kürt ulusal hareketinin en dinamik unsurlarından birini, savaşın sonuçlarını en ağır biçimiyle yaşayan Kürt kadınları oluşturdu. Son on yıllarda bölgedeki savaş nedeniyle yaşanan yoğun göçle, Kürtler, ülkede hızla proleterleşen kesimlerin başını çekiyor ve yoksul Kürt kadınları, ev-eksenli çalışmanın başlıca işgücünü oluşturuyor. Kadın hareketinin 90’larda Kürt kadınlarıyla yeterince sergileyemediği dayanışma, 2000’lerde giderek yükseldi. Kadınların oluşturduğu barış platformları, Diyarbakır’dan İzmir’e, Hakkari’den İstanbul’a barış talebini taşıdılar. Barış, 2000’lerin ilk on yılının en başat taleplerinden birini oluşturdu. Kürt kadınlarının her geçen yıl seslerini daha da yükselterek haykırdıkları “Edi Bese! Artık Yeter!” çağlığına, her yerden, her dilden barış sözleri eklendi. Kadınların “söyleyecek sözümüz var, çözümü geliştirecek gücümüz var” diyerek çıktıkları yolda söyledikleri ve yaptıkları, Barış İçin Kadın İnisiyatifi’yle ete kemiğe büründü.

Son yılların 8 Mart meydanları, şiddet ve savaşın yanı sıra krize, yoksulluğa ve sömürüye karşı taleplerle doldu. Bursa’da kurulu Özay Tekstil’de patronun kaçmasınlar diye üzerlerine kapıyı kilitlediği kadın işçilerin yanarak can vermesi, sermayenin 150 yıl öncekinden pek de farklı olmayan vahşi çalışma koşullarını işçi ve emekçi kadınlara dayattığının acı bir göstergesi oldu. O yıl, 8 Mart’lar Bursa’da yanan işçi kadınlara adandı. Ceylanpınar’da traktör römorkunda fabrikaya taşınan kadın işçilerin boğulmaları, bir sonraki 8 Mart’ta unutulmayarak, protesto edildi. İstanbul’da geçen yıl yaşanan selde aynı fabrikadan 8 kadın işçinin ölümü de unutulmayacak. Onların yoksul hikâyeleri, işçi kadınların sudan ucuz emeklerini, hiçe sayılan hayatlarını bir kez daha hatırlattı.

8 Mart’ın yüzüncü yılına girdiğimiz bir sırada, kadın işçilerin direngen tutumlarıyla öne çıktıkları TEKEL direnişi ise, 8 Mart’ın tarihsel köklerinde bulunan büyük mücadeleleri tekrar anımsattı. 4-C ile açlık ve yoksulluğa mahkum edilmeye çalışılan TEKEL işçilerinin mücadele ruhunun bu yılki 8 Mart’a damgasını vuracağından hiç şüphe yok.

2010 MÜCADELE YILI

Sermayenin kâr hanesine yazmak üzere tepe tepe kullandığı krizin yarattığı işsizlik, yoksulluk, hak gaspları karşısında halkın tahammülünün kalmadığını, emekçilerin seslerini giderek daha yüksek sesle çıkardıklarını rahatlıkla söylemek mümkün. Diğer taraftan, böylesi hareketli bir gündemle girdiğimiz 2010 yılının, yönetimin iktidarını sürdürebilmek için emekçi kesimlerin ve halkın talepleri karşısında daha kırılgan hale geleceği ve bunlara cevap vermek zorunda kalacağı bir yıl olması için, tüm emekçi kesimlerin örgütlü seslerini daha yüksek çıkarması gerekiyor. Bütün bu kesimler içerisinde yer alan emekçi kadınlar açısından, bu, daha da büyük bir gereklilik. Emekçi kadın hareketinin bugüne kadar biriktirdiği deneyimlerle, daha hızlı reflekslerle örgütlülüğünü artırması, hayatın her alanında sesini duyurması ve sözünü söylemesi büyük bir önem taşıyor.

Bu arka planla birlikte, işçi sınıfının partisinin 2010 yılını kadınların mücadele yılı olarak ilan etmesi ve bu doğrultuda “Kadınlar El Ele Verecek Dünya Değişecek” şiarı altında bir kampanya çalışması başlatmış olması, bir o kadar anlamlı.

Ülkemizdeki çok düşük çalışan kadın oranından ve kadını çalışma yaşamına katılmaktan önemli ölçüde alıkoyan ataerkil aile içinde cinsiyet temelli işbölümü modelinden bahsetmiştik. Kadının ev içinde güçlenebilmesinin, kamusal alanda, çalışma yaşamında daha güçlü bir konuma gelmesinden geçtiği de bilinen bir gerçek. Bu yüzden, bu dönemde, sendikal, mesleki ve politik vb. örgütlenmelerde kadınların temsiliyetine, taleplerine özel bir vurgu, dikkat ve hassasiyet geliştirmek zorunludu. Sendikalarda, emek örgütlerinde, meslek örgütlerinde, siyasi örgütlerde, kadının emek tarihinin ortaya çıkardığı çarpıcı gerçekleri göz önünde bulundurarak, kadınların yalnızca örgütlenmelerinin değil, aynı zamanda tartışma ve karar süreçlerinde, yönetim ve karar organlarında söz sahibi olmalarının önemi ve vazgeçilmez zorunluluğu karşısında hamlede bulunmak gerekiyor. Özellikle işçi sendikalarının yönetim ve karar alma mekanizmalarındaki kadın varlığının acı bir biçimde erimiş olması, bu göreve daha da aciliyet katıyor. Sendikalarda kadın komisyonlarının işler hale getirilmesi, toplu iş sözleşmelerinde, sendikalaşma mücadelelerinde eşit işe eşit ücret, cinsiyetçi çalışma politikalarına son verilmesi, çalışma saatlerinin ücret ve istihdam kaybı yaşamaksızın kısalması (8 saatlik iş günü), güvenceli çalışma (sendika, sigorta), tam zamanlı çalışma, işyerlerinde kreş ve emzirme odalarının kurulması, ebeveyn izni gibi kadın işçi ve emekçilerin taleplerinin yer almasının sağlanmasına yönelik çalışma ve mücadele görevleriyle karşı karşıyayız. Kadınların güvencesiz ve düşük ücretli işlere hapsolmalarına karşı, bütün iş alanlarının kadınlara açılması için, işgücü piyasasında kadınlara yönelik kota ve pozitif ayrımcılık önlemleri için sendikaların etkili politikalar yürütmesi gerekiyor.

100. yılında 8 Mart’a yakışacak olan, 8 Mart’ı yaratan emekçi kadın mücadelelerinin önümüze koyduğu (henüz aşılmamış) kadının politik ve ekonomik hak eşitliği talebinin, geliştirilerek güçlü bir biçimde savunulması olacaktır. TEKEL işçileri örneğinde de rastlanabildiği gibi, kadınların cevalliğini, sürükleyiciliklerini öven, yücelten genel yaklaşımlarla tatmin olmamak, kadınların mücadelenin tüm aşamalarında gerçek temsiliyet, karar, yetki ve söz sahibi olmalarında ısrar etmek, bu yüzden ayrı bir önem taşımaktadır.

Diliyoruz ki, 2010 her anlamda emekçi kadının el ele verip dünyayı –hem özgül anlamda kendi dünyasını hem de bilinen genel anlamıyla dünyayı– değiştirecek mücadelelere atılacağı, her düzeydeki örgütlülüğünü önemli oranda güçlendireceği bir yıl olsun.

 

100. yılında türkiye’de kadın haklarının gelişimi

 

Kadınların tarih sahnesinde yerini almasını insanlığın ortaya çıkması ile başlatmamız herhalde doğru bir yaklaşım olacaktır. Üstelik kadınlar, bu sahnede başroldedirler. Sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte roller de değişmiştir.

Ancak, kadın erkek farklılığının toplumsal bir eşitsizliğe dönüşmesi ve bu eşitsizliğin giderilmesi için mücadele edilmediği takdirde bu durumun yerleşik geleneklerin bir parçası haline gelmesi, bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. 1789 Fransız burjuva devrimi ile insanların ait oldukları farklı statüler (soylu, ruhban, halk vb.) arası eşitsizliklerin ortadan kaldırılmış ve dil, din, cins ayrımına bakılmaksızın, tüm insanlar hukuk karşısında eşit ve özgür kılınmıştır. Ancak, hukuk düzeyinde garanti altına alınan eşitlik, gerçek ve gündelik yaşamda yeni biçimler kazanan bazı eşitsizlikleri de gizleyebilmektedir.

Günümüzde kadın – erkek eşitliği evrensel nitelik taşıyan ilkelerden biridir. Bu durum, birçok ülkenin anayasalarıyla da, imzalanan uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti de, kadınların statüsünü yasal düzeyde erkeklerinki ile eşitleme girişimi başlatan devletler arasındadır. Ancak, bugün dünya çapında kadının toplumdaki yeri üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, hemen hemen tüm toplumlarda yasal eşitliklerin ardında az çok kemikleşmiş eşitsizlikler bulunduğunu da ortaya koymaktadır. Bu yazımızda, 8 Mart’ın ilan edilişinin 100. yılı sebebi ile ilan edilen kampanyamız vesilesiyle, ülkemizde, yüz yıllık bir süreçte, kadın haklarının nasıl bir gelişim gösterdiğini kısaca anlatmaya çalışacağız.

TANZİMAT’LA BAŞLAYAN SÜREÇ

Osmanlı İmparatorluğu’nda devleti yönetenlerin oluşturduğu sınıftan erkeklerin ‘harem’e kapanan karıları ve cariyeleri, sadece kendi ailelerinden erkeklerle temas halinde yaşarken, bu kadınların tek uğraşları da, evin efendisi olan erkeğin ve çocukların bakımı ve yetiştirilmesi idi. Bu kadınlar üretim sürecinden koparken, reaya arasında kadın, tarımsal üretime ve hatta yer yer kentlerdeki ticari faaliyetlere de katılabiliyordu. Ancak, uyulması gereken toplumsal normları üst sınıfların kültürü belirlediği için, haremde yaşadığı ve üretimden koptuğu için ikincil bir statüye düşen kadının durumu, üretici kadınlar için de geçerli olmaktaydı. Ayrıca, Osmanlı toplumunda hakim unsur İslam dini olup, devlet düzeni de dini esaslara dayanmaktaydı. Buna dayanarak, Osmanlı yönetici sınıfları, kadınları toplum yaşantısından uzak tutmak üzere kararlar aldılar. Kadınların ticari faaliyetlerden yasaklanması, kılık kıyafetlerinin düzenlenmesi, belli günler sokağa çıkmalarının yasaklanması gibi fermanlar çıkarılmıştır. Örneğin, Tanzimat Fermanı’nın ilan edilişinden 28 yıl sonra, 1867’de dahi, gazeteler aşağıdaki duyuruyu yayımlıyordu: “Kadınlar yalnız ve ancak Sultanahmet, Laleli ve Şehzadebaşı camilerine gidebilecek, bunlar dışında hiçbir büyük camiye gidemeyecektir. Kadınlar, bir iftar çağrısı için bir yerden bir yere giderken, kalabalık yerlerde durmaksızın ve orada burada gezinirken, vakit yitirmeksizin önlerine bakarak yürüyeceklerdir.

Her ne kadar Tanzimat Fermanı içeriğinde kadınlara bir hak tanımamış da olsa, kadının statüsünün bu durağan hali, Tanzimat hareketinden itibaren değişmeye başladı. Kadının haklarının tartışılması, Tanzimat dönemiyle başlamıştır. Batıda kapitalizmin getirdiği hızlı gelişme karşısında varlığını sürdürmekte zorlanan Osmanlı, ‘Batılılaşma’ hareketi içinde, kadının toplumsal durumu açısından bazı yenilikleri de getirmiştir. 1847’de, kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye çıkarılmış ve 1856’da köle ve cariye alınıp satılmasının yasaklanması amacıyla bir kanun yayınlanmıştır. Kadınların cehaletini toplumsal gerilemenin nedeni olarak gören aydınlar da, kadınların eğitilmesi gerektiğini vurgulamışlardır.

1858’de Kız Rüştiyeleri açıldı. 1869’da, ilk kez sanayi okulları, 1870’de Kız Öğretmen Okulları açıldı. 1842’de Avrupa’dan getirilen ebe kadınların, Tıbbiye’de verdikleri kurslarla kadınların eğitim ve öğretim olanaklarının geliştirilmesi devam etti. Ancak, bu eğitim olanakları İstanbul, Selanik gibi imparatorluğun bazı merkezleri dışına çıkamadı. Ve bu kurumlardan yararlanan üst sınıflara mensup büyük kentlerde yaşayan kadınların sayısı çok azdır.

1868 yılında yayınlanmaya başlayan Terakki gazetesi, Osmanlı toplumunda kadının geri bırakılmasını eleştiren yazılar yayınladı. 1888’den itibaren, Kadınlar için “Muhadderat” çıkarıldı. Kadınlara seslenen bu yayın organını, daha sonra, Vakit, Şuküfezar, İnsaniyet, Ayıne, Parça Bohçası, Aile gibi gazeteler izledi. Ancak bunlar kısa ömürlü oldular. Bu yayınların içinde en uzun ömürlü olanı, 1895’te yayınlanmaya başlayan “Hanımlara Mahsus Gazete” oldu. Bu gazete, kadınların mevcut statüsünden son derece ileri adımları savunmuştur.

Bu dönemde kadın hakları konusunda önemli tartışmalardan biri, çok eşlilik (poligami) sorunuydu. Yayınlarda tek eşlilik savunulmuş ve bunun dinle bir ilişkisi olmadığı belirtilmiştir.

1908 burjuva devrimi dönemine doğru ve İttihat ve Terakki’nin iktidar dönemi, kadının sosyal hayata katılması, çalışma yaşamına girmesi, yüksek öğrenim görmesi taleplerinin tartışıldığı ve gündeme getirildiği yıllardı. Bu dönemde, kadınların demokratik hakları için örgütlendikleri ve yayınlar çıkardıkları görülmektedir. Kadınlar pek çok dernekte örgütlendiler, faaliyette bulundular. Eğitim olanaklarından yararlandılar.

Teokratik bir yapıya sahip Osmanlı İmparatorluğu’nda, Tanzimat’tan 1. Dünya Savaşı sonuna kadar geçen dönemde, kadın sorununa ilişkin gelişmelerin temel niteliği, belirtildiği gibi, bunların kapsayıcı ve genel nitelikte değil, büyük kent kadınlarının çok sınırlı bir kesimine yönelik olmasıdır. Bu dönemde, kadınların büyük bir bölümü tarımda çalışırken, büyük kentlerde çok az sayıda kadın öğrenim olanaklarına kavuşmakta, işçi kadınlar da, fabrikalarda çok düşük ücret karşılığı çalışmaktaydı.

SAVAŞ YILLARINDA KADINLAR

1. Dünya Savaşı ile birlikte kadınlar zorunlu olarak da çalışma yaşamına girdiler. İtilaf devletlerine karşı ve Alman emperyalist bloğu yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu’nun cepheye asker göndermesi ile üretimden boşalan yerler, kadınların emek güçlerinden yararlanılarak doldurulmaya çalışıldı. Kadınlar, erkeklerin cepheye sevkiyle boşalan yerlere, postane ve telgrafhanelere, hasta bakıcı olarak hastanelere alındılar. 1915 yılında, Osmanlı Ticaret Nezareti’nde, kadınlar için, “mecburi hizmet” kanunu kabul edildi ve çalışan kadın sayısı artırıldı. Örneğin Urfa’da kurulan yeni fabrikada, 1000 kadın işçi çalıştırılmaya başlandı. İzmir, Sivas, Ankara, Konya bölgelerinde, 1280 halı tezgâhında 4780 kadın çalışmaktaydı. Aydın’da 3600 tezgâhta 11.000, Kütahya, Eskişehir ve Karahisar’da 970 tezgâhta 1550 kadın işçi çeşitli dokuma işleri yapıyordu. 1907’de Diyarbakır’da kurulan 3000 tezgâhtan kalma 1000 tezgâhta da, kadınlar çalıştırılmaktaydı. Savaş koşulları kadınların statüsünü değiştirmişti.

1916’da İstanbul’da kurulan “Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi”, kadınları, namuslu bir şekilde çalışarak geçimlerini sağlamaya alıştırmak amacını güdüyor ve İstanbul’da üç ayrı bölgede bir veya birkaç Darüssina’nın kurulmasını öngörüyordu. Bu dernek, Enver Paşa’nın isteği ile kurulmuştu. Bu tesislerden her birinin 10.000 işçi istihdam etmesi amaçlanıyordu. Bir süre sonra ise, basın 19 günde 11.000 kadının iş için başvurduğunu haber veriyordu. Bir yıl sonra ise, derneğin faaliyeti İstanbul sınırını aşıyor ve talep üzerine İzmir’den İstanbul’a 80 kadın işçi gönderiliyordu. Bu sırada Hereke Fabrikalarında çalışan kadınlar, uzak yerlerden geldikleri için, bazı taleplerde bulunuyorlardı. Bunlar arasında, kadın işçiler için özel yatakhaneler kurulması, iş gününün en fazla 15 saat olması, yılda bir ay ücretli izin verilmesi gibi talepler de vardı.

Savaş yıllarında, kadınlar, eğitim alanında da yeni olanaklar elde ettiler. Abdülhamit döneminde ancak il merkezlerinde bulunan rüştiyeler (bugünkü ortaokul düzeyindeki okullar), 1913’te, altı yıllık Kız İlkokullarına (iptidailerine) çevrilerek, kasabalara doğru yayıldı. 1911’de kızlar için ilk lise açılmıştı. 1917 – 1918’de, İstanbul’da dört kız lisesi bulunmaktaydı. 1914 yılında önceleri kadınlar için konferanslar şeklinde başlayan yüksek öğrenim, 1915 yılında, lisans Darülfünunu şeklinde, kadınları yüksek öğrenime kabul etmiştir.

Üniversitede kadınlara açılan ilk bölümler, Fen ve Edebiyat Fakülteleridir. 1915’te, Edebiyat bölümüne 8, Matematik bölümüne 3, Biyoloji bölümüne 10 öğrenci yazılmıştır. 1917’de ilk mezunlar, Edebiyattan 8, Matematikten 3, Biyolojiden 10 kişidir.

Eğitim alanında, kadınların, Kurtuluş Savaşı yıllarında da önemli kazanımlar elde ettikleri görülmektedir. Erkek ve kız öğrenciler ayrı saat ve ayrı yerlerde derslere girerken, 1922’den itibaren, erkek ve kız öğrenciler birlikte derslere girmeye başlamışlardır. Hukuk ve Tıp Fakülteleri, 1922 – 1923’ten itibaren, kız öğrenci almaya başlamıştır.

1908 burjuva devrimi ile birlikte kadın haklarını savunan birçok yayın organının da çıktığı görülür. “Mahasin”, 1908’de yayınlanmaya başlayan “Kadın”, 1913’ten itibaren ve Müdafaai Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin yayın organı olarak çıkmaya başlayan “Kadınlar Dünyası”, bu yayınların başlıcalarıdır.

Müdafaai Hukuk-u Nisvan Cemiyeti, İstanbul’da 1913 yılında kurulan ve kadın haklarını savunan ilk dernektir. Ülkemizde kadın hakları noktasındaki birçok kazanıma öncülük etmiştir. Aynı zamanda bu toprakların ilk feminist derneği olarak kabul edilir. Başkanlığını Ulviye Mevlan Hanım yapmıştır. Kadınlar Dünyası dergisi ile halkın büyük kesimine ulaşabilmişlerdir. Dergi bir dönem yasaklanmıştır. Dernek, Çanakkale Savaşları sırasında yaralılara müdahale edecek erkek doktor kalmayınca, kadınları, peçelerini açıp, yaralı erkek askerleri tedavi etmeye çağırmış, bu yüzden İslamcı kesimden çok baskı görmüştür. Bunun sebebi ise, kadınların erkeklere temas etmesinin günah olduğuna dair İslami dogmalardır. Dernek, milli mücadeleyi desteklemiştir.

Bu yayınlarda savunulan başlıca talepler; eğitim hakkı, sokağa çıkabilme hakkı, eğlenme yerlerine gidebilme ve polisin baskısına tabi olmama hakkı, çalışma hakkı, siyasi haklar, evlilikle eşitlik ve boşanma hakkıdır.

Bu dönemde kadınların siyasi hakları ve cins eşitliği sorunları tartışmaların başında gelmekteydi. İlk kez, “İslam’da kadının eşit olmadığı, kadının erkekten aşağı olduğu, bunun da İslam’ın kurallarından birisi olduğu” tezleri ile “Türkiye’nin geriliğinin başlıca nedeninin kadınların durumunun aşağılanması olduğu ve bunun sorumlusunun din ve bu durumun sürüp gitmesini sağlayanın ise din adamı” olduğu görüşleri yoğun olarak tartışıldı.

Bu dönemde kadın sorunu tartışılırken, 1. Dünya Savaşı’na doğru gidişte kadınlar zaten çalışma yaşamına katılmışlardı. 1917 yılında İttihat ve Terakki iktidarının kabul ettiği bir kararname ile şeriattan tamamen kopulmasa da, önemli haklar düzenlendi. Bu kararname ile kadınlara boşanma hakkı tanındı. Evlenme, din adamının yetkisinden çıkartılıp devlete bağlandı. Çok karılı evlilik, kadının rızasına bağlanarak sınırlandırıldı.

Kurtuluş Savaşı’na kadınlar yoğun biçimde katıldılar. Genç kız ve kadınlar elde silah bu savaşa katıldılar. Kadınlar, Kurtuluş Savaşı süresince kurulan Müdaafa-i Hukuk derneklerine doğrudan üye olarak katılmadılar. Bunun yerine ayrı ve sadece kadınları içine alan dernekler kurdular. 5 Kasım 1919’da, Sivas’ta, Anadolu Kadınları Müdaafa-i Vatan Cemiyeti’ni kurdular. Kuruluşundan hemen sonra, Anadolu ve Rumeli Müdaafai Hukuk Cemiyeti temsilcileri ile yazışmalar yaparak, bunlardan destek aldılar ve şubelerin kurulmasında teşvik edildiler. Bunun üzerine, Amasya, Kayseri, Niğde, Erzincan, Burdur, Pınarhisar, Konya, Denizli, Kastamonu ve Kangal’da şubeler kuruldu. Burdur ve Kangal şubeleri üzerinde yapılan inceleme ile bu kadın örgütlerindeki üyelerin yüksek dereceli devlet memuru eşleri ile yörenin eşraf eşlerinden, kızlarından ve küçük bir kesiminin de öğretmen ve öğretim kurumlarında idareci olduğu görülmüştür. Kurtuluş Savaşı’nda, Anadolu köylü kadınları geri hizmetlerde aktif rol almışlar, cephane taşımada önemli rol almışlardır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, 1. Doğu Halkları Kurultayı Bakü’de toplanmıştır. Bu kurultaya Naciye Hanım isimli bir Türk kadını da katılmış ve konuşmasında doğulu kadınların hak taleplerini beş madde ile sıralamıştır. Bunlar; 1- Mutlak hak eşitliği, 2 – Kadının erkeklerle birlikte bütün eğitim kurumlarından eşit şekilde yararlanması, 3- Kadın ve erkeğin evlilikte eşit olması, çok eşliliğin ilgası, 4- Kadının istisnasız tüm kamu görevlerine ve yasama meclislerine kabulü, 5- Tüm kent ve köylerde kadın haklarını koruma komitelerinin kurulması.

Kurtuluş Savaşı, kadınların yaşamlarında hukuki pozisyonlarını zorlamaya olanak veren değişikliklere yol açacaktır. Çok sayıda kadın, cepheye giden erkeklerin yerine işçi ve memur olarak çalışma hayatına girecek, ilk işçi hakları kadınlar için tanınacaktır. Çalışma hayatına girmenin yanı sıra, kadınlar, yine bu dönemde, kitlesel olarak siyasal olaylara, mitinglere katılacaktır. Hatta kürsüden halka seslenecektir. Ancak, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, kadınların hukuki durumlarında köklü değişiklikler yapılması, İkinci Meclis’in kurulması ile olabilecektir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, kadın, sosyal yaşamda, iş yaşamında, savaşa katılmada önemli roller ve görevler üstlenirken, bu kazanımlarını yasal olarak elde etmede başarılı olamadı. Başlıca yasal kazanımlar, Hilafetin kaldırılması, Tevhidi Tedrisat ve Medeni Kanunun kabulü oldu. İsviçre’den alınan Medeni Kanun, tek eşliliği getirmesi ve boşanma hakkını her iki tarafa da tanıması bakımından ileri bir aşama idi. Ancak, kadın erkek eşitliğini tam olarak tanıyan bir yasa değildi. Bir kerede kadının statüsünü ileri bir aşamaya taşıyan bu düzenleme, hâlâ, kadının statüsünü ‘aile’ kurumu çerçevesinde tanımlamaktaydı. Aile birliğinin reisi koca idi. Ve kadının çalışması, kocasının izni ile sınırlandırılmıştı. Ayrıca, çocukların velayeti, miras ve mal tasarrufu konularında da kadın-erkek eşitliği söz konusu değildi.

Bir diğer yasal kazanım da, kadınların belediye seçimlerine katılma hakkıydı.1930 yılında, 3 Nisan’da kabul edilen yasayla “Türk olma kaydı, tam olarak kabul olunmuş ve binaenaleyh belediye intihaplarında müntehip ve müntehab olması hakkı Türk kadınlarına da verilmiştir” denilerek, kadınlara, belediyelere, belediye meclisleri ve muhtarlıklara seçme ve seçilme hakkı veriliyordu. Kadınların siyasal hakları, 1934’te çıkarılan yasa ve Anayasa’da yapılan değişiklikle tanınıyordu. Böylece milletvekili seçimleri düzeyinde siyasal haklar da tanınmış oluyordu.

KADIN VE ÇALIŞMA YAŞAMI

Cumhuriyet döneminde kadınların çalışma hayatına giriş biçimleri incelendiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde geçerli olan tablonun, bugün de pek değiştiğini görmemekteyiz. Türkiye’de işgücüne katılan kadınların büyük çoğunluğu, günümüzde de tarımda çalışmaktadır. Bu kadınlar, ücretsiz aile işçisi statüsündedir ve ev işi faaliyetlerinin bir uzantısı olarak çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, böyle bir çalışmanın kadınlar açısından ‘özgürleştirici’ bir etkisinden söz etmek de mümkün değildir. Günümüzde de, çalışan kadınların yüzde 35’i tarım ve hayvancılık sektöründe, ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaya devam etmektedir. Cins ayrımcı sistemin dayattığı toplumsal işbölümü; erkeğin çalışıp evine, karısına ve çocuklarına bakması gerektiği şeklindedir. “Kural” bu olunca, kadının çalışması karşılığı kazandığı da “ek gelir” olarak nitelendirilecek ve kadının çalışmasına, “olsa da olur, olmasa da” anlayışıyla yaklaşılacaktır. Çalışmak isterken piyasaya giren kadın, daha baştan ‘yedek’ olacak ve bunun yanında çalışma yaşamında da eşitsiz birçok muamele ile karşılaşacaktır.

Çalışma yaşamını düzenleyen kanunların başında iş kanunları gelmektedir. Türkiye’de ilk iş kanunu, 1936 tarihinde kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu’dur. Ancak, iş kanunu ile ilgili mevzuatın yazılı olarak ilk ortaya çıkışı, Mecelle ile olmuştur. Mecelle’nin dördüncü faslında, “İcare-i ademi” başlığı altında, işçi-işveren münasebetlerini düzenleyen hükümler yer almaktadır. Daha sonraları, 1881’de Ziraat ve Sanayi Odaları hakkında kanun, 1889’da Askeri Fabrikalar Nizamnamesi, 1899’da Amele Tahririne Mahsus Nizamname, 1909’da Tersane İşçilerine Mahsus Emeklilik Nizamnamesi ile Hicaz demiryolu Memur ve Müstahdemleri Hakkında Nizamnameler ve “Tadil-i Eşgal Kanunu”, 1913’te “Teşvik-i Sanayi-i Kanun-ı Muvakkatı” gibi kanunlar yürürlüğe konmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 1924’te Hafta Tatili Kanunu, 1926’da Borçlar Kanunu, 1929’da Umumi Hıfzıssıhha Kanunu yürürlüğe konmuştur. 15.06.1937’de ise, 3008 sayılı ilk İş Kanunu yürürlüğe girmiştir.

3008 sayılı İş Kanunu, 10 kişiden fazla işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışanları kapsayacak biçimde ve fikren çalışanlarla bedenen çalışanları ayırarak uygulanmıştır. Bedenen çalışması fikren çalışmasına üstün olanlar, 3008 sayılı İş Kanunu kapsamına alınmış; düşünce işçileri ise, Borçlar kanunu kapsamı içinde bırakılmıştır. Bu kanunun çıktığı yıllar, 1929 – 30 dünya ekonomik bunalımını ve ülkemizdeki durumu, ekonomideki gelişmişlik düzeyini, sanayileşmeye yönelik politikalarda ulusal sermayenin güçlendirilmesine ilişkin girişimleri hatırlarsak, kanunun amaçladığı çerçeveyi değerlendirebiliriz: Girişimciyi ürkütmeden, çalışanlar için en az korunma içeren bir yasa! Dolayısıyla bu yasa, sendikaların serbestçe örgütlenmelerini ve grevi yasaklıyordu. 3008 sayılı Kanun’da kadınlar için getirilen özel düzenleme, doğum izinlerine ilişkin maddedir. Burada, kadınlara doğumdan önce üç ve doğumdan sonra üç hafta olmak üzere, toplam altı hafta doğum izni verilmiş ve ‘sıhhi lüzum halinde’ altı haftadan on iki haftaya kadar uzatılabileceği düzenlenmiştir. Kanun, sanayiye ait işlerde gece çalışmasını ve maden ocakları, kablo döşenmesi, tünel gibi yeraltı ve su altında çalışılacak işlerde her yaştaki kız ve kadınların çalışmasını yasaklamıştır. 3008 sayılı Kanun’un bir önemli özelliği de, ilk kez sosyal sigortaların kurulmasını düzenlemesidir. İş kazaları, meslek hastalıkları ve analık sigortalarının kurulmasına öncelik verilmesini öngörüyordu. Ancak, kanunun öngördüğü İşçi Sigortaları İdaresi’nin kurulması için, 1945 yılına kadar beklemek gerekecekti. Türkiye’de, 1947 yılında bir sendikalar kanunu çıkarılmış, ancak kanunun uygulanması ötelenmiştir.

1961 Anayasası ile sağlanan ortam, temel hak ve özgürlüklerin kullanımı ile gelişmiştir. 1961 Anayasası ile çalışma hayatı yeniden düzenlenmiş; “Çalışma İle İlgili Hükümler” başlığı altında “Çalışma Hakkı ve Ödevi (mad. 42), “Çalışma Şartları” (madde 43), “Dinlenme Hakkı” (mad. 44), “Ücrette Adalet Sağlanması” (mad. 45), Sendika Kurma Hakkı” (mad. 46) ve “Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı” (mad. 47) gibi hükümlerle yeni temel esaslar belirlenmiştir.

Çalışanlar için en somut nitelikteki kazanımlar, 274 ve 275 sayılı kanunlar olmuştur. 274 Sendikalar Kanunu, 275 ise Toplu İş Sözleşmesi ve Grev ve Lokavt Kanunu’dur. Bu dönemde toplumsal dinamizm önemli ölçüde gelişmiştir. Bu kanunların belirlediği sendikal hakların kullanımı sonucu toplu iş sözleşmeleri ile sağlanan haklar toplumun genelini etkilemiştir.

’61 Anayasası’nın tanıdığı belirli reformların ötesinde, Bayar-Menderes diktatörlüğünün devrilmesiyle oluşan özgürleşme ve tartışma ortamı, sosyalist hareketin bu dönemde yükselişi, var olan sendikal hareketi ve kurumları sorgulayan yaklaşımlar, DİSK’in, Türk-İş’in politikalarına ve sendikal anlayışına karşı çıkılarak kuruluşu, daha sonra Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu, yine bu dönemin belirleyici dinamikleri olmuştur.

Bu gelişmeler doğrultusunda, 3008 sayılı Kanun’un, toplumsal gereksinimleri, başlıca çalışma yaşamının gereksinimlerini karşılayamayacağı da ortaya çıkmıştır.

Gelinen noktada, bireysel çalışma ilişkileri sisteminin yeniden tanımlanması amacıyla yeni bir kanun gündeme geldi. Bu kanun, 12 Ağustos 1967 tarihli 7931 sayılı İş Kanunu’ydu. Bu kanun, üç yıl yürürlükte kaldıktan sonra Anayasa Mahkemesi tarafından yürürlükten kaldırılmış ve 1970’te, bir yıl kadar, ülkede iş kanunu uygulanmamıştır. Türkiye, bu dönemi iş kanunu olmaksızın geçirdi. 25 Ağustos 1971 tarihinde ise, 1475 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girdi.

1971 yılında yürürlüğe giren 1475 sayılı İş Kanunu 2003 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu, doğum izinlerini, doğumdan önce altı ve doğumdan sonra altı hafta olmak üzere arttırmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu da, sanayiye ait işlerde her yaştaki kadınların gece çalıştırılmalarını ve maden ocakları ile kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yeraltında veya sualtında çalışılacak işlerde her yaştaki kadınların çalıştırılmalarını yasaklamıştır. Kanun, ayrıca, kadın işçiye, evlenmesinden itibaren bir yıl içinde işinden ayrılması durumunda, kıdem tazminatının ödeneceğini de hüküm altına almıştır.

Küreselleşme politikaları ile birlikte, esnek üretim süreci, aynı zamanda emeğin de esnekleşmesini beraberinde getirmiştir. Sermaye, istediği miktarda, istediği biçimde, istediği zamanda, istediği ücrette çalışma koşullarını belirlemek istemektedir. Bu şekilde her zaman emrine amade bir işgücü bulunmasını istiyor. Bu işgücünün örgütlülüğünün zayıf olması, esnek çalışma koşullarına uyumlu olması da, sermaye tarafından istenen özelliklerdir. Sermayenin bu isteklerini dayatması ve bu yöndeki gelişmeler doğrultusunda, 1475 sayılı İş Kanunu’nun da değiştirilmesi gerekmiş ve sermaye, aradığı esnek çalışma koşullarının yasalaştığı 4857 sayılı İş Kanunu’na kavuşmuştur. Burada, taşeron çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici işçi, kısmi süreli çalışma gibi esnek çalışma biçimleri yasal hale getirilmiştir. 4857 sayılı İş Kanunu, kadınlar açısından da yeni bir takım düzenlemeler getirmiştir. Bunların başında, eşit davranma ilkesi gelmektedir. Kanun, ayrıca, doğum iznini doğumdan önce ve doğumdan sonra sekiz hafta olmak üzere toplam on altı haftaya çıkarmış ve bu izinlerden sonra altı ay ücretsiz izin kullanılmasını da düzenlemiştir. Maden ocakları, kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yeraltında veya su altında çalışılacak işlerde her yaştaki kadınların çalıştırılmasını hâlâ yasaklamakla beraber, sanayiye ait işlerde on sekiz yaşını doldurmuş kadınların çalıştırılabileceğini hüküm altına almıştır.

Ancak, geleneksel toplumsal işbölümü nedeni ile kadınların toplum içindeki asli yükümlülükleri aileye karşı ve başlıca uğraşları koca ve çocukların bakımı için yerine getirdikleri ‘ev işleri’ olmaktadır. Bu nedenle, üretim faaliyetine daha az katılmaktadırlar. Çalışma hayatında erkeklerden daha geri bir yer tutmaktadırlar. Ücretli bir işte çalıştıklarında daha düşük ücretle, statüsü düşük işler yapmaktadırlar. Kadınların eğitimi erkeklerden daha geri kalmakta, kamusal faaliyetlere, özellikle siyasal karar süreçlerine çok az kadın katılmaktadır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kadınlara erkeklerle eşit eğitim olanakları sağlanacağı varsayılmıştı. Ancak, günümüzden geriye bakıldığında, kadınların eğitim olanaklarından son derce eşitsiz bir biçimde yararlandığı ve sınıfsal farklılıkların en keskin biçimde bu alanda görüldüğünü söylemek mümkündür. 1927 nüfus sayımına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 11’inin okur-yazar olduğu ortaya çıkmıştır. Okur-yazar olan kadın oranı ise, yüzde 4,5’tur. 1975 nüfus sayımına göre de, 6 ve daha yukarı yaşlardaki kadın nüfusunun yüzde 48’i hala okur-yazar değildi. Buna karşılık, erkeklerde okuryazarlık oranı, yüzde 75’e yükselmiştir.

Günümüzde dahi kadınlar arasında okuryazarlık oranı, hâlâ ciddi ölçüde düşüktür. Kadınların gördükleri eğitim onların çalışma hayatına katılımlarını da doğrudan ilgilendirmektedir.

Günümüzde kadınların çalışma yaşamına katılmaları ile ilgili istatistiklere göz attığımızda, şu durum görülmektedir: Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2007 hane halkı işgücü araştırmasına göre, 73 milyonluk nüfusun 26,3 milyonunu 15 yaş ve üzeri kadınlar oluşturmaktadır. Bu kadınların yüzde 23’ü işgücüne dâhildir. Kadınların yüzde 8’i öğrenciyken, yüzde 63’ü ev işleri ile meşgul olmaktadır. Çalışan kadınların yüzde 35’i tarım ve hayvancılık sektöründe, yüzde 16’sı vasıf gerektirmeyen işlerde çalışmaktadır. Profesyonel meslek mensupları, kadın çalışanların yüzde 10’unu oluştururken, bu oran, müdür ve üst düzey yönetici kategorisinde yüzde 3’e kadar gerilemektedir. Başka bir gruplandırmaya göre, kadınların yüzde 36’sı ücretsiz aile işçisi olarak çalıştırılmaktadır. Kadınların yüzde 46’sı ücretli olarak çalışırken, yanında en az bir kişi çalıştıran kadınların oranı yüzde 1’dir. Kayıt dışı istihdam durumuna bakıldığından ise, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı olmadan çalışan kadınların oranı, yüzde 62’dir. Aynı oran, erkeklerde yüzde 41’dir.

SİYASAL KATILIM

Seçme ve seçilme hakkının Türkiye gündemine girişi, 1876 Kanun-i Esasi’nin kabulü ile gerçekleşmiş ve parlamentolu yaşam kesintiye uğradığı için, 1908 yılına kadar askıya alınmıştır. 2. Meşrutiyet’ten itibaren, siyasal partiler seçimlere katılabilmiştir. Fakat oy hakkı, 1877’de sadece emlak sahibi erkeklere, 1908’de belli bir miktarın üzerinde vergi veren erkeklere tanınırken, 1923’te ekonomik sınırlar kaldırılmış, ancak, kadınlara bu hakkın tanınması için aradan 11 yıl, yani üç genel seçim dönemi geçmesi gerekmiştir. Ancak, kadınların, yukarıda da belirttiğimiz üzere, bu süreç içinde oturduklarını söylemek haksızlık olur. Kadınlar, çeşitli derneklerde örgütlenmişlerdir. 1918’de, Milli Kongre’yi oluşturan elli bir örgütün on altısını, kadın dernekleri oluşturmuştur. İzmir’in işgalini proteste mitinglerinde kadınlar meydanlara çıkmıştır. Bu mitinglerin en ünlüsü, Halide Edip Adıvar’ın Sultanahmet mitinginde kalabalığa bağımsızlık yemini yaptırdığı mitingdir. Bu ve bunun gibi daha birçok örnekle, kadın, yasal engeli aşamasa da, toplumsal meşruiyet sağlamıştır. Örneğin 1919 yılında yapılan seçimlerde, kadınların yasal seçme ve seçilme hakkı olmamasına karşın, Halide Edip Adıvar’a Beyşehir’de on, Beypazarı’nda 20, Giresun’da sekiz, Erzurum’da üç ve İstanbul’da bir oy çıkmıştır. (Türkiye’de Kadınların Siyasal Temsili, Ayşegül Yaraman, sf. 46)

1923 yılı Haziran ayında, Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, Kadınlar Halk Fırkası`nın müteşebbis heyetini (kurucular kurulunu) oluşturarak, yapacakları mücadele ile iki sene içinde kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmalarını hedeflediklerini açıklarlar. Heyet üyelerinin hemen hemen hepsi, İkinci Meşrutiyet dönemi ileri gelenlerinin akraba ve eşleridir. Parti kurmak için uygun bir salon tutamayan heyet, faaliyetlerini Nezihe Muhiddin`in evinden yürütmeye başlar. 15 Haziran 1923`te, Kadınlar Halk Fırkası`nın kurulmasına karar verilir.

1923 yılının sonlarında Hukuku Aile Kararnamesi`nin değiştirilmesi gündeme gelir ve bu Medeni Kanun’un ilk adımıdır. Kadınlar Halk Fırkası mensupları, boşanma ve çok eşlilikle ilgili düzenlemelerle ilgili teklifleriyle ilgili olarak, İstanbul`da bir konferans düzenlerler ve konferansa Halide Edip`in de yer aldığı üç yüz kadın katılır. Bu toplantı basında geniş bir yankı bulur ve Medeni Kanun’un zorunlu olduğu da bu tartışmalar esnasında gündeme gelir. Ancak, Kadınlar Halk Fırkası bir süre sonra kapanmıştır. Onun devamı sayılan Kadın Birliği’nin tüzüğünde ise, siyasal amaç ve taleplere yer verilmemesi dikkat çekicidir.

Ancak, kadınların siyasal haklarının olmasının, onların, otomatikman siyasal hayatta da yer alması anlamını taşımadığını, ülkemizde, 2010 yılında da, gerek parlamentodaki kadın sayısından, gerekse yerel yönetimlerdeki kadın yöneticilerden anlıyoruz.

KADIN VE MEDENİ HAKLAR

Ülkemizde evlilik ve aile ilişkileri kadınların yaşamının odağında yer almaktadır. Kadın için yaşam, hemen tümüyle aile ilişkileri ve ev içi içinde dönmektedir. Çalışma hayatına katılan kadınların çoğu part –time vb. gibi esnek temelli çalışma biçimlerinde çalışarak, bu yaşamı sürdürürler. Evli kadınlar da, kadın nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır.

