Krizle büyüyen işsizlik, güvencesizleştirme

Türkiye’nin 1980 sonrası dışa açılarak (saçılarak) kapitalistleşme serüveni, tüm toplumsal dokuyu alt-üst etti. Bugün gelinen yer itibariyle, nüfusun dörtte üçü kentlerde. Kırlarda kalan yüzde 25 nüfus, milli gelirin ancak yüzde 8’ini üretiyor. Bu gelirle de geçinemediği için kısa sürede onlar da kentlere akacak. Yıllık artışı yüzde 1,5’i bulan ve 2009 sonunda 72,5 milyona ulaşan nüfusun iş-aş meselesi, özellikle kentlerde büyüyor. Ancak kentlerde yeterli istihdam imkanı yok. 2009 sonunda 15 yaş nüfus 52 milyon, ama işgücü olarak sahne alanlar 25 milyon. Yani yüzde 50’den azı işgücüne katılıyor. Bunların da 3,5 milyonu iş arıyor, ama bulamıyor. 2 milyon bir işsiz daha var ki onlar da iş aramaktan umudunu kesmiş, ama iş bulursam çalışırım diyenler. Böylece işsiz sayısı 5,5 milyonu bulmuş durumda. Resmi işsizlerin 1 milyondan fazlası genç;15-24 yaş arasında. Diplomalı işsiz çoğalıyor. Lise ve üniversite diploması olup da iş bekleyenlerin sayısı 1 milyon 350 bini geçti.

1980 sonrası  izlenen neoliberal politikalarla devlet, “iş kapısı” olmaktan çıkartıldı. Büyümenin özel sektör öncülüğünde gerçekleştirilmesine karar veren piyasacı yaklaşım, istihdamın kaderini de böylece özel kesimin insafına terk etmiş oldu. Ne var ki, likidite bolluğunun yaşandığı 2002-2007 döneminde, ortalama yüzde 7’ye yaklaşan büyüme koşullarında bile istihdam artmadı.

2001 krizinde işini kaybedenler, büyümeye geçildiğinde hemen işe alınmadılar. Dış kaynağa dayalı büyüme süreci, beklenen istihdam artışını yaratmadı. Bu istihdamsız büyüme hastalığının evrensel bir sorun olduğuna, kısa adı ILO olan Uluslararası Çalışma Örgütü de dikkat çekiyor. Özellikle merkez ülkelere dayanıklı-dayanıksız tüketim malı tedarik etme işlevi üstlenmiş Türkiye gibi çevre ülkelerin birbirleriyle ucuz emek üstünden rekabetleri, dibe doğru yarışları, bu en az istihdamla yetinme hastalığını da yaratmış durumda. Bu, küresel kapitalizmin tüm dünyada, özellikle de sanayi üretimini taşıdığı Asya, Latin Amerika ülkelerinde ağırlıkla yaşanan bir sorun.

Uluslararası  Çalışma Örgütü’nün Ocak 2008’de yayımladığı Küresel İstihdam Eğilimleri (Global Employment Trends) raporu, hızlı  büyüme performanslarına ve bu büyüme ile birlikte gelen yeni istihdam artışlarına rağmen dünya ekonomilerinde işsizlik oranlarının çok yüksek seyrettiğine dikkat çekiyordu. 2007 yılında da 2005 ve 2006 yıllarında olduğu gibi, istikrarlı bir şekilde seyreden büyümeye karşın ülkeler,  işsizlik oranlarında kayda değer düşüşler sağlayamadılar.

Örneğin, dünya ekonomisinde 2007 yılı büyüme ortalaması yüzde 5,2 olarak gerçekleşirken, işsizlik oranı yüzde 6,0 düzeyinde seyretti. 2007 için dünya ekonomisinde istihdam artışı yüzde 1,6’da kaldı.

ILO, işsizlik oranlarının daha düşük düzeylere çekilmesinde “ekonomik büyüme” ve “istihdam yaratma” arasındaki ilişkinin yeniden kurulmasının önemine dikkat çekmekle birlikte, göstergeler farklı bir tablo ortaya koyuyor. 2007 yılında dünya üzerindeki resmi işsiz sayısı, 2006 yılına göre yaklaşık 3 milyon kişi arttı ve yaklaşık 190 milyona ulaştı.

1997-2007 döneminde dünya ekonomisi yılda ortalama yüzde 4,2 büyürken istihdamdaki artış yüzde 1,7 olarak gerçekleşti. Yılda ortalama yüzde 10’ları bulan büyüme oranlarına karşın, istihdamda artış Doğu Asya’da yüzde 0,6’da, Güney Asya’da yüzde 2,4’te kaldı.

ILO ekonomik büyüme ve istihdam yaratma arasındaki bağın koptuğuna ve hemen tüm az gelişmiş ekonomileri kapsayan genel bir “istihdam yaratmayan büyüme” hastalığına işaret ediyor.

Dünyada son dönemde “büyüme mucizeleri” olarak gösterilen Hindistan ve Çin’de de büyüme-istihdam ilişkisi benzer bir fotoğraf veriyor. Örneğin, Hindistan, 1980’ler boyunca, yıllık yüzde 5,4; 1990–93 arası yüzde 6,3 ve 2002–2005 döneminde yüzde 8’in üzerinde bir büyüme yaşadı. Ancak, 1984–94 döneminde yıllık ortalama yüzde 2,7 olarak gerçekleşen istihdam artışı, 2000’li yıllara gelindiğinde, yüzde 0,6’lara dek gerilemiş durumdaydı.

ILO, yaratılmış görünen istihdamın yarısının da güvencesiz istihdam (vulnerable employment) olduğuna dikkat çekiyordu.

Aynı durum, Çin için de geçerli. 1980–2000 döneminde yıllık ortalama yüzde 10’ları bulan büyüme oranları yakalayan Çin ekonomisi için, ortalama istihdam artış hızları 1980–1990 dönemi için yüzde 4,1; 1990–2000 dönemi için ise sadece yüzde 1,1’de kaldı.

Hindistan’da büyümenin temel lokomotiflerinden “yazılım” sektörünün istihdamdaki payı, ancak yüzde 0,15. Çin’de en yüksek işsizliğe üniversite mezunları kategorisi sahip ve “kayıt dışı” ekonominin payı hızla genişliyor. Ancak ortak tablo, dünya ekonomisinde yaratılan işbölümü ile doğrudan ilişkili ve çevre ülkeleri açısından büyüme-istihdam dinamiklerinin belli özelliklerinin paylaşıldığı anlaşılıyor.

ILO, küreselleşmenin ürettiği bir istihdam biçimine her yıl daha çok dikkat çekiyor. ILO’nun yıllık raporu “Global Employment Trends 2010″un editörü Lawrence Jeffrey Johnson, ILO Online’daki söyleşisinde, bu istihdam türünün, 1,5 milyar kişi ile dünya istihdamının yarı büyüklüğüne ulaştığını, 2009’da bu kategoridekilerin sayısının 100 milyona yakın arttığını belirtiyordu.

“DİBE DOĞRU YARIŞTIRMA”

Çevre ülkelerde 1980’ler sonrası dışa açılma süreçleri, ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesine dayanmakta idi. Bu dönüşüm, bu ülkelerdeki büyüme dinamiklerini gittikçe artan bir oranda dışa bağımlı hale getirdi ve gerek büyüme, gerekse çalışanlar açısından giderek daha yüksek bir belirsizlik ortamı yaratıldı.

İhracata dayalı büyüme stratejileri, gelişmekte olan ülkeleri belirli sektörlerde uzmanlaşmaya itti. Bu, genellikle gelişmiş ülkelerin alt ve orta sınıflarının kullandığı, adına “ücret malları” da denilen dayanıklı, dayanıksız tüketim malları üretimlerini (otomobil, beyaz eşya, gıda, tekstil vb.) yanı sıra, çevre sorunları yaratan demir-çelik, gemi, kimya gibi sanayilerin çevre ülkelere aktarılmasını içeriyordu. Çokuluslu dev firmalar, yatırımlarını başta Çin olmak üzere Asya ülkelerine aktarırken, buralarda geliştirdikleri yerli sermaye ile bütünleşik yapılar kurdular ve merkez ülkelere dönük ihracatçı yatırımları geliştirdiler. Ancak bu ihracatın hem iç pazarlarda hem de dünyada kendine yer bulması, rekabet gücü sağlaması, ağırlıkla, işgücü üretkenliğini artırmaya odaklandırıldı. Hedef şuydu: Daha fazla ihracat malını, daha ucuz emekle üretmek. Bu uğurda birbirleriyle “dibe doğru yarışa” giren ülkeler için yapılacak şey, nispi artık değeri artırmak, yani birim işgücünden olabildiğince çok artık değer sağmak…

Üretim düzenleri, üretimi daha az kişi ile örneğin, 3 kişinin işini 2 kişiyle yaptırmak şeklinde kurgulanıyor, gerektiği yerlerde sermaye yoğun teknolojiler kullanılarak, emeğin pazarlık gücü iyice azaltılıyor. Bu dibe doğru yarış, beraberinde işsizler ordusunun artmasını ve her tür işe, her ücrete boyun eğmesini getiriyor. Demokrasinin de içinin boşaltıldığı bu ülkelerde, sendikal yapılar hızla zayıflatılmış durumda ve anti-sendikal düzenler hâkim. Malezya, Endonezya gibi ülkelerde de İslamlaşma projesi neoliberalizmle el ele yürütülüyor.

Mal hareketlerinin yanı sıra sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, küresel firmalara, yatırımlarını istedikleri yere kaydırma imkânı da sundu. Özellikle düşük emek maliyeti, yer seçiminde önem kazandıkça, yatırım çekmek isteyen ülke, emek maliyetlerini ucuzlaştırıcı önlemlerden geri durmadı. Kayıt dışılığa, iş cinayetlerine göz yumma, işgücü üstünden daha az vergi alma, örgütlenmeyi, grevi zorlaştırma, bu alanda yabancı sermayeye sunulan cazibelerden bazıları.

Ucuzlatılmış emek ortamından istediği yatırımı ve üretimi, ihracatı  gerçekleştiren firmaların, hep ellerinin altında, devasa büyük, sürekli genişleyen ve uysallaşan bir işsiz ordusu birikiyor ve istihdam yaratmayan büyüme, bir anlamda yeni sermaye birikimlerinin güvencesi de oluyor.

KÜRESELLEŞME, ÜCRETLİLER VE ÜCRETLER

Artan küreselleşme, tarımda da çözülmeler yaratarak, daha çok mülksüzleşmiş nüfusu emek ordusu içine kattı. Bunun sonucu olarak, özellikle merkez ülkelere dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarını emek-yoğun teknolojilerle üreten Asya ülkeleri başta olmak üzere, çevre ülkeler, ellerinin altında çok düşük ücretlerle çalıştırabilecekleri, örgütsüz, uysallaştırılmış bir işgücünü hazır buldular ve çok düşük ücretlerle üretimlerini hızla artırdılar. Bu durum, Çin, Hindistan gibi ülkelerde hızlı büyüme ile birlikte çok hızlı bir gelir eşitsizliğini de üretti.

Artan küresel rekabet ve dünya ticaret hacmi, teknolojik gelişmeler maliyetler üzerine baskı yaparak işçi başına üretimi ya da resmi deyişle, küresel işgücü verimliliğini artırdı. Özellikle 2001–2003 döneminde, dünya, “istihdamsız büyüme” süreci yaşadı. Son 10 yılda küresel eğilim, “daha az işgücü ile daha çok üretim” yönündedir.

Ücretlerin sefalet düzeyi, Dünya Bankası verilerinde de görülebiliyor. Günde 2 doların altında bir gelirle yaşayanların çevre-bağımlı ülkelerdeki sayısının 15 yılda pek azalmadığı ve 2,5 milyar kişiyi aştığı görülebiliyor. Bu oran, 2005’e gelindiğinde bile toplam nüfusun yarısına yakındı.

Kaynak; Dünya Bankası

Özetle, 1980’lerden 2008’e uzanan dönemde, küreselleşmeci, piyasacı sistem 2,5 milyar bağımlı ülke ücretlisini günde 2 doların altında bir yaşama talim ettirerek kâr ve sermaye birikimi çarkını döndürmeye çalışırken, bu bile, 2008 büyük krizine çakılıp kalmasına yetmedi.

İstikrarlı büyüme altında dahi yeterli ve nitelikli istihdam yaratamayan dünya ekonomilerinde, 2008 dünya ekonomik krizinin yıkıcı etkileri ile birlikte en büyük sorunlardan birinin yine “işsizlik” olacağı görülebiliyor. ILO’ya göre, işsiz sayısı 2000 yılında 170 milyon iken, 2008 sonunda 190 milyona çıktı. 2010’da ise, iyimser tahminlere göre 200 milyonu, kötümser tahminlere göre 220 milyonu aştı.

ABD’de, 2008 sonuna doğru yüzde 6,5’u geçen işsizlik oranı, ekonominin daha da daralması ile 2009’da yüzde 10’u aştı. ABD’deki krizin AB’ye yansımaları, kendisini büyüme oranlarında düşüş ve işsizlikte artışla gösteriyor. AB’de ortalama yüzde 8’i bulan işsizlik oranının birkaç puan daha artabileceğinden endişe ediliyor.

2008 ile birlikte dünya çapında ekonomik durgunluk beklentileri doğrultusunda ILO, önümüzdeki dönemde Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Sahra-altı Afrikası hariç, dünya ekonomilerinde ciddi büyüme kayıplarının olacağını öngörüyor.

Çin ve Hindistan başta olmak üzere, Asya ülkelerinde de, merkez ülkelerindeki durgunluk sonucu ihracat talebinin azalması ile büyümenin tempo kaybetmesi, bunun istihdama da yansıması, yeni işsizliklerin tensikatlarla artması bekleniyor.

Türkiye’nin de özellikle AB ağırlıklı ihracatının azalması ve iç talebin biraz daha daralması ile 2009 daralması yüzde 4,7’yi buldu. Ağır bir dış borç stokunun üstünde oturan Türkiye’de, yüksek faizle afyonlanmış ekonominin yüksek faizinin bile sıcak parayı tutmaya yetmemesi sonucu, iç ve dış talep hızla düştü ve ilk elde sanayide kapasite kullanım oranları geriledi, hızla tensikatlara gidildi. İstihdam yaratmayan büyümenin bile artık teklemeye başladığı koşullarda, biriken işsizlere bir de işyerlerinden çıkarılan yeni işsizlerin eklenmesi ile, işsizlik sorunu gündemin ilk maddesi oldu.

“Büyüdüğü” yıllarda bile yeterince istihdam sağlayamayan ve işsizlik artışını  önleyemeyen Türkiye ekonomisinde, önceki yıllarda şişen balonun patlamasıyla birlikte, işsizlikte de tam bir patlama yaşandı. Yıllık ortalama işsizlik oranı, 2009 yılı için Türkiye tarihinde bir rekor olan yüzde 14’e ulaştı.

2009 yılında önemli ölçüde büyüyen işsizlik sorununun, ekonomide beklenen büyümeye rağmen, bu yıl ve sonraki yıllarda da büyük önemini koruyacağı öngörülüyor. 2010 yılında yüzde 14,6 olması beklenen işsizlik oranının, 2011 yılında yüzde 14,2’de 2012 yılında ise yüzde 13,3’te kalması bekleniyor.

EĞİTİMLİ İŞSİZLER

2009 yılı  işsizlik verileri, 1 yılda resmi işsizliğin yüzde 11’den yüzde 14 basamağına tırmandığını, resmi işsiz sayısının 1 yılda 860 bin artarak 3,5 milyona yaklaştığını ortaya koydu. Bu işsizlerin yüzde 38’inin en az lise diplomasına sahip “okumuş işsiz” olması, çocuklarını bin bir fedakârlıklarla okutan ailelerin tahammül gücünü zorluyor. İşsizlerin en çok lise diploması sahipleri arasında olduğu ve lise mezunları arasında işsizliğin yüzde 18’e çıktığı görülüyor. Yaklaşık 500 bini bulan liseli işsizlere, meslek okulu, yüksekokul ve fakülte mezunu 850 bin işsiz eklendiğinde, “lise ve lise üstü diplomalı işsiz” sayısının 1 milyon 350 bine çıktığı anlaşılıyor.

Lise üstü  diploması olanlardan en yüksek işsizlik oranı sosyal hizmetler, sanat ve ulaştırma alanlarında. Her 100 bilgisayar fakültesi mezunundan 21’inin, her 100 eğitim fakültesi mezunundan 15’inin işsiz olması, bu gençlerin ailelerinin uzun süre kabullenecekleri bir durum değil.

Dahası,  “umudunu yitirmiş işsizler” ile birlikte, gerçek işsizlik oranı yüzde 20’lere, işsiz sayısı da 6 milyona yaklaştı. Hükümet de, istihdamın dümeninin tamamen terk edildiği özel sektör de, istihdamın artırılması konusunda hiçbir ümit vermiyorlar.

Aileye giren gelirin geçime yetmemesi ile çalışmak isteyen kadın ve emekliler işgücü  pazarına girmekte, alttan yeni okul mezunları gelmekte, ama bunları istihdam edecek iş alanları açılamamaktadır. Tersine, kamuda 4/C ve sözleşmeli personel uygulamaları ile istihdamı daraltma yolları denenmekte, özel sektörde de şartlara uyum adı altında tensikatlara devam edilmekte ve/veya işi olanların sosyal güvenlik hakları, iş yasalarından doğan hakları budanmakta, güvencesizleştirmeyi hızlandıracak “reform” hamlelerinin hazırlıkları yapılmakta.

HEDEF, GÜVENCESİZLEŞTİRME

Türkiye’de, özellikle 2002 sonrası, AB pazarını hedefleyen ihracata dönük büyüme süreci, dış pazarda rekabet gücü edinebilmek için, en az istihdamı, en ucuza mal etmeyi öne çıkardı. Bugün de, yaşanan küresel krizden hiç ders alınmadan, kriz öncesi işbölümü ve paradigmanın bundan sonra da geçerli olacağı varsayımı ile kurgular, en düşük istihdam maliyeti üstüne yapılıyor. 2010’da göreve gelen TÜSİAD’ın yeni başkanı Ümit Boyner’in ayağının tozu ile esnek istihdamı ağzına alması bundandır. Peşinde oldukları şey, kıdem tazminatı ödemeden işçi çıkarmak, kısa süreli iş sözleşmeleri yapabilmek, SGK prim yüklerini, ücretten alınan vergi yüklerini en aza indirmek, sendikalaşma, toplu pazarlık, grev hakkı kullanmanın yollarını tıkamak… İstedikleri, dünyada yaygınlaşan ve ILO’nun “güvencesizleştirme” olarak adlandırdığı, çevre ülkelerde salgın bu istihdam biçimini yaygınlaştırmak… İstedikleri, Türkiye’de 2 milyona ulaşan kayıt dışı ücretli istihdamının koyulaşması pahasına güvencesizliği kurallaştırmak…

Oysa artık anlaşılmalıdır ki, bu ucuz emeğe yaslanarak AB’nin tedarikçi tüketim malı sanayicisi olma paradigması, tıkandı. Asyalaşma modeli, düşük kâr oranları için emeğin istismarından başka bir şeye yaramazken, rekabet gücünü daha az emek, daha az ücret maliyetine dayadığı için istihdam da, ülkede sermaye birikimi de yaratamamaktadır.

Küresel kriz öncesi yüzde 10’da kemikleşen resmi işsizlik oranı, kriz sonrası yüzde 14 bandında basamak yapmaya başladı. Umudunu yitirenlerle birlikte ise, gerçek işsizlik oranı yüzde 20’yi geçiyor.

Güvencesiz işçiler, günün modası, “esnek istihdam”ın mağduru, sosyal korumasız, örgütsüz işçiler. Kriz, görece korunmalı işçileri, “esnek istihdam” modelleriyle, buradan alıp “güvencesiz” kategorisine atıyor. Tıpkı bizde, kadrolu kamu işçilerinin 4/C statüsüne atılmak istenmeleri ya da taşeron sistemi ile sendikalı, toplu sözleşme hakkı kullanan işçilerin, güvencesiz duruma getirilmeleri gibi…

Dünyada işçi haklarını biraz daha budayan bu eğilim, özellikle işsizliğin yoğun ve tarihsel olarak demokrasinin gelişmediği, örgütsüz  çevre ülkelerde ve tabii ki bizde yaşanıyor, yaşatılmak isteniyor. Sermaye, kriz koşullarında daralan iş hacmini bu biçimde emeğin sırtına basarak aşmak istiyor. Bizde de hem AKP iktidarı, hem de TİSK, TÜSİAD üyesi işverenler, fiili olarak yaptıklarını yasal bir çerçeveye yerleştirmek istiyorlar. İktidar ve patronlar, giderek büyüyen işsizliği, fırsat bilip güvencesizliği dayatıyorlar. Kamudaki bu esnek istihdam ya da köleleştirmenin beteri, TÜSİAD-TİSK ikilisi tarafından, AKP desteklenerek tesis edilmek isteniyor. Çalışma yaşamını “katı” bulan sermaye, “esnek”leşme talebini karşılayacak AKP ile iyice yakınlaşıyor. Yani büyük taarruz daha yeni başlıyor. Diyaloga değil, saldırıya hazırlanıyorlar.

AKP ve sermaye, sayıları 5,5 milyonu bulan işsizlere şu tehditle yaklaşıyorlar: Ya daha çok işsizlik ya da esnek çalışma, yani “güvencesiz çalışma”ya boyun eğmek… Patronları bu noktaya getiren, Asyalaşma modelinde emeği ucuzlatanın, rakibinin önüne geçmesi. Özellikle 2000’li yıllarda AB’nin dayanıklı-dayanıksız tüketim malı üreticisi olmaya başlayan Türkiye’nin de abandığı rekabet aracı, ücretler. Varsa yoksa, en az istihdamı en ucuza mal edip, rekabet gücü edinmeye çalışıyorlar. Nitekim 2004’ten 2008’e, yılda yüzde 7’yi bulan ortalama büyümeye rağmen, istihdamın pek artmadığı görüldü. Küresel krizin etkisi altına girilen 2009’da da sanayide istihdam yüzde 7 azaltıldı ve 311 bin sanayi işçisi işsiz kaldı. Üstelik aynı dönemde sanayide reel ücretlerin yüzde 7 geriletilmesine rağmen, tensikattan vazgeçmemiş işverenler.

Sanayide en az işçi ile iş çevirmenin bahaneleri arasında, vergi ve prim yükü var. Ama bu Asyalaşma modelinin önemli bir parçası olan döviz kuru politikası da, istihdamdan caydırıcı nitelikte. Çünkü çark, sıcak para girişi ile dönüyor. Sıcak para çekmek için düşük kur-yüksek faiz politikası uygulanıyor. Düşük kur ise, sanayide emek-makine bileşiminde, makineye göz kırpıyor, işçiyi işsiz bırakıyor. Dahası, düşük kur, ithal girdiyi cazip kılarak yerli ara malı sanayisini ve işçisini işsiz bırakıyor. Sanayideki bu durum, inşaat ve hizmetlerde de farklı değil. İnşaattaki teknoloji gözler önünde. Koca gökdelenler, en az işçi ile bir-iki ayda dikiliveriyor. Hizmet sektöründe, devlet, 2,5 milyon dolayındaki istihdamı bile çok görüp, 4/C tuzakları kuruyor çalışanlara. En az maliyete en küçük devlet!.. Neoliberal devletin hedefi bu. İstihdam, 2009’da finans sektöründe arttı ve 150 bin kişi işe alındı. Reel sektörü batan bir ekonomide finansın yükselişi iyi haber olabilir mi? Tarımdaki 2008 ve 2009 istihdam artışları ise, büyüme ile ilişkili değil. Tarımın milli gelirdeki payı yüzde 8’in bile altına düşmüş iken, ucuz döviz, tarım ithalatını kamçılarken, artan istihdam, ancak yoksulların sofrasının kalabalıklaşması demek.

Özetle, dış kaynakla dönen, yoğun ithalata bağımlı Türkiye kapitalizmi, içeride ve dışarıda rekabet gücü bulabilmek için çarkını, en az istihdamı en ucuza mal ederek döndürmek zorunda. Bunun için de artan işsizliği, çalışan sınıfa karşı tehdit aracı olarak kullanıyorlar.

İŞSİZLİK COĞRAFYALARI: İSTANBUL, İZMİR, ÇUKUROVA

Adı, tarihte küresel krizle birlikte anılacak 2009 yılının en önemli göstergesi işsizlik verileri olacak. TÜİK, yani Türkiye İstatistik Kurumu, 2009 yıllık işgücü-işsizlik verilerini bölgesel bazda açıkladı. Böylece hem Türkiye geneli için, hem de 26 alt bölge için krizin istihdama ve işsizliğe yansımalarını görmek mümkün.

Öncelikle, Türkiye geneli için anlaşılıyor ki, 2009’da, işgücü pazarına, mevcudun yüzde 4’ü oranında yeni işgücü çıkmış. Yani 943 bin kişi, “iş istiyorum” diye pazara girmiş. Peki, ne bulmuş? Anlaşılıyor ki, ancak 83 bini iş bulmuş ve 860 bini, işsizler ordusuna katılmış. Böylece resmi işsiz sayısı, 860 bin artmış ve 3 milyon 471 bine çıkmış. Bu, 2008’de yüzde 11 olan işsizlik oranının 2009’da yüzde 14’e çıkması demek.

Sektörel olarak bakınca, istihdamda 83 bin artış var görünüyor, ama bu tarımdan kaynaklanıyor. Tarımda kriz yılında 238 bin istihdam artışı görünüyor. Büyümeyen tarımda istihdam artışının sağlık derecesi ayrıca tartışılmalı. Tarımı dışarıda bıraktığınızda ise, aslında istihdam artışı değil, 154 bin iş kaybı var. Çünkü inşaat dahil, sanayide 2008’de işi olanlardan 303 bin kişi işini kaybetmiş. Buna karşılık hizmetler sektörü 149 bin istihdam artışı yaşamış. Hizmetlerde ve yılı iyi geçiren mali sektörde istihdam artışı oldu, o kadar. Dolayısıyla, tarımdaki soru işareti dolu istihdam artışını bir yana bırakırsak, gerçekte 2008’de işini koruyanların artmadığından, 150 bin kadar azaldığından söz etmek, buna iş bulamayan 860 bin eklendiğinde, gerçekte resmi işsiz sayısının 1 milyon arttığına hükmetmek yanlış olmaz.

TÜİK, işgücü verilerini 26 alt bölgeye göre de sergiliyor. 25 milyona yakın işgücünün yüzde 63’ünün toplandığı 10 bölgede işsizliğin en yakıcı biçimde İstanbul, İzmir ve Çukurova’da yaşandığı ve işsiz stokunun yüzde 37’sinin bu 3 bölgede toplandığı görülüyor.

Türkiye işgücünün  yüzde 18’den fazlasını barındıran İstanbul’da, istihdamın 2009’da yüzde 5 azaldığı, işsizliğin de yüzde 53 arttığı anlaşılıyor. Yani, İstanbul’da 2009’da 197 bin kişi işini kaybetti. Bu, İstanbul’da, yeni istihdam bir yana, 2008’de işi olan her 100 kişiden 5’inin işini kaybetmesi demekti. 2009’un işsizlerine, işini kaybedenler eklenince, İstanbul’da işsiz sayısı da yüzde 53 arttı ve 753 bini buldu. Bu, başka bir ifadeyle, Türkiye’deki resmi işsizlerin yüzde 21’inin İstanbul’da olması demek, aynı zamanda.

İşsizliğin coğrafi görünümünde İzmir’in, İstanbul’dan sonra dikkatleri çektiği görülüyor. İzmir’de, 2009’da, 70 bin kişi işgücü pazarına eklenmiş, yani işgücü yüzde 5’in üstünde artmış. Ama bu 70 bin kişi iş bulamayınca, İzmir’in işsiz sayısı yüzde 46 artışla 227 bine, işsizlik oranı yüzde 12,4’e çıktı. Bu oran, tarım dışarıda bırakıldığında, yüzde 17’yi geçiyor. Türkiye’de her 100 işsizin 7’si İzmir’de…

İşsizlik coğrafyasının en önemli üçüncüsünü Çukurova, yani Adana-Mersin bölgesi oluşturuyor. 2008’de de yüzde 17 gibi yüksek bir işsizlik oranı yaşayan bu bölgede, 2009’da resmi işsizlik yüzde 22’ye çıktı. Adana-Mersin bölgesinde, tarımı dışarıda bıraktığınızda, işsizlik oranı yüzde 27 gibi rekor bir düzeye çıkıyor. Resmi işsiz sayısı 95 bin artan Adana-Mersin’de, Türkiye işsizlerinin yüzde 9’u barınıyor.

Yüzde 14 basamağına yerleşen işsizliğin, yakın gelecekte, hele neoliberal ekonomik politikalarda ısrar edildiği koşullarda azalmasını beklemek ham hayal. İşsizliğin, yakın gelecekte de, Türkiye’nin en yakıcı sorunu olmaya devam edeceği, ama özellikle İstanbul ve çevresi, İzmir ve Çukurova için en önemli sorun olacağı açık.

KADIN İŞSİZLİĞİ

İşsizlik yangını, hem dünyada hem bizde, hızla büyüyor. Ekmeğin peşindeki erkeklerin işsizliği uzadıkça, evdeki kadınlar da işgücü pazarına daha çok çıkmaya başladılar. TÜİK verileri, her ay, işgücü piyasasına biraz daha çok kadının çıkıp iş aradığını gösteriyor. Tütünde, fındıkta, çayda, kısaca tarlada çalışan kadını, “ücretsiz aile işçisi” diye, işi olan nüfus içinde gösteren TÜİK, yıllarca bu yolla, kadının işgücüne katılım oranını yüzde 30 gösterdi. Bu çarpıklık, tarımdaki gerileme ile ve kentlere göçle azalsa da, hâlâ geçerli. Hâlâ 5,4 milyon görünen kadın istihdamının 1,7 milyonunu, yani neredeyse üçte birini kırda, çiftte-çubuktaki kadın oluşturur. Oysa gerçek kadın istihdamı, 3,7 milyondan ibaret. Bu, kadın nüfusumuzun sadece yüzde 14’ü demek. Kadının büyük işsizliği demek…

35,5 milyon kadın nüfusumuzun 26 milyondan fazlası, 15 yaş üstü yaşta. Normalde bu, bir ülkenin gelişmesi için çok önemli bir değer, bir potansiyel. Ama yararlanmasını bilene… 15 yaş üstü kadın nüfusumuzun 5 milyonu ya da yüzde 18’i öğrenciler, emekliler, özürlü-yaşlılardan oluştuğu için, çalışabilir nüfus değil. Geri kalan 21 milyon kadının profili ise şöyle: Neoliberal gericilikle pekişen erkek-egemen toplumun geleneksel işbölümü, 12,2 milyonu, “ev kadını-ev kızı” olarak görevlendirip eve kapatmış durumda. Bunlar, bir tür ücretsiz ev işçileri… Erkek işgücünün iş dışı her tür ihtiyaçlarını karşılayarak işverenlere her sabah yeniden gönderiyorlar.

Tarlasında çalışan 1,7 milyon kadın da “çalışıyor” sayılırsa, 9 milyon kadının 5,4 milyonu istihdam içinde sayılıyor. Kalan 3,6 milyon kadın, yine atıl, yine işsiz. Bu varsayıma göre, kadın işsizlik oranı yüzde 40’ı buluyor.

Tarlada çalışanlar dışarıda tutulursa, 9 milyonun 5,3 milyonu yine atıldır, işsizdir. Evet, gerçekte 5 milyonun üstünde kadın nüfus (ev kadını  filan değil) gerçekte işsizdir… Böyle bakınca, kadın işsizlik oranının gerçekte yüzde 59’a kadar çıktığı görülür.

TÜİK, resmi olarak, kadın işsiz sayısını 1 milyon dolayında gösteriyor. Bu, yüzde 16 gibi bir işsizlik oranı. “Sayılmayan işsiz” olarak, yani “ümidini yitirmiş, iş olsa çalışırım” diyen kadın işsiz sayısını ise, TÜİK 1,3 milyon olarak gösteriyor. Bu durumda, TÜİK’in resmi kadın işsiz sayısı bile, 2,3 milyonu buluyor. TÜİK’in bu tanımla beraber resmi kadın işsizlik oranı da yüzde 30’u gösteriyor ki, bu bile yeterince ürpertici…

26 milyonluk kadın değerini böylesine ahmakça, hoyratça kullanan çarpık Türkiye kapitalizminin erkek egemenlerinin, istihdam edilmiş kadınlara, işyerlerinde adil davranması tabii ki beklenemezdi. 3,7 milyon kadın çalışandan 3 milyonu ücretlidir, ama bunların sadece 2 milyonu sigortalı-kayıtlıdır. 1 milyon kadın ücretli, kaçak ve çoğu kez asgari ücretin bile altında, köle ücreti ile çalıştırılır. “Yönetici” pozisyonunda olan kadınların sayısı, sadece 166 bindir. Kadının iş bulabilme şansı, ancak erkekten daha eğitimli olmasıyla mümkündür. Bu da muazzam bir engelli koşuyu tamamlayanlara nasip olmaktadır ancak.

Kadınların, bu çift katlı adaletsizliğe iki kez diş bilemesi, kendini iki kat daha fazla alacaklı hissetmesi gerekir. Kadının bu düzenden, iki kat daha fazla hesap sorma hakkı var.

DAHA ÇOK KAMU İSTİHDAMI…

2007’den 2010’a, 3 yılda, Türkiye nüfusu 2 milyon artarak 72,5 milyona çıktı, ama kamuda çalışan sayısı ancak 13 bin artmış görünüyor. Bu kadar nüfusa, 3 milyonu bile bulmayan kamu çalışanının yeterli hizmeti veremeyeceği ortada. Ama neoliberal zihniyet bunu önemsemiyor. O zihniyete göre, bu hizmetleri artık kamu değil, özel sektör üretip parayla satmalıdır. Ya da kamu, bu hizmetleri kendi bünyesinde üretmek yerine özel kesimden satın almalıdır.


Bu zihniyet, 3 milyonu bulmayan kamu personeli içinde de, sadece 3 yıl içinde, sözleşmeli personel sayısını yüzde 83 artırarak, güvenceden uzaklaştırmıştır. 4/C statüsünde, 2007 başında 70 bine yaklaşan kamu çalışanı, 2009 sonunda 18 bine kadar düşmüş, yani 50 binden fazla geçici personelin iş akdi yenilenmemiştir. Şimdi hedef, başka kamu çalışanlarını da, önce 4/C’ye almak, sonra da oradan tasfiye etmek, güvenceli olanları da sözleşmeli statüsü ile güvencesizleştirmektir.

Özellikle ülkenin en ağır sorunu haline gelen işsizlik sorununu çözmede insiyatif, artık özel sektöre bırakılmayacak kadar vahim boyutlarda. Amacı kâr ve sermaye birikimi olan, her adımını bu saikle atan özel girişimcinin, istihdam gibi bir sosyal sorunu birinci sorun olarak görmesi, kapitalizmin doğası gereği, beklenmez, beklenmemelidir. Sermaye, istihdam için yatırım yapmaz, kâr için yatırım yapar ve ancak ihtiyacı oranında işgücü istihdam eder, daha fazlasını değil.

Ulaşılan alarm verici boyutlar ve beliren eğilimler, işsizliğe kamu istihdamı  ile müdahalenin kaçınılmaz olduğu gerçeğini önümüze koyuyor. Giderek büyüyen işsizlik ve giderek artan güvencesiz çalıştırma eğilimlerine karşı, istihdam dostu ekonomi politikaları ve kamu istihdamı savunulmalıdır. Asya taklidi ihracata dönük model, birçok olumsuzluk yanında istihdam yaratmayan bir nitelikte. Yoksullaştırıcı büyümenin bu özelliği, demokratik merkezi bir planlama ile üretici, birikim sağlayıcı, istihdam yaratan bir eksene kaydırılmalı ve kamu, ekonomiye yapacağı müdahalelerle istihdam yarattığı gibi, özel sektörü de daha çok istihdam kullanıcı politikalara özendirmeli, tarımda, turizmde kooperatifleşmeyi özendirerek istihdama müdahil olmalıdır.

AKP iktidarının böyle bir yaklaşımı olmadığı ve olmayacağı açık. İlk elde kamu istihdamını 3 yılda 1 milyon artırarak, bugünkü düzeyinin üçte bir üstüne çıkarılması, bir toplumsal talep olarak ifade edilmelidir. Bu niceliksel artışın yanı sıra, kamu çalışanlarına grevli, toplu sözleşme hakkı ve güvenceli statü eksiksiz tanınmalıdır. Bu istihdamı karşılayacak kaynaklar ise, vergi-kamu harcama denkleminde yapılacak düzenlemelerle yaratılabilir.

Dünden bugüne Rusya ekonomisi

Ekim Devrimi sonrasında sosyalizmi inşa süreciyle, ekonomik ve sosyal alanda dünya çapında işlere imza atan, 2. Dünya Savaşı’nda Faşist Hitler Almanya’sının saldırısı ve işgalini püskürterek, onları 65 yıl önce Berlin’e dek kovalayan, dünya ilerici güçlerine ve halklarına, Avrupa’ya barış ve özgürlük getiren; savaş sonrası yıkılıp tahrip olan ülkesini, sosyalist ekonomisi sayesinde ikinci kez inşa eden SSCB; 1950 sonrasında dünyanın ikinci büyük ekonomisi durumuna yükseldiği gibi, birinci olan ABD’yi bazı sektörlerde, bilimsel teknik gelişmeler, uzay teknolojisi vb. alanlarda geçmesini de bildi. Ayrıca eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, kişisel refahın yükseltilmesi ve paylaşılmasında, sosyalizmin üstünlüğünü tartışmasız tüm dünyaya göstererek, yankı uyandırdı ve bir çekim merkezi oldu. Emperyalist güçleri ve başta ABD’yi korkutan bu gelişme, onların “soğuk savaş” süreci başlatmasına ve giderek Stalin sonrasında, Marshall yardımları, NATO, Gladyo vb. örtülü savaş örgütleri aracılığıyla SSCB’ni kuşatarak teslim almaya dönüştü. Parti ve ülke yönetimini Stalin sonrasında devralan revizyonist Kruşçev –ve ardından Brejnev– kliği, partinin ve sosyalist ekonominin dinamik güçlerini tahrip ederek sosyalist yoldan zaten sapmıştı. SSCB’den arta kalan biçimsel sosyalist kalıntılara ise, Batı işbirlikçisi Gorbaçov eliyle son darbeler indirilerek, ‘Sosyalizmin yıkıldığı’ ilan edilmişti. Gorbaçov’la başlayan Batı emperyalizmiyle entegrasyon süreci, Yeltsin’le Rusya’nın geçmiş ekonomik birikim ve kazanımlarının Batı sermayesinin talan ve yağmasına dönüşmüş; üretim araçları ve altyapı çürümeye terkedilmiş, Rusya, IMF kıskacında teslim alınmaya çalışılmıştı.

Putin’le birlikte, merkezi yönetimi sağlamlaştırma süreci, yeni plazlanan burjuvazinin pazar hakimiyeti sağlamasına, mafyacı kapitalizmi tasfiyesine ve emperyalist hülyaların gerçekleşmesine giden yolların taşlarını döşemeye hizmet etti, ediyor. Dünyanın büyük güçlerinin kriz içinde bocalaması devam ederken, çok büyük darbeler yemesine, ağır yaralar almasına karşın, petrol ve doğal gazdan elde ettiği döviz birikimine yaslanan Rusya, Putin’le başlattığı geçmişteki etki alanlarına dönme stratejine hız vermiş görünüyor. Rusya Gürcistan, Özbekistan gibi alanlarda ABD’nin kuşatma planlarını boşa çıkararak, onun karşısına bir güç olarak dikilmeye başladı. Yine son olarak, Ukrayna seçimleri ve Kırgızistan’daki kargaşa sonrasında, kendi etkisine daha açık yönetimlerin işbaşına geldiği -getirildiği- görülüyor. Son olarak, Rusya Devlet başkanı Medvedev’in Ortadoğu bölgesine yaptığı gezi ve Mısır, Suriye, İsrail ve Türkiye yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde oynadığı rolün; yapılan konuşmalar, imzalanan yeni ekonomik ve siyasi antlaşmaların işaret ettiği yön de; Putin’le birlikte girilen NATO kuşatmasını kırma ve eski etki alanlarına yeniden dönme sürecinin sürdürüleceğini gösteriyor.

Gelişmelerin kısa özeti böyle olmakla birlikte, Rusya’nın toparlanma sürecinde, arka planda işlevsel olan etkenleri kavrayabilmek için; önemli dönemeçlerde Rusya’nın temel ekonomik göstergelerine ve geçmişten devralınan ekonomik ve toplumsal birikime bakmak zorunlu olmaktadır.

EKİM DEVRİMİ VE SOSYALİST İNŞA YILLARINDA RUSYA EKONOMİSİ

Ekim devrimi ve sosyalist inşa, kuşkusuz ki, Rusya halklarına, tarihinin en büyük ekonomik ve toplumsal sıçramasını yaptırmıştı. 1950’lerde ve sonrasında dünyanın ikinci büyük gücü olan Rusya, dünya üretiminin % 20’den fazlasını üretmekteydi. 1. büyük savaş döneminde, devrim öncesi yıllarda ise, emperyalist-kapitalist zincirin zayıf bir halkası haline gelmişti. Her yıl 200 milyar Ruble yabancı sermaye girişi olan Çarlık Rusyası, ancak, dünya üretiminin % 2.5 düzeyinde üretim kapasitesine sahipti.

1917 Ekim Devrimi sonrası, emperyalist güçlerin Rusya üzerinde kaybettikleri nüfuzu yeniden tesis etmek hedefiyle planladıkları provakasyonlar ve iç gericiliğe verdikleri desteklerle uzayan iç savaş sürecinde; Rusya’nın ekonomik durumu çok gerilere gitmiş, ekonomik gelişme 5 yıl süreyle adeta durmuş ve ancak, ekonomiyi canlandırma amaçlı NEP (Yeni Ekonomik Politika)’in uygulanmasından sonra; 1928 yılında, 1914 yılı düzeyine ulaşılabilmişti.

22 Haziran 1941’de, Hitler Almanya’sının SSCB’ne saldırısıyle, Rusya ekonomik planlarını, derhal savaşın gereklerine –Hitler Almanyası’nın eninde sonunda SSCB’ne saldıracağı aşikar olduğu için, aslında Sovyetler Birliği daha önceki yıllardan itibaren, bu büyük savaşa hazırlık olarak, yüksek bir çalışma temposuyla genel ekonomik plan hedeflerini zamanından önce gerçekleştirdiğinden.– uyarlayabildi. Alman işgali ve savaş esnasında, altyapı tesisleri, demiryolu şebekesi, yol ve köprüler, köy, şehir ve kasabalar, maden ocakları önemli ölçüde tahrip olmuştu. İnsan kaybı 20 milyon olup, ayrıca 25 milyon insan evsiz kalmıştı. Savaş yılları Rusya’nın ekonomisini önemli ölçüde daraltmış ve geriletmişti. 1940 yılına oranla, savaşın bitiminde ulusal gelir %17, sanayi üretimi %8, elektrik üretimi %11, kömür üretimi %11, petrol %40, çelik %33, çimento %68, pamuklu dokuma %60, şeker üretimi %78, tarımsal üretim ise % 40 düşmüştü.1 SSCB, savaşın yaralarını sarıp, SBKP önderliğinde ülkeyi ikinci kez yeniden inşa ederek; 1940 yılının üretim düzeyini, 1950 yılında yakaladı. Ama bu, ikinci savaşın da Rusya ekonomisine, bir on yıl daha kaybettirmesi anlamına geliyordu. Kapitalist-emperyalist dünyanın engellemelerine ve savaşlara karşın, devrim sonrasındaki elli yıllık tarihi içinde Sovyet Rusya, görülmedik ekonomik ve toplumsal başarılara ve ‘ilk’lere imzasını atan bir ülke oldu. 1918’den itibaren, sanayideki yıllık gelişme hızı, ortalama olarak % 10’nu aştı.2

TABLO 1- Sovyet Rusya sanayisinin ortalama yıllık gelişme hızı

    1952-1958
    SANAYİ  ÜRETİMİ 12.0
    Üretim malları üretimi

    ( I. Kesim)

    +12.8
    Tüketim malları üretimi

    ( II. Kesim)

    +10.7
    Sanayide emek verimliliği artışı +7.6

Ayrıca batılı kaynaklar da, bu dönem Sovyet ekonomisinin olağanüstü gelişme düzeyini doğrulamaktadır. Sovyetler Birliği ekonomisi üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Abran Bergson’a göre, Sovyetler Birliği’nin sabit fiyatlarla milli geliri, 1928-1937 döneminde yılda %5 ile % 5.5 arasında, 1950-1955 döneminde de % 7.5 ile % 7.6 artmıştı. Bu oranlar, o dönemin dünya ekonomilerinin büyüme hızlarıyla kıyaslandığında, en yüksek büyüme hızıdır. Dönemin SSCB ekonomisinin büyüme hızı, aynı dönem Amerika’nın büyüme hızından iki ile üç kat daha fazladır.

SSCB, devrim sonrasında gerçekleştirdiği hızlı kalkınmayla, az gelişmiş bir ülke olmaktan çıkıp, sanayi üretim hacmi bakımından dünyada ikinci sıraya yerleşmiş ve birinci sıradaki ABD sanayisini, bazı alanlarda geçmiştir.3 Ayrıca bilimsel teknik alanlarda, bilimsel araştırmalarda, dikkat çekici bir gelişme göstermiştir. Birçok alandaki rakamları, ABD’le aynı düzeyde gözükse de, eğitim-öğretim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlığı ve parasız olmasında, kültürel vb. faaliyetlerin tüm ülke sathına yayılmasında onu açık ara geçmiştir. Rusya’da her 100.000 kişiye düşen doktor sayısının, ABD’dekinden % 12 daha fazla olduğu ya da aynı sayıdaki hastahane yatağına düşen doktor sayısının, ABD’ye oranla % 20 daha fazla olduğu belirtiliyor. (Bkz. Bernard P.J: Sovyetler Birliğinde Planlama, Londra, İngilizceye çeviren: I. Nove)

Sosyalizmin inşa dönemine ilişkin olarak, sosyalist yönetimin yaptığı merkezi kalkınma planlarının, ülke kalkınması, kişisel tüketimin artışı ve halkın refahı üzerine yaptığı olumlu etkiler bağlamında daha birçok örnek verilebilir. Ama SSCB’nin bu başarılarını hazmedemeyerek korkuya kapılan emperyalist Batı dünyası, başta ABD olmak üzere, elbirliği ile ‘soğuk savaş’ı başlattılar. SSCB’ne aslı astarı olmayan propaganda materyalleriyle saldırarak; kendi eli kanlı yüzlerini, azami kâr için dünya ülkeleri ve halklarını sömürme ve bağımlılık altına alma çabalarını gizlemek için, Sovyetleri “öcü”olarak göstererek; silahlanmalarını ve NATO’nun faaliyetlerini meşrulaştırmaya çalıştılar. Beşinci kol ve gladyo faaliyetleriyle, “yeşil kuşak” vb. projelerle Rusya’yı kuşatarak teslim almayı hedeflediler.

Kruşçev ve Brejnev kliğinin içeriden yürüttükleri yıkıcılığı da besleyerek, sosyalizmi raydan çıkartma çalışmalarını başlatmış olan emperyalistler; 1980’lerin ortasında Gorbaçov’un sosyalizmin biçimsel kalıntılarına son bir darbe indirmesiyle de, açık kapitalist biçimleri egemen kılma amaçlarına ulaşmış, ‘sosyalizmin yenilgisi ve ölümünü’, –günümüzde artık bu palavraya inanan kalmasa da– kutuplaşmanın sona erdiğini, tek kutuplu dünyanın kurulduğunu ilan ettiler!

DÜNYA KRİZİ ÖNCESİNDE RUSYA EKONOMİSİ

Gorbaçov’un başlattığı Batı sermayesine entegre sürecini, Yeltsin’in SSCB’ni emperyalistlere peşkeş çekme politikası izledi. Ülkenin geçmiş birikimleri yağmalandı, eski KBG ajanları, devlet bürokrasisindeki büyük memurlar, işletme müdürleri vb. önemli işletmelerin mülklerini ellerine geçirerek, milyarder konumuna yükseldiler. Bu, bir tür mafyacı kapitalizmin doğuşuydu. Yine bu dönemde, Batılı emperyalist güçler tarafından, borsa spekülatörleri tarafından kışkırtılan yapay 1998 kriziyle, ülke ekonomisi iyice çökertildi ve Batı kapitalizmine teslimiyetin yolu açılmış oldu. Yeraltı kaynakları, Batılı emperyalistlerin sömürü ve yağmasına açıldı. Alt yapıya yeni yatırımlar yapılmayarak, birçok işletme ve kuruluş çürümeye terkedildi, fabrikalar, maden ocakları kapatıldı…

Gorbaçov’la başlayan açık kapitalistleşme süreci, Yeltsin’le ülkenin içeriden ve dışardan yağmalanmasına dönüştü. Rusya IMF kıskacına alınarak, çökme ve köleleştirilme yoluna sokuldu. Bu mafyacı kapitalist gidişe; Putin’le birlikte darbeler indirildi, tutuklama, bazı işletmeleri kamulaştırma vb. yöntemlerle, devlet otoritesi pekiştirilerek, yeni palazlanan Rus burjuvazisinin yolu açıldı, ekonomi, normal yoldan kapitalistleşme sürecine sokuldu. Petrol ve doğal gaz fiyatlarının artışa geçtiği olumlu konjonktürün rüzgarını arkasına alan Putin, içeride yağma ve rüşveti azaltarak, istikrar sağlayarak, merkezi yönetim aygıtına belli bir prestij kazandırdı, ekonomi iyileşme rotasına girince de, halkın yanılsamalı desteğine mazhar oldu. 2008 dünya krizi, Rusya’yı, ekonomiyi iyileştirme ve alternatif güçlü sektörler yaratarak, dünya güçleri ile rekabete girişme planları yaptığı bir kavşakta yakaladı. Bununla birlikte, krizin, mali açıdan Rusya’yı da vurması, ek olarak petrol fiyatlarını da düşürmesi; Rusya Federasyonu’nu, bir gecede yüz milyarca dolar kayba uğrattı. Bu sürece biraz daha yakından bakmaya çalışalım:

Yeltsin döneminde, 1990-1998 yıllarında izlenen ekonomik politikalarla, sosyalist dönemden kalan bazı uygulamalar hedefe konmuş, zaten çok önceden terkedilmiş merkezi planlamanın yerine geçirilmiş olan serbest piyasa ekonomisine ivme kazandıracak önlemler alınmış; fiyatlar serbest bırakılmış, ülkeye yabancı sermayeye girişinin önündeki son yasal engeller de kaldırılmıştı. Bu politikalar, ekonomik gidişatı daha da kötüleştirmiş, enflasyon artmış, talep daralmış, üretim düşmüş, yatırım ve tasarruflar azalmış, işşizlik artmış, gelir dağılımı bozulmuş, devletin ekonomi üzerindeki kontrolü kalktığı için, mafyaya ve karaparacılara gün doğmuştu. Sonuç olarak, ülkenin ekonomik ve politik yönetimi, doğal olarak bir avuç oligarkın eline düşmüştü.

