Sovyetler Birliği’nin sokaklarında, üniversitelerinde, fabrikalarında ve diğer işyerlerinde, 1936 yılının son aylarında sıra dışı bir canlılık hakimdi. Rastlantıyla bir araya gelenler, küçük gruplarda ve büyük toplantılarda, insanlar, yeni anayasa taslağını tartıştı. Birliğe bağlı cumhuriyetlerdeki vatandaşların haklarının ve yükümlülüklerinin müzakeresini yaptılar. Değişiklikler ve öneriler özel bir komisyona iletildi ve nihayetinde yeni anayasa, 5 Aralık 1936’da, VIII. Tüm Birlik Sovyetleri Kongresi’nde kabul edildi. Halk, bu anayasaya, Stalinci Anayasa adını verdi. Neden? Çünkü bir yasa biçiminde güvenceye aldığı her şey, ülkenin yaşamında kazanılan her şey, SSCB Halk Komiserleri Kurulu Başkanı J. V. Stalin’in önderliğinde gerçekleştirildi.
1. KAPİTALİST ÜLKELERİN BİÇİMSEL DEMOKRASİSİ
Sovyet Anayasası’nın yapısının ve özelliğinin bir analizini yapmadan önce, şu sorunun cevaplandırılması gerek: Bir ülkenin anayasası genel olarak neyi ifade eder? Devlet erkinin faaliyetini düzenleyen bir program mıdır ve anayasa, o güne dek ülkelerde olmayan, ama ulaşılması gereken şeylerden mi söz eder? Yoksa anayasa, halk tarafından veya egemen sınıf tarafından şimdiye kadar elde edilmiş olan, yani sosyal yaşamda şimdiden mevcut olanların bir göstergesi midir? Doğrusu, ikincisidir.
Anayasa, insanlar arasında fiilen var olan toplumsal ilişkileri yasalar biçiminde güvenceye alır ve yasama organlarının çalışmalarının hukuki temelini oluşturur. Dolaysıyla anayasasının incelenmesi yoluyla, bir devletin yapısını ve özünü anlamak mümkündür. Yanı sıra Batılı ülkelerin anayasaları Sovyet devletinin anayasasıyla karşılaştırıldığında, Sovyet demokrasisinin burjuva demokrasilerinden hangi bakımlardan ayrıldığı sorusuna da yanıt bulunur. Fakat iki farklı demokrasinin varlığı mümkün müdür? Belki de, yalnızca tek bir demokrasinin –“genel anlamda” bir demokrasinin–mümkün olduğunu kanıtlamaya çalışan politikacılar haklıdır. Bu görüşün mü doğru olduğu ve farklı farklı demokrasilerin olup olmadığının yanıtını aşağıdaki bölümlerde bulacağız.
Her şeyden önce “demokrasi” sözcüğü ne anlama gelir? Halkın egemenliği anlamına gelir. Dolayısıyla, herhangi bir anayasanın incelenmesinde göz önünde bulundurmamız gereken temel soru şudur: Söz konusu anayasa, hangi çıkarlara hizmet etmektedir? Halkın çoğunluğunun, yani emekçilerin çıkarlarına mı, yoksa halkın küçük bir bölümünün, zenginlerin ve büyük mülk sahipleri grubunun çıkarlarına mı?
İngiliz ve Amerikan anayasaları, insan toplumunun en yüksek kazanımlarının ifadesi olarak kabul görür. Ve bu, bir zamanlar gerçekten de böyleydi. Bu anayasaların bugün geniş halk kitlelerini neden artık tatmin edemeyeceğini anlamak için, Batılı ülkelerin demokrasilerinin genel olarak nasıl yaratıldığı ve anayasalarında nelerin güvence altına alındığına bakmak gerekir. Gelişen burjuvazi açısından, ticaretinin yaratılması ve geliştirilmesi için, her şeyden önce, feodal devletten bireysel özgürlük ve bireysel eşitlik hakkının elde edilmesi gerekiyordu. Fakat genç burjuva toplumunun gözünde “özgürlük” ve “eşitlik” ne anlama geliyordu ve feodal rejime karşı ayaklanan burjuvazi nasıl bir özgürlük için mücadele ediyordu? Özgür bir ticaret, yani işletmelerinin, manifaktürlerinin ve mülkiyetlerinin serbest gelişimi hakkı için mücadele ediyordu. Bunun için gerekli olan da, seyahat özgürlüğü, gümrük engellerinin ortadan kaldırılması ve köylülerin feodal beylere olan bireysel bağımlılıklarından kurtarılmasıydı. Yani köylülerin kendilerini her türlü efendiye “özgürce” kiralama hakkına kavuşmasıydı. Bunun için, tıpkı girişimcilere olduğu gibi, onların da, gelir elde etme arayışıyla ülkede serbestçe dolaşma hakkına kavuşması gerekirdi ki, kapitaliste emek güçlerini engelsizce satabilsinler.