1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun, evlilik, boşanma, mülkiyet gibi kadınların toplumsal ve aile hukukundan doğan haklarını düzenlemekteydi. 1926 yılında yürürlüğe giren kanun, 2001 tarihine kadar yürürlükte kalmıştır. Uygulandığı 75 yıl boyunca, ilki 1938 yılında olmak üzere, 15 kez değişiklik yapılmış, 1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi de yürürlükten kaldırılmıştır.

1926 yılında yürürlüğe konulan Medeni Kanun, kadınlar aleyhine de birçok düzenlemeler içermekteydi. Kadının kocasının himayesi altında yaşaması düşüncesi etkindi. Buna örnek olarak,

“MADDE 156: Karı, kanunen haiz olduğu temsil selahiyetini suistimal eder, yahut kullanmaktan aciz olursa, koca, bu selahiyeti kendisinden tamamen veya kısmen nez’ledebilir.”

“MADDE 152: Koca birliğin reisidir. Evin intihabı (seçme-seçim) karı ve çocukların münasip vechile iaşesi ona aittir.”

“MADDE 154: Birliği koca temsil eder, malları idare hususunda karı – koca hangi usulü kabul etmiş olursa olsun, koca tasarruflarında şahsen mesul olur.”

“MADDE 155: Evin daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkına haizdir. Karının üçüncü şahıslar tarafından malum olabilecek surette selahiyetini tecavüz etmeyen tasarruflarından koca mesuldür.”

“MADDE 199: Karı, birliği temsildeki selahiyeti nisbetinde birliğe dahil olan mallarda tasarruf edebilir.”

“MADE 200: Kadın, bir mirası ancak kocasının rızasıyla reddedebilir. Koca razı olmazsa, karı, Sulh mahkemesine müracaat edebilir.”

“MADDE 263: Evlilik mevcut iken, ana ve baba velayeti beraber icra ederler. Anlaşamazlarsa, babanın reyi muteberdir.”

“MADDE 292: Birbirleriyle evlenmeleri memnu olanlardan veya evli erkek ve kadınların zinasından doğan çocuk tanınmaz.”

“MADDE 302: Ananın gebe kaldığı zaman iffetsizlikle melüf olduğu sabit olunursa, babalık davası reddolunur.” gibi maddeler gösterilebilir.

2001 yılında yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun’un en önemli yeniliği, hiç şüphesiz edinilmiş mallara katılma rejimi adı altında, evlilik birliği içinde edinilen malların yönetimidir. Ancak, kanunun yürürlüğü girdiği dönemde mevcut olan evlilikler için de bu maddenin geçerli olabilmesi için, tarafların Noterde, kanunun yürürlük tarihinden itibaren bir yıl içinde sözleşme imzalamaları, aksi takdirde yürürlük tarihine kadar eski, yani, mal ayrılığı rejiminin yürürlükte olacağı düzenlemesi büyük tartışma yaratmıştır. Kadınlar aleyhine olan birçok düzenleme ise kanundan çıkarılmıştır.

***

Hiçbir toplum durağan değildir. Ülkemizde kadın haklarının geldiği nokta bakımından yasal birçok kazanımlarımız olmasına karşılık, bu hükümlerin tam anlamı ile hayat bulduğunu söylemek de mümkün değildir. Çalışma hakkı, doğum izninin artması, boşanma hakkı, aile konutu şerhi, edinilmiş mal paylaşımı, seçme ve seçilme hakkı, vb.. gibi kazanımları sadece yasal çerçevede değil, gerçek hayatta da, toplumsal anlamda kazanabilmek için el ele verip, dünyayı değiştirmek için 2010 tam zamanıdır.

 

kadın barış hareketi üzerine

 

Barış mücadelesinin somut talepleri ve yöntemleri; savaşın türü ve tarafları, emekçi kadınların da bir bileşeni olduğu emekçi sınıflar ve ezilenlerin örgütlülük düzeylerinin yanı sıra, ilgili savaşta taraf olan güçler arasındaki denge ile de belirlenir.

Barış hareketinin yakın tarihine ilişkin özelliklerine baktığımızda, farklı dönemlerde barış hareketlerinin farklı görünümler kazandığına tanık oluruz.

 

EMPERYALİST SAVAŞLARDA BARIŞ TAKTİĞİ VE KADIN BARIŞ MÜCADELESİ

Marksistlerin paylaşım savaşları sırasındaki barış taktikleri; esas olarak emperyalist çıkarlar uğruna her ulustan emekçi kanı dökmekten, doğayı ve kültürü yok etmekten çekinmeyen birer savaş makinesi olarak hareket eden burjuva hükümetlerine karşı isyan ve devrimci sınıf savaşı yoluyla iktidar mücadelesi olmuştur.

Emperyalist savaşlar sırasında belki özgün bir kadın barış hareketinden söz etmek mümkün değildir; ancak, Savaşa Karşı 1915 Sosyalist Kadınlar Konferansı, barış için bir kadın girişimi olarak öne çıkıyor.

1. Dünya Paylaşım Savaşı yaklaşırken, II. Enternasyonal’e bağlı sosyalist partiler, Basel Konferansı’nda, savaşın emperyalist karakterini ve her emperyalist ülkenin burjuva sınıflarının çıkarları için emekçi kanı dökülmesi anlamına geldiğini tespitle, savaş başladığında emekçi sınıfların devrimci partilerinin görevini savaşa karşı çıkma ve kendi burjuva hükümetlerine isyan ederek emekçi iktidarlarını kurmak şeklinde belirlemişlerdir.

Ancak bilindiği gibi, savaş başladıktan sonra, II. Enternasyonal üyesi Avrupa’nın sosyal demokrat partileri, Basel kararlarına uymamış ve “anayurt savunması” adı altında kendi burjuva hükümetlerini destekleme yolunu seçmişlerdi. Alman Sosyal Demokrat Parti yönetiminin bu tutumunu eleştiren sol kanadının üyeleri Clara Zetkin ve Rosa Lüksemburg’un da katıldığı çağrıyla, 26-28 Mart 1915’te, Bern’de, 1. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı toplandı ve bu Konferans’ta Basel Konferansı tespitleri işaret edilerek, savaş kararı kınandı. Ancak, karar, Rusya’dan gelen N. Krupskaya’nın da aralarında olduğu kadın delegeleri tarafından, yetersiz olduğu gerekçesiyle kabul edilmedi. Lenin, burjuva hükümetlerine isyan etme görevi ve bu görevi yerine getirmemenin Basel kararlarına ihanet anlamına geleceğini içermeyen bir kararın, oportünist parti önderlerini kurtarmaktan başka bir işe yaramayacağını belirterek, konferans kararlarını eleştirdi. Rusya kadın delegelerinin ve Lenin’in eleştirileri, sonraki süreçte yaşananlarla doğrulandı. Clara ve Rosa, 1. Dünya Savaşı boyunca savaşa karşı çıkan ve askerleri emre itaatsizliğe davet eden bildirileriyle bu Konferans’a katılmaları nedeniyle ve daha sonra da savaş karşıtı etkinliklerinden ötürü defalarca tutuklandılar.

1917 Rusya’sında, kadın işçiler 8 Mart gösterilerini savaşa, açlığa ve Çarlığa karşı gösterilere dönüştürdüler ve bu gösteriler, Ekim Devrimi’ni hazırlamada önemli rol oynadı. 1917 Ekim Devrimi, hem imzaladığı ilk barış anlaşmasıyla ve hem de kendisine karşı duyulan korkuyla emperyalist savaşın sona erdirilmesinde en önemli rolü oynadı.

Birinci Paylaşım Savaşı’nın yenilen emperyalist ülkeleri Almanya ve İtalya’da iktidar olan faşizm, kadınlığı, duyguların ve duygusallığın temsilcisi zayıf cins olarak aşağılamış, erkekliği ise, savaşkanlığın, soğukkanlılığın, yapıcı aklın, güçlü-ari ırkın temsilcisi olarak yüceltmiştir.

Büyük ekonomik bunalım başladığında, faşist İtalya ve Almanya’da kadınlar, Mussolini’nin kelimeleriyle “erkeğin ekmeğine el uzatan hırsızlar” olarak nitelenip, işten çıkarılmaya ve evlerinin-kocalarının hizmetçisi olarak eve dönmeye zorlanmıştır. Kamu işlerinde, eğitim kademelerinde kadınlara yönelik açık sınırlamalar getirilmiş, kızların okul harçları erkek öğrencilere oranla yüksek tutulmuş; felsefe, edebiyat, Latince gibi kimi dersler kadınlara yasaklanmıştır. Binlerce kadın da, SS’lerin cinsel hizmetine sunulmak üzere zorla genelevlere gönderilmiştir. Mussolini, bir demecinde, “kadın boyun eğmelidir, bir analiz gücü varsa da sentez gücü yoktur onun. Hiçbir zaman mimari bir yapıt ortaya koymuş mudur? Kadın, bütün sanatların sentezi olan mimariye yabancıdır ve yazgısı da bu noktada düğümlenmektedir” diyerek, kadınlara yönelik bakış açısını dahiyane (!)özetlemiştir.

Bunalım döneminde işlerinden uzaklaştırılan kadınlar, II. Paylaşım Savaşı patlak verip erkekler askere alındığında, savaş ekonomisini sürdürmek için fabrikalara ucuz işgücü olarak çağırıldılar. İşçi kadınlar, fabrikaları kitleler halinde doldururken, burjuva katmanlardan kadınlar emperyalist orduların saflarında yerini almıştı. Burjuva, küçük burjuva katmanlardan kadınlar, şöhret, erkeklerle yarışmak gibi duygular veya milliyetçi düşüncelerle faşist/militarist kurumların kademelerini kitleler halinde doldurdular. Örneğin İngiliz ordusunda 460 bin kadın olduğu biliniyor. Bu eğilimin Türkiye’deki temsilcisi Sabiha Gökçen, Türkiye’nin ilk kadın pilotu olma şöhretini, Dersim dağlarını bombalamakla kazanmıştı.

Faşizm, açıkça kadınlara düşman bir ideoloji ve politik program olmasına rağmen, kuşkusuz faşizmin hizmetinde olan kadınlar da vardı. Genç kızlar, 1929’da, Almanya’da bulunan 39 nasyonal-sosyalist öğrenim kurumunun yalnız ikisinde yer almakla birlikte, faşizme hizmete koyuldular. Burjuva sınıfından kadınların faşizme hayranlıkları ve onun önderleriyle paylaştıkları yaşama ayna tutan Anna Maria Sigmund’un “Nazi Kadınları” ismini taşıyan kitabı, bu bakımdan okunmaya değer.

II. Paylaşım Savaşı döneminde de barış hareketleri, her ülkenin içinde faşizme ve faşist işgale karşı direniş hareketleri olarak şekillenmiştir. İspanyol İç Savaşı’nda ve Dünya Savaşı boyunca faşizme karşı direniş savaşlarında işçi ve sosyalist kadınlar kitleler halinde yer aldılar. Faşist işgale karşı mücadele eden Sosyalist Sovyetler Birliğinde ise, yerel direniş hareketleri ve Kızıl Ordu’nun Alman savaş makinesine karşı yürüttüğü savaş, barış hareketinin kendisi olmuştur. Bu savaşta milyonlarca Sovyet kadını Nazi işgaline karşı savaşmıştır. “Nazi işgalinde Sovyet Kadınları” isimli kitap, bu süreçte kadınların oynadığı role işaret etmektedir. 2. Paylaşım Savaşı’nda Alman ve İtalyan faşist ordularının yenilmesi ve Bulgaristan, Arnavutluk, Romanya, Doğu Almanya, Macaristan vb. gibi işgal altındaki ülkelerinin birçoğunda demokratik halk iktidarlarının kurulmasıyla barışa ulaşıldı.

Her iki paylaşım savaşında, sosyalist kadınlar ve devrimci partiler; barış mücadelesinin pasifizm olmadığını ileri sürerek, barışı kazanmak için emperyalist saldırganlığın arkasındaki burjuva/faşist devleti yenecek devrimci sınıf savaşına vurgu yapmışlardır.

İÇ ÇATIŞMALARDA KADIN BARIŞ HAREKETLERİ

Emperyalist savaşlar dışında kalan etnik veya dinsel temelli ulusal ve bölgesel savaşlarda; çatışmanın tarafları gibi, barış hareketlerinin talepleri ve yöntemleri de farklılık gösterir. Ulusal ve dinsel baskıya dayalı iç çatışmalar söz konusu olduğunda, sosyalistlerin; iki ulustan emekçiler arasındaki ulusal önyargıların kırılması ve birliğine hizmet etmek üzere, eşit haklara dayalı, kendi kaderini tayin hakkını da kapsayan demokratik bir barış için mücadele etmesi demokratik bir görev olup, bu görev, sosyalist kadınlar tarafından da sahiplenilecektir.

Sosyalistler; kadınların politik, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda cinsiyet eşitliği için mücadeleyi de demokratik bir görev olarak benimser ve sınıf mücadelesinde kadın-erkek emekçilerin eşit birlikteliğini yaratmaya çalışır.

Çeşitli yelpazedeki feminist, kadın hakçısı hareketler de, küçük bir bölümü hariç olmak üzere, savaşa/militarizme/milliyetçiliğe karşı tutum almış ve genel olarak barış mücadelesine katılmıştır. Özellikle emekçi sınıflardan kadınların katıldığı kadın mücadelesi ile ulusal baskıya karşı mücadelenin çoğu yerde birbiriyle dayanışma içine girdiği görülmüştür.

Sosyalist, feminist, sendikal çevreden ve bağımsız çeşitli kadın örgütleri, çok çeşitli özellikleri nedeniyle, barış mücadelesinde özgün deneyimler sunmuştur. Dünyada ortaya çıkan çeşitli kadın barış hareketlerine kısaca değinerek, ülkemizdeki Kürt sorunu odaklı çatışmalar ve barış mücadelesinde kadın örgütlerinin rolüne değineceğiz.

İsrail’de kadın barış örgütleri, İsrail ve Filistinli kadınlarla birlikte birçok etkinlik organize ederek, işgalin son bulmasını ve barışın sağlanmasını talep ettiler. Ayrıca savaş, militarizm ve cinsiyetçilik arasındaki bağlara dikkat çektiler, kadın örgütleri arasında dayanışma geliştirdiler.

2000 yılında 2. İntifada`nın başlamasından sonra, İsrailli ve Filistinli kadınlar tarafından adil barış ve İsrail`in demokratikleşmesi talepleri etrafında BARIŞ İÇİN KADIN KOALİSYONU oluşturuldu. Barış İçin Kadın Koalisyonu içinde Bat Shalom, “militarist devlete feminist ret sloganı etrafında örgütlenen New Profile (Yeni Yüz), 2001 Nobel Barış ödülüne de aday gösterilen Siyahlı Kadınlar, Özgürlük ve Barış İçin Kadınlar Birliği gibi kadın örgütleri yer alıyor. Bu örgütler savaşın ve işgalin sona erdirilmesi, 1967 sınırlarına geri dönülmesi, tüm İsrail vatandaşları için eşit hakların sağlanması, devletin militarizasyonunun ortadan kaldırılması, mülteci sorununun çözümü, kadınların barış görüşmelerine aktif katılımının sağlanması gibi talepler ileri sürüyor. Koalisyon, gösteriler, kampanyalar ve eğitim seminerleri gibi etkinlikler yapıyor ve üye örgütlerin çalışmalarını destekliyor, işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan Filistinli kadınlarla dayanışma ve işbirliği sağlamaya çalışıyor. Koalisyon, uluslararası düzeyde İsrail barış hareketinin sözcülüğünü yapıyor. Dünya çapında 200 şehirde barış için çalışan örgütlerle işbirliği geliştiren geniş bir ağa sahipler ve İsrail`de yapılan barış eylemleri dünya çapında destek eylemleriyle tamamlanıyor.

Filistinli kadınlarca oluşturulan Kudüs Kadın Merkezi, savaş mağduru kadınlara yönelik, savaşın etkilerini azaltma yönünde destek-terapi projeleri ile tanınıyor. Öte yandan politik bir talep olarak, Birleşmiş Milletler`in 1325 sayılı kararının uygulanmasını ve işgalin sona erdirilmesini talep etmekte. Filistinli kadınlar, barış mücadelesinin, işgalden kurtuluş için direnişçi-militan eylemleri de kapsadığına dikkat çekiyor.

İrlanda iç savaşında ortaya çıkan Kadın Destek Ağı, Belfastlı işçi sınıfından kadınların geliştirdiği bir hareket olup, Katoliklerle Protestanların yaşadığı semtlerdeki kadın toplum merkezleri aracılığıyla, Katolik ve Protestan cemaatler içindeki kadınların yaşadıkları ortak sorunları ve deneyimleri öne çıkararak, barış için birlik oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.

Bosna Hersek savaşı sırasında, Zenitsa şehrindeki Medica Kadın Terapi Merkezi, şoven-milliyetçi saldırganlığın rutini haline gelen tecavüz, ölüm ve yağma gibi sorunları yaşamış kadın ve çocuklara destek vermek üzere, Bosnalı Müslüman, Sırp ve Hırvat kadınlar tarafından kurulmuş, savaştaki kadın hakikatlerinin bir bölümünün tanığı bir merkez. Bu merkez, kadınların birbirine benzeyen gerçeklerini öne çıkararak, bir dayanışma geliştirdi. Ayrıca, Siyahlı Kadınlar olarak anılan uluslararası kadın barış örgütü, Bosna savaşında da tecavüzlere dikkat çekerek, barış için mücadele etti.

Kıbrıs’ta, 1999 yılında, Kadın Araştırmaları Merkezi, Yurtsever Kadınlar Birliği, Barış ve Federal Çözüm İçin Kadın Hareketi tarafından oluşturulan Kadınların Barış İçin Sivil Girişimi; Kıbrıslı Türk ve Rum kadınlar arasında anlayış ve işbirliği, Kıbrıs-Türkiye-Yunanistan kadınları arasında bağlar oluşturmak ve barış kültürünü geliştirmek amacıyla kuruldu. ÇAĞ-SEN kadın komitesi ve KTÖS kadın bürosu gibi çeşitli sendikaların kadın bürolarını/komitelerini de içine alarak, Kıbrıs’ta yeniden başlayan görüşmeler sürecine yönelik sokak etkinlikleri düzenledi. Uzun yıllar militarist çatışma kültürü içinde yaşayan Kıbrıs Türk toplumunda, barış kültürünün oluşturulması ve barış süreçlerine kadınların aktif biçimde katılımını sağlamak amacıyla seminerler, atölye ve eğitim çalışmaları düzenledi.

“Kıbrıs sorununun çözümünde her iki toplumun temel insani ihtiyaçlarının karşılanması, toplumların kültürel farklılıklar kadar ortak yönlerine de saygı göstererek, 9 bin yıllık tarihimizin zenginliği olarak teşvik edilmeleri gerektiğine inanıyoruz. Etnik nefrete dayalı bir Kıbrıs yerine, çok kültürlü, farklı etnik grupların barış içinde paylaşacağı bir adanın ancak barış için uğraş veren kadınların da karar mekanizmalarına katılımıyla mümkün olabileceğine inanıyoruz. Bizler, silahsızlandırılmış bir adada, gelecek ya da savaş korkusu olmaksızın yaşamak, çocuklarımızı göç yollarına başka ülkelere göndermek zorunda kalmamak istiyoruz. Şovenizmden, militarizmden, kin ve nefretten arınmış bir adada yaşamak istiyoruz. Artık yeter! Anlaşın! Çözün! İmzalayın!” sözleri, Kadınların Barış İçin Sivil Girişiminin bir yazılı materyalinde yer aldı.

ABD’de, Vietnam işgali boyunca, ciddi bir barış hareketi yürüten iki kadın derneğinden biri WILPF ve diğeri 1961 yılında kurulan WSP oldu. Kadın örgütleri, kitle eylemleri düzenlemekten imza toplamaya, ilanlar bastırmak, konferans örgütlemek, Kongre’ye baskı yapmak, barış yanlısı adayları ve Vicdani Redçiler’i desteklemek yollarına başvurdular.

WILPF, Amerikalı askerlerin Vietnam’dan kayıtsız şartsız geri çekilmesini ve “onurlu bir barış” sağlanmasını istedi ve bu amaçla Washington’da kitle gösterileri yapma kararı aldı. 1965 başında “Amerikalı Kadınlara Hitap” başlıklı bir bildiri kaleme alarak, bunu Başkan’ın karısına ve pek çok kadın örgütüne gönderdi, New York Times gazetesinde savaş karşıtı bir reklam yayınlattı. 1965 ve 1966 yılları arasında çeşitli ülkelerde savaş karşıtı uluslararası gösteriler düzenledi. ABD’de 15-16 Ekim Vietnam İş Bırakma eylemlerini düzenleyen koalisyon içinde yer aldı. Şubat 1967′de, “Artan Şiddet Dalgasına Kadınların Tepkisi” adıyla düzenlediği konferansta, savaşta uygulanan şiddetle kadınlara uygulanan şiddet arasında ilişki kuran bir söylem geliştirdi. 1968’deki bir gösteride dağıttığı el ilanlarının başlığında “Tüm Kadınlar Erkeklerin Savaşının Kurbanıdır”yazıyordu. Temmuz 1970′de Washington’da düzenlediği “Kadınlar Acil Vietnam Konferansı”na pek çok kadın örgütünün liderleri katıldı ve savaşı sonlandırmak için Kongre’ye baskı yapmanın yollarını tartıştı. Yerel, eyalet ve ülke çapında barış yanlısı adayları destekleyip, savaş yanlılarına karşı kampanyalar düzenleyen WILPF’li kadınlar, 8 Mart 1971 Dünya Kadınlar Günü’nde, bir kez daha Beyaz Saray önünde eylem yaptılar. Başkan Nixon’a, savaşı sonlandırmasını isteyen sekiz bin el yapımı kart ve yine Başkan’a verilmek üzere siyah çerçeve içine alınmış, başlığında “her gün 300 Vietnamlı’nın ölümüne ağlıyoruz” yazan broşürler gönderdiler.

Diğer kadın örgütü WSP, benzer eylemler örgütlemenin yanı sıra, 1965’te Güney Vietnamlı NLF ve komünist Kuzey Vietnam’dan kadın delegelerle gerçekleştirdiği toplantı sonunda, ABD’nin Vietnam’daki askeri müdahalesine karşı ortak bir bildiri imzaladılar. WSP’li kadınlar savaş boyunca genç erkeklerin askere alınmalarına karşı çıktı ve Vicdani Redçiler’in haklarını savundular.

Kadınlar, 1964 yılında başlattıkları Cumartesi günleri Askerlik Büroları önünde sessizce bekleme eylemlerini, 1967-1970 yılları arasında da sürdürdüler. Başını WILPF ve WSP’nin çektiği çok sayıda kadın örgütü, Kongre’nin açılış günü 15 Ocak 1968′de, Jeanette Rankin Köprüsü adı altında bir protesto gösterisi düzenledi. ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine ve 1941′de Japonya’ya savaş açmasına karşı oy kullanan tek Kongre üyesi Jeanette Rankin’e ait “on bin kadın savaşı bitirmek için tutuklanma riskine girerse savaş biter” sözüne cevap mahiyetinde bu isimle anılan yürüyüşe katılan binlerce kadının sözcüsü olarak Jeanette Rankin ve Coretta Stott King, Kongre ve Senato Grup liderlerine Asya’daki savaşın bitirilmesi ve ülkede savaş yaralarını sarma sürecinin başlatılmasını isteyen dilekçeler sundular. Savaşın sona ermesinin ardından kadın örgütleri, Vietnam Savaşı asker kaçakları için genel af ilan edilmesi konuları üzerinde çalışma yürüttüler.

KÜRT SORUNUNDA DEMOKRATİK ÇÖZÜM VE AKP’NİN KÜRT AÇILIMINDA GELİNEN NOKTA

“Açılım” sözü telaffuz edildiğinden bu yana geçen kaos ve karmaşa içinde; açık ve dolaylı yaklaşımlarla, tarafların tutumu belli olmuştur. CHP ve MHP, mevcut statünün hiçbir şekilde tartışılmasını istememektedirler. 26 yıllık çatışma, sınır içi ve sınır ötesi operasyonların sürdürülmesinden yanadırlar ve Kürt demokratik siyasetinin parlamento içindeki varlığına da tahammülleri yoktur.

AKP’nin çözümünün; bazı yerleşim yerlerinin isimlerinin iadesi, siyasi partilerin Türkçe dışındaki dilleri kullanmasına yönelik değişiklikler, özel televizyon kuruluşlarının da Kürtçe yayın yapmasına olanak tanımak ve Üniversite bünyesinde Kürdoloji Enstitüsü kurulması ile sınırlı bir açılımdan ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Esasen bu “açılım” da, Kürt dilini yok saymanın bir başka versiyonu olan “yaşayan diller” enstitülerine dönüştürülmüştür. AKP, bu çerçeveyi, bir yandan Kürt silahlı gruplarının Kuzey Irak Kürt Yönetimi ve ABD desteğinde baskılanması ve bir yandan TCK’da mevcut pişmanlık hükümlerinin iyileştirilmesi suretiyle silahlı grupların tasfiyesiyle tamamlanmasını ummaktadır. Anayasal değişikliklerden bahsedilmekte, ancak bu değişikliklerin en fazla bireysel hakları güvenceye alan bir çeşit “eşit vatandaşlık” zemini olduğu anlaşılmaktadır. Elbette AKP’nin Kürt sorununa ilişkin “terör” tanımı devam ediyor. Hükümet tarafından “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı” ve bu müsteşarlığın bünyesinde “Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu” oluşturulmasına yönelik bir yasa tasarısı da Meclis’in gündemine getiriliyor. ABD-Kuzey Irak Kürt Yönetimi-Türkiye arasında bir üçlü koordinasyon oluşturulması da bilinen yaklaşımlar arasında.

Parlamento içinde temsil edilen ve dışında kalan Kürt demokratik siyasetinin, farklı siyasal yelpaze ve demokratik kurumlarda temsil edilen Kürtlerin üzerinde ortaklaştığı talepler ise belli olmuştur: Anadilde eğitim, yerel yönetimler düzeyinde özerklik, Kürtçe’nin kamusal hizmet dili olarak kabulü, etnik vurgulardan arınmış eşit yurttaşlık temeline dayalı demokratik Anayasa. Kürt kurumları ve siyasetçilerinin muhatap alınarak çözümün geliştirilmesi de talepler arasındadır, Öcalan’ın da sorunun çözümünde etkili bir özne olduğunun da dikkate alınması ve önerilerinin tartışılmasını istemektedir Kürt demokratik hareketi.

Emek Partisi başta olmak üzere, pek çok demokratik siyasi parti ve oluşum, demokrat aydın, sanatçı, barış aktivisti ve kadın örgütü de, anadilde eğitim, demokratik Anayasa, demokratik temsile izin veren bir Siyasi Partiler ve seçim yasası, özerklikten yerel yönetimlerin çeşitli düzeylerde güçlendirilmesine uzanan bir yelpaze içinde özerklik taleplerini destekliyor.

Kürt demokratik siyasetinin, Habur karşılamasında ortaya çıktığı üzere, AKP açılımı ile yetinmeyeceği ve demokratik çözüm için kitle potansiyeli görülünce, açılımın başlangıcında ortaya konan düşük yoğunluklu “diyalog” politikası sona erdirildi. Daha önce de, her toplumsal değişim dönemeçlerinde egemenlere çok hizmet görmüş kontrgerilla harekete geçirildi. CHP ve MHP’nin de katkılarıyla sivil reaksiyon, kitle kışkırtmaları, linç girişimleri dahil, her yolla Kürt demokratik hareketi baskı altına alınmaya çalışıldı. AKP Hükümeti ve devlet “çekirdeği”nin özenle hazırladığı bu siyasi iklimde, AKP’nin Kürt açılımı; Kürt demokratik siyasetini, Kürt demokratik kurumlarını tasfiye olarak ilerlemeye devam etti. DTP kapatıldı, Kürt politikacılar, Belediye başkanları, sivil toplum örgütü yöneticileri, gençler, çocuklar kitlesel tutuklamalara tabi tutuldu. Kürt demokratik hareketinin çeşitli düzeylerdeki aktivistlerine rehine muamelesi yapılıyor. Açılım yapılması için onların susması isteniyor. Çocuklar için Adalet Çağrıcıları başta olmak üzere, birçok siyasi parti, aydın, kadın örgütü ve benzeri kurumların baskı ve talepleriyle gündeme gelen, TMK mağduru çocukların yargılanmasına ilişkin kısmi iyileştirmeler içeren yasa düzenlemesi; Öcalan’ın tutukluluk koşulları için çocukların da içinde yer aldığı gösteriler yapılması gerekçe gösterilerek, aynı rehine muamelesi anlayışıyla, askıya alındı.

Bu süreçte, bir yandan da, hakim sınıf klikleri arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi sürmektedir. “Askeri vesayet”-“sivil vesayet” tartışmaları ardında, CHP, MHP, Anayasa Mahkemesi, üst yargı bürokrasisi, TSK ve bir kısım medya; diğer yanda bir kısım üst yargı bürokrasisi, Polis gücü, AKP ve bir kısım medyanın dahil olduğu iki odak arasındaki hakimiyet mücadelesinin en önemli yönlerinden biri de, Kürt sorununa ilişkin çözüm metotlarıdır. Bir taraf 80 yıllık politika ve çözüm yönteminde ısrar ederken, diğer taraf en az tavizle ve esas olarak Ortadoğu’da “bölge gücü” olma hedefini destekleyen, ama asla eşitlik temelli olmayan bir çözüm tasarlamaktadır. Bu çözümün engeli olarak gördüğü Kürt demokratik siyasetini yine statükocuların geleneksel şiddet yöntemlerine başvurarak tasfiye etmek ve bu şekilde “Kürtsüz Kürt çözümü” gerçekleştirmek istemektedir. Bu yaklaşımda, mağdur ve çaresiz Kürt sevilirken, politik özne olan Kürt, istenmeyen ve mümkünse yok edilmesi gereken Kürt olarak değerlendirilmektedir.

Bütün bu gelişmeler; hakim güç odaklarının mücadelesine bel bağlamayan; ancak bu mücadelenin ortaya çıkardığı belge ve bilgileri demokrasi mücadelesinde değerlendirebilen bir yetenekle hareket etmeyi gerektiriyor. Demokratik çözümün gerçek güvencesinin Türkiye emekçi sınıflarının, kadınların, gençliğin ve eşitlik isteyen Kürt halkının, Demokratik Türkiye hedefine bağlanan ortak barış mücadelesi olduğu bir kez daha görülmüştür.

Bir kadın barış hareketi; büyük kadın yığınlarının barış mücadelesinin aktif bir bileşeni haline getirilmesinin yaratacağı büyük olanaklar, kadınların genellikle savaşın aktif tarafı olmaması, savaşta yaşanan kadın deneyimlerinin büyük ölçüde erkeklerden farklı olması, kadınların çözüm önerilerinin ve analizlerinin görünür kılınması, kadınların bir araya gelme yöntem ve araçlarının farklılığı gibi pek çok özgünlükleriyle, barış mücadelesine çok şey katabilir ve yeni yaklaşımlar getirebilir.

KADIN BARIŞ HAREKETİNİN ÖZELLİKLERİ

Savaşın diğer özellikleri yanında aynı zamanda cinsiyetçi karakteri, kadın üzerindeki taciz, tecavüz vb. cinsel ve cinsiyetçi şiddetin boyutlanarak sürdürülmesi anlamına geldiği için ve bu boyutun kadının eşitlik-özgürlük mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olması nedeniyle, bir kadın barış hareketinin barış mücadelesine katkısı vazgeçilmez önemdedir. Savaş sadece Kürt kadınları üzerinde böylesi bir etkide bulunmuş değildir, aynı zamanda ülkenin Batısında yaşayan Türk ve diğer kadınlar üzerindeki cinsel şiddet de boyutlanmıştır. Son 7 yılda kadın cinayetlerinin %1400 artması, Antalya’da gece kulübünde çalışan bir kadının polis kılığında zorla kaçırılarak günlerce tecavüze uğraması, Kürt illerinde askerliğini tamamlayan bir gencin Zonguldak’ta karısı ve ailesini öldürmesi örneklerden sadece birkaçıdır.

Savaşın kadın emeği sömürüsünü daha da ağırlaştırması, kadın odaklı barış mücadelesinin dikkat çekmesi gereken başka bir boyutudur. Ücretlerin düşürülmesi, iş saatlerinin artırılması, işten atmalar ve sosyal hakların ortadan kaldırılması, kadın ve erkek emekçiler için, savaş dönemlerinin ortak özellikleridir. Savaşın maliyeti, emek sömürüsü artırılarak finanse edilmektedir. Yoksulluk ve açlık dalga dalga yayılmaktadır. Ancak, büyüyen hoşnutsuzluğun yönü, sermaye ve egemenler tarafından çeşitli şekillerde halk yığınlarına çevrilmeye çalışılır. Bunlardan biri de, kadın ve erkek emekçileri karşı karşıya getirmektir. Savaş sürecinde, bir yandan da cinsiyetçi-eril değerler pompalanarak, kadınlar işgücü piyasasından çekilip eve hapsedilmeye çalışılır. Bu şekilde işsizlik karşısındaki baskı, kadınlara yönlendirilerek dengelenmeye çalışılır. Yakın hafızamızda, AKP Hükümeti’nin ekonomi bakanının, işsizliğin nedeni olarak kadın işçileri göstermesini hatırlarız. Öte yandan kadın emeği, daha düşük ücret ve daha ağır sömürü şartlarında erkek emekçinin ücretini de baskılama gayesiyle işgücü piyasasına çekilir. Her iki eğilimin de çeşitli örneklerini Türk sermaye sınıfı sergilemiştir. Bu süreçler, aynı zamanda, hakim kadınlık ve erkeklik değerlerinin kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden üretim süreci olarak da karakterize olur.

Kuşkusuz bu eğilimler, sadece savaş zamanlarına özgü değildir, barış zamanlarında da kadın ve erkek emekçi arasındaki rekabet, kapitalist için işgücü piyasasının yönetilmesinin araçlarından biridir. Ancak, savaş sürecinde emek sömürüsünün daha da yoğunlaşması, hakim cinsiyetçi toplumsal değerler ve işbölümünün yeniden üretilmesi ve hatta daha da gericileşmesi nedeniyle kadınların yükünün olağanüstü ağırlaşması gerçeği karşısında; kadın barış hareketinin bu yöne de dikkat çekmesi özellikle gereklidir. Barış için Kadın İnisiyatifi’nin Aralık ayı boyunca yaptığı “barış noktası” eylemlerinde, savaş bütçesine karşı talepler de çok doğru biçimde ileri sürülmüş ve bütçede kadın emeğinin korunması ve şiddete karşı kurumların desteklenmesi, kadının sosyal-ekonomik-kültürel gelişimi için kaynak ayrılması talep edilmiştir.

Savaş, aslında hakim sınıf ve iktidar kurumlarının kendi sınıf çıkarları ve egemenlik için yürüttüğü bir şeyken, bütün toplumun ya da en azından büyük bölümünün savaşı onaylamak üzere kazanılmasına ihtiyaç vardır. İster iç savaş olsun, isterse devletler arası savaşta, hakim sınıflar tarafından, her toplumun birbirinden az çok farklı olan tarihi ve geleneklerinin egemen sınıfın çıkarlarına hizmet edecek gerici unsurları yardıma çağırılır. Bu geleneksel değerlerin birçoğunun kadın üzerindeki cinsiyetçi egemenliği pekiştiren değerler olduğu bilinmektedir. Milliyetçi ve militarist değerler, tek tipleştirme, tüm toplumun emir ve komuta zincirine dahil edilmek üzere askerileştirilmesi/militarizasyonu için geçmişten gelen geleneksel hiyerarşi biçimlerinin hepsine ihtiyaç duyar, onu güncelin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yoğurur ve topluma yeniden sunar. Cinsiyetçi hiyerarşinin, aile değerlerinin yeniden ve yeni biçimde kutsanması da, bu geleneksel değerlere dahil olup, milliyetçi, militarist değerlerle iç içe geçerek, birbirini güçlendirerek, kadının eşitlik ve özgürlük yönünde ilerleyen hareketini, kazanımlarını da tehdit eder. Barış için mücadelenin, bu nedenlerle kadın özgürlüğüne ilişkin talepleri de içermesi, kadın barış hareketinin ilgi alanında yer almaktadır.

Savaşın sürdürülmesi için topluma yöneltilen kışkırtma, ordu, koruculuk, özel tim vb. savaş kurumlarının erkek karakteri, büyük ölçüde, aynı zamanda erkekliğin kışkırtılmasıyla birlikte yol alır. Her zafer ve yenilgi, kadın bedeni üzerindeki erkek egemenliği ile bağ kurularak, savaşan erkek beynine kazınır. Erkeğin cinsel egemenliğine göndermeler yapan kavramlar, terimler, küfür ve argolar, savaşçı militarist dilin de vazgeçemeyeceği argümanlarıdır. Fatih Altaylı ve Serdar Turgut’un televizyon ekranı ve gazete sayfalarından geliştirdiği militarist söylemin, cinsiyetçi söylemle ayrılmaz şekilde bütünleşmesi örneğinde görüldüğü gibi, savaşın her aşamasında hakim erkeklik değerleri yeniden üretilir ve kışkırtılır.

Sadece savaş zamanında özgürlük taleplerinin savunulması bakımından değil, barışın kurulma döneminde kadın hareketinin kazanımlarının korunması ve ilerletilmesi bakımından da, kadın barış hareketinin güçlendirilmesi zorunludur. Kadınlar, çoğu kez savaş dönemlerinde en ağır bedeli ödemesine, en büyük acılara ve fedakarlıklara katlanmalarına, bir çok kez barış için savaşmalarına rağmen, barış sürecinde kadınların talepleri, en kolay vazgeçilen, göz ardı edilen veya düpedüz feda/berdel edilen unsurlar haline gelmektedir. 1789 Büyük Fransız Devrimi’nde, kadınlar çok büyük rol oynamış ve büyük kitle kahramanlıkları göstermiş olmasına rağmen, örgütleri ilk kapatılan, Meclis’te ilk sesi susturulan ve uzun yıllar seçme ve seçilme hakkından yoksun bırakılan kesim olmuştur. Kuzey Irak Kürt yönetiminin, barış sürecinde kabul ettiği yasalardan birinin kadınları erkek karşısında ikincilleştiren ve cinsel köle haline getiren, kadınları erkek çıkarları için berdel etmenin örneği olan çok eşlilik yasasını kabul etmesi örneği, barış sürecinde kadınların kendi örgütleriyle barışın kurulmasına katılımının önemini bir kez daha göstermektedir.

Kuşkusuz bu konu üzerine daha çok şey söylenebilir ve söylenmelidir, ancak sayfa sınırlılığını gözeterek burada sözlerimizi noktalayalım.

BARIŞ HAREKETLERİ VE BARIŞ İÇİN KADIN İNİSİYATİFİ

İçinde bulunduğumuz süreçte, Türkiye Barış Meclisi, Barış İçin Sanatçılar, Aydın girişimi vb. pek çok barış hareketi bulunduğu gibi, çeşitli kadın barış hareketleri de ortaya çıkmıştır.

Evlatlarını savaşta kaybetmiş ya da kaybetme tehlikesi yaşayan Kürt annelerinin barış ve demokratik çözüm talepli Barış Anaları hareketi, tıpkı 12 Eylül cuntası ve devamında evlatlarını kaybeden Cumartesi Anneleri gibi, Arjantinli Mayıs Meydanı Anneleri’nden esinlenmiş, annelik üzerinden kurgulanmış kadın barış hareketidir. Irak savaşına karşı Cindy’nin önderlik ettiği Amerikalı asker anneleri hareketi de, benzer niteliktedir.

Ancak, salt annelik üzerinden ifade edilen bir kadın barış hareketi, kadın hareketinin barış mücadelesiyle ilişkisini izah etmekte yetersiz kalır. Kuşkusuz annelerin barış mücadelesi son derece önemlidir ve naif bir “annelik eleştirisi” ile ötelenemez. Onu reddetmeyen, ancak onunla da yetinmeyen kadınların eşitlik ve özgürlük talepleriyle çakışan bir yaklaşım, bugünün modern, kent merkezli, işçi-kamu emekçisi-aydın-sanatçı-semt emekçisi kadının odağında yer aldığı kadın barış hareketine cevap olabilir. Esasen bu ihtiyaç, Barış İçin Kadın İnisiyatifi’nin düzenlediği forumun sonuç bildirgesinde, “savaşla birlikte daha yoksul, daha işsiz, daha fazla cinsel şiddete maruz kalan kadın gerçeğine ve ezilen cinsin ezilen ulusla dayanışmasına” dikkat çekilerek ifadelendirilmiştir.

Kürt demokratik örgütlenmelerinin en önemli bileşenlerinden biri olan Demokratik Özgür Kadın Hareketi (DÖKH), AKP’nin Kürt açılımı/tasfiyesi sürecinde en çok saldırıya uğrayanlardan biri oldu. KESK gibi emek örgütlerinde, insan hakları ve kadın örgütlerinde, yerel yönetimler ve parti örgütlerinde yer alan Kürt kadınları tehdit edildi, gözaltına alındı, tutuklandı, kimileyin cinsel saldırıya uğradı.

İşte bu gelişmelerin yaşandığı dönemde, Türkiye’nin birçok yerinden kadınlar, 31 Mayıs 2009 tarihinde “söyleyecek sözümüz, çözümü geliştirecek gücümüz var” sloganıyla Diyarbakır’da buluşarak, kadın dayanışmasını gerçekleştirdiler. Burada, barış ve Kürt sorununun demokratik çözümü için görüş ve önerilerini, daha çok da duygularını paylaştılar. Diyarbakır’da ortaya çıkan önerilerle, barış için kadınların sözünü ve eylemini ortaklaştırarak sürekliliği sağlayan bir örgütlülüğe dönüştürme fikriyle, Haziran’da Ankara’da bir araya gelindi. İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve İzmir’den temsilcilerin katılımıyla bir merkezi koordinasyon oluşturuldu ve şenlik, forum, imza kampanyası, barış nöbeti vb. bir dizi karar alındı. Daha sonra bu kararlar, İstanbul Barış ve Demokrasi için Kadın Platformu tarafından geliştirildi. Bu platform, kendisini Barış için Kadın İnisiyatifi’nin İstanbul grubu olarak tanımladı ve çalışmalarını bu şekilde sürdürmeye karar verdi.