Merkez Bankası’nın para politikalarıyla döviz kurunu dengelemesi ve enflasyonu düşürerek, üç haneli rakamlardan aşağı çekmesiyle birlikte, makro dengelerin kısmen sağlandığı bir anda; bu kez 1998 Ağustos krizi patlamıştı. Asya krizinin Rusya’ya yansıması, yabancı yatırımcıların paralarını alarak yurtdışına kaçması sonucu, Merkez bankası, Rublenin istikrarını koruyamayarak, Ruble değerini dalgalanmaya bırakmıştı. Moratoryum ilan edilerek, kısa vadeli borçlar askıya alınmıştı. 1991-2000 yılları arasında, Yeltsin ve ekibi tarafından, başta büyükleri olmak üzere, devlete ait olan tüm ticari işletmeler özelleştirilmişti. Gaz, petrol, üretim ve pazarlama şirketleri devlete ait olmaktan çıkarılmış, yabancı kapitalistlere satılmıştı. Bu süreçte, başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist devlletler, özellikle Rusya’nın bankacılık, enerji ve gıda sektörünü ele geçirmeye dönük faaliyet yürüttüler. Bu dönem, ulusal gelir % 40 azalmış, nüfusun % 40’ı yoksulluk sınırı altına itilmişti. İç talep baskı altına alınarak ihracatı arttırma politikası enflasyonu % 30’lara indirse de, bu sonuç, ortalama yaşam süresinin erkeklerde 60 yaşına inmesi ve ölümlerin doğumlardan %50 daha fazla artması pahasına elde edildi. 1998 krizinin, Rusya ekonomisinde ne gibi tahribatlar yarattığını ve Rusya ekonomisinin içine düşürüldüğü durumu en yetkili ağız olarak Putin, ünlü milenyum konuşmasında şöyle ortaya seriyordu:

Ülkenin milli geliri,yarı yarıya azaldı. Kişi başına ulusal gelir, G-7 ülkeleri ortalamasının beş kat altına düştü. Rusya ekonomisinin yapısı değişti. Kilit sektörler, petrol, enerji mühendisliği ve metalurji oldu. Bunlar ulusal gelirin %15’ine, genel ulusal çıktının %50’sine ve ihracatın %70’ine denk düşüyordu. Reel sektörde verimlilik düştü. Hammadde ve elektrik üretiminde dünya ortalamasının üzerinde, ama diğer sektörlerde ABD’nin %20-24’ü kadar. Makine ve ekipmanın %70’i on yaşından büyüktür. (Bu gelişmiş ülkelerinkinin iki katından fazladır.) Bilim yoğunluklu üretim alanında Rusya dünyanın %1’nden sorumlu, ABD bunların %36’sını, Japonya %30’unu sağlıyor.

Rusya ekonomisi, bu süreçte borç kıskacına alınmış, normal bütçe gelirleriyle borçlarını ödeyemez duruma düşmüş, sürekli borç ertelemesine gitmişti. Enflasyon 1999 yılı itibariyle %85 düzeyine çıkmıştı. Rusya, 1999’da 156.6 milyar dolar olan borçlarını ödeyebilmek için, 2008 yılına değin, her yıl, 13-19 milyar dolar anapara ve borç faizi ödemek zorunda kalmıştı. Rusya Federe Devleti’nin 20 milyar dolar civarındaki bütçesiyle borçlarını zamanında ödemesi olanaklı olmadığından, birçok devletle borç ertelemesi gerçekleştirilmişti.

2000 yılında petrol ve doğal gaz fiyatlarının % 100 yükselişi, Rublenin devalüasyonu ile birleşince, ihracat bundan olumlu etkilenmiş, ihracatın artışı dış ticaret açığını kapatmış ve Rusya 2001 bütçesini denk olarak hazırlamıştı. Ekonominin büyüme sürecine girdiği, iç talebin canlandığı, vergilerin artırıldığı bu süreçte, Rusya 2000 yılı büyümesini % 8.3, dış ticaret fazlasını ise (petrol fiyatlarındaki artışa bağlıydı) 60.9 milyar dolar olarak açıklamıştı. Bu dönem gerçekleşen toplam dış ticaretin %35’i Avrupa Birliğiyle, %18.5’u Bağımsız Devletler Topluluğuyla, %15’i doğu Avrupa ülkeleriyle, yine %15’i de Asya-Pasifik ülkeleriyle yapılmaktaydı.

Ekonominin bu göreli iyileşmesinde, Putin’in siyasi istikrarı sağlaması, ithal ekonomisini ikameye dönük bir kalkınma planını uygulamaya sokması gibi etkenler rol oynamıştır. Ama bu faktörler, petrol fiyatlarındaki artışın getirdiği iyileşme yanında çok tali kalmaktadır. Bir‚ ‘başarı’ vardı; ama bu, esas olarak petrol ve doğal gaz fiyatlarının yükselmesine ve ihracat gelirlerinin artışına endeksli olan bir başarıydı. Rusya ekonomisine bakıldığında, ekonominin yapısal, temel önemdeki sorunlarına çözüm bulunamadığı ya da uygulanan ‘yeni tedbirler’in sonucuna vardırılamadığı, kısacası virajın tam olarak dönülmediği; sorunların ve arayışların da devam ettiği gözlenmektedir.

Yapısal değişim ve dönüşüm geçiren Rusya ekonomisine, bugün için en büyük katkıyı, yine petrol, doğal gaz ve silah satışları sağlamaktadır. Yine bu değişim sürecinde gözlenen bir olgu da, Rusya’daki yabancı yatırımların kompozisyonunda ve sahiplerinde de bir değişiklik olmasıdır. Rusya’ya yapılan yabancı sermaye yatırımlarında ağırlık, giderek ABD’den Avrupa Birliği ülkelerine doğru kayma eğilimine girerken; Rus sermayesinde ise, dışarıya sermaye yatırma eğilimi gözlenmektedir. Örneklersek, ABD’nin Rusya’daki yatırımlarından 10 kat daha fazla düzeyde Rus sermayesi, ABD’de bulunmaktadır. Yine son kriz öncesi bir başka eğilim de, Alman ve İngiliz sermayesinin Rusya pazarına girişinde görülen artışlardır. 2008 krizi öncesi Rusya ekonomisi, uzun yıllar süren eksi büyümeleri geride bırakarak, artıya geçmişti. Ama yine de bu dönemde, sektörler arasındaki dengesizliğin sürmesi bir yana, yeni yapılan yatırımların kârlı bir alan olan enerji sektörüne (yani, nükleer santral, doğal gaz ve petrol çıkarımı ve ulaşımına) yapılması nedeniyle, tek yanlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirildiğinden; ekonominin iç açıcı bir konumda bulunduğu söylenemez.

Rusya Hükümeti, 2002’de, sadece yiyecek endüstrisi, enerji kompleksi, ve yakıt alanlarında büyüme olduğunu, ama diğer sektörlerde ya durgunluk ya da başarısızlık olduğunu açıklamıştı. Devlet İstatistik Komitesi, o döneme ilişkin olarak, işsizliğin düştüğünü, üretimin arttığını, sermaye yatırımlarının %12 yükseldiğini, yıllık enflasyonun %12 olduğunu, ödemeler dengesinin kritik olmayıp bütçe fazlası bulunduğunu açıklamıştı.4

Açıklamada büyüyen ekonomik sektörler şu şekilde belirtilmişti: Yakıt (%9.4), demir orjinli metal (%8.9), metalurji (% 8.5), demir dışındaki metaller (%6.1), gıda (%5), elektrik enerjisi (%2.5), ormancılık, ağaç ve kağıt ( %12). Ayrıca başarısız ekonomik sektör olarak ilan edilen hafif sanayide (%2.5) düşüş gösterilmişti.

Rusya’nın istatistikleri, ülke dışında, genellikle güvenilmez olarak kabul edilmektedir. Ama IMF raporları da, Rusya ekonomisindeki görece iyileşmeyi saptamıştı. IMF, Rusya’nın ulusal gelirinin 1999’dan beri arttığını, 2000 yılında % 10, 2001’de % 5, 2002’de %4.3, 2003’te %6 arttığını açıklamıştı. Bu dönem, belirgin artış olmayan Rusya’nın dış borçları, 150.8 milyar dolarla, 1995’teki 133.2 milyara yakın bir düzeydedir. Rusya ekonomisinin, bu dönemdeki kısmi iyileşme göstergelerine karşın, petrole bağımlılığı artmış, devletin bütçe hesaplarını ve ekonomik stratejilerini, petrolun varil başı fiyatını baz alarak oluşturduğu bir sürece girilmişti. Ayrıca Rusya, içeride emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçisi gruplar arasında petrol doğal gaz ve enerji kaynakları üzerinde keskin rekabetinin sürdüğü, gelir dağılımının alabildiğine bozulduğu, dolar milyarderlerinin mantar gibi yerden bittiği bir ülke durumuna gelmişti. Rusya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Galine Karelova’ya göre, yoksulluk sınırı (ayda 65 dolar) altında yaşayan insan sayısı 30 milyonun üzerindeyken, bu dönemde Rusya’daki dolar milyarderlerinin sayısı, Forbes dergisinin her yıl yayınladığı listeye göre, 17’den 25’e yükselmişti. Rus milyarderlerinin birleşik toplam serveti, bir yıl içinde 35.5 milyar dolardan 79.4 milyar dolara fırlamış ve Moskova, şehir olarak, New York’tan daha fazla dolar milyarderinin yaşadığı bir kent haline gelmişti.

KRİZ SÜRECİNDE RUSYA EKONOMİSİ VE ALINAN ÖNLEMLER

Son dünya krizinin Rusya’yı fena şekilde vurduğu görülmektedir. Rusya’da kriz, tıpkı diğer dünya ülkeleri gibi, sadece borsa ve bankacılık alanlarında yaşanmadı. Ek olarak petrol fiyatlarının düşmesi, krizin etkisini katladı. 2008 Temmuz’unda varil başına 147 doları bulan petrolün fiyatı, 2008’in sonunda 50 doların altına düştü. Büyük bir enerji ihracatçısı ülke konumunda bulunan Rusya, üretim yelpazesini çeşitlendirip, diğer sektörlerde ihracat yapmadığı sürece, oynak petrol fiyatlarına bağımlı duruma geliyordu. Kriz sırasında borsanın % 70 değer kaybetmesi, ekonomiyi durma noktasına getirmiş, Rusya Merkez Bankası, düşen ruble değerini korumak için, ülke rezervelerinin yaklaşık %25’ine denk düşen bir kaynağı (150 milyar doları) bir çırpıda harcamak zorunda kalmıştı. Yine 2008 Ocak ayında, 2007 Ocak ayına oranla, sanayi üretimi %16 azalmıştı. Rusya’nın bütçesini petrol fiyatına endeksli olarak yapması, ekonomisini istikrarsız kılmakta, planlar hassa dengeler üzerinde yürümektedir. Bütçenin yarıdan fazlasını petrol ve doğal gaz satışlarından elde edilen gelirler oluşturduğu için, bütçe planlarında hedefi tutturmak şansa kalmaktadır. İhracat, petrol, doğal gaz, maden gibi, doğal kaynaklara dayanmaktadır. Öyle ki, Rusya’nın bu enerji sektörü ihracatı dışındaki ihracat miktarı, küçük bir ülke olan İsveç kadar bile değildir. Enerji fiyatları düşünce, enerjiden elde ettiği vergi gelirleri de düşüyor ve Rusya bütçesi açık veriyor. Ayrıca işvereni hükümet olan milyonlarca kamu çalışanı memur ve işçi bu durumdan etkileniyor ve maaşlarını alamamakla yüzyüze kalabiliyor…5

Rusya’nın kriz başladığında kaybettiği servet miktarı, milyarderlerin sayısının azalması olarak da kendini gösterdi. 2009 Şubat’ı baz alındığında, milyarderlerin sayısı yarı yarıya azaldı. 2007 yılında, Rusya 101 dolar milyarderine sahipti. Milyarderler, hem sayısı azalarak 49’a indi, hem de mal varlıklarının üçte ikisini kaybettiler.

Birçok gözlemci ve ekonomist, krizin Rusya’yı iyice çökerteceği beklentisindeydi. Fakat Putin, göreve başladığı, devlet başkanlığı yaptığı dönemde de, sadece petrol ve doğal kaynaklar ihracatının getirdiği gelirle, Rusya ekonomisinin dönmeyeceği, Rusya’nın çevre ülkeler üzerinde abi rolü oynayamayacağı ve Batının Rusya’yı kuşatma palanlarının boşa çıkarılmayacağı, Rusya’nın bir süper güç olarak, eski gücüne kavuşamayacağının bilincinde görünüyordu. Başbakanlık koltuğuna oturduğunda da, gerek işadamları gerekse yetkililerle yaptığı toplantılarda, sürekli olarak, petrol ve doğal gaza bağımlı olarak yaşamaktan kurtulmaya, Rusya’nın üretim yelpazesinin çeşitlendirmesine ve özellikle yüksek teknolojili üretim sektörlerine yönelinmesine vurgu yapmıştı.6

Kriz başlayınca, Rusya, petrol ve doğal gaza bağımlılıktan kurtulma yönünde, geleceğe yönelik ekonomik kararlar aldı ve program yaptı. Rusya Hükümeti’nin Resmi Gazete’de yayınlanmış, ”2009 yılı küresel mali krizle mücadele” adlı programına göre; “Rusya on yıllık bir ekonomik büyümenin ardından ekonomik bir darboğazla karşı karşıya kaldı.” saptamasından sonra, alınacak ekonomik önlemler şöyle sıralanıyordu:

– Sosyal politikalarla, kamu tüketimleriyle, işşizlikle mücadele,

– Endüstriyel ve teknolojik büyüme eğilimi sürdürülmeli,

– Devletin talepleri ile birlikte özel sektör taleplerinin konut yapımını hızlandırılarak artırılması ve iç talebin canlandırılması,

– Uzun vadeli ekonomik modernizasyon programları, krizden etkilenmemesi. Petrol yerine ekonominin çeşitlenmesini sağlayacak uygulamaların sürdürülmesi,

– Ekonomiler, güçlü  yerel finans sistemine dayanmalı. Hükümet, bankacılık sektörü ve mali piyasalar için, kredi sağlamaya devam etmeli,

– Hükümet ve Merkez Bankası’nın, makro ekonomik istikrar için, sorumlu uygulamalar ortaya koyması gerekiyor. Yatırımlar cazip hale getirilmeli, enflasyon düşürülmeli.

Görülüğü gibi, Rusya’nın aldığı tedbirler, diğer ülkelerin anti-kriz tedbirlerinden epeyce farklıydı. Bu tedbirleri, sosyal desteklerle ekonomiyi canlandırmak, yatırımları sürdürmek, ekonomiyi çeşitlendirme doğrultusunda zaten önceden girilmiş yoldan sapmamak, ama sosyal bir patlamaya da mümkün olduğunca yol açmamak olarak değerlendirmek mümkündür.

Krizin Rusya’yı, önceden girdiği iyileşme ve ekonomiyi çeşitlendirme sürecinde yakalamasını, onun bir avantajı olarak görebiliriz. Çünkü dünya genelinde krizden çıkılırken, yeni teknolojiler kullanarak, emek üretkenliğini, artı-değeri ve kâr kitlesini arttıran sektörlerin ve ülkelerin avantajlı konuma geçeceği gerçeğini, diğer emperyalist ülkeler gibi, Rusya’nın da iyi ve önceden kavradığı söylenebilir. Son aylarda Rusya’nın imzaladığı ekonomik antlaşmalara bakıldığında da, bu görülmektedir. Rusya, tarihinde ilk kez, dünya çapında avantajlı olduğu nükleer santral yapımı gibi stratejik bir sektörde ülke dışına açılarak, Türkiye ile Akkuyu Nükleer Santral Antlaşması’nı imzaladı. Benzer bir atom santrali yapımı için Suriye ile görüşmeler yapması da, bu çerçevede değerlendirilebilir.

Kriz sürecinde, gerek Putin, gerekse Medvedev, alınan anti-kriz önlemlerin titiz bir takipçisi oldular ve ekonomik kriz sürecini ve politik sıkandalları ve “terörizme” karşı eylemleri, birçok dünya liderinin aksine yerinden, bizzat yönetmeyi bir alışkanlık haline getirdiler. Rusya yöneticileri, aldıkları ekonomik önlemlerle krizdeki kritik eşiği atlatmış, ekonomiyi olumlu bir gelişme rayına sokmak için çabalarını artırmış görünüyor. Putin’in son açıkladığı üç yıllık planda da, artan işşizliği azaltacak yatırımlara odaklanıldığı görülmektedir. Hükümetin başkanı sıfatıyla Putin, 4 Mayıs 2010’da Devlet Duma’sında, 2009 ve 2010’un ilk çeyreğindeki Hükümetin çalışmalarını ve izleyecekleri hattı şöyle değerlendirdi:

Geçen yıl temmuzla başlayan ve global krizle ilerleyen durgunluktan çıkılmış, bunun yerini sürekli iyileşme almıştır.(..) 2011 yılı başında, karar verdiğimiz anti-kriz subvansiyonları, ayırdığımız tahsisat ve fonlar durdurulabilir, kriz esnasında hızlı karar almak gerekiyor, tahsisat fonları gerekliydi, bu nedenle hükümet bu görevi üstlendi, hükümet, şirketlerin malvarlığının 374 milyar rublelik miktarını garanti altına alarak yardım etti, parasal destek verdi, son yıl bu tahsisatların getirisi 19 milyar rubleyi aştı, ama bir sonraki yıl, bu destek uygulamasına artık son verebiliriz diye konuştu. Putin, ek olarak; “verimliliğin yükseltilmesi, yeni teknik ekipman üretimi, geçici olarak işçi çıkarılmasına yolaçabilir. Bu nedenle, randımansız işler için kavga etmek anlamsız olur. Yeni işler bularak ve yeniden eğitim fırsatları yaratarak, insanları ilerletebiliriz. Hükümet şimdi bunu yapıyor. 2010’da, yeni iş yaratımını hedefleyen projeler için, 40.5 milyar Ruble harcadık, Rusya’da yoksulluk sınırı altında yaşayan emekli bulunmuyor, birçok ülke sosyal harcamaları azaltıyor, emekli ve memur maaşlarını donduruyor, oysa biz o pratiğe girmiyoruz, resmi görevli ve emekli maaşları bizde artıyor. (..) Bir sonraki iki yıl içinde, sağlık alanındaki modernleşmeyi tamamlamak ve ülke çapında bir sağlık ağı oluşturmak için, 300 milyar Ruble destek sağlayacağız.” dedi. (Bkz. Pravda)

Ayrıca, devlet başkanlığı koltuğunda oturan Medvedev de, 2009 sonunda Ekonomist’in Dünya Ajandası’nda yayınlanan makalesinde; Rusya’da önceliklerimiz, yeniden başlayan ekonomik büyümeyi garanti etmek, bu büyümeyi ayakta tutarak, onu daha dengeli bir ekonomik yapılanma üzerinde temellendirmektir. 2010’da da elbette ekonominin modernleşmesini, yenilenmesini ve çeşitlenmesini teşvik edeceğiz. Global düzeyde Rusya enerji kaynaklarına ve diğer hammaddelerine güvenmeyi sürdürecek. 2010’da hükümetin çabaları daha çok kriz sonrası büyüme üzerine odaklanmak olacak. Yeni ekonomik kuruluşu, acil olarak başlatacağız diyordu.. (Bkz. The Economist, The World in 2010, Dmitry Medvedev, ‘Çalkantılı dönemde Rusya’nın Rolü’ adlı makale, sf. 50)

IMF’ye geçmiş borçlarını ödemiş olan ve güçlü döviz rezervlerine güvenen Rusya, IMF’nin dünyada krize düşmüş, zordaki ekonomilere destek sağlamak amacıyla, ‘acil destek fonları’nı arttırma talebine; 1 milyar dolarlık borçla katkıda bulunacağını açıkladı. Bu, IMF’ye borç verme işi; Pravda’da, “IMF’nin Rusya üzerinde geçmişte uyguladığı diktatörlüğün öcünün alınması” başlığıyla yorumlandı. Rusya’nın borç düzeyinde belirgin bir değişme olmadığı gibi, döviz rezervleri, krizdeki ani düşüşten sonra, tekrar yükselişe geçmiştir. Rusya’nın döviz rezervleri, 400 milyar dolarla şu an dünyanın en iyi üçüncü ülke rezervi konumunda bulunuyor. 2009 Nisan ayında rezervlerin erimesinin durmaya başlaması, Rusya’daki bankacılık sisteminin de bu arada güçlendiğini gösteriyor. Dünyanın bellibaşlı ekonomistleri ve uzmanları da, Rusya ekonomisindeki iyileşmeyi onaylıyorlar.

Tablo 2: Rus ekonomisinin, kriz öncesi ve sonraki yıllardaki temel ekonomik göstergeleri

    YILLAR 2005 2008 2010

    ( Tahmini)

    Gayrisafi ulusal hasıla ( milyar Ruble olarak) 21.598 41.668 1.41

    ( Trilyon Dolar)

    Kişibaşına düşen ulusal gelir (Dolar) 5.332 11.811 10.030
    Mal ve hizmet ihracatı ( milyar dolar olarak) 268.1 522.9
    İthalat 164.7 368.2
    Merkez Bankası döviz rezervleri (milyar dolar olarak) 182.2 427.1
    Dış borçların ulusal hasılaya oranı (%) 10.8 2.0
    1 Dolar = 28.8 Ruble 1 dolar= 24.9 Ruble

 

Kaynak: OECD Rusya Raporu ve Economist dergisi

Rusya, kriz sonrasındaki ekonomik toparlanmasını, siyasi etki alanlarını genişletmeye dönüştürmektedir. ABD’nin krizle birlikte kaybettiği ekonomik itibar, Irak vb. yerlerdeki askeri itibar kaybı ve Rusya’nın krizden çıkış pozisyonu; kuşkusuz ki, Rusya’ya, Asya, Ortadoğu ve Avrupa’daki eski etki alanlarına dönme, SSCB döneminde Sovyet Cumhuriyeti olan, ama bugün ayrı devletlerin şekillendiği coğrafyada nüfuzunu yeniden pekiştirme, Ortadoğu, Akdeniz ve Latin Amerika gibi epey bir süre önce terkettiği nüfuz sahalarına yeniden girerek oralarda üslenme yönünde avantajlar sağlayacaktır. Ekonomik güç ve etkinin, eninde sonunda siyasi ve güç ve etkiyle taçlanacağını; bu konuda deneyimli bir geçmişi bulunan Rusya stratejistleri iyi bilmektedirler. Rusya, krizden önce ve sonraki silah satışlarıyla7, petrol, doğal gaz ve madenler gibi doğal kaynak zenginliğine sahip olarak, petrol boru hatlarının vanasını ve geçiş yollarının çoğunu elinde tutmanın avantajını kullanarak; bu bağlamda büyük projeler yaparak (son olarak, Asya üzerindeki etkisini güçlendirecek olan Çin’le yaptığı 100 milyar dolarlık Kuzey-Güney Petrol ve Doğal Gaz Boru Hattı projesi ve Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirecek Akkuyu Nükleer Santral projesinin adı anılmaya değer) ve yüksek teknoloji ürünü silah satışlarını, diplomatik silah olarak da kullanarak; siyasi nüfüzunu arttırmaya çalışıyor.

Ayrıca, kriz dolayısıyla itibar kaybına uğrayan ABD’yi eleştirerek, moral alıyor ve puan topluyor. G-8 gibi zirvelerin uluslararaası çözümlerde yetersiz kaldığını ileri sürerek, sadece büyük kapitalist devletlerin değil, orta düzeyde gelişmekte olan kapitalist devletlerin de katıldığı G-20 zirvesini uygun araç olarak öne çıkarıyor (aslında burayı, ABD’nin tam etkisinden uzak, kendi etkisine açık ve çıkarlarını gerçekleştirmek için daha uygun ve yönetilebilir bir arena olarak görüyor). Daha krizin ilk patladığı günlerde ve akabinde, gerek Putin gerekse Medvedev; sürekli olarak yaptıkları konuşmalarda; krizin ana sorumlusu olarak ABD’yi ve onun uyguladığı yanlış ekonomik politikayı işaret ettiler. Örneğin, ŞİÖ ve G-20 Zirvesi ve BRİC ülkeleri ile yapılan toplantılarda; ABD’yi krizin sorumlusu olarak gösteren temayı işlediler ve dolar karşıtı bir cephe yaratma yönünde adımlar atılmasını sağlamaya çalıştılar.8 Gelinen yerde, doların yerine yeni bir uluslararası rezerv para saptanması düşüncesi, ABD dışındaki ülkeler tarafından daha yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

SONUÇ OLARAK

1929 dünya krizi koşullarında, kapitalist ülkelerin ekonomilerinin derin bir çöküntü yaşadığı yıllarda; Rusya, güçlü, dengeli, bütünlüklü ve ülke sathına yayılmış sosyalist ekonomisini inşa ediyor, üretim ve üretkenlik alanlarında dünya rekorları kırarak, dünyanın en büyük tesislerinin açılışını yapıyor; yüksek büyüme hızları gerçekleştirerek, krizden etkilenmediğini dünya âleme gösteriyordu. Ama bugünkü Rusya’nın manzarası öyle değil. Son krizin iyice dışa vurduğu sektörler arası dengesizlik, ekonominin doğal kaynaklara bağlı olarak nefes alışı; işşizlik, yoksulluk, salgın hastalık vb. ‘kapitalizmin yol arkadaşları’nın anında Rusya semalarını da kaplaması; Rusya emekçilerinde, sosyalist ekonominin üstün olduğu bilincinin tazelenmesine yol açarak, sosyalizme duyulan özlemi çoğaltmakta, sermaye düzenine olan nefreti ise arttırmaktadır.

Ekim Devrimi’nden 1956’ye, SSCB’nin sosyalist inşası sürecinde, zorlukları aşmada kazanılan ekonomik birikim ve moral yapılanmanın, tüm tahrip edilme çabalarına rağmen, krizli süreçleri aşmada, halka birazcık yüzünü dönen yönetimlere, halen bir avantaj sağladığı da görülmektedir. Sosyalist inşa döneminde, ekonomik zemin üzerinde toplumun özümsediği, kuşaktan kuşağa alışkanlık özelliği kazanmış bu moral değerler bir çırpıda yok edilemiyor. Güçlü bir sanayi ve altyapı temeli ve bunun üzerine bina edilen, sağlam bilimsel teknik eğitimle yetişmiş insan gücü, 2. Dünya Savaşı’ndaki faşit işgale karşı oluşmuş direniş ve zafer anıları kolayca kaybolup silinecek türden değildir. Yeni Rus burjuvazisinin Putin ve Medvedev ikilisinin ve Rusya bürokrasisinin; emperyalist dürtü ve emellerle de olsa; sosyalizm döneminden kalan bu ‘ekonomik’ ve ‘moral’ birikime yaslanarak, onu kullanmaya ve oluşacak tepkileri önlemeye çalışması; kriz süreci zorluklarını aşarken geleneksel olarak halkın devlet otoritesine duyduğu güvenden yararlanma olarak tanımlanabilir. Ama dünyanın diğer kapitalist büyük güçleri ile, kapitalist rekabet ve hegomonya çatışmasına hazırlanan ve bir ucundan bu sürece girmiş bulunan Rus burjuvazisinin emperyalist emellerini, plan ve hedeflerini; emek sömürüsünü arttırmaksızın ve proletarya–burjuvazi ve diğer sınıfsal çatışmaları güçlendirmeksizin başarabilme olanağı da yoktur. Rus halkı, geçmişte sömürücü sınıfların gerici hedeflerinin, planlarının bir parçası olmadı. Kendi geleceğini kendi ellerine alma, yeni bir dünya kurma amacının peşinden koştu, zor zamanlarda neler yapabileceğini, devrimci enerjisini gösterdi. Bu nedenle emekçilerin ve halkın refah ve mutluluğunu gözetmeyen ve sömürücü burjuva sınıfların temsilcisi olan, gerici amaçlar peşinde koşan Putin-Medvedev ikilisinin, halkın geçmişte büyük tarihsel eylemler yaparak başındakileri attığını hatırlamalarında sayısız yarar var!

Yükseköğretimin küresel yeniden inşasına ilişkin bir değerlendirme

GİRİŞ

Bologna sürecinde, hedeflere ne ölçüde ulaşıldığı tartışmalı olsa da, Avrupa ülkeleri Eğitim Bakanları, on yılda yükseköğretimde sağlanan dönüşümü coşkuyla kutladılar. Bazı eksikliklere rağmen, “Avrupa Yükseköğretim Alanı” (AYA) oluşturma süreci sermaye tarafından “başarılı” bulundu ve resmen başlatıldı. Buna rağmen, Avrupa üniversitelerindeki öğrenci protestoları ve sürece muhalif unsurların güçlü karşı çıkışları, bu değişimi geriye çevirme umudunu yeşertiyor.

Türkiye’de ise, sürecin tamamlandığı 2010 yılı, Bologna sürecinden neredeyse en fazla söz edildiği yıl oldu. Oysa Türkiye’de, 2001 yılından beri hükümetler ve YÖK, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hükümetlerine taş çıkartır bir gayretkeşlikle, Avrupa Yükseköğretim Alanını oluşturmak üzere ulusal ölçekte yapılması öngörülen düzenlemeleri yapıyor. Avrupa Kredi Transfer Sistemi (ECTS) uygulaması ile başlayan düzenlemeler, stratejik planların hazırlanması ve kalite güvence sistemlerinin kurulmasına kadar, öngörülen tüm alanlarda devam etmiştir. Bugün de, yükseköğretimdeki standartlaştırma çalışmaları tüm hızıyla sürmektedir. İlginç olan, bu süreç içinde gerçekleştirilen düzenlemelerden “harç” uygulamaları ve üniversite emekçilerinin güvencesiz çalıştırılmaları dışında kalan uygulamaların Türkiye üniversite kamuoyunun tepkisini pek çekmemesi ve sessizce uygulanmaya devam edilmesidir.

Oysa Bologna süreciyle gerçekleştirilmeye çalışılanlar, yalnızca Avrupa’daki uygulamalarla sınırlı olmamasının yanı sıra, kapitalist küreselleşme sürecinde yaşanan ekonomik/toplumsal yapı ve süreçlerde gerçekleşmekte olan büyük bir dönüşümün yalnızca bir parçasıdır. Söz konusu olan bütünsel bir dönüşümdür ve her bir düzenleme, bir diğeri ile sıkı bir ilişki içindedir. Bu, hem Bologna sürecinin ve esas önemlisi AYA’nın kurulmasından sonraki sürecin yalnızca ilgili deklarasyon ve kararlar incelenerek anlamlandırılamayacağını, hem de Avrupa yükseköğretim sisteminde odaklanarak sürecin bütününün anlaşılamayacağını göstermektedir. Söz konusu süreci anlamlandırabilmek için, onun parçası olduğu kapitalist küreselleşme sürecini incelemek ve bilginin metalaşma sürecini hızlandırmaya yönelik müdahalelerin sermaye birikim süreci açısından taşıdığı anlam ve önemi ortaya koyan bir çözümlemeye girişmek gerekmektedir.

Bu makalede, Bologna sürecinin parçası olduğu ve yükseköğretimde küresel ölçekte yaşanan dönüşüm üzerinde yoğunlaşılarak, bu süreçte yükseköğretime yüklenen anlam ve değer bilginin metalaşma süreci bağlamında çözümlenmeye ve anlamlandırılmaya çalışılmıştır.

BİLGİNİN METALAŞMA SÜRECİ VE YÜKSEKÖĞRETİM

Marx’ın Kapital’de ifade ettiği gibi, belli bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde her mal ya da hizmet metaya dönüşebilir. Bilim, bilgi ve eğitim de, mülk sahipleri ile üreticiler arasındaki belirli bir toplumsal ilişki bağlamı içinde metaya dönüştüler. Kapitalist toplumda, hiçbir mal ya da hizmet, kendini metalaşmaya karşı koruyamaz; çünkü her mal ya da hizmet (yalnızca fizikî varlıklar değil, bilgi, beceri, enformasyon gibi soyut varlıklar da) mülk edinilebilir, bu nedenle de mübadeleye konu olabilirler (alınıp satılabilirler). Kapitalist bir piyasada alınıp satılmak üzere (dolaşıma sokulmak üzere) üretilen her mal ya da hizmetin üretimi ise, iktisadî rasyonalite ilkelerine uygun bir süreçle gerçekleştirilmek durumundadır. Gorz (1995: 136-137)’un ayrıntılı olarak açıkladığı gibi, bir malı kullanım değeri için değil de piyasada satmak için ürettiğiniz andan itibaren her şey değişir. O zaman, maliyeti azaltmak verimliliği artırmak için sürekli olarak hesap yapmayı öğrenmek zorundasınız. Bilgiyi bir meta olarak üreten (bilgi-meta üreten) yükseköğretim sistemi de, maliyet ve verimlilik hesaplamaları yapmak ve maliyet-etkili çalışmak üzere, yeni bir yapı ve işleyişe sahip olmak, böylece ticarî bir işletmeye dönüşmek zorundadır.

Bilimsel bilgi, doğal/toplumsal gerçeklikleri daha fazla kavramaya, daha iyi açıklamaya dönük bir çabanın ürünü olarak ele alındığında, bilgi üretim süreci, işbirliğine dayanan ve bilginin paylaşılarak çoğaltılabildiği bir nitelik taşır. Burada bilgi, kullanım değeri için üretilir ve bu nedenle bilimsel bilgi üretimi “açık iletişim”e ihtiyaç duyar. Yani bilgi, herkesin katkısına ve kullanımına açık ve mülk edinilmemiş olan toplumsal bir bilgidir. Böyle bir bilginin üretimi kolektiftir ve hiyerarşik bir düzen içinde gerçekleşmez. Oysa bilginin metalaşmasıyla birlikte, “rekabet”e dayalı bir üretim ve dolaşım süreci söz konusu olur. Kapitalist toplumda üretimin amacı kâr olduğu için, sermayenin hizmetine girmiş olan bir bilgi üretim süreci de, kârı ençoklaştırmaya dönük olarak işleyen piyasa kurallarına tâbi olur. Bilgi-metanın üretimi de, rekabet koşulları ve maliyet hesaplarının yönlendirdiği bir süreçte gerçekleştirilebilir.

Rekabet açısından, bilginin saklanması, mülkiyet haklarıyla korunması akılcı bir stratejidir ve O’Neill (2001:235)’in belirttiği gibi, bilimsel ve teknik bilgi alanı mülkiyet haklarının en fazla korunduğu ve bilginin rakiplerden saklandığı bir alandır. Çünkü, değişim değeri için üretilen bilgi, onu elde eden firma sayısı ne kadar azsa o kadar (ya da sipariş veren firma dışındakiler bu bilgiye ulaşıncaya kadar) yüksek kâr getirir, bilgi yaygınlaştıkça kâr da firmalar arasında gittikçe azalan ölçüde paylaşılır. Bilgi-meta, doğası gereği, genel piyasa kabulleriyle, teknik ölçütlerle bağdaşan, onları destekleyen bilgidir ve bu nedenle piyasada talep bulur, dolayısıyla üretilir. Bilgi üretim süreci bir meta üretim sürecine dönüştükçe, bilim pratikleri ve bilginin içeriği rekabet koşullarından etkilenerek değişir. Yukarıda belirtildiği gibi, yükseköğretim kurumları bilgi-metayı en az maliyetle ve verimlilik ölçütlerine uygun olarak üretme yönünde baskı altında kalırlar. Böylece, bilgi üretimi, rekabetin hüküm sürdüğü bir sürece terk edilmiş olur.

Kapitalist küreselleşme, bilginin metalaşma sürecinin hız kazanması ve bunun üniversitelerin hızla meta üretim sürecine dahil edilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Küresel kapitalizmde her alanda “rekabet”in toplumları geliştirecek temel bir itki olduğu kabulü öne çıkmakta ve “bilgi”nin rekabette öne geçmenin en önemli koşulu olduğu savunulmaktadır. O nedenle, rekabette güçlü olmayı sağlayacak olan yükseköğretim sistemidir. Küresel kapitalizmin yükseköğretimi yeniden yapılandırma ve sermaye birikim sürecini hızlandırmaya dönük bir küresel yükseköğretim alanı (AYA bunun bir parçasıdır) oluşturma yönündeki çabalarının nedeni budur.

Rekabeti yıkıcı bir süreç olarak değerlendirenler ve bu nedenle rekabetin ortadan kaldırılması gerektiğini savunanlar bile, bilgi konusundaki rekabeti, ilerlemeyi sağlayacak bir yol olarak görebilmektedirler. Kapitalist toplumda, “bilimsel ve teknolojik gelişmeler” ifadesiyle, bilimle teknolojinin birbirinden ayrılmazlığı ve her ikisinin de “doğal” ve “önlenemez” bir gelişme içinde olduğu anlatılmak istenir. Bilimi kutsayan modern anlayış ve bilimsel bilgiye yüklenen bu değer, bugün, “bilgi” etrafında işleyen bir rekabetin, her şeye rağmen insanlık için yararlı olacağı yanılsamasını yaratmakta, bilgi ve eğitim ile kâr (sermaye birikimi) arasındaki bağlantıyı kavramak güç olmaktadır. Oysa, bilgi-meta üretimi etrafında oluşan rekabet, doğal ve toplumsal gerçeklikleri anlama çabasının önüne, “yararlı” bilgiyi (firmaların talep ettiği bilgiyi) üretme girişimini geçirdiğinden, sermaye sınıfı dışında kalan tüm toplumsal kesimlerin aleyhine işlemektedir. Sermaye sınıfı, kaynakları (bilim insanlarının araştırmaya ayırdıkları zaman da dahil), kârı artırıcı teknik bilginin üretimine kanalize ederek, diğer toplumsal kesimlerin bilme/anlama ihtiyacını karşılama yönünde yapılacak faaliyetlerin önünü kesmektedir.

KÜRESEL KAPİTALİZMİN BEKASI İÇİN YENİ BİR YÜKSEKÖĞRETİM

Küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek yükseköğretim kurumları,  öncelikle, piyasa kurallarına uygun olarak hareket eden, yani birbirleriyle rekabet eden ve bu nedenle maliyet-etkili çalışan kurumlar olmalıdır. Sermayenin ihtiyaç duyduğu bilgiyi en az maliyetle ve rakiplerinden önce üreten, uluslararası rekabette ülkesine (yani ülkesindeki şirketlere) avantaj sağlayan, böylece ekonomik/toplumsal ilerlemenin motoru olan bir yükseköğretim sistemi, sermaye birikim sürecinin önünü açacaktır. Küresel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu da böyle bir küresel “yükseköğretim alanı”dır.

İlk bakışta, üniversitelerin ulusal ve uluslararası düzeyde birbirleriyle yarışmalarının olsa olsa ülkede ve dünyada bilimsel bilgi birikimini artıracağı ve bunun da doğal olarak “toplumsal yarar”ı artıracağı ileri sürülebilir. Oysa durum hiç de beklendiği gibi olmamaktadır. Her şeyden önce, rekabete konu olan bilgi, üretim artışı sağlamaya ve üretim maliyetini azaltmaya dönük bilgi olduğundan, bir yandan, bilimsel olmaktan çok teknik bilgidir ve Giroux (2007: 83)’un ifadesiyle “…sermayeye dönüşen [bu] bilgi, ekonomide bir yatırım biçimi olarak değer kazanır”; öte yandan ise, söz konusu bilgi, belirli bilim alanlarıyla ilgilidir. Bu nedenle, talep edilen bilgi, tüm bilim alanlarını harekete geçiremeyeceği gibi, aynı zamanda tanımlanmış bir yararı sağlamaya dönüktür. Yükseköğretimin, sermayenin taleplerine yanıt vermek üzere yeniden tanımlandığından söz eden Giroux (2007: 73), akademik disiplinlerin, piyasadaki değerleriyle orantılı olarak önem kazandığını ve öğrencilerin, “kendilerini en yüksek fiyata satmaları gerektiği fikriyle” sertifikalar peşinde koştuklarını ileri sürmektedir. Giroux (2007: 89)’a göre, “…üniversitenin iş sahasına dönüştürülmesi –‘esneklik’, ‘rekabet’, ‘zayıf üretim’ gibi şirket değerleriyle şekillenen ve muhasebe ilkeleriyle yönetilen– alanlarını ticarî kazançlara dönüştüremeyen pek çok akademik bölümün ve programın yok olması anlamına gelmektedir. (…) Aynı biçimde, profesörlere ve asistanlara öğrenci çalışmalarına odaklanma, sınıflar için ufak seminerler hazırlama, öğrencilere danışmanlık yapma, bağımsız araştırmalara yönelme ve iş arkadaşları ve öğrencilerle ortak çalışmalara girişme olanağı tanıyan çalışma koşulları, küçülme, verimlilik ve maliyet hesabı sürecinde etkisizleşecektir.”

Gerçekten de yukarıda belirtilen çerçevede rekabet edebilen yükseköğretim kurumlarının, her şeyden önce, bir yandan araştırma faaliyetlerini kendilerinden talep edilen bilgiyi üretmeye yönlendirirken, diğer yandan da lisans ve lisansüstü programlarını piyasanın ihtiyaç duyduğu mesleklere eleman yetiştirmek üzere yeniden yapılandırması beklenmektedir. Böyle bir sürecin, yapılan etkinlikleri ve etkileşim alanını küçültmesi ve zayıflatması kaçınılmazdır.

Kaynak kısıtı  nedeniyle maliyet-etkili çalışmak zorunda bırakılan yükseköğretim kurumları, “nitelikli” (standart bilgi ve becerilere sahip) emek gücünü yetiştirmek üzere planladıkları öğretim programlarını, pratiğe yönelik bilgiyi aktarmak üzere oluşturmak zorunda kalırlar. Aksi halde, kazandırılan bilgi-becerilerin uygulama alanı daralır ve kurumun mezunlarına olan talep düşerken, yükseköğretim kurumuna olan talep de düşebilir. Harçların önemli bir gelir kalemini oluşturduğu üniversiteler açısından, bu, tehlikelidir. Aynı tehlike, araştırma faaliyetleri piyasa taleplerine yönlendirilmediği zaman da söz konusudur. Bu durumda, öğretimin ve araştırma faaliyetlerinin belirli bir standartta gerçekleştirilmesi, hem “çıktı”ları talep eden firmalar, hem de yükseköğretim kurumları açısından bir zorunluluk haline gelir.

Emek gücünü istenen “nitelikte” yetiştirme, yükseköğretim kurumlarından beklenen, bilgiyi bilişim teknolojisine ve esnek üretime aktarma ve bu amaçla becerileri yeniden tanımlayarak uygun eğitim programlarını yeniden yapılandırma ile birlikte gerçekleştirilebilir. Bu nedenle, yükseköğretim kurumlarından beklenen görevlerden biri de, teorik bilgileri, basit ve uygulanabilir paketler haline getirerek, bilgisayar yardımıyla kolayca uygulanabilir prosedürlere dönüştürebilmektir. “Eğitimin kalitesi” vurgusuyla gündeme getirilen, eğitimin içeriğini ve eğitim ortamlarını, bireylerin kendilerini özgürce geliştirmelerine olanak sağlayacak biçimde iyileştirmek değildir. Tersine, eğitimde, öğrenmeyi araçsallaştıran bir süreç işlemektedir. “Eğitim kalitesi” üzerinde sürekli bir kontrol ve standartlaştırma ile, dünyadaki tüm üniversitelerin birbirleriyle karşılaştırılabilir hale gelmesi, meslekî diplomalar ve sertifikalar için standartlar sağlamak üzere eğitimin içeriği aynılaştırılmaya çalışılmaktadır (Lee, 2002). Yükseköğretim kurumları, iş pratikleriyle sıkı bir bağ kurma, pratiğe yönelik programlar (lisans ve lisansüstü) açma, şirketlere danışmanlık hizmeti verme ve onların ihtiyaç duyduğu bilgiyi üretmek üzere araştırmalar yapma yönünde bir baskı altında kalırlar.

Görüldüğü  gibi, yükseköğretim sistemi, maliyet-etkili çalışmaya zorlanarak disipline edilmekte, uygulanabilir bilgi üretmeye ve kuramsal bilgiyi uygulanabilir hale getirerek bilginin meta olarak üretimi ve dolaşımı kolaylaştırılmakta ve aynı zamanda eğitimin bilişim teknolojisi aracılığıyla standardize edilmesine yönlendirilerek, eğitim hizmetinin de meta olarak üretimi ve dolaşımı kolaylaşmakta ve yaygınlaşmaktadır. Devletin yükseköğretim kurumlarına aktardığı kaynaklar sınırlandıkça, birçok üniversitenin patent, teknoloji transferi, lisans anlaşmaları ve benzer yollarla bilgi ve teknoloji ticaretine girmesi hızla yaygınlaşmaktadır (Pruett ve Schwellenbach, 2004). Bilgi üretiminin, piyasanın ve ekonominin pratik ihtiyaçlarına yönlendirilmesi üniversite-şirket ilişkilerini güçlendirmekte ve aynı zamanda bilgi üretim süreçlerini de dönüştürmektedir.

Ülkelerin yükseköğretim sistemleri, “maliyet-etkili çalışma” (bunun bir parçası olarak esnek çalıştırmanın yaygınlaştırılması), “ürün standardizasyonu”, “üniversite emekçilerinin hareketliliğinin artırılması” gibi, küresel piyasanın yeniden düzenlenmesinde öne çıkarılan ölçütleri karşılayan bir küresel “yükseköğretim piyasası” veya “yükseköğretim alanı” oluşturmak üzere yeniden yapılandırılmaktadır.

Bilgi-metayı üreten kurumlar olarak yükseköğretim kurumlarının köklü bir değişime zorlanması, yaratılan “bilgi toplumu” söylemi ile meşrulaştırılmaktadır. Toplumların gelişmesi/ilerlemesi bilim ve teknolojideki ilerlemelere bağlı olduğuna göre, yükseköğretim kurumlarının yeni ihtiyaçlara cevap verecek biçimde yeniden yapılandırılması makul görülmektedir. Gelinen uygarlık düzeyinin, bilim ve teknolojinin “doğal” gelişiminin bir sonucu olduğu yönündeki ideolojik manüplasyonla birleştiğinde, buradan yola çıkarak geleceğe ilişkin önlenemez gelişme eğilimlerinden de söz edebilmek mümkün gözükmektedir. Küresel sermayenin yönlendirdiği ve yalnızca onun çıkarlarıyla bütünleşen “sınırsız ve kontrolsüz bir toplumsal değişim” için tüm toplumsal kesimlerin seferber olması istenmektedir. Bu topyekûn seferberlik, geniş halk kesimlerinin eğitim olanaklarının (özellikle yükseköğretim olanaklarının), çalışma ve gelir elde etme haklarının, bilgi üretim süreçlerine katılma ya da en azından üretilen bilgiye ulaşma, doğal ve toplumsal çevreyi anlama ve anlamlandırma yönündeki taleplerinin engellenmesi pahasına başarıya ulaşabilecek gibi görünmektedir.

SONUÇ YERİNE

Küresel kapitalizmde sermaye birikiminin kesintisiz ilerlemesi ve yoğunlaşması, bilgi üretim sürecini önemli ölçüde elinde tutan yükseköğretim sisteminin yapı ve işleyiş olarak bu amaca hizmet edecek biçimde dönüştürülmesiyle mümkündür. Bologna süreci, küresel kapitalizmin isterlerine uygun bir yükseköğretim sisteminin oluşturulmasına yönelik süreçte, kendi içinde rekabeti öngörmekle birlikte, Avrupa’ya, dünyanın geri kalan ülkeleriyle rekabette avantaj da sağlayabilecek bir homojen alan yaratmaya yöneliktir. Bu alan (AYA), bilginin ancak meta olarak bir anlam ve değere sahip olduğu küresel bir yükseköğretim alanının parçası olduğu ölçüde ve sürece küresel kapitalizmin talep ve ihtiyaçlarını karşılayabilir. Bu nedenle, yükseköğretim sistemi, yirmi yılı aşkın bir süredir köklü bir değişime/dönüşüme uğratılmakta, küresel ölçekte yeniden inşa edilmektedir.

Küresel yükseköğretim alanı, küresel güç ilişkileri temelinde oluşmakta ve işlemektedir. Bu nedenle, yapı ve süreç olarak dönüşüm, genelde sermayenin isterleri doğrultusunda biçimlenirken, güçlü ve görece zayıf ülke hükümetlerinin etkileri de farklılaşabilmektedir. Bu, ister istemez, yükseköğretimde dünya ölçüsünde gerçekleşmesi beklenen standartlaşma ve homojenleşme eğiliminin, “güçlü ülkeler”ce yönlendirileceğini göstermektedir. Dünyada bilimsel ve teknik bilgi dağılımındaki mevcut eşitsizlikler dikkate alındığında, hem bu eşitsizliklerin “entelektüel mülkiyet hakları” sayesinde gelecekte de devam edeceğini söylemek, hem de bu eşitsiz dağılımın giderek daha büyük ölçüde toplumsal eşitsizliklere yol açacağı konusunda tahminde bulunmak güç değildir. Öte yandan, yükseköğretimde yaşanan dönüşümün, her bir ülkede yükseköğretim hakkına erişmede mevcut eşitsizlikleri daha da artıracağının işaretleri şimdiden görülmektedir.

Kaynaklar

Focus on Higher Education in Europe 2010: The Impact of Bologna Process. http://eacea.ec.europa.eu/education/eurydice/documents/thematic_reports/122EN.pdf

Giroux, Henry A. (2007) Eleştirel Pedagoji ve Neoliberalizm. İstanbul: Kalkedon Yayınları.

