GİRİŞ
Bologna sürecinde, hedeflere ne ölçüde ulaşıldığı tartışmalı olsa da, Avrupa ülkeleri Eğitim Bakanları, on yılda yükseköğretimde sağlanan dönüşümü coşkuyla kutladılar. Bazı eksikliklere rağmen, “Avrupa Yükseköğretim Alanı” (AYA) oluşturma süreci sermaye tarafından “başarılı” bulundu ve resmen başlatıldı. Buna rağmen, Avrupa üniversitelerindeki öğrenci protestoları ve sürece muhalif unsurların güçlü karşı çıkışları, bu değişimi geriye çevirme umudunu yeşertiyor.
Türkiye’de ise, sürecin tamamlandığı 2010 yılı, Bologna sürecinden neredeyse en fazla söz edildiği yıl oldu. Oysa Türkiye’de, 2001 yılından beri hükümetler ve YÖK, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hükümetlerine taş çıkartır bir gayretkeşlikle, Avrupa Yükseköğretim Alanını oluşturmak üzere ulusal ölçekte yapılması öngörülen düzenlemeleri yapıyor. Avrupa Kredi Transfer Sistemi (ECTS) uygulaması ile başlayan düzenlemeler, stratejik planların hazırlanması ve kalite güvence sistemlerinin kurulmasına kadar, öngörülen tüm alanlarda devam etmiştir. Bugün de, yükseköğretimdeki standartlaştırma çalışmaları tüm hızıyla sürmektedir. İlginç olan, bu süreç içinde gerçekleştirilen düzenlemelerden “harç” uygulamaları ve üniversite emekçilerinin güvencesiz çalıştırılmaları dışında kalan uygulamaların Türkiye üniversite kamuoyunun tepkisini pek çekmemesi ve sessizce uygulanmaya devam edilmesidir.
Oysa Bologna süreciyle gerçekleştirilmeye çalışılanlar, yalnızca Avrupa’daki uygulamalarla sınırlı olmamasının yanı sıra, kapitalist küreselleşme sürecinde yaşanan ekonomik/toplumsal yapı ve süreçlerde gerçekleşmekte olan büyük bir dönüşümün yalnızca bir parçasıdır. Söz konusu olan bütünsel bir dönüşümdür ve her bir düzenleme, bir diğeri ile sıkı bir ilişki içindedir. Bu, hem Bologna sürecinin ve esas önemlisi AYA’nın kurulmasından sonraki sürecin yalnızca ilgili deklarasyon ve kararlar incelenerek anlamlandırılamayacağını, hem de Avrupa yükseköğretim sisteminde odaklanarak sürecin bütününün anlaşılamayacağını göstermektedir. Söz konusu süreci anlamlandırabilmek için, onun parçası olduğu kapitalist küreselleşme sürecini incelemek ve bilginin metalaşma sürecini hızlandırmaya yönelik müdahalelerin sermaye birikim süreci açısından taşıdığı anlam ve önemi ortaya koyan bir çözümlemeye girişmek gerekmektedir.
Bu makalede, Bologna sürecinin parçası olduğu ve yükseköğretimde küresel ölçekte yaşanan dönüşüm üzerinde yoğunlaşılarak, bu süreçte yükseköğretime yüklenen anlam ve değer bilginin metalaşma süreci bağlamında çözümlenmeye ve anlamlandırılmaya çalışılmıştır.
BİLGİNİN METALAŞMA SÜRECİ VE YÜKSEKÖĞRETİM
Marx’ın Kapital’de ifade ettiği gibi, belli bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde her mal ya da hizmet metaya dönüşebilir. Bilim, bilgi ve eğitim de, mülk sahipleri ile üreticiler arasındaki belirli bir toplumsal ilişki bağlamı içinde metaya dönüştüler. Kapitalist toplumda, hiçbir mal ya da hizmet, kendini metalaşmaya karşı koruyamaz; çünkü her mal ya da hizmet (yalnızca fizikî varlıklar değil, bilgi, beceri, enformasyon gibi soyut varlıklar da) mülk edinilebilir, bu nedenle de mübadeleye konu olabilirler (alınıp satılabilirler). Kapitalist bir piyasada alınıp satılmak üzere (dolaşıma sokulmak üzere) üretilen her mal ya da hizmetin üretimi ise, iktisadî rasyonalite ilkelerine uygun bir süreçle gerçekleştirilmek durumundadır. Gorz (1995: 136-137)’un ayrıntılı olarak açıkladığı gibi, bir malı kullanım değeri için değil de piyasada satmak için ürettiğiniz andan itibaren her şey değişir. O zaman, maliyeti azaltmak verimliliği artırmak için sürekli olarak hesap yapmayı öğrenmek zorundasınız. Bilgiyi bir meta olarak üreten (bilgi-meta üreten) yükseköğretim sistemi de, maliyet ve verimlilik hesaplamaları yapmak ve maliyet-etkili çalışmak üzere, yeni bir yapı ve işleyişe sahip olmak, böylece ticarî bir işletmeye dönüşmek zorundadır.