Kadınlar, 8-9 Ağustos’ta, Berçelan yaylası ve Taksim’de eşzamanlı barış buluşması gerçekleştirdiler. 23 Ağustos’ta İstanbul Maçka Parkı’nda barış şenliği ve 17-18 Ekim’de yine İstanbul Tabip Odası Salonu’nda bir barış forumu düzenlediler. Forum öncesinde atölye çalışmaları, forum sonrası çeşitli toplantılarla, farklı kadın grupları ve kişilikleriyle görüş alışverişleri düzenlendi. 10 Kasım’da barış görüşmeleri sırasında Meclis önünde bir açıklama yapılarak, kadınların barış talebi vekillere iletildi. Aralık ayı boyunca kadınlar, “barış için ısrar ediyoruz” sloganıyla “barış noktası” eylemleri yaptılar.

Barış İçin Kadın İnisiyatifi, politik-ideolojik bileşimi itibariyle sosyalist, sosyalist-feminist, bağımsız feminist, yeşil, anti-kapitalist, demokratik kadın grupları ve Kürt hareketinden kadınları; örgütsel bileşimi itibariyle dernek-kooperatif vb. türünde çeşitli kadın örgütlerini, siyasi partilerin kadın yapılarını, sendika ve meslek örgütlerinin kadın komisyonlarını, aydın-sanatçı-akademisyen tek tek kadın kişiliklerini içeriyor.

Bu geniş yelpazeye yayılan kadın bileşiminin kendini tarifte, eylem ve etkinlik seçiminde, taleplerin ortaklaştırılmasında sorun yaşayacağı düşünülebilir. Ancak, kadın gruplarının bileşimi itibariyle demokratik taleplerde ortaklaşmanın daha kolay, eylem ve etkinlik seçiminde ortaklaşmanın daha zor olduğunu gözlemliyoruz. Zira, bu kadın gruplarının çalışma alışkanlıkları birbirinden farklıdır ve bu, etkinlik seçimlerine yansımaktadır.

Barış talebini sahiplenen kadın örgütlerinin aktif unsurları ve aydın-sanatçı-popüler kadın kişilikleriyle hızlı etkinlikler kotarma ile işçi-semt emekçisi-kamu emekçisi vb. kadın kitlesinin çoğunluğunun barış mücadelesine katılımını sağlayacak etkinlik ve yöntem üzerinde yoğunlaşmaya ilişkin çelişki ve farklı yönelimler asıl sorun olarak öne çıkmaktadır. Esasen bu iki yönteme de ihtiyaç olduğu konusunda görüş birliği de vardır, ancak alışkanlıkların pratikte dönüşmesi kolay olmamaktadır. Bir diğer sorun, çok sayıda kurumun birlikte hareket ederken, etkinlik ve talepleri kendi çalışma alanlarına, ilişki içinde olduğu kadın kitlelerine yeterince taşıyamamasıdır. Ortak çalışmanın gerçek bir kazanıma dönüşmesi için katılımcı kurumları oluşturan kadın kitlesinin de çalışmaları sahiplenmesi gerekiyor.

Zaten barış istemini belli etmiş olan Kürt kadınına seslenme kolaycılığı, Türk ve diğer kadınların barış mücadelesine kazanılması için yöntem, dil ve araçlar geliştirilmesindeki yetersizlik, asıl sorunlar olarak ortada durmaktadır ve bu yönde gelişmeye, güçlenmeye ihtiyaç vardır. Kadın barış hareketini geliştirmenin bir unsuru da, bugün itibariyle İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’da şekillenmiş olan hareketi belli başlı büyük kentler başta olmak üzere Türkiye geneline yaymaktır.

 

25 kasım grevini doğru okumak

 

2009, sınıf hareketinde yeni bir yükselişin başlangıcı sayılabilecek gelişmelerle kapandı. Birçok işçi emekçi mücadelesinin yanında, kapsamı ve etkileri bakımından 2010’da da konuşulmaya devam edilecek eylemler yaşandı. Yeni bir hareketlenmenin ilk belirtileri sayılabilecek bu eylemler; KESK ve KAMU SEN’in çağrısıyla gerçekleşen “Uyarı Grevi”, TEKEL işçilerinin (bu yazı yazıldığı tarihte TEKEL işçilerinin mücadelesi kararlılıkla devam etmekteydi) Ankara’da süren direnişleri, 25 Kasım sonrasında Demiryolu emekçilerinin mücadelede ısrarlı tutumları olarak sıralanabilir. Ancak biz, daha çok, 25 Kasım Eylemi’nin öncesinde ve sonrasında, bu eylemle bağlantılı olarak gelişmeleri ve bazı yaklaşımları değerlendireceğiz.

25 Kasım Eylemi, uzun zamandır kadro eylemelerine mahkûm olmuş olan kamu emekçileri hareketinin; yeniden güç toplaması, işyerleri başta olmak üzere, emekçilerle buluşarak, tahrip olan işyeri çalışmasını onarması bakımından da, önemli gelişmelere işaret etmektedir. Eylemin yol açtığı gelişmeleri değerlendirmek ve bu eylemle birlikte, daha da belirginleşen sendikal hareketin sorunlarına yakından bakmak gerekmektedir.

25 Kasım Eylemi’nin, Emek Platformu’nun Aralık 2000 Genel Grevi’nden sonra gelen geniş kitleselliği ve işyerlerindeki yaygın bir katılımla gerçekleşmiş olması, sınıf hareketi açısından birçok bakımdan yeni bir durumu göstermektedir. Elbette ki, sınıf hareketi –dolayısıyla sendikal hareket– sadece bir tek eylemle mevcut zaaflarından kurtulamayacaktır. Ancak, 25 Kasım Eylemi, var olan dağınıklığa karşı önemli bir moral güç olmuştur. Gerek TEKEL işçilerinin gerekse de Demiryolu emekçilerinin 25 Kasım sonrasında gelişen mücadeleleri göz önüne alındığında, 25 Kasım öncesi başlayan mücadele süreci ve işçi-emekçi cephesinde gelişen hareketliliğin yeni evreler kat ederek devam etmekte olduğunu söylemek mümkündür. Diğer yandan, pek çok yanıyla değerlendirilecek olan bu eylemin, emekçiler ve mücadele açısından yeni bir kültürün başlangıcına işaret ettiğini belirtmek gerekir. KESK ve KAMU SEN’in yan yana gelmesi, özellikle KESK içerisinde çeşitli “sol” çevrelerin bozuşturucu tutumuna ve KESK merkezinin ikircikli duruşuna rağmen şube ve işyerlerindeki sahiplenme belirleyici olmuştur. Bu nedenle, işyerlerindeki birlik fikrinin yukarılara taşınarak sendikal çizgiye egemen kılındığı ölçüde, sendikal platformun yenilenmesi ve güçlenmesinin koşulları da yeniden güç kazanmış olacaktır. Bunun içindir ki, 25 Kasım Eylemi ve sonrasında sınıf hareketinde ortaya çıkan gelişmeleri doğru okumak gerekir.

GREVİ HAZIRLAYAN KOŞULLAR

25 Kasım Eylemi’ne işyerlerinde katılımın yüksek olması ve devamında alan eylemlerinin de son yılların en kitlesel eylemlerinden olması, elbette ki önemlidir. Her ne kadar eylemin “güçlü geçmesi” konusunda tartışmalar yaşansa da, bir bütün olarak değerlendirildiğinde, eylemin başarılı olduğu noktasında ortak bir yaklaşımın olduğu görülmektedir. Elbette, bu eylemi güçlü kılan birçok neden sayabiliriz. Ancak daha “içeriden” bakıldığında, emekçilerin yaşam koşullarının her geçen gün daha da geriye gittiği rahatlıkla söylenebilir. “Teğet” geçeceği söylenen krizin etkileri ve yoksulluğun derinleşmesine bağlı olarak ortaya çıkan yoksulluk manzaraları, krizin sonuçlarının emekçi ailelerinde yaratmış olduğu tahribat ve peş peşe gelen zamlar… Yoksulluk, kamu emekçilerine yıllardır dayatılan yüzdelik zamlar, işkollarının özgünlüğünden kaynaklanan sorunlar, çalışma yaşamının önemli parçası haline getirilen güvencesiz çalışma, Genel Sağlık Sigortası vb. uygulamaların sonuçlarının emekçiler tarafından daha yakıcı bir halde hissedilmeye başlanması, her emekçide bir öfke birikmesine neden olmuştur. Doğalgaz, elektrik, su gibi halkın temel ihtiyaçlarına son bir yıl içerisinde % 50-60’lara varan oranda zam yapılması ve bu zamların yeni yılla birlikte katlanarak devam edeceğine dair beklentiler, temel tüketim mallarına gelen zamlar, 25 Kasım Grevi’nin zeminini hazırlayan nedenlerin başlıcaları olarak sıralanabilir. Aynı zamanda bu saldırı ve zamlar tüm emekçilerin sistemle olan çelişkilerini arttırmakta, geleceğe dair beklentileri de yok etmektedir. Ve sendikalar farkında olmasalar da(!), işyerlerinde emekçiler arasında yaşam koşullarının gün geçtikçe geriye gitmesi, işyeri çalışması için uygun koşulları da beraberinde getirmiştir. Grev hazırlığı sırasında ziyaret edilen tüm işyerlerinde yukarıda sıralanan sıkıntılardan kaynaklanan yakınmaların somutlaştığını ve birer talep olarak karşımıza çıktığını görmek mümkündür.

Sorunların bu boyutta yaşanıyor olması, işyerlerindeki emekçileri birbirlerine daha da yakınlaştırmış, işyerlerinde sendikalı-sendikasız veya şu sendika-bu sendika ayrımını geçersiz hale getirmiştir. Ve asıl birlik fikri, işyerlerinde başlayarak hayat bulmuş ve sendika merkezlerine dayatılmıştır. Elbette sendikaların ve özellikle KESK’e bağlı sendikaların yapmış oldukları işyeri çalışmaları ve grevi örgütleme çabaları önemli olmuş, grevin güçlü bir şekilde hayata geçmesinin olanaklarını genişletmiştir. Ancak daha yakından bakıldığında, hiçbir ayrıma gidilmeden işyeri çalışmasının yürütüldüğü veya daha doğru bir yaklaşımla, işyeri komiteleri gibi, hem işyeri çalışmasını güçlendiren, hem de işyerindeki emekçileri daha çok seferber eden ve işyerinin dinamiğini açığa çıkaran çalışmaların yürütüldüğü işyerlerinde, katılım ve sahiplenme de o oranda artmıştır.

ÇÖZÜLEMEYEN BİRLİK SORUNU

Gelişen sınıf hareketi, elbette ki, sorunlarıyla birlikte ilerlemektedir. “Sınıf hareketinin temel sorunu nedir?” diye bir soru sorulsa; sınıftan yana, sınıf mücadelesinin temel ilkelerinden haberdar her işçi ve emekçi, birlik sorununu sorunların en başına yazar. K. Marx ve F. Engels, mücadelenin seyri ve geleceği açısından işçi ve emekçilerin birlik sorununun önemini Komünist Manifesto’da şu sözlerle ifade ederler: “Zaman zaman işçilerin kazandığı olur, ama bu zafer geçicidir. İşçilerin mücadelesinin esas sonucu, o anki başarı değil, sürekli genişleyen birleşmeleridir.1

Sınıf hareketinin geneli açısından; birlik sorunu ve bu soruna yaklaşımdaki farklılık, 25 Kasım eylemiyle ilgili tartışmaların da odak noktası oldu. Sınıf mücadelesinin esasında iki sınıf arasındaki mücadele olduğu gerçeğinden habersiz olan bazı anlayışlar, sınıf dışılıklarını bir kez daha kanıtladılar. Eylem, KESK ve KAMU SEN tarafından merkezi olarak dört maddede* ortaklaştırılmasına rağmen, yerellerde, KESK merkezinin, adeta yan yana gelmeyi yasaklaması, iki konfederasyona bağlı şubelerin yan yana gelmemeleri konusunda kendi şubelerinin KESK tarafından uyarılması, merkezdeki sendikal anlayışların yerel uzantıları tarafından birlik konusunda şubelerin adım atmalarını engellemeye dönük tutumları ile birleştiğinde, ibretlik bir tablonun ortaya çıkmasına neden olmuştur. İbretliktir, çünkü tartışılan ve karşı çıkılan, işyerlerinde açığa çıkan birlikte mücadele isteğinin kimi “solcu”larca uzak durulması gereken bir tutum olarak öne sürülmesidir. Her türlü fetişizmi temel “ilke” olarak algılayan ve anlayan bu anlayış sahipleri, alan fetişizmi ve eylem fetişizminden sonra; sınıf mücadelesi açısından birer araç olması gereken sendikal örgütleri de fetişleştirerek, KESK’i, sanki sınıf mücadelesi dışında bir örgütmüş ve emekçilerden korunması gereken bir yapıymış gibi algılamaktadırlar. Öyle ya “devrimci” KESK nasıl “faşist” KAMU SEN’le yan yana gelirdi!

Bu anlayışlara göre, Kamu Sen’le yan yana gelmek, birlikte eylem örgütlemek emekçilere ihanetle eş değerdeydi! Çünkü Kamu Sen “faşist” bir sendikaydı ve “devrimciler” faşistlerle “ittifak” yapmazlardı! Konfederasyon merkezleri olarak, “faşistlerle” “devrimciler” dört maddelik bir ittifak yapmışlardı, olsun, onlar merkez oldukları için her şeyi yapma hakları olabilirdi, ama işyerlerinde yan yana olan, çıkarları, konumları örtüşen, ortak olan kamu emekçilerinin birlikte haykırma, taleplerine birlikte sahip çıkma hakları olamazdı, yoktu!

Bazı illerde, işyerlerinde iş bırakan kamu emekçileri, tüm bozuşturucu ve birliği zorlaştırıcı tutumlara rağmen, eylem alanlarını da ortaklaştırdılar. Ancak birçok yerde KESK’in merkezi tutumundan kaynaklanan bir bölünmenin yaşandığını gördük. Hatta bazı illerde, KESK’ten önce eylem yapan KAMU SEN üyelerinin bir kısmı, alanda KESK kortejini bekleyerek, alkışlarla karşılamışlardır. Ancak KESK’e bağlı bazı şube başkanlarının bu tutuma yanıtı: “Neden bunlar alandan çıkmıyorlar”, “onlar varken biz alana girmeyelim” olmuştur. Elbette ki, bu yaklaşım, siyaset bilmezliğin ötesinde insani bir tutum olarak da değerlendirilemez. Bu tutumu, ilerici ve emekçilerin davasını sahiplenme olarak görmek, saymak mümkün mü? Emekçilerin yan yana gelmesinden ürken, tüm sendikal argümanını başka sendikalarla yan yana gelmeme üzerine inşa eden bir tutumun neresi devrimci olabilir?

Aynı talepler uğruna eyleme katılan (iş bırakan, sevk alan) binlerce Kamu Sen üyesi emekçiyi, Kamu Sen’e egemen gerici, ırkçı, şoven anlayışın bir uzantısı sayarak, “biz faşistlerle yan yana gelmeyiz” yaklaşımını benimsemenin sınıf mücadelesinde bir karşılığı yoktur. Eğer Kamu Sen; 25 Kasım Eylemi’nde, gerek afişlerinde, gerekse de alanlarda ırkçı ve gerici bir söylemden daha çok emekçilerin taleplerini dillendirmek zorunda kalmışsa, elbette ki, bu, ne Kamu Sen yönetimlerinin ilericiliğidir, ne de Kamu Sen’e egemen olan anlayışın değiştiği anlamına gelir. Bu, çıkar ve talepleri bir ve aynı olan emekçilerin tabanda yan yana gelmesi ve emekçi tarzının egemen kılınmasının ürünüdür. Irkçılığın ve gericiliğin egemen kılınmaya çalışıldığı böylesi bir dönemde, asıl ilerici olan da budur.

Söylemeye gerek yok, yığınlar yaşamdan ve mücadeleden öğrenirler ve öğrendiklerini de biriktirerek ilerlerler. Emekçilerin bazıları karşısında diğerleri, daha “geri” bir bilinç düzeyine sahip olabilirler. Bir sendikanın ne kadar “devrimci” ve ne kadar sınıftan yana olduğunun ölçüsü ise, onun söylemi değil, emekçileri kendi davaları için ne kadar birleştirdiğidir. Unutmamak gerekir ki, Kamu Sen veya diğer bütün sendikalar, –KESK de dâhil– işçi ve emekçilerin taleplerini örgütlemek, işçi ve emekçileri sermaye karşısında birleştirmek ve onları tek tek bireyler olmaktan çıkararak, bir sınıf veya bir sınıfın bölükleri olarak örgütlemek ve birleştirmek için vardırlar. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin değişik sendikalara bölünmüş olmaları övünülecek bir durum olmadığı gibi, işçi ve emekçilerin birliğini sağlamaya yönelik çabalar da, mücadelenin yükseltilmesi için bir zorunluluktur.

Anlaşılan, bu “solcu” arkadaşlarımız, grevin tanımını değiştirdikten sonra, sendikaların tanımını da değiştirmek istemektedirler. İşçi ve emekçiler arasında, elbette ki, bir bilinç farklılığı vardır ve bunun böyle olması da son derece doğaldır. Daha geriden gelen işçi ve emekçilerin, daha ileri kesimlerle birleşerek ve örgütlenerek, sermaye saldırılarının karşısına bir sınıf olarak dikilmeleri için sendikal örgütler vardır. Sendikaların, grevin ve değişik hak alma eylemlerinin bir okul olma işlevi de, buradan gelmektedir.

Tam da Lenin’in “solculuğu” “bir çocukluk hastalığı” olarak nitelendirdiği bir durumla karşı karşıyayız. Şöyle der Lenin, “Sol” Komünizm bir Çocukluk Hastalığı” adlı eserinde:

“Komünistlerin gerici sendikalara katılmamasını savunan gülünç ‘teori’, ‘sol’ komünistlerin ‘yığınlar’ üzerinde etki sorununu nasıl hafiflikle ele aldıklarını ve bu yüzden ‘yığınlar’ kelimesini nasıl kötüye kullandıklarını gösterir. ‘Yığınlara’ yardımcı olabilmek için, onların sevgisini kazanabilmek için, davaya katılmalarını ve desteklerini sağlayabilmek için, oportünist ve sosyal-şoven olarak, çoğunlukla –doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak– burjuvaziyle ve polisle bağlantıları olan ‘liderlerin’ önümüze çıkaracakları güçlüklerden, başvuracakları hilelerden, kuracakları tuzaklardan, hakaretlerden, baskılardan yılmamak gerekir. Ve mutlaka yığınların olduğu yerde çalışmak gerekir.” Yine aynı eserinde Lenin, öğretmeye devam ederek,…komünistlerin bütün görevi, bilinçlenmede geç kalanları inandırmayı bilmek, onların arasında çalışmayı bilmektir, yoksa çocukça uydurmalardan başka bir şey olmayan ‘sol’ sloganlar ileri sürerek onlardan ayrılmak değildir. 2 demektedir. İşçi sınıfının bilimsel öğretisi bu kadar açıkken, bazılarının hala sınıf dışı tutumda ısrar etmeleri kendi çelişkileri olsa gerek.

Nasıl açıklanacaktır, hangi mücadelenin ihtiyacı olarak bu tutum sahiplenilecektir, bilinmez değildir. Sendikal mücadeleyi “solcu”luklarına kalkan yapan anlayışlar, emekçilerin birleşmelerinden ürkmeleri ve birleşik bir güç olarak sahneye çıkmalarını “devrimcilik” ve “solculuk” adına engellemeleriyle, sınıftan, sınıf mücadelesinin en temel ilkelerinden, işçi ve emekçilerin güncel ihtiyaçlarından ne kadar uzak olduklarının bir kez daha gösterdiler. Bu tutumun sahiplerine göre, bir eylemi KESK, DİSK, TTB ve TMMOB yaparsa, o eylem “devrimci” olur. Diğer örgütlerin yaptıkları eylemlerin içeriği ve talepleri hiç önemli değildir! Oysa bilinmez değildir, bir eylemi devrimci yapan, kim tarafından, hangi sendika merkezi tarafından yapıldığı değildir. Devrimci ve ilerici olan, sınıf mücadelesinin kendisidir. Yapmış olduğunuz eylem, işçi ve emekçileri bir adım öne taşıyorsa, sınıf mücadelesine yeni mevziler kazandırıyorsa, talepleri, nesnel çıkarları bakımından ilerici olan sınıf ve tabakaların talepleriyse ve gerçekleşmeleri için mücadele ilerleticiyse, bu eylemi ilerici olarak değerlendirebiliriz. Ancak sınıf mücadelesini kendi dar ve sınıf dışı anlayış ve pratikleriyle bir tutan ve emekçilerin taleplerine uzak olanların bunu anlamalarını beklenemez. Bu tür anlayışlara şöyle demek gerektiği gayet açıktır: “Gölge etmeyin”!

Kamu Sen’in nasıl kurulduğu ve ona kimlerin yön verdiği bilinmez değildir. Ancak burada birliğe bir anlam biçilecekse, önemli olan, birliği hangi taleplerle hayata geçirdiğinizdir. Mücadeleye de damgasını vuran, o mücadelede ileri sürülen taleplerdir. TÜRK İŞ devlet tarafından kurduruldu diye, TÜRK İŞ’e bağlı TEKEL işçilerinin mücadelesi yok mu sayılacak veya o işçiler TÜRK İŞ üyesi oldukları için, “faşist” olarak mı nitelendirilecekler? “Solculuk” böylesi bir “çocukluk hastalığı”dır işte. Sınıf mücadelesini, farklı sendikalara bölünseler de, işçi ve emekçilerin birbirleriyle temas etmeleri sürecinde giderek taleplerini ortaklaştırmalarını da kapsayarak, bir sınıfın diğer bir sınıfla olan mücadelesi olarak algılamayan ve anlamayan anlayışların ne kadar sınıf dışı ve sınıftan uzak oldukları, 25 Kasım dolayısıyla bir kez daha açığa çıkmış oldu.

KESK, birçok kez hizmet üretiminden gelen gücü (sevk alarak veya iş bırakarak) kullanarak, eylemler gerçekleştirmiştir. Ancak bu eylemler, KESK üyesi kamu emekçilerinin katılımı veya onların en yakınındakilerin katılımı ile sınırlı kalmıştır. Elbette ki, 1 Aralık 2000 gibi, 14 Mart 2008 gibi bazı genel eylemleri, bu değerlendirmenin dışında değerlendirmek gerekir. Ancak bugüne kadar gerçekleşen eylemlerin birçoğu, işyerlerinde sendikal rekabeti aşamayan, hizmet birimlerinde emekçilerin ana kitlesini eyleme dâhil etmekte zorlanan bir katılımla gerçekleşen eylemler olarak tarihe geçmiştir. O günün koşullarında, tüm bu eylemlerin geçerli nedenleri ve böyle bir katılımla gerçekleşmesinin de makul bir açıklaması yapılabilir. Ancak emekçiler açısından bunca sorun varken, sokaklarda ırkçı ve şoven dalga tekrar piyasaya sürülmeye çalışılırken, birleşik bir emek hareketinin vücut bulması bir ihtiyacın ötesinde bir zorunluluk haline gelmiş olmasına rağmen, hala birlikten yan çizmek ve şaşı bakmak, sınıfsal bir tutumla, emekçi tutumuyla açıklanamaz.

Tam da burada, işçi sınıfı ve sosyalizmin büyük önderine bir kez daha başvurmak gerekir. Lenin, Alman “solcuları”yla yaptığı tartışmada ….Sendikalar, kapitalizmin gelişmesinin başlangıcında işçi sınıfına pek büyük bir ilerleme sağladılar; bu örgütler, işçilerin dağınık ve güçsüz durumuna son verip onların ilk sınıf gruplaşmalarını sağladılar.3 saptamasından sonra, devamla, sendikalarla ilgili yaptığı durum tespitinde …sendikalar kaçınılmaz olarak bazı gerici özellikler; bir çeşit meslek örgütü dar görüşlülüğü, siyaset dışı kalma eğilimi, rutinlere saplanma vb. eğilimi göstermeye, başladılar. Ama dünyanın hiçbir yerinde proletaryanın gelişmesi, sendikalar olmadan, sendikaların ve işçi sınıfının partisinin karşılıklı aksiyonu olmadan gerçekleşmemiştir ve gerçekleşemez.4 demektedir.

SENDİKAL HAREKETİN STRATEJİ SORUNU

Yaşanan “iç” tartışmalara ve emekçilerin birleşme isteğinin önündeki engellere rağmen, sınıf hareketinin birleşmenin ve ileriye doğru yeni hamleler yapabilmenin dinamiğini taşıdığını görmek gerekir. Çünkü sendikal rekabet emekçiler için bir yük olmuştur. Mevcut sendikal merkezlere rağmen birlik gerçekleşmiş, fakat eksik kalmıştır. İşçi hareketindeki yükseliş ve çağrılar dikkate alınarak, yeni birliklerin yaratılmasının zemini işyerlerinde mevcuttur. Bu nedenle, sendikal hareketin daha ileri bir çizgi üzerinde birleşmesinin koşulları gittikçe artmaktadır. Gerek itfaiye işçilerinin, gerek demiryolu emekçilerinin, gerekse de TEKEL işçilerinin son dönemdeki mücadelesi, sınıf hareketinin bundan sonraki seyri için yeterince ipucu sunmaktadır.

Eğer 25 Kasım eylemi “gök kubbede hoş bir seda” olarak kalmayacaksa, bu eylemin sonuçlardan ders çıkararak, sendikal hareketin stratejisini yenilemek gerektiği açıktır. Sendika merkezleri, açığa çıkan birlik ve mücadele isteğinin gereğini yerine getirmekle yükümlüdürler. İşyerlerindeki birlik arzusu ve gelişen işçi-emekçi hareketi, sendika bürokrasisine rağmen bu sorunları aşacaktır. Tüm bu sorunlara karşın, sendikal hareketin gelişmesi ve ilerlemesi için en hayati faktör, herkes bilir ki, farklı sendikalara bağlı da olsalar, işçi ve emekçilerin, işyerlerinde oluşturdukları ortak mücadele örgütlerine dayanarak, sendikaları işbirliğine ve mücadeleye zorlamalarıdır. Bu birlikler üzerinden şekillenecek olan yerel mücadele platformları, hareketi daha ileriye taşıyacağı gibi, mücadelenin merkezileşmesinin de en önemli dayanakları olacaklardır.

Tüm bu tartışmalar göstermektedir ki; sınıf hareketi “içerden” ve “dışarıdan” pek çok sorunla boğuşarak ilerleyecektir. 25 Kasım Eylemi’ni, bir sınıfın diğer bir sınıfla olan iktidar mücadelesinden soyutlayarak, hangi sendikanın daha devrimci olduğuna indirgemek, dar görüşlülükten de öte siyasal körlüktür. Bu nedenle, yaşanan tartışmaları, sadece bir eylemle sınırlı olarak düşünmek, işçi ve emekçi hareketinin karşı karşıya bulunduğu sorunları algılayamamaktır. Yaşananların sınıf dışı ideolojik bir kaynaktan beslendiğini görmek gerekir. Bir stratejiden yoksun, günübirlik, işçi ve emekçilerin ana kitlesinden kopuk, mücadelenin ihtiyaçları bakımından karşılığı olmayan bu sınıf dışı anlayışlara karşı mücadele, dünden daha önemli bir hale gelmiştir. Sınıftan yana sendikacılar ve sınıf partisinin sendikacıları, mevcut durumu yeniden değerlendirerek, yeni durumu sendikal hareketin yenilenmesi ve tekrar ayakları üzerine dikilmesinin bir aracı olarak görmek durumundadırlar.


1 Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, sf. 57

*KESK ve KAMU SEN başkanları tarafından yapılan ortak basın toplantısında, iki konfederasyon, 25 Kasım eylemi ile ilgili dört maddede ortaklaştıklarını kamuoyuna duyurdular.

 

2 Sol Komünizm Bir çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, sf. 44

 

3 age sy: 43

4 age sy: 43

 

bölge örgütü konferansı, kürt sorunu ve bölge işçi çalışması

 

Emek Partisi Bölge Örgütü, 21–22 Kasım 2009 tarihlerinde Dersim’de yaptığı konferansta, Kürt sorunundaki gelişmeleri ve işçi sınıfı içindeki çalışmasını değerlendirdi. Bölge’den il, ilçe ve beldelerden yöneticilerin, işçi çalışması, sendika, kadın, gençlik ve yerel yönetim gibi alanlardan sorumlu parti üyelerinin katılımıyla gerçekleşen konferans eğitici bir işlev gördü.

Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından biri olan Kürt sorununun, ilk defa “Demokratik Açılım”a konu olması, ancak hükümetin adım atmak yerine, içeriği boş açıklamalarla zaman yitirmesi ve sürecin uzamasıyla birlikte, PKK’nin ‘açılım’ kapsamında 34 kişilik iki barış grubunu süreci ilerletmek amacıyla Türkiye’ye göndermesi, Habur’daki karşılamada güçlü bir barış ve direnme tutumunun ortaya çıkması ve bundan ürken egemen güçlerin “KCK operasyonu” adı altında yeniden saldırıya geçmesi, şoven propagandanın yükseltilmesi, açık partinin, demokratik mevzilerin hedefe konulması ve diğer birçok gelişme yaşandı.

86 yıl sonra ilk kez 10 Kasım 2009’da Kürt sorununun “Demokratik Açılım” adı altında TBMM gündemine getirilmesi, Mecliste CHP adına konuşan Onur Öymen’in “Artık analar ağlamasın” diyenleri yanıtlamak üzere “Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? diyerek, 40 bin kişinin ölümüne, 400 milyar dolar harcamaya, boşaltılan köylere, yıkıma ve acılara aldırış etmeden, şiddeti sürdürmek gerektiğinde ısrar etmesi unutulacak gibi değil. MHP’nin TBMM’de Kürt sorununun tartışılmasından büyük üzüntü duyduğunu açıklayarak, ırkçı ve şoven söylemi artırması, AKP’nin halkın mücadelesini engelleme, teslim alma ve tasfiyeci bir kafayla hareket ettiğinin bariz bir biçimde anlaşıldığı, Ergenekon Operasyonu” birkaç dava halinde sürmesine karşın, Bölge’de işlenen cinayetlerin, gerçekleştirilen katliamların, “faili meçhul”lerin JİTEM, Özel Harp Dairesi, korucular ve devlete bağlı örgütlerin icraatlarının açığa çıkarılması yerine, Kürt halkına, halkın seçilmiş temsilcilerine karşı saldırının ayyuka çıktığı, linç girişimlerinin yaşandığı, operasyonların sürdüğü koşullarda toplanan Bölge Örgütü Konferansı, “Siyasi Durum” ve “Örgüt Çalışmasının Yenilenmesi” olarak, iki temel başlık altında gerçekleşti.

Kürt sorunundaki gelişmeler, devletin, hükümetin ve burjuva partilerin tutumunu, Kürt ulusal hareketinin kat ettiği aşamayı ve diğer siyasi gelişmeleri, “sol”, “sosyalist” ve “komünist” çevrelerin bu gelişmeler karşısındaki yaklaşımlarını, kapitalist krizin Bölge işçi sınıfı ve Kürt halkı üzerindeki etkilerini, toprak reformu, işçi sınıfı mücadelesi, örgüt çalışması ve partinin işçi sınıfı ve emekçiler içindeki çalışması gibi sorunlar tartışıldı. Bu yazı, konferansta yapılan konuşmalardan, tartışmalardan ve Konferans Hazırlık Raporu’ndan yararlanarak hazırlanmıştır.

KÜRT SORUNUNDA YENİ DÖNEM VE KÜRT ULUSAL MÜCADELSİ

Kürt sorunu, başta Kürt halkının ulusal hak eşitliği mücadelesinin geldiği aşama olmak üzere, iç ve dış politikaya dair pek çok faktörün de etkisiyle, artık eskisi gibi sürdürülmesi mümkün olmayan bir noktadadır. İnkar, asimilasyon ve imha yöntemi sonuç vermemiş, devlet politikası halkın mücadelesi sonucunda iflas etmiştir. Bu durum artık egemenler bakımından da net bir şekilde anlaşılmış; ulusal köleliği bugüne kadarki biçimiyle sürdürme koşulları kalmamıştır. Gelinen aşamada mevcut durumun değişmesi gerektiği fikri, egemen güçler cephesinde de kabul görmüş, tartışmalar başlamıştır. Ancak, ‘nasıl bir çıkış’ arayışı sürmekle beraber, sorun hala bir halkın ulusal hakları sorunu olarak değerlendirilmemektedir. Arayışın olduğunca geriden tutulması, ulusal düzlemde ele alınmayan bireysel hak ve özgürlükler, kültürel haklar kapsamında bazı yasal düzenlemelerin ve adımların atılması yoluyla, süreci atlatma hesapları yapılmaktadır. Bu tutum, aynı zamanda Kürt silahlı güçlerinin ve halkın tepki ve reflekslerinin ölçüldüğü, bir ‘yoklama’ süreci olarak işlemektedir. Kürt halkının iradesi, ulusal hak eşitliği, ulusal temsiliyet, ulusal yönetim, bölgesel özerklik gibi çözüm yolları üzerinde durulmamaktadır. Bunun yerine, bastırılamayan mücadelenin sonucu olarak işlevsiz hale gelen yasakların, aklı zorlayan engellerin ve bir bölüm geri taleplerin karşılanması hesaplanmaktadır. Ancak bunlar bile, burun sürtme, teslim alma, halkı yedekleme hesaplarına endekslenmiş olarak hayata geçiriliyor.

Egemenlerin Kürt sorununda eskisi gibi devam edemeyecek noktaya gelmiş olması ve “Açılım” adı altında bir “çözüm” hamlesine girmiş olmalarının en önemli nedenlerinden biri de, ABD’nin Ortadoğu’yu kapsayan bölgeye yönelik hesapları ve Türkiye’nin bölgenin ABD’nin çıkarları temelinde yeniden şekillendirilmesinde aldığı görevlerle ilgilidir. “ABD, ‘AKP açılımları’ üzerinden Kürt halkının ulusal demokratik istemli mücadelesinin etkisizleştirilmesini istemektedir. ABD, ‘PKK meselesi’nde Türkiye’yi desteklediğini açıklamakta, ama çözüm konusunda Türkiye’ye Güney Kürtlerini adres olarak göstererek, bu güçlerin kendi politik çıkarları ekseninde birleştirilmesinin önünü açmaya çalışmaktadır. Özetle, bu sorunun ‘güvenlik/PKK’ boyutunun çözümü, Türkiye’nin Kürdistan’dan ve Kafkaslardan Afganistan’a kadar ABD taşeronluğunu sorunsuz yürütmesi ve ‘enerji geçiş güvenliği’ bakımından ABD tarafından da istenir bir durumdur. Bu temelde ABD, sorunun çözümünde Bölgesel çıkarlarına yedeklenen/yedeklenebilecek bütün güçleri dengeleyecek kontrollü bir ‘çözüm süreci’ öngörmekte ve bu süreçte ABD ekseninin dışında kalan, bu ekseni benimsemeyen unsurların tasfiyesini amaçlamaktadır. AKP Hükümetinin, temelleri 2007’de atılan ve bugün Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nda somutlaşan ‘yeni Osmanlıcı’ aktif dış politika yönelimi, Türkiye’nin bölgenin ‘lider ülke’si olarak daha önce Osmanlının at koşturduğu topraklarda ABD taşeronluğuna soyunması olarak anlam kazanmaktadır. AKP Hükümeti, Kürt, Alevi/laisizm, Ermeni sorunu gibi tarihten gelen ve bugün Türkiye’nin Bölgesel taşeronluk rolünü sorunsuz oynayabilmesinin önünde engel teşkil eden sorunların ‘çözüm’”ü için ‘açılım’ adı altında çeşitli hamleler yapmaktadır. Ama bu hamleler, ezilen halk kesimlerinin çıkarları temelinde demokratik bir çözümü öngörmemekte; aksine AKP’nin çeşitli halk kesimlerini yedeklemesine ve kendi politik platformunu güçlendirmesine hizmet ettiği oranda gündeme gelmektedir.*

Bugün başta ABD olmak üzere, uluslararası emperyalist güçlerin ve ülkedeki işbirlikçi egemen sınıfın temsilcisi olarak hükümette bulunan AKP, temsil ettiği güçlerin çıkarlarına ve çeşitli halk kesimlerini yedekleme ihtiyacına uyduğu ölçüde bir “çözüm” niyetine sahiptir. Pek çok siyasal sorunda olduğu gibi, Kürt sorununda da, dünün inkarcı, tekçi, baskı ve şiddetle çözmeyi içeren statükocu anlayışından farklı olarak, kısmen ve sınırlı da olsa “Kürtleri tanıyarak” ve bazı “demokratik” adımlar atarak bir “çözümün” gündeme gelmiş olmasında, şüphesiz ki, AKP’nin ve onun temsil ettiği egemen güçlerin çıkarları ve değişen ihtiyaçları önemli bir faktördür.

Ancak ABD’yi de, AKP’yi de, devleti de dünün inkarcı yöntemlerinden farklı bir “çözüme” zorlayan şeyin, yalnızca onların çıkarları ve ihtiyaçları olmadığı da, son derece açıktır. Unutulmamalıdır ki, dünün yöntemleriyle çözmeye, her seferinde daha da güçlenerek direnen ve 86 yıllık inkarcı, tekçi, statükocu ve şiddet yanlısı devlet geleneğinin ve onun bütün kırmızı çizgilerinin iflas etmesine neden olan, halkın ulusal düzeydeki direnişidir. Kürt halkının mücadelesi olmasa böyle bir “çözüm” ihtiyacı hiçbir zaman gündeme gelmeyecekti. İşte bu yüzden, gelinen aşamada Kürt sorunuyla ilgili gelişmeler karşısında, AKP’nin amaçladığı çözümün nereye kadar olduğu ve samimi olup olmadığıyla sınırlı bir tartışmanın ve değerlendirmenin tek başına anlamsız olduğu görülmelidir.

Nitekim, AKP’nin ve onun lideri Erdoğan’ın Kürt sorunu konusunda son bir kaç yılda yaptıklarına, aldığı tutuma bakıldığında bile, samimi olmadığını anlamak için fazlasıyla veri bulunmaktadır. Ancak buradan yola çıkarak, “Açılımdan bir şey çıkmaz” tutumu, düz ve dar bir bakış açısı olduğu kadar, devrimci bir politik müdahaleye de hizmet etmeyen bir değerlendirme ve tutumdur. Hükümet düzeyinde ilk kez AKP’nin bu meseleyi “Kürt açılımı” diyerek gündemine almak zorunda kalmasını, bunu dayatan tüm nedenlerden ve AKP’nin ve onu yönlendiren egemen güçlerin çıkarlarından soyutlayarak, “AKP samimi ve bu sorunu çözmek istiyor” şeklinde değerlendirmek ne kadar safça ise; bütün bu gelişmeleri ve süreci AKP’nin ve egemenlerin ve onların ihtiyaçlarının tek başına belirlediğini düşünmek ve Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin mücadelesinin zorlayıcılığını yok sayarak “bundan bir şey çıkmaz” demek de bir o kadar hayatın ve devrimci politik mücadelenin dışına düşmek anlamına gelir. “TKP ve diğer bazı küçük burjuva parti ve sol gruplar, Kürt sorununda geleneksel inkârcı politikaların etkisizleştirilmesinde Kürt ulusal mücadelesinin oynadığı belirleyici rolü anlamadıkları ve çözüm tartışmalarını ABD ve işbirlikçisi AKP’nin planlarından ibaret gördükleri içindir ki, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı çıkmak adına, Kürt halkının istemlerine karşı çıkarak gerici şoven bir tutuma sürüklenmektedirler. (….) Gelişmelerin halkın kazanımlarıyla ilerletileceğine ilişkin fazlasıyla veri bulunmakla birlikte, sorunun ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin mi, yoksa Kürt halk hareketi ve emek-demokrasi güçlerinin mi çıkarı temelinde çözüleceği sorusunun cevabı, bu güç odakları arasında süren mücadelenin seyri tarafından belirlenecektir.

Sınıf partisi bakımından bunun anlamı şudur: “Kürt işçi ve emekçilerinin örgütlenmesi ve bu mücadelenin Kürt ulusal halk mücadelesine güç katarak, sorunun demokratik halkçı çözümü yönünde ilerletilmesi, Bölge’deki mücadelemizin birbiriyle iç içe girmiş iki temel yönünü oluşturmaktadır. Ulusal baskının son bulmasını, ulusal tam hak eşitliğinin sağlanmasını savunmak, desteklemek ve işçi sınıfının kurtuluş mücadelesini örgütleyerek ilerletmek; partimiz bu tutumu kararlıca sürdürecektir.

Yukarıda da dikkat çekildiği gibi, AKP hükümeti eliyle gündeme getirilen “Açılım Projesi”, Türkiye burjuvazisinin, dayatan koşullar karşısındaki arayışının bir sonucudur. Burada birçok faktör bulunmaktadır. Ancak Kürt halkının ulusal kölelikten kurtuluş mücadelesi ve ortaya koyduğu talepler gelişmede esas faktördür. Ortaya atıldığı günlerde yaşanan atmosfer ile bugünkü koşullar arasındaki farka bakarak, “açılım kapanmıştır” demek de doğru değildir. Zira, bu, sadece AKP ve egemenlerin iradesine bağlı bir gelişme değil. Gelişmenin yönü halkın mücadelesi ve kazanımlarıyla belirlenecektir. Buradan hareketle, Kürt halkının taleplerinin karşılanması, tüm demokratik güçlerin mücadelesi kapsamındadır. Operasyon ve çatışmaların son bularak siyasi bir genel affın ilan edilmesi, gerici yasalardan arındırılmış, halkların eşitliğini temel alan demokratik bir anayasanın yapılması, anadilde eğitim ve Kürt dili-kültürünün önündeki engellerin kaldırılması, bölgesel ve yerel özerkliğe olanak tanıyan düzenlemelerin yapılması, Kürtçe’nin kamuda kullanılır olması, koruculuk siteminin kaldırılması ve özel kuvvetlerin bölgeden çekilmesi, hayatın normalleştirilmesi için önlemler alınması gibi ulusal demokratik talepler partimiz tarafından koşulsuz olarak ve kararlıca sahiplenilip savunulmaktadır.