Gorz, Andre (1995) İktisadî Aklın Eleştirisi. (Çev. Işık Ergüden) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Lee, Molly N. N. (2002) “Eğitimde Küresel Eğilimler”, Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri. Cilt:2, Sayı:1, Mayıs. s. 158-168.

O’Neill, John (2001) Piyasa: Etik, Bilgi ve Politika. (Çev. Şen Süerkaya) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Pruett ve Schwellenbach, John ve Nick Schwellenbach (2004) “The Rise of Network Universities: Higher Education in Knowledge Economy”. A draft of the paper to be presented at the Education, Participation and Globalization, Prougue 2004 Conference (May 20-22, 2004). (http://www.utwach.org/archives/the%20rise%20of%20network%20univer sities.pdf)

Üniversitelerde yaşanan dönüşüm ve Bologna süreci

Kapitalizmin içine girdiği bunalım ve kâr oranlarının düşmesiyle birlikte artan sermayeler arası rekabet, toplumsal yaşamın pek çok alanında olduğu gibi, üniversitelerde de köklü dönüşümlere yol açmıştır. Esas olarak bu dönüşümün temel belirleyeni, kapitalizmin üretim ve dolaşım süreçlerinde geçirdiği değişime paralel olarak, bilimsel bilgi üretimi ve emek süreçlerindeki dönüşümdür ve bu dönüşüm, bugün üniversitenin hem kendisiyle hem de toplumla kurduğu ilişkiyi büyük ölçüde değiştirmiş, istihdam politikalarıyla eğitim politikalarının iç içe geçmesi çok daha belirgin hale gelmiştir.

Üniversitelerde yaşanan dönüşüm, kapitalizmin küresel kuşatmasına paralel olarak, bilimsel bilgi üretiminin ve emek gücünün yeniden üretiminin sermayenin denetimi altında yapılmasını çok daha güvenceli ve meşru hale getirmeye yöneliktir. Bu bağlamda, bu yazıda, öncelikle günümüzde kapitalist üretimin teknik örgütlenmesindeki değişimin üniversitenin temel varoluşu üzerindeki etkilerine odaklandıktan sonra, üniversitelerin dönüşümünün Bologna süreci bağlamında ne ifade ettiğini, kapitalist dünyada iş ve emek piyasasında gerçekleşen dönüşümler ve bu dönüşümlerin bilimsel emek süreçlerine olan etkisi çerçevesinde çözümlemeyi deneyeceğim.

İŞ VE EMEK SÜREÇLERİ DÖNÜŞÜRKEN ÜNİVERSİTE NEREYE?

Günümüzde iş ve emek süreçlerindeki dönüşüm sonucunda çalışma giderek parçalanan bir kategori olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalistler arasındaki rekabet hızla devam ettiği ölçüde, teknoloji ve üretim organizasyonundaki değişimler, aynı zamanda, sermayenin istihdam ettiği elemanların da sürekli olarak bu değişime ayak uydurmasını dayatmakta ve rekabet ortamında, aynı işi daha az kişinin yapmasına yönelik teknikler geliştirilmektedir (Ercan, 2006: 3). Çalışmanın üretim, dağıtım ve bölüşümün değişken biçimlerine paralel olarak geçirdiği bu anlam değişimiyle beraber, insanlar, kimliklerini çalışma faaliyetlerine göre tanımlamaktan uzak hale getirilmişlerdir. Öyle ki gelinen noktada, bugün size dayatılan kimliğinizi belirleyen piyasanın beklentileri doğrultusunda edinmek ve belgelemekle yükümlü olduğunuz bir takım “becerilere” ve “yeterliliklere” sahip olup olmadığınızdır. Bu beceri ve yeterlilikleri sağlayacak olanlar da, örgün eğitim kurumlarının yanında sertifika programları, yaşam boyu eğitim kursları, uzaktan eğitimleri, yaz okulları ile üniversitelerdir.

Yeni eğitim politikaları, ulusal ekonomik çıkarları geliştirmek retoriği altında, bireyi, eğitim piyasasındaki tüketici tercihlerine bağladığını göstermektedir. Bu da, eğitim politikalarının, her zamankinden fazla, kapitalizme özgü üretim ve dolaşım ilişkilerinin tahakkümü altına girmesi anlamına gelmektedir. Öyle ki, eğitimi satın almak, “eğitim alma”nın yerine geçmektedir ve öğrencileri müşteri haline dönüştüren de tam da bu anlayıştır. Yükseköğrenimi dönüştüren, eğitim ve ekonomik başarı arasındaki artan ilişki ve piyasa fetişizminin artan egemenliğidir.

Uzun mücadeleler sonucu elde edilen istihdam hakkının yerini, ısrarlı bir biçimde, “istidam edilebilirlik” kavramı almıştır. İstihdam edebilirlik, istihdam ile aynı anlama gelmez. İstihdam, artık devletin sorumluluğu altında değildir. “İstihdam edilebilirlik”, kişilerin yeteneklerine, kapasitelerine uygun programları çalışmaları ve piyasanın avantajlı konumlarının bilgisine sahip olup buralara ulaşma yolundaki çabalarını anlatır ve istihdam edilebilirliğinin sorumluluğu bütünüyle bireylerin kendilerine bırakılmıştır.

Çalışma-istihdam ve emek arasındaki bu değişimin esas belirleyeni, kendi içinde taşıdığı tüm gerilimlere rağmen, bilimsel emek süreci bütünüyle kapitalist bir emek süreci niteliğine bürünmesidir. Bilim ve teknoloji üretimini gerçekleştirdiği kadar, sanayinin de gerek duyduğu nitelikli emek gücünü eğitecek olan üniversite ve eğitim kurumlarının uluslararası düzeyde standartlara kavuşturulması, diplomalarının, derslerinin ortak standartlarla ölçülmesi yönündeki bütün girişimler, bilim üretimindeki ve emek gücünün yeniden üretimindeki ihtiyaçları karşılayabilmek içindir. Ayrıca bilim üretim süreci önemli bir dönüşüm geçirmekteyken, üniversiteler, bilimsel üretimin gerçekleştirildiği yerler olduğu kadar, bu emek sürecinin öznelerini yetiştiren yerler olmaları nedeniyle de, bu dönüşümden paylarını almaktadırlar (Narin, 2009: 362).

Bir başka deyişle, bugün siyasal, kurumsal ve akademik düzenlerdeki değişimlerle üretim ve dağıtım modelleri arasındaki değişimler arasında önemli çakışmalar vardır. Uluslararası eğilimler, genellikle ulusal politikaları meşrulaştırma işlevleri görmektedirler. Dolayısıyla OECD raporları, Dünya Bankası ve IMF yaptırımları, UNESCO araştırmaları ve AB’ye katılım baskıları, kendi açık beyanlarının çok ötesinde sonuçlar yaratırlar. Genelde eğitim politikaları, özelde ise üniversiteler, hiçbir zaman kapitalist üretim mekanizmalarının dışında yer almamıştır. Ancak, Narin’in (2009: 362) yerinde vurgusuyla üniversitelerin “özelleştirilmesi”, piyasaya açılması, üniversite eğitiminin özel sermayenin etkinliği altına girmesi, akademisyenlerin uluslararası emek piyasası içinde yer alması vb. olarak izlediğimiz bu süreç, bilim üretimindeki temel bir dönüşüme ve bunun tarihsel olarak bugünkü değişimine dayanmaktadır. Bu temel dönüşüm, bilimsel üretimin kapitalist kâr mekanizmalarına biçimsel olarak bağlanmasından farklı bir evreyi ifade eden, bilim üretiminin artık içsel olarak kapitalist emek sürecinin ve kâr mekanizmasının üretilmesine dönüşmesi yönündeki gerilimli dönüşümdür.

BOLOGNA SÜRECİ  BU DÖNÜŞÜMÜN NERESİNDE?

2000 yılında, Lizbon’da, Avrupa Birliği’nin, gelecek 10 yıl için kendisine yeni bir stratejik hedef belirlediği söylenebilir: Dünyanın rekabet gücü en yüksek ve dinamik bilgiye dayalı ekonomisi olmak. Eğitim alanı ise, bu hedefi gerçekleştirmenin en önemli araçlarından biri olarak tanımlanmıştır. Bu strateji, 1999’da, 23 ülkenin katılımıyla “Avrupa Yüksek Öğrenim Alanı” oluşturma girişimi olarak başlayan Bologna sürecinin temel referanslarından biridir. Bugün, bu sürece dahil olan ülke sayısı 46’ya ulaşmıştır.

Bologna Süreci, Avrupa çapında tutarlı bir Avrupa Yüksek Öğretim çerçevesi oluşturmak konusunda bugüne kadar ortaya atılan en iddialı girişim olmasına karşın, Avrupa Komisyonu tarafından değil, Avrupa’nın ulusal eğitim bakanları tarafından başlatıldı. 1998 yılında, Sorbonne Universitesi’nin 800. kuruluş yıldönümünde, Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere Eğitim Bakanları, Sorbonne Deklarasyonu’nu imzaladılar. Bu bildirge, Avrupa Yüksek Öğretiminin iç rekabetini güçlendirme amacının çok daha tutarlı ve uyumlu olması için imzalanmıştı ve iki aşamalı sistem (ön lisans ve lisans) öneriliyordu. Bu bildirgenin dört büyük üye ülke tarafından imzalanıp diğerlerini dışarıda bırakması, Avrupa Birliği nezdinde siyasi bir gerilime neden olmuştu. Bu eleştirileri karşılamak için, İtalya Eğitim Bakanı Berlinguer, Sorbonne Deklarasyonu’nda öne sürülen fikirleri geliştirmek üzere, Avrupa eğitim bakanlarını Bologna’da bir konferansa davet etti. Komisyon bu çağrıya sempatiyle yaklaşsa da, konferansta resmi olarak yer almadı. Komisyon’dan bağımsızlık iddiasını güçlendirmek için, bu toplantıya, sadece 15 üye ülkenin eğitim bakanları değil, bütün Avrupa ülkelerinin eğitim bakanları çağrıldı.

1999 yılında 29 eğitim bakanı Bologna Bildirgesi’ni imzaladılar. Bu bildirge, uluslararası alanda gücü olan yasal bir anlaşma olmamakla birlikte, salt bir niyet bildirgesi ya da bir grup kararlı Avrupalı eğitim ve bilim insanının bir güç gösterisi olarak nitelendirilemez. Daha çok, Avrupa çapında bir dizi uzun ama tamamlanmamış manifestolar, bildirgeler, anlaşmalar, programlardan oluşan zincirin bir halkası olarak, tanımlanmış hedefleri, adımları ve süre sınırları olan bir çalışma programı olarak kabul edilebilir.

Bildirgede bu hedeflerin gerçekleşmesi için Avrupa ülkelerinin çoğunda yüksek öğretimin reformu ile ilgili olarak tartışılan ve bütün kurumsal düzenlemeleri de içeren ve kağıt üstünde son derece makul görünen önlemlerden birincisi, karşılaştırılabilir ve kıyaslanabilir diploma ve derece sistemlerinin başlatılmasıdır (Bologna Bildirgesi- Avrupa Eğitim Bakanları Ortak Bildirgesi, 19 Temmuz 1999). Bu madde, küreselleşmenin kültürel ve ekonomik yaklaşımlarıyla ilişkilidir. Bir yanda, ‘karşılaştırılabilirlik’, Avrupa vatandaşlığı için somut bir temel oluşturma ihtiyacı ile meşrulaştırılır. Öte yanda ise, bireylerin Avrupa emek piyasasındaki dolaşım ihtiyacını giderme amacını da seslendirir. Bugün kariyerin yerini iş almıştır ve ‘ekonomi’, esnek organizasyon biçimleri ve esnek işgücü talep etmektedir. Temel konu, ‘karşılaştırılabilirlik’ tir. İstihdam edilebilmek için esnek olmaya, esnek olmak için de, karşılaştırılabilir yeterliliklere sahip olmaya ihtiyaç vardır.

İkinci maddede, ön lisans, lisans olmak üzere iki aşama üzerine kurulu bir öğretim sistemin uyarlanması maddesi yer alır. En az 3 yıl sürecek olan ilk aşama, istihdama dönük niteliklerin kazanılması sürecini içermektedir. Bir başka deyişle, çok daha kısa ve az maliyetli ilk-aşama öğretim, iş bulma konusunda kısa süreli eğitim vererek, öğrencilerin emek piyasasına itilmelerini sağlayacaktır. Emek piyasasına girdiklerinde ise, istihdam edilebilmenin korunması ve sürdürülmesinden bütünüyle kendileri sorumlu olacaklardır. İkinci aşama öğretim (lisans), daha çok, özel bir fayda içeren bir niteliğe sahip gibi görülür ve bedelinin kamu bütçesinden değil, öğrencinin kendi cebinden karşılaması istenir.

Bildirgenin diğer maddeleri, Avrupa Kredi Transfer Sistemi’nde olduğu gibi, en yaygın öğrenci hareketliliğinin geliştirilmesi anlamına gelen bir kredi sisteminin kurulması, öğrenciler ve öğretim elemanları arasında hareketliliğin desteklenmesi ve niteliklerin karşılıklı tanınması için engellerin kaldırılması, akademik kalite kontrol alanında Avrupa işbirliği olarak sıralanır.

Avrupa Birliği’nin yüksek öğrenimde daha güçlü bir rol üstlenmesinin iki önemli nedeni vardır: İlk olarak, Avrupa Birliği Komisyonu, istihdamı, eğitim amaçlı değişimi, Avrupa işgücü arasındaki uluslararası rekabeti artırmayı istemektedir. Her ne kadar eğitim ve araştırma sistemleri ekonomik başarının anahtar belirleyicileri sayılsalar da, üniversitelerin, Asya ve Nafta karşısında Avrupa’nın rekabet gücünü artırma yönündeki katkıları yeterli bulunmamakta; Amerika yüksek öğrenim sistemi, reformlar için bir tür rol model olarak görülmektedir.

Bologna sürecinin ilan edilen amacı, Avrupa yüksek öğrenim sisteminin rekabet gücünü ve çekiciliğini artırmaktır. Özellikle Berlin buluşmasından bu yana, kalite güvencesi ve Avrupa’nın tanıdığı kalite güvencesi sistemleri, Bologna Süreci’ni egemenliği altına almıştır. Avrupa kalite çalışmasının arkasında yatan temel güdü, dolaşım ve istidamı artırmak amacıyla, yüksek öğretim sistemleri ve derecelerinin tanınmasını ve karşılaştırmasını kolaylaştırmaktır. Avrupa Komisyonu sürecin tam üyesidir ve Bologna’nın başlattığı pek çok girişim, Komisyon tarafından hâlihazırda geliştirilmiş ve de halen geliştirilmekte olan “ana akım” çözümlerdir. ENQA (Yükseköğretimde Kalite Güvencesinin Geliştirilmesi için Avrupa Ağı), 2000’de, Avrupa Komisyonu’nun düzenlediği bir toplantıda kurulmuştur. Bir başka deyişle, Komisyon’un ağırlığı, yakın işbirliği ilkesinin önerdiğinden çok daha fazladır. (Saarinen, 2008: 180).

Aslında Avrupa Parlamentosu Komisyonu’nun “Üniversitelerin modernleştirilmesi için yeni bir ortaklık: Üniversite – İş dünyası Diyalogu için Avrupa Birliği Forumu” ismi altında hazırladığı 2009 yılı raporunda, yüksek eğitim düzeylerinin, ileri araştırmanın ve yeniliklerde öncülüğün sağlayıcıları olarak üniversitelerin; bilgiye dayalı ekonomi ve topluma ulaşmada Avrupa’nın dünya liderliğini yakalamasında itici güç olma potansiyellerinden bahsedilmektedir. Buna göre, üniversitelerin, “ekonomide önemli aktörler olabilmeleri, piyasanın taleplerine hızlı ve güçlü bir biçimde yanıt verebilmeleri ve bilimsel ve teknolojik bilgi donanımını sağlayabilmeleri için üniversite-sanayi işbirliğinden, yani dünyadaki girişimcilerle ortaklıklar geliştirmelerinin öneminden” bahsedilmektedir. Çünkü günümüzde ekonomilerin rekabeti, büyük ölçüde nitelikli ve girişimci işgücüne bağlıdır. Ayrıca rapora göre, üniversitelerde “girişimcilik kültürünün” geliştirilmesi, üniversite yönetimi ve liderliğindeki geniş çaplı değişimleri gerektirmektedir. Üniversiteler, girişimcileri ve iş dünyasından insanları, “misafir öğretim üyesi” olarak üniversite eğitimine dahil etmelidir. Aynı zamanda, öğretim üyeleri de, girişimcilik ve iş dünyasının isterleri konusunda hizmet içi eğitime tabii tutulmalıdır.

AVRUPA EMPERYALİZMİ  Mİ, AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN “YENİ BİR BİÇİMİ” Mİ?

Eva Hartman (2008: 211), ABD ve Avrupa’nın, hâlâ en güçlü ihracatçı ülkeler konumunda olmalarına rağmen, Çin, Hindistan, Hong Kong gibi yeni yükselen ekonomilerle beraber, bu pozisyonlarının sallantıya girdiğinden söz eder. Hem ABD ve hem de Avrupa, küresel hizmet ekonomileri içindeki paylarını yükseltmek peşindedir. Dolayısıyla, Lizbon stratejisiyle beraber, dünyanın bilgiye dayalı en rekabetçi ve dinamik ekonomisi olma hedefinin bütün bu çerçeve içinde düşünülmesi anlamlı olacaktır.

Bologna süreciyle geliştirilen standartların diğer ülkelere yayılmasına bakıldığında, ilk bakışta, Avrupa’nın bu alanda yükselen bir güç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bologna süreciyle beraber geliştirilen standartlar, Latin Amerika, Afrika ve Asya’da referans noktası olarak alınmış ve böylelikle ABD standartlarına meydan okumuştur. Bu alanda, önemli olarak, Erasmus, Mundus, Tempus gibi Avrupa Birliği destekli işbirliği projeleri ve Asya Hattı sayılabilir. Yine Avrupa emek piyasası, tek Avrupa projesiyle beraber, çekim merkezi olmuştur. Avrupa emek piyasası önemli bir hacme ulaşarak, ABD emek piyasasına meydan okumaktadır. Sözgelimi, Avustralya hükümeti, yayınladığı yükseköğretim raporunda, Avrupa’nın bu değişen durumu karşısında son derece hassas bir tepki vermiş ve kendi ülkesinin mezunlarının niteliklerinin tanınmasında güçlük çekmemeleri için kendi yüksek öğretim normlarının bu en güçlü emek piyasalarınınkiyle uyumlu olup olmadığını belirlemek için çalışmalara girişmiştir.(Hartman, 2008: 212).

Hartman, yükseköğretim sisteminde uluslararası kural-koyma süreçlerinin emperyalist güçler arasındaki iktidar ilişkileri çerçevesinde değerlendirildiğinde, ABD’nin emperyalist gücünün sürekliliğinin altını çizerken, Avrupa’nın da yeni bir yükselen güç olduğunu görmezden gelemeyeceğimizi söyler. Bologna sürecinin diğer bölgelere uyarlanması, Avrupa’nın standartlaştırma alanındaki liderliğinin ve bu liderliği Güney ülkelerinin yönetici seçkinleriyle işbirliği içinde güçlendirmelerinin göstergesidir.

Öte yandan, Anglo-Sakson yükseköğretim sisteminin Avrupa normlarını hiç etkilemediği de söylenemez. Örneğin, iki aşamalı sistem, kredilendirme sistemi ve kalite değerlendirmede aracı kurumların hizmet vermesi, bu etkilerden bazılardır. Bir de bu konuda görmezden gelinen bir başka Atlantik ötesi boyut vardır ki, o da, Nisan 1997’de imzalanan ve Bologna sürecinin ana çerçevesini oluşturan niteliklerin karşılıklı tanınması sürecini yerleştirmek için yapılan Avrupa’da Yüksek Öğretim Niteliklerinin Tanınması Sözleşmesi ile gerçekleşmiştir. Bu sözleşme, UNESCO ile Avrupa Konseyi işbirliği ile düzenlenmiştir ve imzacı ülkeler, Avrupa bölgesindeki UNESCO üyesi ülkelerle özdeş addedilmiştir. UNESCO’nun bu sürece dahil olması, Avrupa tanıma rejimine ABD boyutunun eklenmesi anlamına gelmektedir ve Lizbon Sözleşmesi’nin çerçevesini oluşturan UNESCO sözleşmesi, Kuzey Amerika’yı en başından bu sürece dahil etmiş olmaktadır ki, bu da, Bologna sürecinin yasal çerçevesinin oluşturulmasında, en başından ABD’nin de sözü olduğu anlamına gelir. Sonrasında ise, Lizbon Sözleşmesi yerine Avrupa Kültür Sözleşmesi (ECC)’nin koyduğu kriterler esas alınmaya başladı ve ECC’ye üye olmayan ABD ve Kanada sürecin dışına çıkmış oldular. Burada, belki de, ulus-devletlerin onaylayıcı, meşrulaştırıcı ve uygulayıcı konumlarını göz ardı etmeden, Hartman’ı izleyerek, Bologna Süreci’nin, Avrupa’nın, artık kendi kurallarını koyabilmesiyle, ABD karşısında yeni bir güç olarak mı çıktığını, yoksa bütün bu düzenlemelerin Amerikan emperyalizminin “başka bir biçimi” mi olduğunu sormak daha yerinde olacaktır.

TÜRKİYE’DE BOLOGNA SÜRECİ NE ANLAMA GELİYOR?

2006 yılında, çalıştığımız üniversitelerde, Bologna süreci gereği, bizden, ortak ders kredi sistemi oluşturulması için öğrenim çıktıları hazırlamamız istendi. Onun öncesinde ise, Bologna sürecinin bir parçası olarak, Erasmus ve Sokrates isimleri altında öğrenci ve öğretim üyesi değişim programları gündemimize girmişlerdi. Son olarak, YÖK’ün 25.09.2009 tarihli yönetmeliği ile, Türkiye’nin 2001 yılında dahil olduğu Bologna sürecinin gereği olarak, yükseköğretim kurumlarımızın akademik faaliyetlerinde ve stratejik planlamalarında yükseköğretim kurumları dışındaki paydaşların da görüşlerine başvurulması, onların desteklerinin ve katkılarının alınmasına imkan sağlayacak danışma kurulları kurulmasını öngören bir yönetmelik taslağı hazırlandığı duyurulmuştur. Böylelikle, büyük ölçüde, sanayi, ticaret ve meslek odaları ve ‘sivil toplum örgütleri’nin temsilcileri, üniversitenin karar alma mekanizmalarında doğrudan yer alabileceklerdir.

Türkiye, 2001 yılından itibaren Bologna sürecine üyedir ve içinde bulunduğumuz dönemde, Türkiye’de yükseköğrenim alanındaki yapısal değişiklikler Bologna sürecinin isterleri doğrultusunda gerçekleştirilmekte; Lisansüstü Eğitim-Öğretim Yönetmeliği (2003), Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Yönetmeliği (2005) gibi pek çok yasal ve kurumsal düzenleme, bu süreç doğrultusunda yerine getirilmektedir. Ayrıca Haziran 2006’da, Avrupa Kredi Transfer Sistemi üniversitelerde zorunlu hale getirilmiştir (Çetingök: 2009). YÖK’ün 2006 yılında hazırladığı Strateji Raporunda da Bologna sürecine referanslar verilmekte ve Bologna sürecinin hedeflerinden biri olarak, yükseköğrenimin standartlaşması ve modülerleşmesi gereğine işaret edilmektedir.

Ekim 2008’de, TÜSİAD’ın girişimiyle, “Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar, Fırsatlar – Yükseköğretim Sistemi Üzerine On yedi Türk Üniversitesinin EUA (Avrupa Üniversiteler Birliği) – IEP (Uluslararası Değerlendirme Programı) Kurumsal Değerlendirme Raporuna Dayanan Gözlemler ve Öneriler” başlığı ile bir rapor daha kamuoyuna sunuldu.

Türkiye yükseköğretim sisteminde pek çok sorun tespit ettikten sonra, öneriler kısmında, özellikle üniversitelerin vakıf üniversitelerini örnek alarak mütevelli heyetleri oluşturmaları öneriliyor. Ayrıca yaşam boyu öğrenimin mali ve toplumsal açıdan önemli getiriler sağlayan bir iş fırsatı olarak düşünülmesi ve bu nedenle de, daha proaktif ve piyasa yönelimli olması gerektiği üzerinde duruluyor. Rapora göre, “Bologna ilerleme raporları, Türkiye’de yükseköğretimin çeşitli açılardan dinamik bir gelişme içinde olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye’nin katıldığı 6. Çerçeve Programı ile birlikte 12 kişilik Bologna Destekleyicisi Ulusal Ekibi oluşturulmuştur ve yükseköğretim kurumlarının kampüslerinde 16 teknoloji geliştirme bölgesi kurulmuştur” (Gümüş, 2009: 141). Rapor, ayrıca, yerellerdeki ilgili aktörlere yer verilmesinden söz ederek, üniversite-dışı piyasa aktörlerinin üniversite yönetiminde doğrudan yer almasının önünü açmıştır.

Ek olarak, raporda, kurumları, öğretim çıktılarına dayalı müfredat oluşturulması sürecinde işverenlerle daha ileri seviyede ortaklık ve işbirliği için teşvik etmenin öneminden söz edilmektedir. Raporda, YÖK’ün kaldırılması bir yana, daha da güçlendirilmesini sağlayan öneriler de söz konusudur. Buna göre, “üç basamaklı kalite güvence sisteminin gözden geçirilmesi; sürece dahil olan üç oyuncu olarak YÖK, Yüksek Öğretim Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Komisyonu (YÖDEK) ve kalite güvence kurumlarının rollerinin, her birinin ayrı ve tamamlayıcı bir işlev görerek kalite güvencesine odaklanmasını sağlayacak şekilde yeniden tanımlanması ve aynı zamanda kurum dışı ‘kalite izleme’nin tüm üniversiteler için zorunlu kılınması” önerilmektedir.

Bologna sürecinin ortaya koyduğu pek çok yapısal değişikliği içeren TÜSİAD’ın bu reform önerisinde, üniversite bileşenlerinin talepleri dikkate alınmamakta, üniversite bileşenleri ve üniversite ile ilişkili toplumsal kesimler, kapitalist şirket mantığına uygun olarak “paydaşlar” (hissedar) olarak anılmaktadır.

SONUÇ YERİNE

Bologna süreci, iş ve emek piyasalarındaki değişmeler bağlamında, eğitimin, küresel olarak iç içe geçmiş ideolojik ve maddi süreçlerden oluşması ve standartlaştırılması sürecinin ifadesi olarak görülebilir. Bugün Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde anti-Bologna hareketlerine rastlansa da, yeterince güçlü bir örgütlü mücadele yürütemeyen üniversiteler, iş dünyasının taleplerini, insanlık yararına üretilecek akademik, bilimsel bilgi üretiminin önüne geçirmiştir.

Burada vurgulanması gereken şudur ki, iş ve emek süreçlerinde yaşanan dönüşüme eşlik eden bu piyasalaşma, uluslararasılaşma ve metalaşma eğilimlerinin görünür olduğu yapısal değişiklik önerileri her ülkede özellikle eğitimle ilgili kendi tarihsel toplumsal kültürel etnik, dinsel, sınıfsal özellikleri ve devletlerin tarihsel yapılanmaları boyunca değişen anlamlar, görünümler kazanmaktadır.

Bugün Türkiye’de yaşanan yapısal dönüşümlerin yüksek öğrenim alanında ortaya koyduğu en önemli sorun, üniversite emekçilerinin yeni istihdam rejimi uyarınca esnek ve iş güvencesinden yoksun olarak çalışmaya sevk edilmeleridir. Özellikle araştırma görevlileri burslu öğrenci statüsüne indirgenerek, mesleklerinin başında güvenceden yoksun çalışmaya mahkûm edilmekte, aynı zamanda üniversitenin geleceği de ipotek altına alınmaktadır. Burada temel amaç, akademik yaşamlarının başında iş güvencesi olmayan ve bütünüyle üniversite yönetimine bağımlı akademisyenler yetiştirmektir (Müftüoğlu: 2008). İş güvencesinin ortadan kaldırılmasıyla akademik özgürlükler ipotek altına alınmakta, muhalif ve eleştirel bilim insanlarının egemen ideolojiye, YÖK sisteminin otoriter hiyerarşisine ve üniversitelerin muhafazakârlaşma yönündeki piyasacı dönüşümüne karşı ses çıkarmalarının önüne geçilmeye çalışılmaktadır.

KAYNAKÇA

Çetingök, Yeşim (2008), “Türban Söylemi ve Bologna Gerçeği”, http://kongrekaraburun.org/metinlerB6_2.pdf

Ercan, Fuat (2006), “İnsan Mühendis mi, Yoksa Mühendis İnsan mı?”, BİA, ( 22.12.2006)

Gümüş, Adnan (2008), “Eua-Tüsiad “Yükseköğretim Sektörü” Raporu: Yükseköğretim İşletmeciliği Projesi”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi. C 6, S 23, Yaz 2008, S. 130-163

Hartmann, Eva, (2008), “Bologna Goes Global: A New Imperalism in the Making?”, Globalisation, Socities and Education, vol. 6, No. 3ss. 207-220

Müftüoğlu, Özgür (2008),  “Para ve Üniversite” Evrensel, 11 Ocak 2008

Narin, Özgür (2009), Bilim Üretim Süreci ve Üniversitelerde Dönüşüm, 2008 Analizleri, Almanak SAV

Saarinen, Tanya (2008), Whose Quality? Social Actors in the İnterface of Transnational and National Higher Education Policy, Discourse: Studies in the Cultural Politics of Education vol. 29, No. 2, 179- 193. June

Higher Education in Turkey (2008): Trends, Challenges, Opportunities, TÜSIAD Publication No: T- 2008-10/473

David Ricardo: bilimsel politik ekonominin burjuva sınırları

Klasik politik ekonomi kavramını ilk olarak kullanan ve bilimsel literatüre sokan Marx, klasik ekonomi politiğin 17. yüzyılda İngiltere’de William Petty ile, Fransa’da Pierre Boisguilbert ile başladığını, 19. yüzyıl başlarında, yine bu ülkelerde, David Ricardo ve Sismondi ile sona erdiğini söylemiştir.1 Marx’ın bilimsel politik ekonominin sınır çizgilerini ortaya koyarken dikkate aldığı temel ölçütler, emek-değer teorisi ve iktisadi yeniden üretimin bilimsel ele alınışıdır. Klasik politik ekonomide emek-değer kuramı, ağırlıklı olarak İngiltere’de geliştirilirken, iktisadi yeniden üretime ilişkin kuramsal yenilikler esas olarak Fransız düşünürlerce hayata geçirilmiştir. Marx, Kapital’de klasik politik ekonomiyi şöyle tanımlar:

İlk ve son kez burada belirtmek isterim ki, ben klasik ekonomi politik deyince, yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlenmeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en akla uygun açıklamalarını arayan, bunun dışında da tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedî gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan yüzeysel ekonomiye karşılık, William Petty’den beri, burjuva toplumundaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimini anlıyorum.2

Marx’a göre, klasik politik ekonomi, İngiltere’de David Ricardo ile doruk noktasına ulaşmış, Ricardo’dan sonra gelen politik ekonomistler, yerleşik bir nitelik kazanan kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştırma kaygısı ile giderek bilimsellikten uzaklaşarak, yüzeysel bir iktisat anlayışına yönelmişlerdir. Bu yazıda, Adam Smith’le birlikte bilimsel politik ekonominin en yetkin temsilcisi olan David Ricardo’nun temsil ettiği kuramsal geleneğin ana hatları ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Ricardo, burjuvazinin tarihsel olarak ilerici bir oynamaya devam ettiği bir dönemde, burjuvazinin sözcüsü olarak, iktisadi gerçekliği, kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştırma kaygısıyla çarpıtma yoluna gitmeden, bilimsel bir temelde ele almıştır. Ne var ki, burjuvazinin sınıf çıkarları ile sınırlı olan ufku, onu daha ileri sonuçlara ulaşmaktan alıkoymuş ve ortaya koyduğu kuram, kendisini izleyenlerce yozlaştırılarak bilimsel içeriğinden uzaklaştırılmıştır.

Ricardo’yu önemli kılan bir diğer özelliği ise, Marksizmin kurucu ögelerinden ve kaynaklarından birisi olan klasik İngiliz politik ekonomi geleneğinin doruk noktasını oluşturmasıdır. Bilindiği gibi, Marksizmin diğer kurucu ögeleri, Hegel’de en yüksek ifadesini bulan klasik Alman felsefesi ve Fransız sosyalizmidir. Bu ögeler arasında bir önem sıralaması yapmak mümkün değildir. Marksizmin iyi anlaşılabilmesi için, Marksizmin kurucularının felsefi, politik, ideolojik ve iktisadi görüşlerinin ve bu görüşlerin düşünsel kaynaklarının bilinmesi gerekir. Bu çerçevede, nasıl ki, Marksizmin felsefi ve yöntemsel temellerini oluşturan diyalektik maddeciliğin tam manasıyla kavranması için Hegel felsefesinin temel kavram ve kategorileri ile tanışık olmak gerekiyorsa, Marksist politik ekonominin temel taşlarını oluşturan emek değer teorisi ve artık değer teorisinin anlaşılabilmesi için de, Ricardo iktisadının bilinmesi gereklidir.

Marx ve Ricardo arasındaki ilişkiyi tanımlamak için, Marx’ın Hegel hakkında yazdıkları  fikir vericidir. Marx, Hegel diyalektiğinin idealist içeriğine vurgu yaparak, Hegel’de diyalektiğin baş aşağı durduğunu, Hegelci diyalektiğin mistik kabuğundan çıkarılması için ayakları üzerine oturtulması gerektiği söyler. Benzer bir şekilde, Ricardo’nun iktisadi incelemelerinden emek-değer teorisi ve artık-değer teorisine ulaşmak için, onun eserlerine damgasını vuran burjuva ufkunun ötesine geçmek ve kapitalizmi tarihsel olarak kavramlaştıran bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Nitekim Marx, böyle bir bakış açısıyla Ricardo’nun burjuva önyargıları nedeniyle çıkmaza sürüklendiği kuramsal sorunları, en ileri sonuçlara ulaştırmıştır.

Ricardo’nun temel düşüncelerini anlamak üzere, eserlerini kaleme aldığı dönemin temel özelliklerine bakmak yararlı olacaktır. İzleyen bölümde, Ricardo’nun düşüncelerinin tarihsel bağlamı ortaya konulmaya çalışılacaktır. Okuyucu, Ricardo’nun görüşleri ile tanıştıktan sonra, bu görüşlerin anlaşılabilmesi için, ortaya atıldığı tarihsel bağlamın anlaşılmasının ne denli elzem olduğunu fark edecektir. Düşüncelerle, ortaya atıldığı maddi koşullar arasındaki ilişkinin evrensel geçerliliği, David Ricardo örneğinde hiçbir dolayıma yer bırakmayacak kadar belirgindir.

I. RİCARDO’NUN KURAMININ TARİHSEL BAĞLAMI

Ricardo’nun kuramsal mirasının en önemli tarihsel referanslarını Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi oluşturur. Bu iki devrim, birbiriyle yakından ilişkilidir. Kapitalizm, feodalizm üzerindeki kesin zaferini bu devrimlere borçludur. Bu nedenle, tarihçi Eric Hobsbawm, tüm dünyayı dönüştüren bu devrimleri “çifte devrim” olarak adlandırmış ve bu iki devrimin bileşik etkisini şöyle açıklamıştır:

19. yüzyıl dünyasının ekonomisi başlıca Britanya [Sanayi] Devrimi’nin etkisi altında teşekkül etmişse, siyaset ve ideolojisi de esas itibariyle Fransızlarca oluşturulmuştu. Britanya, bu ekonominin demiryolları ve fabrikaları için bir model örnek sağlamış, Avrupalı olmayan ekonomilerin geleneksel ekonomik ve toplumsal yapısını çatlatan iktisadi patlayıcı maddeyi getirmiştir; fakat devrimlerini Fransa yapmış onlara fikirlerini Fransa vermiştir. …Dünyanın çoğu yerlerine liberal ve demokratik siyasetin sözlüğünü ve sorunlarını Fransa getirmiştir.3

Ricardo’nun, eserlerinde ele aldığı sorunlar ve bakış açısı, “çifte devrim”in etkisi altında şekillenmiştir. İngiltere’de burjuvazinin egemenliği önündeki engeller 17. yüzyıl burjuva devrim[ler]i ile ortadan kalkmış olmasına karşın, Fransız Devrimi, ortaya koyduğu ilkelerle, İngiltere’deki toprak sahipleri ile sanayi kapitalistleri arasındaki çatışmalarda, kapitalist sınıfa güçlü bir ideolojik dayanak sağlamıştır. Birçok Avrupa ülkesindeki toprak sahiplerinin aksine, çok uzun bir dönem önce burjuvalaşmış olan İngiliz toprak sahipleri, güçlü siyasal konumları ve sanayi öncesi döneme ait alışkanlıkları nedeniyle, Sanayi Devriminin ortaya çıkardığı sanayi kapitalistleri sınıfıyla çatışma içine girmiştir. Bu olgu, Ricardo’nun kuramsal ve pratik çabalarının anlaşılması bakımından büyük bir öneme sahiptir. Birçok yorumcunun da vurguladığı gibi, Ricardo, sanayi kapitalizminin kuramsal sözcüsüdür.4 Eserlerinde, İngiltere’de Sanayi Devrimi ile hızla gelişen sanayi kapitalizminin ortaya koyduğu iktisadi ve toplumsal değişimi yansıtmıştır. Bu nedenle Ricardo’nun kuramının gerçek içeriğini kavramak için, bu sürecin ele alınması yararlı olacaktır.

Sanayi Devrimi adı verilen büyük dönüşüm, İngiltere’de, yaklaşık olarak 18. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi ile mekanik güç kaynakları ve makineler sanayi üretiminde uygulanmaya başlamış, bu vasıtayla sanayide görülmemiş bir üretim ve verimlilik artışı sağlanmıştır. Bu gelişme sonucunda, İngiltere “dünyanın atölyesi” haline gelmiştir. Geniş bir iç ve dış talep tarafından desteklenen üretim artışı, üretimin mekansal örgütlenmesini değiştirmiş, bağımsız üreticiler tarafından yürütülen küçük ölçekli zanaat üretimi ve manüfaktür üretimi, yerini, fabrika sistemine bırakmıştır. Sanayi Devrimi, tarımdaki çözülmeyi de hızlandırmıştır. Sanayide önemli gelişmeler olurken, Parlamento’dan geçirilen özel çitleme yasaları ile, tarımda öteden beri süregelen köylülerin mülksüzleştirilmesi sürecinde son adımlar atılmıştır. Bu dönemde, çitlemeler nedeniyle tarımdan koparılan geniş bir işgücü kitlesi, gelişen sanayi merkezlerine yönelmiş, kırdan yeni sanayi merkezlerine doğru büyük bir göç yaşanmıştır. Özetle, Sanayi Devrimi, zanaatçılık, kırsal sanayi ve manüfaktürü ortadan kaldırarak ve tarımdaki çözülmeyi hızlandırarak, geniş bir emek gücü kitlesi yaratmıştır. Öte yandan, fabrika sisteminin, geleneksel sanayi dallarından farklı olarak, sabit sermayeye dayalı olması, güçlü ve zengin bir sanayi kapitalistleri sınıfını ortaya çıkarmıştır5. Sanayici kapitalistin yeni bir sınıf olarak ortaya çıkması, iktisadi gücün, giderek sanayi sektöründe yoğunlaşmasına yol açmıştır. Toprak sahiplerinin bu gelişmeye tepkisi, siyasal nüfuzlarını kullanarak, “Tahıl Yasaları” (Corn Laws) adı verilen düzenlemeleri Parlamento’dan geçirmek biçiminde olmuştur.

“Tahıl Yasaları”nın önemini anlamak için, yasanın gündeme geldiği dönemin özelliklerine bakmak yararlı olacaktır. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan çitlemelerle tarımın çözülmesi hız kazanmış, hızlı sanayileşme ve çitlemeler nedeniyle kırsal nüfusun kentlere akın etmesi ve nüfustaki artış, tahıl talebini ve tahıl fiyatlarını artırmıştır. Tahıl fiyatlarındaki sürekli artış, 1791 yılında İngiliz Parlamentosu’nun çıkardığı bir yasayla, toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda tahıl ithalatına yüksek gümrük vergisi uygulamaya başlamasıyla hız kazanmıştır. Bu koşullar altında, Napolyon’un 1795-1804 yılları arasında İngiltere’yi askeri ablukaya alması ve Kıta Avrupa’sında yürüttüğü savaşlar nedeniyle, Prusya ve Polonya gibi ihracatçı ülkelerde üretimde büyük düşüşler ortaya çıkması, İngiltere’deki tahıl kıtlığını dramatik hale getirmiştir. Tahıl talebinin artması, “Tahıl Yasaları” ve savaş nedeniyle tahıl fiyatlarında büyük artışlar meydana gelmesi, Sanayi Devrimi ile birlikte kentlere yığılan ve oldukça ağır ve sağlıksız koşullar altında çalışan emekçi kitlelerin sefaletini artırmıştır. 1770’lerde ortalama 45 şilin olan bir quarter buğdayın fiyatı, 1790’larda 56 şiline, 1800-1810 yılları arasında 106 şiline yükselmiştir. Tahıl fiyatlarındaki bu artışlar, doğal olarak işçi ücretlerini reel olarak çok düşük düzeye indirmiştir. Buna karşılık, 1770’lerden Fransa ile savaşın sona erdiği 1815 yılına uzanan süreçte, toprak rantları yüzde 100-200 oranında artmıştır6

Bu gelişmeler, toprak sahipleri ile yükselen sanayi kapitalistleri arasındaki çelişkileri derinleştirmiştir. Sanayi kapitalistleri, tahıl fiyatlarındaki artışın işçilik maliyetini artırdığını savunarak, bu durumun başlıca nedeni olarak gördükleri “Tahıl Yasaları”nın kaldırılması için yoğun bir faaliyet yürütmeye başlamış, bu amaçla 1828 yılında “Tahıl Yasalarına Karşı Birlik” (Anti-Corn League) adı altında bir grup oluşturmuşlardır. “Tahıl Yasaları” değişik yıllarda revize edilmiş, sanayi kapitalistlerinin Parlamento’daki etkili muhalefeti ile ancak 1846 yılında kaldırılmıştır.

“Tahıl Yasaları” ekseninde yürüyen bu tartışmalar, İngiltere’de sanayi kapitalizminin egemenliğini sağlayan köklü dönüşüm sürecini yansıtmaktadır. Eserlerinde, sanayi kapitalizminin politik ekonomisini yapan Ricardo, toprak sahiplerine karşı sanayi kapitalistlerinin çıkarlarını savunmuştur. Ricardo, 1815 yılında yazdığı Düşük Tahıl Fiyatlarının Sermayenin Kârı Üzerindeki Etkisi Üzerine Bir Deneme (An Essay on the Influence of Low Price of Corn on the Profits of Stock) adlı makalesinde “toprak sahiplerinin çıkarının toplumdaki diğer sınıfların çıkarına her zaman aykırı” olduğunu söylemiştir. Çünkü toprak sahiplerinin, toplumdaki diğer bütün sınıfların zararına olan bir durumdan; besin maddelerinin kıt ve pahalı olmasında çıkarları vardır.7

Babası gibi bir borsa komisyoncusu olan Ricardo, 1799 yılında Adam Smith’in ünlü eseri Ulusların Zenginliği’ni okuduktan sonra, politik ekonomi ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Ricardo, 1800’lü yıllarda, İngiltere’nin karşılaştığı parasal konular konusunda çeşitli broşürler kaleme almıştır. Genellikle güncel pratik sorunlar üzerine yazdığı bu yazılar, dikkatini politik ekonominin daha temel meselelerine yöneltmiştir. 1817 yılında, kendisinden çok etkilendiği James Mill’in ısrarları sonucunda, Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme adını taşıyan ünlü eserini kaleme almıştır.

II.BİRİKİM VE BÖLÜŞÜM SORUNU

Ricardo’nun ekonomi politiğinin kavramsal çerçevesini İngiltere’de sanayi kapitalizminin yükselişinin ortaya koyduğu sorunlar belirlemiştir. Ekonomi Politiğin İlkeleri’nin daha önsözünde bu durumu görmek mümkündür:

Yeryüzünün ürünleri, …. toplumdaki üç sınıf arasında bölüşülür: Yeryüzünün işlenebilmesi için gerekli olan toprağın sahipleri, sermaye sahipleri ve emeğiyle yeryüzünü işleyen emekçiler.

Toplumun farklı aşamalarında, yeryüzünden sağlanan toplam üretimin, bu üç farklı sınıf arasında rant, kâr ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır. Rant, kâr ve ücretler, esas olarak toprağın fiili üretkenliğine, sermaye ve nüfus birikimine ve tarımda kullanılan ustalık, yaratıcılık ve araçlara bağlıdır.

Bu bölüşümü düzenleyen yasaların saptanması ekonomi politiğin temel sorunudur.8

Ricardo’nun eserinin girişinde bölüşüm sorununa işaret etmesi, dönemin koşulları ile yakından ilişkilidir. Ricardo’nun eserinde bölüşüm sorunun merkezi bir önem taşıması, bir dizi etkenle açıklanabilir. Birincisi, Sanayi Devrimi ile tarımın çözülmesi hız kazanmış, ekonomi politiğe hakim olan tarıma dayalı vizyonun maddi temelleri ortadan kalkmıştır. İkincisi, bu yeni koşullarda, toprak rantının toplumsal artık içinden aldığı payın meşruiyeti, giderek tartışma konusu olmaya başlamıştır. Üstelik Sanayi Devrimi yıllarında hızlı sanayileşme, savaş, “Tahıl Yasaları” ve hızlı nüfus artışı nedeniyle tahıl fiyatları ve rantlarda ortaya çıkan artış, bu konuyu daha da güncel bir tartışma konusu haline getirmiştir. Bununla yakından ilişkili bir diğer etken ise, gelişen sanayi kapitalizminin büyük ölçüde sabit sermayeye dayalı olması nedeniyle, sermaye birikimi sorununun büyük bir önem kazanmasıdır. Sanayici kapitalist açısından sermaye birikiminin ana kaynağı kâr olduğu için, üretim sürecinde elde edilen artığın, kâr ile rant arasında, rant lehine bölüşümü, iktisadi büyümenin önünde bir engel haline gelmiştir.

Bölüşüm sorununun klasik ekonomi politiğin merkezi sorunlarından birisi haline gelmesine yol açan bir diğer etken de, emekçilerin durumu ile ilgilidir. Sanayi Devrimi ile birlikte gelişen sanayi merkezlerine yığılan emekçilerin insanlık dışı çalışma koşulları ve yaşadıkları sefalet, 18. yüzyılda politik ekonomiye hakim olan iyimser bakış açısını sarsmaya başlamıştır. Özellikle David Hume ve Adam Smith’in eserlerinde belirgin bir şekilde öne çıkan iyimser tutum, iktisadi ilerlemenin toplumdaki bütün sınıfların yaşam standartlarını yükselteceğini öne sürmektedir9. 18. yüzyılın sonlarında, William Godwin gibi radikal eşitlikçi yazarların iktisadi gelişmenin emekçiler için yarattığı sefaleti eleştiren yazıları, ekonomi politiğin iyimser vizyonunu terk etmesinde etkili olmuş, toplumsal sınıflar arasında adil bölüşüm sorununu okuryazar kamuoyunun gündemine taşımıştır.

Ancak, Ekonomi Politiğin İlkeleri’nde bölüşüm sorununa eserin girişinde yer vermesine karşın, Ricardo’nun asıl problemi, ahlaki temelde adil bir bölüşüm nasıl sağlanacağı değil, toplumsal ilerlemenin kaynağını oluşturan iktisadi büyümenin nasıl sağlanacağını ortaya koymaktır. Dolayısıyla, iktisadi büyümenin temel kaynağı olan artığın mahiyetini ve nasıl büyütüleceği sorununu çözümlemek için, ücret, kâr ve rant arasındaki ilişkilerin analizini temel eksen olarak belirlemiştir. Ricardo’nun ortaya koyduğu yaklaşımın önemini kavramak için, iktisadi düşüncede “artık kavramının gelişimine kısaca bakmak yararlı olabilir.

Klasik politik ekonomiye artık yaklaşımını bilimsel olarak ilk kez Fizyokratlar getirmiştir. 18. yüzyıl Fransa’sının reformcu düşünürleri olan Fizyokratlar, iktisadi artığın kaynağını tarım sektörü ile sınırlamalarına karşın, getirdikleri açıklama ile, klasik politik ekonominin en önemli sorunlarından birisine çözüm bulmuşlardır. Fizyokratların ardından Adam Smith, bu okulun tarım sektörünü tek üretken sektör olarak görmesini eleştirmiş ve sanayi sektörünün de bir artık yaratacağını ortaya koymuştur. Ancak Smith, tarıma dayalı vizyonu nedeniyle, Fizyokratların tarım sektörü için geliştirdikleri ve “net ürün” kavramıyla ifade ettikleri artık çözümlemesini, sanayi sektörü için geliştirmekte başarısız olmuştur. Smith, zenginliği, tüketim açısından değerlendirdiği için, artık kavramı yerine, çiftçinin, toprak sahibinin ve emekçinin gelirine odaklanmıştır.