Peki, ünlü “eşitlik” kavramıyla ilgili durum neydi? Oluşmakta olan kapitalist toplumdaki en saygın insan kimdi? Büyük ve sağlam bir mülkiyete sahip olan kişiydi. Kim itibar görüyordu? Büyük bir sermayeye sahip kişiler. Peki, bu kişilerin, bunların dışında neye gereksinimleri vardı? Feodal aristokrat ile hukuksal eşitliğe kavuşmayı talep ediyorlardı. “Eşitlik” kavramının onlar için ifade ettiği temel anlam buydu. Burjuvazi, hiçbir zaman ekonomik bir eşitlik uğruna mücadele etmedi ve doğası gereği, bu uğurda mücadele etmesi mümkün değildi; dolayısıyla, sadece hukuksal eşitlik uğruna mücadele etti. Böylece “Özgürlük ve Eşitlik” sloganı, yüce biçimine karşın, oldukça sınırlı bir anlama sahipti.
Feodal ilişkilerden kapitalist ilişkilere geçişte hukuksal özgürlük ile ticaret ve sanayideki “Laisser faire, laisser aller” ilkesinin insanlık için ilerici bir anlamı vardı; çünkü insan toplumunun gelişiminin bir adımını temsil ediyordu. Fakat sermaye temelinde doğan demokrasinin, (ileride de göreceğimiz gibi) insana gerçek bir eşitlik ve gerçek bir özgürlük sağlaması mümkün değildi ve mümkün olmayacak da. Feodalizmin yıkılmasının ardından, bütün burjuva demokrasileri, sermayenin egemenliğini ve haklarını sağlamlaştırmayı, anayasalarında fabrikalar, toprak ve diğer üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti güvence altına almayı amaç edindiler. Tüm burjuva anayasaları, bir yanda emekçi çoğunluğu oluşturan mülksüz kitleler diğer yandaysa çalışmayan azınlığın lüks ve zenginliğinin oluşturduğu sosyal eşitsizliğin devamını güvenceye aldılar. Burjuva anayasalarının bu temeli, günümüze dek sarsılmadan korundu. Burjuva demokrasisi, anayasalarında, bu tür bir düzeni ve onunla birlikte de tüm sosyal eşitsizlikleri ölümsüzleştirmeye çalışır.
Buna, burjuva demokrasilerinin, yine de, emekçilerin temsilcilerinin iktidar organlarına ulaşma hakkını tanıdığı gerekçesiyle itiraz edilebilir. Gerçekten de, burjuva anayasalarında bu haklar tanınır. Ancak bu hakları güvenceye alan hiçbir düzenleme yoktur. Ayrıca öyle çok kaydı ihtirazlar ve sınırlandırmalar taşır ki, bu demokratik haklar ve özgürlükler tamamen çarpıklaşır.
2. SOVYET ANAYASASININ EKONOMİK VE POLİTİK TEMELLERİ
Sovyetler Birliği’nin ilk anayasası 1924 yılında hazırlandı. Üzerinden geçen on iki yıl boyunca, ülkede, 1936’da tamamen yeni bir anayasanın yaratılmasını gerektiren hangi gelişmeler oldu? 1924 yılında Sovyet ülkesinde politik ve ekonomik yaşam nasıldı? Bu, özel sermayenin ticarette olduğu gibi, sanayi ve tarımda da henüz oldukça güçlü olduğu bir dönemdi. Köylerde kapitalistleri büyük köylüler temsil ediyorken, orta halli çiftlikler kendileri için üretimde bulunuyordu ve toprak işleme tekniklerinin düzeyi çok düşüktü. Pazarda ve ticarette özel sermayenin hakimiyeti yüzde 50 civarında seyrediyordu ve bu durum çeşitli türde vurgunlara olanak tanıyordu.