KRİZ, İŞSİZLİK VE YOKSULLUĞUN DERİNLEŞMESİ KARŞISINDA İNSANCA YAŞAM MÜCADELE

AKP, temsilcisi olduğu kapitalist düzenin kriz fırsatçılığı ve saldırganlığıyla, Bölge halkını açlıkla yüz yüze bırakmaktadır. Devlet ve hükümet, yaşanan kötü koşulları Kürt halkının mücadelesine ve bu yönlü gelişmelere bağlamaktadır. Ancak gerçek şu ki, Kürt halkı siyasal ve ulusal alanda olduğu gibi, ekonomik olarak da ayrımcılığa tabi tutulmaktadır. Tarım ve hayvancılık bitme noktasına getirilmiş, işsiz ve aç yoksullar, fiilen uygulanan ‘Bölgesel Asgari Ücret’ koşullarında çalışmaya mahkum edilmektedir. Sendikasız, sigortasız, çalışma koşullarındaki kuralsızlık her geçen gün artmaktadır. Yağma ve sömürü, işsizlik ve yoksulluk artan zamlarla birlikte yaşamı hepten çekilmez kılmaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın 2008 yılında Diyarbakır’da açıkladığı ‘GAP Eylem Planı’nda, tüm yatırımların 4 yılda bitirileceği ve 3 milyon kişiye iş olanağı sağlanacağı vaad edilmişti. Ancak bugüne kadar hiçbir somut adım atılmış değil. Hükümetin son olarak ‘İşsizlik Fonu’ndan yağmaladığı kaynakların bir kısmının Bölge’ye yatırım olarak GAP’a ayrılmış olduğunu açıklamasının üzerinden geçen bunca zamana rağmen, ‘yatırım’ın Kürt yoksullarına bir getirisi, faydası olmamıştır.

Ülke nüfusunun yüzde 16’sını oluşturduğu halde milli gelirden sadece yüzde 6.5 pay alan; işsizliğin yüzde 50’lerde, yeşil kartlı sayısının yüzde 46’larda olduğu ve köylerde yaşayanların yüzde 59’unu topraksız köylülerin oluşturduğu Bölge, bölgesel eşitsizlik ve süren savaş koşulları nedeniyle sürekli bir kriz halindedir. Krizden sonra Bölge’nin en önemli sanayi kenti Antep’te 40 bin kişinin işsiz kaldığı ve Bölge’nin çeşitli kentlerindeki organize sanayi bölgelerindeki zaten sınırlı sayıda olan fabrika ve işletmelerin kapandığı dikkate alındığında, durumun vahameti daha da artmaktadır. KİT’lerin özelleştirilmesi, kapatılması, tarım ve hayvancılığın bitirilmiş olması, tütün, şeker pancarı gibi ürünlere kota konması, yayla yasakları, üreticiye destek sunulmaması, taban fiyatı uygulamasından vazgeçilmesi, tarım ürünlerinin tefeci ve tüccarın insafına terk edilmiş olması gibi sorunlar daha da büyümektedir. Bu durum, işsizlerin, gençlerin, ev kadınlarının ve topraksız köylülerin ulusal taleplerin yanı sıra iş, eğitim, toprak, barınma, sağlık gibi insanca yaşam talepleri temelinde örgütlenme ve mücadelesinin geliştirilmesini sınıf partisi için güncel bir görev haline getirmektedir.

Emperyalist kapitalist sistemin tarihinin en büyük krizlerinden biriyle yüz yüze olduğu günümüzde, dünya çapında olduğu gibi, Türkiye’de de AKP eliyle krizin yükünü işçi ve emekçi sınıfların üzerine yıkmaya dönük politikaların en yıkıcı sonuçları Bölge’de yaşanmaktadır. Bir taraftan Bölge’deki belli başlı kamusal işletmelerin tasfiyesi, tarım ve hayvancılığın bitirilme noktasına getirilmesi, işsizlik ve yoksulluğa, krizin yükü de eklenince, Bölge halkı için hayat daha da çekilmez hale geldi. Kriz döneminde Antep, Maraş, Adıyaman, Urfa, Malatya gibi az çok sanayinin olduğu illerde on binlerce işçinin işine son verildi. Bununla birlikte, bütün Bölge illerinde işsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim ve barınma gibi sorunlar sosyal bir yıkım düzeyine ulaşmış bulunuyor. AKP, tarikatlar eliyle, hükümetin güdümündeki çevrelerin ‘desteğiyle’ ianeciliği devreye sokarak, halkın yoksulluğunu desteğe dönüştürmeye çalışmaktadır. Bu sorunlar karşısında partimizin “Emekçi ailenin desteklenmesi” başlığıyla ifade ettiği talepler için mücadelenin örgütlenmesi, hükümetten, iş, yardım ve sosyal destek istemek, valiliklerin, kaymakamlıkların, belediyelerin halkın ihtiyaçlarını karşılamak üzere mekanizmalar kurmalarını istemek, bütün Bölge örgütlerimizin çalışmasının temel görevlerinden biri olarak aciliyet kazanmıştır.

MEVZİYİ GÜÇLENDİRME İHTİYACI; SINIF İÇİNDEKİ ÇALIŞMA

Başta Kürt işçi sınıfı içindeki çalışmanın sorunları olmak üzere, örgüt çalışmasındaki sorunların aşılması zorunluluğu, gelişmelerin de gösterdiği gibi, daha da aciliyet kazanmıştır. Kürt ulusal mücadelesinin geldiği aşamanın, giderek artan insanca yaşam taleplerin, birçok gelişmeyi beraberinde getireceği bir gerçek. Çatışmalar, artan işsizlik, derinleşen sefalet, özelleştirmeler, tarım ve hayvancılığın bitirilme noktasına getirilmiş olması, düşük ücretler, kadın ve gençlerin her geçen gün artan sorunları, Bölge örgütlerinin çalışmasını tüm bu gelişmeler ışığında yenilemesini bir zorunluluk haline getirmektedir. Bölge’nin sınıf örgütü tabii ki, asıl olarak işçi sınıfı, emekçiler, gençlik, kadınlar ve yoksul köylülük içinde örgütlenecektir. Sınıfın partisi için, ulusal sorundaki gelişmelere, tüm politik gelişmelere müdahil olabilmenin koşulu da, en başta sınıf hareketine dayanmaktan, emekçi kadınlar, gençlik yığınları ve köylülük içinde örgütlü bir güç olmaktan geçmektedir. Ulusal sorunun çözümü yönlü yeni her gelişme, bugüne kadar ulusal sorununun gölgesinde kalmış olan ekonomik ve sosyal talepleri daha keskin biçimde ortaya çıkaracak, sınıf çelişkilerini geliştirecektir. Ancak Kürt halkı ve işçilerinin demokratik ulusal taleplerinin savunucusu olmak, Kürt ulusal demokratik hareket ile bu yönlü bir dayanışma içinde olmak, sınıf partisi bakımından sorunun esasının Kürt işçilerinin örgütlenmesi olduğu gerçeğini atlamak anlamına gelmemektedir.

Bölge işçi sınıfının mücadelesinde Bölge Örgütü’nün önemli bir yer tuttuğu bir gerçek olmakla beraber, sınıf içindeki örgütlenmenin istikrarsızlığı da bir gerçektir. Fabrikalar, işletmeler, Organize Sanayi Bölgeleri, partinin çalışmasında temel alanlar olarak ele alınmaz, sınıfın en küçük talepleri bile partinin sorunu olarak gündeme getirilmezse, Bölge halkı içinde sınıf partisi ile ulusal demokratik haklar mücadelesi sürdüren parti arasındaki farkın anlaşılması da mümkün olmayacaktır. Sorun Bölge işçi sınıfının kendi partisiyle birleşmesi ise, bunun yolu, tüm dikkatleri sınıfın sorunlarına ve örgütlenmesine hasretmektir. Birkaç gelişme bile, sınıf partisinin Bölge işçi sınıfı içindeki etkisini göstermektedir. Antep Dokuma İşçileri Direnişi, Sanko ve diğer işletmelerde işçilerin mücadele ve direnişleri, Akyıl işçilerinin sendikalaşma mücadelesi, Tuğla işçilerinin mücadelesi, Bölge düzeyinde süren TEKEL işçilerinin mücadelesi, özelleştirme karşısındaki diğer gelişmeler ve irili ufaklı mücadeleler, Organize Sanayi Bölgeleri’ndeki işçi tepki ve direnişleri, Petrol işçilerinin mücadelesi, tekstil, taşıma, Gıda, Krom-maden işçilerinin mücadelesi, sendika, sigorta, sekiz saat iş günü mücadelesi, direnişler ve birçok sınıf eksenli gelişmede, Bölge Örgütleri sınıfın içinde ve yanında oldular. Ulusal kölelik koşullarında yaşamaya zorlanan Kürt işçilerinin birçok yerde ve defalarca, “bir Kürt partimiz var, bir de sınıf partimiz var” dedikleri bilinmektedir.

Günlük işçi gazetesinin kullanımı, halk televizyonunun layıkıyla ele alınması, yayınlarımızın eğitim ihtiyacını, aydınlanma ve örgütlenme ihtiyacını karşılayacak biçimde örgütlerimiz tarafından kullanılması, sözünü ettiğimiz gelişmenin temel anahtarıdır. Kürt işçi sınıfı ve halkının devrimci partisi için sınıfın içinde kök salmak, günün gerçeklerini bilmek ve hayata buradan müdahale ederek ilerlemekten geçiyor. Dönemsel iniş ve çıkışlardan etkilenmeden sınıfın içinde örgütlenme, partinin temel hedefi olmalıdır. Ulusal gelişmeleri doğru bir biçimde ele alan, ancak sınıf gündeminden şaşmayan bir tutumla ilerleneceğini unutmamak gerek. Bölge işçi sınıfının hareketinin, Kürt ulusal hareketiyle ilişkileri, dönemsel taktikleri ve ittifaklarına yön veren yegane şey, Kürt halkının ulusal hak mücadelesi, Kürt işçi sınıfının ve emekçilerinin çıkarları ve ihtiyaçlarıdır.

Partimizin Bölge’de etkin bir politik güç, bir akım haline gelebilmesi örgütsel platformumuzun politik gelişmeler üzerinden yenilenmesinden geçmektedir. Bölge örgütümüz, eğer Bölge işçi ve emekçilerinin, Kürt gençliği ve kadınlarının örgütü olma iddiasındaysa, yapılması gereken ilk şey bu iddiaya uygun olarak işçi ve emekçilerin üretim ve yaşam alanlarının temel mücadele alanları olarak görülüp parti çalışmamızın bu alanlarında mevzilenmektir. Bu temelde sürece müdahale edebilmemiz, öncelikle belli alanlar/birimler ve talepler üzerinden yoğunlaşmak yerine genel ve günübirlik çalışmaya dayalı tarzın terk edilmesini gerektirmektedir. (….) Parti çalışmamızın yenilenmesi, bu temelde her örgütümüzün gücünü ve politik yaşama müdahale olanaklarını hesaba katarak, fabrika, işyeri, okul, semt, mahalle gibi temel çalışma alanlarını yeniden belirlenmesini gerektirmektedir.

Başta sanayisi gelişkin iller olmak üzere, on binlerce işçinin çalıştığı organize sanayi bölgesine sahip illerde, fabrika ve işçi havzalarındaki yoğunluk, işçi sınıfına yönelik hedeflerin göstergeleri olarak kabul edilirse, temel çalışmanın istikrarsız ve dağınık bir şekilde yürüdüğünü tespit etmek zor olmayacaktır. Bölge’de sanayisi görece ileri illerdeki örgütlerin belli başlı temel işletmeleri öncelikli çalışma alanları olarak ele alması ve buralarda yoğunlaşması, bu alandaki çalışmanın güvenceye alınması, örgütsel çalışmasını yeniden düzenlemesinin temel adımlarıdır.

Krizle birlikte daha yakıcı hale gelen ve yaygınlık kazanan, işten atmalara, ücretlerin düşürülmesine, çalışma saatlerinin arttırılmasına ve kölelik koşullarını derinleştiren her türlü hak gaspına karşı, 8 saat çalışma, sigorta, insanca yaşamaya yetecek bir ücret, işten atmaların yasaklanması gibi taleplerle, sendikal örgütlenme hedefini de kapsayan kesintisiz, daha etkili ve istikrarlı bir çalışmanın örgütlenmesi, sınıf örgütünün Bölge’deki çalışmanın en hayati ve aciliyet kazanmış görevidir.

Yukarıda da dikkat çekildiği gibi, Bölge’de ulusal tam hak eşitliği yönlü mücadelenin daha da güçlenmiş olması önemli bir gelişmedir. Saldırılar karşısında barikat oluşturmak, ulusal hareketle, halkın ulusal talepleriyle dayanışma içinde olmak, mücadeleye güç ve destek vermek, Kürt işçi ve emekçiler içinde örgütlenmenin ve Kürt ulusal hareketine buradan müdahil olmanın imkanı olarak değerlendirilmelidir. Ancak hiçbir sorun ve gelişme, sınıfın örgütü için son derece önemli olan işçi sınıfının örgütlenmesi alanındaki dikkat kaymasına ve sınıf çalışmasının zaafa uğramasına neden olmamalıdır.

Bu sorunları aşamamış olmamızın asıl nedeni, başta en ileri düzeydeki yönetici kadrolarımız olmak üzere yerel parti örgütlerimizin, partimizin platformuna ve güncel görevlerine uygun bir örgütsel pratik yönelime gerçek anlamda girememiş olmasıdır. Daha somut söylemek gerekirse; asıl olarak, sanayi bölgeleri, önemli işçi havzaları ve fabrikalar başta olmak üzere, her ilde öncelikli hedef olarak belirlediğimiz alanlarda yoğunlaşmış ve hedefleri belirlenmiş günlük bir çalışmayı güvenceye almak ve ‘Kürt işçi ve emekçilerine dayanarak Kürt sorununun çözümü yönünde gelişen sürece müdahil olmak’ diye tarif ettiğimiz görevlere uygun bir yönelime girmedikçe, savrulmaların önüne geçmek mümkün olmayacaktır.


* Bölge Örgütü Konferansı Hazırlık Raporu’ndan alınmıştır.

 

güncel tartışmalar ışığında dersim tarihine kısa bir bakış

“bizi bir kamyona doldurdular.
tüfekli iki erin nezaretinde.
sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular.
günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar.
tarih öncesi köpekler havlıyordu.
aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk,
o havlamalar, polisler.
duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü”

Cemal Süreya

 

Dersim ’38 katliamı, herhalde katliamın yaşandığı dönemler dışında ilk defa bu kadar geniş bir çevrede tartışılır oldu. Devrimci, demokrat güçler, Kürtler ve Dersim halkı bakımından, 38 Dersim katliamı, detaylı olarak bilinen ve içerde hep açık kalmış kanayan bir yaraydı. Fakat son dönemde bu katliamdan daha geniş halk kesimlerinin haberi oldu ve “Nedir bu Dersim katliamı?” sorusu sorulmaya başlandı.

Aslında katliamın nasıl gündeme geldiğiyle başlarsak, daha da anlaşılır olur.

10 Kasım’da TBMM’de Kürt sorununa ilişkin tartışmalar esnasında CHP grubu adına düşüncelerini ifade eden Onur Öymen, Dersim ve Şeyh Said isyanlarının bastırılmasında yöntem olarak kullanılan “müzakere değil, savaş” anlayışını bugün Kürt sorununda çözüm yolu olarak önerince, bu tartışmaların önü açıldı. İlk başta, bu açıklama bir dil sürçmesi veya Öymen’in kişisel düşünceleri gibi gösterilmeye çalışıldı. Oysa Öymen, burjuva devlet anlayışını iyi özümsemiş bir diplomat olarak, bu meselede geleneksel bir particilik yaklaşımdan da öte, seksen yıllık bir devlet politikasının sözcülüğünü yapmıştı. Bu durumda ayrıntıların önemi olmadığını anlatmaya çalışmıştır ve AKP’yi de bu olay üzerinden bir kere daha uyarmıştır. Diğer taraftan, Özellikle Dersim merkez ve ilçelerinde halkın önemli bir kesimin dahil olduğu protestolar ve CHP’ den istifalar gündeme gelmesine rağmen, CHP geri adım atmamıştır. CHP’nin “devlet mi, halk mı?” sorusuna cevabı, her zamanki gibi, ne pahasına olursa olsun devlet ve onun çıkarları olmuştur. Ne var ki, bütün bu tartışmalar ve tarihsel yüzleşme, AKP Hükümeti tarafından bugün sorunun demokratik çözümünün bir adımı olarak ele alınmadı, yalnızca CHP’yle hesaplaşmayı esas alan ajitatif bir yaklaşım sergilendi. Oysa ki, Dersim’den bugünkü Tunceli’ye gelene kadarki bütün bir tarih, 80 yıllık egemen zihniyetin statükocu yaklaşımın bir panoramasıdır adeta. Kıyımlar, katliamlar, asimilasyon, sürgün, yola getirme politikaları ve yarattığı sonuçlar bugün de etkisini sürdürmekte, varlığını devam ettirmektedir.

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E DERSİM’İN KISA TARİHİ

Osmanlı döneminde, Dersim, gerek coğrafi, gerekse de aşiret yapısından kaynaklanan doğal bir özerk yapıya sahipti (yurtluk ve ocaklık biçiminde). Yavuz Sultan Selim’in İran (Çaldıran Savaşları) üzerine yaptığı seferde, yol boylarında, özellikle Alevilere yönelik katliamlarında, Dersim’i de (daha çok batı Dersim’i) içine alan katliamları olmuş, ancak Dersim, bu vahşi saldırılara rağmen özerkliğini korumuştu.1847 yılında, Dersim’in Vilayet yapılmasına karar verilinceye kadar, bu durum böyle devam etmiştir. 1856 yılında çıkarılan toprak ıslah kanunu ile Osmanlı, ilk defa Dersim’e yönelmeye başlamıştır. Şu an kabul edilen rakamlara göre, 1840’lı yıllardan 1937’e kadar, Dersim’e, toplam 108 irili ufaklı askeri sefer (şimdiki adıyla operasyon) düzenlenmiş, ancak bu operasyonlarla bütünlüklü bir “başarı” sağlanamamıştır. “Dersim’e sefer olur, zafer olmaz” sözünün de buradan geldiği söylenir.

Gerek Osmanlı, gerekse de Cumhuriyet dönemi seferlerinin belli başlı amaçları nelerdir diye baktığımızda; Dersim’i merkezi otoriteye bağlamak, onlardan vergi ve asker almak, kızılbaş/aleviliği ortadan kaldırmak ya da Sünni İslam’a kazanmak amaçları sayılabilir. Ancak Cumhuriyet döneminde, bu amaçlara, ayrıca Dersim’i Türkleştirmek ve asimile etmek de eklenmiştir.

1905 yılına gelinceye kadar, Osmanlı, Dersim’e irili ufaklı birçok sefer düzenlenmiştir. Ancak bu seferler başarısız olunca, Abdülhamit ve ondan sonraki dönemde, Osmanlı, Hamidiye alaylarını Dersim üzerine sürmüştür. Osmanlı’nın, etnik unsurları sürekli çatıştırarak egemenliğini sürdürme anlayışı, burada da kendini bir kere daha göstermiştir. Bu dönemdeki çatışmalarda binlerce insan ölmüş, binlercesi sürgünle karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı, o dönem, Dersimi zapt edemeyeceğini anlayınca, Dersim aşiretleriyle pazarlığa oturmuş ve Rus ordusuna karşı mücadele etmek karşılığında vergilerinin hafifletileceği ve Dersim’e dokunulmayacağı gibi sözler verilmiştir. Seyit Rıza ve arkadaşları, Rus ordusuna karşı, zaman zaman savaşarak ve zaman zaman uzlaşarak mücadele etmiştir. O dönem, Bab-ı âli gazeteleri, Seyit Rıza’ya ‘Dersim Generali’ lakabını vererek, ondan övgüyle söz etmişlerdir. Seyit Rıza ve arkadaşlarının esir aldıkları ve öldürdükleri Rus askerlerinin silahlarını almalarını kahramanlık olarak alkışlayan aynı gazeteler, Seyit Rıza’lar bu silahları nefsi müdafaa için 1937 yılında kullandıklarında ise, onları Ruslardan yardım almakla suçlamışlardır.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, 1920 yılında, Meclis’ten, adına “nasihat heyeti” denen 11 milletvekilinden oluşan bir heyet, Dersime gelip ileri gelenlerle görüşmeler yapmıştır. (Bu görüşmeler, “müzakere etmediler’’ diyen CHP’li Onur Öymen’in tarih çarpıtıcılığına bir örnektir.) Bu görüşmelerin ardından, görüşme heyeti, Dersimlilerin talebi olan özerklik talebini TBMM’ye iletmiştir. 1921 Anayasası’nın; kurucu bir anayasa olarak, görece demokratik yanlarının olduğu bu dönemde, Dersim ve Kürdistan’ın başka bölgelerine özerklik verilmesi ciddi bir biçimde tartışılmıştır. Ancak Koçgiri İsyanı’nın kanlı biçimde bastırılmasının ardından, Dersimlilerin özerklik istemleri de reddedilmiş ve meselenin çözümüne ilişkin yöntem olarak, kan ve savaş benimsenmiştir. 1923’ten itibaren de, Dersim katliamı adım adım örgütlenmiştir.

Dersim vilayetini yeni yöntemle yapılandıracağız… Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün tasavvurlar gizlidir.”– İsmet İnönü, Mustafa Kemal’e sunduğu meşhur “Kürt raporu”nda aynen böyle yazmaktaydı. Mustafa Kemal ise, TBMM’de, “Ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasının engellenmesinin düşünülmesine yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle mutluyum. (bravo sesleri, alkışlar) Tunceli’nde yapılan uygulamaların sonuçları bu gerçeğin belirtileri olacaktır.” şeklinde konuşmuştur. Mustafa Kemal’in mecliste anlattığı şudur: “İşlerimizin en önemlisi Dersim meselesidir. Bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.” (Millet Meclisi Tutanak Dergisi d. v, c. 20 s.18)

Dolayısıyla Dersim Katliamı adım adım ve planlı biçimde başlamıştı.

Kürdistan tarihinde, isyan denebilecek asıl olarak üç girişim vardır; bunlar Koçgiri İsyanı, Ağrı İsyanı ve Şeyh Said İsyanı’dır. Bütün bu isyanlar, dönemin koşullarından dolayı ayrı zamanda ve çoğunlukla da birbirinden önemli ölçüde ayrı gerçekleşmiş ve en az Onur Öymen’i tatmin edecek kadar kan dökülerek, analar, babalar ağlatılarak bastırılmıştır. Bunların dışında kalan ve “Kürt isyanları” olarak tarif edilen olaylar, daha çok, yapılan saldırılar karşısında nefs-i müdafaa durumundadırlar.

DERSİM: İSYAN MI? KATLİAM MI?

Dersim’e dair tartışmalar gündeme geldiğinde, kimi aydın yazar takımı, “Bu tartışmayı, daha doğrusu bu yarayı kaşıyıp yeniden kanatmanın anlamı yoktur, on yıllarca önce yaşanıp bitmiştir, nitekim Genç Cumhuriyet’e karşı bir isyan vardı ve Devlet onu bastırmalıydı” ve yine “Dersim aşiret ağalarının, din bezirgânlarının egemenliği altındaydı ve feodalizmle uygarlaşma çarpışmıştır. Bu da maalesef kanlı olmuştur” türü görüşler ileri sürmüşlerdir. Örneğin, Hürriyet gazetesinin apoletli köşe yazarı ve yeminli bir Kürt düşmanı olan Özdemir İnce, geçen yıl ( 25.05.2009) köşesinden, daha Dersim tartışmaları bu kadar alevlenmemişken, şöyle diyordu: “Bilindiği gibi Tanzimat’tan önce bütün doğu illeri derebeylik yöntemiyle idare edilmekteydi. Yönetim, derebeylerin ve aşiret reislerinin elinde idi. Tanzimat ile Kürt bey ve mirlerine tanınan ayrıcalık kaldırılmış ve bölge merkezi yönetime bağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde hızlanan Kürt isyanlarının en önemli nedenlerinden biridir bu.

Dersim bölgesi Cumhuriyet döneminde de vergi vermiyor, askere gitmiyor ve çevre il ve ilçeleri talan etmeye ve soygunlara devam ediyordu.

1937 isyanı da bu nedenlerle çıkmıştı. Cumhuriyet, devrimlerine karşı direnen bir bölgeye müdahale etmeyip ne yapacaktı? Toprak reformu yaparak, köy enstitülerini kurarak yaranın kökenine gidilmek istendi. Ama bu kez aynı ağalar ve feodaller, TBMM’de bu girişimlere engel oldular.

Herhalde CHP’li Onur Öymen de İnce’den feyiz ve cesaret almış olmalı!

Öncelikle Dersim’in ’38’in, bir “isyan” değil, katliam olduğunu bizzat Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı söylemek zorunda kaldı. Aradan geçen 72 yıl sonra olsa da. Ancak yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, o dönemin kimi tarihi belgelerine baktığımızda, Dersim katliamının, 1923 ten başlanarak planlandığını görmek mümkündür. Devlet, 1926’dan 1935’e kadar, İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, bölge valilikleri ve özel yetkili müfettişlerce toplam 9 rapor hazırlatmıştır.* Bütün bu raporların özü, dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Mustafa Kemal’e sunduğu 1930 tarihli raporun şu kısmında yatmaktadır: “Reislerin, bey ve ağaların, seyitlerin bir daha gelmemek üzere batı Anadolu’ya nakli, sonra halkın en şerrir olanlarının Dersim’den uzak ovalara sevk ve öz Türk köyleri içersine dağıtılmaları… gereken yerlere blok havuzların yapılması**… Yüksek memurlara adeta koloni idarelerindeki yetkilerin verilmesi… Türklüğün telkini… Dersimli okşanmakla kazanılmaz, silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim önce koloni gibi ele alınmalı. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve yavaş yavaş öz Türk hukuku uygulanmalıdır.[1]

Yapılmak istenen açıktır ve 1936 yılında adım adım uygulamaya geçirilmiştir.

Dersimlilerin uçurumlardan atıldığı, mağaralarda zehirli gazlarla bombalandığı, kadın-çocuk-yaşlı tanımayan ayrımsız bir şiddet ve vahşetin uygulandığı, kundaktaki bebeklerin bile süngülendiği, derelerin cesetlerle dolup taştığı, kanın günlerce Munzur, Harçik olup aktığı, idam etmek için yaşlıların yaşlarının küçültüldüğü, çocukların yaşının büyütüldüğü, cesetlerin bile yakılarak yok edilemediği, idam edilen Seyit Rıza gibi liderlerin mezar yerlerinin bile saklandığı korkunç bir KATLİAMDIR Dersim.

Katliam neticesinde, resmi devlet kaynaklarına göre, 12-13 bin civarında insan öldürülmüş, 12 bin insan ise göç ve sürgüne uğratılmıştır. Ancak resmi rakamlar, katliamı mümkün olan en alt seviyede göstermeye yöneliktir; gerçekte ise, 30 ile 40 bin arası insan ölmüştür. CHP Grup Başkan Vekili Tuncelili Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 1987 yılında, Bursa’da, evinde Röportaj yaptığı dönemin emniyet amiri İhsan Sabri Çağlayangil, Dersim Katliamı’nı şöyle özetlemiştir: “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı, Mağaraların kapısının içinden… Bunları, fare gibi zehirledi. Ve 7’den 70’e Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu.[2]

Barbarlığa uygarlık götürme” (ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal gerekçesine çok benziyor) mevzuuna gelince…

Öncelikle, Dersim halkının, binlerce yıldır kendi coğrafyası, kendi doğal yaşamı içersinde zaten bir uygarlığı vardı ve bu, başlıca, son derece hümanist alevi/kızılbaş uygarlığıydı. Dili de Kürtçe ve Zazacaydı. Ancak, Osmanlı’dan geriye kalan topraklarda bir ulus devlet yaratma tutkusu bir “İttihat ve Terakki” ülküsüydü ve “tek devlet, tek millet, tek din, tek dil” biçiminde özetlenen bu ülkü, bütün farklılıkları tırpanlayan bir tek-ulusçu projeydi. Bugün CHP’nin Meclis’te dillendirdiği anlayış da, bu kanlı ‘uygarlık’ yolundan giden anlayıştan başkası değildir. Ayrıca yalnızca Dersim Katliamı’nda değil, Ağrı İsyanı’nın nihai olarak bastırılabildiği 1930’da, 15 bin kişinin katledilip Zilan Deresinin cesetlerle doldurulduğu günlerde de, sonranın “Milli Şef”i CHP’li İsmet İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.[3] Tesadüf olmasa gerek, yine aynı günlerde dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt (ki halen de bütün adliye saraylarında ve Adalet Bakanlığı’nda meşhur vecizleri asılıdır) da şu meşhur sözleri etmiştir:

Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler![4]

Buraya son bir ekleme yapalım… Dersim’e o dönem “ağaların, şıhların, din bezirganlarının saltanatını yıkarak uygarlığı götürme” iddiasında olanlar, öncesi bir yana, son 25-30 yılda Kürt illerinde yükselen ulusal hareketin karşısına, yine aşiret ağalarını, aşiretler ve ağalar üzerinden kurulmuş bir sistem olan koruculuğu, şıhları (Hizbikontraları- Kontgerillanın tetikçileri Hizbullah örgütü), uyuşturucu ve kaçakçılık baronlarını çıkarmadılar mı? Bunlar da “bölgenin muasırlaştırması (çağdaşlaştırılması)”, “bayındır hale getirilmesi” için yapıldı herhalde!

DERSİM KATLİAMI IŞIĞINDA GÜNCEL BİR HESAP

Son tartışmalar, egemen sınıfların tarihsel ayrım noktalarını da Dersim üzerinden bir kez daha gösterdi.

AKP ve onun sözcüleri, Dersim Katliamı’nı Meclis kürsülerinden anlatır ve “Bu katliam Osmanlı’yı tasfiye eden İttihatçı, Cumhuriyetçi güruhun eseridir” demeye getirirken, daha çok katliamın bütün kefaretini “solcu” Kemalistlere yıkmaya çalışmaktadır. Bunlar, katliamın sorumluluğuyla ilgili olarak, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Kaya gibi CHP’lileri işaret ederlerken; Celal Bayar, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir’i ‘günahsız’ göstermeye çalışmaktadır. AKP’liler, daha da ileri giderek, “Fevzi Çakmak yetişmeseydi katliam daha büyük olurdu” diyerek, AKP’nin fikri dayanaklarının tarihi temellerini aklamaya, güç toplamaya çalışmaktadır. Öte yandan, Tunceli’de on yıllardır birinci parti olarak kalan CHP ise, 70 yıl “O tarihte Mustafa Kemal ölüm döşeğindeydi, Celal Bayar Başbakanlık yapmaktaydı. Dolayısıyla bu katliamın emrini Mustafa Kemal ve arkadaşları vermemiş, tam tersine, Mustafa Kemal, Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamdan kurtarmaya gelmiş, ancak yetişememiştir” propagandasını yapmıştır. Dersim bölgesinde CHP’nin geçmiş yıllarda güçlü olmasının nedenlerinden biri de, bu propagandanın tutmuş olmasıdır. Aslında ise, Dersim katliamında ulusalcı güçlerin sorumluluğu ne kadar ise, Osmanlıcı, İslamcı güçlerin sorumluluğu ve suçu da o kadardır. Bunu görmek için, yalnızca 1926’dan 1937’e kadar yazılan raporlar ve sahiplerine bakmak bile yeterlidir. İsmet Paşa’nın “Şark Raporu”, Mareşal Fevzi Çakmak’ın “Dersim Değerlendirme Raporu” ve daha diğerleri ortadadır. Bütün propagandif kişiselleştirme çabalarının ötesinde, Dersim Katliamı ve diğer Kürt katliamlarının tamamı bir devlet politikası doğrultusunda gerçekleştirilmiştir ve bu politika bugün de birçok yönüyle işlemektedir. “Kürt açılımı”, “Alevi açılımı” , “Roman Açılımı” vb., bu devlet politikasının, tıkandığı yerden, farklı araçlarla sürdürülmek istenmesinin bir sonucu olarak gündeme getirilmiş politikalardır. Şu günlerde AKP ve CHP arasında devam eden ‘kavga’, bir yanıyla yeni Osmanlıcı–Ilımlı İslamcı güçlerle, ‘Laikçiler’, Cumhuriyetçiler kapışmasıdır. Ancak son noktada emperyalizme ve burjuvaziye daha iyi hizmet etme yarışı olan bu kavgadan, tarih de göstermiştir ki, her dönem Alevilere, Kürtlere ve ezilenlere daha fazla kan, gözyaşı ve yoksulluktan başka bir şey ürememiştir.

KIZILBAŞ ALEVİ VE KÜRT KİMLİĞİ TARTIŞMASI

Dersim katliamı sorunu gerçekte egemen güçlerin Kürt sorununa tarih boyunca yaklaşım biçimi olmakla beraber, bazı anlayışlar, Dersim Katliamı’nı, diğer bütün Kürt katliamları ve isyanlarından özellikle ayırmaya ve Kızılbaş Alevi kimliğinin bu katliamın tek ve gerçek nedeni olduğunu söyleyerek, Dersim Katliamı’nı, Kürtlere yönelik asimilasyon, inkâr ve imha politikalarından bağımsız değerlendirmeye çalışmaktadırlar.

Doğrudur, Dersim nüfusunun bütünü Alevidir. İnanç ve kültürleri bakımından da, birçok farklılıkları vardır. Ne var ki, bu farklılıklar, tek başına farklı bir ulus oluşturamaz. Zazacanın Kürtçenin bir lehçesi mi, ayrı bir dil mi olduğu tartışmaları bir yana, Zazaca konuşulmasından hareketle, Dersimlilerin yaşadıkları bölgeleri ‘Zazaistan veya ‘Alevistan’ olarak ifade eden bu çevreler, kaba köylü tipi bir yörecilik ve bölgecilik yapmaktadır. Bu temelde, özellikle Zazacılık ve Kızılbaş Aleviliği birleştirmenin ve buradan hareketle Dersimlilerin Kürt olmadığına bir tarihsel dayanak oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Cumhuriyet döneminde, egemenler, Koçgiri’yi vurduktan sonra; Sünni Kürt aşiretlerin Koçgiri’ye destek vermemesini ve şeyh Said hareketindeki kimi dinsel yönleri kullanarak, Dersimlilerin 1925 hareketiyle birleşmesini önlemişlerdi. Hareket bastırıldıktan sonra ise, dönemin Dersim Mebusu Diyap Ağa ve Mıço Ağa gibilerinden 1925 Şeyh Said İsyanı aleyhtarı demeçler alınıyordu.

O dönemler, yaşandığı düşünülen, bugün bile sıkça anlatılan bir hikâye vardır. Bu hikaye şöyledir: “Şeyh Said, adamlarını bir heyet olarak Dersimlilerle görüşmek için Dersim’e gönderir. Dersimliler o heyete kurban keserler, ancak heyettekiler, ‘biz Alevilerin kestiği kurbanı yemeyiz’ diyerek kurbanı yemezler. Bu durum, Seyit Rıza ve arkadaşlarının 1925 İsyanı’na soğuk durmalarına sebep olur.” Bu hikâyenin ne zaman kimin tarafından uydurulduğu belli değildir. Ancak belli olan, bu hikâyedeki Kürtleri bölmeye yönelik amaçtır ve bu amaç, bugün de farklı biçimlerde kullanılmaya çalışılmaktadır.

Dersim’i, diğer Kürt topluluklarından yalıtma ve zamanı geldiğinde dersini vererek tasfiye etme, bu gizli politikanın temelini oluşturuyor. Nitekim, diğer hareketler bastırıldıktan kısa süre sonra, sıra Dersim’e gelmiş ve 1926’da Ankara’ya çağrılan ve şaşalı törenlerle ağırlanan aşiret reislerinin hemen tamamı, 1937-38 katliamlarında katledilmişlerdir.

Ankara’ya gelen heyetin TBMM’ye sunduğu talepler listesinde ve sonradan Dersim’e gönderilen “nasihat heyeti”ne ilettikleri şartlardaysa, Dersim bölgesi, Kürdistan’ın parçası ve burada yaşayanlar da Kürt olarak ifade edilmiştir.

SONUÇ

Özetlemek gerekirse, devletin Dersim politikası, kimi özgün yanları bulunmakla birlikte, Kürt sorununda uygulanan inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının bir parçası olarak şekillenmiştir. Dersim katliamının dünü ve bugünü ile doğru anlaşılması, Kürt sorununun demokratik çözümü ve halkların-inançların eşitliğini esas alan bir demokrasi mücadelesi bakımından güncelliğini ve önemini korumaktadır.

Öte yandan, Dersim topraklarının her santimetre karesinde yaşanan vahşet onlarca kitaba sığmayacak boyuttadır. Bu katliamın sonrasında yaşanan sürgün ve sonrası asimilasyon politikaları da ayrı bir katliam olarak değerlendirilmelidir. Nitekim zamanın subaylarının, birbirinden ayırarak, sözüm ona evlatlık aldıkları, ailesinin bütün fertleri öldürülmüş çok küçük yaştaki kardeşlerin, bugünlerde bile birbirini bulma çabaları sürmektedir. Yani yaşanan katliamın izleri, aradan 72 yıl geçmesine rağmen, halen acılarıyla birlikte canlıdır ve sıcaklığını korumaktadır.

AKP, tartışmaların yaşandığı günlerde, sıkça Başbakan’ın ağzından “Dersim Katliamı” söylemine sarılarak, oy avcılığına oynamıştır. Bu vesile ile Alevilere kendini adres olarak gösterme gayretine girmiştir. Ancak bu beyhude bir çabadır. Zira söylemde (Dersim Katliamı) doğru olarak ifade ettiğiniz söylemin altını doldurmalısınız. Bu bakımdan, Dersim Katliamı öncesi alınan tüm kararlara dair Meclis tutanakları başta olmak üzere, katliam ve sonrasına ait tüm arşivler açılmalı ve gereği yapılmalıdır. Başta Seyit Rıza olmak üzere, birlikte asılarak nereye gömüldükleri bilinmeyen Dersimlilerin mezar yerleri açıklanmalıdır. “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkındaki 2884 nolu Kanun”, 25 Aralık 1935 yılında, Mustafa Kemal’in onayıyla yürürlüğe girmişti. Tunceli adının kökeni, 1935 Tarihli ‘Tunçeli’ operasyonun adıdır ve o operasyonun adı, bugün hâlâ ilin resmi adı olmayı sürdürmektedir. Dersim ismi ise, halk içinde varlığını sürdürmekte, tarihine ve kültürüne sahip çıkmanın sembolü olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla bugün Dersim isminin geri iadesi, bu mücadelenin önemli bir kazanımı olacaktır.


* Faik Bulut’un Evrensel Basım yayın’dan çıkan “Dersim Raporları” adlı kitabında bu raporlar bütün ayrıntılarıyla yayınlanmıştır.

** Bu öneri, bugün Munzur nehri üzerine barajlar inşa etmede ısrarın devletin yaklaşımındaki tarihsel derinliği göstermesi bakımından anlamlıdır.

[1] Erdoğan Aydın, Tiroj Dergisi, sayı 42, sf. 46

 

[2] Faik Bulut, Evrensel Basım Yayın, Dersim Raporları, sf. 28

[3] Milliyet, 31 Ağustos 1930

[4] Milliyet gazetesi,19 Eylül 1930

 

 

kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi koparmak olanaklı mı?

 

Kapitalizm kavramı günümüz dünyasında olup bitenleri açıklayabilmekte yeterli bir kavram mı, yoksa emperyalizm kavramına da ihtiyaç duyuluyor mu? Bu soru rastgele ortaya atılmış bir soru değil. Günümüzde bazı çevrelerin emperyalizm kavramının kullanılmasına gerek olmadığına ilişkin bir düşünceyi savundukları görülüyor. Bu düşünce kuşkusuz yeni değil. Küreselleşme tartışmaları ile birlikte öne çıkmaya başladı ve küreselleşmeye ve kapitalizme ilişkin yaptığı tahlillerde, bu iki kavramın günümüz ilişkilerini açıklamaya yeterli olduğundan yola çıkıyor. Ama günümüz kapitalizminin –tekelci kapitalizm– ilişkilerini, eğilimlerini açıklamak ve yorumlamak, emperyalizm kavramını kullanmadan, yazının ilerleyen bölümlerinde irdelemeye çalıştığımız gibi olanaklı değildir. Buna karşın, emperyalizmi açıklamak da, kapitalizm olmadan, onun gelişme derecesi anlaşılmadan ve hesaba katılmadan kuşkusuz olanaksızdır.

Yazının başlangıcında çok genel olarak ifade edecek olursak, emperyalizmin geride kaldığı, tekelci kapitalizmin günümüzde olanaklı olmadığı, küreselleşen kapitalizm kavramının günümüz dünyasının tüm ilişkilerini aydınlattığı gibi düşünceler, kapitalizmin reformcu, küçük-burjuva bir cepheden yorumlanması temelinde ortaya çıkıyorlar. Birikim Dergisi’nin Ağustos-Eylül 244-245’ci sayılarında Kerem Ünüvar’ın Çağlar Keyder ile yaptığı bir söyleşi yer alıyor. Bu söyleşide Keyder’in ileri sürdüğü düşünceler, emperyalizm kavramına yöneltilen eleştirilerin derli toplu bir özetini veriyor. Bu nedenle, bu düşüncelere –Birikim yazarının da büyük oranda katıldığı– yakından bakmakta yarar bulunuyor.