Fizyokratların ve Smith’in artık yaklaşımı, basit bir örnek yardımıyla şöyle açıklanabilir: Bir üretim yılı sonunda, 100 birim tahıl elde edilmiş olsun. Bu tahılın üretimi için 25 birim tohumluk tahıl kullanıldığını ve 25 birim de işçilere tahıl olarak ücret ödendiğini varsayalım. Fizyokratlar açısından, toplam üründen ücret ve yeniden üretim için gerekli tohumluk düşüldükten sonra kalan miktar, yani 50 birim tahıl, net ürünü oluşturmaktadır. Smith’e göre ise, zenginlik tüketimle eş anlamlı olduğu için, odak noktası, üretim süreci sonunda elde edilen artık değil, tohumluk için kullanılan 25 birimin üzerinde kalan ve ücret, kâr ve ranttan oluşan gelirdir. Zenginliği bütün toplumsal sınıfların tüketimi açısından değerlendirilmesi, Smith’in ahlaki görüşleriyle yakından ilişkilidir. Bu nedenle, Smith, sanayi için, emeğin üretim sürecine katkısının üzerinde ve ötesinde bir “net ürün” ya da “artık” çözümlemesine yönelememiştir. Smith, sanayi üretiminin, esas itibariyle bağımsız doğrudan üretici tarafından yürütüldüğü bir dönemde yaşadığı için, böyle bir çözümlemeye yönelmesinin maddi koşullarına da sahip değildir. Artık çözümlemesi, üretimde artan makinalaşma ile sermaye birikiminin öneminin kendisini bir zorunluluk olarak ortaya koyduğu sanayi kapitalizmini temel alan bir kuramsal yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Ricardo’nun eserinin önemi de, buradadır. Ricardo, Smith’in bütün sektörler için genelleştirdiği, ama çözümlemediği artık yaklaşımını temel alarak, sanayideki sermaye birikiminin, emeğin katkısının üzerinde ve ötesinde kalan artığa bağlı olduğunu göstermiştir. Başka bir deyişle, Ricardo, Fizyokratların tarım sektörü için geliştirdiği net ürün kavramını, sanayi sektörü için geliştirmiştir.

Bu çerçevede, sermaye birikimi, kapitalistin kârına bağlı olduğundan, Ricardo’nun temel yapıtında, artığın, kâr ve rant arasında bölünmesini ya da daha genel olarak toplam ürünün kâr, rant ve ücret arasında bölünmesini belirleyen yasaların belirlenmesi, politik ekonominin ana amacı olarak ortaya çıkmaktadır.

Ricardo’nun Ekonomi Politiğin İlkeleri’nde ücret, kâr ve rantın belirlenmesine ilişkin çözümlemesinde sermayenin kârını meşrulaştırma çabası dikkat çekici bir şekilde öne çıkmaktadır. Çok güçlü bir soyutlama yeteneğine sahip olan Ricardo, bu amaçla, incelikli çözümlemeler geliştirmiştir.

Ricardo’nun bölüşüm sorununa yaklaşımının anahtarını rant analizi oluşturmaktadır. Buna göre, iktisadi büyüme sürecinde, bir yandan sermaye birikimi sağlanırken, diğer yandan yeni fabrikalar açılması ya da mevcut fabrikaların kapasitesinin artması işgücü talebini artırmaktadır. İşgücü talebinin artması ise, ücretleri artırmaktadır. Ancak bu artış geçicidir. Keza, artan ücretler nüfus artışına yol açmakta; nüfus artışı, işgücü arzını artırarak, ücretlerin tekrar eski düzeyine inmesine neden olmaktadır. Sonuçta, toplumda beslenecek daha fazla nüfus ortaya çıktığı için, tahıl talebi artmaktadır. Ricardo’ya göre, nüfus, işlenebilir topraklardan daha hızlı arttığı için, artan tahıl talebini karşılamak için, tarımsal üretim giderek daha az verimli topraklara uzanmaktadır. Tahılın değeri ise, en az verime sahip olan marjinal toprağın ekiminde harcanan emek miktarı tarafından belirlenmektedir. Tahılın piyasa fiyatı, en düşük verime sahip toprakta üretilen buğdayın maliyetine eşit olduğundan, daha verimli topraklardan elde edilen tahıl daha ucuza mal edilmekte, böylece daha verimli topraklardan elde edilen buğday lehine bir fazlalık ortaya çıkmaktadır. Toprak sahiplerine rant olarak giden bu fazlalık nedeniyle tahıl fiyatları artmakta, dolayısıyla kapitalistin işçilere ödediği ücretler yükselmektedir. Çünkü işçi ücretleri, aşağıda ele alınacağı gibi, işçinin ve ailesinin hayatta kalmasını sağlayacak asgari geçimlik düzey tarafından belirlenmekte ve bu asgari geçimlik düzey, temel geçim maddesi olan tahıl cinsinden hesaplanmaktadır. Ricardo’ya göre, sanayideki rekabet nedeniyle fiyatlar değişmeyeceği için, ücretlerdeki artış, kapitalistin kârı aleyhine bir artış olacaktır. Ricardo’nun ifadesiyle:

…rantı yükselten aynı neden, yani bir miktar besin maddesini aynı nispî emek miktarıyla sağlamada karşılaşılan güçlük, ücretleri de yükseltmektedir, ve bundan dolayı paranın değerinde bir değişme olmadığı halde, rant ve ücretler zenginliğin ve ücretlerin artmasıyla birlikte yükselme eğilimi gösterirler.10

Ricardo, toprak sahiplerinin artan tahıl talebi karşısında elde ettikleri rantın, sermaye birikiminin ana kaynağı olan kârlar üzerinde yarattığı baskının önüne geçmek için, tahıl ithalatını yasaklayan Tahıl Yasaları’nın kaldırılmasını ve toprak sahiplerinin tahıl üretimi üzerindeki tekelinin kırılmasını savunmuştur.

Ricardo’nun ücret konusundaki görüşleri de aynı yaklaşımdan beslenmektedir. Ona göre:

Alınıp satılan ve miktar itibariyle artırılıp azaltılabilen diğer bütün şeyler gibi, emeğin de, doğal fiyatı ve piyasa fiyatı vardır. Emeğin doğal fiyatı, işçilerin kitle olarak yaşayabilmeleri ve varlıklarını, çoğalıp azalmaksızın devam ettirebilmeleri için gerekli olan fiyattır. …Emeğin piyasa fiyatı, arz talep ilişkilerindeki doğal oynamalara bağlı olarak, emeğe fiilen ödenen fiyattır. Emek, kıt olduğu zaman pahalı, bol olduğu zaman ucuz olur. Emeğin piyasa fiyatı doğal fiyatından ne kadar saparsa sapsın, mallar gibi, ona yaklaşma ve uyum gösterme yönünde bir eğilim gösterir.11

Ricardo’ya göre, emek arzını belirleyen temel etken, nüfus artışıdır. İşçi ücretlerinin doğal fiyatın üstüne çıkması, nüfus artışını teşvik eder. Artan nüfus nedeniyle işgücü arzının artması, ücretleri tekrar doğal düzeyine düşürür. Emeğin doğal fiyatı ise, emek gücünün yeniden üretiminde kullanılan malların üretiminde kullanılan emek miktarına bağlıdır.

Ricardo, yakın arkadaşı Malthus’un nüfus teorisini benimsemiş, bu nedenle, ücretlerin, tıpkı diğer mallar gibi, piyasada serbestçe belirlenmesi gerektiğini savunmuştur. Bu nedenle, hızlı proleterleşmenin yarattığı sosyal patlamalara çözüm bulmak amacıyla gündeme getirilen Yoksul Yasaları (Poor Laws)’na karşı çıkmıştır.

Ricardo, 18. yüzyıl düşüncesinden devraldığı doğal düzen anlayışı doğrultusunda, piyasayı, güçlerinin kendi haline bırakılması halinde toplumun yararına sonuçlar doğuracak, toplumsal ilerlemeyi sağlayan, aklın ve sağduyunun gereği olan bir sistem olarak görmüştür. Ne var ki, araştırmaları derinleştikçe, bu sistemin işleyişinin bütün toplumsal sınıflar yararına sonuçlar doğurmadığını görmüştür. Ekonomi Politiğin İlkeleri’nin 1817 yılında yayınlanan ilk baskısında, 18. yüzyıl politik ekonomistlerinin iyimserliğini sürdürerek, makinalaşmanın fiyatları düşürerek emekçiler yararına sonuçlar doğuracağını savunan Ricardo12, eserin 1821 yılında yayınlanan üçüncü baskısına eklediği bir bölümde, bu konuda yanıldığını itiraf etmiştir:

Makinalaşma ile emeğe olan talepte değişme olmayacağını, ücretlerin de eskisinden daha düşük olmayacağını düşündüğüm için, makine kullanımı sayesinde metaların fiyatında genel bir ucuzlama olduğunda, bunun getireceği avantajlardan, emekçi sınıfın da, diğer sınıflar kadar yararlanacağını düşünmüştüm. Bu görüşlerim, toprak sahipleri ile kapitalistler açısında değişmiş değil, ancak insan emeğinin makine ile ikame edilmesinin emekçi sınıfının çıkarına çok zararlı olduğuna ikna oldum.13

Ricardo’nun bu görüşleri, ölümünü izleyen yıllarda önemli tartışmalara yol açmıştır. Bu argüman kapitalizmin eleştirmenlerinin eline önemli bir koz verirken, Ricardo’nun burjuva ideologları nezdinde tehlikeli bir figür olarak görülmeye başlanmasına yol açmıştır.

III.EMEK-DEĞER KURAMI

Ricardo, çalışmaları, toplumsal sınıflar arasındaki bölüşümü düzenleyen ilişkilerden yola çıkarak, ekonomide üretilen mallar arasındaki mübadele ilişkisini nesnel bir ölçüte göre açıklama işine yönelmiş ve emek değer kuramına ulaşmıştır. Ricardo’nun değer kuramı konusundaki görüşleri, esas itibariyle, Adam Smith eleştirisine dayanmaktadır. Bu noktada, Adam Smith’in değer kuramı konusundaki görüşlerini anımsamak yararlı olabilir.

Özgürlük Dünyası’nın Şubat 2010 tarihli 212. sayısında yer alan “Adam Smith’i Anlamak” başlıklı yazımızda ayrıntılı bir şekilde ele alındığı gibi, Smith’in ufku, içinde yaşadığı sanayi öncesi dönemin basit meta üretimi ile sınırlı olduğu için, emek değer kuramının, saf biçimiyle sermaye birikiminin ve toprak üzerinde özel mülkiyetin bulunmadığı, emekçinin kendi üretim araçlarına ya da emek koşullarına sahip olduğu ilkel döneme özgü olduğunu savunmuştur. Smith’e göre, toplumun bu aşamasında, emek ürünü tümüyle emekçiye ait olduğu için, “herhangi bir metayı elde etmek ya da üretmek için genel olarak harcanan emek miktarı, bu metanın satın alacağı, kumanda edebileceği ya da mübadele edeceği emek miktarını belirleyen tek koşuldur.14 Ricardo, Smith’in bu görüşünü şu sözlerle eleştirir:

[Adam Smith], (s)tandart ölçüt olarak, zaman zaman [tahıl]dan, zaman  zaman emekten bahseder, bir nesneye üretildiği sırada aktarılan emek miktarına ağırlık vereceğine, sanki ifadeler özdeşmiş gibi, o nesne karşılığında piyasadaki diğer nesnelerden ne kadar sağlanabileceğini ön plana çıkartır: insan emeğinin bir kat daha etkin hale getirilebilmesi mümkün olduğu için, bu yolla metanın bir kat daha fazla üretilebileceğinden hareket ederek, bu meta karşılığında, eskisine kıyasla mutlaka bir kat daha fazla meta elde edilebilirmiş gibi düşünür.15

Ricardo, bu soyut ifade ile şunu anlatmak ister. Aynı emek zaman içinde üretilen iki farklı malın, birincisinden 5 birim, ikincisinden 10 birim üretiliyorsa, bu mallar arasındaki değişim oranı 5/10 ya da 1/2’dir. Birinci mala A, ikinci mala B diyelim. Bu durumda, emek değer kuramına göre, 1 birim A malı karşılığında 2 birim B malı elde edilir. Eğer B malının üretim tekniği sabitken, A malı üretimi daha verimli bir yöntem ile gerçekleştirilirse, örneğin aynı süre içinde 10 birim A malı üretilmeye başlanırsa, bu durumda Smith’in düşündüğünün tersine, 20 birim değil yine 10 birim B malı elde edilir. Yani A malının miktarı arttığı için emek değeri artmış olmaz.

Ricardo, Smith’in, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet düzeninin hakim olduğu ve sermaye birikiminin söz konusu olduğu kapitalist toplumda, emek değer kuramının geçerli olmadığı yolundaki görüşünü de eleştirir. Ricardo’ya göre, üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle, kapitalistlerin üretimden kâr biçiminde bir pay alması, malların değerleri ile orantılı olarak değiştirildiği gerçeğini değiştirmez. Burada, Ricardo’nun emek değer kuramına yaklaşımındaki temel unsurlara dikkat çekmek gerekir. Ricardo, kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasında yazdığı için, kâr oranının tüm sektörlerde eşitleneceğini varsaymıştır. Ricardo’nun bir diğer varsayımı ise, üretimin teknik katsayılarının, başka bir deyişle, sermayenin organik bileşiminin sabit olmasıdır. Bu koşullar altında, bütün mallar, kâr oranı ne olursa olsun, üretimlerinde kullanılan emek nispetinde mübadele edilecektir. Burada Ricardo’nun, emek zamanla, fiilen harcanan emek gücünün fiyatı olan ücreti özdeş olarak gördüğü dikkatten kaçmamalıdır.

Ricardo, değer kuramının varsayımlarının, aynı zamanda bu kuramın sınırlılıklarını oluşturduğunun farkındadır. Özellikle, üretimin teknik katsayılarının sabitliği varsayımı ortadan kalktığında, emek değer kuramının tadilata uğrayacağını belirtir. Ayrıca kullanılan emek miktarı sabitken, ücretler arttığında, üretilebilmeleri için sabit sermaye kullanılan malların mübadele değerinde, üretiminde sabit sermaye kullanılmayan mallara kıyasla bir düşüş gerçekleşecek, ve bu düşüş, sabit sermayenin payı ne kadar büyükse o kadar fazla olacaktır.

Burada ifade edilen sorunu, Ricardo’nun verdiği örnek üzerinden açıklayalım. Yıllık kâr oranının yüzde 10 olduğu bir sırada, bir kapitalist 5000 sterlin ile 100 işçi çalıştırarak tahıl üretiyor olsun. Bir diğer kapitalistin, yine 5000 sterlin harcayarak, aynı sayıda işçi ile makine ürettiği varsayalım. Tahıl ve makinenin yıl sonundaki değerleri, 5500 sterlin olacaktır. İkinci yıl, çiftçi kapitalist gene ayın işi yaparken, makine üreten kapitalist, bu makineyi kumaş üretiminde kullanmaya karar versin. İki kapitalist de, yine 5000 sterlin harcayarak, aynı sayıda işçi çalıştırsın. Bu durumda, tahıl yine 5500 sterline satılırken, üretiminde aynı miktarda emek kullanılmasına karşın, kumaş, üretiminde kullanılan 5500 sterlinlik sabit sermayenin (makinenin) kârını da içerecek şekilde, 6050 sterline satılacaktır. Böylece, aynı miktar emek kullanıldığı halde, tahıl ve kumaş farklı fiyatlardan satılacaktır.

Ricardo, yukarıda değinildiği gibi, ücretlerin yükselmesi halinde emek değer kuramının yine tadil edilmesi gerekeceğini söyler. Aynı örnek üzerinden giderek, bu durumu şöyle açıklar: Eğer ücretler artarsa, fiyatlar, piyasada rekabetçi bir şekilde belirlendiği için değişmeyeceğinden, zorunlu olarak kâr oranı düşer. Bu durumda, tahıl üreten çiftçi, tahılı yine 5500 sterline satacak, ancak kâr oranı yüzde 10 değil yüzde 9 olacaktır. Bu örnekte, kabaca, ücretler, 5000 sterlinden 5045 sterline yükselecek, bu durumda çiftçi, 500 sterlin değil, 455 sterlin kâr elde edecektir. Buna karşılık, kumaş üreten imalatçı kapitalist, malını 6050 sterlinden değil, 5500 sterline, sabit sermayenin kârı olan yüzde 9’u ekleyerek 5995 sterline satacaktır.

Ricardo’nun emek değer kuramında tadilat gerektirdiğini düşündüğü bir diğer durum, üretiminde aynı miktarda emek kullanılmasına karşın, piyasaya aynı zamanda getirilemeyen malların, değişim değerlerinin farklı olmasıdır. Ricardo bu konuda şu örneği verir:

Bir meta üretmek için, bir yıl süresince 1000 sterlin harcama yaparak, yirmi kişi istihdam ettiğimi düşünelim. Birinci yıl sonunda, aynı metayı daha düzgün ve mükemmel hale sokmak için, yine bir yıl süreyle ve [yine] 1000 sterlin daha harcayarak, yirmi kişi istihdam ettiğimi varsayalım. İkinci yıl sonunda, metayı piyasaya getirdiğimde, kâr haddi yüzde 10 ise, meta 2310 sterline satılmalıdır; çünkü bir yıl süreyle 1000 sterlin, bir yıl süreyle de 2100 sterlin sermaye kullandım. Bir başka kişinin tamamen aynı miktarda emek kullandığını, ama emeğin tamamını birinci yılda istihdam ettiğin düşünelim. Bu kişi, 2000 sterlin harcama yaparak, kırk kişi kullanmakta ve ürettiği metayı, birinci yılın sonunda, yüzde 10 kârla 2200 sterlin karşılığında satmaktadır. O halde burada, tamamen aynı miktarda emek içeren, ama biri 2310 sterline, diğeri ise 2200 sterline satılan iki meta vardır.16

Bu soyut ve karmaşık görünen ifadeler, esasen Ricardo’nun artı-değeri keşfedememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Elbette bu eksiklik, soyutlama yeteneği bakımından bir dahi sayılması gereken Ricardo’nun kuramsal yetersizliğinden değil, kapitalist üretim ilişkilerini doğal ve tartışılmaz bir gerçeklik olarak kavramasından kaynaklanmaktadır. Böylece, değişim değerini, parasal maliyet ögesi olan ücretlerle eşitlerken, kârın neden var olduğuna dair bir açıklama getirmemektedir. Yine soyut emek kavramlaştırmasına sahip olmadığı için, sermayeyi birikmiş emek olarak görememiş, farklı soyutlama düzeyinde ele alınması gereken fiyat ve değer sorunlarını birbirine karıştırmıştır. Ricardo’nun, ücret maliyetine ortalama kâr oranının eklenmesi sonucu ortaya çıkan ve emek değer kuramını geçersiz kıldığı sonucuna vardığı özel durumlar, sorunu farklı bir düzlemde ele alan Marx tarafından açıklığa kavuşturulmuştur. Marx, metaların piyasada, emek-değerlere göre değil, üretim maliyetlerine ortalama kâr oranının eklenmesiyle bulunan üretim fiyatları üzerinden değiştirildiği, bu durumun emek değer kuramının evrensel geçerliliğini ortadan kaldırmadığını kanıtlamıştır.17

Ricardo’nun değer kuramının asıl önemi, bu kuramın ulaştığı mantıksal sonuçların onun temel argümanı ile çelişmesinde yatmaktadır. Bir malın değeri, o malın üretimi için gereken emek miktarına bağlı ise, üretim süreci sonunda kapitalistin aldığı kârın meşruiyeti tartışma konusu olacaktır. Ricardo, eserinde, asıl eleştiri oklarını toprak sahipleri sınıfına yöneltirken, bu sınıfın üretim sürecinde hiçbir katkısı olmadığı halde mülk sahipliğinden kaynaklanan bir gelire el koyarak, ilerlemenin önünde önemli bir engel oluşturduklarını savunmuştur. Bu bakımdan, emek değer teorisi, toprak sahipleri sınıfına karşı çok güçlü bir teorik silah haline gelmiştir. Ancak, işçi sınıfının giderek büyüdüğü ve siyasal açıdan da uyanış içine girdiği bir dönemde, bu teorik silah, bu kez, Ricardo’nun savunucusu olduğu kapitalistlere karşı kullanılacaktır. Nitekim, Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, asıl büyük tartışma, emek değer teorisi etrafında kopmuştur.

IV. RİCARDO İKTİSADININ YOZLAŞTIRILMASI

Ricardo’nun 1823 yılındaki ölümünün ardından, 1830’a kadar, onun kuramsal yaklaşımı, çeşitli broşürlerde ve tartışmalarda yaşatılmıştır.18 1830’dan sonra, Ricardo’nun analizi revize edilerek, adım adım onun yaklaşımından uzaklaşılmıştır. Bu dönemde, artık Ricardoculuk “yaşayan bir güç değildir19. Marx’ın, Kapital’in Almanca Baskısına yazdığı sonsözde, bu dönemle ilgili değerlendirmesi şöyledir:

İngiltere’yi ele alalım. Orada ekonomi politik sınıf savaşının henüz az geliştiği bir dönemde doğmuştur. Onun son büyük temsilcisi Ricardo, sonunda bilinçli olarak sınıf çıkarlarının, ücret ve kârın, kâr ve rantın karşıtlığını, bu karşıtlığı, safça, doğanın toplumsal bir yasası kabul ederek, araştırmalarının hareket noktası yapar. Ancak buradan hareketle, burjuva ekonomi bilimi, aşamayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Bu bilim, Ricardo daha hayattayken ve ona karşı olarak Sismondi’nin kişiliğinde eleştiri ile karşı karşıya geldi.

Bunu izleyen 1820-1830 dönemi, İngiltere’de ekonomi politik alanında bilimsel etkinliklerle dikkat çeker. Ricardo’nun teorisinin vülgerleştirildiği, ve yayıldığı kadar, bu okulun eski okula karşı bir savaşım verdiği bir dönemdi. Parlak karşılaşmalar yapıldı.

…..Fransa ve İngiltere’de burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonominin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa yararsız mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini ücretli yumruklaşmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur göstermeler almıştı.”20

Marx’ın da işaret ettiği gibi, Ricardo’nun ölümünü izleyen 10 yıl içerisinde, klasik politik ekonominin giderek gerilemesine ve çözülmesine yol açan bir ayrışma meydana gelmiştir. Bu ayrışma süreci, tarihsel olarak, sanayi kapitalizminin olgunlaşma dönemine tekabül etmektedir. Sanayi kapitalizminin olgunlaşması, Ricardo’nun yaşadığı dönemde henüz belirgin olmayan ve sanayici kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki çelişki tarafından gölgelenen işçi sınıfı-burjuvazi çelişkisini derinleştirmiştir.

1830’ları izleyen dönemde, İngiltere’de sanayi burjuvazisi, seçim sistemindeki değişikliklerin yardımıyla, Parlamento’daki etkisini, dolayısıyla toprak sahipleri karşısında siyasal gücünü artırmıştır. Öte yandan gelişen sanayi kapitalizmi, işçi sınıfını, sayıca nüfusun en kalabalık sınıfı haline getirmiştir. İşçi sınıfı, giderek artan yoksulluk ve vahşi kapitalizm olarak adlandırılan çalışma koşullarına karşı sendikalaşma ve ücretlerin artırılması talepleriyle mücadeleye girişmiştir. Bu ortamda, bir dizi sosyalist iktisatçı, Ricardo’nun formüle ettiği emek değer teorisinden ve faydacı teorinin eşitlikçi bir yorumundan yola çıkarak, mevcut düzene karşı eleştiriler getirmişlerdir. Ricardocu Sosyalistler denilen bu düşünürlerin en önde gelenleri, William Thompson, John Gray, John Francis Bary ve Thomas Hodgskin’dir.

Bu düşünürlerin yazıları, İngiliz okuryazar orta sınıfları arasında, alışılagelmişin ötesinde bir tepkiyle karşılanmıştır. Samuel Read adlı bir yazar, “emeğin bir standart ölçü olmasının neredeyse evrensel düzeyde reddi”nden söz ederken, C.F. Cotterill, hâlâ bazı Ricardocuların kaldığından şikayet etmiştir.

Ricardo iktisadına yönelen tepkiyi, 1831 yılında, ünlü Ekonomi Politik Kulübü (Political Economy Club) Torrens’in ortaya attığı tartışma başlığından anlamak mümkündür: “Bay Ricardo’nun büyük eserinin yayınlanmasından bu yana, Ekonomi Politik biliminde ne tür ilerlemeler gerçekleşmiştir; ilk olarak, bu çalışmada geliştirilen ilkelerin herhangi biri bugün doğru olarak kabul edilebilir mi?” Bu soru, 1831 yılının Ocak ve Nisan ayları arasında kulüpte yoğun tartışmalara neden olmuştur. Torrens, açılış toplantısında bu soruya şu yanıtı vermiştir: “Ricardo’nun eserinin bütün büyük ilkeleri, ardı ardına terkedilmiştir. Ve bugün, onun değer, rant ve kâr teorilerinin yanlış olduğu genel olarak kabul görmektedir.” Torrens’ın ardından, çeşitli konuşmacılar, Ricardo’nun eserindeki yanılgıları ortaya koymuştur. Ancak, görünüşte bu eleştiriler, eserdeki analitik kusurlara yönelik olmasına karşın, ulaştığı sonuçlar bakımdan, asıl hedefin Ricardocu iktisadının farklı toplumsal sınıflar arasındaki çıkar çatışmasına ve kapitalizmin çelişkilerle dolu işleyişine vurgu yapan saptamaları ve radikal yazarlar tarafından kullanılan “emek değer teorisi” ve “artık” kavramları olduğu ortaya çıkmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Ricardocu sosyalist Thomas Hodgskin’in Labour Defended (Emeğin Savunması) adlı eserine karşı, Charles Knight, Faydalı Bilgileri Yayma Cemiyeti (Society for Diffusion of Useful Knowledge) adlı bir orta sınıf kuruluşunun himayesinde, 1831 yılında The Rights of Industry (Sanayinin Hakları) başlıklı bir kitap kaleme almış, kitabın girişinde, her şeyi işçilerin ürettiği konusunda işçi sınıfını ikna etmeye çalışan görüşleri hedeflediğini açıkça yazmıştır.21

Bu tartışmalar sonucunda, klasik politik ekonomi, 1830’lu yıllardan sonra, bu çelişkinin belirlediği güncel tartışmalar doğrultusunda ayrışmaya uğramış ve klasik ekonomi politiğin ana akımı giderek bilimsellikten uzaklaşarak, kapitalist sınıfın dar, günlük çıkarlarının savunulmasına yönelmiş, özürcü ve yüzeysel bir akıma dönüşmüştür. Aslında bu ayrışma ve çözülme sürecinin temelleri, Ricardo’dan önce, J. B. Say, Thomas Malthus gibi düşünürler tarafından atılmıştır. Say, 1803 yılında yayınlanan Traité de’économoie politique (Ekonomi Politik İncelemesi) adlı kitabında, Smith’in değerin emek tarafından yaratıldığı yönündeki görüşünü eleştirerek, sermaye ve doğanın da değer yarattığını savunmuş, bu görüşünü temellendirmek için, üretimin faydayı artıran bir süreç olduğunu ileri sürmüştür22 Say, bu görüşleriyle, Ricardo sonrasında ortaya çıkan ayrışmaya ön ayak olmuş ve neoklasik analizin dayandığı temel varsayımları formüle etmiştir.

Ricardo’dan sonra gelen John McCulloch, Nassau Senior, John Stuart Mill gibi yazarlar, Ricardo’nun değer çözümlemesindeki eksiklikleri, sübjektif bir değer çözümlemesine yönelmenin gerekçesi olarak kullanmışlardır. Örneğin Ricardo’nun ölümün izleyen dönemde, onun sadık bir izleyicisi olarak öne çıkan McCulloch, Ricardo’nun reel maliyetlerle (emek değer) ücretler, ücretlerle piyasa değerleri arasında bir özdeşlik olduğu yönündeki görüşünü savunmak adına, emek değer teorisine psikolojik unsurları da katmıştır. Böylece, reel maliyetin, belli bir malın üretiminden dolayı katlanılması gereken zahmet ve eziyeti de içine alan psikolojik, sübjektif bir kavram haline gelmesinin önü açılmıştır.

Ancak bu konuda asıl adımı atan, Senior olmuştur. Oxford Üniversitesinde Ekonomi Politik profesörü olan Senior, 1836 yılında, fabrikalardaki çalışma koşullarını düzenlemek için çıkarılan Fabrika Yasası (Factory Act)’na ve giderek yükselen 10 saatlik işgünü taleplerine karşı çıkan Manchesterlı sanayicilerin danışmanı olarak çalışmıştır.23 Senior, imsak (abstinence, perhiz) adını verdiği kavramla, kârı da bir reel maliyet kategorisi olarak tanımlamıştır. Senior’un imsak kavramı, neoklasik iktisatta alternatif maliyet ya da fırsat maliyeti olarak ifade edilen kavrama benzer bir içeriğe sahiptir. Ve kapitalistin kâr biçiminde el koyduğu artığın, sermayesini başka bir kullanım alanına yatırmayarak yapmış olduğu fedakarlığın ödülü olarak, bir maliyet unsuru olmaktadır. Böylece, reel maliyet, emek ve imsakın toplamından meydana gelmekte, parasal maliyet ise, ücret ve kâr toplamına, bu da fiyata eşit olmaktadır. Dolayısıyla sistemde herhangi bir “artık” söz konusu olmadığı gibi, Ricardo’nun emek değer teorisinden mantıksal olarak çıkarsanabilecek sömürü kavramı da ortadan kalkmaktadır. Sonuç olarak, bu teoriden, marjinalizme geçmek için atılacak yalnızca bir adım kalmaktadır: Söz konusu yaklaşıma matematiksel bir kesinlik getirmek.

Nitekim, 1848 yılında, John Stuart Mill’in, genel bir özet olmak dışında çok önemli bir meziyeti bulunmayan ve Ricardo’nun emek değer teorisine yönelik revizyonist girişimleri benimseyen Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Toplumsal Felsefeye Uygulanması adlı eserinin ardından, klasik ekonomi politiğin krizi derinleşmiştir. Mill, 1870’lerde ortaya çıkan marjinalistler ve Alfred Marshall gibi iktisatçılar, klasik ekonomi politiğin bütün kuramsal mirasını yadsıyarak, toplumsal sınıfların yerini, üretim faktörlerinin aldığı, nesnel emek-değer kuramının yerine öznel bir ilke olan “fayda”nın geçirildiği yeni bir iktisadın temellerini atmışlardır. Neoklasik iktisat, Ricardo da dahil olmak üzere, bilimsel ekonomi politiğin, burjuvazinin çıkarlarını savunmak adına içine düştüğü çelişkili duruşun ürünü olmuştur.

Klasik politik ekonominin, Ricardo sonrasında yaşadığı ayrışmadan doğan ikinci akım ise, Ricardo’nun ulaştığı bilimsel sonuçları, mantıksal sonuçlarına ulaştırmıştır. İngiltere’de, “Ricardocu Sosyalistler”in bilimsel açıdan oldukça sınırlı etkiler doğuran, daha ziyade pratik işlevi bakımından önem taşıyan çabaları bir yana bırakılırsa, bu akımın başlıca temsilcisi Marx olmuştur. Marx, Ricardo’nun analizinde belirleyici olan doğal düzen varsayımını terk ederek, kapitalizmi tarihsel bir üretim tarzı olarak incelemiş, Ricardo’nun emek-değer ve kâr konusundaki analizlerini geliştirerek, artı değer kavramını geliştirmiştir. Marx, kapitalizmin hareket yasalarını ortaya koyduğu ünlü eseri Kapital’de, Ricardo ile doruk noktasına ulaşan klasik politik ekonomiyi, işçi sınıfının kapitalizm koşullarında mahkum edildiği sömürü ve yabancılaşmadan kurtulmasını sağlamayı hedefleyen genel bir düşünce sisteminin en önemli ögesi haline getirmiştir.

Dünyada Türkiye’de sağlık krizi…

Bu çalışmada, daha önce yapmış olduğumuz çalışmalardan da yararlanılarak, dünyada ve Türkiye’de sağlık sektöründe yaşananlar, nedenleri ve sonuçları ile değerlendirilip, bugünümüz ve yarınlarımız için yapabileceklerimiz paylaşılacaktır.

GİRİŞ

Sağlık sistemleri konusunda, son yıllarda ülkemizde ve dünyada yayımlanmış makaleleri incelediğimizde, dünyada 25-30 yıllık zaman dilimi içerisinde birbirine oldukça benzer değişimler yaşanmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Dünya nüfusunun çok büyük bir bölümünün yaşadığı bu ülkelerde, sağlık alanında maliyet artışından kaynaklandığı ifade edilen bir ‘sağlık krizi’nin tanımlandığına, krizin çözümü için reçete olarak da ‘sağlıkta reform’ öneri ve uygulamalarına tanık olmaktayız. Söz konusu ülkelerde hangi sağlık sistemi modeli olursa olsun, hem krizin kapsamı ve nedeni olarak tanımlananların hem de krizin çözümü için önerilen “reçetelerin” benzer, hatta aynı olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.

Oysa ülkeleri; siyasal yapısı, ulusal gelirin toplumsal paylaşımı ve ulusal gelirin sektörel dağılımı gibi ekonomi-politik özellikleriyle grupladığımızda, birbirinden ekonomik gelişmişlik ve bölüşüm düzeyinde farklılıklar taşımakta olduğunu görürüz. Bu nedenle ülkeleri, merkez kapitalist, merkez kapitalist sosyal yönelimli, bağımlı kapitalist, bağımlı kapitalist sosyal yönelimli ve kapitalistleşme sürecindeki ülkeler olarak, kapitalist ülke başlığı altında toplamamız mümkündür. Ülkelerin farklı sağlık sistemlerine sahip olmalarının yanı sıra, arasındaki sömüren(emperyalist)-sömürülen, merkez-çevre, gelişmiş-gelişmekte olan-az gelişmiş vb. ilişki biçimlerinin/farklılıkların bile sağlıkta krizin varlığı, nedeni ve çözümü başlıklarında fark yaratmamış olması dikkat çekicidir. Çünkü bugüne kadar bildiklerimizden hareketle, sağlığın temel belirleyicisi olarak kabul edilen toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkileri ülkelerdeki toplumsal sağlık durumunu farklılaştırdığından, sağlık sistemlerinin yapısı, sorunları, sorunlarının kaynağı ve temelde olmasa bile çözümleri de birbirlerinden farklılıklar taşır/taşımalıdır.

Türkiye de dahil, inceleyebildiğimiz kapitalist ülkelerin hemen hemen hepsinde, sağlıkta maliyet artışından kaynaklandığı iddia edilen ‘sağlık krizi’nin varlığına, farklı ekonomik gelişmişlik düzeyleri ve farklı sağlık sistemlerine sahip olmalarına karşın, benzer çözüm önerileri içeren reform paketleri ve uygulamalarının önerildiğini biliyoruz.

Sözü edilen reform paketleri ve uygulamalarının aynılıklarını oluşturan hedeflerini sekiz başlık altında toplamak mümkündür. Öncelikle hizmetin nüfusun tümünü kapsama hedefinde olması gerektiği ifade edilirken, bir yandan da prim, katkı payı vb. ödemelerle sağlık hizmetine ulaşmayı kişisel kaynaklara dayandırmayı hedeflemektedir. Bununla birlikte, sağlık hizmetlerinin sunumuyla finansmanının birbirinden ayrılması, Sağlık Bakanlıklarının sadece denetleyici işleve indirgenmesi, sağlık sektöründe kamu kurumlarının varlığını olabildiğince sınırlayıp kamu dışı aktörlerin sağlık sektörüne girişi ve yerinden yönetime dayanan bir sistem ile son olarak da sağlık sektöründe piyasa mekanizmalarının hakimiyeti sağlanmaya çalışılmaktadır. Ayrıca, sağlık emek-gücü istihdamında esnek çalışma biçimleri ile özellikle hekim ve hemşirelik hizmetleri sunumunda ara emek-gücü kullanımının yaygınlaştırılması dikkati çeken benzerlikler olarak sıralanabilir. Özetle, dünya genelinde 1970’lerin sonundan günümüze sağlık alanında yaşananları ve nedenlerini;

  1. Kapitalist ülkelerin tümünde, emek-gücünü satmak zorunda olanların, sağlık dahil bütün sosyal alanlara yönelik kazanımları daralmaktadır. Bu daralmanın altındaki temel neden, kapitalizmin altmışlı yılların sonunda başlayıp bugün değin süren son büyük krizi ve krizden çıkış için uygulanmaya çalışılan ekonomik politikalardır.
  2. Bu süreçte, sermaye sınıfı ve temsilcileri olan hükümetler, sağlık başta olmak üzere sosyal alanların hemen hemen hepsini toplumsal bölüşümün yeniden düzenlendiği alanlar olmaktan çıkartmak istemekte, etkili ideolojik araçlar kullanarak, emekçi sınıfların bu duruma karşı çıkışlarını da sönümlendirmektedirler.
  3. Sağlık sektörü de, diğer sosyal alanlar gibi, piyasa koşullarına devredilmek istenmekte ve öncelikle kâr oranı görece daha yüksek bölümleri ulusal ve uluslararası sermayeye “yeni” yatırım alanı olarak açılmaktadır.
  4. Son 20-25 yıldır kapitalist ülkelerdeki hükümetlerin sağlık politikaları ve sağlık sektörüne yönelik hedefleri özünde hiçbir farklılık taşımamaktadır. Hem merkez hem çevre, hem sosyal yönelimli olan hem olmayan kapitalist ülkelerle, kapitalistleşme sürecindeki ülkelerde, Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından önerilen finans ve hizmet sunum modelleri, hükümetler tarafından, ülkelerinin özgün gereksinimlerinden kaynaklanan modellermiş gibi gösterilerek elbirliğiyle yerleştirmeye çalışmaktadırlar.
  5. Dünya genelinde 1980’lerden itibaren yaşananlar, sağlık sektöründe “reform” adı altında uygulamaya konulmak istenenlerin toplumların sağlık gereksinimlerinden değil, küreselleşen kapitalizmin, sermaye sınıfının gereksinimlerini karşılamayı hedeflemektedir. Birkaç ülke dışında bütün ülkelerde sağlık sektörü piyasalaştırılmaya, bu alanda da emek cephesinin kazanımları sermaye sınıfı tarafından ellerinden tek tek alınmaya çalışılmaktadır.
  6. Çoğunlukla, kapsamı yaygınlaştırma gerekçesi ile hem sağlık hizmeti bütün aşamalarında paralı hale getirilip, herkese parası kadar hizmet sunumu öne çıkartılmakta, hem de sağlıklı olmanın “bireysel sorumluluk” olduğu kabulü yaygınlaştırılmak istenmektedir. Birçok ülkede bu sürecin tamamlandığı görülmektedir. Özellikle kapitalistleşme sürecindeki Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, ‘sağlık reformu’ uygulamalarının gerçekleştirildiği ülkelerde, cepten ödemelerin arttığına ve toplumun büyük kesimlerinin sağlık hizmetlerine ulaşımlarının kısıtlandığına tanık olmaktayız.
  7. Yukarıdaki süreç, oysa emperyalizmle mücadele içindeki Küba ve Venezüella’da yaşanmamaktadır.

 

TÜRKİYE’DE DÜN VE BUGÜN

Türkiye’de seksenli yılların hemen başında gerçekleştirilen asker darbesi ile baskı, güvensizlik, öz güvensizlik ve örgütsüzlük ortamı yaratılarak, 24 Ocak Kararları adı altında darbeden sekiz, dokuz ay önce kamuoyuna açıklanan düzenlemeleri yaşama geçirebilmenin koşullarını oluşturabilmek için yola çıkmışlardı. Uluslararası sermayenin gereksinimleri doğrultusunda şekillenen bu program, yerli işbirlikçiler tarafından da desteklenip, ulusal özellikleri biçimlendirilerek uygulamaya kondu.

Yaklaşık otuz yıl önce başlatılan program, ne pahasına olursa olsun sermayenin bunalımını “çözme” hedefini güden, bunun araçları olarak da kamusal olan her şeyi patronlara aktarmayı, kamusal hizmetlerin hemen tümünü paralı olarak sunmayı, çalışma ortamında tüm belirleyiciliği patrona devretmeyi, sömürü oranını olabildiğince artırmayı hedefliyordu.

Bu hedeflere yönelik programlar, 25-30 yıllık süre içerisinde, adları farklı  olmakla birlikte, programları ve özleri birbirinin kopyası  hükümetler tarafından uygulanmaya çalışıldı. Kaynaklar kimlerin lehine dağıtılıyorsa, o tarafın talepleri doğrultusunda işleyen bir model olan piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi için yoğun çaba harcadılar.

Günlük yaşamın hemen bütün alanlarını sermayenin koşulsuz egemenliğine sunmak hedefinin hukuksal kılıfları da, kamuoyundan gizli, patronların büro ve örgütlerinde hazırlanmakta; komisyonlarda hazırlanıyormuş gibi yapılıp, darbe hükümetlerinden çok daha hızlı olarak prosedür tamamlanmaktadır. 12 Eylül darbe hükümetiyle bu konuda yarışan Özal ve DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetlerinden bayrağı devralan AKP hükümeti, emekçileri, köylü ve yoksulları çiğneyerek hedefe varmak istemektedir.

Türkiye’de sağlık sektörünü de diğer kamusal alanlarla birlikte sermayeye aktarmak için düzenleme faaliyetleri seksenli yılların sonunda başlatılan çalışmalarla birlikte devam etmektedir. 1986 yılında, DB’nin Nüfus, Sağlık ve Beslenme Bölümü, “Türkiye Sağlık Sektörü Araştırması”nı yaptırmış, Mayıs 1987’de de ANAP hükümeti ilk somut adımı atarak, “3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu”nu çıkarmıştır. İlk saldırı kısmi olsa da geri püskürtüldüğünden, dönemin hükümeti, cepheyi kendi adına tahkim edebilmek için, DPT aracılığı ile 1991 yılında “Türkiye Master Planı”nı hazırlatmış, 1990-91 yıllarında “Sağlık Bakanlığı Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü” kuruluş çalışmaları yürütülerek, faaliyete geçirilmiştir. Söz konusu yapının ilk faaliyeti, Mayıs 1992’de gerçekleştirdiği “1.Ulusal Sağlık Kongresi” olmuştur. Anımsamakta yarar var; ülkemizde pek rastlanmasa da, hükümetler değişmesine karşın yürütülmekte olan işlem aynen devam etmektedir. Öyle ki, ANAP ile başlatılan faaliyet, Mart 1993’de DYP-SHP koalisyon hükümeti tarafından “Sağlık Kanunu Tasarı Taslağı”, “Sağlık Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarı Taslağı”, “Bölge Sağlık İdareleri Kanun Tasarı Taslağı” ve “Genel Sağlık Sigortası Kanun Tasarı Taslağı” ile devam ettirilmiştir. Ancak hedeflenen gerçekleştirilemediğinden, bu defa da FP-DYP koalisyon hükümeti, Kasım 1996 tarihinde, “Sağlık Finansman Kurumu Kuruluş ve İşleyiş Kanunu”, Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri ve Aile Hekimliği Kanunu” ile “Hastane ve Sağlık İşletmeleri Temel Kanunu” tasarı taslaklarını hazırlamıştır. Aynı koalisyon, Nisan 1997 söz konusu taslakları revize edip yeniden kamuoyuna sunmuş, ancak herhangi bir somut ilerleme sağlanamamıştır. Bu koalisyonun ardından hükümet olan ANAP-DSP koalisyonu da işlemi aynen sürdürürken, kopyalama işleminin fark edilmesinin prestij kaybı yaratacağı korkusundan olsa gerek, üç taslağı bir araya getirerek, “Kişisel Sağlık Sigortası Sistemi ve Sağlık Sigortası İdaresi Başkanlığı Kuruluş ve İşleyiş Kanunu” tasarı taslağını hazırlamıştır. Nisan 1999 seçimleriyle hükümet olan DSP-MHP-ANAP koalisyonu, Marmara Depremi sırasında çıkardıkları Sosyal Güven(siz)lik Yasası’nın hemen ardından, Ekim 1999’da, yalnızca isim değişikliği yapıp, “Sağlık Sandığı Kurumu Kanunu” tasarı taslağını önceki hükümetlerden devraldıkları kutsal emanet olarak sahip çıkarak yayımladılar. Sosyal demokrat, ırkçı, liberal koalisyonunda da ulaşılamayan hedef, bu defa çok daha donanımlı olarak ve ittifaklarını açık hale dönüştürüp gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu nedenle, 2003 yılından beri AKP’nin sağlık alanında yapmak istenenlerinden hiçbirisi onun keşfi ya da inisiyatifi değil. Yalnızca seksenli yıllarda yapılan saldırı planının taşeronluğunu yapmaktadırlar. Yazılı belgeler üzerinden bunu kanıtlamak mümkün.

AKP hükümeti tarafından Haziran 2003 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan “Sağlıkta Dönüşüm Programı” da öncekilerle aynı hedef ve içeriğe sahiptir. Ancak önceki hükümetlerden farklı olarak, AKP Hükümeti’nin sağlıkla ilgili programı, TÜSİAD tarafından, Eylül 2004 tarihinde yayımlanan “Sağlıklı Bir Gelecek: Sağlık Reformu Yolunda Uygulanabilir Çözüm Önerileri” raporuyla desteklenmiş ve “alternatifinin olmadığı” kamuoyuyla paylaşılmıştır. On beş yılı aşan bir süredir yürütülmekte olan tartışmalarda ve uygulamalarda, bu konudaki görüşlerini bir “sır” olarak saklayan patronların iki yüz sayfayı aşan raporlarında ilk vurgulanması gereken şey; bu ülke topraklarında devlet desteğiyle yaratılan burjuvazinin, bugün itibariyle emekçilerden farklı olarak, sınıfsal aidiyetlerinin şuurunda olduğu ve bu yönde herhangi bir tereddüt taşımadığıdır. Bugünün nesnelliği içerisinde burjuvazi, dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde olduğu gibi, artık toplumsal mutabakata dahi gereksinim duymuyor. Bunun gereğini yapmak için de herhangi bir tereddüt yaşamıyor. Türkiye’de de kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği, toplumsal yaşam biçimi içerisinde, sınıf çıkarlarının gereğini ne pahasına olursa olsun, taviz vermeksizin gerçekleştirmeye kararlı olduklarını vurguluyorlar. Ancak, zannedildiği gibi, burjuvazi homojen bir sınıf da değil. Yatırım yaptıkları sektörler itibariyle de aralarındaki çelişkiler sürüyor. Öyle ki, bu raporu, aralarında sağlık ve sigortacılık alanlarına yatırım yapanların finansmanıyla çıkarttıklarını önsözde belirtmek gereğini duymuşlar. Hatta bu girişimcileri yaptıkları katkılarının büyüklüğüne göre olsa gerek, üç gruba (kendi yazdıklarıyla kategoriye) ayırmışlar.

Rapor bir başka açıdan da belge özelliği taşıyor: Türkiye burjuvazisi, yıllar sonra bütün hükümetlerin, hatta muhalefetteki partilerin bile programına hakim olan sağlık alanındaki durum saptaması ve sorunların çözümüne yönelik önerilerin: “bu ülkedeki sahibi biziz, görüşler bütünüyle bize aittir” diyor.

On beş-yirmi yıllık zaman dilimi içindeki söz konusu metinlerin yalnızca tarihleri ile sayfa sayıları farklı. Temel hedefleri ise aynı: kapitalizmin uzun bunalımını aşabilmesi için sağlık sektörünü  burjuvazinin çıkarlarına uygun hale getirmek. DB pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de bunların yaşama geçirilebilmesi için 2002’den önceki hükümetlere sağlık sektöründe kullanılmak üzere yaklaşık 348 milyon ABD Doları tutarında borç vermiş, bunun da büyük kısmının kendi tayin ettiği danışmanlara ödenmesini sağlamıştır.

AKP Hükümeti, 2003 yılı Haziran ayında açıklamış olduğu Sağlıkta Dönüşüm Programı ile konunun tek sahibi olduğunu iddia etmekte ve bu tarihi milat kabul etmektedir. Beraberinde de, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda doğrudan özelleştirme geçmiyor iddiasındadırlar. Birinci iddialarının doğru olmadığını, tarihlerini tek tek belirterek yukarıda yalanlamıştık. İkinci iddialarını kendilerinin çürüttüğünü/yalanladığını bir belge ile ortaya koyabiliriz. “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı” başlıklı Bakanlar Kurulu Kararı, 31 Aralık 2008 tarihli ve 27097 sayılı 5. Mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Yılın son günü yayımlanan program, dünyayı kasıp kavurmaya başlayan kapitalizmin yapısal krizinin gerekçesi olarak ilan edilen ve geri dönüş yönünde burjuvaziyi korumak amaçlı da olsa, Amerika ve Kıt’a Avrupa’sındaki emperyalist ülkeler başta olmak üzere, ekonomide devlet müdahalesine hızla geri dönen uygulamaları görmezden gelecek pervasızlıkta “piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi ve ekonominin rekabet gücünün artırılması öncelikli hedeflerini” ifade ettikten sonra, özelleştirme başlığı, altında sağlıkta özelleştirmelere devam edileceği ve bunun Hükümet’in temel başlıklarından biri olduğu belirtilmektedir. Bu teminatların ardından, sağlık başlığı altında da, “sürdürülmekte olan Sağlıkta Dönüşüm Programı tamamlanacaktır” sözü verilmektedir.

Yıllar içerisinde burjuvazinin çıkarları adına geliştirilen sağlıkla ilgili düzenlemeler, AKP Hükümeti tarafından yasalaştırıldı. 1 Ekim 2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile öncesi ve sonrasında yapılan düzenlemeler aracılığıyla Türkiye’de sağlıkta reform süreci omurgası itibariyle nihayete erdirilmiştir. 5510 sayılı Yasa’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte, Türkiye’de sağlık hizmetlerinin kapsamında olabilmek, genel olarak sağlık primi, başka bir deyişle özel sağlık vergisi ödemeye dayandırılmıştır. Asgari ücretin üçte birinden fazla aylık geliri olan herkes söz konusu yükümlülüğe tabidir. Emekçiler, aylık ücretlerinin %5’i doğrudan, %7.5’i de patronları üzerinden olmak üzere, toplam %12.5’i kadar sağlık vergisi ödemek zorundadırlar. 657 sayılı Yasa kapsamında çalışanlar şimdilik prim ödememektedirler. Asgari ücretin altı buçuk katından daha fazla geliri olanlar, gelirlerine orantılı olarak artan bir biçimde değil, asgari ücretin altı buçuk katı üzerinden prim ödemektedirler.

On sekiz yaş  altındaki bütün çocuklar, ebeveynlerinin sağlık sigortalılık durumuna bakılmaksızın, Genel Sağlık Sigortası(GSS) kapsamına alınmışlardı. Ancak 1 Temmuz 2009 tarihinden itibaren ebeveynleri üzerinden kapsama dahil edilmiş durumdalar. Anne babasının sağlık prim borcu olan 18 yaş altındaki çocuklarımız GSS kapsamı dışında tutulmakta, sağlık hizmetlerinden doğrudan para ödemeden yararlanamamaktadırlar. AKP Hükümeti, balonlarından bir tanesini, 10 aydan daha kısa bir süre içerisinde kendisi söndürmüştür.