1936’ya gelindiğinde, Sovyetler Birliği’ndeki ekonomik ve politik yaşam tamamen farklı bir tablo sergiliyordu; çünkü sosyalist ekonominin temelleri artık yaratılmış bulunuyordu. Sosyalist, yani halka ait bir sanayi yaratılmıştı. Üretim, Çarlık dönemindeki üretimi yedi kat aşan bir çapa ulaşmıştı. 1936 yılında, artık köylerde de toplumsal üretime geçilmeye başlanmıştı ve kolektif çiftlikler 316 bin traktöre kavuşmuştu. Bu değişikliklerle, krizlerin ve işsizliğin olmadığı yeni, sosyalist bir halk ekonomisi yaratıldı. Bunlarla bağlantılı olarak, toplumun sınıfsal yapısı da değişime uğradı. Sanayide kapitalistler sınıfı, tarımdan büyük köylüler, vurguncular ve tüccarlar ortadan kalktı. Geriye iki temel sınıf kaldı: İşçiler ve köylüler. İşçi ve köylülerin arasından oluşan ve tüm halkın çıkarı doğrultusunda çalışan aydınlar bir ara sınıf olarak varlığını sürdürdü.
Yeni bir anayasanın yaratılmasını gerektiren ülkedeki değişimler bunlardı. Demek ki, şimdiki Sovyet anayasası, 1936 yılına dek Junker ve sermaye mülkiyetinin tamamen ortadan kaldırılmış olmasına dayanıyor. Bu sayede, burjuva biçimsel hukuksal eşitliğinden farklı olarak ekonomik eşitliğin önkoşulları yaratıldı.
Sovyet demokrasisinin 1936 anayasasının içeriğini belirleyen ikinci temelini, üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyet oluşturuyordu. Sovyetler Birliği’nin düşmanları, bu belirleyici yapısal değişikliği çarpıtarak yansıtmaya çalıştılar. Sovyetlerde her türlü özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığını öne sürdüler ve şurada burada hâlâ öne sürmektedirler. Oysa gerçekte, yalnızca üretim araçları üzerindeki mülkiyet söz konusudur; yani toprak, fabrikalar, madenler, demiryolları vb. Bütün bunlar, işçi ve köylü devletine aittir ve bu toplumsal mülkiyetten elde edilen toplam gelir, kimi kapitalistlerin cebine girmemekte, tersine, halka, devlet hastaneleri, okullar, tedavi ve dinlenme yurtları, sanatoryumlar ve halkın hizmetinde bulunan daha birçok başka kuruluş biçiminde dönmektedir.
Sovyet demokrasisinin, anayasanın içeriğini belirleyen üçüncü temeli, tüm sağlıklı vatandaşların çalışma zorunluluğudur. Bu sayede, Sovyetler ülkesinde, hiç kimsenin, bir başkasının sırtından geçinmesinin olanağı bulunmamaktadır. Toplumda yerini alabilmesi için, herkesin çalışması gerekmektedir. Fakat eğer devlet çalışma zorunluluğunu getiriyorsa, bu, aynı zamanda, devletin her vatandaşa iş verme yükümlülüğünde olması anlamına gelmektedir. Yeni sosyalist ekonominin kazanımlarına dayanarak, yeni anayasa, yasalar yoluyla, her vatandaşa çalışma hakkını yalnızca vaat etmekle kalmıyor, garanti de ediyor. Kapitalist ülkelerin anayasalarında böyle bir maddenin bulunması mümkün müdür? Elbette ki değildir. Birincisi, krizlerden kaçınılmaz olarak işsizlik doğar. İkincisi, girişimciler lokavt ilan etme hakkına sahiptir ve burjuva devleti onların bu haklarını ellerinden alabilecek durumda değildir, dolaysıyla da, her emekçiye iş güvencesi verme durumda da değildir (Hitler’in yaptığı gibi, işsizliği savaş hazırlıkları aracılığıyla ortadan kaldırmak dışında).