Yarar bulunuyor, çünkü Keyder’le söyleşi, kapitalist-emperyalist sistemin genel bir ekonomik krizin içine yuvarlandığı koşullarda yapılmıştır. Kriz, kapitalizmin temel ilişkilerini, bu ilişkilerin günümüz toplumunu nasıl sarıp sarmaladığını, dev tekellerin çıkarları için devletlerin ne tür önlemler aldıklarını açıkça –üstlenilen “yükümlülükler” dışta tutulmak üzere, ABD’de 15 ve dünya genelinde 25 trilyon dolar civarında bir para dev tekellerin kurtarılmasına harcandı– ortaya yere getirdi. Kapitalizm, tekel ve emperyalizm arasındaki kopmaz bağ bir kez daha görüldü. Bütün bu bağlantılar şunun için de önemli, yazının ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi, Keyder yalnızca emperyalizm kavramına karşı çıkmıyor, tekelci kapitalizm kavramına da karşı çıkıyor. Böylelikle günümüz kapitalist toplumunu, devletlerin ekonomik, politik ve askeri ilişkilerini açıklayan, bunlara temel olan ve yön veren ana ilişkiler de ortadan kaldırılmış oluyor.

Şimdi bu söyleşiye biraz yakından bakalım.

Keyder’e bu söyleşide yöneltilen ilk soru şu: “Sizin için emperyalizm kavramı bugün yaşanmakta olan iktisadi süreçleri açıklamak için yeterli bir kavram mıdır? Mesela, içeriği, yaşanılan iktisadi dönüşümleri ya da krizleri analiz etmek için kafi midir?” Keyder bu soruya şu yanıtı veriyor: “Hayır, yeterli bir kavram değil. Emperyalizm kavramının daha çok tarihsel bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Eskisi kadar eleştiri olmadan kullanmaya imkan olmamasına rağmen, ‘küreselleşme’ bir gerçeklik ifade ediyor ve bu kelime kapitalizmin eskiye nazaran çok daha yaygınlaştığını, derinleştiğini, yerleştiğini anlatıyor. Eğer böyleyse emperyalizm kavramını kullanan analizlerin fazla anlamı olmadığını söylemek gerekiyor; çünkü gerçekten küresel bir kapitalizmden söz ediyorsak, sonuçta kapitalizm kavramı bize yeterli bir analitik araç veriyor.”

Keyder’e göre emperyalizm “empire”la, “imparatorlukla” ilişkili bir kavram ve imparatorluğun özelliği ise, farklı toplumsal formasyonları –kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim biçimleri kastediliyor– bir arada bulundurmasıdır. Dolayısıyla, burada emperyalizmden söz edilebilir, çünkü emperyalist devletin şiddeti söz konusudur. Burada, emperyalist devletin koyduğu kurallar, zorlamalar vardır. Bu devlet zoru veya askeri şiddet, kapitalist olan birim ile, kapitalizme henüz geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir ilişkidir. Ama her yerde kapitalizm hakimse, “emperyalizm” lafına ihtiyaç kalmıyor. Keyder’e göre, kapitalizmin içinde sömürünün, eşitsizliğin ne olduğunu anlatmak kolay, o halde niye emperyalizm diye bir formüle başvuralım? Küreselleşme ile beraber, yani Negri’nin “empire” diye nitelediği olay çerçevesinde, kapitalizmin, içerdiği bütün kavramlarla beraber, bütün dünyaya hakim olması söz konusu. Demek ki, “emperyalizm” lafı da çok ilginç değil artık.

Keyder, kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkinin doğrudan olmadığını düşünüyor. Bu konuda Marksistlerden çok Schumpeter’e yakın düşündüğünü ifade ediyor. “Emperyalizmi, ekonomik belirlemeden anladığımız ya da kapitalizmin gereklerinden çıkardığımız dinamikten daha farklı bir dinamik belirliyor. Bu ‘dinamik’i tanımlamak gerekirse, isterseniz siyasi kerte deyin, isterseniz Schumpeter’in tanımladığı gibi burjuva gibi düşünmeyen devlet yöneticileri deyin. Her halükarda, ekonomide olup bitenle, siyasette olan birbirinden nispeten bağımsız, ama bir sarmal içinde olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bu sarmalın unsurları birbirlerinden bağımsız hareket edebiliyorlar. “Yani sırf kapitalistlere kalsa yahut da kapitalist dinamiğin mantığına kalsa, emperyalist hakimiyet diye bir şeye gerek yok aslında.” Ama kapitalist sınıf çok heterojen, içinde tüccar, yatırımcı, kapkaççı vb. var. Bazılarının işine gelen proje, siyasetçilerin ve devlet adamlarının da işine geldiğinde, “kapitalist gelişmeyi yavaşlatan emperyalist bir proje ortaya çıkabiliyor….Ama kapitalist sınıfın bütünü açısından, yahut ekonominin genel mantığı açısından….emperyalizm olayları aslında kapitalist gelişme açısından hiç rasyonel değil. O yüzden emperyalizm olayını kapitalist mantık üzerinden çıkarmak kolay değil.

Keyder’in yaklaşımın tam anlaşılması için bu alıntıları zorunlu olarak uzatıyoruz. Bu bölümde şunları da aktarmadan geçmemek gerekiyor. “Tabii ki kapitalistler 1838 Antlaşması, yani yeni bir yapılandırmaya yol açan türde şeyler isterler, ama bu demek değildir ki, kapitalistler illa imparatorluğu sürdürüp, devamlı bir ırkçılık, devamlı bir oryantalizm, devamlı bir aşağıda bırakma ve böylece kapitalist dinamiği törpülemek niyetinde olsunlar. Bu açıdan Bill Warren’ın 1970’lerde Imperialism: Pioner of Capitalism’de söylediği çok doğrudur; yani emperyalizm kapitalizmi önleyen bariyerleri yıktıktan sonra kapitalizm emperyalizmi yok edecektir. Kapitalizm kök salmaya başlayınca emperyalizm ortadan kalkar; çünkü kapitalizm aslında dönüştürmek ister, kendine göre sömürmek ister, kendine göre yatırım yapmak ister. İmparatorluğun getirdiği farklılaşmanın sürmesini istemez. Niye istesin? Karşısında ücretli emek olmaya hazır bir ve özgür bir grup istiyor, yatırım olanağı istiyor. Ama kapitalizm kendi eşitsizlikleriyle beraber gelecektir.

Şimdilik bu kadar alıntı yeterlidir. Konunun farklı yanları gündeme geldiğinde zorunlu olarak ilgili alıntıları yapmak durumundayız. Ama öncelikle bu söylenilenlerin üzerinde biraz durmak gerekiyor. Dikkatle okunduğunda görülecektir ki, Keyder, emperyalizmi hem geride kalmış bir olay, hem de özellikle devlet ve hükümetlerin, bazı burjuva grupların geri ilişkilerden kurtulamamaları nedeniyle yöneldikleri ve “tercih ettikleri” bir politika olarak ele almaktadır. Ona göre, zaten emperyalizm olayını kapitalist mantık üzerinden çıkarmak kolay değildir!

Ama kapitalizmin gelişmesi, bize tam tersi bir gerçeği kanıtlar. Küçük meta üretimi üzerinde boy veren kapitalizm, küçük üreticiyi mülksüzleştirerek, onu üretim araçlarından yoksun bırakarak gelişir, egemen olur. Kapitalist gelişme, sermayenin ve üretim araçlarının merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını zorunlu olarak beraberinde getirir. Keyder emperyalizmi şiddet kullanmakla eleştirse de, kapitalizmin gelişme süreci hiç de barışçıl değildir. Mülksüzleştirme ve işçileştirme salt ekonomik zorla olmaz. Bunun yanına siyasi zorda eklenir. Burjuva devrimlerinden ve onların rolünden de hiç bahsetmiyoruz!

Kapitalist üretimin sürekli olarak sermayenin ve üretim araçlarının yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine doğru yol alması, kapitalizmi bir üst düzeye doğru sıçratır. Bu yoğunlaşma ve merkezileşme sonucu serbest rekabetçi kapitalizm giderek geride kalır, tekelci kapitalizm dönemine adım atılır. Emperyalizm, bu nedenle, kapitalizmin temel özelliklerinin gelişmesi ve onun doğrudan devamı olarak ortaya çıkar. Arada bir kopukluk olması şöyle dursun, bir süreklilik ve devamlılık söz konusudur. 1900’lerin başı tekellerin ve emperyalizmin egemenliğinin başladığı yıllar olarak anılır.

Yani emperyalizm, doğrudan doğruya “kapitalist mantık” üzerinden, kapitalist gelişmenin kat ettiği yol üzerinden açıklanabilir. Emperyalizme yol açan şey, kapitalist gelişmedir. Emperyalizm, ancak gelişkin bir kapitalizm –tekelci kapitalizm– temelinde ve onun üzerinde var olabilir. Bu olgu, sadece geçmişte kalmış, tarih olmuş bir olgu değildir. Günümüzün temel ilişkileri de bu gerçek tarafından belirlenmektedir. Bugün büyük kapitalist devletlerin politikalarını, kendi kapitalistlerinin çıkarlarının dışında açıklamak olanaklı değildir. Çünkü bu devletler doğrudan tekeci kapitalistlerin çıkarlarını savunan ve koruyan üst yapılardır. Farklı ülkelerin tekelci kapitalist gruplar arasındaki sert rekabet ve mücadele, doğrudan doğruya devletlerin bu rekabet içerisinde yer almasını, kendi gruplarının çıkarlarını savunmasını beraberinde getirir.

Burada bazı örneklere değinmekte yarar var. ABD emperyalizmi Irak’ı işgal ettiğinde, bu emperyalist politikanın uzantısı ve doğal sonucu, başta ABD olmak üzere, İngiliz vb. petrol tekellerinin, inşaat işleri ile ilgili tekellerin vb. işin içine girmesi, bu kaynakların işletme hakkını ellerine almaları, bu konuda Irak içinde de tekel konumuna gelmeleridir. Bunların üzerine silah tekellerini, inşaat tekellerini vb. de eklemek gerekiyor. Bu emperyalist bir politikadır. Ama bu emperyalist politika, doğrudan doğruya ABD tekelci kapitalizminin çıkarları üzerinde yükselmektedir ve ABD hükümeti’nin bu temeli inkar ederek, farklı bir politikayı “tercih etmesi” olanaklı değildir. Ama bu emperyalist politikada bugün silahlı müdahalenin öne çıkması, yarın “barışçıl” biçimlerin öne çıkması sorunun özünü değiştirmez. Yani emperyalist yayılma için illaki silahlı müdahale ve işgal gerekmez. Sorunun özü emperyalizmde, onun sürekli olarak yayılma ve egemenlik kurma eğiliminde düğümlenmektedir. Kesin hesaplaşmalar ise, ancak güçle, silahların gücüyle yapılabilir.

Şu elbette doğrudur; emperyalist politik müdahaleler, müdahalenin yapıldığı ülkede kapitalist ilişkileri belirli oranda geliştirir. Ama buradan yola çıkarak, bu kapitalist gelişmenin emperyalizmi ihtiyaç olmaktan çıkaracağını ileri sürmek saçma sapan bir düşüncedir. Aksine olan, emperyalist askeri müdahale, ya da sermaye ihracı, meta ihracı gibi “barışçıl” yöntemlerle yapılan müdahalelerin, söz konusu ülke ya da bölgede emperyalist bağımlılık ilişkilerini geliştirmesi, bu ilişkilerin söz konusu ülkenin tüm derinliklerine doğru ilerlemesidir. Tarımın tasfiyesi, özelleştirmeler, içinden çıkılamayacak borç sarmalı, emperyalist ülkenin üretiminin ihtiyaçlarına göre şekillenen bir kapitalist üretim yapısı vb. gibi sonuçlar ortaya çıkar. Bu da yetmez, emperyalist soygun için IMF, DB gibi özel kurumlar örgütlenir. Yani sorun, kapitalistlerin ücretli emeği özgürce sömürmeleri ile sınırlı değildir. Genel bir bağımlılık ilişkisinin, bir ülkenin zenginliklerinin yağmalanması üzerine oturan bir sistemin kurulması söz konusudur.

Yani “gelişme” emperyalist ilişkinin ihtiyaç olmaktan çıkması yönünde değil, tam tersi yönde olmaktadır. Artan bağımlılık ilişkisi ve ülkelerin daha fazla soyulmasıdır, olan. Eğer Keyder’in iddia ettiği gibi, kapitalist gelişme bir süre sonra emperyalizmi gereksiz hale getirseydi, söz konusu ülkeler gelişmiş kapitalist ülkelere dönüşür, onlar açısından emperyalizme bağımlı ilişkiler bir “kalkınma modeli” hizmeti görürdü! Oysa olan, yağma ve talana sonsuz bir alanın açılmasıdır. Kuşkusuz bu tür ülkelerde kapitalizm gelişmekte, ama bu kapitalist gelişme, emperyalist bağımlılık ilişkilerini daha fazla derinleştirmektedir. Bu ülkelerin bazılarında görüldüğü gibi, eski makinelerle emek yoğun sanayilerin bu ülkelere dayatılması sonucu iş gücünün aşırı sömürülmesi, bunun üzerinden yüksek kârların vurulması, hemen hemen bağımlı ülkelerin ortak kaderi durumundadır. Bu sonuç; kapitalizmin, ama tekelci kapitalizmin “kendine göre sömürmek, yatırım yapmak” istemesinin, azami kârın peşinde koşmasının doğal sonucudur. Bugünün kapitalizmi, ortalama kâr değil, azami kâr peşindedir. Keyder, bugünün kapitalist-emperyalist sisteminden serbest kapitalist sisteme doğru geri bir adım atmakta, olguları küçük-burjuva reformist bir mantıkla yorumlamaya çalışmaktadır.

Olan bitenin özeti şudur; emperyalizm bağımlı ülkeye girmiş, –gelişmiş tekelci kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki ilişkileri dışta tutarak söylersek– belirli bir kapitalist gelişme sağlanmış, sağlanan bu kapitalist gelişme emperyalist bağımlılık ilişkilerini yaygınlaştırmış ve derinleştirmiştir. Bilinmektedir ki, dünya genelinde kapitalist üretim biçimi egemendir. Kapitalizm her yere kendi ilişkilerini ve kurallarını götürmektedir. Kapitalizm öncesi ilişkileri de kendisine bağlamakta, hizmete koşmakta, onları uzun vadede çözmektedir. Bunun sonucu olarak kapitalizm dünya genelinde gelişmekte ve kökleşmektedir. Üstelik bu durum “küreselleşmenin” ortaya çıkardığı bir gelişme de değildir. Haberleşme ve ulaşım sistemlerinin, bankacılığın gelişmesi, ülkeler ve bölgeler arasındaki ilişkileri geçmişe göre çok daha kolay hale getirmiştir. Burada sorun, kapitalizmin gelişip gelişmediği değil, girdiği, yerleştiği her yerde ne tür kapitalist ilişkileri geliştirdiğidir. Bu ilişkiler, emperyalizme bağımlılık ilişkileridir ve bağımlı ülke, pek çok bağla büyük bir emperyalist ülkeye ya da ülkelere bağlanmıştır. Bu tablonun bir yüzünde bağımlı ülkelerin sürekli artan dış borçları ve bu borçların faizleri bulunmaktadır.

ESKİ BİR TARTIŞMA

Ultra-emperyalizm, hatırlanacağı gibi, Kautsky tarafından ortaya atılan bir kavramdır. O, kendisinden önce Hobson’un ortaya attığı “inter-emperyalizm” terimini isim değişikliği ile tekrarlamıştır. Kautsky “…Acaba bugünkü emperyalist siyasetin yerini, ulusal mali-sermayeler arasındaki savaşımın yerine uluslararası düzeyde birleşmiş mali-sermayeyle dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist bir siyaset alamaz mı? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir bir şeydir. Bu, gerçekleşebilir mi? Bu soruyu yanıtlamamızı olanaklı kılacak yeterli öncüllere henüz sahip değiliz. (Lenin, Emperyalizm) demektedir. Lenin, Kautsky’i, kitlelerin dikkatini günün keskin çelişkilerinden uzaklaştırmakla, ağır sorunlarından saptırmakla, kitlelerde kapitalizm koşullarında sürekli bir barışın olabileceği umudunu yaygınlaştırmakla, yığınları aldatmaya çalışmakla suçlar. Lenin’e göre, bütün bunlar gerici avuntulardır. Zaten tarihsel gelişmeler ve olaylar da, Kautsky gibileri değil, Lenin’i doğrulamıştır ve doğrulamaya devam etmektedir.

Buna karşın, Keyder, Kautsky’nin “ultra-emperyalizm teorisi”nin “çok işlenmemiş olmasına rağmen” bugünkü durumu daha iyi anlattığı düşüncesindedir. “Siyasi mekanizma, kapitalist mekanizmayla nasıl ilişkilidir?”: Kautsyk’i haklı çıkarmak için Keyder’in ortaya attığı ve yanıtladığı soru bu. Siyasi mekanizmadan kasıt, devletler, politikacılar vb. Ama Keyder, bu soruyu ekonomi ile siyaset arasında birebir bir ilişki olmadığı vb. anlamında ortaya atmıyor. Keyder, “siyasi mekanizmaya” olağanüstü bir serbestlik hakkı tanıyor! Aşağıdaki alıntılar bu sorunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Keyder şunu demektedir: “Kautsky diyor ki, kapitalistler arasında illa çatışma çıkması gerekmez….Hakikaten de gerekmeyebilir.” Keyder bunu söyleyince, yukarıdaki tartışmayla ilgili olarak, 1. Dünya Savaşı’nın nedenini de açıklamak zorundadır. Keyder bunu şöyle yapıyor; “Bence Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkışını kapitalistlere bağlamak doğru değil,… Emperyalizm ve savaş konularının analizinde, ben siyasi mekanizmaya –devleti yönetenlerin feodal, aristokratik, kültürel kalıntılarına bağlıyor– büyük ölçüde bağımsızlık tanımak taraftarıyım, yani kapitalistler genelde çatışma istemez bence de, ama devletler isteyebilir.

Böylece Birinci Dünya Savaşı’nın nedeni ilkokul tarih kitaplarında ileri sürülen nedene indirgenmektedir. Bu, oldukça şaşırtıcı bir durumdur. Bir bilim adamı nasıl böyle bir konuma savrulabilir? Ama aslında bunda şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Keyder, günümüz kapitalizmini, kapitalizmin ulaştığı tekelcilikten, mali sermayeden ve bunların açık ve en ileri ifadesi olan emperyalizmden soyutladığında, varacağı ve vardığı yer burasıdır. Keyder, kapitalizmi, kapitalist ilişkileri salt fabrika, üretim, bu üretimin ihtiyaçları vb. açısından değerlendirmektedir. Bunlar kapitalist üretimin temelleridir ve bunların zorunlu olarak yol açtığı sonuçlar ve sorunlar göz ardı edilirse, şu sorular yanıtlanamaz: İkinci Dünya Savaşı neden çıkmıştır? Günümüzdeki işgallerin ve çatışmaların nedeni nedir? Bu sorulara yanıt yoktur ve olduğu yerde de yukarıdaki çocukça mantık devreye sokulmaktadır.

Keyder’in değerlendirmelerinde, kapitalist üst yapı, yani başta devlet mekanizması, ordu, bürokrasi vb. olmak üzere, kapitalizmin hizmetine koşulan hukuk, din, ideoloji, kültür vb. bütünüyle dışta tutulmuştur. Oysa bütün bu mekanizma, kapitalizmin sorunsuz işleyebilmesi için çalışmakta, kapitalist sistem, Keyder’in tanımlamaya çalıştığı gibi yöneticilerin keyfine göre değil, bütünlüklü bir yapı, onun ihtiyaçlarına yanıt veren bir sistem olarak hareket etmektedir. Bu anlaşılmadan, büyük kapitalist devletlerin –tekelci kapitalist, yani emperyalist– ham maddeler ve enerji kaynaklarına egemen olmak için verdiği mücadele, bağımlı ülkeleri sermaye ihracı, borçlandırma vb. yollarla haraca bağlama, kendi tekellerinin çıkarları için askeri müdahaleler, tehditler vb. gibi faaliyetleri anlaşılamaz, açıklanamaz. Daha da önemlisi, mevcut devlet mekanizmalarının, bürokrasinin, asker ve polis yığınının, kendi işçi ve emekçilerine karşı kapitalist düzeni korumak üzere üstlendikleri işlevler de izah edilemez.

Demek ki, Keyder’in kapitalizmi, “saf ekonomik” dürtülerle hareket eden, her türlü zorluğunun üstesinden barışçı yollarla gelen, eğer “siyasi sınıf, yönetici mekanizma” olmasaydı dünyayı barışa götürecek –hakkını yemeyelim, eşitsizlikler yaratabilirmiş!– hayali bir kapitalizmdir. Serbest rekabet döneminde bile olmayan bir kapitalizmdir bu! Serbestçe ve barışçıl bir biçimde, hiçbir engele takılmadan tüm dünyaya yayılacak, bu yolla tek amacı olan güzel sömürmeyi gerçekleştirecek, çatışmasız bir dünya yaratacaktır!

Bu tahlillerin diğer tamamlayıcısı da, günümüz kapitalizminin, tekelcilikten azade olduğu iddiasıdır. Tekelci kapitalizm kavramı da, Keyder tarafından, bugün için geçerli bir kavram olarak görülmez. Birikim yazarının “Tekelci kapitalizm lafı da ömrünü çoktan tamamlamış görünüyor “ tespitine, Keyder canı gönülden katılmaktadır. Peki, bu katılmanın gerekçesi nedir?

Keyder, “Dünyada herkesin ucuz işçi aradığı, herkesin farklı kaynak aradığı, herkesin yeni teknolojiyle farklı pazarlara girmeye çalıştığı, bu kadar hızlı dönüşümlerin olduğu bir dönemde tekelci kapitalizmin hiçbir anlamı yok.” tespitini yapmaktadır. “Tekelci kapitalizmin gerçek olması için koşul, ülkelerin kendi kapitalizmleriyle yaşamaları. O zaman tekelci kapitalizm olabilir; çünkü yapay olarak rekabeti durdurursunuz.” Bunlar bütünüyle anlamsızdır. Bir ülkede tekel konumunu kazanan bir grup ne yapacaktır? Gözünü zorunlu olarak uluslararası arenaya dikecektir. Farklı tekel grupları arasındaki sert rekabetin kanıtladığı da budur. Üstelik tekel rekabeti ortadan kaldırmaz. Onun “üstünde ve yanında” yer alır. Bu durum çelişkileri şiddetlendirir, sürekli mücadeleyi gündeme getirir vb. Burada temel sorun, tekellerin ekonomik yaşamda tayin edici bir konuma oturmalarıdır.

Tekellerin rekabeti ve mücadelesine, onlar adına katılan devletlerin durumuna güncel bir örnek, Opel etrafında yaşananlardır. Son krizde, Alman hükümeti, zor duruma düşmüş olan GM’nin elinden Opel’i ayırmak için olağanüstü bir çaba gösterdi. Alman otomotiv tekelleri, kendi pazarlarına kök salmış olan rakip tekelin tasfiyesini istiyorlardı. GM, arkasına kendi hükümetini de alarak –ABD–, bu planlara karşı direndi ve sonunda Opel’i kaptırmamayı başardı. Bütün bunlar, görüldüğü gibi, tek bir ülkenin içinde de olup bitmedi. Keyder, rekabeti ve tekeli karikatürize ederek, “solcuların” ne kadar ilkel düşündüğünü kanıtlamak için benzer örneklere sıkça sarılmakta, ama her defasında onun kafasındaki hayali kapitalizmin değil, bu dünyanın gerçek kapitalizmi, yani tekelci kapitalizm, mali sermaye ve emperyalizmin gerçekleri galip gelmektedir.

Bugün örneğin Alman kapitalizminden, Deutche Bank’ı, Bayer’i, Mercedes’i, WF’yi, RWE’yi vb. çıkardığımızda, geriye ne kalmaktadır? Ya ABD kapitalizminden Citi Group’u, Ford’u, son krizde ağır darbe yiyen GM’yi, Exxon Mobil gibi dev petrol tekellerini, Lockheed Martin benzeri silah tekellerini, IBM’i vb. çıkardığımızda, –Japon, İngiliz, Fransız tekellerini saymıyoruz– geriye ne kalmaktadır? Bu emperyalist devletler, bütün dünyada hangi çıkarlar için sağa sola saldıracaklar, hangi tekeller için bu kadar askeri harcama yapmayı göze alacaklardır? Bu sorulara, ‘kötü kalpli, çağdışı kalmış yöneticiler böyle istiyor’ yanıtı verilebilir mi?

Ya da başka örnekler verelim. ABD hükümeti, Çin’den araba lastiğinin, bazı kimya ürünlerinin ithalatına sınırlama koyduğunda, diğer devletler de benzer uygulamalara gittiklerinde, gerçekte neyi, kimleri savunmaktadırlar? Bu sorunun tek bir yanıtı bulunmaktadır. ABD ya da Çin, kendi kapitalist tekellerini ve sert rekabette onların çıkarlarını savunmaktadır. Ya da Sarkozy, Fransız otomotiv tekellerinin çıkarlarını savunmak için neden ortaya atılmaktadır? Tekelci kapitalizm emperyalizmin temelidir ve bu gerçek anlaşılmadan bugünkü dünyanın politik, ekonomik ilişkileri açıklanamaz ve anlaşılamaz. Emperyalizmi kapitalizmle ilişkisiz bir ekonomik kategori ya da “tercih edilen” bir politika olarak göstermeye çalışmak, tekellerin ve emperyalizmin ekonomik temelini ortadan kaldırmaya çalışmak, bugünün dünyasındaki tayin edici rollerini hiçe saymak anlamına gelir. Oysa bu olanaksızdır. Kapitalist sistemde, küçük meta üretimi dahil, tüm kapitalist üretim biçimleri, sonuçta bin bir yolla büyük ölçekli üretime, bankalara, tekelci kapitalizme ve mali sermayeye bağlanmaktadır.

Keyder şunları da söylemektedir: “Amerika’nın yaptıklarını eleştirelim, ama yine de sonunda Amerika’nın projesi bütün dünyayı bir kapitalist ortama dönüştürmek. Bunu sağlamak istiyor. Yani projenin mantığı o.” Kapitalizm zaten dünya genelinde yaygınlaşıp, gelişmektedir. Keyder, kendisi de, bunu defalarca söylüyor. O zaman zorunlu olarak şu soru gündeme geliyor; ABD neden o “eleştirilecek”–yani salt kapitalist mantıkla açıklanamayacak!– politikalara yönelmektedir ve bu politika da ısrar etmektedir. Bu sorunun tek bir yanıtı bulunmaktadır. Yayılmak ve ülkeleri yağmalamak, bunu bugün barışçı, yarın zorbalıkla yapmak, tekelci kapitalizmin, emperyalizmin doğasında bulunmaktadır. ABD, geri ülkelere yayılmakla, sadece onları kendisine bağlamamakta, aynı zamanda rakip emperyalist devletlerle rekabette onların önüne geçmeye çalışmaktadır.

Küreselleşme tartışmalarının yoğun olduğu dönemleri de hatırlayalım. Hatırlanacağı gibi, ABD “küreselleşmenin” en hızlı savunucusu idi. Çünkü dünya kapitalizminin motor gücü ve uzun yıllar en hızlı gelişen ülkeydi. Diğer ülkeleri peşinden sürüklemekteydi. Bütün pazarların önünde açılması, hızlı kapitalist gelişmenin önündeki her türlü engelin kalkması vb., ABD politikasının temel unsurlarından biriydi. Kapitalizm ideologlarının, hayranlarının “küreselleşme” olarak tanımladıkları bu süreç, sorunu kapitalizm açısından tek yönlü ve tek boyutlu olarak ortaya koymaktaydı. Bugün genel krizin vurmasının ardından “korumacılık” vb tartışmalarının gündeme gelmesi de, göz ardı edilmemelidir.

Küreselleşme tartışmalarında; kapitalizmin yaygınlaşması, teknolojinin gelişmesinin ortaya çıkardığı olanaklar övülüyor, ama bu kapitalist gelişmenin yağmacı karakteri, bağımlı ülkelerde geri biçimler halinde olsa da oluşmuş sanayileri yıkması, bu ülkelerin yağmalanmasına, onların kapitalizmlerini yeniden “yapılandırmasına” varan özellikleri göz ardı ediliyordu. Aslında küreselleşme denilen şey, emperyalizmin saldırısının yeni bir biçimiydi. Böyle olduğu içindir ki, ABD, bugün Ortadoğu’ya, Asya’nın diğer bölgelerine hücum etmektedir. Bu saldırganlık, kapitalist gelişmeden, küreselleşmeden soyut ve “kural dışı” bir yöntem olmak şöyle dursun, genel emperyalist politikanın ayrılamaz parçası durumundadır.

Tekellerin egemen olduğu bir çağda başka türden bir politika da olanaklı değildir. Keyder, tekellerin kapitalist gelişmeyi denetleyemeyeceğini, dinamizmi kontrol edemeyeceğini, pazara hakim olamayacağını ileri sürmektedir. Tekeller kapitalist gelişmenin tepesinde yer almaktadırlar ve alttaki her türlü “dinamizmi” kendisine bağlamakta son derece gelişkin araçlara sahiptirler. Kredi sistemi, bankalar, hükümet politikaları, satın almalar vb. yolla bu gelişme kontrol edilmektedir. Kaldı ki, bu dinamiğin hiç kontrol edilmemesi durumunda da, tekele doğru gelişmek dışında her hangi bir yolu bulunmamaktadır. Rekabet ise, ortadan kalkmak şöyle dursun, yukarıda da vurgulandığı gibi, her alanda ve tekelci birlikler ve ülkeler arasında kıyasıya sürmektedir.

ANTİ-EMPERYALİZM SORUNU

Derginin 1980’lerle beraber emperyalizm tartışmalarının kesildiği, ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte geri döndüğü yönündeki sorusuna verilen yanıt da ilginçtir. Keyder şöyle demektedir: “Bence bu formülün 1990’larda tekrar canlanması haksız bir şey değil. Şöyle de sorabiliriz; ‘1980’lerde niye yumuşadı ya da kesintiye uğradı?’ Çünkü solcular ‘anti-emperyalist’ akımdan desteklerini çektiler, solcular uyandılar. Bence solun ya da Marksizan yaklaşımın getirdiği emperyalizm analizi, içerideki kapitalizmin güçlülüğü karşısında gerilemek mecburiyetinde kaldı ve ‘demek ki, sadece dünya sisteminin dayatması ya da kompradorların sömürüsü değilmiş, içeride de kapitalistler varmış’ gibi bir rölans durumu çıktı ortaya.” Burada bir açıklama yapmakta yarar var. Keyder’in “anti-emperyalist” akımdan asıl olarak kastettiği, ona göre milli kapitalizmlerin ortaya çıkma (1920’lerle 1975 arası) sürecidir. Ve bu dönemde anti-emperyalizm bolca kullanılmıştır, solcular da bu koroya katılmıştır vb.

Keyder sorunu böyle koymaktadır. Bu yaklaşımın, önceden açıkladığı düşüncelerin bir uzantısı olduğunu görmek gerekir. Aslında emperyalizm yoksa, anti-emperyalizm de yoktur. Her şey kapitalizm çerçevesinde açıklanabilir vb. Söylenmek istenenin özü budur. Ama işin gerçeği farklıdır. Önce şu soruyu sormak gerekir: 1980’lerde emperyalizm tespit ve tahlilleri “yumuşamış mıdır?” Kuşkusuz bazı solcular için “yumuşamıştır”. Özellikle seksenli yılların sonuna doğru esen liberal rüzgarlar, “küreselleşme” (“globalizm”) çığırtkanlığı, “yeni dünya düzeni” demagojileri hatırlardadır. “Sol” olarak genelleme yapmayı bir tarafa bırakır, proletarya sosyalizmine bağlı kalan sol açısından ifade edersek, bu sol kapitalizmin özünün değişmediği, bu temel üzerinde emperyalist sistemin egemenliğini sürdürdüğünü savunmuştur. Diğer bazı “sol”un uyanması ise, Irak müdahaleleri döneminde olmuştur. Bunların bazılarının gözü kısmen açılmış, onlar emperyalizm kavramını yeniden kullanmaya başlamışlardır. Keyder ve Birikim vb. de “küreselleşme” masalları anlatmaya devam etmektedirler.

Millicilik ya da ulusalcılık bağlantılı “anti-emperyalist” akım meselesi ise, işin farklı bir boyutudur. Tekelci kapitalizmin yayılması ve emperyalist sistemin egemenliğini derinleştirip pekiştirmesi, geçmişte nispeten daha güçlü ulusal ekonomiler üzerinde yükselen “anti-emperyalist” eğilimlerin maddi temelini zayıflatmıştır. Ulusal burjuva diyebileceğimiz kesimler bütünüyle ortadan kalkmasa da, ulusal ekonomilerin emperyalizme bağlılığının artması –özelleştirmeler vb.–, bu maddi temelden kaynaklanan, burjuva orta sınıflardan çıkan ulusalcı, “anti-emperyalist” eğilimleri oldukça zayıflatmıştır.

Ama bu durum, anti-emperyalist mücadeleyi “ulusal burjuva” sınıfların vb. değil de, başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıfların verebileceği gerçeğinin açık seçik ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Kapitalizmin temellerine vuran tutarlı ve sonuna kadar giden bir anti-emperyalizmi ancak bu sınıflar gündeme getirebilirler ve ülkelerin bağımsızlığı sorunu, bu nedenle, emekçi sınıfların omuzlarına binen, onların genel kurtuluş mücadelesine sıkıca bağlanan bir sorun olma özelliğini kazanmıştır. Sosyalist solun bunun bilinciyle hareket etmesi, “anti-emperyalist hareketten” desteğin çekilmesi, anti-emperyalizm diye bir sorunun olmadığı anlamında değil, anti-emperyalist mücadelenin gerçek sınıf temellerine ve içeriğine oturması olarak yorumlanabilir.

Burada, sorunun, emperyalizmin zayıflaması, “içerideki kapitalizmin güçlenmesi” gibi saçma bir karşıtlık içerisinde konulamayacağı çok açıktır. Kapitalist gelişme ile emperyalist bağımlılığın güçlenmesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Bu demektir ki, içeride işbirlikçi egemen sınıflara karşı yürütülen mücadele, zorunlu olarak, aynı zamanda anti-emperyalist bir mücadele olarak gelişmek durumundadır. “Ulusalcı” “anti-emperyalist” akımlar ise, bu halkayı koparmakla kalmamış, emperyalizmle özellikle politikada ifadesini bulan “gerici milli çıkarlar” temelinde her türlü anlaşma ve uzlaşmaya açık bir konuma –örneğin Türkiye özelinde Kürt sorununu Türkler lehine çözme desteği vb.– yerleşmişlerdir.

Ama Keyder’in “emperyalizm lafının geri gelmesi”nden anladığının bütün bunlarla, kapitalizmin ulaştığı boyut vb. ile bir ilişkisi bulunmamakta, o tartışmayı “eski imparatorluk” tartışmalarının “geri dönmesi” olarak yorumlamaktadır. Yani egemenlik peşinde koşan siyasi sınıflar, bazı burjuvalar, geri ilişkiler vb. Kuşkusuz bunlar, sonuç olarak kapitalizmi aklamaya, onun tüm günahlarını temizlemeye yönelik girişimlerdir. Kapitalizm “ırkçılık yapmaz, zor kullanmaz, eşitleştirici ve özgürleştiricidir” vb. Tarihsel gelişmeler ve günümüzün gerçekleri çok farklı şeyler söylüyor ve kanıtlıyor. Kapitalizm kendi çıkarları neyi gerektiriyorsa, onu yapmakta hiç tereddüt etmiyor. Emperyalizme mal edilen tüm günahlar, kapitalist bir temel üzerinde ortaya çıkmaktadır ve günümüz emperyalizmi, kapitalizmden ayrılamayacağı gibi, emperyalist ilişkiler anlaşılmadan, kapitalizm güncel eğilimlerini anlamak da olanaksızdır.

 

tarihi doğru okumak ya da tarih bilincinin artan önemi

 

Ekim-Kasım 2009 zaman aralığı, biri; yirminci yüzyıla silinemez izler bırakmış; “çağ açıp çağ kapatarak” uluslararası değişikliklere ve gelişmelere yol açmış; sömürüsüz toplumsal sistemin (sosyalizm) kurulabilir olduğunu tanıtlamış; öteki; İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin uluslararası ilişkilerinde, şekli bir ‘sınır hattı’ olarak gösterilmiş/gösterilmek; farklı nitelikte iki önemli gelişmenin 92. ve 20.yıl dönümü anmaları ve tartışmalarıyla, önceki dönemden ayrışan özellikler gösterdi. Sovyet Devrimi ve sosyalizm pratiğini, Berlin Duvarı ve yıkımının yıldönümü bağlantısı içinde ele alan burjuva politikacılarıyla liberal burjuva yazarlar, iki tarihi “olay”ın farklı niteliklerinin üzerini örtecek şekilde, “duvar”, “demokrasi”, “özgürlükler”, “totalitarizm”, “soğuk savaş”, “refah toplumu” ve kapitalizm-sosyalizm üzerine tartışmayı yeniden yoğunlaştırdılar. 13 Mayıs 1961’de inşa edilen Berlin Duvarı’nı Stalin ismi ve dönemiyle ilişkilendirmeye kalkışan “solcu eskileri” dahi bulunuyor! Arsızlığı meziyet sayan birçok liberal aydın, Berlin Duvarı’nın “ardında” var saydığı “sosyalizm”in “kapalı dünyası”nı deşifre etmenin “anahtarını” bulduğu zannıyla, Batı parlamentolarının önünde secdeye durup “şükür” ayinleri düzenliyor; ömürlerini kapitalizme adayan burjuva tarihçi, sosyolog ve yazarlar, 9 Kasım 1989’u, sınıf mücadeleleri ve devrimler döneminin “son bulması”nın ve kapitalizmin ebedi yıkılmazlığının, en güçlü ve çürütülemez kanıtlarıyla ortaya çıktığı bir “tarih” sayıyorlar.[1]

Sosyalizmin inşa edildiği topraklarda kapitalist tekellerin hakimiyetinin yeniden tesis edilmesinin ve dünyanın beşte biri büyüklüğündeki bu geniş bölgenin kapitalist pazara yeniden dahil edilmesinin üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına karşın, sözüm ona “serbest pazar”ın hemen tüm ‘ulusal’ bölümlerinin başkentlerinde, “sosyalist totalitarizm”, “özgürlüksüzlük” ve proleter devriminin başarısının “imkânsızlığı” üzerine vaazlarla, karşı kampanya, yıldönümü bağlantılı olarak yeniden canlandırıldı. Birbirleriyle haksız şekilde de olsa ilişkili gösterilen Berlin Duvarı ve Ekim Devrimi ile sosyalizm inşasının; bu iki uluslararası gelişmenin ortak tek özelliği, bugün açısından “geride kalmış” olmalarıydı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (S.B.)’nin kuruluşuyla sonuçlanan 24-25 Ekim (eski Rus takvimi ile 6-7 Kasım) 1917’nin 92. yıl dönümünüydü ama, ortada ne sosyalist bir ülke kalmıştı ne de sosyalizmin zaferiyle parçalanan ve en zayıf halkalarından yarılan kapitalist emperyalizmi tehdit eden güncel-somut bir devrimci-sosyalist kalkışma vardı.

Buna ve Berlin Duvarı’nın yıkılışının (9 Kasım 1989) üzerinden iki on yıl geçmiş olmasına ve krize rağmen, Alman emperyalist burjuvazisi başta olmak üzere “Batılı” kapitalistler, yıkımın 20. yılını, kapitalist dünyanın ‘zafer düğünü’ anlayışıyla, gösterişli şekilde kutladılar. Burjuva politikacıları ve tarihçileri, bu kutlamalar vesilesiyle “tarihi yeniden yazma”ya girişirken, o dönem(ler)in olgu ve gelişmeleriyle günümüz dünyasının olguları arasında bağlar kurarak; işçi sınıfı ve ezilenlerin toplumsal kurtuluş mücadelesini (ve tarihini), kazanma ve zafere ulaşma “olanaksızlığı” iddiasıyla karaladılar.

Söylediklerine inanılacak olunursa, Berlin Duvarı’nın yıkılması, liberal demokrasinin sosyalizme üstünlüğünü kanıtlayan önemli gelişmelerden biri olmuş; “komünizm ve ideolojisi iflas etmiş”; “tarihin görüp göreceği en totaliter rejim”, etki sahasındaki “uydu devletlerle birlikte” yıkılırken, “serbest pazar ekonomisi sistemi”nin –”insan doğası”na da uygunluğuyla– “sonsuzca yaşayabilme gücü” gösterdiği kanıtlanmıştı! Duvar’ın yıkılması ve “Doğu Bloku”nun dağılması; “soğuk savaş” ve S.B. merkezli “Varşova Paktı”nın “başlıca sorumlusu olduğu” savaş tehdidini sona erdirmiş; halklar dünyanın bu “en totaliter rejimi”nin etkisinden kurtulmuşlar, kapitalizmin “alternatifsizliği” kanıtlanmıştı(!) vs.[2]

Marksist teori ve pratiğe, sosyalizme ve sosyalist inşa pratiğine, sömürünün olmadığı bir toplum için mücadeleye ve bunun için örgütlü politik varoluşa karşı, kapitalizmi “herkes için mutluluk ve refah toplumu” olarak gösteren burjuva liberal yazarlar, 1980 sonrası –özellikle de “demir perdenin kalktığı” 1989 sonrası– dönemde, kapitalizmin “yapısal bir dönüşüm” geçirerek “küreselleştiği”ni ve böylece sınıf ilişkileri ve çelişkilerinde; onların ideolojik tutumlarında değişime yol açarak, kapitalizme karşı teori, tahlil ve sloganları “geçersiz hale getirdiği” vaazını daha yüksek frekanstan yinelemeye giriştiler. Tarihe ve önemli tarihi olaylara getirdikleri yorumların merkezine, tarihi burjuva çıkarları temelinde yeniden yazmayı koyarlarken, işçi sınıfıyla ezilen halkların mücadele ile sağladıkları kazanımlarının üzerini çizmeyi de ihmal etmediler. Buna göre, Berlin Duvarı, örneğin yüz karasıydı ve yıkılması özgürlük getirmişti! Ama duvarlar, her zaman kötü işlev görmeyebilirlerdi de (!) Meksika ve Filistin’de olduğu üzere, emperyalist, Siyonist politikaların ürünü duvarlar, “kaçınılmaz” ve “yararlı” olmuşlardı(!) “Demokrasi”, “özgürlük”, “refah”, “barış” vaadiyle burjuvazi ve ideologlarının son yirmi yıllık süreçte sürdürdükleri propaganda, bu dar alanda dahi ikiyüzlüce ve gerici karakteriyle belirginleşti. Tarihi yeniden yorumlamalarına içeriğini veren temel özellik ise, tahrifat, tek yanlılık ve burjuva çıkarların her şey olarak alınmasıydı.