Düzenli işi/geliri olmayanlar, kayıt dışı çalıştırılanlar, Bağ-Kur kapsamında olup geçinemeyen, primini ödeyemeyen esnaf ve köylüler de, GSS kapsamı  dışında kalmışlardır. DB, TÜSİAD-MÜSİAD ve AKP Hükümeti’nin propagandalarının aksine, GSS, nüfusun tümünü kapsamamaktadır.

GSS kapsamında olabilmek için düzenli prim ödemek zorunlu olmakla birlikte, GSS kapsamında olmak, sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeyi sağlamamaktadır. 23 Mart 2010 tarihinde yayımlanan Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) hükümlerine göre, GSS kapsamındakiler, hekim ve diş hekimi muayenesi için, birinci basamak sağlık kurumları ve aile hekimliği muayenehanelerine her başvurduklarında 2 TL, devlet hastaneleri ile üniversite hastanelerine her başvurduklarında 8 TL, özel hastanelere her başvurduklarında 15 TL, her ay düzenli olarak ödedikleri primlere ek olarak katılım payı ödemek zorundadırlar. Sözü edilen para, hastalardan, eczanelerden reçetelerindeki ilaçlarını alırken tahsil edilmektedir. Eczacılar, GSS’nin zorunlu veznedarlarına dönüştürülmüştür. Bu ödemeler, ilave olarak, hastalar kullanmak durumunda kalacakları ortez ve protezlerin fiyatlarının %10-20 kadar, ayaktan tedavi edilen hastalar da alacakları ilaçların %10-20’si kadar katkı payı ödemek zorundalar. AKP’nin ve önceki hükümetlerin propagandalarının aksine, sağlık hizmetlerine ulaşabilmek için prim ödemek yetmemektedir.

Türkiye’de sağlık sektörü, uzun yıllardan beri, sermayenin ve hükümetlerinin bilerek ve isteyerek yarattıkları sorunlar içerisindedir. Bu sorunları ortadan kaldırmak gerekir. Bununla birlikte, AKP Hükümeti tarafından sorunun çözümü olarak önerilenler, var olan sorunları yaşayabilmek için emek-gücünü satmak zorunda olanlar (işçi, memur, köylü, esnaf, işsiz vb.) adına daha da derinleştirerek, sağlık hizmetlerini parası olanın parası kadar alabildiği bir meta haline getirmiştir.

Bu nedenledir ki, hem soruna hem de çözümü için önerilenlere bir bütün olarak bakmalıyız. Tek tek, parça parça tespitler bütünü görmemizi engellediği gibi, kandırılmamız için de birçok tuzağı içinde barındırmaktadır.

BUGÜN VE YARIN İÇİN?

Kapitalistler, bir dönemin hak olarak tanımlanan kazanımlarını, hak değil gereksinim olarak tanımlamakta, bütün gereksinimler gibi, bunların da kişilerin sorumluluğu olduğu, ulaşabilmek için gerekirse satın alınması gerektiği, dolayısıyla herkesin parası kadar sahip olabileceği hizmetler olarak tanımlamaktadır. Beraberinde, bugüne göre daha sosyal, daha adil ve demokratik bir kapitalizm beklemek, kapitalizm içinde eşitsizlikleri ve işsizliği kaldırmayı ummak, emeğin değer yaratan tek özne olduğunu ve kapitalistlerin kâr dediklerinin özünde emekçiye verilmeyen, el konulan olduğunu yadsımak olacaktır. Kaldı ki kapitalizm, günümüzde yedek işgücüne dahi gereksinim duymayan, bunun için de istihdam dışındakilerin yaşamlarıyla ilgilenmeyen bir düzenlemeyi dayatmaktadır.

Emek-gücünü  satmaktan başka yaşama olanağı olmayanlar da, emek-gücü piyasasında, emek-gücünü satabilenler ve satamayanlardan oluşan, özünde aynı sınıfın birbirine karşıt iki tabakasına ayrılmış durumdalar. Süreç böyle devam ettikçe, ikinciler daha da kalabalıklaşırken, birinci gruptakilerin “mutlu azınlık”a dönüşeceği kaçınılmazdır. Bunları da görerek, günümüzde bütün yakıcılığı ile yaşanmakta olan sorunlardan kalkıp, kazanımlarımızla kapitalizme son verecek antikapitalist mücadeleyi; emek-gücünü satanlarla satamayanların, formel sektörde çalışanlarla enformel çalışanların, kadrolu çalışanlarla sözleşmeli çalışanların, düşük ücret alanlarla yüksek ücret alanların, dahası bütün sektörlerde her biçimde çalışanların emek-gücünü satamayanlarla bir arada yürütmesi zorunluluktur.

Türkiye’deki süreçte de yaşandığı gibi, seksenli yılların ikinci yarısından itibaren hızla yükselen, düzenin sınırlarını zorlayarak kapitalizmi deşifre etmeyi hedefleyen talepler, hemen her zaman sektör temelli (parasız eğitim, parasız sağlık vb.), yani bütün yerine parça(lar) üzerinden gerçekleştirildi. Bu da, ilgili sektörün emek örgütleri tarafından tek tek yürütüldü. Yalnızca, o da, sınırlı düzeyde olmak üzere, eylem dönemlerinde diğer sektörlerin örgütlerinden destek sağlanabildi ya da verilebildi. Her yapı, kendine ait olduğunu düşündüğü parçayla ilgilendi ve o konuda faaliyet yürüttü/yürütüyor. Bu faaliyetlerde, söz konusu özel alanın siyasallaştırılmasını da hedefleyen talepler çoğunlukla geliştirilemedi. Çünkü daralmadaki tercih, her yapının kendi alanını siyasallaştırması da değildi. Sektör temelli bu faaliyetler, özellikle “kendisi için sınıf” olamamış unsurların, üst kimlik yerine alt kimlikleri üzerinden faaliyetlerinin/taleplerinin şekillenmesini koşulladı. Bir başka ifadeyle, süreç içerisinde parçalar alt parçalara bölündü ve parçaların iç bütünlüğü de kayboldu. Saldırı, yaşamın bütün alanlarında ve emek-gücünü satmak zorunda olanların tümünü kapsıyor olmasına rağmen, tanımlanan bu koşullanma, aynı sektörün farklı meslek grupları (mühendis ve teknisyen, diş hekimi ve diş teknisyeni, hekim ve hemşire vb.) bazen de mesleklerin kendi alt grupları arasındaki “çelişkileri” derinleştirmeyi ve kopuşu (alt parçanın da parçalanmasını) beraberinde getirdi.

Günlük yaşamı, sektörel parçalarıyla, bulunulan yerden ele almak, saldırının bütünlüklü yapısının görülmesi/algılanması önündeki ideolojik engellemelere katkı sunan tarzda her geçen gün yükseldi. Bu durum, mücadelelerin üst kimlik üzerinden ve bütünlüklü yürütülmesi yerine, alt kimlikler üzerinden, parçalara, hatta alt parçalara, hatta alt parçaların da parçalarına yönelik olarak yürütülmesini besledi. Parçalarla ilgili örgütsel yapılardaki (sendika, demokratik kitle örgütü vb.) siyasal unsurlar, içinde bulundukları sektör üzerinden kapitalizmi deşifre etme adına, sektörlerinde yaşanan güncellikleri, olgusal sınırlılıkları içerisinde görme ve göstermeyle yetiniyorlar. “Kitlelerden kopmamak adına”, sistemden kopuşu işaret etmekten, sınıf mücadelesinin dışında çözüm bulunmadığını belirtmekten, kısaca süreci siyasallaştırmaktan, hatta siyasal dil kullanmaktan bile kaçınıyorlar. Böylece, hem sorunların kaynağı hem çözüme yönelik metinlerinde ve alanlara indikleri eylemlilik süreçleri ile sloganlarında hemen daima bu tutumları ile “kapitalizmden başka yaşanacak toplumsal yaşantı olmadığı” algısını, fark etmeden beslemiş oluyorlar. “Kendinde sınıf”ı “kendisi için sınıf”a dönüştürmeyi hedeflemeyen bu örgütlülükler, hem bu, hem de kendi ürettikleri nesnelliğe mahkum oluyorlar –tercih ediyorlar–.

Olgulara ilk bakışta gördüğümüzün ne kadar gerçek olduğunu bilebilmek için bilim ve siyaseti bir arada kullanmaya ihtiyacımız var. Kapitalistler, sınıf kimlikleri üzerinden, her türlü iç çelişkilerine rağmen, hem emekçilere karşı örgütlülüklerini, hem de toplumsal yaşantının bütün alanlarını kapsayan saldırılarını sürdürüyorlar. Öncelikle kapitalizmi bir süreç/canlı bir organizma olarak yeni baştan inceleyebilmeli, sınıf mücadelesinde egemen sınıfların sınıf karakterlerini yeterince kavrayabilmek için de, ilk sınıflı toplumlardan günümüze, sınıf mücadelelerini bütün bileşenleriyle yeniden önümüze koyabilmeliyiz. Böylece hem göremediklerimizi görebilmek, hem gördüklerimize önceden verdiğimiz anlamları emek güçleri olarak/adına gözden geçirme fırsatını yakalayarak, günceli örten politikaları, genel siyasal hattı ve nihai hedefi koruyarak geliştirebiliriz.

Kapitalizmin günümüzdeki derin daralmasında, “üretken tüketim” hâlâ talep edilebilir, uzak erimli hedefleri de içeren siyasal bir talep olma potansiyeline sahiptir. Bu hedefin emek gücünü satmak zorunda olanların ve yaşamın tümünü kapsayabilmesi için de tam istihdam gerekliliktir. Emek-gücünü birbirinden farklı sektörlerde satmak zorunda olanların bulundukları alanı kapsayan, daralmış (eğitim, sağlık vb.) taleplerinin yarattığı erozyonun önüne geçmenin bir aracı olarak yaşamın bütünlüğünden kopuk, ayrı ayrı sağlık, eğitim vb. hak taleplerinden vazgeçilmelidir.

Günümüzde kapitalizme karşı sosyalizmi hedefleyen mücadele ne kadar zorunluysa, kapitalizmi deşifre edebilmek için de hedefin tam istihdam olması, taleplerdeki parçalılığın beslediği, hedef ve algılardaki parçalılığı önleyebilmek ve bütünü görmek ve gösterebilmek için gerekliliktir. Taleplerimiz hem yaşamın bütününü hedeflemeli, parçalara ve alt parçalara ayrılmamalı, hem de süreci sınıf açısından siyasallaştırabilir olmalıdır. Tam istihdam olmadığı, işsizlik olduğu sürece, saldırının, hak kayıplarının bütünlüğü görülemeyecektir. Sağlık da dahil hak kayıplarını sınıflı toplumsal yaşantının bütünlüğü içerisinde tanımlayabilmenin ve bugünden sosyalizm perspektifli taleplerimizle süreci siyasallaştırmanın yolu, günümüzde tam istihdamı talep etmekten geçmektedir.

Ancak bu talep örülürken, nihai hedefin, kapitalist toplumsal yaşantıda sorunun (sömürü oranının, eşitsizliklerin) azaltılması değil ortadan kaldırılması, sosyalist iktidar olması gerektiği gözden kaçırılmamalıdır.

Bu kapsam ve çerçeve içinde taleplerimizi; özelleştirmelere son verilmesi, özelleştirilen kamu mülkiyetlerinin geri alınması, paralı hale getirilen hizmetlerin (eğitim, sağlık vb.) parasız olması, merkezi planlı kamu yatırımlarının sosyal ve sanayi alanında yeniden başlatılarak artırılması ve tam istihdam sağlanması başlıklarında topladığımızda, bugünden istenebilecek ve ulaşılması kapitalist üretim ilişkilerini sarsacak talepler olduğunu söyleyebiliriz.

Sağlık alanına daraldığımızda da, bugün için talep etmemiz gereken, parasız sağlık (ilaç dahil) hizmetidir. Hizmetin finansmanı, bütünüyle adil olarak ve çok büyük çoğunluğu doğrudan vergilerle (faizler, rant ve servetin de vergilendirildiği) toplanan genel bütçeden karşılanmalı, hiçbir prim, katkı payı vb. ödemeleri içermeyen kamucu sağlık hizmeti olmalıdır. Sağlık alanındaki bütün özelleştirme/özerkleştirme uygulamaları geri alınmalı, merkezi planlama çerçevesinde kamu yatırımları hem bina hem teknoloji yönünden artırılmalıdır.

Sağlık hizmetleri ilk aşamasında da (birinci basamak sağlık hizmetleri), sağlık ekibi tarafından, nüfusa orantılı olarak, yaşam (mahalle) ve üretim alanlarında (fabrika, okul, hastane vb.) örgütlenmiş birimlerde, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu hizmetlerle ayaktan tanı ve tedavi edici hizmetleri veren, hastane ile sevk zinciri kurulmuş birinci basamak sağlık hizmet birimlerinde verilmelidir. Bu alanlardaki bütün birinci basamak sağlık birimleri ile buralarda ekipler olarak hizmet üretecek olan sağlık emekçilerinin istihdamı, Sağlık Bakanlığı’nın örgütlenmesi kapsamında olmalıdır. Bu birimlerin birbirleriyle ve yataklı tedavi kurumlarıyla organik ilişkileri kurulmalıdır. Sağlık emekçileri örgütlü, iş güvenceli, sosyal güvenlikleri belirlenmiş, ek iş yapmalarına gerek kalmayacak boyutta maaş alabilecek şekilde tek işte, tam süreli çalışmalıdırlar.

Taleplerimize ulaşmanın yolu, saldırıya bütün sınıf güçleriyle birlikte, yaşamın bütün alanlarında topyekûn karşı çıkmaktan geçmektedir. Adı ne olursa olsun, eylemlerimizi ortaklaştırmalı, alt kimlikler yerine sınıf kimliğiyle hareket etmeli, bugünden anti-kapitalist taleplerle başlayarak, sosyalist toplumsal yaşantıyı hedefleyen mücadele, sınıfın emek-gücünü satan ve satamayan unsurlarının gündemine sokulmalı ve yükseltilmelidir.

KAYNAKÇA

Hamzaoğlu O. Kapitalizmin Depresyonu ve Sağlık: Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm Programı. İktisat Dergisi, Sayı: 479-480: 58-65, Şubat 2007.

Hamzaoğlu O. Sağlık Sistemleri Dosyasından Akılda Kalanlar. Toplum ve Hekim, 22(3): 239-240, Mayıs-Haziran 2007.

Hamzaoğlu O, Yavuz C.I.: Sağlıkta AKP’li Dönemin Bilançosu Üzerine, 633-659(içinde AKP Kitabı, Ed. Uzgel İ., Duru B., Phoenix Yayınevi, Şubat 2009, Ankara.(ISBN: 978-605-5738-07-5)

Hamzaoğlu O. Kapitalizmde Sağlık Hizmetleri ve Dünyada ve Türkiye’de Sağlık Reformu Sayılarla Türkiye’nin Sağlığı, 459-472 (içinde Almanak-2008 Analizleri, Sosyal Araştırmalar Vakfı(SAV), Kasım 2009, Ezgi Matbaası, İstanbul. (ISBN 605 89 7157-8)

Locke’un mülkiyet teorisi ve Marksist eleştirisi

GİRİŞ

Locke ve Marx’ı yaşadıkları dönemin tarihsel şartlarından soyutlayarak karşılaştırmak mümkün değildir. Sanayi devriminden bir asır önce yazmış bir düşünür olarak Locke’un meşrulaştırmayı amaçladığı, bireysel yapıdaki endüstri öncesi mülkiyet biçimidir. Ne var ki, teorisinin 19. yüzyılın liberal düşünürleri üzerindeki belirleyici etkisinden de anlaşıldığı gibi, argümanları zamanının ötesine geçmiş ve değişen üretim biçimiyle birlikte sosyal bir karaktere bürünmüş olan modern kapitalist mülkiyetin teorik temelini oluşturmuştur.

Emek değer teorisi, mülkiyetin meşrulaştırılmasına yönelik bu argümanlar zincirinde kritik bir rol oynamaktadır. Öte yandan, Marx, özel mülkiyeti, yabancılaşmanın temel nedeni ve bireysel özgürlüklerin önündeki en önemli engel olarak değerlendirmiştir. Özel mülkiyeti bireysel özgürlüklerin temeli olarak ele alan Locke’un aksine, Marx’ın elinde emek değer teorisi, özel mülkiyete dayalı kapitalist sistemin eleştirisine yönelik en önemli araca dönüşür. Makalede, iki düşünürün karşılaştırması üzerinden kişisel mülkiyet haklarını demokrasi ile ilişkilendiren popüler liberal argümanların da bir eleştirisi sunulmaktadır.

2. LOCKE’UN MÜLKİYET TEORİSİ

2.1. Doğal bir hak olarak mülkiyet

John Locke’un Yönetim (devlet) Üzerine İki İnceleme adlı eseri 1690 yılında ilk kez basıldığında, yönetici sınıfları altüst etmişti. Locke’dan önce mülkiyet, devlet tarafından yaratılan bir olgu olarak ele alınmaktaydı. Bu yaygın inanışın aksine, Locke, mülkiyetin iktidarın kaynağı olduğunu ve bunun sonucu olarak da devletin, “mülkiyetin korunmasından başka bir amacı olamayacağını” öne sürmüştü (Locke, 2002 [1690]: 329). Bu argüman, diğer bir deyişle, mülkiyet ve mülkiyet haklarının devletten önce ortaya çıktığı anlamına gelmekteydi.

Locke’un bu argümanının ne oranda 1688 İngiliz Devrimi’ni desteklemeye yönelik olduğu, ayrı bir tartışma konusudur. Eserin önsözünde, Locke, “devrime” dair umudunu şöyle ifade etmektedir: “Büyük yenileyicimiz, liderimiz Kral William’ın tahtını kurmak için…, dünyaya, kölelik ve yıkım içinde yaşayan halkı kurtarmak, ilk ve doğal haklarını korumak için, İngiltere halkının haklılığını göstermek için” (Locke, 2002 [1690]: 137)

Locke’un analizinin hemen başlarında “doğal haklar”a dair vurgusu, çalışmanın felsefi hareket noktasını göstermesi açısından ayrıca önemlidir. Ancak Locke’cu “doğal haklar” argümanını tam olarak anlamak için, eleştirdiği Robert Filmer’in, 1680’de tarihli Patriarcha’sında en bilinen haliyle ifade bulan mutlak monarşi savunusuna kısaca bir göz atmakta fayda vardır. Filmer’a göre, Kral ile kul arasındaki ilişki, baba ile oğulunki gibidir. Bunu, mantıksal olarak, bireysel mülkiyetin sadece hükümdar tarafından bahşedilebileceği takip etmektedir ve Locke’un katiyetle reddettiği argüman da budur. Locke, tanrının mülkiyet haklarını monarşiye ihsan etmediğinde ısrarcıdır. Özel mülkiyet, sadece devletten önce var olmamış, aynı zamanda doğa kanunları ve doğal haklar doktrini tarafından da onaylanmıştır.

Yönetimin “İkinci İncelemesi”ne, Locke, tüm insanların eşit ve bağımsız oldukları bir doğal düzenden yola çıktıkları varsayımıyla girer ve bu varsayımdan hareketle, toplumdaki bireyler arasında eşitsiz mülkiyet haklarını korumak için oluşturulmuş bir devlet yönetimin meşruluğunu savunur. Locke’un insan doğası betimlemesinde, tüm insanlar, “doğal olarak diğerleriyle arkadaşlık ve birlik arayışı içindedir.” (Locke, 2002 [1690]: 278)

Locke’a göre, doğal düzende tam özgürlük söz konusudur, bireyler, “başka birinin iradesine bağımlı olmadan doğa kanunları çerçevesinde, uygun gördükleri şekilde eylemde bulunur ve mülklerini elden çıkarırlar.” (Locke,2002 [1690]: 269)  Doğa kanunları gereği, tüm insanlar eşit ve bağımsızdır. Bu nedenle, “hiç kimse diğerinin yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ya da mülküne zarar vermemelidir.” (Locke,2002 [1690]: 271) Tüm insanlar eşit olduğuna göre, “bütün iktidar ve yargılama yetkisi gerektiği oranda herkese eşit dağıtılmıştır, öyle ki kimse diğerinden daha fazlasına sahip değildir.” (Locke,2002 [1690]: 269) Locke’a göre, bütün insanlar eşit olduğu için, birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurması söz konusu olmadığı gibi (daha sonra ele aldığı özel kölelik koşulu haricinde), tüm insanlar Tanrı tarafından yaratıldıkları için, hiç kimse, başkasını bir yana bırakın, kendisi üzerinde dahi tüm haklara sahip değildir.

2.2. Locke’un Özel Mülkiyet Savunusu

Doğal bir hak olarak mülkiyet, Locke’un doğal durum tasvirinde temel rol oynar.

Locke, doğal durumda insanların özel mülkiyet hakkı olduğunu iddia eder: “İnsanlar doğduklarında, var oluşlarına doğanın bir katkısı olarak, korunma, yeme içme ve diğer şeylere sahip olma hakkına sahiptirler.” (Locke,2002 [1690]: 285)

Locke’a göre, dünya esas olarak herkesin ortak mülküdür, ancak her birey, bu ortak mülkün bir kısmını alıp, onu mülk edinme hakkına sahiptir. Bu edim, Locke’un akıl aracılığıyla bilinen ve Tanrı sözleri yolu ile ortaya konulan doğa yasalarına başvurularak meşrulaştırılır: “Dünyayı tüm insanlığa sunan Tanrı, aynı zamanda onlara, en uygun şekilde yaşamak ve hayatı kolaylaştırmak için ondan yararlanma aklını da vermiştir.” (Locke, 2002 [1690]: 287)

“Ortak” teriminin kullanılması, ilk bakışta ilkel komünal toplumlarda olduğu gibi, ortak mülkiyeti çağrıştırabilir. Ancak, Locke’un sunumunda, ortak sahiplik sahipliğin olmaması anlamına gelir. Bu nedenle de, yeni bir sosyal örgütlenme modelini değil uygar toplumun oluşmasından önce, örgütlenmenin hiç olmadığı bir dönemi tarif eder.

Locke’un doğal haklarına gelince, bunlar, kapsayıcı ve felsefi olandan dar ve maddeci olana kadar uzanmaktadır. İlk önce gelenler, yaşam ve özgürlükken, daha sonra, sadece faydalı ürünleri değil, sürülmüş toprak gibi beraberindeki ürünleri üretme hakkı gelir.

Locke, tamamen kendisinin olan emeğini üretime katan bir kişinin, dünyadaki meyveler ve toprak üzerinde mülkiyet hakkını elde edeceğini iddia eder. Aşağıda alıntıladığımız pasajda, Locke, mülkiyet haklarının yaratılışına dair normatif bir yaklaşım ortaya koyar: “Dünya ve alt dereceli tüm yaratıklar bütün insanların ortak mülkü olmakla birlikte, her insan ‘kendinde’ bir mülkiyete sahiptir. Kendisi üzerinde ondan başka hiç kimsenin hakkı yoktur. Vücuduyla ortaya koyduğu emek ve kol işinin tamamen kendisine ait olduğunu söyleyebiliriz. Sonrasında, doğanın ona sunduğu bu düzende ne sağladı ise, onu emeğinin gücü ile ortaya çıkarmış ve kendisinin yapmıştır.” (Locke,2002 [1690]: 287-288)

Locke, teorisinde, doğa düzeninde insanların ortak mülkiyetten pay alarak onu kendinin kılmalarının haklı gerekçelerini üç neden ile savunur:

1- İnsanlar yemek yemeden yaşayamaz. Ancak, yemek için ortak mülkiyete el koyması ve onu bireyselleştirmesi “gereklidir.” Bu nedenle, özel mülkiyet hakkı, bireylerin yaşama hakkının doğal bir sonucudur.

2- Ortak mülkiyeti alarak kendimize mal ettiğimizde, onu başkalarının elinden almayız. Kullanılmış halde doğada bırakılan mülkiyet, insanların kullanımına sunulmadığı durumda heba olmaktadır. Ayrıca Locke, ortak mülkiyet olarak bırakılan toprağın veriminin, özel mülkiyet haline gelen toprağın veriminden daha düşük olduğunu söyler. Toprağın verimliliği, Tanrı’nın ihsanıyla değil onu nasıl işleyeceğimizle ilgilidir. Bu nedenle, ortak mülk olan toprak, bir kişinin mülkiyeti haline geldiğinde daha verimli hale gelir ve bundan herkes yarar sağlar.

3- İlk iki gerekçede de görüleceği gibi, Locke’a göre, emek, bizim toprak sahibi olmamızı haklı kılar. Kendi vücutlarımız ve dolayısıyla emeğimizin mülkiyetine sahibiz. Emeğimizi toprakla birleştirerek, onu kendimizin yaparız. Ancak böylelikle yaşayabilir toprağın verimini artırabiliriz. Bununla birlikte, Locke, el koymanın da sınırları olduğunu söyler ki, bunlar da, yine akıl yasasıyla belirlenmiştir. Bir insan, “diğerleri için yeterli miktarda ortak mülk kaldığı sürece” emeği aracılığıyla el koyma hakkına sahiptir. (Locke, 2002 [1690]: 288)

Locke, bu birinci sınırlamayı, insanların eşitliğini şart koşan doğa yasası ile savunur. İkinci bir sınır daha vardır; bozulma: “Bir kimse, bir şey bozulmadan önce, mümkün olduğu kadar çok miktarda ondan faydalanabilir, emeğini mülkiyet yaratmak için kullanabilir: bunun ötesinde, payına düşenden fazlası arda kaldı ise, o diğerlerine aittir.” (Locke, 2002 [1690]: 290) Bu sınırlama, sadece insanların eşitliği hatırlatılarak değil, “Tanrı tarafından yaratılan hiçbir şey insanoğlu onu bozsun, talan etsin diye yaratılmamıştır” sözüyle de savunulur.

Bu iki sınırlama, Locke’un, daha önce tarif ettiği doğal hakları temel alan tutarlı iddiaları öne sürmesinde önemli bir rol oynar. Ancak, mülkiyet hakkı, doğal haklar ve doğa yasaları üzerinden bir kez meşrulaştırıldıktan sonra, Locke, mülkiyet hakkı üzerindeki tüm sınırları kaldırır ve sermayenin sınırsız birikimini savunmaya yönelir.

2.3. Locke’un emek değer teorisi

Özel mülkiyet için ahlaki bir zemin hazırlama arayışındaki Locke, ekonomi teorisine büyük bir katkıda bulunur ve emek değer teorisini formüle eder: “… emek, onlarla ortak mülkiyet arasına bir ayrım koyar. Hepsinin ortak anası olan doğanın yaptığından daha fazlasını katar onlara ve onlar kişinin mülkiyet hakkı haline gelir.” (Locke, 2002 [1690]: 288).

Locke’un teorisi, klasik ekonomi politiğin temelini oluşturmuş, Adam Smith, David Ricardo ve Karl Marx gibi önde gelen ekonomistlerin başlıca analitik aracı haline gelmiştir. Bu iktisatçılar arasımda Marx, bir adım daha ileri gitmiş ve aynı teorik argümanı kullanarak, kapitalist sistemde emeğin sömürüsünü gözler önüne sermeye yönelmiştir.

Emek değer teorisini geliştirerek, Locke, emeğinin karıştığı her şeyde, kişinin ahlaki olarak hakkı da olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Yani, Locke’a göre, ağaçtaki elmayı toplayan ya da toprağı ekip biçen insan, sadece o elmanın ya da kaldırdığı hasadın değil, elma ağacının ve ektiği toprağın da sahibi olur. Bununla birlikte, Locke’a getirilen eleştiriler, bu iki farklı durumun özel mülkiyetin farklı savunularını gerektirdiğinin altını çizmektedir. Tek başına emek değer teorisi, sadece bir kişinin emeğinin ürünü üzerindeki mülkiyetini haklı çıkarır, üretim araçlarının üzerinde değil, ki burada üretim araçları, ağaç ve topraktır. Örneğin Mill, mülkiyet hakkının esasının, “üreticilerin ürettiklerine sahip olma hakkı” olduğu noktasında Locke’la hemfikirdir, ancak bu prensibin toprak üzerindeki özel mülkiyeti meşru gösteremeyeceğini söyler, çünkü “kimse toprağı var etmemiştir.” (Day,1966:207)

Locke’un emek değer teorisini çözümlerken Day, mülkiyet üzerinde bir sınırlama daha ortaya koyar ki, bu, daha sonra, tutarlılık pahasına bertaraf edilir. (Day, 1966:219) Day şöyle der: “üreticilerin ürettikleri üzerindeki hakları, bir kişinin haklı olarak kendi ürettiği ya da ürettiklerinin karşılığı olarak elde ettiği mülkiyetin miktarını sınırlar.” (Day, 1966:209) Sonradan Locke, bu sınırlamayı “çim argümanı” ile bertaraf eder: “Atımın yediği ot, bahçıvanımın biçtiği çim ve herhangi bir yerde açtığım maden çukuru, diğerleriyle birlikte ortak haklara sahip olsam da, herhangi bir kişinin belirlemesi ya da rızası olmadan, benim mülkiyetim haline gelir. Onları ortak mülkiyet olmaktan çıkaran emeğim, onlardaki mülkiyetimi de belirler.” (Locke, 2002 [1690]: 289)

Böylece Locke, esas olarak emeğin mülkiyeti var ettiğini söylese de, aynı zamanda emeğin kişinin kendisine ait olmasının gerekmediğini de ilave eder. Aksine, bu, bir amaç için çalıştırılan başka birinin emeği de olabilir. Locke, böylece mülkleştirme üzerindeki emek sınırlamasının üstesinden gelir. Day, makalesinde, Locke’un gerekçelendirmesindeki tutarsızlığı detaylarıyla gösterir ve bu önermenin üreticilerin ürettikleri üzerinde hak sahibi olduklarını haklı gösteremeyeceğini, Locke’un kaçındığı ek açıklamalara ihtiyaç duyduğunu söyler. Haklı kılınmış olsun ya da olmasın, “çim” argümanı, Locke’un gerekçelendirmesinde çok önemli bir dönemeçtir ve sermaye birikimini haklı göstermesini mümkün kılmıştır. Şunu da belirtmeliyiz ki, daha sonra Locke’un öğretisi, “çim” argümanı reddedilerek sosyalist düşünürlerin elinde radikal bir dönüşüm geçirmiştir.

2.4. Mülkiyet ilişkilerinin evrimi ve devletin oluşumu

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Locke, sermayenin sınırsız birikimini meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Bu amaçla, mülkiyet hakkını doğal hak ve doğa yasası kavramına dayandırdı ve mülkiyet hakkı üzerindeki tüm sınırları kaldırdı. (Macpherson, 1962: 199) Paranın ekonomiye dahil olması, bu amaca doğru çok önemli bir adımdır.

Locke’a göre tek başına mülkiyet hakkı, doğa düzeninde yaşayan insanlar arasındaki çatışmaların nedeni değildi. İnsanın kullanımı için “çok sayıda doğal erzak olduğu” sürece “elde edilen mülkiyet için çekişmeler veya mücadelelere yer olmayacaktı.” (Locke, 2002 [1690]:290

Bununla birlikte, Locke, paranın kullanımıyla birlikte, ekonominin geliştikçe, özel mülkiyette bir takım eşitsizliklere yol açtığını, böylelikle doğal düzen içindeki sosyal ilişkilerin daha karmaşık bir hale gelmesine neden olduğunu kabul eder.

Locke’a göre, insanın sosyal evrimine paralel olarak, mülkiyetin evriminin de üç safhası vardır. Bütün insanların eşit olduğu ilk safhada, emek ve insanın kendi emeğinin ürünü, tek başına o insana aittir. Doğa tarafından koyulan sınırlardan dolayı, insanlar, diğerleri için gereken alanı ve kaynağı bırakmak zorundadır. Bir insan, tüketebileceğinden daha fazla ürün elde etse bile, bunlar çürüyecek ve çöpe gidecektir. Bu durum, paranın bulunmasıyla değişir ve Locke’un sosyal evrimindeki ikinci safha başlar. Para çürümediği için, insana, ailesinin kullanabileceğinden daha fazla mülk edinme nedeni yaratır ve biriktirme başlar.

Son safhada, eşit olmayan hakların ortaya çıktığı doğa düzeni içinde yer alan eşitsiz mülkiyeti korumak üzere, “uygar toplum” ortaya çıkar. Doğa düzeninde mülkiyet ilişkileri daha karmaşık bir hal alınca, yönetici gücü olan herkesin çatışma ve kargaşa içine çekilmesi kaçınılmaz hale gelir. Locke, sevgi, taraf tutmak, tutku, intikam gibi duygulardan etkileneceği için, insanların kendi davalarında adil yargıda bulunmalarını beklemenin doğru olmayacağını iddia eder. Öte yandan, doğa yasalarının farklı algılamaları ve uygulamaları karmaşıklık yaratacak, büyük rahatsızlıklara yol açacaktır.

Bu noktada, ekonominin genişlemesi ve mülkiyetteki eşitsizliğin artması, doğal durumu, doğal kaynaklar için herhangi bir çatışmaya karşı daha kırılgan hale getirir. Böylece, mülkiyet haklarının güvenliğini sağlamak için, “doğru ve yanlışın standardını belirlemek üzere ortak kabul gören kanunlara” ihtiyaç doğar. (Locke,2002 [1690]:351)

Yani, bir insanın uygar topluma dahil olmasının esas nedeni, doğal düzen tarafından sağlanan mülkiyet güvenliği ve bu güvenliğin sağlanması için güçlüklerin ortadan kaldırılmasıdır. Böylelikle, insanoğlu kendi doğal güçlerini topluma devrettiğinde, sivil toplum doğar. Her bireyin “söz vermeden”(zımni) ve “gönüllü” olarak katılımıyla oluşan devlet, kanunları yapma ve yürütme gücünü de elinde bulundurur. Devlet bir kez inşa edildiğinde, her birey, onun kurallarıyla çevrelenmiştir ve kendi gücünü kullanmaktan, kanunların yürütülmesi adına vazgeçmeyi kabul eder.

Burada, Locke’un sınırsız sermaye birikimini haklı gösterme girişiminin kaçınılmaz olarak, farklılaşmış sınıf haklarına ve sınıflı devleti meşrulaştırmaya yol açtığını söylemeliyiz. Uygar toplumun, mülkiyet ilişkilerinin tesis edilmesinin korunması üzerine inşa edilmesiyle birlikte, mülksüz insanlar ya da mülk sahibi olamayanlar (deliler gibi) bu toplumun tam üyesi olarak sayılmayacaklardır.

Locke’a göre devletin amacı özel mülkiyetin korunmasıdır ve Locke, bunu, geniş ve dar olmak üzere, iki yolla tanımlar. Geniş tanım, bireysel haklar (temel olarak yaşama hakkını) ve “özgürlükler” in yanı sıra “mülkleri” içerir. Bu tanıma göre, herkesin uygar topluma dahil olmaktan çıkarı vardır ve bu nedenle içinde yer almak ister. Diğer yandan, özel mülkiyetin dar tanımı, sadece maddi mülkiyeti (ürün ve toprak) içerir. Bunlara sahip olmayan vatandaşlar tam üyelik hakkı kazanamaz, çünkü geniş anlamda özel mülkiyete sahip olsalar da, dar anlamda sahip değillerdir. Bu nedenle, uygar topluma tam katılım için gerekli olan iki temel gereklilikten yoksundurlar: özel mülkiyetin korunmasından tam çıkar sağlama ve aklın yasasına gönüllü bağlılık göstermeyi olası kılan kapsamlı bir ussallık.

Farklı üyelikleri formüle ederken Locke, zımni ve açık rıza arasında ayrım yapar (Locke,2002 [1690]:347-350) Locke’un ayrımına göre, uygar toplumda yaşamanın avantajlarından yararlanan herkes zımni olarak rızasını verir. Ancak sadece açıkça razı olanlar “mükemmel üye” olabilirler ki, bunlar, toprak sahipleri ve onların gelecekteki mirasçılarıdır.

2.5. Locke’cu Düzen

Mülk sahibi olmayı, uygar topluma tam üyeliğin bir koşulu olarak görmesine rağmen, Locke, hiçbir zaman bunun politik haklara etkilerini ele almamıştır. Ancak, Locke’un “farklı üyelik” formülasyonu, yeni doğan kapitalizmin sosyal uyumunun sadece mülk sahibi sınıflara politikaya katılım hakkı verilerek sağlanabileceğini düşünen yönetici sınıflarına ilham vermiştir. Bu oy hakkı sınırlamaları, daha sonra “Locke’cu düzenleme” olarak adlandırılmış ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar tüm Avrupa’da uygulanmıştır. Bowles ve Gintis’e göre, 19. yy liberalleri Locke’cu nitelik taşıyan 3 çeşit kısıtlamayı kabul ettiler (Bowles and Gintis,1986: 42). İlki, oy kullanma hakkını servet sahibi olmaya ya da bireyin ödediği vergi oranına bağlayan regime censitaire. İkincisi, oy kullanma hakkını okuma-yazma bilme ve temel eğitim görme temelinde kısıtlayan regime capacitaire. Ve sonuncusu da, siyasi katılımı, asgari büyüklükte ya da kiralık meskenlerde oturan aile reisleriyle sınırlayan hane sorumluluğu kriteri. Bu kısıtlamalar arasında üzerinde en fazla durulanı, mülkiyete bağlı olanlardır. Bu şıkkın tutulmasının nedeni ise, Locke’un toplumsal işleyişe dair karar verme yetisinin, sadece mülkleri ya da yatırımları dolayısıyla toplumsal işleyişin istikrarından belli bir çıkarı olan kişilere ait olduğu yönündeki önermesidir.

Dolayısıyla Locke’cu düzen; var olan servet dağılımına ve egemen sınıfların hegemonyasına karşı çıkması en muhtemel olan nüfusun büyük bir çoğunluğunu yani işçi sınıfını vatandaşlık haklarından mahrum bırakarak, temsili hükümetle kapitalizmi uzlaştırmıştır. Sanayi Devrimi’nin sonucunda ortaya çıkan örgütlü işçi sınıfının başlıca hedeflerinden biri, her zaman siyasi temsiliyet olmuştur. Ancak bu talep, egemen sınıfların güçlü direnişiyle karşılaşmış ve her yolla bastırılmıştır. Örneğin liberal düşüncenin beşiği olan İngiltere’de, erkeklerin gerçek anlamdaki oy hakkı 1918 yılına kadar ertelenmiş; evrensel oy hakkının gerçekleşmesi ise, çok daha uzun bir zaman almıştır.

Locke’cu düzen, Yeni Dünya’da, hiçbir zaman Avrupa’daki kadar ön planda olmamıştır. “Tapuların yüzyıllardır toplumsal çatışmaların odağı olduğu Avrupa’nın aksine, Kuzey Amerika’daki neredeyse evrensel bir toprak mülkiyeti beklentisi, kişisel ve mülkiyet hakları çatışmasının ceremesini çekmeye pek de ihtiyaç duyulmayan yeni bir liberal düzen vizyonu sunmuştur.” (Bowles and Gintis,1986:47) Bu yeni düzen, Jefferson’cı düzen olarak da tanımlanabilir ki, basitçe, özel mülkiyetin, en azından hür doğmuş erkek aile reislerini de kapsayacak şekilde genelleştirilmesi yoluyla, özel mülkiyetle demokrasinin uyumlu hale getirilmesinden başka da bir şey değildir. Doğal olarak, bu Amerikan istisnacılığının altında yatan, genişletilmiş oy hakkı için maddi koşulları hazırlayan ana neden, toprağın bolluğudur.

3. ÖZEL MÜLKİYETİN MARKSİST ELEŞTİRİSİ

3.1. Doğal bir Hak olarak Mülkiyet Hakkı

Marx’ın Locke’un “doğal haklar” tanımı üzerine düşünceleri, İnsan Hakları doktrinine yönelik eleştirilerinde bulunabilir. İlk dönem yazılarında, Marx, 1789 tarihli Fransız “İnsan Hakları” doktrininde ifade edildiği haliyle siyasi özgürlüklerin çeşitli şekillerde çelişkili olduğunu ve bunların da birbirileriyle bağlantılı olduğunu ileri sürer. Marx, bütün hakların eşit öneme sahip olmadıklarını, bilâkis haklar arasında bir hiyerarşi olduğunu ve mülkiyet hakkının diğer tüm haklar üzerinde temel bir kısıtlama kurduğunu savunur. 1793 Fransız Anayasası’nda belirtildiği gibi, özel mülkiyet hakkı tek tek her vatandaşa; “… mal ve gelirlerinin, çalışmasının ve gayretinin meyvesinin” tasarruf hakkını ve dilediğince kullanma yetkisini vermektedir. (Marx, 2000 [1843]:60) Marx’a göre, bu “dilediği gibi” kullanma hakkı, bireyi, diğer insanları, mülkiyet edinmesinin ya da edinileni koruması yolunda karşısına dikilen bir düşman olarak görmeye zorlamaktadır. Mülkiyet hakkını elinde tutmak için insanın evvelâ mülkiyetinin olması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu hak içi boş ve hayali olur. Bu, aynı zamanda her bireyin, kişisel mülkiyet ve diğer haklarını güvenceye almak için, “maddi” amaçları, kişisel amacı olarak kabul etmek zorunda olması anlamına gelir. Bir insan, başka amaçlara daha fazla öncelik tanırsa; mülkiyet ya da kişisel haklarına yönelik herhangi bir saldırıya daha açık hale gelir. (Sichel, 1972: 355)

Dolayısıyla Marx, diğer bütün hakların mülkiyet hakkına ‘boyun eğer’ durumda olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin; Fransız anayasasında tartışıldığı şekliyle “hakların eşitliği”, Marx için pek bir şey ifade etmez. Eğer kanunlar mülkiyet haklarını korumak için var iseler; o zaman, yasalar önünde mülksüzlüğün olduğu yerde eşitlik de olamaz. Bu nedenle, kendi emeğine bile sahip olmayan mülksüz işçi, bu hakka sahip değildir. Eşit olmayan bireyleri aynı mihenk taşıyla ölçmek, eşit olmayanların eşit olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir. Demek ki, böylesi bir eşitlik kavramı; “… bütün haklarda olduğu gibi, içerik olarak bir eşitsizlik hakkı”dır. (Marx, 2000 [1875]: 615) Bu bağlamda, “eşit” terimi fiili olarak eşitsizliğin meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.

3.2. Yabancılaşmanın Belirleyicisi Olarak Mülkiyet Hakkı

Marx’a göre, bir insan hakkı ve devletin temeli olarak mülkiyet hakkı, insanın hayatı, kişiliği ve başkalarıyla ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır.(Sichel, 1972:356). “Bireyler hayatlarını nasıl ifade ederlerse o olurlar. Dolayısıyla ne oldukları üretimleriyle örtüşür; hem ne ürettikleri, hem de nasıl ürettikleriyle” (Marx, 2000 [1845]:177). Burada Marx, herhangi bir tarihsel dönemde insanın durumunu belirleyen karşılıklı ilişkiyi tanımlamaktadır. Bir yandan, dünyayı yaratan insanın ekonomik faaliyetleridir; öte yandan ise, insanın üretimi ve üretim biçimi bireye yeniden aksederek insanın hayatını ve hatta kişiliğini belirlemektedir. Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzının doğal bir sonucu olarak mülkiyet hakkı, bir insanın hayat kalitesini belirleyen, yani insanın “zihinsel ve fiziksel olarak insanlıktan çıkması”nda yönlendirici bir baskı unsuru olmaktadır. (Sichel, 1972:357) Marx “yabancılaşma” terimini, insanı hem biçim hem de içerik olarak bir metaya dönüştüren, bu insanlıktan çıkmaya işaret etmek için kullanmaktadır.

Üretim biçiminden doğan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak eşitlik, eşitsizlik haline gelmiştir, özgürlüğün yerini kişisel çıkarlar almıştır ve güvenlik de, tüm insanlara ait olmasına rağmen, mülkiyetin korunması anlamına gelmektedir. Daha erken eserlerinde Marx, mülkiyet aidiyeti ve kapitalist üretim biçiminin yol açtığı yabancılaşmaya ilişkin çeşitli örnekler vermektedir. Bir insanın emeğinin diğer bir insanın hakimiyeti altına girmesine neden olan mülkiyet hakkı olduğuna göre; mülkiyet sahipliğindeki dengesizliğin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkan işçiyle kapitalist arasındaki yabancılaşmanın da ana belirleyeni, mülkiyet hakkıdır. Bir diğeri de; sınırlı istihdam fırsatları için birbirleriyle rekabet halinde olan işçilerdir. Aynı zamanda işçiyle emeğinin ürünü arasında da yabancılaşma vardır, çünkü çalışmak, mülkiyet edinmek ve edinileni elinde tutmak çabası için katlanılan “özgür olmayan bir eylem” olarak değerlendirilmektedir. Ve elbette; hayattaki amacı “bireysel hayatının idame ettirilmesi, yaşayabilmek için gerekli araçları kazanması” (Marx, 2000[1844a]:128) olan işçinin kendisine karşı duyduğu yabancılaşma söz konusudur. Daha erken yazılarından birinde, Marx, bunu çok açıkça dile getirmektedir. “Mal edinme yabancılaşmayı, yabancılaşma da mal edinmeyi getirir.” (Marx, 2000[1844b]:95) Bu yabancılaşma nedeniyle insan kimliğini yitirmekte ve bir nesne haline gelmektedir. “Kişisel mülkiyet” der Marx, “… bir yandan yabancılaşmış emeğin ürünü, diğer yandan da emeğin, dolayısıyla insanın yabancılaştırmasını gerçekleştiren bir araçtır.” (Marx, 2000[1844b]:93)

Marx’a göre, bir insanın, gerçek özgün varlığına yeniden kavuşabilmesi için, özel mülkiyet rezilliğinden kurtulması gerekmektedir. Kendini, diğer insanları araç olarak kullanan özel bir birey olarak görmeyi bırakıp, evrenle organik birleşmesini sağlamış bilinçli bir varlık haline gelmelidir. (Sichel,1972:358) Marx, bunun yalnızca, bir dönem proleteryanın devrimci diktatörlüğünün ardından elde edilebilecek “mülkiyet özgürlüğünden” “mülkiyetten özgürlüğe” doğru bir hareketle mümkün olacağına inanmaktadır. Sosyalizme geçiş dönemi, mülkiyet sahipliğini (ve emek sömürüsü, yabancılaşma gibi sonuçlarını) bireylerin kendi özgün kimliklerini keşfetmelerine müsaade eden yeni bir sosyoekonomik yapının yaratılması noktasına getirmektedir. Böylece insan, bir nesne olmayı bırakıp, bir özne haline gelebilir, gerçek insan “soyut yurttaşı” özümser ve ancak o zaman “insanın kurtuluşu tamamlanmış olacaktır.” (Marx, 2000[1843]:64)

3.3. Emeğin Değer Teorisi ve Emeğin Sömürüsü

İlk önce monarşiye karşı bir argüman olarak kullanılmak amacıyla Locke, sonrasında Adam Smith ve David Ricardo tarafından yeni yeni oluşan kapitalist sermayedarların toprak sahiplerine karşı yürüttükleri mücadelede sermayedarlara destek sağlamak amacıyla geliştirilen ve emeği değer yaratan tek kaynak olarak kavrayan görüş, sonraları sosyalistler tarafından benimsendiğinde, söz konusu kavramın burjuvazinin destekçileri tarafından ivedilikle terk edilmesine ve reddedilmesine yol açmıştır. (Bowles ve Gintis, 1986:162) Marx’ın emek değer teorisi ise, klasik ekonomistlerin ve özellikle de Ricardo’nun uyarlamasının daha ileri bir aşamaya taşınması ve mükemmelleştirilmesidir.

Marx’ın esas katkısı soyut toplumsal emek kavramını, teorisinin temeli olarak kullanmasında yatmaktadır. Marx, bunu, artı değer formülasyonuyla birlikte, temel başarılarından biri olarak değerlendirmiştir. (Marx, 1977[1867]:42) Bu katkı, Marx’ın, metanın kullanım değerini belirleyen somut emekle metanın değişim değerini belirleyen soyut emek arasında bir ayrım yapmasına yol açmıştır: “Katılan değerin belirli bir miktarda olmasının nedeni emeğin özellikle kullanışlı bir içeriğe sahip olmasından değil, belirli bir süre devam etmesinden kaynaklanmaktadır.” (Marx, 1977[1867]:308) Dolayısıyla Marx için, belirli bir metanın değeri, üretimi için toplumsal olarak gerekli olan (belirli bir emek verimliliği ortalamasında) basit emeğin (verili bir katsayı nedeniyle vasıflı emek basit emeğe indirgenir) niceliğinde yatmaktadır.

Bir diğer önemli ayrım emek ve emek gücü arasındaki ayrımdır. Marx, bir emekçinin piyasada sattığı şeyin, emeği değil de, emek gücü olduğunu ve emek gücünün değerinin de, herhangi başka bir meta için olduğu gibi, üretimi için gerekli olan emek miktarına bağlı olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bir işçinin ücreti, bir işçi olarak yaşamsal faaliyetlerini yeniden üretebilmesi için gerekli olan miktara eşittir. Emek gücünün değeri, diğer herhangi bir metanın değerinde olduğu gibi, üretim güçlerinin gelişimine ve üretim ilişkilerine bağlıdır. “Emek gücünün sahibi bugün çalışırsa; sağlık ve güç konusunda aynı süreci aynı koşullarda yarın gene tekrar edebilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla geçim yolu, çalışan bir birey olarak normal durumunun devamlılığını sağlamaya yeterli olmalıdır. Yiyecek, giyecek, yakıt ve konut gibi doğal istekleri iklim ve ülkesine özgü diğer özelliklere bağlı olarak değişmektedir. Öte yandan, gerekli olduğu düşünülen ihtiyaçlarının sayısı ve kapsamı, onları karşılamanın biçimlerinde olduğu gibi, bu ihtiyaçlar da tarihsel gelişimin birer ürünü ve dolayısıyla büyük ölçüde bir ülkenin çağdaşlık derecesine bağlı, özellikle de, özgür işçiler sınıfının oluşmuş olduğu koşullara ve bunun sonucunda da, hangi alışkanlıklar ve konfor düzeyine göre bu oluşumun değiştiğine bağlıdır.” (Marx, 1977[1867]:275)

Böylelikle, emek gücünün değeri, çeşitli tarihsel ve ahlaki unsurlara tabidir ve toplumsal olarak neyin gerekli olduğuna göre, farklı ülkelerde çeşitlilik göstermektedir. Örneğin Çin’de bu, günlük olarak bir tabak pilavdan oluşmaktayken, refah içindeki Amerika’da, bir işçinin otomobil sahibi olabilmesi için gerekli maddi koşulları da içermektedir. Bir meta olarak emek gücü, tam değerinde alınıp satılmaktadır, ama ürününün değeri, kendi değerini aşmaktadır. Marx, ürünün değişim değerinin alınıp bedelinin ödendiğini, ama aslında elde edilenin, artı değeri yaratan emeğin kullanım değeri olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla da, bir işçinin iş gününün yalnızca bir kısmı kendi değerinin karşılığını ikame etmekle geçirilmekte, bir sonraki iş gününde emek gücünün yeniden üretilmesi için gerekli olan (ücretin karşılığı olarak gerçekleştirdiği) mal üretimi dışında, günün geri kalanında, işçi sermayedar için çalışmaktadır. Bu nedenle, artı değer, “karşılığı ödenmemiş emek”ten başka bir şey değildir.