Savaşın sona erdirildiği gün, Amerika’nın büyük kapitalistlerinden biri, işçileri karşısında bir “kutlama konuşması” yaptı. Şunları söyledi:
“Sizi neden kutlayayım ki: Yarın fabrikayı kapatacağım ve 33 bin işçi sokakta kalacak. Size bu konudaki kutlamamı ifade etmeme izin verirseniz, bunu yaparım. Sizleri savaşın sona ermesi ve zafer nedeniyle kutlarım!”
Bu alaycı konuşmada, burjuva demokratik özgürlüklerin özü kendini ortaya koymaktadır: Savaş sona ermiştir ve zaferi, elleriyle, emekleriyle yaratanlar işsiz kalıyor. Sovyet ülkesinde çalışmak isteyen birinin iş bulamamasının nasıl mümkün olabileceği daha şimdiden anlaşılmaz bir durum haline gelmiştir. Sovyet Anayasası’nın 118. maddesi şöyle der:
“Çalışma hakkı halk ekonomisinin sosyalist örgütlenmesi sayesinde, Sovyet toplumunun üretici güçlerindeki sürekli büyümeyi, ekonomik krizlerin ortaya çıkma olanaklarının önünün kesilmesini ve işsizliğin tasfiyesini güvence altına alır.”
Evlerine dönen Kızıl Ordu askerlerinin içi rahat: Biliyorlar ki, kendi alanlarında ya da savaş sırasında öğrendikleri alanda, kendilerini iş beklemektedir. Çok sayıda askerin aynı anda terhis ediliyor ve milyonlarca işçinin barışçıl işlerine geri dönüyor olmaları olgusu karşısında, orada, onları, kapitalist ülkelerde söz konusu olduğu gibi, hiçbir şekilde emeklerinin daha düşük ücretlendirilmesi, maaş kesintileri tehdit etmemektedir. Kapitalist ülkelerde, işgücü fazlalığı, işverenlere, işçilerin maaşlarını düşürme olanağı tanır. Sovyet Anayasası’nın aynı 118. maddesi şunları söyler:
“SSCB vatandaşları … emeklerinin miktar ve niteliğine göre ücretlendirildikleri …. bir işe sahip olma hakkına sahiptirler.”
3. ULUSLAR SORUNU
Sovyet demokrasisinin, Sovyet anayasasının içeriğini belirleyen dördüncü temelini, ulusal baskının olmaması oluşturur; yani halkların tam eşitliğini garanti altına alması.
“Sovyet anayasası, tüm halkların ve ırkların geçmişteki ve o anki durumundan bağımsız olarak, güçleri ve zayıflıklarından bağımsız olarak, toplumun ekonomik, sosyal, devletsel ve kültürel yaşamının her alanında aynı haklara sahip olması gereğinden hareket eder.”
25 Kasım 1936’da, J. V. Stalin, anayasa taslağını açıkladığı raporunda bunları söylemiştir. Stalinci Anayasa, 123. maddede, Sovyetler Birliği’nin bütün yurttaşlarının tam eşitliğini güvenceye alır:
“Yurttaşların haklarının bir ırka veya ulusa aidiyeti nedeniyle, her ne türden olursa olsun, doğrudan ya da dolaylı olarak kısıtlanması veya tersinden, doğrudan ya da dolaylı olarak iltimas konusu edilmesi, yine, ırksal ya da ulusal bir özellik veya bir ırka ya da ulusa yönelik nefret ve bir ırkın veya ulusun aşağı görülmesi yasalarca cezalandırılır.”
Bu sorunda, Sovyet Anayasası, kimi halkların geri kalmışlığının doğuştan gelen niteliksel farklılıklardan kaynaklanmadığı, aksine, bu halkların altında yaşadıkları ve geliştikleri tarihsel koşullara ve üretim yöntemlerinin geriliğine bağlı olduğu ilkesinden hareket eder. Bu gerilik, genellikle bir sömürgenin ağır baskısıyla ve de insanlığın çoğunluğunun kapitalist ülkeler tarafından uğratıldığı politik, ekonomik, kültürel ve moral yalıtılmışlıkla suni olarak sürdürülmüştür. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği halklarının yaşamı, SSCB’nin en geri uluslarının da (bilimler akademisinin özel komisyonlarının üzerinde çalıştıkları) bir yazına sahip olma ve anadilin öğrenilmesi ve geliştirilmesi hakkını elde ettikten, devlet yönetimine katılma hakkına kavuştuktan sonra, büyük bir hızla gelişmeye başladıklarını ve bu halklar içinden bilim insanları, yazarlar, sanatçılar ve çok yetenekli komutanlar yetiştiğini göstermiştir.