Buna rağmen, biz burada genel bir tarih tartışmasını değil, Berlin Duvarı’nın inşası ve yıkılması veri alınarak baş vurulan çarpıtma; ve bu amaçla istismar edilen demokrasi-totalitarizm-“soğuk savaş” gibi kavramlar üzerinden, daha kısmi bir tartışma ile yetineceğiz.

BİR SAVAŞ YÖNTEMİ OLARAK TARİH ÇARPITICILIĞI

Ekim Devrimi ve sosyalist Sovyetler Birliği (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ile Berlin Duvarı’nın inşası ve yıkılmasını birbirleriyle ilişkili gösteren burjuva görüşü, tarihin, tarihsel olay ve gelişmelerin, ortaya çıkış ve yaşanış şekillerinden farklı gösterilmesini içeriyor. Burjuvazi ve ideologları, bunu, işçi ve emekçilere karşı mücadele silahlarından biri olarak kullanmakta; emekçilerin tarihsel rolünü önemsiz göstererek ya da yok sayarak, bilinç bulanıklığı ve burjuva çıkarların bir tür ifadesi olan tarih anlayışını emekçiler içinde yaygınlaştırmak üzere yapıyorlar. Günümüzde, bazı tarihsel olayların yıldönümleri vesilesiyle giriştikleri tarih yazımını yenilemeye girişmelerinin bir diğer önemli nedeni ise, işçi ve emekçilerin, kapitalizmin ve kapitalist dünyanın çelişkilerini –ve bugünkü durumunu– daha net görmeleri, kazanımlarının tecrübelerine sarılarak mücadeleyi daha ileriden yürütmeye girişmelerinin önüne set çekmektir. Tarihin burjuva yazımı ve sözüm ona düzeltilmesi girişimi ve çabaları ile egemen sınıfın sınıf iktidarını sağlamlaştırma ya da bir tür yeniden kurma arzusu arasında dolaysız bağ vardır ve tarihin yeniden “kurulması”/ya da ‘kurgulanması’ çabası, onun, varlığını ve egemenliğini geçmişten-geleceğe “mutlak” gösteren anlayışının da ürünü ve sonucudur.

Duvarın yıkılması –ve inşası– üzerinden sürdürülen tartışmanın, yalnızca demokrasi, eşitlik, adalet, halk iradesi, totalitarizm, soğuk savaş gibi politik içeriği yoğun kavramlarla ilişkilendirilerek değil, üretim araçlarının kapitalist özel ya da kolektif toplumsal mülkiyeti; “serbest piyasa” –veya pazar–ekonomisi ile sosyalist planlı ekonomi; sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farklılıklar ve çelişkileri de kapsayacak şekilde, sınıf mücadelesinin her alanına ‘münhasır’ bir tartışmaya genişletilmesinin nedeni buradadır.

Ancak, inandırıcı olmalarını sağlayacak sağlam dayanakları da yoktur. Kapitalist dünyanın baş ‘aktörleri’, rejimlerini-sistemlerini kutlamalar eşliğinde kutsarlarken, sistemin son yüz yıllık süreçte içine yuvarlandığı krizlerin en şiddetlilerinden bir yenisi, tüm dünyada, üretim daralması, kitlesel işçi çıkarımı, şirket iflasları, yoksullaşma ve açlığın artışı gibi, somut sonuçlarıyla ‘göz çıkarıyor’; hükümetler, polis gücüne daha fazla baş vurarak işçilerin ve gençlik kitlelerinin protestolarını bastırmaya çalışıyorlar. Krizlerden muzdarip bir sistem olarak kapitalizmin, işçi sınıfıyla tüm ezilenlere en gaddar saldırılarla yüklendiği bir dönemde; ve işsizlik, açlık, yoksulluk, sosyal kısıtlamalar, politik baskı yoğunlaşması ve açık işgallerle belirginleşen olgular göz önündeyken, onu refah ve özgürlükler sistemi olarak alımlı kılmaya çalışan propaganda, inandırıcılık taşıyamaz. Pazar ve etki alanı kavgasının kızıştığı; tüm kapitalist ülkelerde, en zengin azınlık kesim ile toplumun yoksul büyük çoğunluğu arasındaki gelir farkının giderek açıldığı bir dönemde, kapitalizmin çelişkilerle yıkıma sürüklenen gerçek dünyası ile, burjuva ideolojik savaş aygıtının göstermeye çalıştığı/gösterdiği “gerçek” arasındaki büyük karşıtlığı gizlemek mümkün olamaz.

DEĞİŞİM ÇELİŞKİLERİ ÖRTMEDİ, AÇIĞA ÇIKARIP KESKİNLEŞTİRDİ

Dünya, evet sosyal-iktisadi ve politik olgular; uluslararası güç ilişkileri ve toplumsal yaşam “ölçeği”nde, artık “eski dünya” olarak görülemez. Kendimizi, içinde bulunduğumuz zamanın nispeten daha dar bir dönemiyle sınırlayarak birkaç cümle ile belirtirsek; pazar ve etki alanı mücadelesinin sonuçlarından biri olarak, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgale girişmesi ve önce “büyük”, sonra “genişletilmiş”(BOP-GOP) ön takılarıyla ilan ettiği; hedefi bu geniş bölgedeki enerji başta olmak üzere hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve Batı pazarlarına ulaşım hatlarının kontrolü olan stratejiye bağlanmayı, NATO üyesi ülkelerin önüne zorunluluk olarak koymasıyla birlikte, dünya, “kaderi” üzerinde etkili rol oynayan güçlerin ilişkileri yönünden, yeni bir “yeniden şekillenme” sürecine girdi. ABD, Ortadoğu-Orta Asya ve Balkanlar hamleleriyle Rusya’yı kuşatıp, enerji kaynaklarıyla ulaşım hatlarının denetiminde daha etkin rol oynamak üzere “bölgeye yerleşir”ken, karşı ataklar olabildiği kadarıyla Rusya’dan geldi. Almanya ve Fransa, bu durumdan rahatsız olmakla birlikte, ABD ile açıkça karşı karşıya gelme yerine, kaçak güreşme yollarını tuttular. 11 Eylül saldırısı ve provokasyonu, ABD’nin hakimiyet kavgasını fiili işgallerle genişletmesine yol açtı. ABD’li stratejistler ve politikacılar, ABD-İngiliz işgallerini, “en az 50-60 ülkeyi kapsayan” ve “otuz-kırk yıllık bir savaşlar ve çatışmalar dönemi”ni başlatan bir tür “büyük dünya seferi” olarak tanımladılar. 2007-2008 krizi, çelişkileri daha da derinleştirdi. Sermaye ve üretimin yoğunlaşması ve daha ‘az elde’ toplanması hareketi ivme kazandı. Pazar ve etki alanı mücadelesi kızıştı. 15 trilyon doları bulan bir meblağ, kapitalist devletler tarafından büyük bankaların, finans kurumlarının ve sanayi işletmelerinin kasalarına aktarıldı. Bu uygulama, pazar payı üzerine kapitalist rekabeti daha da keskinleştirdi. Tekellerin küçük-orta işletmeleri ‘piyasadan silmesi” kolaylaştı. Bir yanda daha az sayıdaki uluslararası tekel ve büyük banka yararına sermaye “temerküzü”; diğer yanda on milyonlarca –yüz milyonlarla ifade edilmesi olasılık dahilinde– yeni emekçinin işsizliğe; yüz milyonların yoksul ve açların safına itilmeleri olmak üzere, uçurum derinleşti. Emperyalist şefler, dünyanın “artık eskisi gibi olamayacağı”nı; “ilişkilerde ve politikalarda değişimin zorunlu olduğunu” ilan ettiler. Siyasal gericileşme; şovenizm ve milliyetçilik güç kazandı. Sosyal yükümlülüklerinden soyunan burjuva devletler, askerileşme politikaları eşliğinde, gerici siyasetle halkın ve taleplerinin karşısına dikildiler. Ve işçi sınıfı ve emekçiler ile örgütleri, asgari yaşam gereçleri için dahi, eskisinden de fazla çabaya zorunlu olacakları bir döneme girdiler. Kapitalizmin sosyalizme “üstünlüğü” yalanı bir yana, “herkes için refahı esas aldığı” iddiası; ve buna da dayandırılan “yıkılamazlığı” safsatası, tüm dayanaksızlığıyla bir kez daha açıklık kazandı. Bu da, burjuva liberalleri başta gelmek üzere sermaye sözcülerinin özgürlük, demokrasi, refah, üzerine ikiyüzlü söylemi, anti sosyalist propagandayla birlikte yoğunlaştırma ihtiyacını artırdı.

BERLİN DUVARI VE KAPİTALİZMİN DUVARLARI

9 Kasım 1989’da yaşananları, isim patenti büyük oranda burjuvazinin kendisine ait “Doğu” ile “Batı” olarak adlandırılan “blok”lardan; Varşova ve NATO “paktları”nın eylemlerinden, adı o dönem hala Sovyetler Birliği olarak geçen, ancak eski (sosyalist) SSCB ile tümüyle farklılaşmış revizyonist güç ile, başını ABD’nin çektiği Batı emperyalizmi arasındaki çelişki ve etki alanı kavgasından ayrı tutmak, elbette mümkün değildir. Berlin Duvarı bağlantılı ya da onun inşasına ve yıkımına getiren etken ve gelişmelerle proletaryanın devrimci devleti ve uluslararası politikası arasında bağ kurmak ise, çarpıtmalara girişilmediğinde, gerçekte olanaksızdır.

Sosyalizm üzerine ya da sosyalizme karşı her nesnel tartışma, 1956’daki SBKP 20. Kongresi’ni kritik bir dönüm noktası olarak almak; 60’lı yıllar sonrası gelişmeleri öncekilerle farklılaşan temel nitelikteki özelliklerini gözeterek değerlendirmek durumundadır. Bunu gözetmeyen her iddianın, olgusal-nesnel dayanakları yok demektir.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (S. B.’nin) 1960’lardaki en önemli gerçeklerinden biri ve denebilir ki başta geleni, bu büyük ve geniş “coğrafya”da kapitalizmin yeniden kurulmakta olduğu; sosyalizmin sosyal-iktisadi ve politik kültürel kazanımlarının tasfiyesine girişen yeni bürokrat burjuvazinin dünya kapitalizmiyle “bütünleşme” yönünde politika ve “reformlar”la yol aldığı; pazar ve etki alanı mücadelesinin yeni bir gücü olarak ortaya çıkmaya başladığıdır. SBKP 20 Kongresi’nde parti ve devlet yönetimini ele geçiren Kruşçev kliğinin, belgeleri daha Kongre öncesi CIA eliyle Washington’a ulaşan antisosyalist ve anti Stalin raporunda, girildiği ilan edilen yol üzerinden kapitalizme geri dönüşün temellerini döşemeye girişmesi, kötü ünlü Liberman reformlarıyla işletme ve kişi mülkiyetinin benimsenmesi, merkezi ekonominin yönetimini elinde tutan bürokrat tabakanın, tekelci kapitalist bir güç olarak ortaya çıkmasında, ‘kritik dönüm noktaları” oldular. Sovyet Partisi ve devlet yönetimi içinde ortaya çıkan ve henüz tümüyle yok edilememiş eski ilişki ve anlayışlardan güç alan bürokrat burjuva kadrolar yönetimi ele geçirerek, kapitalist uluslararası gericiliğin desteğinde, kapitalizmin restorasyonunu bir süreç içinde gerçekleştirdiler. Bu “dönüşüm”, S.B. ve sosyalizmin çekim gücüyle kapitalist pazardan kopan ya da kopma sürecindeki ülkelerin emekçi hareketinde büyük sarsıntılar yaratarak bu ülkelerin kapitalizme yeniden eklemlenmeleriyle sonuçlandı.

SSCB, görünürde hâlâ “sosyalist” idi: bayrakları, flamaları, resmi törenleri, Duma’sındaki ajitatif konuşmalar, Kızıl Ordu’nun sancakları, sosyalizm döneminin işaretlerini ve izlerini taşıyordu. Sovyet işçileri ve halklarıyla birlikte dünya emekçileri, çok geniş kesimleriyle, yaşanmakta olan dönüşümün kapitalist niteliğini henüz görebilecek durumda değillerdi.

Kruşçev yönetiminin 1958 yılında, Batılı emperyalist şeflere yaptığı, Berlin’in askerden arındırılması teklifi, Batılı işgal güçleri tarafından, “Sovyet yayılmacı politikası” propagandasıyla yanıtlandı. ABD ve müttefikleri, “Berlin üzerindeki hakları”nı anımsatarak, Doğu’ya karşı kışkırtıcı politikayı yoğunlaştırdılar ve “Doğu’dan Batı’ya kaçış”ı örgütlemeye koyuldular. Karşılık gecikmeden verildi ve Kruşçevciler desteğindeki Demokratik Alman Cumhuriyeti, “kendini ve Doğu Berlin’i güvenceye alma” gerekçesiyle, 1961 yazında Berlin’i Doğu ve Batı olarak ayıran duvarı inşa etmeye girişti. 1963 yılında önce Kruşçev, sonra Kennedy, birbirlerine karşı gövde gösterisi anlamına da gelecek şatafatlı törenlerle Berlin’e geldiler ve duvar üzerinden ajitatif konuşmalarla tutumlarını sürdürdüler.

Sonraki yıllarda gelişmelerin ivmesi daha da hız kazandı. Küba, Vietnam, Filistin halklarının kaderiyle ilgili olanları başta gelmek üzere, Latin Amerika, Ön ve Güneydoğu Asya, Balkanlar ve Ortadoğu üzerinden güç çatışması devam etti.

1980’lerin sonlarına gelindiğinde, güç çatışmasının taraflarından biri olarak S. B.’nin sosyalizm adına hareket etme iddiası inandırıcılığını büyük oranda yitirmişti. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren kapitalizmin yeniden inşası yoluna giren S. B, bu doğrultuda büyük ilerlemeler kaydetmiş, devlet kapitalizminin gücünü, nükleer “kudret”in, askeri teknoloji ve silahlanmanın geliştirilmesi için kullanmaya öncelik vermiş; Afganistan’ı işgal ederek ABD’nin hegemonya politikalarına benzer bir politikayla ezilen-bağımlı ülkeler halklarıyla ileri ülkelerin proletaryasının güvenini yıkan bir konuma gelmişti. Silahlanma ve Afganistan istilası için harcanan devasa kaynaklar, ekonominin kapitalist yağması ve antidemokratik, bürokratik aygıtın halklar üzerindeki baskısının içerde yarattığı öfke ve hoşnutsuzlukların büyümesi, burjuvazinin “sosyalist” maskeli temsilcilerinin “Perestroyka”=“açıklık” politikası izleme adına, emperyalist kapitalizme iltihakı ilan etmeleriyle “yeni bir dönem” başlamış oldu.

Emperyalizmin şarlatanları Gorbaçov ve Yeltsin, bu dönemin sonuna doğru, şekli görünümleri de yerle bir eden son darbeleri indirdiklerinde, kilise çanları, gericiliğin ‘zafer marşları’nın “gong” vuruşuyla tüm ‘Batı’da uzun uzun öttü.

Berlin Duvarı’nın yıkılması işte bu koşullarda gerçekleşti. “Doğu Blok’u” dağıldı/dağıtıldı. Berlin’i ve “Doğu” ile “Batı”yı ayıran ve olsa olsa bu “dünya”nın; onun gidiş istikametiyle bağlı politik-askeri stratejisinin bir ürünü olan Duvar yıkıldı. Doğu Alman Cumhuriyeti’nde yaşayanlar, büyük bir merak içinde, rengârenk ışıklandırılmış mağazaların önünden geçerek cehennem kapısından ateşe atladılar. Berlin, kırk beş yıl sonra yeniden “ortak” başkent oldu ve Doğu Avrupa’daki bütün “demokratik cumhuriyetler” bir yıl gibi kısa bir süre içinde, “Batı kapitalizmi” ile bütünleşmek üzere eski kurumsal yapılarını yıkmaya giriştiler. SSCB dağıldı/dağıtıldı. Sosyalizmin ulusal tam hak eşitliği temelinde bir araya getirerek kardeşleştirdiği çok sayıdaki “Sovyet ulusu”, kapitalist rekabet ve pazar kavgası politikalarının şekillendirdiği milliyetçi ön yargıların yeniden güç kazanmasıyla birbirlerine karşı düşmanca tutumlar da geliştirerek, “bağımsız” kapitalist devletler olmak için, mücadeleye giriştiler.

ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist dünyanın gerici rejimlerini yönetenler için, üzerinde on-on beş yıl tepinecekleri bir tür “yeni dünya düzeni” dönemi başladı. Batılı emperyalist-kapitalist güçlerin onlarca yıldır sürdürdüğü, kapitalist “Batı”yla “değer”lerini kutsayan propagandanın aldatıcı-inandırıcı gücü arttı. Uluslararası duvarların ve sınırların inşacıları, sermaye devletlerinin modern barbarları, sınırların ve sömürünün olmadığı bir dünya hedefiyle mücadele edenlerin karşısına; “özgürlük ve demokrasi”nin “savunucuları”(!) sopasıyla çıkma cesareti bularak, kırk yıldan fazla bir süredir yürüttükleri ‘Soğuk Savaş’ın “sona erdiği”ni ilan ettiler.

Batı emperyalizmi, kapitalizme eklemlenmelerle pazarını yeniden genişletmişti. Büyük güçler arası ilişkiler, yeni konum ve güç alanı üzerinden yeniden şekillenecekti. “Birleşik Almanya”, İngiliz-Fransız emperyalizminin korkulu rüyasıydı. ABD ise, eski “manda”sının, uluslararası arenada, “ben de varım” diye yeniden boy göstermesinden rahatsızdı. Almanya, Doğu Avrupa’da, “dışa açılma”ya başlamıştı. Yugoslavya’nın parçalanmasında özel bir rol üstlendi ve Hırvatlar üzerinden dolaysız müdahalelerle “lebensraum”(yaşam alanı) olarak gördüğü bölgede etkisini artırmaya yöneldi.

Almanya’nın, Fransa ile birlikte Avrupa’da şekillendirici güç olma isteği Amerikan-İngiliz politikasını daha da sertleştirdi. ABD’nin karşı çıkışına rağmen gerçekleştirilen AB’nin NATO dışı ve kendisine ait “Avrupa Ordusu” projesi, bu iki başlıca AB ülkesinin kendi hesaplarına Ortadoğu-Ön Asya ve diğer bölgelerde geliştirmeye giriştikleri ilişkilerin yanı sıra, Almanya’nın, “uluslararası çıkarları”nı merkez alarak ordusunu buna göre yeniden “örgütlemesi” ve ulusal sınırlarının ötesinde müdahalelere dahil olması, rekabeti daha da keskinleştirdi. Emperyalist büyük güçlerin her biri diğeri aleyhine; ve “kamp”lar halinde birbirlerine karşı, askeri-iktisadi ve politik dayatmalarla pazar paylarını artırmaya girişti. Emperyalist hükümetler, ülkelerinin tekelci işletmelerini rekabette üstünlük sağlamaları için “korumaya alarak” devlet bütçesinden kaynak aktarımını artırdılar.

Sovyet halklarının içine çekildikleri ve Doğu Alman yurttaşlarının “baş aşağı daldıkları” kapitalist dünyanın gerçekleri baş yaracak türdendi. “Şok etki” tez zamanda geldi. Tek ve başlıca olgu, eski devlet yapılarının çökmesi ve Birlik’in parçalanması değildi. İşsizlik, açlık ve yoksulluk arttı; toplumsal çözülme ve dağılma derinleşip genişledi; ahlaki çürüme, ticari dolandırıcılık, kapkaççılık, uyuşturucu ticareti ve kullanımı, fuhuş arttı. Göçler çoğaldı ve genişledi. “Doğu”yu sefaletin ve geriliğin “vatanı” gösteren ‘Batılı’ burjuvazi ve temsilcileri, bu durumun “birleşme” ile birlikte “sona ereceğini” propaganda ederlerken, Doğu ve Batı (Almanya) arasındaki farklılıkların son bulması bir yana, uçurum daha da büyüdü. Ücretler Doğu Almanya’da Batı’dakinin neredeyse yarısı kadardı. İşsizlik ve yoksulluk katlandı. Sosyal haklar ortadan kaldırılmıştı. Bu özellikleriyle kapitalizmin ayrımcı-bölücü/sınır çekici duvarları aslında yerinde duruyorlardı.

Eski ‘halk demokrasisi ülkeleri’nde giderek güçlenen eskiyi arayış eğilimi de burjuva ve kapitalist duvarlara duyulan öfkeye işaret ediyordu. Bulgaristan, Çekoslovakya ve Macaristan’da, işçiler başta olmak üzere, emekçiler içinde “sol politikalar” yeniden güç kazanmaya başladı. 18 milyonluk Doğu Almanya nüfusunun %45’i “eski rejime dönüşün daha iyi olacağı” yönünde eğilimlerini ortaya koydular. “Eskiye özlem” duyabilecek kadar yaşlı olanlar, “hiç değilse barındığımız bir ev, çocuklarımız için iyi bir eğitim, herkes için sağlık hizmeti vardı, şimdi onlardan da yoksunuz” diyorlardı. Genç kuşak, ırkçı-gerici akımlara av olma tehdidi altına girdi. “Özgürlük” adına girdikleri sosyal-ekonomik ve politik sistemin temel özelliği, yoksulluk, işsizlik, barınaksızlık, sağlık ve eğitim olanaksızlığı, açlık, şovenizm-ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, askeri politikalar, militarizm ve savaş üretmesiydi. Nüfusun en zenginleriyle en yoksulları arasındaki gelir farkı yüzde altmışlara ulaşmıştı. Yüzde on civarında seyreden işsizlik giderek artıyordu vb.

BURJUVA TOTALİTARİZMİNİ ÖRTEN “ANTİ TOTALİTER” SÖYLEM

“Totalitarizm”i, “devletin hedef olarak seçtiği şeye ulaşmak için bütün yolları kullanması”, “rejimin siyasi baskı yöntemiyle güvence altına alınması” ve “devlet tarafından belirlenen ekonomi dışındaki çıkarları kısıtlamak” olarak tarif eden, geniş çevrelerce kabul edilmiş bir tür burjuva liberal görüşten söz edilebilir. Buna göre, “bireyin özerkliği ve öznelliği”nin olmadığı totalitarizmde, rejim, halkı güdümler, düşünce ve ifade özgürlüğü yoktur, yönetim ve lider büyük güç ve her tür yetki ile ‘teçhiz edilmiş’tir.[3] “Yönetici elit”, zorla inşa ettiği “kurgusal toplum”u, “tehdit, kuşku, korku, ceza, ihbar, taciz, işkence, toplama kamplarına kapatma ve öldürme” gibi araçlarla sürdürmeye çalışır(!)[4] “Rejim, bir rüyaya, bir ütopyaya dayanır. Özgürlük yoktur, insanların kendi geleceklerini düşünmeleri imkânsızdır, her şey toplumun mutluluğu içindir vb. vb.”

Totalitarizmi, birey ile devlet arasındaki ilişkide, devletin bireye üstünlüğü ve her türlü yetkenin en üstte yer alan kişi-parti-gücün elinde toplanması olarak tarif eden burjuva “özgürlükçü-sivil” ya da “açık toplumcu” aydınlar, sosyalizmi ve halk demokrasilerini de bu kategoride göstermek için, çeşitli manevralara baş vuruyor; sosyalizmi, burjuva parlamenter sistemde olduğu üzere “çok parti”li bir sistemi değil, ama bir sınıfın yönetimini tesis ederek, iktisadi-sosyal ve politik yaşamı üretim araçlarının toplumsal-kolektif mülkiyeti üzerinden merkezi düzenlemeyi esas aldığı için, “totaliter bir sistem” olarak gösteriyorlar. Bu, burjuva demokrasisi başta gelmek üzere, kapitalist sınıfın hakimiyet biçimlerinin diktatoryal karakterini örtmek üzere baş vurulan bir savunu biçimidir. Burjuva ideologlarının sözüm ona eleştirdikleri “totaliter özellikler”, oysa, burjuvazinin istisnasız tüm yönetim biçimlerinde fazlasıyla mevcuttur. “Demokratik” burjuva cumhuriyetlerinde hak ve özgürlükler adına sayılanlar –kağıt üzerinde ve yasa güvencesinde olmalarına karşın–, “aşağı sınıf(lar)” için, ancak onların mücadelesinin ürünü olarak elde edilip kullanılabilir oldukları oranda söz konusudurlar. Hak eşitliği, iktisadi-sosyal ilişkilerin karakteri nedeniyle biçimseldir. Feodalizme karşı kavgasında özgürlük, eşitlik şiarlarını kullanarak toplumun geniş kesimlerini harekete geçiren burjuvazi, sınıf hakimiyetini kurup sağlamlaştırdıktan sonra, özellikle de tekellerin hakimiyeti koşullarında, bireysel özgürlükler ve “hak eşitliği”, egemen sınıf için geçerli olurken, emekçiler için daha fazla biçimsel bir hal aldı. Emekçi kitleler, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve siyasal haklar için mücadeleyi yükseltip, bu haklar için bedeller ödedikleri yerlerde, sendikal-mesleki ve politik örgütlenme, düşünce ve örgütlenme hakkı, grev, toplusözleşme hakkı gibi çeşitli hakları elde edebildiler ve kısıtlı ya da nispeten daha ileri; değişik düzeylerde kullanabildiler. Bu ülkelerde ve siyasal rejimlerde kural olan ise, proletarya ve emekçilerin baskısı olmadıkça, burjuvazinin bu hakları, “doğal ve zorunlu” saymadığı, tanımadığı ve de “vermek” istemediğidir! Burjuvazi, aksine, koşulların kendi lehine olduğunu gördüğü her ülke ve durumda, bu hakları ortadan kaldırmaya yöneldi/yöneliyor. İşçinin grev yapması, sendikada örgütlenmesi, küçük üreticinin tekelci baskıya karşı direnişi, gençlerin eğitim-sağlık-ulaşım-yaşam gereçleri için talepleri, kadınların burjuva ve cinsel baskıyı reddedişi vb. vb.. – bunların tümü, devletin resmi silahlı ve silahsız güçlerini; ordu ve polisi; yargıçları ve politikacıları; hukuksal yaptırımları ve ‘geleneksel’-statükocu anlayışları karşılarında bulurlar.

“Demokratik” kapitalist devletlerde, burjuva politik yönetim, en güçlü kapitalist kesimin çıkarlarını esas alır, toplum yaşamının her alanına tepeden müdahale hakkını, sözüm ona “halkın iradesine dayanarak”, elinde tutar. Yasa koyucudur ve yasaları, bürokratik ayrıcalıklı bir kast olarak örgütlenmiş ‘yargı erki’yle birlikte uygular. Kapitalistlerle birlikte işçinin yaşam koşullarını belirler; ücretlerin ve sosyal hakların tayininde son sözü söylemeye çalışır. Devlet müdahalesi ‘kamusal alan’ emekçileri bakımından çok daha belirgin ve kesindir. “Ücretlerin serbestçe belirlenmesi” bir yalandan ileri gitmez. Gelişmelerin sermaye aleyhine olması durumunda, polis gücünün işçiler üzerine sürülmesi dahil, ‘serbest pazarlık’ patron-hükümet ortaklığıyla ve patron yararına kontrole alınır. Merkezi bütçe yönetici sınıfın çıkarları ve öncelikleri esas alınarak; sömürülen sınıf ve kesimlerin baskıyla yönetilmesi ve belirlenen sınırlar içinde sisteme bağlı tutulmaları için harcanır.

Burjuvazinin faşist rejimlerinde ise, liberal burjuva aydınlarının, üzerine demokrasi dersi verdikleri totaliter özellikler belirleyici nitelik taşır. Örnekleri geçen yüzyılda çok sayıda ülkede yaşandığı üzere, sermayenin en barbar, en gerici kesimlerinin mutlak hakimiyeti söz konusudur. Her tür “özgürlük” ve “hak”ın çerçevesini belirleyen bu mutlak ve karşı çıkılamaz(!) yönetim ve yönetme anlayışıdır.

Sosyalizmi “totaliter bir sistem” olarak gösteren burjuva, burjuva liberal aydınların dört elle sarıldıkları gerekçe; merkezi yönetimin rolü ve ekonominin merkezî planlanması yoluyla üretimin kolektif örgütlenmesi; özel kapitalist girişimciliğe imkân tanınmaması; üretim araçlarının bireysel kapitalist mülkiyetinin reddedilerek, artı-değer sömürüsüne son verilmesi gibi toplumsal-kolektif karakterli özelliklerdir. Burjuva aydınları bunları hürriyetlere ve ‘birey özerkliği’ne aykırı görmektedirler.

Bu, sözüm ona liberal özgürlükçü görüş, ilkin, politika ile iktisadi-sosyal koşullar arasındaki ilişkilerde, “bir ilişkisizlik durumu” var saymak ya da öyle göstermekle daha baştan sorunludur. İkinci olarak, bu ilişkiyi kapitalizm için ve kapitalistin “özgürlükleri” yararına “görünmez kılma”yı esas alır. Üçüncü olarak da, devlet örgütlenmesinin olduğu her yer ve toplumda, birey özgürlüğünün koşullu-sınırlı olduğu ya da hatta izafi kaldığı gerçeğini örtbas eder.

Bu görüş, hak ve özgürlükleri ve hak eşitliğini, üretim ve ürünlerin mal edinilmesinin tarzından bağışık sayar. Açlık, işsizlik ve yoksulluk ile “özgürlük” arasındaki bağı koparır. Üretim araçlarını ellerinde tutan kapitalistler ile emekgücünden başka üretim aracı, zorunlu kullanım araçları dışında mülkiyeti olmayan işçileri; bu özel ve belirleyici konumları tarafından belirlenen çelişkilerini de örterek, eşit gösterir.

Burjuva demokrasilerinde, demokrasinin en önemli kıstası olarak gösterilen genel seçim ve genel oy hakkı, halk iradesini “esas alma” iddiasına kanıt gösterilir. Yaklaşık ortalama dört yılda bir gerçekleştirilen ve hangi sermaye partisi aracıyla burjuva sınıf yönetiminin sürdürüleceğinin kararlaştırılacağı bu “çok partili parlamenter seçim sistem”inde, genel oy hakkına sahip olmayı, “özgür-eşit birey olma”nın temeli gösteren propaganda, halkın iradesine “başvuru”nun, görünürde olmaktan ileri gitmediğini ve “oy” üzerindeki bin bir türlü yaptırım ve manevrayı gözden kaçırmayı esas alır.

Bu “özgürlük” anlayışı, bir hakkın kullanımını onun olanaklarının varlığı ya da yokluğundan soyutlayarak belirli bir sınıfın; burjuvazinin olanaklarıyla değerlendirir. Buna göre, bireyler sözüm ona düşünce, örgütlenme; politika yapma, seyahate çıkma, istediği herhangi ürüne sahip olma, sağlıklı beslenme, çocuklarına toplumsal gelişme düzeyinin gerekleriyle uyumlu bir eğitim sağlama, sağlıklı gıda ve temiz su gereksinmelerini karşılama gibi haklara sahiptirler. Gerçekte ise, işçiler ve toplumun büyük çoğunluğu bu haklardan ya yararlanamamakta ya da ancak onlar için bedel ödedikleri oranda yararlanabilmektedirler. Siyasal haklar, burjuva yasalarının “gerekleri”yle sınırlanmıştır. Geçerlilikleri kapitalist çıkarlara uygunlukları ölçüsündedir. Eşitlikten kastedilen yasa karşısındaki burjuva eşitliğidir. Kapitalistin mülkiyeti, temel insani hakların en önemlilerinin başında gelir. Büyük sermaye ve büyük toprak sahipliği yararına küçük mülk sahibinin “mülkiyetten özgür kılınma”sı, mülksüzlerin safına doğru atılması özgürlüğü; emekgücünü satma dışında yaşamını sürdürme olanaksızlığıyla işçinin varlığı, burjuva toplumunun “varlık koşulu” ve toplumsal özelliğidir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf uçurumu tekellerin ekonomiye hakimiyeti koşullarında daha da büyümüş, kapitalizmi “evrensel refah sistemi” gösteren burjuva teorisinin kofluğu işçilerin işsizlik, yoksulluk ve açlıkla genişleyen ve büyüyen karşı karşıya gelişleri tarafından boşa çıkarılmıştır.

İşçi-ve emekçilerin bu türden özgür ve eşit birey statüsünde görülmeleri olanaksızlığı bir yana, çocuklarını doyurma, eğitimlerini gerçekleştirme hakkı dahi yoktur. İş bulmaları ‘cengâverlik’ gerektirmektedir. Küçümsenemez bir bölümüyle yedek işgücü durumundadırlar. Kapitalist piyasa herkesin tüketebileceğinden de fazla metalarla doludur, ancak alım güçleri yetersiz olan işçi ve emekçiler yoksulluk ve önemli bir kesimi açısından da açlıkla yüz yüzedir. Satın alma güçleri ya yok ya da düşüktür. Seyahate çıkmaları, sahip oldukları para ve servet ölçüsünde mümkündür. Düşünürler, ancak söyleyemez/konuşamaz/yazamaz ve bir araya gelip kendi sınıflarının kurtuluşu yönünde politik örgütlenmelere girişemezler. Giriştiklerinde ise, büyük baskılara, polis ve asker saldırılarına, istihbarat örgütlerinin takibi ve pusularına, gözaltı, işkence ve hapislere göğüs germek zorundadırlar. Kağıt fabrikaları ve modern büyük basımevleri kapitalistlerin elindedir. Haberleşme, iletişim aygıtları, internet ağı burjuva devleti ve tekelci işletmelerin denetimindedir.[5]

“Çağdaş demokratik” gösterilen kapitalist demokrasili ve antidemokratik devletlerde, bilim ve teknolojideki gelişmelerden de yaralanılarak kişi yaşamı en ince ayrıntısına dek denetim ve kontrol altına alınarak yeniden düzenlenmektedir. Toplum yaşamı, geliştirilmiş teknolojiyle donatılan askeri kontrol altındadır. Sosyalizme ve proletarya devletine “diktatörce yönetim” ya da “totalitarizm” suçlaması yönelten burjuva propagandası, her gün cinayet işleyen seri katillerin cani ruh haliyle suçu başkalarının üzerine atarak rahatlama çabalarını andırıyor. Bu propaganda ile tekelci burjuvazi ve emperyalist gericilik, bilim ve teknikteki ilerlemenin olanaklarına sahip olmasıyla “birey yaşamı”nın abartısız her anını ve yönünü kontrole almayı, tüm kentsel yaşamı “Mobese kameraları”yla denetlemeyi, “anti terör mücadele” gerekçesiyle herkesi ‘fişleyerek’ kayıt altına almayı; ‘biyometrik kimlik’ uygulamasıyla kişisel tüm özelliklerin bilgisini depolamayı, “modern demokratik gereklilikler” olarak göstermektedir.

Kapitalist demokrasi, burjuvazinin hakim güç olarak en üstte yer alarak ve tüm yönetim işlerini oligarşik bir “komite”nin elinde toplayarak toplumu şekillendirmesine dayanır. Halk kitleleri üzerinde bir despotluk olarak şekillenmiş burjuva askeri-politik aygıtını “halk iradesinin demokratik temsili”ne kanıt gösteren propaganda, burjuva parlamentosu ve kapitalist parti fraksiyonlarının varlığını “kanıt” olarak sunarken, sermaye hakimiyetine demokratik olma örtüsü çeker, yönetsel işlev gören, burjuvazinin ‘kurmay odaları’yla ‘kulisler’de karara bağladığı uygulamaları “halka ait” gösterir ve ayrı partiler olarak örgütlenmiş bürokratik kastın sermaye çıkarlarını nöbetleşe savunmasını esas alan ‘görev bölümü’ arkasına gizlenerek, “irade seçimle yenileniyor, kararları milletin temsilcileri veriyor” vaazıyla “süreklilik kazandırılmış” sermaye yönetimini demokratik göstermeyi esas alır. Burjuva parlamentosunun ve onun “çok sesli” farklı partilerinin halka karşı çalışmaları, bu çalışmaların yürütmesindeki hükümetin sermaye için iktisadi-sosyal yaşama müdahaleleri, halk bunları istemiş ve yaptırmış göstererek, perde ardına iter. Burjuva devlet, ordusu-polisi-yargı aygıtı ve yürütme (hükümet) gücüyle ‘tüm toplumun üzerinde’, elde kılıç, fazlalıkları keserek işlevini yerine getirirken, orduya, polis örgütüne, üst bürokrasiye, yargı erkine, hükümete ve parlamentoya herkesin üzerinde yaptırım yetkisi tanınmış ve tüm yaptırım yetkisi dar- burjuva oligarşik kastın elinde toplanmışken, birey(ler)in her hareketi, düşüncesi ve eylemi sıkı bir denetime tabi tutulur ve işkence ve öldürme alanındaki devlet tekeli “baki hak” sayılırken, demokrasi iddiası dayanaksız olacaktır. Burjuva demokrasisi sisteminde, sermaye sahibinin ayrıcalığı, onun dışındaki herkesi, sömürü çarkının parçası olmaya; böylece ayrımcılık, baskı, istismar ve siyasal şiddetin hedefi durumuna gelmeye zorlar. Kendisini “zararlı fikirler”e karşı sansür ve yasak; polis baskısı, işkence, istenmeyen direnişlerin terörle bastırılması vb. ile korumaya alır ve arsızlığın zirvesinden, sistemini “açık toplum” olarak reklam etmekten kaçınmaz.[6]

Burjuva eşitliği üzerine söylenenler burjuvazinin kendisi için dahi geçersizdir. Kapitalizm, -özellikle tekelci aşamasında-, rekabetin ve pazarlara hakim olma kavgasının daha da keskinleşmesi ve sıçramalı bir karaktere bürünmesi sonucu büyükler yararına küçüklere yaşam hakkının tanınmaması yönünde gelişir. En güçlü mali-sanayi grupları yararına işleyen kapitalist yasa, diğerlerinin yok edilmesini, iflasa sürüklenmesini, yutulup boğulmalarını içerir. Sosyal-politik konumlanma ve “hak sahibi olma”nın sınırları, bu iktisadi ilişki, “konum” ve güç tarafından belirlenir. Tekelci sermaye ve hizmetindeki devlet bürokrasisinin tekeli, ekonomiden politikaya; sosyal yaşamın düzenlenmesinden toplumsal ürünün kimin yararına ve nasıl değerlendirileceğine kadar hemen her şeyin sınırlarını belirler. Yukarıdaki burjuva görüşü, tüm bu yoklara ve yoksunluklara rağmen, işçi ve emekçiyi, kapitalist özel mülkiyetin “serbest” hakimiyeti altında, “mutluluğu ve refahı tatma” olanağına sahip gösterir ve bunun için şükretmeye çağırır.

Bu anlayış diğer yandan, politik kurum ve hukuksal düzenleme ve yapıların temelinin ekonomik sistemde ve ekonomi koşullarında yattığı görüşüne karşı çıkışın da dayanağını oluşturur.

Burjuva devleti, halka karşı sermaye aygıtı olarak yaşamın her alanına müdahale ettiği, din istismarcılığından ‘arkaik’ geleneklerin kapitalizm yararına kullanılması dahil, kültürel ve politik; ekonomik ve sosyal her alana hükmetme; işçi ile kapitalist; halk ile egemenler arasındaki ilişkilerde militer-diktatoryal yöntemleri eksik etmediği; polis ve ordu gücünü, yargı sistemi ve hukuksal düzenlemeleri, burjuva sınıf çıkarları ve hakimiyetinin devamlılığını “garanti altına almak” için seferber ettiği gerçeği göz önündeyken, işçi ve halk yönetimi devletlerinde “her şeyin devletin isteği yönünde düzenlendiği” sözüm ona eleştirisi zerre kadar önem taşımaz. Kapitalist-emperyalist ordular dünyayı parsellemek üzere son yüzyıl içinde iki büyük savaşa ve onlarca bölgesel ya da nispeten daha dar alandaki işgal ve askeri müdahaleye imza atıp on milyonlarca emekçinin ölümüne; doğanın ve toplumsal yaşamın yıkımına yol açtılar. ABD’li “Neoconlar”, halihazırda sürdürülen işgallerin “otuz-kırk yıl sürecek” yeni bir savaşlar döneminin başlangıcı olduğunu ilan ettiler. Kendilerini demokrasi ve özgürlüklerin temsilcisi ve teminatı gösteren Batı’nın kapitalist-emperyalist devletleri, faşist diktatörlük rejimleriyle halkların kanına giren yönetimlerin hamiliğini üstlendiler.