Marx’ın emek sömürüsünü formüle ederken; konuyu, adil olan ya da olmayan gibi terimlerle tartışmadığını da belirtmeliyiz. Tam aksine, Marx; “Emek gücü değerinin doğasına uygun olarak acımasız bir yöntemle tespit edildiğini söylemenin son derece ucuz bir duygusallık…” olduğunun altını çizmektedir (Marx,1977[1867]:277) Aynı şekilde, Marx, “adil iş günü için adil ücret” gibi sloganları reddetmekte , “adil bölüşüm” için Lasalle’cı talebi eleştirmektedir. (Marx,2000[1875]: 612-614)

Marksist analizde, “adalet” ya da “hakkaniyet”in ekonomik ilişkilerle hiçbir ilgisi yoktur. Ekonomik ilişkiler hukuki kavramlarla yönetilmez; tam aksine, bu kavramlar, ekonomik ilişkilerin bir sonucu olarak doğar. Dolayısıyla da Marksist teoride mutlak haklar yoktur. Her ekonomik sistem kendi ahlaki standartlarını yaratır ve mevcut ekonomik ilişkiler, gerçekten de kapitalist ekonominin kendine özgüdür. “Emek gücünün satış ve alımının devam ettiği dağıtım ya da emtia borsasının alanının sınırları aslında tam da insanın doğuştan gelen haklarının Cennetidir. Burası Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’ın ayrıcalıklı krallığıdır… Onların bir araya gelmesini ve birbirleriyle ilişki kurmasını sağlayan tek güç de, bencillik, kazanç hırsı ve her birinin kişisel çıkarlarıdır…” (Marx, 1977 [1867]:280)

Kapital’de, Marx, aynı zamanda değerin emek teorisinin kapitalizmde özel mülkiyeti haklı çıkarmak için kullanılmasını da eleştirmektedir. “İlk başta,” der Marx, “mülkiyet hakları bize insanın kendi emeği üzerinden yükselen bir şey gibi görünmüştü. Yalnızca eşit mülkiyet haklarına sahip meta sahipleri birbirileriyle karşı karşıya geldiklerinde, ve de yabancı bir metaya el koymanın tek yolunun, kendine ait metayı yabancılaştırarak yerine emeği koyması olduğuna göre; en azından bu varsayımın yapılması gerekmektedir.” (Wood, 1972:264. Her bir üreticinin kendi üretim araçlarına sahip olduğu ve ürettiği emtiayı diğer bireysel üreticilerle değiş tokuş ettiği bir üretim şeklinde, böylesi bir argüman anlamlı olabilir, çünkü, böyle bir sistemde, mülkiyet hakları bütünüyle insanın emeğine dayanacaktır. Farklı yerlerde Marx, bu sistemi “bireysel mülkiyet sistemi” olarak tanımlamaktadır. Böyle bir durumda, emekçi kendi ürününün tam değerini kendine ayıracaktır ve onu, kendi “kazanmış olduğu mülkiyetten” yoksun bırakmak yönündeki herhangi bir eylem “adaletsiz” olarak tanımlanabilecektir. Ancak kapitalist ekonomi, tamamıyla farklı dayanaklar üzerine işlemektedir. Her şeyden önce, kapitalist üretim, bireysel emeğin yerini kooperatif emeğin aldığı daha ileri bir uzmanlığı gerektirmektedir. Fabrikalarda hiçbir işçi, nihai ürünü tek başına üretmemektedir; bunun yerine, her bir işçi, ürünün belirli kısımlarını üretmektedir. İkincisi ve daha da önemlisi, kapitalizm, emeğin üretim araçlarından ayrılmasıyla, toplumun üretim araçlarına sahip bir sınıfla yalnızca emek gücüne sahip bir sınıf olarak bölünmesiyle ifade edilmektedir. Kapitalizm geliştikçe, bu kutuplaşma gittikçe daha belirgin bir hale gelmektedir.

3.4. Ekonomik eşitsizlik ve kapitalist demokrasi

Marksist analizde kapitalist gelişme; üretim araçlarının birkaç elde toplanmasıyla sonuçlanan bir süreç (sermayenin tekelleşmesi) olarak ortaya konur. Bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliğini güçlendiren bu sürecin doğrudan bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapıda giderek büyüyen eşitsizliklere şahit oluyoruz. Öte yandan, Marx’tan uzun zaman önce Aristo’dan Jefferson’a birçok düşünür gelir ve refah dağılımında gerçek bir eşitliğin demokrasinin gerekliliği olduğunu savunmuştur. Bu argümanın arkasında yatan temel sebep ekonomik şartlardaki büyük eşitsizliklerin er geç siyasi eşitsizliğe dönüşeceğine olan inançlarıydı.

Demokrasinin asli prensiplerinden birisi olarak siyasi eşitlik ilkesi; her kişinin oy verme, karar alma ve kamusal işlerin yürütülmesi noktasında aynı  oranda yer almasını gerektirir. Locke’cu düzen, özel mülkiyet sahibi üst sınıfların resmi olarak ‘mülksüz’ ve oy hakkından mahrum bırakılan alt sınıflar üzerinde egemenlik kurduğu siyasi eşitsizliğin birebir yansımasıydı. Bu şartlar altında, evrensel oy kullanma hakkı on dokuzuncu yüzyılda emek hareketi açısından öncelik olmuştu. Engels de, bu talebin önemini kabul etmekle kalmamış aynı zamanda evrensel oy hakkını proletarya için gerçek demokrasiyi elde etme yolunda bir basamak olarak ortaya koymuştur:

“… Proletarya ile burjuvazi arasındaki son kesin savaşın verileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama bir o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, memurların düpedüz rüşvet yemesi, öbür yandan, hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında… Öyleyse, genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Genel oy hakkı termometresinin, emekçiler için kaynama noktasını göstereceği gün, onlar da, kapitalistler gibi, nerede durmaları gerektiğini bileceklerdir.” (Engels,1972[1884] :232)

Yukarıdaki paragrafta Engels oy hakkı üzerinde hiçbir kısıtlamanın olmadığı  demokratik devlette zenginlikle siyasi güç arasındaki ‘dolaylı’ ilişkiden bahsetmektedir. Bu ilişki herkesin resmi oy hakkının olması, böylece en azından resmi bir siyasi eşitliğin elde edilmesi açısından dolaylıdır. Yine de, bir sınıfın diğeri üzerinde ekonomik alanda hakimiyet kurmasının, kendi sosyal ve politik sonuçları vardır. Hem Aristo hem de Jefferson için demokrasinin uygulanabileceği ideal toplum;  özel mülkiyetin genel bir şekilde dağıldığı geniş bir orta sınıfın bulunduğu ve hükmeden kibirli bir zengin sınıfla sistem açısından tehlike arz eden mutsuz, mağdur olmuş bir yoksul sınıfın bulunmadığı bir toplumdur. Bununla birlikte, Karl Marx, demokrasinin yalnızca sınıflı toplumun ortadan kalkmasıyla (emeğiyle tüm zenginliği yaratanların zenginliğini üreten araçlara sahip olmasıyla) gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Marx’a göre kapitalizm, doğasında bu eşitsiz yapıyı yeniden üretme eğilimindedir ve bu eşitsizliği doğuran özel mülkiyettir. Bu nedenle, Marx’a göre (temel) üretim araçlarının işçi sınıfı tarafından ve işçi sınıfı için kamusal aidiyeti ve idaresi anlamına gelen sosyalizm olmadan demokrasi düşünülemez.

3.5. Özel mülkiyetin kaldırılması ve proletarya diktatörlüğü

Marx ve Engels’e göre tarihteki bütün diğer hareketler ya azınlık hareketleriydi ya da onların çıkarları üzerine kuruluydu. Bu bağlamda proletarya hareketini diğerlerinden ayıran, onun geniş çoğunluğun çıkarlarını temsil etmesidir. Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, toplumun en alt tabakası olan proletaryanın, toplumun tümünü yükseltmeden kendisini yükseltemeyeceğini ifade ederler. (Engels ve Marx, 2000[1848]:254) İşçi sınıfının devrimi, kendisinden önceki devrimlerden farklıdır, çünkü işçi sınıfı kendi adına bir sınıf egemenliğini dayatmaz, gerçek demokrasinin serpilebileceği sınıfsız bir toplum yaratmayı hedefler. Bu bağlamda, yazarlar şunu belirtmektedir: ‘komünistlerin teorisi, özel mülkiyeti ortadan kaldırmak olarak özetlenebilir.’ Bu formüle açık bir itiraz, onu ‘kişisel özgürlük, eylemlilik ve bağımsızlık’ zemininde, bireyin kendi alın teriyle kazandığı kişisel mülkiyetine karşı bir durum olarak suçlamak olacaktır. Fakat yazarlar, bireyin kendi emeğiyle kazandığı mülkünün, yani bağımsız üreticilerin (küçük esnaf, zanaatkâr) özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasına gerek olmadığının altını çizerek,  bu mülkiyet biçiminin zaten kapitalist ekonominin gelişmesiyle ve sermayenin tekelleşmesiyle büyük ölçüde eridiğini ve erimekte olduğunu belirtmektedir. “Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır. Ama modern burjuva özel mülkiyeti, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.” (Engels and Marx, 2000[1848]:256)

Yukarıda kaydedildiği gibi, modern burjuvazinin mülkiyeti, bağımsız üreticinin mülkiyetinin aksine emek sömürüsü üzerine kuruludur; bu yüzden de farklı sosyal ve siyasal sonuçları bulunmaktadır. Bunun oluşması (azınlığın elinde) için gerekli koşullardan biri, bunun toplumun geniş bir çoğunluğunda bulunmamasıdır. Bu şartlar altında kapitalist olmak sadece kişisel bir durum değildir, toplumda ve üretimde statü ve toplumsal güç getirir. Dolayısıyla sermaye kamusallaştığında, bireysel mülkiyet kamusal mülkiyete dönüşmez. Değişen yalnızca özel mülkiyetin toplumsal karakteridir, sınıf karakterini kaybetmektedir. (Engels and Marx, 2000[1848]:257) “Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.” (Engels and Marx, 2000[1848]:258)

Kapitalist bir toplumu sosyalist bir topluma dönüştürmenin önemli adımlarından birisi proletarya diktatörlüğüdür. Marx ve Engels’in eserlerinin en tartışılan kavramlarından biri olan proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının siyasi egemenliği ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Marx ve Engels’in kullandığı anlamıyla ‘diktatörlük’ tiranlık ya da mutlakiyet; tek bir kişinin, ya da grubun demek değildir. Diğer bir deyişle proletarya diktatörlüğü gerçek demokrasinin kurulması dışında bir anlama gelmemektedir.

‘Diktatörlük’ teriminin bu biçimde kullanılmasının Marx ve Engels’e özgü bir durum olmadığından da bahsedilmelidir. Çağdaşlarına baktığımızda, diktatörlük teriminin, demokratik yönetim formlarının gelişmesinin ve evrensel oy hakkının aleyhindeki egemen sınıfın savunucuları ile aynı manada kullanıldığını görüyoruz. Hal Droper’in bu sorun üzerine yaptığı çalışmalarında kaydettiği gibi,

“The London Times gazetesi, bunun aşağı sınıfı ‘üstün’ kılarak gerçekte ‘mevcut seçmenleri’ vatandaşlık hakkından mahrum edeceği gerekçesine dayanarak, halkın çoğunluğuna oy hakkının verilmesine karşı öfke püskürdü. Manchesterlı sermayedarlar bir grevi, ‘Demokrasinin tiranlığı’ olarak suçladı. 1856’da Büyük Fransız Devrimi hakkında yazan liberal Tocqueville devrimin ‘aydın bir otokrat’ yerine ‘halkın egemenliği adına kitleler’ tarafından gerçekleştirilmiş olmasına hayıflanıyordu; devrim ‘halk’ diktatörlüğü dönemiydi diye yazdı. Şu son derece açıktı ki, ağlanıp sızlandığı ‘diktatörlük’ ‘halk egemenliğinin’ kurulmasıydı” (Draper, 1987:17).

Marx ve Engels proletarya diktatörlüğünü demokrasinin karşısına koymamaktadır. Aksine, bunun gerçek demokrasinin inşasına giden yol olduğunda ısrar etmektedirler. Bu, yetmiş iki gün süreyle proletarya diktatörlüğünün yaşandığı Paris Komünü analizlerinde açıkça görülmektedir. Engels, Marx’ın Fransa’da İç Savaş analizinin yeni baskısına yazdığı girişte proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olmayan Komün’ü ‘çatırdayan eski sistemin gücünün yeni ve doğrudan demokratik olanıyla yer değiştirmesi’ şeklinde tarif etmiştir. (Engels,1966[1891:17

Yeni sistemin iki karakteristik özelliği bulunmaktaydı. Marx’ın tarif ettiği şekliyle, “Eski hükümet iktidarının salt baskıcı organlarının kesilip atılması önemli olduğu kadar, bu iktidarın yasal görevleri de toplumun üzerinde üstünlük kurmuş olan otoriteden çekilip alınacak ve toplumun sorumlu bireylerine verilecekti. Her üç ya da altı yılda bir halkı aslında temsil etmeyen, yönetici sınıfın bir üyesinin seçimini kararlaştırmanın yerine, herkesin oy kullanma hakkı tıpkı kendi işi için işçi ve yönetim personeli arayan herhangi bir işverene hizmet eden bireysel seçim hakkı gibi, komünler biçiminde örgütlenmiş halka hizmet edecekti.” (Marx,1966[1871]:69)

Bu dönüşümü  etkileyen iki araç bulunmaktaydı. Memurların bütün diğer çalışanların aldığından daha fazla maaş almamasını garanti altına almak ve bütün seçilenlerin seçenler tarafından herhangi bir anda geri çekilebileceği temelinde kadroları oluşturmak. Fransa’da İç Savaş’ın ilk taslaklarında Marx, Komün’ün demokratik karakterini şu şekilde vurgulamaktaydı: “Komün – devlet gücünün toplum tarafından kendisini kontrol eden ve boyun eğdiren güçler yerine kendi geçim güçleri olarak halk kitlelerinin kendilerince yeniden elde edilmesi, baskının örgütlü gücü yerine kendi güçlerini oluşturması- toplumun onları ezenlerce benimsenen yapay gücü yerine toplumsal kurtuluşlarının siyasi biçiminin (kendi güçlerinin kendilerine muhalefet olması ve kendilerine karşı örgütlü olması) düşmanları tarafından ezilmeleri için yönlendiriliyor olması. Bu biçim bütün büyük şeylerde olduğu gibi yalındı.” (Marx,1966[1871]:168) Komün, devletteki tüm yalan dolanı ortadan kaldırmış, eğitimli bir zümrenin gizli kalmış vasıfları yerine işçi sınıfının faaliyetlerini kamusal işleyişin merkezine yerleştirmiştir. Komünün gelişme yönü Marx’ın vurguladığı gibi “halk için halk yönetimi” idi.

Marx ve Engels, kapitalist toplumun kol emeği ile kafa emeği arasındaki bir işbölümü üzerine kurulduğuna inanmaktaydı. Bu sebeple, bu tür bir üretime tekabül eden demokrasi bir sınıfın ne yapılacağına karar verdiği ve diğer sınıfın bu doğrultuda hareket ettiği bir siyasi düzendi. Yazarlar, sınıflı toplumu aşmak yerine proletarya demokrasisinin, temsili demokrasinin sınırlarını aşarak katılımcı demokrasiyi kurmayı amaçlaması gerektiğini tartışmışlardır. Bu proletarya demokrasisinin detaylı bir tarifini vermediklerinden, argümanları şüpheci bir okuyucu için fazlaca basit ve idealist görünebilir. Yine de Paris Komünü’nden sonra her ikisi de bu tür bir toplumun ipuçlarını gördüklerini öne sürmüşler, bütün eksikliklerine rağmen Komünü proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak ve gerçek demokrasiyi uygulamada önemli bir basamak olarak savunmuşlardır.

4. SONUÇ

Machperson, Locke’un metodolojisini öncelikle “özel mülkiyet hakkını doğa yasası ve doğal haklar temeline oturtmak, ardından özel mülkiyet hakkı üzerindeki doğa yasasından gelen tüm sınırlamaları kaldırmak” olarak tanımlamaktadır. (Macpherson, 1962:199) İkinci İncelemesi’ne Locke, mülkiyet haklarını kişinin kendi emeği üzerinden gerekçelendirmesiyle başlar. Burada, sonraları Marksistler tarafından özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için kullanılan emek değer teorisi, Locke’un doğal haklar üzerine kurulu tutarlı bir argüman ortaya koymasında çok önemi bir rol oynamaktadır. Locke için, bireysel varlık, özel mülkiyetinin karşılıklı kabulü dışında topluma hiçbir borcu olmayan, “yaşam, özgürlük ve mal varlığı” hakkının sahipliğinden ibarettir. Bundan dolayı özel mülkiyet insan doğasının ayrılmaz bir parçası olarak tamamıyla kişiseldir.

Tam bu noktada Locke,  mülkiyet üzerindeki emek kısıtlamasının üzerinden gelmek için ‘çim argümanını” ortaya atmakta ve emeğin de, bir mülkiyet biçimi olduğu için kişinin kendisine ait olmasına gerek olmadığını eklemektedir. Savındaki bu ani dönüşle birlikte özel mülkiyet tanımlaması, bağımsız üretici ile sermayedarın özel mülkiyetleri arasındaki çizgiyi çizen toplumsal bir karakter kazanmaktadır. Bu argümandan sonra sermayenin kısıtlandırılmadan birikmesi için pozitif bir ahlak temeli oluşturmak adına diğer sınırlamalara değinmektedir. Para ile olan ilişkide zımni bir uzlaşmaya giriş, bu meşrulaştırmanın önemli bir adımıdır. İcadından itibaren para, bozulabilen bir madde olmadığından, insanoğlu için sermayeyi artırmak ve ihtiyaçtan fazlasını biriktirmek akıllı bir seçim olmuştur. Bu, servet eşitsizliğinde büyümeye ve bireyler arasındaki çatışma olasılığının artmasına yol açmış, böylece eşit olmayan aidiyetleri korumak üzere bir sivil toplum ihtiyacı yaratmıştır.

Böylelikle Locke’un geçmişte ağırlık verdiği doğal haklardaki eşitliğin, farklılaşan haklara dönüşmesini görmekteyiz. Çalışkan ve zeki olan haklı bir şekilde toprağı ele geçirir ve geri kalanlara hayatta kalmak için yalnızca emeklerini satma seçeneğini bırakır. Bireyler bundan böyle toprak edinme doğal hakkına sahip değillerdir ve mülksüzler diğerlerinin yargı ve yönetimine tabiidirler.

Batı ülkelerinde 20. yy.’ın başlarına değin uygulanan oy hakkı kısıtlamalarının Locke’un teorisinin kaçınılmaz bir sonucu olup olmadığı halen akademide önemli yer tutan bir tartışma konusudur. Yine de rahatlıkla Locke’un teorisinin büyük servet eşitsizliklerine izin verdiğini ve bunun siyasi sonuçlarını meşrulaştırmaya çalıştığını öne sürebiliriz.

Machperson’ın altını çizdiği gibi, Locke’un liberalizminin büyüklüğü, onun iyi bir toplumun şartı olarak özgür ve akıllı bireyi öne sürmesinde yatmaktadır. Ancak, bu görüşün “acıklı tarafı, tam da bu iddianın zorunlu olarak ulusun yarısı için bireyciliğin inkarı anlamına gelmesinde yatıyordu.” (Macpherson, 1962:262)

Locke’un aksine Marx adalet ya da doğal hak zemininde tartışmaz. Marx’a göre her üretim modeli kendi ahlaki standartlarını ve kültürel değerlerini yaratır, bu yüzden mutlak bir doğru ya da yanlış yoktur. Kapitalist üretim modelinde özel mülkiyet diğer bütün kişisel hakları bastırmaktadır.

Marx aynı  zamanda emek değer teorisinin kapitalist özel mülkiyeti meşrulaştırmak üzere kullanılmasını da eleştirmektedir ve bu argümanın yalnızca tamamen farklı zeminlerde işleyen bir ‘bireysel mülkiyet sistemi’ altında bir anlam ifade edebileceğini öne sürmektedir. İş bölümü ve üretim araçları üzerinden uzmanlaşmaya dayalı kapitalist üretim modeli altında özel mülkiyet bir sınıfın diğeri üzerinde egemenliğini arttıran bir sosyal karakter kazanmaktadır. Locke mülkiyet hakkını bireysel özgürlüğün temeline koyarken, Marksistler bireysel özgürlüğün yalnızca özel mülkiyet hakkının ortadan kaldırılmasıyla elde edilebileceğini söylemektedirler. Marx açısından, üretim modelinden kaynaklanan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak üretim, kişinin zihinsel ve fiziksel yaşamını belirleyen, insanlığını yitirmesine yol açan bir güç olmaktadır. Bu insanlıktan uzaklaşma durumu yabancılaşma olarak adlandırılmakta ve bireyi pazarda alınıp satılabilen bir meta haline getirmektedir. Ve insanın gerçek benliğini geri almasının tek yolu devrimci bir proletarya diktatörlüğü süreci ile ‘özel mülkiyet özgürlüğü’nü ‘özel mülkiyetten kurtuluş’a taşımasıdır. Marx ve Engels, toplumun en alt tabakası olarak proletaryanın, toplumun tümünü yükseltmedikçe kendisinin de yükselemeyeceğinin altını çizmektedir. (Engels and Marx, 2000[1848]:254) Bu yüzden işçi sınıfının devrimi kendi adına sınıf egemenliğini yeniden üretmeyi değil gerçek demokrasinin yeşerebileceği ve bireysel özgürlüklerin elde edilebileceği sınıfsız bir toplum yaratmayı hedeflemektedir.

Kaynakça

Day, J.P. 1966. “Locke on Property”, Philosophical Quarterly, Volume 16, 207-220.

Draper, Hal. 1987. The ‘Dictatorship of the Proletariat’ from Marx to Lenin, Monthly Review Press.

Engels, F.1966 [1891]. The Civil War in France, People’s Publishing House, Peking.

Engels, F. 1972 [1884].The Origin of the Family, Private Property and the State, International Publishers, New York.

Engels F.and Marx K. 2000 [1848]. “The Communist Manifesto”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.

Sichel, B.A. 1972. “Karl Marx and the Rights of Man”, Philosophy and Phenomenological Research, Volume 32, 355-360.

Locke, J. 1988 [1690]. Two Treatises of Government, Cambridge.

Macpherson, C.B. 1962. The Political Theory of Possessive Individualism, Oxford.

Marx, K. 1966 [1871]. The Civil War in France, People’s Publishing House, Peking.

Marx , K. 1977 [1867]. Capital Volume One, Vintage Books, New York.

Marx, K. 2000. Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .

Marx, K. 2000 [1843]. “On the Jewish Question”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.

Marx, K. 2000 [1844a]. “On James Mill”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.

Marx, K. 2000 [1844b]. “Economic and Philosophical Manuscripts”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .

Marx, K. 2000 [1875]. “Critique of the Gotha Programme”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .

Wood, A.1972. “The Marxian Critique of Justice”, Philosophy and Public Affairs,Volume I, 244-282.

Kürt bölgesinde işçi hareketindeki gelişmeler; sınıf partisinin görev ve sorumlulukları

Başta ABD olmak üzere, kapitalist merkezlerden başlayarak, iki yıldan bu yana etkisi ağırlaşarak devam eden ekonomik kriz derinleşerek sürüyor. Son aylarda, Yunanistan’da yaşananlar, İspanya, İtalya, Portekiz’de olup bitenler, İngiltere, Almanya ve Fransa’da süren panik, krizin kapitalizmin merkezlerini sarsacağını, artan sömürü ve baskı altındaki işçi ve emekçilerinse, bu duruma karşı sessiz kalmayacaklarını gösteriyor. Yunan halkının hükümetin saldırıları karşısında gösterdiği tepkiler, grevler, genel grev ve direniş tutumu, umut vaat etmeye devam ediyor.

Türkiye burjuvazisinin krizin yükünü işçi ve emekçilere yıkmaya dönük AKP Hükümeti destekli saldırılarının sonucunda milyonlarca işçinin işini kaybetmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, çalışma koşullarının giderek ağırlaşması vb. gelişmelerle birlikte, ülkemiz işçi hareketinde de yeniden bir yükselme eğilimi görülüyor. Özelleştirme politikası sonucunda peşkeş çekilen TEKEL işletmelerinin kapatılmasından sonra, iş güvencesiz ve kölece çalışma koşulları dayatılan işçilerin direnişi, bu gelişmenin en çarpıcı göstergesidir. 4-C statüsüne karşı özlük hakları için Ankara’da 78 gün süren bir direniş gerçekleştiren TEKEL işçilerinin mücadelesi, aynı zamanda, krizin ve krizi bahane ederek daha dizginsiz bir sömürüyü dayatan sermayeye karşı işçilerin birikmiş öfkesinin açığa çıkmasını sağlayan bir mevziiye dönüştü. Ya da zaten patlamaya başlayan bu öfkenin, en kitlesel ve en çok ses getiren mücadele biçimini aldığı için, irili ufaklı pek çok işçi mücadelesinin güç ve cesaret alarak tutunduğu, buradan feyiz alarak ilerlediği bir dönemeç işlevi gördü, TEKEL direnişi. İşçi sınıfının gücü, küçük bir bölüğü bile birleşince ve kararlı olunca neler yapabileceği, sınıf dayanışmasının, büyük bölümü sendikasız ve örgütsüz olan, pek azı örgütlü olan işçi sınıfının ülke genelindeki bir günlük iş bırakma eyleminin bile ülkeyi ve tüm hayatı nasıl etkileyebildiği görüldü. Bununla birlikte, işçi sınıfı adına uzunca bir süredir pek hatırlanmayan ve çoğu ‘sol’ kesim tarafından bile burun kıvrılan özellikler, işçi sınıfına ve emekçilere yeniden güven veren ve eylemini teşvik eden bir dayanağa dönüştü.

TEKEL Direnişi ile sembolize olan son dönem işçi ve emekçi hareketinin; sendika üst yapılarını ve sendikal bürokrasiyi de zorlayan bir özellik göstermesinden, demokrasi mücadelesiyle de son derece özgün ve sağlam bağlar kuran yönlerine kadar, üzerinde durulması gereken pek çok yanı var şüphesiz. Bunlar birçok yönüyle hem günlük işçi basınında hem de Özgürlük Dünyası’nda pek çok yönüyle işlendi, işleniyor. Bu yazının amacı; Kürt Bölgesinde TEKEL işçileri, Antep Çemen Tekstil ve Diyarbakır Tuğla İşçileri’nin, Adıyaman TPAO işçilerinin mücadele ve direnişleri üzerinden işçi hareketindeki gelişmeleri ve sınıf partisinin bu gelişmeler karşısında bugünkü pozisyonunu değerlendirmek, görev ve sorumluluklarına dikkat çekmektir.

SÜRMEKTE OLAN ULUSAL MÜCADELE VE GELİŞMEKTE OLAN SINIF MÜCADELESİ

Bölgede ulusal baskı ve ezilmişliğe karşı Kürt halkının sürdürdüğü ulusal özgürlük mücadelesi tüm yakıcılığıyla sürmektedir. Yerel seçimlerden sonra ortaya çıkan tablodan ve arkasından 34 kişilik PKK grubunun “barış, diyalog ve demokratik açılımın önünü açmak” amacıyla Kandil ve Maxmur Mülteci Kampı’ndan dönmeleri esnasında ortaya çıkan güçlü demokratik gösteriden ürken  AKP hükümeti, askeri çizgiye dayalı açık tutum almayı hızlandırdı. Burjuva gericilik söylemde de olsa “çözüm” demekten tümüyle vazgeçerek, saldırılarını daha da arttırdı. Operasyonlar artarak devam ederken, ABD, Irak. Türkiye yönetimleri eksenli saldırı planlarına, İran yönetimi de, Türkiye yönetimi ile eşgüdüm içinde katılmış bulunuyor. Bir yandan Kürtlerin yaşadıkları alanlara yönelik askeri operasyonlar ve köylerin bombalanması sürerken, Ahmedinejat yönetimi, kurduğu idam sehpalarında Kürt aydın ve gençlerini katlediyor.

İçeride Kürt ulusal güçlerine, yasal demokratik ulusal partiye, yerel kurum ve yerel yönetimlere karşı baskı, tutuklamalarla süren gemi azıya almış bir saldırganlık sürerken, AKP hükümeti, generallerle mutabakat içinde, sınır içinde ve ötesinde operasyonları arttırmış bulunuyor. Türkiye’nin batısındaki şehirlerde devlet destekli provokasyonlar ve fiziki saldırılar dinmiyor. Kapatılan DTP’nin Genel Başkanı ve milletvekilliği mahkeme kararı ile düşürülen Ahmet Türk’e yönelik Samsun’da gerçekleştirilen saldırıdan sonra, Muğla Üniversitesi’nde bir Kürt genci daha öldürüldü. AKP hükümeti dil, kimlik, eşit haklar, bölgesel özerk yönetim, barış ve kardeşlik gibi talepler ileri süren Kürt halkına karşı, bir süredir sürdürdüğü ikiyüzlü politikayı da bir kenara bırakarak, saldırıda gemi azıya almış durumda. Kürt halkının saldırılar karşısında sinmeyen ve süren direnişi, operasyon ve çatışmalara karşı gelişen kitlesel barış eylemleri ve İmralı Cezaevi’nde tutulan Abdullah Öcalan’ın 31 Mayıs’tan sonra müdahale eden olmaktan çekileceğini açıklamış olması da düşünülünce, devletin sorunun barışçı ve demokratik çözümü için diyalog geliştirirci bir adım atmaması halinde, çatışmaların daha da tırmanacağı görülüyor.

İşçi sınıfı devrimcileri, Kürt halkının eşitlik talebinin karşılanması, demokratik çözüm, barış ve özgürlük özleminin sona ermesi için sürdürdüğü tutumda ısrar edecek ve mücadele etmeyi sürdürecektir. Bununla birlikte, Kürt işçi sınıfının partisi olarak sınıfın örgütlenmesi ve sınıf mücadelesinin yükseltilmesi kararlıca sürecektir. Emek Partisi Bölge Örgütü tarafından 2009 Kasım’ında gerçekleştirilen konferansta da özel bir vurgu yapılarak belirtildiği gibi, Bölge’de işçi sınıfının ve yoksul Kürt emekçilerin örgütlenmesi ve işçi hareketine yaslanarak politik mücadelenin yükseltilmesi, bir sınıf partisi bakımından hayati derecede önemlidir. Konferansın gerçekleştirildiği döneme ve sonrasına denk gelecek şekilde, sınıf hareketine dair Türkiye genelinde yaşanan gelişmelere de bağlı olarak, Kürt Bölgesinde de, başta TEKEL işçileri olmak üzere, birçok mücadele ve direniş yaşandı. Adıyaman TPAO işçilerinin mücadelesi, Yine Adıyaman’da taşeron şirkette çalışan yol işçilerinin Yol-İş Sendikası’nda örgütlenmeleri, Antep Çemen Tekstil İşçilerinin 76 gün süren grev ve direnişi, 12 Tuğla fabrikasında başlayan ve ücretlerin artışıyla sonuçlanan direniş, örgütlenme mücadeleleri sürmekte olan Diyarbakır Tuğla işçilerinin direnişi, yine özel sektöre peşkeş çekildikten sonra kölelik koşullarında çalışan Elazığ Ferro Krom işçilerinin sendikalaşma girişimi, Mermer işçilerinin örgütlenme arayışları, Dersim’de gıda iş kolundaki sendikalaşma, yine Dersim’de taşeron işçisi sağlık çalışanlarının sendikaya üye olmaları ve enerji sektöründeki işçilerin örgütlenme çabaları, Diyarbakır’da, Urfa’da bu yönlü gelişmeler, Kürt işçi ve emekçi hareketindeki gelişmenin yönüne işaret eden mücadele deneyimleri olarak ortaya çıktılar. 2009 yılı 25 Kasım kamu emekçileri grevi, 4 Şubat TEKEL işçileri ile dayanışma eylemleri, 2010 Newroz kutlamalarındaki emekçi talepleri ve yine 1 Mayıs’ın birkaç il ile sınırlı da olsa, önceki yıllarla kıyaslandığında, daha kitlesel kutlamalara sahne olması da, bu tabloya eklenmelidir.

Bu gelişmeler, ulusal direnişin ikinci plana ittiği sınıf taleplerinin artık kendi mecrasında hissedilir olarak ilerlediğini göstermektedir. Sınıf partisinin bu mücadelelerde nasıl bir rol oynadığını ve ortaya çıkan bu imkânlardan, işçi hareketini ilerletmek ve sınıf partisini bu hareketin içinden çıkmış ileri işçi kitlesiyle yeniden örgütlemek için ne kadar yetenek gösterdiğini değerlendirmek üzerinden atlanamayacak kadar önemlidir.

TEKEL İşçileri katalizör görevi gördü;

Kürt işçi sınıfı ulusal dil ve kimlikle bir adım ileri çıktı

Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Urfa, Muş, Bitlis, Malatya gibi TEKEL İşletmelerinin bulunduğu Bölge illerinden, giderek Ankara’daki direnişte önemli bir rol oynayan TEKEL işçilerinin mücadelesi, Bölge’de işçi hareketinde bir kıpırdanmaya vesile olduğu gibi, siyasal alanda da emek ve sınıf eksenli değerlerin ve söylemlerin yaygın bir şekilde karşılık bulmasına neden oldu. Diyarbakır’da 1 milyona yakın katılımla gerçekleşen, Bölge illerinde yüz binlerin katıldığı Newroz kutlamaları ve 1 Mayıs mitinglerinde, işçi sınıfı mücadelesine ve işçi ve emekçilerin taleplerine yapılan vurgu ve söylemlerin önceki yıllara oranla daha çok öne çıkması bile, tüm Türkiye’de olduğu gibi, Bölge’de de işçi hareketinin artan etkisini görmek bakımından önemli bir göstergeydi.

Gerek TEKEL işçilerinin mücadelesi, gerekse Diyarbakır Tuğla işçileri ve bazı farklılıklar gösterse de, Antep Çemen Tekstil ve Adıyaman TPAO işçilerinin mücadelesi, Bölge’de giderek Kürt ulusal karakterli, kendi kültürel motifleriyle şekillenen bir işçi hareketinin gelişmekte olduğunu göstermektedir. Bölge’de önceki yıllarda yaşanmış işçi mücadeleleri düşünüldüğünde, çoğunlukla, Kürt ulusal mücadelesinin taraftarı olan işçilerde bile kendi ulusal dili ve kimliğiyle taleplerini ifade etmekten ve harekete ulusal rengini vermekten imtina eden bir eğilimin olduğu hatırlanacaktır. Sinan köylülerinin, toprak ağasına karşı verdikleri mücadelede Türk bayraklarını dikkat çekici bir biçimde öne çıkarmaları, bu durumun çarpıcı örneğidir. Son dönem ortaya çıkan mücadelelere bakıldığında ise, tam tersine, Kürt işçilerinin kendi dili ve kimliğiyle mücadeleye kendi rengini verdiği, Newrozlara kendi sınıfsal talepleriyle katıldığı gibi, sınıfsal mücadele içinde de ulusal-demokratik içerikli taleplerini dillendirmekten çekinmediği görülmektedir.

Ankara’da Kürt TEKEL işçilerinin ortak talepler için birlikte mücadele ettiği Türk işçilere Kürt sorununu da anlatmaları, kendi dillerinden türküler söylemeleri, oyunlar oynamaları, Antep’te Çemen’deki Kürt işçilerin Türk işçileri de yanlarına alarak, EMEP’le birlikte Newroz’a, ardından 1 Mayıs’a katılmaları, Diyarbakır’da 12 tuğla fabrikasında ortak talepleri için harekete geçen işçilerin direnişin devamı için sürdürülen çalışmaları ve açıklamalarını Kürtçe yapmaları gibi örnekler, bu eğilime işaret eden son derece ileri örneklerdir.

Bu durum, Kürt ulusal hareketine, Kürt işçilerinin, işçi hareketi olarak müdahil olmasının imkânlarını arttırdığı gibi, sınıf partisinin, Kürt işçilerle, ulusal talepleri de kapsayan sınıf talepleri üzerinden buluşmasını da kolaylaştırmaktadır. Bu gelişmeler, uzunca bir süredir, sınıf partisinin Kürt işçiler içinde edindiği saygınlığın ve “işçi olarak sınıf partiliyiz, ama Kürt olarak ulusal partili…” tutumunda yansıyan sınırlı sahiplenmenin, “Kürt olarak da, işçi olarak da sınıfın partisindeyiz”e evirilme imkânlarının da arttığını göstermektedir. Çemen Direnişi’nde, ileri çıkmış, aynı zamanda ulusal taleplere sıkıca bağlanmış bir bilince sahip işçilerin sınıfın partisinde örgütlenmeye başlamaları, yine TPAO’daki direniş içinde ve çevresinde yer alan işçilerin sınıf partisinde örgütlenmeleri de, gelişmenin bu yönüne işaret etmektedir. Adıyaman’da bulunan TPAO (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) işletmelerinde çalışan ve Petrol-İş’te örgütlü olan bin civarındaki işçi içinde sınıf partisinin son dönem çalışması olumlu sonuç vermeye başlamış ve sendika yönetiminde ve işyeri temsilcileri içinde, ileri işçilerin tutumunda gözle görülür bir gelişme kaydedilmiştir. Bölge’de son derece önemli bir yer tutan bu işletmelerin bulunduğu Batman başta olmak üzere, diğer illerde de, sınıf partisi Bölge örgütünün dönemsel sendikal platformuna uygun, aynı zamanda demokrasi mücadelesini de içeren bir çalışmanın yükseltilmesi zorunludur.

Sınıf partisi için, bu bakımdan henüz bir eşikte bulunulduğu söylenebilir. Ancak ve bu eşiğin kendiliğinden doğal bir süreçle aşılacağını beklemek ise saflık olur. Sınıf partisinin, son dönemde, Bölge işçi sınıfı içinde, başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, politik meseleleri ve sınıf partisinin Kürt ulusal hareketi ile farklılıklarını işçilerle açıklıkla tartışıyor olmasının önemli payı bulunuyor. Sınıf partisinin, işçileri kendi politik platformuna kazanmaya çalışmaktan geri durmama konusunda daha cesaretli davranmasının, olumlu bir gelişme olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Bu olumlu gelişmelerle birlikte, sınıf partisi içinde de zaman zaman duyulan “BDP işçi taleplerini önemsemiyor, işçi mücadelelerine duyarsız kalıyor” yönlü yakınmaların da yersiz olduğunu hatırlatmakta yarar var. Zira BDP’nin, son Newroz ve 1 Mayıs’larda öne çıkan emek eksenli söylemlere daha çok vurgu yapması gibi olumlu gelişmeler olmakla birlikte, TEKEL Direnişi ve Bölge’de ortaya çıkan Sinan köylülerinin mücadelesi, Akyıl işçilerinin sendikalaşma mücadelesi ve diğer işçi mücadelelerine genellikle seyirci kaldığı biliniyor. Kamu işyerleri ve belediyelerdeki emekçilerin sendikalaşma mücadelesinde ön açıcı olmakla beraber, ulusal hareketin, özel sektördeki fabrika ve işletmelerin örgütlenmesi ve sınıf eksenli taleplerin sahiplenmesinde, ulusal birliği her şeyin önünde tutuğunu söylemek gerek.

Ancak Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf partisi ve onun üye ve örgütçüleri bakımından, Kürtlerin ulusal-demokratik talepleriyle sınırlı bir politik hareketin, bir ulusal partinin sınıf mücadelesinde aynı düzeyde tutum alması ve katılım sağlamasını beklemek, bu olmadığında ise bu durumdan yakınmak, en başta kendi varlık nedenini yeterince anlamamak, ulusal demokratik bir partiden ise sınıf partisi olmasını ve buna uygun bir tutumlar almasını beklemek olur.

Esas olarak kafa yorulması ve yanıt verilmesi gerek soru, Ankara’daki direniş  sona erdikten sonra illerine dönen TEKEL işçilerinin mücadelesini yerellerde, o illerdeki ya da Bölge’deki işçi ve emekçilerle, sendikalar ve demokrasi güçleriyle birleştirerek ilerletme yönündeki sınıfın partisinin ısrarla dikkat çektiği mücadele hattının ne kadar ilerletildiği, Adıyaman, Diyarbakır, Muş ve Bitlis’te yapılan birkaç eylem ve bu yönlü girişim dışında hayat bulup bulmadığıdır. TEKEL işçilerinin mücadelesinin yerellerde, diğer emek güçlerini de etrafında birleştirerek ilerlemesi için, kısmen Adıyaman ve Diyarbakır’da yapılanlar dışında tutularak söylenecek olursa, Kürt işçi sınıfının örgütünün bu konuda görev ve sorumluluklarını layıkıyla üstlenip üstlenemediği özenle değerlendirilmelidir.

TEKEL işçilerinin bulunduğu iller başta olmak üzere, Kürt Bölgesinde, OSB ve sanayi sitelerinde, tekstil, gıda, mermer, tuğla, kamu hizmeti vb. sektörlerde kölelik koşullarında çalışan işçileri, mevsimlik tarım işçilerini, özelleştirme ve 4-C tehdidiyle yüz yüze olan diğer alanlardaki kamu işçilerini, tüm Bölge’de neredeyse nüfusun yarısını oluşturan işsizleri, kamu emekçilerini ve az çok örgütlü olan diğer sendikal güçleri talepleri etrafında örgütleyecek bir mücadeleyi örme görevi, şüphesiz, ancak bir sınıf partisinin işi olabilir. Bu da, ancak sınıf partisinin Bölge’deki bütün güçlerini, araç ve olanaklarını doğru şekilde seferber etmesiyle mümkündür. Kürt bölgesinde, TEKEL işçilerinin bulunduğu her ilde, hali hazırda sınıf partisinin bu işi birlikte örgütleyebileceği, üstelik direniş boyunca gazete ve televizyon başta olmak üzere, tüm araçları ve gücüyle yarattığı son derece olumlu etkiyi, güveni ve saygınlığı yakından hisseden çok sayıda ileri TEKEL işçisi, bunun en büyük güvencesidir. Bunu başarmak, TEKEL işçilerinin mücadelesi etrafında Bölge’de işçi hareketini örgütleme ve ilerletme imkânını ortaya çıkaracağı gibi, sınıf partisinin, aynı zamanda Bölge’deki il örgütlerinin, başta ileri çıkan TEKEL işçileriyle olmak üzere, kendini Kürt işçi sınıfının ileri ve mücadeleci unsurlarıyla yeniden örgütlemesi olanağını da yakalaması demektir. Böyle bir mücadeleyi örmek için son derece önemli imkânlar ortaya çıkmış olmasına rağmen, bu olanağın değerlendirilememiş olmasında, işçi hareketi ve sendikal mücadelenin genel zaafları, TEKEL mücadelesinin belirli bir aşamadan sonra hemen her yerde çözülme sürecine girmiş olması vb. gibi, yalnızca Bölge’ye özgü olmayan pek çok faktörden söz edilebilir. Ancak bütün bunlarla birlikte, bu durumun, Bölgede sınıfın politik örgütlenmesinin zaaf ve yetersizliklerine de işaret ettiği gerçeğini görmezden gelemeyiz.

Tamamen tükenmiş  ve telafi edilemez bir süreçten bahsetmiyoruz şüphesiz. Tabii ki, hem TEKEL işçilerinin mücadelesi eski sıcaklığıyla olmasa da, halen sürmektedir, hem de bu mücadele bitse bile, Bölge’de sınıf hareketi, TEKEL işçilerinin mücadelesine bağlı olmadan da gelişip güçlenmek için oldukça fazla nedene ve imkâna sahiptir. Kaldı ki, Bölge’de TEKEL işçilerinin olduğu her ilde, eğer sınıf partisi elindeki imkânları gerektiği gibi değerlendirebilirse, hala, partiyle daha ilerden birleşebilecek ve Bölge’de Kürt işçi sınıfının mücadelesini örgütlemede görev alabilecek yüzlerce TEKEL işçisiyle buluşabilecektir. Ancak bu da dâhil olmak üzere, yukarıda saydığımız görevlerin neden başarılamadığını daha iyi anlayabilmek için, Bölge örgüt çalışmasının bazı zaaflarına bu örnek üzerinden tekrar değinmekte fayda var.

Başta Kürt bölgesi örgütü olmak üzere, bölge düzeyinde hareketi takip etmekte ve belli başlı illerde parti örgütlerinin çalışmasına gerekli müdahalelerin yapılıp yapılmadığı ya da yeterli olup olmadığı değerlendirilmelidir. Adıyaman, Diyarbakır ve Malatya gibi il örgütleri ve TEKEL işçileriyle güçlü bağların olduğu illerde belli ölçüde bir çaba ve bazı örnek çalışmalar yapılabilmiş olsa da, bir süre sonra,sendika ve işçiler arasında yaşanan ayrışma, işçiler içinde yaşanan bölünme ve yereldeki diğer sendikal güçlerin duyarsızlığı, sağdan ve soldan çekiştirmeler gibi sorunları aşmada yetersiz kalındığını saptayarak, müdahale etmek gerektiği görülüyor. Bölge Örgütü’nün müdahalesine ve daha ilerden yardımına ihtiyaç olmasına rağmen, bunun ne ölçüde yapıldığı doğru değerlendirilebilirse, yeni adımlar atmak mümkün olacaktır. Ayrıca bu iller dışında, Batman, Bitlis, Muş gibi sınıf partisinin daha örgütlenemediği ya da Urfa gibi zayıf olduğu illerde de, TEKEL işçileriyle bağ kurma ve buraları daha yakından takip ederek mücadeleyi örgütlemeye yardımcı olmak, buradaki işçi mücadelesini ilerletebileceği gibi, sınıf partisinin bu illerde, işçiler üzerinden örgütlenmesi bakımından da önemli olanaklar sunabilir. İlk bölümde sözü edilen eksikliği de bir yönüyle koşullayan başka bir zaaf ise, sınıf örgütlerinin illerde sürdürülen günlük örgüt çalışmasının birkaç kişi üzerinden yürüyen dar bir çalışma olmaktan kurtulamamış olmasıdır.

Günlük işçi gazetesi ve halk televizyonunun Bölge’de işçiler üzerinde yarattığı  olumlu etkiye rağmen, sınıf partisinin örgütlerinin bu etkiyi politik bir olanağa dönüştürme yeteneği göstermedeki yetersizliklerini de görmek gerekiyor. Bölge’de gelişen bu işçi mücadelelerinde işçilerle bağ kurmada son derece önemli imkânlar sunan bu araçlar gerektiği gibi etkili kullanılmadığı gibi, bu araçlar üzerinden işçilerle kurulan bağların bu arkadaşlar EVRENSEL ve Hayat TV’den. Sesimizi duyuruyorlar, bize çok yardımcı oluyorlar, sağ olsunlar” gibi duygularla sınırlı kalması kabul edilir şey olmasa gerek.

Bazı olumlu örnekleri dışında tutarak söylersek, bu tür mücadelelerde, sınıf devrimcilerinin işçilerle kurduğu bağ şundan ibaret: haberlerini yapmak, bildirilerini yazmak ve dağıtmak, yereldeki sendikaların ve diğer güçlerin desteğini örgütlemek, mücadelenin nasıl ilerlemesi gerektiği konusunda yardımcı olup yol göstermek vb. Bunları yapmak, şüphesiz sınıf partisi için görev ve hatta bunları daha etkili yapmak için daha çok çaba sarf etmek olağan sayılabilir. Ancak işçi sınıfının iktidar mücadelesini amaçlayan devrimci partisi, işçilerin sendikal, ekonomik talepli mücadelelerine yardımcı olurken, esas meramı, asıl amaca ulaşmak üzere onun en ileri unsurlarının aynı zamanda partisinde örgütlenmesini ve kendini sınıf olarak örgütlemek üzere politika yapmasını sağlamaktır. Bu da, işçilerin o günkü mücadelesinin sorunları ve ihtiyaçlarının ötesinde, bütün bir sınıfın mücadelesini, partinin ne yapmak istediğini, neden var olduğunu açıklıkla anlatmayı ve partide politika yapmaya çağırmayı gerektirir. İşin bu kısmını, o sendikal örgütlenme, grev veya direnişin sıcaklığında genellikle daha sonraya ertelediğimiz için, mücadele şu veya bu şekilde sonuçlandıktan sonra, geriye, ileri işçilerle sürdürülebilen pek az ilişki kalmakta ya da hiç kalmamaktadır.