(…. …. ….)
4. GENİŞ HALK KİTLELERİNİN DEVLET YÖNETİMİNE KATILMASI
Bir anayasanın veya bir düzenin demokratikliği, anayasalarda bunun ne şekilde güvence altına alınmış olduğu konusunda, her şeyden önce, geniş halk kitlelerinin devletin yönetimine ne ölçüde katıldıkları ve bu kitlelerin devlet yönetiminde nasıl bir rol oynadıkları ışığında bir yargıya varmak mümkündür. Sovyet Rusya işçi ve köylülerinin devlet erki, daha ilk adımlarından itibaren, etkin halk kitlelerinin devlet yönetimine en geniş bir biçimde katılımını sağlayacak toplumsal yaşam koşullarını yaratmayı kendine görev edinmiştir. Sovyet demokrasisi, ülkenin politik, ekonomik ve kültürel yaşamında halk kitlelerinin inisiyatifini uyandırmayı amaçlamaktadır. Bu hedefe ulaşılmıştır ve 18 yaşını geçmiş her yurttaşın seçimlere katılma, 23 yaşını geçtikten sonra da seçilme hakkı, anayasal olarak güvence altına alınmıştır. Bu konudaki tek sınırlama, yalnızca yaş, mahkeme kararları ve zihinsel yeteneklerin yetersizliği konusundadır. Bu durum, tüm sınıfları ortadan kaldırmış ve emekçilerden oluşan tek bir halk yaratmış bulunan Sovyet devleti tarafından yaratılmıştır.
5. SOVYET DEVLETİNİN YÖNETİMİ
Sovyet devleti, anayasada, sosyalist işçi ve köyle devleti olarak anılır. Tüm erk, kentlerde olduğu gibi, kırsal alanda da, emekçilerin seçilmiş temsilcileri olan Sovyetlerin elinde bulunur. Devlet erkinin en yüksek organı, Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Yüksek Sovyeti’dir.
Yeni Yüksek Sovyet için ilk seçimler 12 Eylül 1937’de gerçekleştirildi. Bu seçimlerin öncesinde iki aylık bir seçim kampanyası yürütüldü. Bu tür bir seçim kampanyası, Sovyetler Birliği’nde nasıl bir niteliğe sahiptir? Burjuva demokrasilerinde olduğu gibi, birtakım partilerin mücadelesi biçiminde midir? Hayır. İki ay boyunca, düşünsel ve politik olarak bütünsel bir toplumu oluşturan halk, kendilerini temsil etmek üzere, kadın, erkek en iyi evlatlarını seçmiştir. Bu seçim şu şekilde gerçekleşti: Genel işyeri toplantılarında, fabrikalarda, kolektif üretim çiftliklerinde vb. çalışmaları ve eylemleriyle herkesin güvenini kazanmış en iyi ve en saygın kişiler aday gösterildiler. Bu sırada partililikleri değil, tersine, yalnızca eylemleriyle halka yararlılıkları dikkate alındı. Komünistler partisizleri aday gösterdi ve tersinden, partisizler komünistleri aday gösterdiler. Bu seçimler, tüm halkın gerçek birliğini ortaya koydu. Komünistlerle partisizlerin seçimlerde oluşturdukları bu blok, tüm halkın birliğinin bir sembolünü oluşturdu adeta. Seçmen haklarının bir özelliğini, seçmenlerin, hakkında görevini gereği gibi yapmadığını düşündükleri temsilcilerini her an görevden alabilmeleri oluşturur. Bu, en küçük köy Sovyetinden başlayarak, SSCB Yüksek Sovyeti’ne dek, her seçilmiş vekilin seçmenleri karşısında sorumlu olması anlamına gelir. Yüksek Sovyet, dört yıllığına seçilir ve iki sovyetten oluşur. Birlik Sovyeti ve Uluslar Sovyeti. Her 300 bin Sovyet yurttaşı, Birlik Sovyeti’ne bir vekil seçer. Bu, en kalabalık nüfusa sahip cumhuriyetin bu sovyette en fazla sayıda vekile sahip olduğu anlamına gelir. Uluslar Sovyeti’ne ise, her ulus diğerleriyle eşit sayıda vekil gönderir.