Bilimsel bilgi, doğal/toplumsal gerçeklikleri daha fazla kavramaya, daha iyi açıklamaya dönük bir çabanın ürünü olarak ele alındığında, bilgi üretim süreci, işbirliğine dayanan ve bilginin paylaşılarak çoğaltılabildiği bir nitelik taşır. Burada bilgi, kullanım değeri için üretilir ve bu nedenle bilimsel bilgi üretimi “açık iletişim”e ihtiyaç duyar. Yani bilgi, herkesin katkısına ve kullanımına açık ve mülk edinilmemiş olan toplumsal bir bilgidir. Böyle bir bilginin üretimi kolektiftir ve hiyerarşik bir düzen içinde gerçekleşmez. Oysa bilginin metalaşmasıyla birlikte, “rekabet”e dayalı bir üretim ve dolaşım süreci söz konusu olur. Kapitalist toplumda üretimin amacı kâr olduğu için, sermayenin hizmetine girmiş olan bir bilgi üretim süreci de, kârı ençoklaştırmaya dönük olarak işleyen piyasa kurallarına tâbi olur. Bilgi-metanın üretimi de, rekabet koşulları ve maliyet hesaplarının yönlendirdiği bir süreçte gerçekleştirilebilir.
Rekabet açısından, bilginin saklanması, mülkiyet haklarıyla korunması akılcı bir stratejidir ve O’Neill (2001:235)’in belirttiği gibi, bilimsel ve teknik bilgi alanı mülkiyet haklarının en fazla korunduğu ve bilginin rakiplerden saklandığı bir alandır. Çünkü, değişim değeri için üretilen bilgi, onu elde eden firma sayısı ne kadar azsa o kadar (ya da sipariş veren firma dışındakiler bu bilgiye ulaşıncaya kadar) yüksek kâr getirir, bilgi yaygınlaştıkça kâr da firmalar arasında gittikçe azalan ölçüde paylaşılır. Bilgi-meta, doğası gereği, genel piyasa kabulleriyle, teknik ölçütlerle bağdaşan, onları destekleyen bilgidir ve bu nedenle piyasada talep bulur, dolayısıyla üretilir. Bilgi üretim süreci bir meta üretim sürecine dönüştükçe, bilim pratikleri ve bilginin içeriği rekabet koşullarından etkilenerek değişir. Yukarıda belirtildiği gibi, yükseköğretim kurumları bilgi-metayı en az maliyetle ve verimlilik ölçütlerine uygun olarak üretme yönünde baskı altında kalırlar. Böylece, bilgi üretimi, rekabetin hüküm sürdüğü bir sürece terk edilmiş olur.
Kapitalist küreselleşme, bilginin metalaşma sürecinin hız kazanması ve bunun üniversitelerin hızla meta üretim sürecine dahil edilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Küresel kapitalizmde her alanda “rekabet”in toplumları geliştirecek temel bir itki olduğu kabulü öne çıkmakta ve “bilgi”nin rekabette öne geçmenin en önemli koşulu olduğu savunulmaktadır. O nedenle, rekabette güçlü olmayı sağlayacak olan yükseköğretim sistemidir. Küresel kapitalizmin yükseköğretimi yeniden yapılandırma ve sermaye birikim sürecini hızlandırmaya dönük bir küresel yükseköğretim alanı (AYA bunun bir parçasıdır) oluşturma yönündeki çabalarının nedeni budur.