ÇEMEN GREVİNİN GÖSTERDİKLERİ VE ÇIKARILMASI GEREKEN SONUÇLAR

Antep’te Çemen Tekstil işçilerinin, ücretlerinin düşürülmesi karşısında giriştikleri örgütlenme/sendikalaşma mücadelesi ve DİSK Tekstil Sendikası’nda hâkim olan sendikal bürokrasinin bütün uğursuz rolüne rağmen, 74 gün süren grevi başarıyla bitirmesi, Antep ve Adıyaman, Maraş gibi on binlerce tekstil işçisinin örgütsüz ve kölelik koşullarında çalıştığı Bölge illeri için mücadelenin önünü açacak örnek bir mücadele olmuştur. Burada, dikkatini işçi sınıfından ayırmayan Antep parti il örgütünün, grevin başından itibaren, yüzlerce işçiyle bağ kurarak, işçilerin inisiyatif alıp grev komitesi oluşturmalarını ve bu komiteyle grevin sonuna kadar mücadeleye önderlik etmesini sağlamayı başarmış olması, ayrıca olumlu bir çalışma olmuştur. Sendikanın grevi etkisiz hale getirme çabaları, işçilerin iradesini ve taleplerini yok sayan tutumu, patronun arka arkaya devreye soktuğu oyunları, içerde normal üretimi tamamen verecek sayıda grev kırıcı işçinin olması, polisin ve devlet güçlerinin baskısı vb. gibi pek çok olumsuz faktöre karşın, işçilerin, normal şartlarda yıllar sürse bitmeyecek bir grevi, üretimi engelleyen bir direnişe çevirerek başarıyla bitirmesi, pek çok bakımdan sonuçlar çıkarmayı gerektiren bir mücadele olmuştur.

Parti il örgütünün, daha grevin ilk gününde, işçilerin kendi içinde en ileri işçilerden oluşan bir komite oluşturmasını sağlayarak, grevin gidişatını sendika yönetiminin insafına bırakmadan, mücadeleye önderlik etmesini sağlamada gösterdiği cesaret ve mücadelenin her aşamasında yerinde ve doğru müdahalelerde bulunmasının yanı sıra, başta il yöneticileri ve kamu emekçileri olmak üzere, en ileri kadrolarını bu mücadelede seferber etmeyi başarması, bu mücadelenin sonucunda olumlu örneklerin çıkmasında belirleyici olmuştur. Grevin bitmesini beklemeden, komitede yer alan ileri işçileri partiye kazanma ve üye yapmada gösterilen refleks de, eleştirilegelinen bir tutumun aşılmasında önemli bir adım olmuştur. Ayrıca grev boyunca, grevdeki işçilerle dayanışmanın örgütlenmesi, yereldeki diğer emek güçlerinin de olabildiği kadarıyla seferber edilmesi, grevin Başpınar OSB (Organize Sanayi Bölgesi)’de bulunan on binlerce işçiye duyurulması için yürütülen çalışma ve bütün bu çalışmada eksiklikler olmakla birlikte gazete ve televizyonun kullanılması, olumlu sayılabilecek bir çalışmadır. Bazı haber ve röportajların direnişteki işçiler tarafından yapılması ise, diğer olumlu bir örnek olmuştur.

Ancak bütün bu olumluluklara rağmen, mücadelenin sıcaklığı içinde aynı koşullarda, hatta köleliği aratmayan daha ağır koşullarda çalışan on binlerce işçinin bulunduğu OSB’deki başkaca tekstil fabrikalarının ilgi ve arayışına rağmen, Çemen Tekstil işçilerinin mücadelesinin yaygın bir sendikalaşma ve örgütlenme mücadelesine dönüştürülememiş olması, ciddi bir yetersizlik olarak kaydedilmelidir. Bunu başarmak için, Çemen Tekstil’in komite üyeleri başta olmak üzere, ileri işçileri önemli bir imkân olarak değerlendirilebilecekken, bu yönlü eğilim ve yönelimi yaşama geçirmek başarılamamıştır.

Uzun yıllardır pek çok tekstil fabrikasında işçilerin sendikalaşma talebiyle örgütlendikleri ve her defasında sendikaların bürokratik ve uzlaşmacı çizgisi yüzünden bu girişimlerin başarısızlıkla sonuçlandığı  biliniyor. Çemen Tekstil işçilerinin, sendikanın geri tutumunu da aşan grevini başarıyla bitirerek sözleşme yapmayı başaran mücadelesi, Antep’te ve başta Adıyaman ve Maraş olmak üzere bölge de, kölelik koşullarında çalıştırılan tekstil işçileri içinde yaygın bir sendikalaşma mücadelesinin örgütlenmesi için önemli bir olanak yaratmıştır. Tekstil işçilerinin örgütlenmesinde, bu gelişmenin, sınıf partisinin yarattığı güven daha iyi değerlendirilebilirdi. Bunun için henüz geç kalınmış olmamakla birlikte, bunun henüz başarılamamış olmasında, Antep parti örgütünün ufkunu bu işyeriyle sınırlamış olmasının, zaman zaman diğer işyerlerine seslenen bir çalışma yürütülse de, böyle bir mücadeleyi örgütleyebilecek düzeyde seferber olmaktan ve buna yeterince kafa yormaktan uzak kaldığı inkâr edilemez. Antep’te Başpınar OSB’de ve Maraş ve Adıyaman gibi tekstil işçilerinin yoğun olduğu yakın illerde, halen on binlerce işçi, son derece ağır koşullarda ve asgari ücretin dahi altında çalışmakta ve örgütlenmeyi beklemektedir.

Çemen’de, işçilerin direnişi sonucunda patronun geri adım atması ve sendikayı kabul etmesinin ardından, sendikanın işçileri aldatarak, kısa süreli ve işçilerin taleplerini içermeyen bir sözleşme imzalaması ve sonrasında mücadeleye önderlik eden 12 ileri işçinin işten atılması gibi gelişmeler, bu amacı gerçekleştirmeyi zorlaştırmış gözükse de, böyle bir örgütlenme başarılmadan, tek bir işyerinde uzun vadeli kazanımlar elde etmenin zor olduğu bir gerçektir. Çemen’de işten atılan 12 işçinin ileri ve sınıf bilinci gelişkin olanları başta olmak üzere, bu işçilerin sınıf partisinde daha ilerden kazanılarak, sınıfın diğer kesimlerini birlikte örgütleyecek bir çalışmaya girişmeleri, ertelenemez işlerden olsa gerek.

İdeoloji ve politika alanında bazı sorunlar

Başlıkta geçen ve burada ele alacağımız konular kuşkusuz ilk kez işlenmiyor. Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında bu konular çeşitli yönleri ile ele alındı ve işlendi. Ancak ideolojik-politik mücadele, değişmeler ve gelişmeler karşısında sürekli olarak yenilenmesi, güncel olayların ışığında tazelenmesi gereken bir mücadele. Bu nedenle, özellikle son dönemdeki tartışmalar dikkate alındığında, bu ve benzeri konuların yeniden ele alınmasının zorunluluk olduğu görülmektedir. Burada ana hatları ve kalın çizgileriyle başlıkta belirtilmiş olan konuları irdelemeye çalışacağız.

Son dönemlerde bazı kavramların, içeriklerinden ve gördükleri işlevden çok farklı kullanıldığı görülüyor. Böyle olunca, farklı amaçlarla kışkırtılan bir kavram kargaşası, tarihte olanların farklı yorumlanması vb. gibi nedenlere dayanan düşünceler ortalığı kaplıyor. Bu duruma, AKP Hükümeti’nin uygular gibi gözüktüğü politikaların (“açılım”, anayasa değişikliği, yargı “reformu” vb.) ve hükümetin dümen suyuna girmiş liberal bazı çevrelerin epeyce katkısının olduğu da bir gerçek. İşin bir tarafında bu “cenah” bulunuyor ve sol çevrelerde ideolojik karışıklık yaratma, politik tutum ve düşünceleri bulandırma görevini yerine getirmeye çalışıyor.

Bu cenah İttihatçılık ve Kemalizm, ordu ve vesayet, derin devlet ve kontrgerilla, Kürt sorunu, statüko ve demokrasi vb. konularda her şeyi birbirine karıştıran, gerçekleri tahrif edip değiştirmeyi amaçlayan yoğun bir propaganda yapıyor. Bütün bu propagandanın dayandığı tezlerin temel mantığına bakıldığında, bu tezlerin, ülkenin tarihini yeniden ama liberal bir prizmadan geçirerek yorumlama üzerine odaklandığı görülüyor. Bu yorumun ana eksenini ise, politikada dini kullanan akımların “ılımlılaştırılmış” versiyonu oluşturuyor.

KEMALİZM VE STATÜKO

Bu akımı  ve onun gerici amaçlarını, ülkenin geçmiş tarihini bütünüyle gün yüzüne çıkarmayı ve onunla hesaplaşmayı içeren bazı dürüst çabaların varlığı nedeniyle, ayrıştırıp belirginleştirmek oldukça güç oluyor ve bu durum kafaların epeyce karışmasına yol açabiliyor. Örneğin Kemalizm eleştirisi iki türlü yapılabilir. Birincisi ileriye doğru, ikincisi geriye doğru. Geriye doğru yapılan eleştiri Kemalizmin tarihsel olarak oynadığı ilerici rolün üzerini örtüp, onda sadece baskı ve diktatörlük görür, bugün devletin tepesinde bulunan bazı kesimleri (asker sivil yüksek bürokrasi) Kemalizmin devamı gibi görüp gösterirken, yani göreceli olarak emperyalizmden bağımsızlıkla karakterize olan Kemalizm ile bugün lafızda “Atatürkçü” işbirlikçilerini aynı kefeye koyar. Bütün bu yapı, liberaller için “statükoyu” temsil eder.

Böylece liberaller, “statüko”yu iyice darlaştırarak, bu çerçevede tartışır ve işçi ve emekçi halk üzerindeki işbirlikçi büyük sermayenin egemenliğinin –yani gerçek statüko–, köklü demokrasi sorunlarının üzerini özenle örterler. Emperyalist büyük devletlerin dünya üzerinde kurdukları mevcut statüko, bu statükonun bölgedeki temsilcisi işbirlikçi egemen sınıflar ve onların bugünkü temsilcisi AKP Hükümeti ve onun uyguladığı politikalar vb. sorunlar, liberal çevreler tarafından sadece görmezden gelinmez, aynı zamanda bu temel sorun halkın gözünden kaçırılır, emperyalizmle suç ortaklığının üzeri kapatılır.

Kemalizmin diğer eleştirisi ise, Kemalizmin tarihsel ilerlemeye yaptığı katkının hakkını, (bu ilerleme genel olarak “Cumhuriyet’in kazanımları” olarak da ifade edilebilir) ona yönelttiği eleştirilerle birlikte teslim ederken, bugün Kemalizmin benzer bir rolü oynayamayacağını, –anti-emperyalist ve demokratik potansiyel taşıyan Kemalist çevrelerle işbirliğini reddetmeden– toplumun ilerlemesinde farklı dinamiklerin, örneğin işçi sınıfının oynayacağı role yoğunlaşır. Sosyalistler, statükoyu, bugünkü dünya sisteminden, emperyalist egemenlikten, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinden, sınıf egemenliğinden, sınıf ilişkilerinden soyutlayarak tartışmaz, statükonun içeriğini ve kapsamını daraltmaz, asıl değişmesi gereken statükonun öncelikle işbirlikçi büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin devletinin, işçi sınıfı ve emekçi halk üzerindeki diktatörlüğü, onun gerici biçimleri olduğunu vurgular, demokrasi mücadelesini öne çıkarır, ortaçağ kalıntılarını canlandırmaya yönelik dinci akım ve partilere karşı da tutarlı, sosyalizmin birikiminden yararlanarak bir mücadele yürütür vb.

Diğer taraftan, ılımlılaştırılmış dinsel düşüncenin ve bununla iç içe girmiş bazı liberal çevrelerin tezlerinin karşısında, “Kemalistler”den başlayıp, devletin tepesini oluşturan, geleneksel büyük burjuvaziye yaslanan, ama bugün konumunu muhafaza etmekte zorlanan asker sivil bürokrasiye kadar uzanan, “statükocu” olarak adlandırılan farklı bir çevre bulunmaktadır. CHP’nin de, başlıca temsilcileri arasında yer aldığı ve desteklediği bu güçlere göre, mevcut yapı “dinci-liberal” akımlar tarafından tehdit edilmekte, Türkiye bir “yön değişimine” zorlanmaktadır. Bu “cenah” tehdidin niteliği konusunda aşağı yukarı görüş birliği içindedir. Ama “çözüm” farklılaşmaktadır vb. Bunların “statükosu”nda da işbirlikçi büyük burjuvazinin sınıf egemenliği ve oradan kaynaklanan sorunlar bulunmamaktadır.

Bazı Kemalistlerin düşüncesine göre, ülkenin içinde bulunduğu sorunların çözümü Kemalizmin ilk dönemine dönüşte yatmaktadır. Onlara göre, Kemalizm “özgürlük, eşitlik, kardeşlik projesi”dir. Kürt sorunu da, laiklik meseleleri de, bu temelde çözülecektir vb. Bu kesimlerin yaklaşımları, Soner Yalçın’ın şu tespitine uygundur: “Bugün, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği kuracak tarihimizdeki yegâne proje 1920’lerin Kemalist Devrim projesidir.” (Hürriyet 11.4.2010) Geri toplumsal koşulların, kendine özgü tarihsel ortamın ortaya çıkardığı Kemalizmin bugün yeniden olanaklı olamayacağı gerçeği burada es geçilmiştir. Kuşkusuz, es geçilen sadece bu değil, Kemalizmin, Lozan Anlaşması’nı imzaladıktan sonra gerici niteliği açıkça belirginleşen Kürt politikasıdır. Bu politika baskıcı, inkarcı, asimilasyoncu karakteri ile (bu niteliği ile örneğin kardeşliği nasıl kuracağı bütünüyle karanlıktadır) dikkat çeker. Diğer taraftan, dini devletin hizmetine veren laiklik anlayışı –bu anlayışın ters yüzü, dinin devlet gücünü ve olanaklarını kullanmasıdır– gibi bazı çok temel tarihsel, politik özellikler, bu politikanın temellerini oluşturur.

Kemalizmin sağladığı  yapı üzerinden devlete egemen olmuş, –Kemalizmin anti-demokratik, despotik devlet yapısını ve kurumlarını faşist bir içerikle değiştirerek– giderek Cumhuriyet’le birlikte gelişmiş büyük burjuvaziyle uyuşarak ve emperyalizmle ilişkilerini sağlamlaştırarak ülkeyi yönetmiş, Kemalizmle ilişkisini çoktan bitirmiş olan “resmi Atatürkçü” kesim ise, bugün ABD ile işbirliği halindeki “ılımlı İslam” tarafından çatlatılmakta olan yapının olduğu gibi korunmasını savunmaktadır. Bunların, ABD ile olan ilişkinin özüne bir itirazları bulunmadığı gibi, bu ilişkinin devamından yana tutum aldıkları görülmektedir. Kürt sorunu, bölge politikaları vb. konularında ABD’nin Türkiye egemen sınıflarına kilit roller ve statüko konusunda güvenceler vermesi, bu kesimlerin temel isteği durumundadır. Daha sonraki bölümde görüleceği gibi, büyük sermayenin emperyalizmle girdiği bağımlılık ilişkisinin özüne itirazı olmayan bir yaklaşımdır bu.

Görüldüğü  gibi, “statükocu” ve bu statükoyu “ılımlı İslam”la çatlatmada (bu çatlamanın demokrasi yanlısı bir gelişme olarak yorumlanması liberallerin temelsiz bir yaygarasıdır) mesafe almış kesimler, ABD ile işbirliği konusunda özde birleşmekte, ancak araçlar ve yöntemler konusunda “değişkenlik” göstermektedirler. Bugün “liberal İslam” ya da “ılımlı İslam” denilen ve AKP Hükümeti’nin şahsında temsil edilen egemen sınıf kesimleri, ABD ile ilişkileri yürütmede (bu dünyanın mevcut statükosunu savunma anlamına gelmektedir) bir adım önde görünüyor olsalar da, uluslararası politikada gündeme gelecek gelişmeler, özellikle generaller ve orduda temsil edilen kesimleri yeniden daha etkili bir konuma yerleştirebilir vb. Her durumda generallerle ilişkileri gevşetmemek ve onların hükümetle ortak iş tutmalarını sağlamak, ABD’nin gerici politikasının merkezinde durmaktadır.

Ülke politikasında egemen sınıf kliklerinin farklı kesimlerini temsil eden bu iki ana bölünme dışında, ülkenin taşlaşmış sorunlarının çözümünü işçi sınıfı hareketinde ve emekçi halkın kendi kaderini kendi ellerine almasında bulan, sosyalizmi temsil eden akım ve diğer sosyalist eğilimler bulunmaktadır. Bu akımın iki yönlü bir baskı altında tutulmak istendiği görülmektedir. Bu baskılardan birisi, ılımlı dincilikle pek çok noktada ortaklaşmış liberal çevrelerin “liberal demokrasi” söylemlerinden gelen “demokrasi” baskısıdır. Sosyalist ve devrimci çevrelerde, statüko, vesayet, derin devlet vb. argümanlar ileri sürülerek bilinç bulanıklığı yaratılmaya çalışılmaktadır. “Liberal bir demokrasi”ye doğru ilerlendiği izlenimi yaratılmakta, geniş çevrelerin demokrasi konusunda kafaları karıştırılmakta, AKP Hükümeti tarafından atılan adımların, devletin “yeniden yapılandırılmasını” hedefleyen gerici bir yönelim olduğunun üstü örtülmektedir.

İkinci etki ise, Kemalist çevrelerden gelen “Cumhuriyet’in kazanımlarını koruma” ve “bağımsızlıkçılık, anti-emperyalizm” adına yapılan baskıdır. Orta ve küçük-burjuvazinin üst katmanları içerisinde bu politika oldukça etkindir. Sınıf mücadelesini ve emekçi halk hareketini geri plana itmeyi, yüzeydeki politik sorunlara yoğunlaşmayı bugünün tek geçerli politikası sayan bu politik, ideolojik baskı, sosyalist politika ve akımların etkisini sınırlamaya çalışmakta, onları yedeklemek istemektedir. İşçi hareketi güçlendiği ölçüde bu iki yönden gelen baskıları göğüslemek kolaylaşmakta, ancak diğer durumlarda “sosyalist çevreler”de kafa karışıklığı ortaya çıkabilmektedir. Daha sonra ele almaya çalışacağımız gibi, ülkenin demokratikleştirilmesinin sağlanması, taşlaşmış tüm sorunlarının çözümü, demokratik, sosyalist içerikli bu akımın gelişip, güçlenmesine bağlıdır.

Ülkedeki politik güçlerin böyle bir bölünme içerisinde olmasına yol açan olgu, kuşkusuz ülkede çözülmeden kalmış –başta demokrasi, Kürt sorunu, bağımsızlık vb.– bazı temel sorunların bulunmasıdır. Bu politik bölünme, temelde sınıf bölünmeleri üzerinde yükselmekle birlikte, güçlü politik yansımaları nedeniyle, adeta ülkedeki toplumsal bölünmeleri –sınıfsal– perdelemektedir. Burjuvazi de, bu perdelemeyi, elindeki tüm araçları kullanarak sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.

Burada bir temel gerçeğin altını tekrar ve biraz daha açarak kalınca çizmek gerekiyor: AKP’de temsil edilen ABD işbirlikçisi çizgi ile, bugün epeyce gerilemiş görünen sivil-resmi devletin üst yönetim kademelerinin çizgisi, ABD ile işbirliği, halkın üzerinde diktatörlük kurma eğilimleri konusunda özünde farklı bir tutum içerisinde değildirler. Bunun araçları ve yöntemleri konusunda ortaya çıkan farklılık, onların kah çatışarak, kah uzlaşarak böyle bir yolu tuttuğu konusunda her hangi bir kuşkuya yol açmamalıdır. Bu akımların etrafında kümelenmiş olan “liberal ve statükocu” çevrelerin “statüko” tahlillerinin emperyalizme bağımlılık ilişkilerinden, sınıf ilişkilerinden soyutlanarak yapılması, devlete ilişkin sınıf egemenliği gibi gerçeklere hiç girmemesi, hem dikkat çekicidir, hem de onların halkın gözünden neyi kaçırmak istediklerinin kanıtı durumundadır. Bunlara göre, Türkiye adeta sınıfsız bir toplumdur, varolan ve değişmesi istenen “statüko”nun sınıf egemenliği, büyük burjuvazi, işbirlikçilik vb. ile bir ilişkisi bulunmamaktadır! Statüko tartışmacı ve vurgucularının, sorunun bu yanına girmemekte gösterdikleri özen oldukça dikkat çekicidir!

ABD yönetimi, Pentagon ve oradan generallere uzanan geleneksel bağlılık çizgisi, AKP’de somutlanan dini politikanın hizmetinde kullanan (yaygın olarak ılımlı İslam diye nitelenen) akım tarafından yeni bağlılık yöntemleri kullanılarak geliştirilmektedir. ABD, geçmişte “iş yaptırdığı” askeri çevrelerin bir bölümünü (bunlar yeni koşulların gereğini yapmakta ayak sürüyen askeri ve onunla işbirliği halindeki sivil takımdır) tasfiye etmekte, bir bölümünün burnunu sürtmekte, böylece generallerle ilişkilerine yeni bir şekil vermektedir. ABD emperyalizminin Türkiye’nin bulunduğu coğrafyaya ilişkin hesapları dikkate alındığında, onun, “askerlerle” ilişkilerini gevşetme lüksüne sahip olmadığı anlaşılır bir şeydir. Ama bu ilişki, eski “durağan” ilişki biçiminden çok farklı olacaktır. Generallerin, ABD’nin bölge politikalarının ihtiyacını anlamış görünen AKP Hükümeti ile ortak iş yapmaya –ya da olası bir hükümet değişiminde aynı çizgiyi izleyecek bir hükümetle uyumlanmaya– zorlanmaları, bu “yeni ilişkinin” önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.

Bütün bu gelişmelerin, bugüne kadar oluşmuş olan statükoyu sağlamlaştıracak, devleti yeniden yapılandıracak temel bir özellik taşıdığının altı kalınca çizilmelidir. Hükümetler değişse de, varlığını koruyacak, bölgesinde komşu ülkelere karşı ABD emperyalizminin Truva atı görevini üstlenecek gerici bir yapıdır bu. Ancak işçi sınıfının önderliğinde gelişen bir halk hareketinin baskısı altında değişebilir ya da yıkılabilir.

ANTİ-EMPERYALİZM VE İÇERİĞİNİN BOŞALTILMASI

Kavram kargaşasının görüldüğü ya da bilinçli bir biçimde bulandırılan diğer bir sorun da, emperyalizm, ulusalcılık, işbirlikçilik gibi terimlerin içinin doldurulmasında görülmektedir. Soyut bir anti-emperyalist söylem her şeyi bastırmakta; burjuvazi, işbirlikçilik, egemen sınıflar gibi kategoriler silikleştirilerek ortadan kaldırılmakta, en fazlasından AKP Hükümeti’nin uyguladığı politikalar düzeyinde mahkum edilmektedir. Ortada anti-emperyalist mücadelenin özünü ve içeriğini tahrif eden ideolojik bir saldırı bulunmaktadır.

Bu “anti-emperyalist, ulusalcı” akımın merkezinde sol görünümlü Kemalistler, İP’i vb. oluşturan çevreler bulunmaktadır. Aydınlık geleneğinin partisi İP’in –İşçi Partisi– Teori dergisinin Kasım 2009 tarihli sayısında, derginin Genel Yayın Yönetmeni Arslan Kılıç’ın şu yöndeki tespitleri anti-emperyalist mücadelede, egemen sınıflara karşı mücadelenin, onların oynadığı sınıfsal rolün nasıl ortadan kaldırıldığına ilişkin iyi bir örnektir. Benzer politik tutuma sahip olanların düşüncelerinin de anlaşılmasına ışık tutacağından ötürü alıntıları biraz uzun tutmak zorundayız. “Davutoğlu’nun ‘stratejik derinlik’i: ABD’nin Ortadoğu’daki ‘öncü kuvveti’ olma siyaseti” başlıklı yazıda şöyle tespitler yapılmaktadır:

“Resmi açıklamalarda ‘stratejik işbirliği’, ‘altın işbirliği’, ABD’nin liderliğindeki ‘yeni dünya düzeni için’ Türkiye’nin ‘alt bölgesel düzenler kurması’ vb. olarak ifade edilen ABD ile ilişkilerin gerçek düzeyi ve boyutları nedir? Söz konusu olan Menderes’ler, Demirel’ler, M. Yılmaz’larınki türünden, bir ayağı Türkiye toprağında olan bir işbirlikçilik midir? Esas temsilcileri Menderes’ler, Demirel’ler olan, ama 1950’lerden 2000’lere kadar gelip giden bütün hükümetler tarafından da sürdürülen, o ‘geleneksel’ batıcılık mıdır?” sorusu sorulmakta ve bu soruya şu karşı soruyla yanıt aranmaktadır.

“Yoksa Türkiye ile bağları, Karzai’nin Afganistan’la, Talabani’nin Irak’la bağı türünden olan, bu düzeyde bir Amerikancılıkla mı karşı karşıyayız? ABD’ye bağlılık konusunda, esas olarak ve öncelikle ABD’ye hizmetle yükümlü unsurlar olma, ama yönettikleri ülke ve toplumda nereye ait olduklarına ilişkin görüntüyü korumak amacıyla ‘Türkiye tarafında gözükme’ midir söz konusu olan?”

Yazar bunları söyledikten sonra, okuyucuyu ikna etmek için şu açıklamalara girişmektedir: “Konunun özünü ortaya koymak üzere gündeme getirdiğimiz bu sorulardaki ABD işgallerinin mahsulleri olan Karzai, Talabani örneklerinin, A. Gül, T. Erdoğan’ların durumunu anlatmada denk düşmeyen örnekler olduğu söylenebilir. ‘Kendi toplumunun %40’lar düzeyindeki seçmen desteği ile iktidar koltuklarına oturmuş T. Erdoğan ve A. Gül’ün ABD ordusunun silahları ile Afganistan ve Irak’ın tepesine oturtulmuş Karzai ve Talabani’ye benzetilmesi isabetli değildir’ türünden itirazlar öne sürülebilir.”

Yazar gelebilecek bu “itirazları” şöyle karşılamaktadır: “Ama, biçime ilişkin farklılıklar özü değiştirmemektedir. Kaldı ki, farklı biçimlerin ikisi de ABD denetimi ve güdümündedir. Afganistan ve Irak’taki ABD işgal ordusu ne kadar Beyaz Saray ve Pentagon’un komutasında ise, Türkiye’deki sandık iradesine hükmeden tarikatlar, cemaatler, iliştirilmiş medya, NGO’laşmış kitle örgütleri, oy pazarı kuran kara sermaye de o kadar CIA, Department of State, Soros, ve Rand Corporation’lar denetimindedir. ABD, 2000’lerin başından beri Türkiye’de sandıktan artık, ‘Eşbaşkan’lar dışında kimsenin çıkmasına izin vermemektedir.”

Zorunlu olarak uzunca tuttuğumuz bu alıntılar, İP ve benzeri bir “anti-emperyalist ve ulusalcı” çizgi izleyen çevrelerin politik tutumlarını yeterince açıklamaktadır. Şimdi bu söylenilenleri biraz yakından irdelemek gerekiyor.

Öncelikle bu yazının doğrudan konusu olmayan bir noktayı kısaca belirtmek gerekiyor. Karzai ve Talabani’nin konumları, ne halklarına karşı, ne de ülkelerine karşı aynı bakış açısıyla değerlendirilemez. Irak Kürtlerini ve onların mücadelesini, bu mücadelenin özelliklerini ayrı değerlendirmek gerekir. Irak Kürtlerine karşı “anti-emperyalist” görünüm altında sürdürülen Türk şovenizminin tipik bir örneğidir bu tutum. Şimdi gelelim yukarıda söylenilenlere.

Yapılan bu uzun alıntılarda okuyucunun da dikkatini çekeceği gibi, egemen sınıflar, Türkiye burjuvazisi, büyük sermaye bulunmamaktadır. Bu kesimlerin emperyalizmle kurduğu genel ilişki, bu ilişkinin ülkeye yansıması bütünüyle göz ardı edilmiştir. Bir yerde “kara sermaye”den söz edilmekte, ama o da, Erdoğan ve Gül desteği söz konusu edildiğinde zikredilmektedir. Yazının ilerleyen bölümlerinde, aynı mantıkla, “CIA-Pentagon denetimindeki mafyalaşmış sermaye”den, tarikatlardan söz edilmektedir. ABD ve diğer emperyalist ülkelerle işbirliğinde sınır tanımayan Koçlar, Sabancılar ve diğerleri, yani tarihsel işbirlikçiler emperyalizmin dayanakları olarak görülmemektedir. Sadece ABD desteğinde ayakta kalan hükümetler (kastedilen esasta AKP Hükümetidir. ABD emperyalizmine bağımlılık adeta AKP Hükümeti ile başlatılmaktadır!) bulunmakta, adeta havada asılı duran bu hükümetlerin ABD’ye hizmetleri söz konusu edilmektedir. Görüldüğü gibi, burada, emperyalizm ile bağımlı ülkeler ilişkisi, gerçekte olduğundan çok daha geri ve ilkel bir ilişki düzeyine indirgenmiş, bağımlılığın, sermayenin uluslararası hareketiyle dolaysız bağları ve ilişkileri göz ardı edilmiş, sorun, ‘satılmış unsurlar’ın ihaneti gibi gösterilmeye çalışılmıştır.

Bağımlılıkta “kırılma noktaları” olarak yazının ilerleyen bölümlerinde ele alınan 12 Eylül darbesi, Özal, daha sonra Yılmaz ve Çiller dönemlerinde de bu durum değişmemekte, bunlar, sadece yolu açanlar olarak mahkum ediliyor görünmektedir. Ama onlar da, “ayakları ülke toprağına bastığından” dolayı mazur görülebilir! Büyük burjuvazi ve onun emperyalizmle kurduğu temel bağımlılık ilişkisini, bu ilişkinin politik parti ve akımlara yansımalarını göz ardı etmenin vardığı sonuç budur.

Böyle olduğu içindir ki, Karzai örneği gibi aşırı zorlama örneklere baş vurulmaktadır. Emperyalizme, ABD emperyalizmine bağımlılıkta kuşkusuz hükümetler önemli işlevler görmektedirler. AKP Hükümeti de, kendisinden önceki hükümetlerin yolundan yürümüştür. Ama bu bağımlılık ilişkilerinin, hükümetleri çokça aşan, onların değişmesi durumunda da bu ilişkileri güvenceye alan boyutları ve derinlikleri bulunmaktadır. Ekonomik, mali tekelci kapitalist ilişkiler başta olmak üzere, Genelkurmay ve askeri ilişkiler, diplomatik alandaki işbirliği vb. gibi ilişkiler bütün bu bağımlılık ilişkilerini sağlamlaştıran ve derinleştiren ilişkilerdir. Hükümetler, bu ilişkileri korumakta, geliştirmekte, emperyalizmle temel ilişkiyi sürdürmektedirler.

Yerli gericilik –işbirlikçi büyük burjuvazi, en büyük toprak sahipleri– bütün bu ilişkiler ağı ile sarılıp sarmalanarak ve devleti örgütlemiş olarak işçi sınıfının ve emekçi halkın karşısında yer almaktadır. Sermayeye, devlete, o an iş başındaki hükümetlere karşı mücadele eden emekçi sınıflar ve onlara yakın partiler, kendileri bilincinde olsunlar, olmasınlar zorunlu olarak emperyalizme, ABD emperyalizmine vb.’ne karşı da mücadele etmektedirler.

Örneğin özelleştirmelerden, sadece emperyalist ülkelerin tekelleri yararlanmadı. Bu politika, özünde emperyalizmin uluslararası ekonomi politikalarının gereklerinin yerine getirilmesiydi ve yerli işbirlikçi tekeller de bu yağma ve talandan epeyce bir pay aldılar ve almaya da devam ediyorlar. Türkiye ekonomisi, bugün dünyanın 17. büyük ekonomisi durumundadır. Özelleştirmeler olmasaydı da, ABD, Fransız, Alman, Japon vb. ülkelerin tekelleri, ülkede kurdukları sömürü ağıyla –Ford, Renault, Toyota vb.– ülkeyi yağmalamaya devam edeceklerdi. Bu otomotiv tekellerinin son krizde çalıştırdıkları işçilere düşük ücretle çalışmayı, ücretlerinde kesintiler yapmayı dayatmalarını emperyalist-kapitalist ilişki saymamak, ancak İP gibi partilerin marifeti olabilir.

Kuşkusuz bu kadar da değil. Bugün bankaların yüzde 70’inin yabancı sermayenin denetiminde olduğu unutulmamalıdır. Bütün bunlar sömürü ve bağımlılık ağının zincirleri ve halkalarıdır. Ama İP’ci yazara göre, sadece Erdoğan ve Gül’ün temsilcileri oldukları politikalar nedeniyle, sadece “tarikatlara, kara sermayeye” indirgenmiş ilişkilerle “Yeni Dünya Düzeni’nin muz devletine” doğru gidilmektedir. İP’cinin ağzından emperyalizme karşı yöneltilen genel ve keskin ifadeler, sadece büyük tekelci burjuvazinin işbirlikçiliğini ortadan kaldırmamakta, Türkiye egemen sınıflarına karşı, işbirlikçi büyük burjuvaziye karşı işçi ve emekçi sınıfların mücadelesini, yani ülkedeki “iç mücadeleyi” bütünüyle ortadan kaldırmakta, sorunu bir kaç işbirlikçinin ihanetine indirgemektedir.

Bu durumda anti-emperyalist mücadele kendi topraklarından koparılmakta, “tepe”de sayıları son derece sınırlandırılmış olan bazı işbirlikçi kişi ve onların politikalarına karşı mücadeleye indirgenmektedir. Özünde bu gerici tutum, içerdeki sınıf mücadelesinin, emek ile sermaye arasındaki mücadelenin, bunun politik yansımalarının ortadan kaldırılmasına varmaktadır. Emperyalizm sadece ABD emperyalizmine indirgenmekte; onunla işbirliği ve uygulanan politikalar da, birkaç işbirlikçinin –başta Erdoğan ve Gül olmak üzere– marifeti olarak açıklanmaktadır. Bütün bu söylenenler inandırıcı olsun diye de, işgal altındaki Afganistan ve Karzai örnekleri öne sürülmektedir.

Bu yaklaşım, zorunlu olarak şu durumları açıklamamaktadır: İP yazarına göre, örneğin 2001 krizinin ardından Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin (DSP, ANAP, MHP), Ecevit’in isteğiyle ekonomiyi uluslararası sermayenin has adamı Kemal Derviş’e teslim etmelerinin bir izahı bulunmamaktadır! Bu dönemde, sadece koalisyon hükümeti değil, tüm Meclis 15 günde, uluslararası finans kurumlarının dayattığı 15 yasayı çıkarmak için seferber edilmişti. Keza tarıma vurulan en ağır darbe, bu hükümet döneminde gerçekleştirilmişti. Bu partiler, İP yazarının tespitiyle, “ayakları az çok ülke topraklarına basan” partilerdi. Ama buna rağmen emperyalizm tarafından dayatılan politikaları da kuzu kuzu hayata geçirmişlerdir. Bu nasıl açıklanacaktır? İP mantığına göre bunun açıklaması yoktur. Ya da bu partiler “ulusalcılıkta” ittifak gücü sayıldığından, halka karşı eylemlerinin üstü örtülmüştür.

Ama bu durum şaşırtıcı  olmayıp, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin bir kaç “ajan” siyasetçiye, “kara sermayeye” vb. indirgenmesinin doğal sonucudur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, keskin anti-emperyalist lafazanlık altında, emperyalizme ve onun yarattığı derin bağımlılık ilişkilerine karşı silahsız bırakılmaktadır. Eğer bugün Erdoğan’lar, Gül’ler ve geçmişte hükümet olmuş parti ve liderler bağımlılık politikalarını uygulayabiliyorlarsa, bu, onlara sadece “ajanlık” sıfatı takılarak açıklanabilecek (kuşkusuz genel anlamda işbirlikçilere politik teşhir amacıyla ajanlık vb. sıfatlar takılabilir, ama anlatmak istediğimiz daha geniş kapsamlı ilişkiler bütünüdür) bir şey değildir. Bu, onların işbirlikçi politikaları uygulayabilecekleri geniş ekonomik-politik-askeri vb. ilişkiler bütününün unsuru olmaları ve bu çıkarlar doğrultusunda hareket etmelerinden dolayıdır. Bütün bu ilişkiler bütünü onların dayandıkları zemini oluşturmaktadır. Bu zemin hedef alınmadan, anti-emperyalist lafazanlıklarla emperyalizme karşı mücadele edilemeyeceği ortadadır.

Zaman zaman büyük emperyalist devletlerin kendi tekellerinin ihtiyaçlarına ve uluslararası gelişmelere göre politikalarında öze ilişkin olmayan değişiklikler gündeme gelmekte, bu devletlerin Türkiye gibi bağımlı ülkelerden talep ettikleri politikalar ve görevler değişebilmektedir. “Soğuk Savaş” döneminde Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı, 12 Eylül’ün darbeci generallerinin “Türk-İslam Sentezi” olarak adlandırdıkları Amerikancı politikalar ya da daha öncesine de giden “yeşil kuşak” politikaları vb. gibi… Bu dönemde işbirlikçi egemen sınıflara verilen görev içeride duruma hakim olmaları, “Sovyetlere karşı” Batı’nın sınırlarını korumaları idi vb. Bugün istenen ise, “aktif dış politika” izlemek ve “bölgede lider ülke” olarak ABD çıkarlarına hizmet etmektir vb.

AKP Hükümeti’nin konumu ile ilgili şunlara özel vurgu yapılabilir: AKP Hükümeti de, kendisinden önceki hükümetler gibi, genel olarak uluslararası emperyalist sisteme, özel olarak da ABD emperyalizmine bağlı bir hükümettir. Tam da bu nedenle, statükonun savunucusu ve sürdürücüsüdür. Hükümet ve şakşakçılarının iddia ettikleri gibi “milli çıkarları” temsil etmemekte, “kendine özgü” politikalar uygulamamaktadır. ABD’nin emperyalist, gerici stratejisine dayanan bölge politikalarını Özalvari bir tavırla “derinden” anlamakta ve buna uygun adımlar atmaya çalışmaktadır. Bu politikaların Türkiye’yi Ortadoğu politikalarının içine daha fazla itmekte olduğu, özellikle de İran’la karşı karşıya gelmeye zorladığı görülmektedir. Bu konuda, ABD’nin de bastırmasıyla, Genelkurmay’la ortak çalışmakta, işbirliğini ilerletmektedir. Bu gerici politika, giderek bir devlet politikası haline gelmektedir. Halk hareketinin baskısıyla olabilecek hükümet değişiklikleri dışında, farklı partilerin kuracakları hükümetlerin de benzer politikalar uygulayacağı –belki dinci vurgusu geriye çekilmiş halde– bilinmektedir. Hükümetler bağımlılık ilişkilerinde her zaman stratejik bir halkayı oluşturmaktadır ve bu nedenle de, anti-emperyalist mücadelenin hedefi durumundadırlar.

Ayrıca genel olarak emperyalist büyük devletlerin gerici politikalarına ilişkin olarak şunlar da söylenebilir: Büyük emperyalist devletler, genel olarak Türkiye gibi orta büyüklükte ülkelerin, kendileri için potansiyel sorun olabileceğini değerlendirme eğilimindedir. Emperyalist devletlerin böl ve yönet politikaları uyguladıkları çok iyi bilinmektedir. Ama diğer taraftan büyük emperyalist devletler, güçlü bölgesel desteklere, bölgesel bekçilere de ihtiyaç duymaktadırlar. Bu durum, emperyalist egemenliği daha “ucuza“ getirmektedir. Kuşkusuz hangi politikanın uygulanacağına emperyalistler kendi çıkarları temelinde karar vermektedirler. Emperyalizme dayanan uluslararası politikanın zaman zaman birbirini törpüleyen, zaman zaman keskinleştiren eğilimlere sahip olduğu ise bilinmektedir. İşbirlikçi egemen sınıfların özellikle bugün AKP eliyle yürüttüğü politikaların tahlil edilmesinde, emperyalizmin bu eğilimlerinin iyi anlaşılması son derece önemlidir.

Görülmektedir ki, genel olarak işbirlikçiliğe karşı anti-kapitalist bir perspektifle yürütülecek anti-emperyalist bir mücadele, tutarlı bir anti-emperyalizm açısından zorunludur. Aksi bir tutum işçi sınıfını ve emekçi halkı düzen ve sermaye partilerinin çeşitli kliklerine karşı silahsız bırakmak, onlardan birisinin peşine takmak anlamına gelecektir. İP’in pratiğinin gösterdiği de budur.

GERİCİ BİR AKIM; ULUSALCILIK

Anti-emperyalist söylemlere sahip farklı “ulusalcı” kesimlerin emperyalizme ve ülkenin iç politikasına yönelik yaklaşımları epeyce gerici unsuru içerisinde taşımaktadır. Keskin anti-emperyalist söylemlerle “büyük dış güçlerin ülkeyi bölüp parçalamak” istedikleri sıkça söylenmekte, özellikle Kürt Sorunu öne çıkarılmaktadır. Kürt sorununda mevcut statükoya, egemen sınıfların geleneksel politikalarına emperyalistlerce destek verildiği –kuşkusuz kendi hesapları gereği– durumlarda ise, “ulusalcı” söylemlerin köşeleri yumuşamaktadır.

Bu kesimlerin, dini politikaya alet etmeyen diğer gerici politik çevrelerle, özellikle de Genelkurmay’da cisimleşen gerici politikalarla bir sorunu bulunmadığı gibi, sınıf mücadelesi karşısındaki konumları da törpüleyici ve gericidir. Bunların ulusalcılıktan yurtseverliğe doğru meyleden kesimleri ise, daha farklı, ilerici bir tutum almaya yatkındırlar. Ama bu kesimlerin çok güçlü olmadıkları da görülmektedir.

Bugün etkisi küçümsenemeyecek bir düzeye ulaşmış, farklı düşünce ve akımların içine de sızmakta başarısız olmadığı görülen ulusalcılığı tanımlamak ve onun bugünkü temel karakterini anlamak için şu soru mutlaka sorulmalıdır: Ülkede bugün ulusalcılığı karakterize eden temel etken nedir? Ulusalcılık, kendisini nasıl temellendirmektedir?

Bugün ulusalcılığa temel karakterini veren etken, ülkede Kürt sorununun varlığı ve Kürt halkının yürüttüğü mücadeledir. “Ülkenin birliğini, ulusun tekliğini” korumak ulusalcı reflekslerin temelini oluşturmakta, bu çevreler kendilerini Kürt sorunu üzerinden temellendirmektedirler.

Ulusalcılar, ülkede iki farklı ulusun varlığı gerçeğini kabul etmemekte; “ulusal kurtuluş savaşı” ile kurulmuş, giderek emperyalizme teslim olmuş, onun aletine dönüşmüş olan Türk patentli –bugün derin yaralar almış bulunan– gerici “statükonun” korunması ve sağlamlaştırılması için etkili bir mücadele yürütmektedirler.

Burada, ikinci bir soru sorulabilir. Peki, ama ulusalcıların anti-emperyalist bir yanı yok mu? Ulusalcılar emperyalizme karşı değil mi? Ulusalcıların emperyalizm karşıtlığı, emperyalist büyük devletlerin –örneğin ABD’nin– Kürt sorununa müdahalesinin niteliğine göre değişen tutumlar almaya kadar daralan bir aralığa indirgenmiş durumdadır. Emperyalizmin –özellikle ABD emperyalizminin– bölgeye ilişkin politikalrında ülkenin “parçalanması” tehlikesi gördükleri durumlarda sığ bir Amerikan karşıtlığına yol vermekte, ama bu politikaların ülkenin mevcut statükosuna zarar vermediğini düşündüklerinde ya da ona paralel olduğunu düşündüklerinde (örneğin “anlık istihbarat paylaşımı, Kuzey Irak’a girilmesine yeşil ışık vb.) “memnuniyetlerini” dile getirmektedirler. Kürt sorunu nedeniyle, içlerinde, –tehcir ve kırım kafasıyla– Kuzey Irak Kürt Yönetimiyle “nüfus mübadelesini” önerebilen kesimlere bile rastlanabilmektedir.

Bu kesimlerin, bir dönem özelleştirmelerin yoğunluğu vb. nedeniyle kısmen ilgilendikleri “ulusal ekonominin korunması” türü sorunlar, giderek geri plana doğru itilmiştir. Özelleştirmelerin “yağmacı” olup olmadığı, “iyi özeleştirme mi, kötü özelleştirme mi” olduğu gibi sorunlara doğru bir geri çekilme olduğu görülmektedir. Ulusalcıların –Kürt sorunu karşısındaki tutumlarıyla– bu “evrimi”, onlarla milliyetçi-faşist akım ve partiler arasındaki yakınlığı artıran, birinden diğerine geçişi kolaylaştıran bir etken olmuştur. Bu tür bir ulusalcılığın, özünü anti-emperyalizm oluşturan sağlıklı bir yurtseverlikle hiçbir ilişkisinin bulunmadığı ortadadır. Ulusalcıların yurtseverliğe yaklaşmış kesimleri ile ittifakların yapılabileceği, bu kesimleri kazanmak için çaba gösterilmesi gerektiğiyse, her halde anlaşılır bir şeydir.

SOL, DEVRİMCİLİK, SOSYALİSTLİK

Politik kavramların, onlara farklı içerikler verilerek kullanılmasının ve bu yolla onların içeriklerinin boşaltılmasının diğer örnekleri, solculuk, devrimcilik, sosyalistlik gibi nitelemelerin kullanılışında görülmektedir. Kuşkusuz en fazla bulandırılan kavram “solculuk” ve onun üzerinden yapılan tahlil ve tespitlerdir. Genel olarak solculuk; emekten, demokrasiden, ilerlemeden yana olanları tanımlamak için (bunların pek çoğu emekten, işçi sınıfından kendisini “kurtarmış”, soyut “sol değerlere” sahip olarak kendilerini ayrı bir yere koymuşlardır) kullanılmaktadır. Bu, oldukça geniş bir tanımdır ve politik yelpazenin “solu”nda yer alan her akım ve parti için kullanılabilir. Bu durum, aynı zamanda bulanıklıkların, politik-ideolojik karmaşıklıkların da başladığı yerdir.

Bu ideolojik-politik bulanıklığa yol açan temel etkenlerden birisi, kendisini “sol” olarak tanımlayan, ülkedeki politik bölünmeyi “sol ve sağ” olarak gören ve gösteren, kendisini solun ve sosyalizmin içinde gören epeyce geniş bir yelpazenin bulunmasıdır. Sınıfsal bölünmenin –emek sermaye– üzeri örtülmekte, genel bir solculuk ve sağcılık bölünmesi onun yerini almaktadır. Bu temelde, solun ve solcuların birliği, soldaki en güçlünün desteklenmesi –pratikte CHP kuyrukçuluğu– gibi bitip tükenmeyen tartışmalar da, kendisine bereketli bir zemin bulabilmektedir.

Bugün ülkede solu kimin temsil ettiğine yönelik bir soruya ortalama vatandaşın, bir köşe yazarının verdiği yanıt, ‘CHP’dir. CHP de, kendisini fiilen solun temsilcisi olarak görmektedir. Geniş bir kesim tarafından, CHP, sol ve sosyal demokrat olarak görülmektedir. CHP’nin sosyal demokratlığının, Batı’da görülen, işçi sınıfı hareketinden çıkmış bugünkü sosyal demokrat partilerle ortak bir yanı bulunmamaktadır. CHP, en genel anlamıyla “ulusal-reformcu” denilebilecek hattan doğmuş bir siyasi partidir. Sonraki yıllarda, “ortanın solunda” mevzilenmiştir. CHP dışında da sosyal demokrat, “demokratik sol” olduğunu iddia eden bazı partiler bulunmaktadır.

Daha sola doğru gidildiğinde ise, sosyalist vb. partilere varılmaktadır. Bu sosyalist partilerden her birisinin, gerçekte kendilerinin sosyalist olduğuna dair bir iddiaya sahip oldukları bilinmektedir. Bugüne kadarki politik deneyimler, gerçek solun şu olduğu, gerçekte sosyalizmi şu partinin temsil ettiği gibi tartışmalar üzerinden bir mesafenin alınamadığını açıkça ortaya koymaktadır. Daha geniş bir yelpazeyi ifade eden solculuk açısından ortaya kesin bir tanım koymak, sol yelpazedeki partileri “gerçek” ve “gerçek olmayanlar” olarak adlandırmak, gereksiz enerji tüketmek, faydasız ve sonuçsuz bir çaba olacaktır. Öncelikle bu türden bir solu sosyalizmden ayrıştırmak, özellikle işçi ve emekçi halkın bu ayrımı anlamasını sağlamak için çaba göstermek, daha gerçekçi bir yaklaşım olarak görülmektedir. İşçi ve emekçi yığınların “evet, şunlar da solcular, ama şu parti diğerlerinden farklıdır” demesi, bu bilince yükselmesi çok önemli bir ayrışma noktasıdır. Bunun için, kuşkusuz aydınlatma, teşhir ve pratik tutumla ayrışma önemli noktalardır.

Genelde “solla”  birlikte değerlendirilen sosyalizm açısından ise, durum oldukça farklıdır. Sosyalizm, öncelikle işçi sınıfı hareketinden doğmuştur ve bu hareketin bilimsel bilginin taşıyıcıları olan aydınlarla birleşmesini ifade eder. Sosyalist bir parti de (bilimsel olarak ifade edilecek olursa, komünizmi temsil eden parti) bu iki hareketin örgütsel birliğinin temsilcisidir. Bu parti, günlük pratik çalışması, kendisini işçi sınıfının mücadelesi içerisinde inşa etmesi, diğer emekçi sınıflar ve onların gençliğini kucaklaması, işyeri ve yerleşim birimleri temelinde örgütlenmesi, kendisini işçi sınıfının iktidar hedefine hazırlayan devrimci bir çalışmaya göre ilerletmesi ile bütün diğer “sosyalist” partilerden ayılır. Tarihsel olarak, uluslararası sosyalizmin tüm kazanımlarının temsilcisi ve mirasçısıdır. Enternasyonaller, Komüntern, sosyalizmin inşası ve bir dönüm noktası olarak SBKP’nin 1956’daki 20. Kongresi ve bu deneylerin mirası olan birikimin köşe taşlarını oluşturmaktadır. Bütün bunları, kısaca proletarya sosyalizmi ya da işçi sınıfı sosyalizmi –bilimsel sosyalizm– olarak adlandırmak olanaklıdır. Bugün kısaca “Uluslararası Komünist Hareket –Konferans–” olarak adlandırılan hareket, bu çizginin uluslararası temsilcisi durumundadır.