İki sovyet sistemi ne demektir ve neye hizmet eder? Bu iki sovyet, tamamen aynı haklara sahiptir. Yasa tasarıları hazırlama ve varolan yasaları basit çoğunlukla, çoğu durumda, ortak bir toplantıda onaylama hakkına sahiptirler.
İki sovyet arasındaki fark nedir ve genel olarak Sovyetler Birliği’nde ikinci bir sovyete ihtiyaç var mıdır? 50’yi aşkın ulusu kapsayan Sovyetler Birliği, kendisine bağlı ulusların hızlı gelişiminin çıkarlarını gözeterek, tüm ulusların, şu ya da bu ulusun sayısal gücünden bağımsız olarak, aynı sayıda vekille temsil edildikleri ikinci bir sovyet yarattı. Örneğin 108 milyon nüfuslu Sovyet Rusya’nın Uluslar Sovyeti’ndeki vekil sayısı, örneğin 1,5 milyon nüfuslu Tacik Sovyet Cumhuriyeti’ninkiyle aynıdır. Bu yolla, Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan bütün ulusların devlet yönetimine olabildiğince en büyük katılımına ulaşılmıştır. Sayısal olarak en küçük halklar bile, dil, adetler, kültür vb. özellikleriyle ilintili kendine özgü ulusal sorunlarını ortaya koyma olanağına sahiptir. Böyle bir devlet örgütlenmesi, tüm Sovyet halkları arasındaki dostluğu ve işbirliğini sağlamlaştırmaktadır; çünkü, her bir ulus, ihtiyaçlarını, doğrudan en yüksek devlet organlarına taşıma olanağına sahiptir. Uluslar Sovyeti’nin devletsel önemi ve anlamı budur.
Sovyetler Birliği’nde, Yüksek Sovyet, senede iki kez olağan toplantısını yapar. Tüm Birlik için geçerli olacak ve bütün birlik cumhuriyetlerinin dillerinde yayınlanmakta olan yasaları çıkarma hakkına sahiptir. Ayrıca devlet bütçesini onaylama, anlaşmalar tasdik etme, bakanlar atama ve görevden alma gibi haklara sahiptir. Ne var ki, Yüksek Sovyet sürekli çalışmadığından, süren bütün işleri yürüten ve Yüksek Sovyet’in toplantıları arasındaki süreçte en yüksek devlet erkini temsil eden bir devlet organına ihtiyaç vardır. Bu organı, Yüksek Sovyet Divanı oluşturur ve bu organ iki sovyetin üst kurullarının ortak bir oturumunda seçilir. Yüksek Sovyet’in Divanı, bir başkandan, 16 temsilciden (Birlik cumhuriyetlerinin sayısının karşılığı olarak), bir sekreter ve 24 üyeden oluşur. Çıkarılmış yasalara dayanarak, Divan geçici kararnameler yayınlar, bunların ise, Yüksek Sovyet’in olağan toplantılarında onaylanması gerekir. Divan, SSCB silahlı kuvvetlerinin başkumandanını atar ve görevden alır, seferberlikler ilan eder, bakanları atar ve Yüksek Sovyet’in sonraki onayıyla görevden alır, savaş durumu ilan eder, uluslararası anlaşmaları onaylar vb.; yani farklı bir deyişle, devlet işlerinin tamamını yürütür, ama Yüksek Sovyet karşısında sorumludur.
Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da, yukarıda saydığımız fonksiyonlara, ya devlet başkanı ya da Kral sahiptir. J. V. Stalin, Yüksek Sovyet Divanı’nı, haklı olarak, “Başkanlar Kurulu” olarak adlandırmıştır. Ne var ki, bu kurulun haklarının, burjuva demokrasilerinin başkanlarının haklarından önemli bir farkı vardır. Örneğin, bir burjuva demokrasisinin başkanı, her yasa tasarısını veto edebilir veya hükümeti tasfiye edebilir, yani istediği anda emekçilerin, yasaları kendi lehlerine değiştirme girişimlerini engelleyebilir. Ayrıca başkan, anayasayı rafa kaldırıp, olağanüstü hal yasaları aracılığıyla iktidarını yürütebilir. Örneğin Weimar Anayasası’nın 48. maddesi, başkanın bu anlamdaki haklarını güvence altına almıştı.