Rekabeti yıkıcı bir süreç olarak değerlendirenler ve bu nedenle rekabetin ortadan kaldırılması gerektiğini savunanlar bile, bilgi konusundaki rekabeti, ilerlemeyi sağlayacak bir yol olarak görebilmektedirler. Kapitalist toplumda, “bilimsel ve teknolojik gelişmeler” ifadesiyle, bilimle teknolojinin birbirinden ayrılmazlığı ve her ikisinin de “doğal” ve “önlenemez” bir gelişme içinde olduğu anlatılmak istenir. Bilimi kutsayan modern anlayış ve bilimsel bilgiye yüklenen bu değer, bugün, “bilgi” etrafında işleyen bir rekabetin, her şeye rağmen insanlık için yararlı olacağı yanılsamasını yaratmakta, bilgi ve eğitim ile kâr (sermaye birikimi) arasındaki bağlantıyı kavramak güç olmaktadır. Oysa, bilgi-meta üretimi etrafında oluşan rekabet, doğal ve toplumsal gerçeklikleri anlama çabasının önüne, “yararlı” bilgiyi (firmaların talep ettiği bilgiyi) üretme girişimini geçirdiğinden, sermaye sınıfı dışında kalan tüm toplumsal kesimlerin aleyhine işlemektedir. Sermaye sınıfı, kaynakları (bilim insanlarının araştırmaya ayırdıkları zaman da dahil), kârı artırıcı teknik bilginin üretimine kanalize ederek, diğer toplumsal kesimlerin bilme/anlama ihtiyacını karşılama yönünde yapılacak faaliyetlerin önünü kesmektedir.
KÜRESEL KAPİTALİZMİN BEKASI İÇİN YENİ BİR YÜKSEKÖĞRETİM
Küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek yükseköğretim kurumları, öncelikle, piyasa kurallarına uygun olarak hareket eden, yani birbirleriyle rekabet eden ve bu nedenle maliyet-etkili çalışan kurumlar olmalıdır. Sermayenin ihtiyaç duyduğu bilgiyi en az maliyetle ve rakiplerinden önce üreten, uluslararası rekabette ülkesine (yani ülkesindeki şirketlere) avantaj sağlayan, böylece ekonomik/toplumsal ilerlemenin motoru olan bir yükseköğretim sistemi, sermaye birikim sürecinin önünü açacaktır. Küresel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu da böyle bir küresel “yükseköğretim alanı”dır.
İlk bakışta, üniversitelerin ulusal ve uluslararası düzeyde birbirleriyle yarışmalarının olsa olsa ülkede ve dünyada bilimsel bilgi birikimini artıracağı ve bunun da doğal olarak “toplumsal yarar”ı artıracağı ileri sürülebilir. Oysa durum hiç de beklendiği gibi olmamaktadır. Her şeyden önce, rekabete konu olan bilgi, üretim artışı sağlamaya ve üretim maliyetini azaltmaya dönük bilgi olduğundan, bir yandan, bilimsel olmaktan çok teknik bilgidir ve Giroux (2007: 83)’un ifadesiyle “…sermayeye dönüşen [bu] bilgi, ekonomide bir yatırım biçimi olarak değer kazanır”; öte yandan ise, söz konusu bilgi, belirli bilim alanlarıyla ilgilidir. Bu nedenle, talep edilen bilgi, tüm bilim alanlarını harekete geçiremeyeceği gibi, aynı zamanda tanımlanmış bir yararı sağlamaya dönüktür. Yükseköğretimin, sermayenin taleplerine yanıt vermek üzere yeniden tanımlandığından söz eden Giroux (2007: 73), akademik disiplinlerin, piyasadaki değerleriyle orantılı olarak önem kazandığını ve öğrencilerin, “kendilerini en yüksek fiyata satmaları gerektiği fikriyle” sertifikalar peşinde koştuklarını ileri sürmektedir. Giroux (2007: 89)’a göre, “…üniversitenin iş sahasına dönüştürülmesi –‘esneklik’, ‘rekabet’, ‘zayıf üretim’ gibi şirket değerleriyle şekillenen ve muhasebe ilkeleriyle yönetilen– alanlarını ticarî kazançlara dönüştüremeyen pek çok akademik bölümün ve programın yok olması anlamına gelmektedir. (…) Aynı biçimde, profesörlere ve asistanlara öğrenci çalışmalarına odaklanma, sınıflar için ufak seminerler hazırlama, öğrencilere danışmanlık yapma, bağımsız araştırmalara yönelme ve iş arkadaşları ve öğrencilerle ortak çalışmalara girişme olanağı tanıyan çalışma koşulları, küçülme, verimlilik ve maliyet hesabı sürecinde etkisizleşecektir.”
Gerçekten de yukarıda belirtilen çerçevede rekabet edebilen yükseköğretim kurumlarının, her şeyden önce, bir yandan araştırma faaliyetlerini kendilerinden talep edilen bilgiyi üretmeye yönlendirirken, diğer yandan da lisans ve lisansüstü programlarını piyasanın ihtiyaç duyduğu mesleklere eleman yetiştirmek üzere yeniden yapılandırması beklenmektedir. Böyle bir sürecin, yapılan etkinlikleri ve etkileşim alanını küçültmesi ve zayıflatması kaçınılmazdır.