Bu temel köşe taşları konulduğunda, –içeriği yukarıda açıklanan– işçi sınıfı sosyalizmini diğer “sosyalist” akımlardan ve partilerden ayrıştırmak kolaylaşmaktadır. Küçük-burjuva sosyalizmi ve modern revizyonizmin kalıntısı pek çok “sosyalist” parti ve grup bulunmaktadır ve yukarıda sayılan ayrım noktaları ve kıstaslar, bu akım ve partileri bilimsel sosyalizmin bugünkü temsilcilerinden ayırmaktadır.

Sosyalizm kadar deforme edilmiş bir başka kavram da, devrimciliktir. Devrim, emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi, işçi sınıfı lehine çözen ve ücretli emek sömürüsünü ortadan kaldırarak, sömürüsüz, sınıfsız yeni bir dünya yaratma eylemidir. Devrimcilik, ancak bu mücadeleyi yürüten sınıflara, kişilere verilen bir sıfat olabilir. Devrimci bir akım ya da kişi, amaçlarını komünizmin ideallerinden almaktadır ve dünyayı kökten değiştirmenin başka bir yolu ve yöntemi de bulunmamaktadır. Komünizmin devrimi ve devrimciyi tanımlamasının özü, kalın hatları ile böyledir.

Ancak devrim ve devrimciliğin çok geniş bir alanda kullanıldığını  da biliyoruz. Burjuva devrimleri, siyasal üst yapının değişmesini tanımlayan devrim hareketleri vb. bunlardan sayılabilir. Devrimciliğin giderek daha geniş bir alanda kullanılmasının yol açtığı sonuçlardan birisi, bu kavramın giderek yozlaştırılması ve içeriğinin darlaştırılması, taşıdığı sınıfsal anlamdan soyutlanmasıdır. Küçük-burjuva akımların bu durumun ortaya çıkmasında önemli bir payı bulunmaktadır.

Günümüzde küçük-burjuva sosyalizmini temsil eden akımlar başta olmak üzere, pek çok akım bu sıfatı kullanmakta, bu durum, işçi sınıfı mücadelesinden kopuk, sosyalizm davasına bağlanmamış genel bir “devrimci” kimliğinin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Bütün bunları “sınıf dışı devrimcilik” olarak nitelemek olanaklıdır. Bir dönem, “elde silah devrim peşinde koşan” bir tip olarak idealleştirilen bu devrimci tipinin, hangi aldatıcı ambalajla sarılıp sarmalanırsa sarmalansın, bugün ülkenin sınıf mücadelesinin gerçekleri ile, bilimsel sosyalizmin idealleri ile yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır. Sosyalizme ihanetin ve geri dönüş koşullarının varlığında kısmen “masum” sayılabilecek bu “devrimciliğin”, günümüz koşulları dikkate alındığında, işçi sınıfı devrimciliğinden kesinlikle ayrıştırılması gerekmektedir. Bunun yolunun ise, ideolojik mücadele, işçi sınıfının tarihsel ideallerine bağlılık, yaşamını ve eylemini bu mücadelenin içinde kurmak olduğu açıktır. Genç devrimciler de, ancak bu yolla kendi yaşamlarını ve eylemlerini diğer “devrimci gençlik akımlarından” ayırabilirler.

Bütün bunlara ülkenin kendi tarihsel koşullarından kaynaklanan “Kemalist devrimcileri” de eklediğimizde, durum daha da karmaşıklaşmaktadır. Oysa kendisini emek-sermaye çelişkisinin emek tarafında var ederek, dünyayı kökten değiştirme eylemi olan devrimciliğin, Kemalist devrimcilik gibi siyasi düzende reformlar yapma –hilafetin ve saltanatın kaldırılması, Latin alfabesinin kabulü, şapka, kılık-kıyafet reformu vb.– ile sınırlı bir “devrimcilikle” karıştırılmaması, eşitlenmemesi gerekir. “Kemalist devrimciliğin”, emek-sermaye çelişkisi, bu çelişkinin kökten çözümü ile bir ilişkisi olmadığı gibi, sınıfların “uyumu ve birliğine varan” korporatif anlayışlara kadar uzanan gerici bir ideolojisi bulunmaktadır.

Buna karşın, Kemalizmin ilk dönemine bağlılık gösteren kesimlerin özellikle emperyalizme karşı bir mücadele potansiyeli taşıdığı, bu kesimlerle ilişkilerde bu özelliğin dikkate alınması gerektiği açıktır. Küçük-burjuva devrimci akımlarla ilişkiler, politik ittifaklar vb.’nin ayrıca değerlendirilmesi gerektiği de açıktır. Burada sorunun, ideolojik görev ve yaklaşımlarla, politika ve taktik sorunlarının birbirlerine karıştırılmaması ve birlikte ve ayrı ayrı değerlendirilmesinde genel bir olgunluğa sahip olmakta yattığı açıktır. Zaten bu kesimlerle ilkeler temelinde iş yapılabilmekte, ideolojik mücadelenin görevleri ile günlük politik mücadelenin gerekleri birbiri ile karıştırılmamaktadır.

Bitirirken, kısaca yeniden vurgulamak gerekir ki, burada ele alınan sorunlar, gerek günlük pratik mücadelede, gerekse ideolojik görevlerin yerine getirilmesinde sık sık karşımıza çıkmakta, bazı bulanıklıklara ve belirsizliklere yol açabilmektedir. Bu alanda ideolojik bir mücadelenin yürütülmesi gerektiği açıktır. Bu akımların yakın tarihine ilişkin zengin bir literatüre sahip olduğumuz bir gerçektir. Bugün olduğu gibi, geçmiş dönemde de, temel ideolojik çizgileri eleştirilmiştir. Ancak her akım günün koşullarına göre kendisini yeniden temellendirmekte ve “konumlandırmaktadır.” Bu nedenle, ideolojik mücadelenin de yenilenmesi, süreklilik göstermesi gerektiği açıktır. Burada güncel sorunlara sadece genel bir giriş yapılmıştır. Zaman zaman ihtiyaçlara göre bu konuları ele almaya devam edece

ILO ve “sosyal diyalog”

Sendikalar ve sendikal mücadele, ilk ortaya çıktığı günden bu yana önemli değişiklikler ve dönüşümler yaşadı. Yaşanan dönüşümlerin bir kısmı sendikaların kendi olağan iç gelişmeleri üzerinden gelişirken, bir kısmı da dışarıdan müdahalelerle gerçekleştirildi. Burjuvazi tarafından yasaklandığı zaman fiili olarak kurulan ve mücadele eden sendikalar olduğu gibi, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren sendikaların işçi sınıfının kitlesel mücadelesini yansıtan ciddi bir güç olarak kendini hissettirmesiyle birlikte, sermaye güçlerini yükselen sınıf hareketine karşı uluslararası düzeyde manevralar geliştirmeye sevk eden adımlar da atıldı.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyalizmin işçi sınıfı içinde önemli oranda etkili olmaya başlaması, sendikaların işçi sınıfının birleşme ve mücadele örgütleri olarak ekonomik mücadelenin yanı sıra işçi sınıfının siyasal mücadelesi ile yakın ilişkiler kurmaları, kapitalizmi, kendisini inşa ettiği ülkelerde, sosyal politika alanında, sınırlı düzeyde de olsa, bazı önlemler almaya itti. Bütün bu önlemlerin amacı, işçi sınıfının kapitalizmin dışında başka bir alternatife yönelmesini engellemek, sınıf hareketini düzen içi tedbirlerle sınırlandırmaktı.

1917 yılında Rusya’da yaşanan Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) sosyalist sistemi kurma çabaları ve uygulamaları, sanayileşmiş kapitalist ülkelerin sosyal politika alanındaki önlemlere yönelmesini zorunlu hale getirdi. Sosyalizm, bütün yurttaşlarına sağlık, eğitim ve diğer hizmetleri parasız sunarken, kapitalizm, durumu lehine çevirmek için adımlar atmakta gecikmedi. Bu nedenle, ilk olarak, sosyalizmin işçi sınıfını hedefleyen ideolojik ve siyasal çekiciliğini azaltmaya yönelik girişimlerde bulunuldu. Bu girişimleri başarıya ulaştırmak ve işçi sınıfının sosyalizme yönelişini engellemek için sendikaların kazanılması ve bu şekilde işçi sınıfının geniş kesimlerini memnun edecek birtakım adımların atılması gerekiyordu.

Sendikaları, kapitalist sistemin genel standartları içine hapseden, sermayenin çıkarlarını tehdit etmeyen, işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesiyle arasına kesin bir mesafe koyan örgütler haline getirmek için, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli adımlar atıldı ve bu konuda özellikle uluslararası alanda yoğun tartışmalar yürütüldü. Özellikle Ekim devrimi ile birlikte, kapitalizmin karşısına somut bir alternatif olarak yükselen sosyalizm, emperyalist-kapitalist sistem tarafından büyük bir kaygıyla karşılandı. İşçi sınıfının kitlesel sınıf örgütü olan sendikaları, bu önemli özelliklerinden dolayı denetim altında tutmak, işçi sınıfını kapitalist düzenle bütünleştirmek ve işçi hareketini denetim altına almak için merkezi örgütlenmeler zorunlu bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı. Bu örgütlenmelerden en önemlisi olan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), sosyalist Ekim Devrimi’nden sadece iki yıl sonra, böylesi bir ihtiyacı giderebilecek önemli bir uluslararası örgütlenme olarak kuruldu.

ILO, ilk kurulduğu günden itibaren, kendisinden beklenenlere uygun olarak hareket eden uluslararası ölçekte ‘özel görevli’ bir örgüt olarak dikkat çekti. ILO’nun emek örgütleri ve sendikalar tarafından algılanışının tamamen olumlu olması ve tek tek ülkelerde sendikal mücadelenin büyük ölçüde ILO dayanak gösterilerek yürütülmesi, ILO’nun yapısı ve işleyişi ile ilgili olarak yaşanan bazı yanılsamaların çeşitli yönleriyle tartışılmasını gerektiriyor.

ILO’nun, özellikle ‘sosyal diyalog’ olarak adlandırılan ‘sınıflararası işbirliği’ mekanizmasını dünya çapında yaygınlaştırmak amacıyla kurulduğu gerçeğinden uzak olarak çeşitli tartışmalar yürütülüyor. ILO’nun, kurulduğu dönemden itibaren çeşitli emek örgütleri ve sendikalar tarafından uluslararası bir emek örgütü olarak tanımlanıyor olması, kuruluş amacı ve işleyişi ile ilgili olarak bazı temel noktaların çeşitli yönleriyle açıklanmasını gerektiriyor.

ILO’NUN KURULUŞU VE İŞLEYİŞİ

ILO, ‘sosyal adaletin sağlanması yoluyla dünyada kalıcı bir barışın gerçekleştirilmesi’ amacıyla, 1919 yılında, Birinci Emperyalist Savaş’ın galiplerinin kendi uluslararası ve kuşkusuz kapitalist-emperyalist düzen ve ilişkilerini dünyaya dayatan Versailles Barış Antlaşması ile kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren, yine –mağlupların ve Sovyetlerin dışlandığı– Birinci Emperyalist Savaş’ın galiplerinin uluslararası örgütü olan Milletler Cemiyeti bünyesinde faaliyet gösteren ILO, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Milletler Cemiyetinin ortadan kalkmış olmasına rağmen, varlığını sürdürmüştür. ILO, 1946 yılında Birleşmiş Milletler ile imzaladığı bir anlaşma ile yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi konusunda çaba gösteren BM’nin ilk uzmanlık kuruluşu1 olarak hizmet vermeye devam etmiştir.

“Sosyal adalet” ilkeleri, “evrensel insan ve çalışma haklarının korunması” ILO’nun temel ilkeleridir. ILO, uluslararası çalışma standartlarını sözleşmeler ve tavsiyeler yoluyla ifade eder. Bugüne kadar, ILO tarafından 188 sözleşme kabul edilmiş ve 199 tavsiye kararı alınmıştır. Bu sözleşme ve tavsiyeler, temel çalışma hakları, örgütlenme hakkı, toplu pazarlık, zorla çalıştırmanın ortadan kaldırılması, fırsat eşitliği ve çalışma hayatı ile ilişkili diğer konularda asgari standartları belirlemek üzerine olmuştur.

ILO’nun kuruluşundan hemen sonra, 1919 yılında kabul edilen ilk sözleşme, yıllarca işçi sınıfının uğruna mücadele ederek bedeller ödediği 8 saat çalışma sözleşmesi olurken, ikinci sözleşme, aynı yıl kabul edilen, işsizlik ile ilgili sözleşme olmuştur. 1919 yılında kabul edilen sözleşmelerin temel niteliğini, 19. yüzyıldan bu yana işçi sınıfının temel talepleri arasında yer alan 8 saat işgünü, işsizliğin önlenmesi, çalışma yaşının düşürülmesi, çalışma yaşamında kadın ve çocukların korunmasına yönelik sözleşmeler oluşturulmuştur. Karar altına alınan talepler uğruna ciddi bedeller ödenmiş olması bir yana, bütün bu sözleşmelerin kabul edilmesi, her ne kadar uluslararası bir örgüt olan ILO tarafından ilk kez evrensel olarak karar altına alınmış olsa da, bahsedilen düzenlemelerin hayata geçirilebilmesi için tek tek ülkelerde işçi sınıfının çetin mücadeleler içine girmesi gerekmiştir.

Uluslararası  asgari çalışma standartları ve ILO’nun genişletilmiş politikaları, Uluslararası Çalışma Konferansı’nda belirlenir. ILO üyesi ülkeler tarafından finanse edilen çalışma programı ve bütçesi ise, her iki yılda bir aynı Konferans tarafından benimsenmektedir. Her üye ülkenin, iki hükümet temsilcisi, bir işveren ve bir işçi ile konferansa katılma hakkı vardır. Konferansın yıllık oturumları arasındaki ILO çalışmaları ise, 28 Hükümet temsilcisi ile 14 işçi ve 14 işveren temsilcisinden oluşan Yönetim Kurulu tarafından yürütülür. ILO ayrıca, çalışma politikası, emek yönetimi, çalışma hukuku ve endüstriyel ilişkiler, çalışma koşulları, işletme gelişimi, kooperatifler, sosyal güvenlik, çalışma istatistikleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği gibi konularda 178 üye ülkeye teknik yardım sunmaktadır.

Birleşmiş  Milletler üyeleri içinde sadece ILO’nun üçlü yapıya sahip olması dikkat çekicidir. İşveren ve işçi temsilcileri, ekonominin ‘sosyal tarafları’ olarak, politika ve programların şekillendirilmesinde, üçüncü tarafı oluşturan hükümet temsilcileri ile birlikte hareket etmek zorundadır. ILO, sosyal ve ekonomik konularda ve başka alanlarda geçerli ulusal politikaların geliştirilmesinde ve duruma göre uygulanmasında sendikalar ve işverenler arasındaki ‘sosyal diyalog’u geliştirerek, aynı üçlü yapılanmayı üye ülkelerde de teşvik etmekte, uluslararası düzeyde kurulan ‘üçlü işbirliği’nin, ulusal anlamda da oluşturulması için yoğun çaba harcamaktadır.

Özellikle sendikal çevrelerde ve diğer emek örgütleri içinde ILO’nun emekçilerin çıkarlarını ve haklarını savunan bir uluslararası emek örgütü olduğu yönünde yaygın bir düşünce ya da inanış söz konusudur. Oysa ILO,devlet-işveren-sendikaüçlüsünün temsilcilerinin oluşturduğu uluslararası bir yapıdır. ILO’nun bütün organlarında hükümet temsilcilerinin sayısı, işveren ve işçi temsilcilerinden fazladır. Organlardaki hükümet temsilcilerinin oyu, bir kararın alınmasına yeterli olmasa da, işveren temsilcilerinin oylarıyla birleştiğinde, karar oluşturacak yeterli çoğunluk sağlanmaktadır.

ILO’nun benimsemiş olduğu üçlü yapı ilkesi, kapitalist ülkeler açısından büyük avantajlar sağlamasına karşın, Birleşmiş Milletler’in daimi üyesi olan SSCB, ILO bünyesinde işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda yapmış olduğu girişimlerle, genellikle kapitalist ülkelerin lehine işleyen ‘üçlü yapı’nın dönem dönem işçi sınıfı aleyhine işlemesine engel olabilmiştir. Bu konudaki en önemli örnek, 1948 yılında kabul edilen 87 Sayılı Örgütlenme Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkının Korunması Sözleşmesi ile 1949 yılında kabul edilen 98 Sayılı Örgütlenme Hakkı ve Toplu Pazarlık Sözleşmesi’nin ILO tarafından onaylanması sürecinde yaşanmıştır. O dönem ILO’ya üye ülkelerin büyük bölümü kapitalist olmasına karşın, SSCB, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmasından da kaynaklı olarak, her iki sözleşmenin derhal kabul edilmesini istemiş, aksi takdirde Birleşmiş Milletler’in işleyişini kilitleyeceğini belirterek, BM’ye ciddi bir uyarıda bulunmuştur. SSCB’nin bu önemli uyarısı sonrasında, her iki sözleşme birer yıl arayla kabul edilmiştir2.

ILO’nun özellikle işçi sınıfının siyasal mücadelesine yönelik olumsuz bir yapıda olduğunu söylemek mümkündür. ILO organlarında, işveren temsilcileriyle birlikte olunca hükümet temsilcileri çoğunlukta olmakta, bu durumda, ilgili organlardan çıkacak kararlar ‘üçlü yapı’ içinde ne kadar ‘müzakere’ edilirse edilsin, sonuç, genellikle hükümet ve işveren temsilcilerinin istediği şekilde olmaktadır.

İşçi sınıfına temel haklar sağlamak ve haklarını korumak amacıyla kurulduğu iddia edilen ILO’nun temel işlevi, ilk kurulduğu günden itibaren, işçi sınıfının düzen dışına çıkmasını engellemek ve kapitalizm içinde çalışma ilişkilerinin asgari kurallarını düzenlemek olmuştur. Bunun için bazı temel ilke ve düzenlemeler oluşturulmuş, bu ilke ve düzenlemeler etrafında oluşturulan standartlar hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Özellikle, uluslararası düzeydeki düzenlemeler, özünde sosyal değil, ekonomik amaçlı ve ona uygun nitelikte olmuş, temelde işçilerden çok patronların, emeğin değil sermayenin korunmasını hedeflemiştir. Bu açıdan bakıldığında, ILO’nun nihai amacının, koruyucu ulusal düzenlemelerin devletlerarasında yarattığı ‘rekabet eşitsizliği’nden ulusal ekonomi ve sanayilerin olumsuz yönde etkilenmesini engellemek olduğu söylemek mümkündür.

ILO’ya üye ülkeler, her yıl Haziran ayında, Uluslararası Çalışma Konferansı (ILC) çerçevesinde Cenevre’de toplanır. İkisi hükümet delegesi, diğer ikisi ise her üye ülkenin çalışanlarının ve işverenlerinin her birini temsilen katılan delegelerden olmak üzere, üye ülkelerin her biri 4 delege ile temsil edilir. Ülkelerin çalışma bakanları delegasyona başkanlık ederek, kendi ülkelerinin görüşlerini aktarırlar. ILO’nun en dikkat çeken özelliği, Birleşmiş Milletler içinde, ILO’da görünüşte ‘eşit katılımlı’ işçi ve işveren örgütleri ve de hükümetin yönetim organlarında birlikte üçlü bir yapı oluşturması ve yaşanan sorunların söz konusu ‘üçlü yapı’ tarafından müzakere edilerek ‘uzlaşma içinde’ çözülmesidir. Ancak siyasal iktidarların sınıfsal niteliği göz ardı edilerek (ya da öyle kabul edilmesi düşünülerek), üçlü yapı içinde hükümetler ‘tarafsız’ kabul edilirken, işçi ve işveren kesimine ‘eşit mesafede’ oldukları tezi ileri sürülür.

ILO VE SOSYAL DİYALOG MEKANİZMASI

“Sosyal diyalog”, en genel ve bilinen anlamıyla; işçi, işveren ve hükümet arasındaki sorunların ikili ve/veya üçlü ilişkiler veya yapılanmalar aracılığıyla çözüme kavuşturulma çabası olarak tanımlanır. Diğer bir deyişle, yeni ve önemli bir olgu ve gelişme olarak, sanki sihirli bir içeriğe sahipmiş gibi sunulan kavram, ‘sosyal taraflar’ olarak ifade edilen farklı sınıfların temsilcileri arasında görüşmeler yoluyla uzlaşma ya da anlaşma sağlama çabası olarak ifade edilir.

Dünyada ilk “sosyal diyalog” uygulamalarının, 19.yy sonları ile 20. yy başlarında, iki taraflı uyuşmazlıkları çözmek amacıyla İskandinav ülkelerinde görüldüğü bilinmektedir. “Sosyal diyalog” mekanizmaları, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa’da sıkça başvurulan önemli bir ‘uzlaşma aracı’ haline gelmiştir. Bu dönemde “sosyal diyalog” yapıları, Avrupa’daki parlamenter yönetimlere, ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne katılmak, danışmanlık yapmak ve hükümet, işçi ve işveren üçlüsü arasındaki ‘uyum ve diyalogu geliştirmek’ amacıyla oluşturulmuştur. Bugün bile, pek çok Avrupa ülkesinde hükümetler, sosyoekonomik kararların alınmasında ve uygulanmasında sosyal taraflara danışmayı ve onlarla işbirliği yapmayı ve uygulanacak politikaların başarısı ve emekçi kitleler tarafından da onaylanması ya da kabul görmesi açısından çok önemli görmektedir.

“Sosyal diyalog”, kavram ve içerik olarak ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, ‘üçlü işbirliği’, ‘katılımcı yönetim’, ‘sosyal ortaklık’, ‘neokorporatizm’, ‘yönetime katılma’ vb. birçok kavramla ifade edilebilir. Neresinden bakılırsa bakılsın, ‘sosyal diyalog’, kapitalizmin, kendisine karşı mücadele etme potansiyeli olan güçleri kendi safına çekmek, onların muhtemel gücünü ve etkisini kırmak için oluşturulduğu çok tehlikeli bir ‘uzlaşma mekanizması’ olarak dikkat çekmektedir.

“Sosyal diyalog” kavramının tarihsel geçmişi 19. yüzyılın sonlarına kadar uzanıyor olsa da, asıl kökeni, 1919’da Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurulmasına dayanır. Ekim Devrimi’nin özellikle Avrupa sendikaları üzerindeki olumlu etkileri nedeniyle, ‘sosyal diyalog’ kavramı, ilk gündeme geldiği dönemde, beklenen etkiyi yaratmamıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ‘refah devleti’ döneminde gündeme getirilen ve işçi-işveren-devlet ilişkilerini kurumsallaştırmayı ifade eden ‘neo-korporatizm’in temel tartışma alanlarından birisi olarak, dikkat çekmiştir. Tek tek çeşitli kapitalist ülkelerde yürüttüğü mücadelesi ve talepleriyle sermaye güçlerinin korkulu rüyası olan çok sayıda sendika, birden bire alanlardan, masalara; talepler üzerinden mücadeleden ‘sosyal diyalog’ çerçevesinde ‘müzakere’ içine çekilmeye çalışılmış; bu dönemde işçilerin grev ve toplusözleşme hakları, sermayenin nihai çıkarlarına zarar vermeyecek içerik ve biçimde düzenlenmiştir.

“Sosyal diyalog”, ‘serbest piyasa ekonomisinin kabulü, çıkar çatışması yerine ortak paydaların oluşturulması, hükümet ile işçi ve işverenler arasında özellikle ekonomik reformları gerçekleştirmek için görüş birliği oluşturma’ içerikli olarak, ikili ya da üçlü işbirliği şeklinde uygulanmaktadır. Sendikalar, bu yolla, sınıf örgütü olmaktan çıkarılarak, ‘sosyal diyalog’ ya da ‘sosyal ortak’ kavramı altında, ‘sivil toplum’un bileşenlerinden biri haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu sürece katılan sendikalar, sonuçta bilerek ya da bilmeyerek, sermaye programlarını destekleyen, üyelerinin aksi yöndeki taleplerine rağmen, bu programları onaylayan kurumlar haline getirilmiştir.

“Sosyal diyalog” mekanizmasının hayata geçirilmesi uygulamaları, ilgili ülkedeki sınıflar arasındaki güç dengelerine, sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyine; sendikaların yapısına ve gücüne, temsil yeteneğine, ideolojik karakterine, uygulanan sermaye birikim modelinin niteliğine ve hangi etkinlikte uygulanabildiğine vb. göre kendine özgü bir dizi farklılık gösterir.

ILO’nun, çalışma standartlarının uluslararası düzeyde belirlenmesine hizmet etmesi amacıyla, gelişmiş ülkelerin sermaye çevreleri tarafından önemsenmesi ve desteklenmesi dikkat çekicidir. Bu durum, her şeyden önce, dünya pazarlarında gerçekleşen ‘rekabet eşitliği’ açısından bir ihtiyaç olarak görülmektedir. ILO öncesinde, işçi örgütlerinin temsilcilerinin üçlü bir yapı içinde çalışma standartlarının belirlenmesinde söz sahibi olması, karar mekanizmalarına katılması yönünde bir düşünce olmamıştır. 20. yüzyılda giderek yaygınlık kazanacak olan ikili ya da üçlü işbirliği modelleri, uluslararası düzeyde, ilk kez, ILO üzerinden hayat bulmuştur. Zaman geçtikçe ve ILO’nun alanındaki ağırlığı arttıkça, benzer korporatist uygulamalar ulusal düzeylerde de oluşturulmaya başlanmış ve giderek yaygınlık kazanmıştır.

Geçtiğimiz yıl yapılan 98. ILO Konferansı’nda, ILO Genel Direktörü Juan Somavia’nın Küresel İş Kriziyle Mücadele-Saygın İş Politikaları Yoluyla İyileşme başlıklı rapor üzerinden söyledikleri, ILO’nun işlevinin daha net görülebilmesi açısından önemlidir3. ILO Genel Direktörü, ILO’nun “küresel ekonomik ve sosyal krizle ilgili olarak en az üç sorumluluk taşıdığını” belirttikten sonra, şöyle devam etmektedir:

İlk sorumluluğumuz, Örgütümüzün üçlü yapıdaki taraflarına – hükümetlere, işverenlere ve işçilere yönelik olup,  talep ettikleri zaman kendi özel şartlarına uygun yöntemlerle onlara yardım etmektir. İkinci sorumluluğumuz, açık ekonomilerde ve açık toplumlarda sürdürülebilir, adil ve çevresel olarak sağlam bir ekonomik büyüme ve sosyal gelişmeye dayanan yeni bir küreselleşmenin temellerini atabilmek amacıyla, durma noktasına gelmiş bir küreselleşme modelinden gerekli sonucu çıkarmaktır. Üçüncü sorumluluğumuzu bu raporun üzerinde durduğu konu teşkil etmektedir. Bu da, krizin şimdiki durumu ve krizle ilgili olarak yapılması gerekenlerdir.

İşçilerin burjuvazi ve hükümetlerinin yedeği haline getirilmesi sorumluluğu.. Kuşkusuz kapitalist olan, burjuvazinin egemen olduğu Sorosçu, Popperci dünya ölçeğinde, engelsiz “açık ekonomi ve toplum”un ve büyümesinin, bir diğer deyişle artı-değere el konulması ve sermaye birikiminin “sürdürülebilirliği”nin sağlanması sorumluluğu.. İşçi-işveren-hükümetler işbirliğiyle krizle ilgili yapılması gerekenlerin üstlenilmesi ya da krizin yüklerinin, tabii ki işçilerin sırtına yıkılması sorumluluğu…

ILO’nun, son yaşanan kriz sürecinde, sorumluluk alanını, özellikle “ekonomik büyüme ve sosyal gelişmeye dayanan yeni bir küreselleşmenin temellerini atmak” olarak belirlemiş olması, dikkat çekicidir. Bu amaçla, 98. ILO Konferansı’nda Kriz Çözümleri Genel Komitesi oluşturulmuş ve ILO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve OECD’nin de katılımıyla, “Küresel İş Paktı” üzerinde mutabakata varılmıştır. ILO Genel Direktörü, bu paktın “geleceğin dengeli küresel yönetişimi için önemli bir girişim olduğuna inandığını” belirtmiş ve ILO’nun Bretton Woods kurumları (IMF ve Dünya Bankası) ile, Birleşmiş Milletlerle işbirliğine dayalı bu çalışmanın daha da ilerletilmesiyle büyük oranda artacağını ve krize karşı Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlerle daha fazla işbirliğini içinde olacaklarını özellikle belirtmiştir.

ILO Genel Direktörü, aynı konuşması içinde, hızını alamayarak, “her bir bölgenin özelliklerine uyarlanmış stratejilerin ve politikaların tasarlanması ve desteklenmesinde, bölgesel ekonomik kurullar ve bölgesel kalkınma bankaları da dâhil olmak üzere, bölgesel kurumlarla işbirliğini daha da güçlendirecektir” şeklinde bir ifade kullanarak, ulusal ve uluslararası sermayenin yüreğine ‘su serpen’ bir açıklama yapmıştır.

Geçtiğimiz yıl yapılan 98. ILO Konferansı’nın önemli ölçüde krize karşı mücadele ekseninde gelişmiş olması ve krize karşı işbirliğinin sürekli olarak vurgulanmış olması önemlidir. Konferans’ta, ILO’nun da desteği ile krize karşı hayata geçirilecek birtakım kararlar alınmıştır. Alınan kararlara ve bu kararlar sonucunda ortaya çıkan “Küresel İş Paktı Raporu”na bakıldığında, durumu kavramak daha da kolaylaşmaktadır4. “Krizden Çıkış: Küresel İş Paktı” başlıklı raporda, peş peşe çok sayıda öneri sıralandıktan sonra, “Deflasyonist ücret sarmalından kaçınmak amacıyla, sosyal diyalog, toplu pazarlık, yasal ya da müzakere edilmiş asgari ücretler” gündeme getirilmiştir. Aynı raporda, asgari ücretlerin düzenli şekilde gözden geçirilmesi ve piyasaya uyumunun sağlanmasının önerilmesi dikkat çekicidir. Raporda –tamamen kapitalist bir örgütün yaklaşımlarından ayırt edilemez şekilde– işbirliğinin özellikle aşağıdaki konularda önem arz ettiği belirtilmiştir:

  • Reel ekonomiye hizmet etmesi, sürdürülebilir işletmeleri ve saygın iş miktarını artırması ve çalışanların tasarruflarıyla emeklilik haklarını daha iyi koruyabilmesi açısından mali sektöre yönelik olarak daha güçlü, küresel açıdan daha istikrarlı, denetleyici ve düzenleyici bir çerçeve tesis edilmesi;
  • Herkesin yararlanabileceği etkili ve iyi düzenlenmiş ticaretin ve piyasaların teşvik edilmesi ve ülkelerin korumacılıktan kaçınması. İç ve dış pazarlar arasındaki bariyerleri kaldırırken, ülkelerin değişkenlik gösteren gelişmişlik düzeylerinin göz önüne alınması gerekmektedir;
  • Süreç içerisinde istihdam piyasasındaki düzelmeyi hızlandırmaya yardımcı olacak, sosyal uçurumları azaltacak, kalkınma hedeflerini destekleyecek ve saygın iş amacını hayata geçirecek düşük karbon salınımlı, çevreye dost bir ekonomik yapıya geçiş.

 

Yukarıda sadece belli bölümlerine değindiğimiz ve 98. ILO Konferansı’nda yapılan tartışmalar sonucunda ortaya çıkan tabloya bakıldığında, ILO’nun, işçi sınıfına mı, yoksa sermaye sınıfına mı daha yakın bir uluslararası örgütlenme olduğunu, bu örgütün sınıf karakterini görmemiz kolaylaşmaktadır.

Burada, özellikle bir noktanın altını çizmek gerekir. Bütün bu gelişmeler ve uygulamalar, elbette ILO standartlarının önemini azaltmamakta ya da ILO sözleşmelerinin işçi sınıfının hak ve çıkarları için sürdürdüğü mücadelede bir araç olarak kullanılmasını gereksiz kılmamaktadır. Burada açıklamaya çalıştığımız nokta, ILO’nun belirlemiş olduğu ‘asgari standartlar’ın sendikalar ve işçi sınıfı mücadelesi açısından nihai bir hedef olarak görülmemesi, mücadelenin sadece bu sözleşmelerin uygulanması ile sınırlandırılmamasıdır. Bu açıdan bakıldığında, sendikaların önemli bir bölümünün, tek tek ülkelerde, hükümetleri ve işverenleri ILO sözleşmelerine uymaya çağırması, hükümet ya da işverenler imzaladıkları sözleşmelere uymadıkları zaman ILO’ya şikâyet mekanizmasının işletilmesi5, ortaya çıkan sonuçlar itibariyle pek bir anlam ifade etmemektedir.

“SOSYAL DİYALOG” VE SENDİKALAR

“Sosyal diyalog” kavramı, sadece ILO tarafından kullanılmamaktadır; ama Dünya Bankası, IMF ve Avrupa Birliği’nin de desteklediği, özellikle Avrupa Birliği’nin ilerleme raporlarında sürekli olarak vurgu yaptığı bir kavramdır. Bu alanda yapılan program ve projeler ile sendikalara sadece para gelmemekte, para ile birlikte belli bir ideoloji, ‘işbirliğine dayalı’ çok tehlikeli bir sendikacılık tarzı gelmektedir. ‘Çağdaş sendikacılık’ olarak da adlandırılan bu tarz ‘işbirlikçi sendikacılık’ yaklaşımlarının, emperyalizmin dünya çapında ve tek tek ülkelerde gerçekleştirdiği fiili ve ideolojik saldırılarının yoğunlaştığı dönemlerde daha yoğun olarak tartışılması dikkat çekicidir.

Sınıf işbirlikçi  çizginin belirlenmesinde ILO’nun etkisi tartışmasız her ne kadar olsa da, çeşitli adlar altında yürütülen “sosyal diyalog” uygulamasının sendikalar cephesinden asıl yürütücüleri, Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC) ve Avrupa sendikalarının üst örgütü olan Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’dur. ITUC (2006’dan önceki adıyla ICFTU) ve ETUC’un “soğuk savaş” döneminden bu yana, en önemli işlevi, sendikaları işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olmaktan çıkarıp, sermaye ile karşılıklı ‘dostane ilişki’ ve işbirliğine açık olan ‘sosyal diyalog’ çizgisine çekebilmek olmuştur. Bu konuda yapılan danışmanlık hizmetleri ve özellikle sendikalarla birlikte yapılan ‘sosyal diyalog’ konulu eğitim seminerleri ile, başta Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere, Türkiye gibi sendikal hareketin sonradan geliştiği ülkeler üzerindeki denetim etkisi artırılmaya çalışılmıştır.

Çalışma koşullarının düzeltilmesi, kayıt dışının önlenmesi ve yoksullukla mücadele için her fırsatta ‘sosyal diyalog’ çağrısı yapan ILO ve uluslararası sendikal örgütlerin asıl hedefi, sendikaları tarihsel rollerinden ve sorumluluklarından uzaklaştırarak, kendi içinde ‘sivil toplumcu’ bir konuma getirmektir. Bu anlamda, işçi sınıfının sorunlarının, sendikaları ‘sosyal diyalog’ ile işlevsizleştirmeyi amaçlayan ILO ile ve/ya da diğer uluslararası emperyalist kuruluşlarla (Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb. gibi) çözülmesi beklenmektedir.

Sermaye ile iyi geçinmeyi amaçlayan, temsil ettiği işçilerin haklarını ve çıkarlarını savunmak yerine, ‘işyerinin yaşaması için’ işverenlerin haklarının ve taleplerinin savunuculuğunu yapmak, ‘gerçekçi ve geçerli sendikacılık’ olarak savunulmaktadır. ‘İşletmenin çıkarlarını ve geleceğini savunmak’ adına işverenlerin taleplerinin savunulduğu, işçilerin taleplerinin göz ardı edildiği bu sendikal yaklaşımla ‘sosyal diyalogculuk’, ‘sosyal ortaklık’ gibi tanımlamalar da yapılmıştır. “Sosyal diyalog” uygulamaları ve ideolojisi ile kuşatılmış sendikacılıkta belirleyici ve tayin edici olan, emekten çok sermayenin ve patronların çıkarlarıdır. Emek sermayenin, işçi kapitalistin “eklentisi”, yedeği sayılmaktadır. Bu anlayışa göre, işverene rağmen ve işverenle ‘kavga ederek’ sendikacılık yaparak, işçilerin çıkarlarını sağlamak mümkün değildir.

ILO’nun, en azından ilkesel olarak kuruluş amacından uzaklaştığına yönelik iddiaların son yıllarda giderek artmış olması, şaşırtıcı değildir. ILO’nun, az ve orta ölçekte gelişmiş ülkelerdeki sosyal güvenlik sistemini, emeklilik yaşının yükseltilmesi ile ilişkilendirmesi ve bu doğrultuda raporlar yayınlaması, dikkat çekicidir. Yine ILO’nun, son yıllarda IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb, örgütlenmelerle ilişkilerini yakınlaştırması6, bu iddiaları güçlendirmektedir. Dünya Bankası’nın eski uzmanlarının ILO tarafından istihdam edilmesi ve ILO projeleri ile Dünya Bankası projelerinin pek çok noktada ortaklaşması, ILO’nun, geçmişte sergilediği emek ile sermaye arasındaki ‘dengeleyici’ işlevinden vazgeçmeye başladığını ve açıkça sermayeden yana taraf olduğunu göstermektedir.

ILO’un hazırladığı sözleşmeler, geçmişte işverenleri sürekli olarak rahatsız etmiş, işverenler açısından ILO standartları bile kabul edilemez bulunmuştur. Kapitalistler işi o kadar ileri götürmüşlerdir ki, ILO’un standartları olmadan, sömürünün daha yoğun ve daha vahşi bir şekilde gerçekleşmesini, bunun karşısında hiçbir ulusal ve uluslararası standardın ya da korumanın olmamasını savunmuşlardır. Hatta daha da ileri giderek, ILO, emek ile sermaye arasındaki ilişkilere müdahale ederek, ‘haksız rekabet’ yaratmakla suçlanmıştır. ILO, bu tür eleştirilerden gerekli dersleri çıkarmış olacak ki, bugün kapitalizmin yaşamakta olduğu krizden emekçilerin sırtına basarak çıkması için, emek düşmanı olarak tescillenmiş uluslararası emperyalist örgütlerle birlikte krizden çıkış yolları aramaktadır.

SOSYAL DİYALOGCU SENDİKACILIĞA KARŞI MÜCADELE

Sosyal diyalogun sorunların çözümünde önemli bir anahtar rolü oynadığı kuşkusuz bir somut gerçekliktir. Ancak burada gözden kaçırılan nokta, “sosyal diyalog” mekanizması ile hangi sınıfın sorunlarının çözüldüğüdür. Ortaya çıkan sonuçlar açısından bakıldığında, hep sermayenin ve onun temsilcilerinin sorunlarının çözüldüğünü, emekçilerin sorunlarının çözülmek bir tarafa, sürekli olarak arttığını görmek mümkündür. Ortada çıkarları birbirine taban tabana zıt iki sınıf varken, karşıt çıkarlar üzerinden yürütülen bir mücadele söz konusuyken, tüm bunları yok sayıp, bu kesimleri ‘sosyal taraf’ ya da ‘sosyal ortak’ olarak nitelendirmek ne kadar gerçekçidir? Örneğin başta Almanya olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinde emek karşıtı yasalar, Türkiye’de 4857 Sayılı İş Yasası gibi düzenlemeler, ‘sosyal taraflar’ın onayıyla geçmiştir! Çalışma yaşamına yönelik yasal düzenlemelerin büyük bölümünde benzer yöntemler denenmiştir ve hâlâ denenmektedir. Yapılan herhangi bir düzenlemeye yönelik itirazlar yükseldiği zaman, söylenen ilk cümlenin ‘bu yasa, sosyal tarafların görüşleri alınarak hazırlandı’ olması, bir tesadüf değildir.

Türkiye’de Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen gibi işçi ve memur sendikaları yaptıkları açıklamalarla, ‘sosyal diyalog sendikacılığı’nı savunduklarını açıkça ifade etmektedirler. Son yıllarda emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik tarihte görülmemiş bir saldırganlık söz konusu iken, bazı sendika ve konfederasyonların sürekli ‘sosyal diyalog’ çağrısı yapması, kriz sürecinde hükümet ve işveren örgütleriyle bir araya gelip “eve kapanma pazara çık”, “alın, verin ekonomiye can verin” gibi kampanyalara katılmış olması, bir taraftan ibret verici bir durumken, diğer taraftan sosyal diyalogcu sendikacılığın nasıl bir şey olduğunun görülmesi açısından da son derece öğreticidir.

Ekonomik ve siyasal sistemin bir alt sistemi olarak tanımlanan endüstri ilişkileri sisteminin çatışmadan çok uzlaşmaya dayandığı, bunun için sistemi oluşturan ‘sosyal taraflar’ arasında ‘sosyal diyalog’un geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğu türünden yaklaşımlar, işçi-sendika hareketinin yaşamış olduğu deneyimlerden hareketle, aslında hiç de yabancısı olmadığı şeylerdir. Uzlaşmaz derecede karşıt çıkarlara sahip toplumsal sınıfların ve onların temsilcilerinin ‘sosyal taraf’ olarak nitelendirilmesi, ortaya çıkacak sonuçların da başlı başına egemen sınıfın çıkarlarıyla ve önceden belirlenmiş siyasal-ideolojik hedeflerle çelişmeyen bir yapıda ortaya çıkmaktadır. Söz konusu ‘sosyal taraflar’ın biçimsel olarak sanki eşit koşullarda temsil edildiği söylenedursun, gerçek bunun tam tersidir.

Sermayenin üretim araçlarına sahip olması ve buna dayanarak işçi sınıfı üzerinde bir baskı ve tahakküm geliştirmesi söz konusu ‘eşit temsil’ iddialarının birer yanılsamadan ibaret olduğunu göstermektedir. Sermaye sınıfı ve onun ekonomik-siyasal temsilcileri, sosyal diyalog mekanizmasını elbette işçi sınıfının sömürüsünü arttırmanın bir aracı kullanmak istemekte ve bunu işçi sınıfının üzerinde farklı bir tahakküm aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır. Burada önemli olan, ‘ortak’ alınan kararlara meşruluk kazandırmak7 ve özellikle sınıf ayrımlarının derinleştiği dönemlerde bu ayrımların üzerini örtmektir. Bu yönüyle sosyal diyalog, sermaye ile emek arasındaki farklılıkların görünmez kılınması hedefine yönelik önemli bir model işlevi görmektedir. Bu temel gerçekler göz önüne alındığında, sosyal diyalog mekanizması içinde kazananların ve kaybedenlerin kimler olduğu/olacağı daha başından bellidir.

Sosyal diyalogcu ve sosyal ortaklık anlayışı ile sürdürülen sendikacılık, egemen sınıfın, tekelci sermayenin günümüzdeki adıyla emperyalizmin ideolojisinden ve ihtiyaçlarından beslenmektedir. Sermaye, 1970’li yıllardan itibaren, sendikalara gerek kalmadığını, sendikaların ancak ve ancak işverenlerin talepleri doğrultusunda, sermayenin çıkarları ile ters düşmemek kaydıyla, varlıklarını bir ‘süs bitkisi gibi’ sürdürebileceklerini, aksi takdirde tarihin tozlu sayfalarında yerlerini almak zorunda kalacaklarını vurgulamaktadır. Sermayenin bu ideolojik tespitinin doğruluğuna inanan kimi sendikacılar, sosyal diyalog adı altında, bu tespitin savunucusu ve uygulayıcısı durumundadır. Emperyalizmin ideolojisine teslim olmuş olan böylesi bir sendikacılık anlayışının işçi sınıfının güvenini kazanması ve işçileri bir sınıf olarak görüp örgütlemesi mümkün değildir.

Sendikaların geçtiğimiz yıllarda hızla güven ve üye kaybetmesinin en önemli nedenlerinden birisi, işveren işbirlikçisi ve teslimiyetçi, sosyal diyalogcu sendikacılık anlayışının yaygınlaşmasıdır. Bu noktada, sendikaların genel üye kitlesi ile bu sendikalarda hala ciddi bir etkisi olan sendikal bürokrasiyi ayrı değerlendirmek gerekir. Sendika bürokrasileri elbette sosyal diyalogu savunacaktır. Çünkü gelişim tarihi boyunca sendika bürokrasilerine biçilen rol, sendika üyelerinin mücadele yönelimlerini engellemek, sınıfın mücadeleci kesimlerini patronlarla birlikte hareket ederek tasfiye etmek olmuştur. Türkiye’de, sendikalar denince, işçilerin sınıf çıkarları doğrultusunda mücadele eden, yeni haklar kazanan, kazanılmış hakları koruyan ve geliştiren örgütlerin akla gelmemesinin en önemli nedenlerinden birisi, sendika bürokrasisinin etkisinin hâlâ kırılamamış olmasıdır. Bu etkinin kırılması yönünde tabandan bir mücadeleye girişilmedikçe, ‘sosyal diyalog’ söylemi ve pratiğinin geriletilmesi mümkün değildir.

Sendikalar, içine düştükleri bu bataklıktan çekilip çıkarılmadığı sürece, sendikal hareketin yeniden güven ve sınıf örgütleri olarak güç ve işlev kazanmaları olanaksızdır. Bugün, neredeyse sendikaların büyük bölümü bu bataklığın içine çekilmiş durumdadır. Toplu iş sözleşmeleri, işçilerin talepleri doğrultusunda değil, işverenlerin imkânları doğrultusunda bitirilmektedir. İşçilerin mücadelesi ile kazanılan ve yasalara geçen haklar ‘masa başında’ kaybedilmekte, önceki sözleşmelerle kazanılmış haklar bile, “işletmenin devamı” ya da “işin geleceği” gibi bahanelerle patronlar tarafından geri alınmaktadır.

Eğer sendikalar kendi üyelerinin sınıf çıkarları doğrultusunda politikalar belirleyip, buna uygun şekilde hareket etmezlerse, ‘sosyal diyalog’ ya da ‘sosyal ortak’ sıfatıyla egemen sınıfların belirlediği programları onaylamaları ve işçi sınıfına yönelik yeni saldırılara ortak olmaları kaçınılmazdır. Sendikalar, tek tek işyerlerinden başlayarak, kendilerini yenileyip, tarihsel rollerinin gereği olan adımları atmadıkları sürece, sermaye programlarının sıradan bir figüranı olmaktan kurtulamayacaklardır.

SONSÖZ

Son elli yılda yaşananlar, sendikaların, sendika bürokrasisinin de etkisiyle, sınıf  örgütü olma özelliğinden hızla uzaklaşarak, sırf ‘sosyal ortaklık’, ‘sosyal diyalog’ adına, uzlaşmacı ve ihanetçi bir çizgide konumlanmasını beraberinde getirmiştir. Devlet, hükümetler ve patronlar ile uzlaşmayı temel politika edinen, sermayenin çıkarları kadar emeğin de çıkarlarının savunulabileceğini iddia eden “sınıflar arası işbirliği” çizgisi, sendikal hareketin son elli yılına damgasını vurmuştur. Pek çok Avrupa ülkesinde, 200 yılı aşkın bir geçmişe ve milyonlarca üyeye sahip olan sendika ve konfederasyonlar, işçi sınıfına ihanet etmenin bedelini uzun yıllar içten içe eriyerek ödemişlerdir.

İşçi sınıfının sendikal hareketinin önünde bir tek yol bulunmaktadır. Hareketin önünü tıkayanlardan, ayak bağı olanlardan kurtulmadıkça, işçi sınıfı sendikaları aracılığıyla her türlü meşru haklarını ve gücünü kullanmadıkça, sendikal bürokrasiyi ve işbirlikçi sendikacılık anlayışlarını sendikalardan söküp atmak mümkün değildir. Sınıf bilinçli işçi ve emekçileri, aşağıdan yukarıya doğru, sendikaları yeniden sınıfın birleşme ve mücadele merkezleri haline getirmek gibi önemli ve tarihi bir sorumluluk beklemektedir. Bugün çeşitli adlar altında sermaye sınıfı ile ‘ortak çıkarlar’ üzerinden uzlaşmayı temel alan her türlü sendikal anlayış ile derin ve kapsamlı bir hesaplaşmaya girmeden, sendikaları gerçek birer sınıf örgütü haline getirmek mümkün görünmemektedir.

Burjuvazinin sendikalara yönelik tüm yozlaştırma, kendine bağlama ya da saldırılarına ortak etme girişimlerine karşın, işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaların tarihsel rollerini koruduğunu ve onların, işçi sınıfının öz örgütleri olduğunu gerçeğini değişmemiştir. Dolayısıyla, mevcut sendikaların, konfederasyonlarının tepesine çöreklenen ve her fırsatta ‘sosyal diyalog’ sendikacılığını savunan sendikal bürokrasi ile sendikaların birleşme ve mücadele merkezi olarak yeniden inşasında önemli bir işlevi olacağı tartışmasız olan işçi kitlelerinin mücadelesini birbirinden ayırmak ve sosyal diyalog sendikacığına karşı mücadeleyi bu ayrım üzerinden yürütmek gerekir.

Bugün gelinen noktada, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, tüm dünyada sendikaların yeniden ve mücadeleci bir hata yönelmesi, pek çok ülkede sınıf hareketinin ana gövdesini oluşturan sendikal hareketin yeniden ayakları üzerine dikilmesi zorunluluğu, hareketin önündeki ilk hedef olarak durmaktadır. Bu açık gerçek, sadece Türkiye için değil, diğer kapitalist ülkeler için de geçerlidir. Çünkü hangi işte, hangi koşullarda, hangi sektörde ya da hangi ülkede çalışıyor olurlarsa olsunlar, tüm işçi ve emekçiler benzer saldırıların tehdidi altındadır. Söz konusu saldırıları geriletecek bir çizgiye yönelmek, her ülkenin sendikal hareketini etkileyen evrensel gerçeklerle, yerel koşulların birlikte ele alınması ve doğru değerlendirilmesini gerektirmektedir.

Sendikalarından, sendikal bürokrasinin, işbirlikçi, sosyal diyalogcu sendikal anlayışların tasfiyesi ve aşağıdan yukarıya sendikaların yeniden inşası sorunuyla, işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmesi mücadelesi olarak sendikal mücadele, günümüz koşullarında madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadır. Dolayısıyla sınıfın sermayeye karşı mücadelesinde sendikaların gerçek rollerini oynamalarını engelleyen, sendikaları sınıfa karşı kullanan her tür ve ad altındaki sendikacılık anlayışlarına karşı mücadele kaçınılmazdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