BURJUVA ASALAKLIĞININ BİÇİMLENDİRDİĞİ ANTİSOSYALİZM

Sosyalist ve halk demokrasili ülkelerde, sosyalizm ve halk idaresiyle uzlaşmaz ve esasen kapitalist görüş yolunda ilerleyen bürokrat burjuva kesimlerin ‘dış emperyalistler’le birlikte giriştikleri sabotaj ve sömürü ilişkilerini kanıt göstererek sosyalizme küfredenlerin gizlemeye çalıştıkları, emekçi kanında can bulan bir asalaklık; kapitalist cinayet makinesinin açlık, işsizlik, yoksulluk, savaş ve yıkım üretmesi pahasına elde edilen maddi çıkar ve sınıfsal konumdur. Kapitalizmin kara propagandasının ve onun militanlarının örtmeye çalıştıkları, kapitalizmde özel mülkiyete dayalı farklılaşmanın yarattığı çelişkiler ile bu çelişkileri üreten sınıf farklılıklarının ve kapitalist gruplar arası mücadelenin yarattığı “çoğulculuk”un ve “özel alan” diye tarif ettikleri kişisel mülkiyet ve sermaye sahipliğinin sosyalizmde olanaksız olmasıdır. Emekgücü sömürüsüyle beslenen burjuva-burjuva liberal sağ-‘sol’ teorisyen ve politikacıların sosyalizme kara çalmaları, salt bu asalaklıkları nedeniyle de doğaldır!

Büyük çoğunluğu ideolojilerden ve sınıflardan sözüm ona bağımsızlaşmış, herhangi örgütsel-partisel-toplumsal sorumluluk taşımayan ve ömürlerinin geride kalan kısmında düşmanla cepheden yüz yüze gelerek bir değer ya da oluşumun korunması için savaşı göze almamış ‘kalem efendileri’, Stalin ve sosyalist Sovyetler Birliği’ni suçlamak için, burjuva emperyalist ideolojik cephaneliğin ne kadar kirli silahı varsa kuşanıyor ve dünyayı faşist imparatorluk altına almayı hedeflediğini açık olarak ilan eden Hitler ve onun Nazi kıtalarının oluşturdukları faşist rejim ile, sosyalizm ve proletarya devleti arasında “benzerlikler” ya da hatta “aynılıklar” kurarak, Nazi terörü ve faşist kıtaları aklamaya, -böylece- hizmet ediyorlar. 20 milyon Sovyet yurttaşıyla altı milyon Yahudinin ve milyonlarca Alman ve diğer halklara mensup ilerici-devrimci-Marksist ve yurtseverin katledilmesine yol açan bir rejimi, halk demokrasisi ülkeleri ve sosyalist S. B. ile “aynı kategoride” gösteren liberal burjuva teorisyen, yazar-iktisatçı-sosyolog taifesi, tekelci sermayenin en gaddar, en şoven ve terörist diktasını, sınıfları ve aralarındaki farklılıkları oluşturan iktisadi-sosyal koşulları ve sistemi; sınıf sömürüsü ve hakimiyetini tasfiyeyi esas alan ve bu amacını asla gizlemeyen sosyalizm ile “benzer” gösterirken, aslında tüm ülkelerin işçi sınıfına ve ezilen kitlelerine karşı burjuva sınıf savaşı yürütüyorlar.

Onlara bakılırsa, Stalin ve partisi, sosyalizmi inşa çabasını sürdürürken olduğu gibi, İngiliz-Amerikan-Fransız emperyalist cephesinin, Nazileri sosyalizmin üzerine sürme taktiğini boşa çıkarmak ve Nazi saldırılarına karşı yeterli bir hazırlık için “saldırmazlık paktı” imzalarken de[7], Hitler kıtalarının, yeryüzünü kana boğma ve faşizmin dünya imparatorluğunu kurma stratejisini, 20 milyon Sovyet yurttaşı ve sosyalist militanın canı ve on milyonlarcasının sakatlığı pahasına durdurup, Alman halkı dahil dünya emekçilerinin özgür yaşamaları için olanak yaratırken de “diktatörce davranmış”tır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyayı yeniden şekillendiren uluslararası üç büyük anlaşma sırasında, Almanya başta olmak üzere parçalanan ülkelerin birliği için çaba gösterirken ve ABD-İngiliz dayatması sonucu Almanya’nın bölünmesini ‘kabullenirken’ de, emperyalistlere “pey vermiş”tir![8] Stalin, yine onlara göre, İkinci Dünya Savaşı sırasında, tüm halkı “anayurt savunması”na seferber etme taktikleri geliştirirken, “Büyük Rus Şovenizmi” politikası izlemiş; onun milliyetler politikası 80’li yıllardaki ulus devletler çatışmasının temellerini oluşturmuştur(!)

Bu yazar ve sosyologların bir kesimi, Stalin’in “Birleşik Demokratik Almanya”dan yana tutumunu “sinsi bir oyun” olarak niteleyecek ve gösterecek kadar düşmanca ve önyargılı bir davranış içindedirler. Onun, kapitalist bir ülkenin bölünmesi sonrasında, “doğu”da kalan topraklar üzerinde burjuva gericiliği yerine demokratik halk yönetimine dayanan bir devletin kurulmasından yana tutum almasını dahi ‘hazmedemiyor’lar. Ulusların kaderlerini tayin hakkının savunulmasını ve nüfusça küçük ulusal topluluklar dahil halkların kendi iradeleriyle geleceklerini belirlemeleri için olanak yaratılmasını, sonraki on yıllarda gelişen şovenizmin ve hatta Yugoslavya’da halklar boğazlaşmasının başlıca ve önsel etkeni sayacak kadar kindar ve gözleri kararmış durumdadırlar.

Yürüttükleri propaganda, politikanın, taktiğin, iktisadi ilişkilerin ve teorinin kapitalist ve burjuvaca olanına bağlanmıştır ve başlıca özellikleriyle sosyalizme düşman karaktere sahiptir.

Sosyalizmde çünkü, tüm toplumsal üretim toplumsal yaşamın iyileştirilmesi ve insanca yaşam olanaklarının genişletilmesi amacıyla gerçekleştirilir. Üretim fazlası, toplumsal hizmetlerin daha iyi görülmesi içindir. Üretim araçları toplumun kolektif mülkiyetindedir. Fabrikalar, makineler ve topraklar, kişisel mülk haline getirilmeksizin, tüm emekçilerindir. Ülke ekonomisi, halkın ihtiyaçları ve ülkenin daha ileriye yol alması esas alınarak planlanır ve tüm emekçilerin en alt birimlerden en yukarılara bu planların yaşama geçirilmesine katılmasının olanaklarını yaratmak, toplumsal yarar olarak görülür. Sağlık ve eğitim, barınma ve ulaşım devletin tam olarak yerine getirmekle mükellef olduğu toplumsal hizmetler alanına girer. Toplumsal hizmetleri ve idari-kamusal işleri yapacak olanlar, her kademede, seçimle ve halk tarafından işbaşına getirilir. Hizmetleri yetersiz ya da ‘kusur’lu görülenler, halk tarafından görevden geri çağrılır. Açlık, işsizlik ve yoksulluğun emekçilere “kader” diye yazıldığı kapitalizmden farklı olarak, sosyalizmde bu “olgular”ın yaşamdan silinmesi esas amaçtır. Sosyalist sistem, tüm ezilenlerin, kapitalizmde sömürülüp baskı altına alınanların coşkuyla karşılayacakları ve karşılamaları doğal olan tümüyle yeni bir toplumsal sistemdir ve burjuva şarlatanı liberal sosyolog K. R. Popper’in deyişiyle “Tüm toplumsalın yapısını kökten dönüştürecek kıyametimsi bir devrim rüyası”nın “görülmesi”nin elle tutulur-gözle görülür somut kanıtlarıyla toplum yaşamına girmesini ifade eder. Kapitalizm asalaklarının sosyalizme ve sosyalistlere saldırıları, bunun içindir ki, başından sonuna gerici; sömürüyü koruma hedefli ve onun tarafından belirlenen plan dahilinde geliştirilmiştir.

“DEMİR PERDE”, “SOĞUK SAVAŞ” ÜZERİNE “SICAK” PROPAGANDA

Burjuva propagandasının sağ ve ‘sol’ liberal temsilcilerinin, sınıfsal bağ ve nitelikleri örten tanımlama ve kavramlar üzerinden sürdürdükleri ve Berlin Duvarı’yla da bağlantılandırdıkları propagandanın “argümanları”ndan biri de “soğuk savaş” söylemidir.

Bu söylem, baştan belirtilmeli ki, bir emperyal(ist) imalattır. “Soğuk savaş” söylemi, hegemonya mücadelesinin ve tekelci kapitalist rekabetin “barışçıl” ve açık silahlı çatışmalar biçiminde sürdürülmesini gizleyecek şekilde, önce sosyalizme karşı, ardından da revizyonist S. B ile ABD’nin başını çektiği Batılı başlıca güçler ve NATO ‘kamp’ı arasındaki, pazar ve etki mücadelesini ifade etmek üzere, İngiliz-Amerikan yöneticileri tarafından politik literatüre dahil edildi.

Burjuva emperyalist cephenin daha 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren sürdürdüğü ve 1917 Ekim Devrimi’yle emperyalist kapitalizmin yarılması sonrasında yoğunlaştırdığı anti sosyalist propaganda, sosyalizmin güç kazanmasıyla birlikte daha pervasızca yürütülmeye başlandı. Ekim sosyalist devriminin zaferi, emperyalist gericiliği, sosyalizme saldırıyı yoğunlaştırmaya yöneltirken, her tür araç ve yöntem, saldırı unsuru olarak kullanıldı.

Sosyalizme karşı bu burjuva saldırısı “sıcak” ya da “soğuk” biçimli olarak devam ederken, ikinci büyük savaş patlak verdi.

Mali sermaye grupları ve emperyalist devletlerin pazarlara ve yeraltı-yerüstü kaynaklarına sahip olma kavgalarının dünyayı yeni ve büyük bir savaşın eşiğine getirdiği dönemin başlıca en önemli olgularından biri, her büyük gücün, çıkarları gereği, rakip güçleri zayıflatıp geri bırakmak ve sosyalist Sovyetler Birliği’ni çökertecek yöntemleri öne çıkarmasıydı. Churchill ve Roosevelt’in başını çektiği İngiliz-Amerikan emperyalistleri, “Demir Perde” söylemiyle sosyalizme ve etkisi alanındaki devletlere karşı sürdürdükleri çok yönlü saldırıyı, kısa sürede “soğuk savaş”a genişlettiler. Amaç, Nazi ordularının Doğu Avrupa ülkelerindeki işgalini kıran Sovyetler Birliği’ne, bu ülkeler halkları içinde artan sempatinin önünü keserek, sosyalizmin ‘Doğu’da yeni mevziler kazanmasını önlemekti. Savaş öncesi ve sırasında izlenen sosyalist politikanın; işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin sosyalizm koşullarında sağladıkları ve sahip oldukları insanca yaşam koşulları ve anti-faşist savaşta sağlanan başarının, sosyalizmin işçi sınıfı ve halklar üzerindeki etkisinin uluslararası alanda güç kazanmasına yol açması, İngiliz-Amerikan emperyalistlerini daha da saldırganlaştırdı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği lehine halklar arasında gelişen ilgiyi durdurmak; SSCB’nin Orta Doğu ve Doğu Avrupa’da etkili olmasını önlemek ve Avrupa Komünist Partileri’nin kitle desteklerini artırarak iktidara yürümelerinin önüne set çekmek, onlara göre, acil gerekliliklerin başında geliyordu. Roosevelt ve Churchill, bir yanda anti sosyalist “soğuk savaş” söylemini yoğunlaştırdılar. Diğer yandan, Batı Avrupa başta olmak üzere kapitalist ülkelerdeki işçi hareketinin sosyalist S. B’de proletarya ve emekçilerin elde ettikleri kazanımları görerek mücadeleyi kapitalizmin tasfiyesi hedefiyle sürdürmelerinin önünü almak üzere “sosyal devlet” demagojisini geliştirdiler.

Churchill’in 5 Mart 1946’da, ABD’nin Missouri eyaletinde, Truman ile yan yana bir ortamda, “Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa Kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir” iddiasıyla “komünist tehdit”e atıfta bulunması ve buna Stalin’in Sovyetler Birliği’nden verdiği cevap, kapitalist-emperyalist ‘dünya’ tarafından “soğuk savaş”ı başlatan gelişme olarak alındı. İngiliz-Amerikan politikasının geliştirdiği söylem, gerginlik ve çatışmaların kaynağının SSCB olduğunu vazediyor; savaş tehlikesi ve askeri müdahalelerin, SSCB yönetiminin “sosyalizmi yayma” politikasıyla ilişkilendiriyordu. Amerikan savaş makinesi bu söylemi eli yıla yakın bir süre sürdürerek, sosyalizme ve işçi hareketine karşı saldırılarını, “totaliter rejimlere karşı mücadele” olarak göstermeyi başardı.

Churchill’in, sosyalizme ve onun başarı ve prestijinden güç alarak sömürgeciliğe karşı kurtuluş savaşını geliştiren halklara karşı politikanın kapsamını genişletme isteğiyle dile getirdiği ve ABD’nin Marshall Planı ve Truman Doktrini şeklinde formüle ederek uygulamaya geçirdiği stratejinin ürünlerinden biri de, 4 Nisan 1949’da kuruluşunu ilan eden NATO oldu. ABD’nin başını çektiği NATO ve Batı ittifakı, “dünya çapında yükselen komünist hareket”i durdurma ve S. B’nin etkisini sınırlama amacıyla, anti sosyalist kampanyayı genişletti, militarizmi güçlendirdi ve sonraları Gladio adıyla anılan “gizli ordu” örgütlenmesini üye ülkelerde gerçekleştirerek cinayet, provokasyon, katliamlarla halk kitlelerinin demokrasi taleplerini ve sosyalizm mücadelesini sindirmeye girişti. Etkisi altındaki ülkelerde en gerici ve faşist sermaye güçlerini işbaşına getirerek demokratik sosyalist gelişmeye set çekmeye çalıştı. Endonezya, Filipinler, Şili, Arjantin, İspanya, İran, Türkiye, Yunanistan gibi birçok ülkede faşist darbeler düzenlenerek yüz binlerce ilerici, devrimci-sosyalist işçi, emekçi, genç ve aydın katledildi.

Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet yanlısı hükümetlerin kurulması, Çin Halk Devrimi’nin zaferi ve Çin’in “sosyalizm yolunu izleyeceği”ni ilan etmesiyle birlikte, emperyalist saldırganlık daha da arttı. Kore savaşı, Küba Devrimi, Filistin sorunu ve Ortadoğu’daki gelişmeler ile Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesi başta olmak üzere, uluslararası önemdeki gelişmeler, silahlanma politikaları ve nükleer silahların geliştirilmesi, “iki blok” ve iki büyük güç arası “soğuk savaş”ın şiddetlendiği başlıca alanlar oldular. ‘Batılı’ emperyalistler ve onların yönlendirdiği “soğuk savaş” propagandası, sosyalizmin uluslararası proletarya ve ezilen halklar arasında kazandığı büyük prestiji yıkmayı, işçi ve emekçilerin kurtuluş umudunu boğmayı, ezilen ulus ve halkların sosyalizmin başarılarından aldıkları moral güç ve destekle yükselttikleri anti sömürgeci savaşları etkisiz kılmayı, önüne koymuştu. S. B’ne ve Doğu Avrupa halk demokrasilerine karşı, yıkıcı propaganda yoğunlaştırılırken, bu propagandayı, “Varşova Paktı ülkeleri”ndeki kapitalizm yolcularının sağladıkları malzemelerle de zenginleştirdiler. Bu propagandaya göre, savaşları, bölgesel çatışmaları ve açık işgalleri de içeren politikaları etkisiz kılmak için, S.B’nin yenilgiye uğratılması ve yıkılması gerekiyordu!

“Soğuk Savaş” söylemi, 1947-1956 döneminde sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı ve kavgasının; sonrasında ise başlıca iki büyük devlet ve etraflarında bloklaşmış güçlerin, güç ve etki alanı mücadelesinin ürünü ve ifadesi oldu.

1960’larda S. B. yönetimi, ülkeler, topraklar ve enerji kaynakları üzerine kavgayı kabullendiğini, politikalarıyla teyid etti. Sosyalizmi inşa çabalarının sekteye uğratılmasını amaçlayan uluslararası kapitalist kuşatma ve baskının, içerdeki kapitalizm yolcularının faaliyetiyle birleşerek başarıya ulaşmasıyla birlikte, ABD ve S.B’nin başını çektiği “iki kamp” arasında, dünyanın hemen tüm alanlarını etkileyecek karşılıklı güç gösterileri, nükleer silah tehdidinin büyümesi, askeri ve askeri teknolojiye ağırlık veren rekabetin sertleşmesi ve bu yönlü “yarış”, sürecin en etkili gelişmeleri olarak öne çıktı. İktisadi kaynaklar, güvenlik gerekçesiyle askeri alana kaydırıldı, vurucu gücü yüksek konvansiyonel silahlar ile yıkım gücü korkunç boyutlara ulaşan kitlesel imha silahları(nükleer-biyolojik ve kimyasal) geliştirildi. Nükleer denemeler için ekonomik ve teknolojik yatırımlar artırıldı. Rekabet uzayın silahlandırılmasına kadar genişletildi.

Örtük ya da aleni olarak süren rekabet ve paylaşım kavgası, 1980’lerin sonuna doğru yeni bir sürece girdi. “Gorbaçov reformları”yla (perestroyka-Glasnost) S.B. ve ‘Doğu Bloku’nun yenilgisinin ilanı anlamına da gelmek üzere, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Varşova Paktı’nın dağıtılması, 1960’lar sonrası sürecin yeni bir “dönemeci” oldu. ‘Batılı-Doğu’lu’ kapitalist propagandacılar, “Soğuk savaş döneminin sona erdiğini”; yeni dönem ve “yeni düzen” koşullarının oluştuğunu; modern tarihin tüm ‘kötülükleri’nin sona ermesini olanaklı hale getirecek “yeni bir dünya düzeni”nin kurulmakta olduğunu vazetmeye giriştiler. SSCB’nin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sınıflar ve ideolojiler “devri kapanmış”; onlar tarafından “üzeri örtük bırakılmış” kimlikler-özgürlükler sorunu öne çıkmış, genel olarak barışın ve refah içinde ilerlemenin “yolu açılmış”tı!

Böyle olmadığı, iddianın gündeme getirildiği ‘gün’-dönem açısından da, açıktı. “Yeni dünya düzeni” olarak ilan edilen düzen, tekelci sermayenin, burjuvazi ve emperyalist devletlerin, işçi sınıfına, emekçilere ve tüm ezilenlere yönelik iktisadi-sosyal ve politik baskı ve saldırıları yoğunlaştırmalarını, pazar ve etki alanı kavgalarının daha da sertleşmesini ve fetih politikalarının güç kazanmasını, “müjdeliyor”du!

Vaad edilenin gerici, saldırgan ve vahşi karakteri, ‘Doğu’da “eskiyi arama” eğilimine güç verirken ‘Batı’da proletarya ve emekçilerin istemlerine karşı sertlik politikalarını yoğunlaştırma “ihtiyacı”nı artırdı. Yeni işgaller ve savaşlar için hazırlıklar yoğunlaştırıldı ve sürecin içinde bulunduğumuz döneminde, sistemin son yüz yıl içinde en büyük ve derin ikinci krizi patlak verdi.

“Duvar” üzerinden birbirleriyle pazar ve etki mücadelesi sürdürenler, kapitalizmin sosyal-iktisadi ve politik açmazlarını –bu kez de–, duvarın çöpüyle örtmeye giriştiler. İngiliz-Fransız ve Alman burjuvazisi arasında “Avrupa’nın söz sahibi olma” iddiasıyla süren rekabetin, bağrında büyük yaralar açtığı eski “Avrupa düzeni”, Almanların “yeniden birleşmeleri”yle bir kez daha yıkıldı. Dünya gericiliği, sosyalizme ve demokratik halk iktidarlarına karşı burjuva emperyalist saldırıyı, yeni koşullarda, işçi ve emekçilerin demokrasi, özgürlük ve sosyalizm için mücadelesine karşı, tüm bir kapitalist sistemin “ortak”, ve çok yönlü politikası olarak yenilerken, “tarihe” dönüp, onu yeniden yazmaya girişti.

* * *

Tarih bilincine ve ‘tarihe geri dönüş’e duyulan ihtiyaç, kuşkusuz nostaljik bir anımsama/anımsatmadan çok daha anlam yüklüdür. Burjuvazi, bunu, işçi sınıfı ve emekçilere onların kendi tarihsel eylemleri, mücadeleleri ve bu mücadelelerin büründükleri biçimler ile sağladıkları kazanımları unutturmak, olayları farklı göstererek kapitalist sömürü koşullarında yaşamanın kaçınılmaz ve “alternatifsiz” olduğunu göstermek (!) için yapmaktadır. Yanı sıra, tarihe çarpıtmayı da içeren dönüşü, kendi yararına tarih bilinci oluşturma gibi bir önemli hedefe de sahiptir.

Ama tarihin doğru bir ‘okunması’na; kendi tarihinin bilgisine ve oradan çıkarılmış sonuçlardan bugünkü ve gelecekteki mücadelesinde yararlanmaya, esas olarak işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyacı var. “Geçmişi olmayanın bugünü, bugünü olmayanın yarını olmaz” diye de ifade edilen söz, biraz da bu gereksinimi anımsatır. Tarihi, sınıf mücadelelerinin ve işçi sınıfının devrimci rolünün reddi üzerinden, sermaye çıkarlarını ve burjuva sınıf hakimiyetinin “devamlılığı”nı esas alarak yazan burjuva tarih yazıcılığına karşı, insanlığın ileri yürüyüşünün ardındaki esas gücün, sömürülen ve ezilenler olduğunu unutturmayan ve unutmayan bir tarih bilinci ihtiyacı, bugün her zaman olduğundan da fazladır. Sömürü düzeninin yıkılamazlığını ve sosyalizmin olanaksızlığını vaaz eden burjuva teori ve burjuva tarih yazıcılığına karşı, onun bir yalan kurgusu olduğunu göstermek üzere, sınıflı/sömürüye dayanan toplumlar tarihinin, yeni üretici güçlerin eyleminde eski üretim ilişkilerinin yıkılması ve tasfiye edilmesiyle ilerlediğini, bunun kapitalizm için de geçerli olmaya devam ettiğini; geçici yenilgisine karşın, işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarının sosyalizmin mümkünlüğünü ve inşa edilebilir olduğunu kanıtladıklarını, tarihsel iktisadi-politik ve sosyal gerçekler ortaya koymuştur. Bunlar görülmeden/ öğrenilmeden/akılda tutulmadan; ileri gidilemez.


[1] Francis Fukuyama, bu gelişmelerden hareketle önce “tarihin sonu”nu ilan etti, sonra yine çeşitli gelişmeleri gerekçe gösterip, bu “tezi”ni geri çekti.

[2] H. Cemal, Milliyet, 10 Kasım 2009

[3] Mussolini, “faşizme göre, -diyordu- her şey devletin içindedir ve devletin dışında insani veya ruhsal hiçbir şey yoktur, dahası onun dışında hiçbir şeyin değeri yoktur. Bu anlamda faşizm, totaliterdir ve bütün değerlerin sentezi ve birliği olan faşist devlet, bir halkın yaşamının tüm yönlerini ifade eder, geliştirir ve güçlendirir.

[4] ABD’nin “Avrasya stratejisi”nin en önemli propagandacılarından ve “uluslararası stratejist” etiketli Zbigniew Brzezinski, totalitarizmi, “ütopyacı gelecek vaadi”; “tek kişi, tek lider, tek parti sistemi, fiziksel veya psişik şiddet; medya ve silah tekeli, ekonominin merkezi yönetimi ve bürokratik ‘koordinasyon’”la tanımlamaktadır.

[5] 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaşanan uçaklı intihar saldırılarını gerekçe edinen ABD yönetimi, sadece “kendi ülkesi”nde değil, hemen tüm ülkelerde “güvenlik tedbirlerinin geliştirilmesi” adı altında hem toplumsal yaşamın sıkı denetimi için hem de “güvenlik yetersizliği” gerekçeli yeni ürünlerin piyasaya çıkarılarak sömürü olanaklarının genişletilmesi için harekete geçilmesine ön ayak oldu. Gaz maskesi ve gökdelenlerde çalışanların “saldırı anında kullanmaları” için yapıldığı açıklanan paraşüt satışında ‘patlama oldu.’ Bush hükümetinin terör gerekçeli “güvenlik önlemleri”, silahlanma ve savaş aygıtını takviye harcamalarının ve örneğin 780 milyar dolar tutarındaki “savunma bütçesi”nin onaylanması için gereken “toplumsal destek”i sağlamakla kalmadı, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı istilaya girişmesi için de enerji ve silah tekellerinin çalışmalarıyla birlikte gereken “kamuoyu desteği”ni de sağladı.

[6] Karl Raymond Popper, “Açık Toplum ve Düşmanları”

[7]Sosyalist S.B, “sadece ve sadece genel ve tam bir silahsızlanma”nın yeterli bir barışın garantisi olabileceğini her vesile ile gündeme getirdi ve savundu. Emperyalist hükümetler, “kızıl tehlike”nin son bulması isteklerini gizlemediler. Emperyalist hükümetler, Sovyetler’in tüm yeminli düşmanlarıyla en etkili işbirliğini geliştirerek sosyalizmi yıkmaya çalıştılar. Japonlar, beş yıllık planların başarıya ulaşmasını dahi, kendileri için “son derece ciddi bir tehlike” olarak görüyorlardı. Hitler, gizlemeksizin, “önümüzde iki yol var: yayılmak ya da yok olmak!” diyor, ellerindeki “biricik olanak”ın, Avrupa’da “doğrudan doğruya yeni topraklar kazanma” olduğunu açıklıyordu. “Bütün sömürgeleriyle Avrupa”yı istiyor, Brezilya’da “yeni bir Almanya kurmak”tan, Arjantin ve Bolivya’yı Nazi Almanya’sına ‘katmak’tan söz ediyordu. “Meksika Almanlaştırılmalı” diyor, ABD’nin “Germen asıllı Amerikalıların egemenliğine girmesi”ni sağlamak için “arındırılması”nı kendisinin gerçekleştireceğini söylüyordu. Alman politikası, “toprak yoksunluğu içinde bulunan bu enerjik ırkın yerleşebileceği” yeni topraklar sağlanmasını esas alıyordu. Buna karşın, ABD, İngiltere ve Fransa, “bekle gör” denilebilecek bir tutum içinde Hitlerin saldırı politikalarını ilerletmesini seyretme tutumlarını, Nazi orduları Avrupa’yı kana bulamak üzere ordular harekete geçinceye kadar sürdürdüler.

[8] Osman Akınhay, Mesele dergisi, Kasım 2009.

 

ideolojik mücadeleye ve devrimci teoriye yaklaşım sorunu

 

SSCB’nin dağılması/dağıtılması sonrasında, bu “olgu”dan da güç alarak, işçi sınıfının toplumsal kurtuluş teorisi ve pratiğine karşı sürdürülen ideolojik saldırının, işçi hareketinde istikrarsızlığın yaşandığı ve düşüş eğiliminin güç kazandığı koşullarda yarattığı tahrip edici etki, “devrimci saflar”da teoriye ilgi düşüklüğü, okuma tembelliği ya da yetersizliği eğilimine güç verdi ve sınıf hareketinin “geriliği”nden güç alan bu eğilim, hareketin- kendiliğindenliği aşamamasının faktörlerinden birine dönüştü.

Sosyalizmin –tarihsel olarak geçici– bu yenilgisinden “ders” çıkaran “özeleştirel değerlendirme”ci “sol” teorisyenlerin büyük çoğunluğunun, “hata”yı Marksist teoride; Lenin’in –ve Stalin’in– proletarya devrimi ve devlet teorisi ve pratiğinde; Stalin döneminin sosyalizm inşası önceliklerinde aramaları ve sözüm ona bulmaları, hareketin geriye düşüşü ve dağınıklığından da güç alarak, güvensiz ve inançsız bir tutumun egemen olmasına hizmet etti. Liberal sağ ve ‘sol’ yazar ve teorisyenlerin, Marksizm-Leninizme karşı sürdürdükleri, kapitalizmi ve onun demokrasisini “üstün” ve “yıkılamaz” gösteren propaganda da, bu, denebilir ki hazır ve/veya hazırlanmış zemin üzerinden etkili olabildi.

Mücadeleden geri durma ve teoriye ilgisizlik tutumunun, ülkenin toplumsal kültür ve geleneklerinden beslenen bir damarı kuşkusuz vardı. Burjuva gericiliğinin on yıllar süresince materyalist dünya görüşüne karşı ortaçağcıl dogmatik görüşleri egemen kılma çabalarının, doğa bilimlerine ve aklın ve bilimin yol göstericiliğine karşı hurafelere dayalı, metafizik ve dinsel dogmaları empoze eden eğitim sistemi ve politik dayatmanın, yaşam ve toplumsal sisteme ilişkin sorgulayıcı, araştırıcı, ve kültürel bakımdan ilerletici çabaların “zararlı fikir ve eylem” sayılarak saldırı hedefine konmasının sonuçları etkisiz kalmış olamazdı. Ancak, tüm bunlara rağmen, bu eğilimin güç bulmasında en önemli etken, sosyalist S.B.’de kapitalizmin yeniden restore edilmesi ve biçimsel sosyalist örtülerinden kurtulan revizyonist burjuva tabakanın bu büyük ülke(leri)yi kapitalist sistemin eklentisi haline getirmesinin, dünya proletaryası ve devrimci-Marksist güçlerin saflarında büyük dalgalanmalara ve moral-manevi değer yitimine yol açmasıydı. Bu etki, işçi hareketinin geriye düşmesinde oynadığı rolün yanı sıra, ezilen ulusların kurtuluş hareketinin – ‘doğası gereği’– bir iki istisna dışında uzlaşı yoluna girip kapitalist-emperyalist burjuvazinin denetiminde, sisteme bağlanmasında da rol oynadı.

Kapitalist gericiliğin hizmetindeki burjuva emperyalist ideoloji, sınıf hareketindeki geriye düşüşten ve sosyalizmin somut bir güç ve toplumsal sistem olarak artık var olmayışından güç alarak, sosyalizmin olanaksızlığı, işçi sınıfı ideolojisinin geçersizliği iddiasını, frekansı yükseltilmiş bir tonda sürdürdü. Marksist teoriye ve sosyalizm pratiğine karşı söylemini, sözüm ona inandırıcı kanıtlarla desteklemek üzere, bilim ve teknikteki gelişmeleri, – bu gelişmeler idealist, metafizik burjuva düşüncesine karşı güçlü kanıtlar sunmalarına karşın– kullanmaya özel bir önem verdi. Burjuvazi ve ideologları, proletaryanın devrimci savaşımının başarısının, başka etkenlerin yanı sıra, burjuva ideolojik etkiden kurtulmasına; eyleminin burjuva sınırların dışına çıkma yeteneğine bağlı olduğunu çok iyi biliyorlardı. Devrimci teorinin proletarya ve emekçi hareketinin saflarında –sosyal dayanağıyla buluşarak– maddi dönüştürücü güç haline gelmemesi için, saldırılarını, kullanılabilir gördükleri araç, unsur, olgu ve gelişmelerle güçlendirerek sürdürdüler. Anti sosyalist ideolojik saldırının, tarihi çarpıtmalara girişerek, işçi sınıfı ve emekçilerin tarih bilincini sermaye çıkarlarıyla uyumlu şekillendirme çabalarını ele alan birinci makalemizde (iki yazı birbirinin devamı ve tamlayanı olarak da alınabilir) belirtildiği üzere, bu saldırının en belirgin özelliklerinden biri de, Marksist teoriye karşı, değişen koşullar ve güncel gelişmeler gerekçeli, “modern sonrası zaman”ın ve “sanayi sonrası toplum”un “olguları”nı sözüm ona dayanak edinerek yönelttiği suçlamalarla proletarya ve emekçi kitleleriyle ilerici aydınlar ve çeşitli devrimci örgütlenmelerin saflarında, teoriye ilişkin olarak yaratmayı başardığı kuşku ve bulanıklıklardır. Bu saldırı, devrimci teorinin önemini küçümseyen ya da önemsemeyen “devrimci”(!) eğilim ve tutumdan da güç alarak etkisini daha da artırmış; işçi ve emekçilerin örgütlü ileri kesimlerinde dahi, ilke yoksunluğuna karşı mücadelenin ve teorik eğitim ve teorik düzeyin yükseltilmesinin, zorunlu ve önemli görülmeyişine yol açarak, hareketi zayıflatan anlayışların etki alanını genişletmiştir.

TEORİYE YAKLAŞIMDA İKİ BAŞLICA –SORUNLU– EĞİLİM

Devrimci-”sosyalist” kesimler içindeki yansımaları esas alındığında ve temel eğilimler üzerinden bir genelleme yapıldığında, teori sorunlarına ve Marksist teoriye yaklaşımda; başlıca iki tutumdan söz edilebilir: a) teorinin pratik yaşamdan ve sorunlarından soyutlanmış genel formülasyonlar yığını olarak algılanması; teoriye akademik yaklaşım tutumu; ve b) teori sorunlarının ve teorik mücadelenin önemsenmemesi-azımsanması tutumu.

Birincisi, genel olarak alındığında “bir aydın tutumu”/”aydınca tutum” olarak yansır; ikincisi ise, sözüm ona pratiği ve siyasal mücadelenin önemsenmesini kalkan edinir. Birincisi, “teoriyi esas alma”(!)yı; “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” vurgusunda altı çizildiği üzere, teorik mücadelenin “olmazsa olmaz” öneminden hareket eder, fakat teori sorununu salt akademik bir sorun sayarken; ikincisi , “ileri doğru atılmış bir adımın bir dizi programdan daha önemli” olduğu vurgusuyla, bir tarihsel durum ve dönemde, hareketin politik gelişimine duyulan gereksinime yapılmış dikkat çekmeyi dayanak edinip teorinin önemini küçümserken, pratik görevlerin ivediliğine sığınır. İlki, teorik çalışma ve ideolojik mücadelenin, özel bir çalışma türünü; inceleme/irdeleme-araştırma ve bunun için zaman ayırma gereksinmesini; ikincisi, politik-pratik çalışmanın başarıya ve sonuca götüren zorunluluğunu, tek yanlı olarak abartır, dahası, istismar eder.

Bu her iki tutumun ortak özelliği; birbiriyle bağlı iki önemli alanın, birbirinden koparılarak, soyut, kategorik ve ayakları havada hale getirilmesini ifade ediyor olmalarıdır. Marksizmin teori ve pratiğine yön verici katkılarıyla proletarya hareketinin ilerleyeceği hattı göstermiş olan büyük dehaların sözlerini birbirlerine karşı kullanmayı esas alan bu “ayrıştırıcı” tutumların her ikisinde de, teori pratik ilişkisi çarpıtılarak, temel önemdeki iki mücadele alanının birbirini koşullaması; herbirinin öteki için koşul olması veya oluşturması görmezden gelinir ve biri olmadığında ötekinin de olamamış olduğu gerçeği göz ardı edilir.

Bunlara eklenebilecek bir diğer tutum; Marksizmin, değişim ve koşullar gerekçeli burjuva liberal yorumudur. Bu yorumlama, Marksizmin hâlâ geçerli olduğunu ve sınıf mücadelesinin yol gösterici bilimsel düşüncesi olmaya devam ettiğini sözüm ona kabullenerek, onu, burjuva sosyolog, tarihçi, iktisatçı ve felsefecilerinin görüş açısından ve onların söyleminden ödünç alınmış kavramlarla açıklamaya çalışır. Bu tür “Marksistler”den bazıları, Althusser, Lukacs, Poulantzas’ın; hatta daha da geniş tutarak, Derrida, Kierkegaard, Husserl, Heiddegger gibi anti Marksist teorisyen ve filozofların görüşlerini esas alarak, Marksizmin anti Marksist çeşitli versiyonlarını onun hazinesine yazmaya çalışırlar. Marksizmin teorisine “varoluşçuluk”u; “bilinemezcilik”i ve daha çok çeşitli anti Marksist anlayışı ‘sokuşturarak’ onu, “yaratıcı yeniden yorumlama”larla, burjuvazi için tehlike içermeyecek bir “masumiyet” teorisi haline getirirler. Toplumsal özneyi “sınıf”tan soyut bireye indirgeyen sözde özgürlükçü anlayışın “başat” konuma alındığı bu “yaratıcı yeni Marksizm”lerde, kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkarılır; politika ile ekonomi birbirinden “bağımsız” alanlara çekilerek, kapitalist emperyalizmin kaydettiği gelişme, emperyalizmin kapitalist temeli ya da tersinden kapitalizmin ‘tepe noktası’ olarak emperyalizmin muhtevasını örtecek şekilde ele alınır ve proletaryanın devrimci özne ‘vasfı’ üzerine bulanıklıklar yaratacak indirgemeciliğe baş vurulur. Marksizmin açık ya da gizli muarızlarından bazıları da, işi, Weber, Freud, Sartre, O. Palme, A. Soljenitsin, M.Gandhi ve Sakharov gibilerini Marx, Engels ve Lenin’in yanına yazmaya kadar vardırırarak, anti Marksizm ile Marksist görüşlerin; liberal, sosyal demokrat anlayışlar ile sosyalist politikaların bir karmaşasını Marksizm hanesine yazmaya kalkışırlar.[1]

MARKSİZME KARŞI BURJUVA SALDIRISINA BAĞLANAN “SOL” SÖYLEM ve TEORİ

Marksizmin “solda”ki sözümona savunucularından bazılarının, Marksizm (Marksizm-Leninizm)’in bilimsel ve iç tutarlılığa sahip toplum ve doğa görüşünü tahrif ederek, teorisi ve pratiği arasında “çelişkiler” keşfine koyuldukları, diğer bazılarının da, “Marksizm” kavramına ve teorisine; o güya “bütüncül bir teori” ve “bugünün ve geleceğin bütün sorunlarının yanıtları”nı “içerme” iddiasıyla ortaya çıktığı ve fakat, günümüz maddi gerçekleri ve kapitalizmdeki değişimler karşısında da, “esasen geçersiz hale geldiği” için (!), karşı çıktıkları ve “Marksizmden kurtulma”nın ya da “eski Marksizm” yerine “yeni bir Marksizm” propagandasına giriştikleri biliniyor. Görüşleri, sermaye egemenliği sisteminin sınırlarını aşmayan “ünlü” iktisatçı, felsefeci, tarihçi ve edebiyatçıların “argümanları”nı esas almakla, değişen dünyanın ve toplumun gerçeklerine dayandıklarını ileri süren bu gibi “solcu”-”devrimci” ve hatta “sosyalist”lere göre de, “Marx’ın yarattığı ideolojinin hayat tarafından doğrulanmadığı” ortaya çıkmıştır! Çünkü diyorlar bunlarbu teoriyi pratiğe geçiren “sosyalist devrimler” başarısızlığa uğramış; kurulan “proletarya devletleri” ve Doğu’daki halk cumhuriyetleri birbiri ardına yıkılmış; sınıf farklılıklarına ve çelişkilerine dayanan kapitalizmin, başlıca olarak, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki uzlaşmaz temel çelişki nedeniyle yıkılmaya mahkum olduğunun ve siyasal devrim yoluyla burjuva diktatörlüğünü yıkacak olan devrimci proletarya öncülüğündeki emekçilerin, onun devrimci devleti aracıyla (işçi konseyleri, fabrika ve işyeri organları ve halk örgütleri vb.ne dayanarak), üretim araçlarının toplumsal kolektif mülkiyetini gerçekleştirerek sömürü koşullarını ortadan kaldıracağını “vaaz eden” teori ve pratiğin “gerçekleşemezliği”, SSCB’nin yıkılması ve “Doğu Bloku’nun çökmesi”yle, kesin olarak kanıtlanmıştır![2]

Bu iddia, tez ve teoriler, farklı gerekçeleri hareket noktası almalarına karşın, kapitalist emperyalizmin değişim dinamiklerini ve sözüm ona nitelik değişimini; buna bağlı olarak da sınıfların ve ilişkilerinin değişimini başlıca dayanak ediniyorlar. Sermaye ve üretimin uluslararası özelliğini, işçi hareketindeki parçalanmışlığı ve mücadelesinin geri ya da istikrarsız seyretmesini ‘karşı silah’ olarak kullanan bu “sol”cu laf ebelerinden bazıları, işçi kitlelerinin “bir türlü proletarya gibi davranmadığı”nı ileri sürüyor; bunu da, onun toplumsal konumunda temelli bir değişimin gerçekleşmesiyle; “teoride vaaz edildiği üzere” mülkiyetten yoksun olmayıp, evi, otomobili, kimilerinin bahçesi, buz dolabı-televizyonu, emekli maaşı, sosyal güvencesi olan, “basbayağı mülk sahibi” bir sınıf haline gelmesiyle gerekçelendiriyorlar. İddialarına göre, “karnı doyan” ve “refahtan payını alan” işçi artık “sınıf kimliğine sarılma” ihtiyacı duymamakta; bunun yerine “dini-milli kimliğine” sarılmaktadır. “Öyleyse” diyorlar bunlar, sınıf temelli bir mücadele artık zaman aşımına uğramıştır ve S.B.’nin yıkılması sonrasında görülen “ulus hareketleri”yle dine ilginin uluslararası alandaki artışı, dinin, etnik-milli kimliğin, gelenek-göreneğin daha kalıcı ve esas olduğu kanıtlanmıştır.

Özünde sağcı, görünürde solcu bu lafazanlık önemli oranda eskidir ya da yeterince eskimiştir! Onda yeni olan ise, durmadan ve her fırsatta yinelenmesidir. Kapitalist emperyalizmi, tüm ve herkes için refah ve mutluluk toplumu olarak gösteren burjuva propagandasını temel alan ve dünyanın sözüm ona “küresel köy” haline geldiğini ileri sürerek, bu “global köy”de, toplulukların toplumsal-politik ve ideolojik davranışlarının sınıf kimlikleri ve farklı çıkarlara sahip olmalarından hareketle açıklanamaz hale geldiğini; “milli kimlik”-”dini inanç”-”gelenek-görenek”; “milletin çıkarları” gibi “daha bütünsel ortak hedefler”in esası oluşturacak şekilde bunun yerine geçtiğini iddia eden bu sav ve söylem, kapitalist toplumsal düzenin hâlâ “çöküşe ve yok oluşa” gitmemiş olmasını veri almakta; “sosyalist ülkeler pratiği”nin “yenilgi ile sonuçlanması”nı ise, “doğrulayıcı” kanıt olarak göstermektedir.