Kaynak kısıtı nedeniyle maliyet-etkili çalışmak zorunda bırakılan yükseköğretim kurumları, “nitelikli” (standart bilgi ve becerilere sahip) emek gücünü yetiştirmek üzere planladıkları öğretim programlarını, pratiğe yönelik bilgiyi aktarmak üzere oluşturmak zorunda kalırlar. Aksi halde, kazandırılan bilgi-becerilerin uygulama alanı daralır ve kurumun mezunlarına olan talep düşerken, yükseköğretim kurumuna olan talep de düşebilir. Harçların önemli bir gelir kalemini oluşturduğu üniversiteler açısından, bu, tehlikelidir. Aynı tehlike, araştırma faaliyetleri piyasa taleplerine yönlendirilmediği zaman da söz konusudur. Bu durumda, öğretimin ve araştırma faaliyetlerinin belirli bir standartta gerçekleştirilmesi, hem “çıktı”ları talep eden firmalar, hem de yükseköğretim kurumları açısından bir zorunluluk haline gelir.
Emek gücünü istenen “nitelikte” yetiştirme, yükseköğretim kurumlarından beklenen, bilgiyi bilişim teknolojisine ve esnek üretime aktarma ve bu amaçla becerileri yeniden tanımlayarak uygun eğitim programlarını yeniden yapılandırma ile birlikte gerçekleştirilebilir. Bu nedenle, yükseköğretim kurumlarından beklenen görevlerden biri de, teorik bilgileri, basit ve uygulanabilir paketler haline getirerek, bilgisayar yardımıyla kolayca uygulanabilir prosedürlere dönüştürebilmektir. “Eğitimin kalitesi” vurgusuyla gündeme getirilen, eğitimin içeriğini ve eğitim ortamlarını, bireylerin kendilerini özgürce geliştirmelerine olanak sağlayacak biçimde iyileştirmek değildir. Tersine, eğitimde, öğrenmeyi araçsallaştıran bir süreç işlemektedir. “Eğitim kalitesi” üzerinde sürekli bir kontrol ve standartlaştırma ile, dünyadaki tüm üniversitelerin birbirleriyle karşılaştırılabilir hale gelmesi, meslekî diplomalar ve sertifikalar için standartlar sağlamak üzere eğitimin içeriği aynılaştırılmaya çalışılmaktadır (Lee, 2002). Yükseköğretim kurumları, iş pratikleriyle sıkı bir bağ kurma, pratiğe yönelik programlar (lisans ve lisansüstü) açma, şirketlere danışmanlık hizmeti verme ve onların ihtiyaç duyduğu bilgiyi üretmek üzere araştırmalar yapma yönünde bir baskı altında kalırlar.
Görüldüğü gibi, yükseköğretim sistemi, maliyet-etkili çalışmaya zorlanarak disipline edilmekte, uygulanabilir bilgi üretmeye ve kuramsal bilgiyi uygulanabilir hale getirerek bilginin meta olarak üretimi ve dolaşımı kolaylaştırılmakta ve aynı zamanda eğitimin bilişim teknolojisi aracılığıyla standardize edilmesine yönlendirilerek, eğitim hizmetinin de meta olarak üretimi ve dolaşımı kolaylaşmakta ve yaygınlaşmaktadır. Devletin yükseköğretim kurumlarına aktardığı kaynaklar sınırlandıkça, birçok üniversitenin patent, teknoloji transferi, lisans anlaşmaları ve benzer yollarla bilgi ve teknoloji ticaretine girmesi hızla yaygınlaşmaktadır (Pruett ve Schwellenbach, 2004). Bilgi üretiminin, piyasanın ve ekonominin pratik ihtiyaçlarına yönlendirilmesi üniversite-şirket ilişkilerini güçlendirmekte ve aynı zamanda bilgi üretim süreçlerini de dönüştürmektedir.
Ülkelerin yükseköğretim sistemleri, “maliyet-etkili çalışma” (bunun bir parçası olarak esnek çalıştırmanın yaygınlaştırılması), “ürün standardizasyonu”, “üniversite emekçilerinin hareketliliğinin artırılması” gibi, küresel piyasanın yeniden düzenlenmesinde öne çıkarılan ölçütleri karşılayan bir küresel “yükseköğretim piyasası” veya “yükseköğretim alanı” oluşturmak üzere yeniden yapılandırılmaktadır.