Kapitalizme dair “olgu”ları, kapitalizmin temel çelişkisini örtecek şekilde yorumlayan bu tez ve iddia, insan soyunun, emekgücü sayesinde ulaştığı ilerleme ve gerçekleştirdiği üretimin, zorunlu ihtiyaçlar haline getirdiği mal ve hizmetleri veri göstererek; ev-araba-buzdolabı-çamaşır makinesi ile toprak, makine, fabrika kompleksleri ve para sermaye sahipliğini aynileştiren bir kurnazlığa başvurmakta; kapitalizmin sınırları dışına çıkacak bir toplumsal-sınıfsal hareketin önünü, böylece kesmek istemektedir. Bu ‘katakullici teori diğer yandan, burjuva emperyalist güçlerin, sınıf hareketi ‘içindeki’ aristokrat-bürokrat sendikacılık akımlarından da yararlanarak, hareketi geriye çekmesinden ve sermayenin çalışma ve iş yaşamını işçi aleyhine; onun örgütlenmesini ve mücadelesini zaafa uğratacak ve zora düşürecek şekilde parçalı-esnek-istikrarsız hale getirmesinden yararlanmakta; işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmeyi aşamayan güncel-dönemsel hareketini ve son yılların “ulusal kimlik savaşları”yla dinin kapitalist kullanımının kitleler içindeki etkisinde görülen artışı veri alarak, kendini doğrulamaya çabalamaktadır.

Kapitalizm temeli üzerinde yükselen ya da kapitalizme ve kapitalistin çıkarlarına bağlanarak varlığını sürdüren; bazısı doğrudan kapitalizmin ürünü olarak var olan ve insanın özgür ve kardeşçe yaşayabileceği koşulların oluşumuna karşı kullanılan; diğerleri tarihin arkaik dönemlerinin önyargı ve doğmalarından güç alarak etkilerini hâlâ sürdürmekle kalmayıp emperyalist gericilik ve tüm ülkelerdeki kapitalist yöneticiler tarafından, özel bir ilgi ve dikkatle istismar edilerek, halkların burjuva yönetim koşullarında tutulmalarının araçlarına dönüştürülen din, etnitise, “milli çıkar” vs gibi, daha çok burjuva söylemi ve politikasının kullandığı malzemeye sarılanlarını bir yana bırakırsak, “solcu”luk adına ve “solcular”a (!) akıl vermek üzere konuşan bu lafazanlar, üretimin ve sermayenin uluslararasılaşmasını tümüyle yeni bir olgu olarak ele alıyor, artı-değer üretimini fabrika sınırları içinde ve ağır sanayi alanıyla sınırlıyor; emek-sermaye ilişkisini böylece dar bir alana çekerek, sanayi proletaryasının toplumsal devrimin öncü ve temel gücü olma karakterini yitirdiğini, –hareketin dönemsel istikrarsızlığını da veri alarak–, ileri sürüyorlar.[3]

Marksist-Leninist teorinin hayatın tüm yönlerinin ve tüm zamanların “bütünlüklü görüşü olma” iddiasıyla ortaya çıktığını vaaz eden burjuva-burjuva liberal çarpıtmaya gelirsek, bunu, yüz yıla yakın süre önce Lenin, Marksizmin ‘yaşayan ruhu’nun “somut şartların somut tahlili” olduğunu vurgulayarak cevaplamıştı. Üretim tarzlarıyla sosyal sınıf ilişkilerinin seyrini tarihsel süreç boyunca irdeleyerek, ulaştığı sonuçları ortaya koyan Marx’ın –ve Engels’in– adıyla anılan kuramın gücü, sosyal-iktisadi olguları ve sınıf ilişkilerini, tarihi gelişimine ve somut koşullara bağlı kalarak irdelemesiyle, güncel olabilmesindeydi. Marksist bilimsel teori ve materyalist tarih anlayışı, “tarihin ve zamanın tüm sorunlarına ebedi ve değişmez çözüm getirme” iddiasını ve mutlakçı bakış açısını reddederek, mevcut koşulların(içinde bulunulan) ve sosyal-iktisadi gelişmelerin gündeme getirdiği sorunların çözümünü ‘görev’ edinir.

Kapitalizm, evet, kapitalizm olarak kaldığı sürece, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti arasındaki çelişme, onu değişime; üretici güçlerin özgürce gelişeceği bir topluma doğru zorlamayı sürdürür. Kapitalizm, evet, kapitalizm olarak kaldığı sürece, emek-sermaye çelişkisi varlığını sürdürecek ve proletarya-burjuvazi arasındaki sınıf savaşı devam edecektir. “Bütünlük” ve “devamlılık”tan kasıt bu ise eğer, bundan korkması gereken, solcular değil, kapitalistler olmalıdır.

Toplumsal sorunların sınıf temelli; ve sınıf çatışmaları üzerinden izah edilmesini, “zaman aşımına uğramış” sanayi toplumunun olgularıyla açıklamak ve bugünün toplumunun sorunlarına oradan açıklama getirmeye çalışmak olarak gören ve bunun dayanaklarının bugünün “küresel kapitalizmi”nde bulunmadığını vaaz eden teori ve propagandayı geçersiz kılan kanıtlar, açık olarak görülebileceği üzere, devrimci muhayyilede, devrimcinin hayali varsayımında değil, kapitalizmin güncel katı gerçeklerindedir.

Liberal “solcu” iktisatçı-tarihçi ve felsefecilerin Marksizme yönelttikleri suçlamalar, kapitalizmin olguları arasındaki ilişkilerin göz ardı edilmesini ve emek-sermaye ilişkisi ve çelişkisinin temel karakterinin reddini, kalkış noktası olarak alıyor. Marx ve teorisini tahrif ederek, teori-pratik ilişkisini, proletaryanın devrimci eylemi ve örgütlenmesini zaafa uğratacak ve hatta yenilgisine yol açacak bir anlayışla uyumlu göstermeye çalışan bazı “sol”cu-“devrimci” yazar ve teorisyenler ise, kapitalizmin, toplumu proletarya ve burjuvazi olarak bölmesini ve yeryüzünün hemen tüm ‘köylü toplumları’nın kapitalizmin sömürü çarkına kapılması gerçeğini önemsiz göstererek, kapitalizme bir tür “ebedilik” atfetme durumuna düşüyorlar.

Marksizmin liberal “sol” eleştirmenleri, safları gün geçtikçe daha da genişleyip kalabalıklaşan dünya ölçeğinde nüfusun yarısını aşan bir kitleyi bulmaktadırproletaryayı ve devrimci hareketini küçümseyip, hatta yok saymakla kalmıyor; açlık sınırındaki 1.3 milyar kişiyi; 2.8 milyar insanın yoksul yaşamını; 750 milyon kişinin temiz içme suyu bulamamasını; son krizle birlikte 270 milyona ulaşan işsizleri; 340 civarındaki büyük dolar zengininin dünya nüfusunun yarısından fazlası kadar geliri cebe indirdiği gerçeğini yok sayma uyanıklığı da gösteriyorlar.

MARKSİZMİN DİRİ VE GÜNCEL BİR TEORİ OLARAK KALMASININ “SIRRI”(!)

Marksizm, “olabildiği kadar yetkin bir toplum sistemi uydurma”yı değil, kapitalist toplumun proletarya ve burjuvazi gibi modern sınıflarıyla, onların uzlaşmaz karşıtlıklarının içinden doğdukları ekonomik temeli ve koşulları inceleyerek, bu sistemden kurtuluşun yolunu bulmayı esas almıştır. O, ödenmemiş emeğe el koymanın; kapitalist üretim tarzının ve bu üretim tarzında ortaya çıkan emekgücü sömürüsünün/artı-değer ve sermaye üretiminin temelini oluşturduğu ve kapitalistin, emekgücünü, pazardaki diğer herhangi bir meta gibi “tam değerini ödeyerek satın alsa bile”, ona ödediğinden daha fazla değer ‘çıkaracak’; elinde, bir bölümünü kişisel giderlerinin karşılanmasında kullanacağı ve geri kalanını sermaye olarak değerlendireceği artı-değer sağlayarak sınıf savaşımı koşullarını oluşturduğunu ve olgunlaştırdığını; böylece bunun, sömürü koşullarının ortadan kaldırılmasıyla –ki sınıf mücadelesi yoluyla ve proletarya tarafından– sömürüsüz toplumsal üretim aşamasına geçişin olanaklarını da yarattığını; mevcut üretim tarzı ve toplumsal örgütlenmenin tahliliyle tanıtlamıştır.

Marksizm, toplumsal sınıfları ve onların eylemlerini; bu sınıfların bireyi olarak insanı ve eylemini; bireylerin yaşamlarının maddi koşullarını “öncül” almakla tüm dogmatik-idealist düşünce sistemlerinden ayrışır. Olayları ve olguları “ilkeler”le değil, bu gerçek ve maddi öncüllerle açıklar. Marksizm, “sol” liberallerin ona yönelttikleri suçlamada vazedildiği edildiği üzere, yaşamın sorunlarının genel-geçer bir reçetesini vermez. Olgular arasındaki bağlantıları açığa çıkararak, sömürülen ve ezilen toplumsal sınıfların, sorunlarını çözüme ulaştırmalarının yol ve yöntemleri üzerinde durur ve tarihin ilerletici gücü ve dinamiğinin burada yattığına işaret ederek, sınıf savaşının sınıfsız bir dünyaya götüren karakterini ortaya koyar.

Marksizmi canlı, dinamik, yaşayan ve gelişen bir bilimsel düşünme sistemi kılan, dayandığı ve esas aldığı bu maddi gerçek zemin ve dünya; ve materyalist-diyalektik yöntemidir. Onun canlı bir teori olarak yenilenme ve bilimsel olma olanağı, diğer yandan, kapitalizm koşullarında, kapitalizmin maddi üretici güçlerini hareketin dinamik öznesi olarak almasında; toplumu ileriye götürebilecek dinamiklere sahip tek sınıfın(gücün), –o bu dinamiği üretim süreci içindeki konumundan almaktadır– sömürüden kurtuluş ve sömürüyü tümüyle tasfiye etme amaç ve hedefleriyle bağlı olmasındadır. Bir Marksist, “her teori gibi daha çok esas olan, genel olan, hayatın karmaşıklığını yaklaşık olarak gösterebilen dünün teorisine”( Lenin) sımsıkı takılıp kalmayarak; yaşayan gerçeği; kesin ve somut olguları hesaba katarak, Marksizmin bilimsel özüne bağlanır ve tarihin en büyük düşünürlerinden biri olarak Engels’in de işaret ettiği üzere, doğa ve toplumdaki “her şey”e ilişkin bilgi ve “kuram”ın sınırlılığını bilerek, gerçeğe ve olgulara bakar. Marx, bilindiği üzere, filozofların dünyayı yorumlamakla yetinmelerini eleştirdi. Önemli olan onu değiştirmekti. Kapitalizmin dünyası sömürü ilişkileri üzerine kuruluydu ve öyle kaldığı sürece de, insanın insana köleliği devam edecekti. Lenin ise, “devrimci teori” ile “devrimci pratik” arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, devrimci siyasal pratiğin devrimci teoriyi gereksindiğine işaret etti. Ne Marx, “dünyayı yorumlama”yı önemsiz gördü, ne de Lenin siyasal pratiği geriye atılabilir tali bir sorun olarak ele aldı. Hareketin değiştirici karakterini göz ardı eden idealist yaklaşımı eleştirdiler. Değiştirmek, her şeyden önce, değişmesi gerekenin; değişmesi zorunluluk gösteren ve zorunlu olanın tanınmasını, bilinmesini gereksinirdi. Ne olgular görmezlikten gelinebilirdi, ne de olguculuk yapılarak dünyanın (toplumsal yaşamın) değiştirilmesi sağlanabilirdi. Toplumsal yaşam çelişkileri ve tarihsel gelişim seyriyle ele alınmalı; “olan”ın ve olmakta olanın işaret ettiği “olacaklar” göz önüne getirilerek, doğmalara karşı durulmalı; aklın ve bilimin yol göstericiliğinde sömürü ilişkilerinin tasfiyesi için politik eylem ve devrimin örgütlenmesi için çalışılmalıydı!

Marksizm, kuşku yok ki, bir sınıf teorisidir; proletaryaya, dünyayı ve bu dünyadaki yerini anlama ve değiştirmesinin bilimsel yöntemini bulmasında ‘yardımcı olan’; yüzyılların mücadele ve hakimiyet deneyimiyle donanmış burjuvaziye (ve onun ideolojisine) karşı mücadelede, gereksineceği donanımı sağlamasını olanaklı kılan bir dünya görüşüdür. Proletarya, “doğayla mücadelesinde insana gittikçe daha güçlü silahlar kazandıran emekle”, sömürüye dayanan düzenin “kendini yenilemesi” arasındaki çelişkiyi her günkü deneyimi içinde öğrenir. Marx’ın teorisi, proleter kitlelerine, bu çelişkinin çözüm yolunu gösterir. Çözümün, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine dayanan ve zor yoluyla korunan sömüren-sömürülen ilişkisinin ortadan kaldırılmasında olduğunu söyler!

Marx ve teorisine göre, kapitalizm, ilk döneminde (serbest rekabet) mülk sahiplerinin “kapitalist nimetler için özgür rekabetinin, kişisel özgürlüğünün, yasa karşısında eşitliğinin[4] koşullarını yarattı. Kapitalizmin üretken güçleri bu koşullar içinde serpilip geliştiler. “Makinelerin makinelerle yapımı”yla birlikte gelişen modern sanayi, zaman içinde, işçileri, büyüyen kitleler halinde üretime çekerek, yeni üretici güçlerle ve üretimin ‘özgür gelişme’ eğilimi ve toplumsal karakteriyle çatışmaya girdi. Modern sanayi, üretim araçlarının ‘bireysel olmaktan çıkarılıp’ ortaklaşa kullanılabilmelerinin koşullarını yarattı ve onları “toplumsal üretim araçları” haline getirdi. Bu gelişme, ürünü tek tek işçilerin ‘bireysel üretimi’ ve ‘bireysel emeği’nin ürünü olmaktan çıkarıp birçok işçinin ortak emeğinin ürünü; toplumsal ürün haline getirirken, ürünün mal edinilmesinin bireysel karakteri değişmeden kaldı. Üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin kapitalist –özel– niteliği arasındaki bu çelişki, sosyal dayanağını, emekgücünü kapitaliste satarak yaşam olanağı bulan ve onu sürdürmek için de bu işi yapmaya devam etmek zorundaki proletarya ile, üretim araçları mülkiyetini elinde tutan ve emekgücü sömürüsüyle sermaye ve servet edinen kapitalistlerde (burjuvazi) buluyordu.

‘Modern sosyalizm’, bu çelişkinin ‘su yüzeyine çıkarılması’ ve proletaryanın devrimci eyleminde çözümünü bularak şekillenecek tarihin yeni uğrağının (sosyalizm) teorisi olarak doğdu.

Marksizmin (Marksizm-Leninizm) tarihe ve topluma dair analizleri ve sınıflı toplumların temel çelişkilerinin çözümlerine ilişkin, yine toplumların tarihinden çıkarılmış yöntemsel ‘sonuçlar’ına kuşkuyla yaklaşan veya tümüyle bunu reddeden “iç”ten ve dıştan muarızları, sosyalizmin tasfiyesi ile coğrafi olarak genişlemiş olan kapitalist pazarın durumuna ve teknolojik gelişmenin üretim sürecinde ve yöntemlerinde sağladığı olanaklara bakarak, bu sürecin kesintiye uğradığını, dahası sona erdiğini; günümüz kapitalizminin, “eski kapitalizm”in temel özelliklerini değiştirerek, sınıf ilişkilerinde niteliksel farklılıklara yol açtığını; bunun da sosyalizm teorisini geçersiz; devrimi olanaksız kıldığını ileri sürerlerken, bu bilimsel analiz yöntemine ve olgusal gerçeklere karşı spekülasyon silahına sarılıyorlar. Ama, olgular, veriler ve rakamlar üzerine parlak söylevlerle kitleleri kapitalist “refah sistemi” hakkında hayali beklentilerle avunmaya çağıran burjuva ideologları gibi, bu “sol” teorisyenler de, kapitalizmin çelişkilerinin derinleşip keskinleştiğini gizleyebilecek büyücü ‘gizi’nden yoksundurlar.

“Küresel kapitalizm” söylemiyle, günümüz kapitalizmini, yeni nitelikler kazanmış farklı bir kapitalizm; ve hatta kapitalizm “sonrası” yeni bir sistem olarak tanımlayan/gösteren teorinin elle tutulur herhangi dayanağı bulunmuyor. Üretimin örgütlenmesi ve meta üretiminin tarzında temelli değişim sağladığı ileri sürülen bilgisayar kullanımı, internet ağı üzerinden iletişim ve pazarlama, hesap-kitap işlerini kolaylaştıran ve planlama ile dağıtımın örgütlenmesinde kolaylıklar sağlayan gelişmeler ile, işin ve üretimin parçalanması, esnek çalışma sistemi, taşeronluk, eve iş verme, parça başı iş verme ya da özellikle bir kısım ürün açısından ürünün her bir parçasının değişik mekânlarda üretilip belli bir yerde birleştirilmesi gibi değişikliklerin hiçbiri, işçinin emekgücüne ve emekgücü kullanımıyla artı-değer üretimine ihtiyacı; emek-sermaye ilişkisini ve çelişkilerini ortadan kaldırmamıştır.

“Sanayi sonrası” diye vazedilen bir “yeni toplumsal üretim sistemi”ni karakterize eden; üretimin ve üreticinin sanayi toplumunda olmayan ya da hatta bazı sapkın liberal ideologların (bunlar yanlış bir biçimde “neo-liberal” olarak adlandırılıyorlar) iddia ettikleri üzere sanayiyi gereksiz kılan yeni bir örgütlenmesine delalet edecek kanıtlar değil, abartılı varsayımlardır, söz konusu olan.

Bu gelişmelerin bir kısmı açısından ise, “yeni oluş” iddiası esasen temelsizdir. Ne mekanik aracın çalışması, insan emekgücü olmaksızın, tümüyle ve kendiliğinden mümkün olmuştur. Ne de işin parçalanması ve merkezi büyük işletmeye bağlı küçük ve bağlı şirketlerin varlığı, emekgücünün küçümsenemez bir kesiminin, gerektiğinde ucuz işgücü olarak kullanılmak üzere “yedek/fazla” olarak işsizliğe itilmesi yeni olgulardır. Bilgisayar sistemi ve internet ağının, emekgücünü geçersiz ve gereksiz kıldığını da, toplumsal yaşam ve örgütlenme söz konusu olduğunda, teknolojiden başka bir şey görmeyen sapkınlardan başkası ileri süremez.

Bilgisayar kullanımının genişleyerek makinenin teknik yenilenmesi ve geliştirilmesinin en önemli unsurlarından birine dönüşmesi –ki onun üretim aracı olarak kullanımı yeni olmayıp, ancak yetkinleşmesinden söz edilebilir–, üretimin planlanması ve değişim faaliyetinin sonuçlarının “hesaplanması”nda büyük kolaylıklar sağlamıştır/sağlamaktadır. İnternet ağı, iletişim-haberleşmede; para akışında; program ve bilgi transferinde yeni olanaklar sağlamıştır. Ancak, bu ilerlemenin, makine ile makine yapımının ve “mekanik aracın çalışması”nın denetlenip-düzenlemesinin emekgücü olmaksızın, –‘kafa emeği’nin emek oluşu unutulmamalı– gerçekleşmesi; öyleyse emekgücünün gereksizleşmesi ve böylece emek-sermaye ilişkilerinde niteliksel bir değişimin gerçekleşmesi gibi sonuçlar doğurmadığı da bir gerçektir. Makinenin icadının manifaktür üretim sisteminde yarattığı değişime benzer bir atılım/itki bilgisayar türü araçların ve makinenin teknik yetkinleşmesi; elektrik akımının kullanımındaki gelişme vb, yeni bir üretim tarzı yaratmamıştır. Bilim ve teknikteki gelişmeler ve üretimin yeniden örgütlenmesinde başvurulan araçlar, kapitalizmi, 19. ve 20.yüzyılda olduğundan da daha fazla çözümsüzlüklere mahkûm hale getirmiştir.

Bu nesnel gerçekler göz önündeyken, bilim ve teknikteki gelişmelerden ve buluşların üretimin hizmetine sunulmasından hareketle emekgücünün değer ve artı-değer yaratma işlevi ve değiştirici devrimci konumunun artık söz konusu olmadığını vazeden teori, makinenin ‘durmadan artan yetkinleşmesi’ni; makine ile makine yapımını; bilgisayar sistemlerinin ve internet ağlarının üretim ve dağıtım süreçlerindeki kullanımını ve üretimin uluslararası örgütlenmesi ile işin ve üretimin parçalı yapısını dayanak alırken, kapitalizmin, kapitalizm olarak kaldıkça, çelişkilerinin daha da derinleştiği ve kendi yok oluşunun koşullarını zorunlu olarak olgunlaştırdığını kabullenmekten başka bir şey söylemiş olmuyor!

Kapitalizmin gerçekliği, onun temel sorun ve çelişkilerinin Marx ve Engels’ten ve Lenin’le Stalin’den sonraki süreçlerde, daha da ağırlaşıp keskin çatışmaları kaçınılmaz kılacak yönde geliştiğidir. “Üretim alanının kıt olanağı”nın, sosyalizmin yenilgiye uğratılması ve SSCB ile Doğu Avrupa ülkeleri pazarının kapitalist dünya pazarına yeniden dahil edilmesiyle bir miktar “genişlemesi”, üretimin durmadan artan ‘plansız’ genişlemesiyle pazarın ‘göreli’ sınırlılığı arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmamıştır. Kapitalist emperyalizm, pazarların ‘kıt olanağı’ ve üretimin aşırı yığılmasının sonuçlarından birini, son yüzyılın en büyük ikinci krizi şeklinde yaşamaktadır. Kapitalist üretimin bolluğu, refahın ve çelişkisizliğin dayanağı olmamış; ama krizin ve yoksunlukların nedeni olmuştur. Makinelerin yetkinleşmesi –ve sınırsız yetkinleşme olanağı– emekgücü kitlelerini üretim sürecinin dışına savurmasına; ve makineler bu özellikleriyle sermayenin işçi sınıfına karşı savaşında en güçlü araçlardan biri olmalarına karşın, emekgücünü gereksinmeyen ve öyleyse sınıf savaşımını içermeyen bir kapitalizmi var edememiştir.

Önemli bütün tarihsel olayların sonal nedenini ve büyük itici gücünü toplumun ekonomik gelişiminde; üretim ve değişim tarzlarındaki dönüşümlerde; ve bunların ardından toplumun farklı sınıflara bölünmesinde; ve onların birbirlerine karşı savaşımlarında arayan görüş”ü; bu “tarihselci” yaklaşımı nedeniyle “kaderci” (!) ilan eden burjuva ve liberal “sol” görüşler, sınıf olgusunun üzerinden “atlayarak”, sınıflar arası mücadeleyi, sınıfların üretim sürecindeki konum ve işlevlerinden soyutlayarak, toplum yaşamının dışına düşmektedirler. “Tarihselcilik” suçlaması ve sözüm ona karşıtlığı, ilkel komünal dönemi dışındaki tüm insanlık tarihini, her biri kendi üretim tarzları ve koşullarının ürünü olan ve birbirleriyle çatışma içindeki sınıfların mücadele tarihi olarak alan; ve belirli tarihi dönemin “hukuki ve politik kurumlarının olduğu kadar, dinsel, felsefi ve öteki idealarının bütün üst yapısının asal bir açıklamasını ancak kendisinden başlayarak(abç) yapılabileceği düşüncesine karşı bir saldırının adıdır.

Bu suçlama, toplumların ilerleyişinin başkaca esaslı bir açıklamasını da getiremez/getirememiştir. Toplumsal yaşam ve insanın topluluklar halindeki varoluşunu, bu yaşam ve varlığın –onu sürdürmek için– gereksinim duyacağı ürünleri üretim tarzından ve ürünlerin dağıtımı ya da değişiminden soyutlayan her teori, spekülatif ve skolastik bir teori olarak kalmaya mahkumdur. Yaşam gereçlerinin nasıl üretildiği ve değişildiğinin, tüm toplumsal gelişme ve değişimin aranacağı temeli oluşturduğunu reddeden her teori dogmatik kalarak, bilimsel düşünce dışına düşer. Toplum yaşamının tüm aykırılıkları ve çelişkileri, çünkü, doğrudan –ya da bir bölümü açısından dolaylı olarak– bu temel “ereksel neden”den kaynaklanarak şekillenir ve değişimlerinin araç ve güçlerinin oluşumunu da koşullarlar.[5]

Burjuvazi ve ideologlarını, Marksizme saldırıyı, “güncel gelişmeler” ve “toplumsal değişim” gerekçelerine sığınarak yoğunlaştırmaya yönelten, Marksizmin, dayanakları kapitalizm tarafından sağlanan; bu, bilimsel, diri ve güncel olmayı sürdürmesidir. Marksist bilimsel dünya görüşünün, dünyanın ve toplumun “yorumlanması”yla kendini sınırlamayıp, kapitalizmin üretmedikçe yaşayamayacağı proletaryaya, dünyayı değiştirmesinin yollarını göstermesi ve burjuvazinin dünya görüşünün karşısına, burjuva toplumunun maddi çelişkilerini sergileyerek çıkması, onun “geçersizleştiği”-”öldüğü”-”somut gelişmeler tarafından yanlışlandığı” yönündeki burjuva vaazının yinelenmesine yol açıyor.

Ama burjuva teorisi, söylemi ve iddiaları için durum, gerçekten de nafile denecek türdendir! Marksizmin sürekli canlılığı ve proletaryaya, sermayeye karşı kurtuluş mücadelesinde yol gösteriyor olması; bir kontracı provokatörün deyişiyle[6] bu garip durum”; kapitalist toplumun, varlığını artı-değer sömürüsüne borçlu olmasıyla; bunun da, proletaryayı, sınıf mücadelesi yoluyla emekgücünün sömürülmesi olanaklarını ortadan kaldırmaya zorunlu olarak yöneltmesiyle, dolaysız olarak bağlıdır. Onun, kendi sonunu getirecek olan bu durumu değiştirebilmesi için, kimliğini ve toplumsal sistemini reddetmesi gerekmektedir.

GÜNCEL KOŞULLAR VE DEVRİMCİ TEORİYE ARTAN İHTİYAÇ

Kapitalist emperyalizm, sonuçları, sadece proleter ve emekçi kitlelerinin yıkımı, yoksulluk, açlık ve işsizliğe daha fazla itilmeleriyle değil, küçük, orta ve hatta büyük burjuvazinin bir kesiminin de yıkımı ve iflasa sürüklenmesiyle görülen yeni bir krizle boğuşmaktadır. Bunalımlara karşı “önlem” adına, banka ve sanayi tekelleri yararına otoriter devlet kapitalizmi uygulamaları yine revaçtadır. Banka ve sanayi tekellerinin emrine 15 trilyon dolar akıtıldı. Üstlenilen yükümlülükler hesaba katıldığında, bu meblağ 25 trilyona ulaşıyor. 1980 sonrasında, “devletin ekonomiden elini çekmesi” propagandası yürüten burjuva ekonomistleriyle sosyolog ve politikacılar, “devletin daha ileri müdahalesi”nden yana tutum açıkladılar. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelere kesilen fatura, işten atma, sosyal hakların daha fazla kısıtlanması; ücret-maaş ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşük tutulması, talep ve mücadelelerine karşı hükümet baskıları ve polis zorunun artması, çalışma yasalarının ve genel olarak hukuksal düzenlemelerin sermaye yararına yenilenmesi oldu.

Bu sonuçlar, açık ki, geçici ve dönemsel değil. “Fiziki sınırları” değişmekle birlikte, kapitalizmin bu olguları süreklilik gösterme ve yeniden üretilme özelliği taşıyorlar. Artı-değer sömürüsüne dayanan bir toplumsal sistemde, başka türlüsü –işsizlik, yoksulluk, açlık ve çatışmalar olmaksızın– olmazdı. Kâr için üretimin, bir azınlık elinde zenginlik-servet birikimini; diğer yanda da taleplerini karşılayamaz/karşılayacak gelire sahip olmayan emekçi yığınlarını üretmesi kaçınılmazdır. Kâr için üretim, öte yandan pazar üzerine rekabeti ve pazar payı için kavgayı gereksinir. Kapitalistler, ürünün ne kadarının pazarda alıcı bulacağının, üretim giderlerini karşılayıp karşılamayacağının “garantisi”ne sahip değildirler. Tüm kapitalistlerin ve büyük tekel işletmelerinin kâr için, ‘aynı dünya pazarı’a yönelik, ‘genel olarak plansız’ üretimi, üretim anarşisine yol açmaktadır. Tek tek ‘bireysel kapitalist’ler bir yana, kapitalist büyük işletmelerin var ya da yok olmalarını belirleyen, onların bu pazarda sahip oldukları güç ve pay ile bunun için sürdürülen kıyasıya rekabettir. Bilim ve teknikteki gelişmelerle makinelerin ‘sonsuz yetkinleştirilmesi’ olanağı, büyük kapitalist –ve uluslararası şirketler tarafından, pazarda en büyük paya sahip olmak için kullanılırken, onlar arasındaki rekabet daha da kıyıcı hale gelmiştir.

Sistemin bu “basit” gerçekleri, onu yıkıma götüren etken, koşul ve güçlerin artışı ve olgunlaşmasına da işaret ediyor.

Ancak, hiçbir toplumsal sistem, iktisadi-sosyal gelişme ve değişime bağlı olarak kendiliğinden yıkılmamış, yerini başka ve daha gelişkin bir sisteme kendiliğinden terk etmemiştir. Kapitalizm ise, tüm öncellerinden, daha sistematik, daha modern örgütlenmeleri ve sermaye ve üretimin merkezileşmesinde gösterdiği gelişme ile ayrışır. Ama onun en temel özelliği, proletarya gibi, emekgücünü satmaksızın yaşama olanağı bulamayacak bir sınıfı yaratmadan, varlığını sürdüremez olmasıdır. Buradan çıkan sonuç, proletaryanın, burjuvaziye, sömürülmesinin olanaklarını ebediyen tanımayacağı; ücret köleliği sistemini, üretici güçlerin özgürce gelişmesini sağlayacak ve üretim araçlarının kapitalist mülkiyetine son verecek şekilde değiştireceğidir. Bugün işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalizme karşı mücadelesinde yaşanan zayıflıkların; bilinç ve örgütlenme geriliği ve hareketin istikrarsızlığının, azımsanmayacak sayıda işçi, emekçi ve aydın için “kuşkulu” kıldığı ‘şey’ de, gerçekte, bu temel değişim kaçınılmazlığı alanına ilişkindir.

Kapitalizm ve onun krizlerle malul yapısı burjuva ideologlarının tez ve teorilerini geçersiz kılan binlerce olguyu hemen her gün açığa çıkarmasına ve onların kapitalizme karşı yıkıcı silahlar olarak kullanılmasını olanaklı hale getirmesine rağmen, işçi hareketi, sosyalizm bilincini kendiliğinden doğuramamaktadır.

Genel olarak alındığında, kapitalizmin, tüm çelişkilerinin daha açık olarak ortaya çıkmasına yol açan kriz koşulları, sosyalist toplumsal düzene gereksinimi ve bunun zorunlu kıldığı mücadele bilincinin işçi kitleleri içinde örgütlenmesi için olanaklarını genişletir; hareketin politik sınıf hareketi olarak örgütlenmesinin önemini artırır. Burjuvazi ve propagandacılarının, kapitalizmi savunmaya daha fazla önem verdikleri ve aynı amaçlı olarak Marksist devrimci teoriye ve sosyalizm için mücadeleye saldırıyı artırdıkları bu gibi koşullarda, kapitalizmin “kalıcılığı” üzerine sürdürülen burjuva propagandasına karşı mücadele, daha acil bir gereklilik haline gelir. İşçilerin politik örgütlenmelerini güçlendirmeleri ve “emeğin sermayeye bağımlılığını yoketme” mücadelesinin gelişmesi ve yaygınlaşması için, politik-iktisadi mücadeleyle teorik mücadele cephesinin birleştirilmesine ihtiyaç daha da artar. İleri işçi ve devrimci militanın, Marksist teorik bilimsel birikim için çabayı artırması; çeşitli oportünist ve burjuva akım ve görüşe karşı devrimci teoriyi kararlıca savunması ve onun işçi hareketinde maddi karşılığını bulan hakim akım ve politik güç haline gelmesi için, çalışma sorumluluğu ve yükümlülüğü artar. Sosyalist ideolojiden “çok daha eski, çok daha gelişkin” burjuva ideolojisine karşı mücadele özel bir önem kazanır. “Çalışan yığınların, hareketlerinin süreci içerisinde, kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceği”ni[7] göz önünde tutarak, sosyalist ideolojinin emekçi ve proleter yığınları içinde yaygınlaşması için çaba göstermek, Marksist devrimcinin özel görev ve sorumluluğu olarak öne çıkar. Bu ise, teorinin bilimsel bir yol gösterici olarak ele alınmasını; işçi sınıfı partisinin, ileri işçi kitlesi başta olmak üzere sınıf hareketi ile sosyalizmin birliği için çalışmayı yoğunlaştırmasını zorunlu kılar.

* * *

İşçi sınıfına karşı burjuva sınıf savaşının taktikleri arasında, proleter sınıf ideolojisine karşı, onun işçi emekçi hareketi içinde maddi dönüştürücü güç haline gelmesini önlemeye çalışmak, önemli bir yer tutar. Buna, bu makalenin baş tarafında da belirtildiği üzere, Marksizme, sözüm ona içerden; teorik mücadele ve yenilenme adına yöneltilen ve teorinin, kültürün, tarih ve edebiyatın, felsefenin ve tüm bilim dallarına ilişkin tartışmaların konuları üzerinden sürdürülen çok çeşitli biçimleriyle “sol” saldırılar eşlik ediyor. Teorisizlik kadar, “yenilenmiş teori” adına gündeme getirilen de, çoğu durumda, Marksizmin kaba çarpıtılmasını, devrimci ruhundan ve toplumsal yaşamın sınıf mücadelesi yoluyla (proletarya eliyle ve öncülüğünde) değiştirilmesi politikasından soyutlanmasını ve özünden koparılmasını içeriyor. Doğrudan burjuva saldırısıyla birleşen sözüm ona bu “devrimci ideolojik yenilenme”, ikinci, üçüncü “el” aktarmaları ve “Marksist olma”larını Marksizmin eleştirisine/yetersizliğinin ve “determinizmi”nin ilanıyla yok sayılmasına borçlu olan Derida’dan Lucas’a; Negri’den Althusser ve Braudel’e çok sayıda Marksizm sapkını teorisyenin görüşlerinin esas alınmasına dayandırılıyor.

Tek başına bu neden bile, işçi sınıfının uluslararası hareketinin devrimci deneyimlerinin bilgisine, sınıfın tarih bilincine, ileri bilimsel teoriye ihtiyacının arttığını görebilmek için yeterli olmalıdır. Kapitalizme karşı mücadelenin siyasal, pratik-iktisadi ve teorik yönleri arasında ‘uyumlu bir birlik’ sağlanarak, burjuva emperyalist ideolojinin emekçiler üzerindeki ve ‘devrimci saflar’daki etkilerine karşı savaş, eğer ısrarla ve doğa bilimleriyle toplumsal yaşam alanındaki gelişmelerin sağladığı zengin malzeme kullanılarak sürdürülmezse, mücadele başarıyla yürütülemez. “En ileri teori”nin kılavuzluğu, sadece hareketin burjuva sınırları aşarak, sınıf düşmanının çok yönlü saldırılarını, araç ve güçlerini yenilgiye uğratma başarısı göstermesi için değil, hareketin güncel pratik hedeflerinin gerçekleştirilmesine hizmet eden taktiklerin izlenebilmesi ve buna uygun birliklerin oluşturulması için de gereklidir.

İleri işçi ve devrimci sınıf partisi militanı, kapitalizmin çok boyutlu ve tutarlı bir teşhirini; ancak onun kâr esasına ve artı-değer üretilmesine dayanan varlık koşulunu göz önünde bulundurarak yapabilirse, inandırıcı ve ikna edici olacaktır. Güncel krizin sonuçlarından söz etmenin, devrimci siyasal teşhir için gerekli, ama kapitalizm ile onun krizleri arasındaki “kaçınılmazlık” bağının ortaya konması açısından asla yeterli olmayacağı açıktır. Krizin, örneğin, “yanlış hükümet politikalarıyla ve spekülatörlerin arsız oyunları”yla değil, kitlelerin ihtiyaçlarının karşılanması ve satın alma güçleriyle bağlı olmayan kâr için üretim ile ve onun bir aşırı üretim durumuna yol açmasıyla ilişkili olduğunu ortaya koyma gücü gösteremeyen bir devrimci militan ya da “kadro”, durmaksızın üretilen burjuva propagandasını boşa çıkaracak gücü gösteremeyecektir. Sermaye ve hükümetlerinin işçiden istedikleri fedakarlığın, onun, açlık, işsizlik ve yoksulluk kıskacına alınmasını ifade ettiği ve bu fedakarlığı ne denli geniş ve yaygın kabullenirlerse kabullensinler, kapitalizm var olduğu sürece bu olguların varlığını sürdüreceği; özelleştirme ve “devletleştirme”nin birbirleriyle ters uygulamalar olmalarına karşın, kapitalist karakterleriyle burjuva iktisat politikalarının iki farklı biçimini aşmayan uygulamalar olduğu; ve fakat işçi ve emekçilerin güncel hak ve talepleri yönünden farklılıklar içerdikleri; ulusal kaderini tayin hakkının ezilen ulusların nasıl yaşayacaklarına kendi iradeleriyle karar vermeleri anlamına geldiği ve işçi sınıfının bu hakkın en tutarlı ve kararlı savunucusu olmasının, sömürü ve baskı sistemini ortadan kaldırma hedefiyle aykırılık taşımadığı; ve toplumsal siyasal alandaki birçok başka sorun arasındaki bağlantılar, ancak bilimsel sosyalist teoriyi yeterince özümsenebilmiş ise, tutarlı şekilde ortaya konabilir. Pratik siyasal, sosyal ve iktisadi sorunların çözümü için sürdürülen mücadele ile teori arasındaki ilişkinin salt kitabi ve “soyut” bilgi nedenli olmadığı kesindir; aksine, pratik-siyasal mücadele ve örgütlenmenin başarıyla yürütülmesi için, Marksist teorik bilince ve teorik donanıma her zamankinden de fazla gereksinim vardır.


[1] Olof Palme gibi bir burjuva sosyal demokratını Marx’ın ve proletaryanın yanında gösteren deli saçmaları- emperyalizmin kuklası Dalai Lama’yı unutmuş olmalılar. Esasen üzerinde durmayı bile gerektirmiyor. Ama biz yine de, bu tutumun bağlandığı yere işaret etmek üzere, adı anılan ünlülerden ikisinin durumunu çok kısaca belirtelim: Weber gibi sosyologlarla Freud gibi psikanalistlerin görüşlerinin liberal burjuva aydınları tarafından Marksizme karşı ideolojik saldırıda malzeme olarak kullanıldığı biliniyor. Weber’in liberaller tarafından bayrak edinilmesinin başlıca nedeni, sınıf mücadelesi teorisine karşı, onu sınıf karakterinden soyutlayarak bireysel ‘muktedirlik’ derekesine indirgeyen ve bireyciliği besleyen görüşleridir. A. Soljenitsin ise, Hitler kıtalarının sosyalist S.B.’ni yıkma ve işgal etme savaşı sırasındaki tutumuyla başlayan ve sonrasında da “Stalin’in politikalarına karşı çıkma” adına sürdürdüğü anti sosyalist görüşleriyle Batı kapitalist dünyasının sosyalizme karşı çok yönlü saldırılarında kullanılan bir piyon olarak ‘tarihe geçti.’ Sovyet karşıtı propagandaya malzeme sağlamakla kalmadı, kendisi de malzeme oldu. Krusçevciler’in yanı sıra Amerikan, İngiliz, Fransız ve Alman devlet ve hükümetleri tarafından da bir vitrin malı olarak kullanıldı.

[2] Bu kesimdekileri temsilen konuşanlar, kendilerini genel olarak, “özgürlükçü sosyalistler” şeklinde adlandırıyorlar. Birikim’de, Mesele Dergisi’nde ve Türkçü faşist “Sol” dergisi’nde yazan iddialı kalemlerden bir kısmı bunlar arasındadır.

[3] Bu iddialarla birlikte fabrika koşulları, üretim süreci vb. alanda görülen değişimin ana özelliklerini ve artı-değer üretimiyle ilgili tartışmaları ele alan daha geniş bir değerlendirme için, Ö. Dünyası’nın Nisan-Mayıs-Haziran 2008 sayılarına; -Birikim Dergisi yazarlarıyla polemiklere- bakılabilir.

[4] Engels, Ütopik ve Bilimsel sosyalizm, Sol Yayınları

[5] Engels, J. Bloch’a 21-22 Eylül 1880 tarihli mektubunda; “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte nihai olarak belirleyici öge gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan daha fazla bir şey (asla) söylemedik. O halde, herhangi bir kimse bunu ekonomik ögenin tek belirleyici olduğu biçiminde değiştirirse, bu önerimizi anlamsız, soyut, aptalca bir ifadeye dönüştürmüş olur” diye yazmıştı.

[6] Kendisi de Ergenekon davasında ‘yönetici sanık’ sıfatıyla yargılanan D. Perinçek, sermayeye çeşitli düzeylerde hizmet eden çok sayıda ‘kadro’ yetiştirmekle ne kadar övünse hakkıdır.

[7] Lenin; Ne Yapmalı, Sol Yayınları.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