Bilgi-metayı üreten kurumlar olarak yükseköğretim kurumlarının köklü bir değişime zorlanması, yaratılan “bilgi toplumu” söylemi ile meşrulaştırılmaktadır. Toplumların gelişmesi/ilerlemesi bilim ve teknolojideki ilerlemelere bağlı olduğuna göre, yükseköğretim kurumlarının yeni ihtiyaçlara cevap verecek biçimde yeniden yapılandırılması makul görülmektedir. Gelinen uygarlık düzeyinin, bilim ve teknolojinin “doğal” gelişiminin bir sonucu olduğu yönündeki ideolojik manüplasyonla birleştiğinde, buradan yola çıkarak geleceğe ilişkin önlenemez gelişme eğilimlerinden de söz edebilmek mümkün gözükmektedir. Küresel sermayenin yönlendirdiği ve yalnızca onun çıkarlarıyla bütünleşen “sınırsız ve kontrolsüz bir toplumsal değişim” için tüm toplumsal kesimlerin seferber olması istenmektedir. Bu topyekûn seferberlik, geniş halk kesimlerinin eğitim olanaklarının (özellikle yükseköğretim olanaklarının), çalışma ve gelir elde etme haklarının, bilgi üretim süreçlerine katılma ya da en azından üretilen bilgiye ulaşma, doğal ve toplumsal çevreyi anlama ve anlamlandırma yönündeki taleplerinin engellenmesi pahasına başarıya ulaşabilecek gibi görünmektedir.
SONUÇ YERİNE
Küresel kapitalizmde sermaye birikiminin kesintisiz ilerlemesi ve yoğunlaşması, bilgi üretim sürecini önemli ölçüde elinde tutan yükseköğretim sisteminin yapı ve işleyiş olarak bu amaca hizmet edecek biçimde dönüştürülmesiyle mümkündür. Bologna süreci, küresel kapitalizmin isterlerine uygun bir yükseköğretim sisteminin oluşturulmasına yönelik süreçte, kendi içinde rekabeti öngörmekle birlikte, Avrupa’ya, dünyanın geri kalan ülkeleriyle rekabette avantaj da sağlayabilecek bir homojen alan yaratmaya yöneliktir. Bu alan (AYA), bilginin ancak meta olarak bir anlam ve değere sahip olduğu küresel bir yükseköğretim alanının parçası olduğu ölçüde ve sürece küresel kapitalizmin talep ve ihtiyaçlarını karşılayabilir. Bu nedenle, yükseköğretim sistemi, yirmi yılı aşkın bir süredir köklü bir değişime/dönüşüme uğratılmakta, küresel ölçekte yeniden inşa edilmektedir.
Küresel yükseköğretim alanı, küresel güç ilişkileri temelinde oluşmakta ve işlemektedir. Bu nedenle, yapı ve süreç olarak dönüşüm, genelde sermayenin isterleri doğrultusunda biçimlenirken, güçlü ve görece zayıf ülke hükümetlerinin etkileri de farklılaşabilmektedir. Bu, ister istemez, yükseköğretimde dünya ölçüsünde gerçekleşmesi beklenen standartlaşma ve homojenleşme eğiliminin, “güçlü ülkeler”ce yönlendirileceğini göstermektedir. Dünyada bilimsel ve teknik bilgi dağılımındaki mevcut eşitsizlikler dikkate alındığında, hem bu eşitsizliklerin “entelektüel mülkiyet hakları” sayesinde gelecekte de devam edeceğini söylemek, hem de bu eşitsiz dağılımın giderek daha büyük ölçüde toplumsal eşitsizliklere yol açacağı konusunda tahminde bulunmak güç değildir. Öte yandan, yükseköğretimde yaşanan dönüşümün, her bir ülkede yükseköğretim hakkına erişmede mevcut eşitsizlikleri daha da artıracağının işaretleri şimdiden görülmektedir.
Kaynaklar
Focus on Higher Education in Europe 2010: The Impact of Bologna Process. http://eacea.ec.europa.eu/education/eurydice/documents/thematic_reports/122EN.pdf
Giroux, Henry A. (2007) Eleştirel Pedagoji ve Neoliberalizm. İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Gorz, Andre (1995) İktisadî Aklın Eleştirisi. (Çev. Işık Ergüden) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Lee, Molly N. N. (2002) “Eğitimde Küresel Eğilimler”, Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri. Cilt:2, Sayı:1, Mayıs. s. 158-168.
O’Neill, John (2001) Piyasa: Etik, Bilgi ve Politika. (Çev. Şen Süerkaya) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Pruett ve Schwellenbach, John ve Nick Schwellenbach (2004) “The Rise of Network Universities: Higher Education in Knowledge Economy”. A draft of the paper to be presented at the Education, Participation and Globalization, Prougue 2004 Conference (May 20-22, 2004). (http://www.utwach.org/archives/the%20rise%20of%20network%20univer sities.pdf)