Sovyet halkının demokrasisinin, buna karşılık, bir tek tam yetkiye sahip organı vardır, diğer bütün devlet organları ona karşı sorumludur ve onun onayı olmadan tek bir devlet kararı kabul edilip onaylanamaz. Yüksek Sovyet’in erkini sınırlayabilecek başka bir organ yoktur. Halk erkinin en yüksek organıdır. Aynı şekilde, Yüksek Sovyet (her bir adayın oylanması yoluyla), Sovyetler Birliği’nin en yüksek yürütme organı olan Bakanlar Kurulu’nu onaylar. Bakanlar Kurulu, bütün çalışmalarında, Yüksek Sovyet’e karşı sorumludur. Birlik cumhuriyetlerinde, özerk cumhuriyetlerinde ve Sovyetler Birliği bölgelerinde, halkın erki, aynı ilke doğrultusunda örgütlenmiştir. Her birlik cumhuriyeti, her şeyden önce, tek tek ulusların haklarını ikinci bir kez güçlendiren kendi anayasasına sahiptir. Birlik cumhuriyetlerinin Yüksek Sovyet’leri, SSCB Yüksek Sovyeti’nden, birlik cumhuriyetlerinde, yani ulusal cumhuriyetlerde, bütün özerk cumhuriyetler ve ulusal bölgelerin zaten uluslar kurulunda temsil edilmesinden dolayı, ayrıca bir Uluslar Sovyeti yaratma gereğinin bulunmamasıyla ayrılır. Bu olgu, ulus cumhuriyetlerinin Yüksek Sovyetleri’ne, tek bir sovyetle işlerini yürütme olanağını verir. İki yıllığına seçilen bölge, nahiye, belde ve köy Sovyetleri, kendi yerellerinde tam yetkiye sahiptirler ve hiçbir şekilde burjuva cumhuriyetlerdeki öz yönetim organlarıyla karşılaştırılamazlar. Yerel sovyetler, kendi alanlarındaki politik, ekonomik ve kültürel yaşamın bütün sorunlarını yönetirler.
6. HALKLARIN HAKLARININ ZAFERİ
Devletin gücü ve yaşama yeteneği, tehlike anlarında ve tarihsel sınav dönemlerinde ortaya çıkar. Sovyetler Birliği, faşist güçlerin ağır darbesine dayandı ve bu savaştan moral olarak daha da güçlenmiş ve birleşmiş olarak çıktı. Bu, Sovyet demokrasisinin halkçılığının ölçütünü ifade etmektedir; çünkü demokrasiyi, lafa göre değil, meyvelerine göre değerlendirmek gerekir. Ellerinin emeği olan bu meyveleri, Sovyet insanı savaştan çok önce gördü. Lenin, Sovyet insanının ülkesine yaklaşımını aşağıdaki gibi karakterize etmiştir:
“İşçi ve köylülerin çoğunluğu, kendi Sovyet iktidarının –emekçilerin iktidarı– zaferi halinde, kendilerine ve çocuklarına kültürün bütün nimetlerini, insan emeğinin tüm yaratılarını tatma olanağını güvence altına alacak bir eseri savunduklarının bilincinde olan, bunu hisseden ve gören bir halkı yenmek asla mümkün değildir. (Lenin Eserler Cilt XXIV. Sf. 259 / Rusça)
Sovyetler Birliği’nde, 1936 yılında, bugün geçerli olan anayasa hazırlandığı sırada, “kültürün bütün nimetlerinin ve insan emeğinin tüm yaratılarını tatma” olanağını güvenceye alabilecek önkoşullar yaratılmış bulunuyordu. Sovyet halkının yaşamındaki elde edilmiş haklar ve özellikler, Stalinist 1936 anayasasında güvence altına alınmıştır.
Bitirirken, Sovyet devletinin anayasası ile, en radikalleri dahil olmak üzere, burjuva anayasalar arasındaki farka bir kez vurgu yapalım. Bu fark, Sovyet anayasasının, yurttaşlarının biçimsel haklarının açıklanması ya da saptanmasıyla yetinmemesinden, tersine, dikkatini, bu hakların güvence altına almasına, bu hakların gerçekleştirilmesinin araçları sorununa yoğunlaştırmasından oluşur.
Sovyet halk demokrasisinin gerçekliğini yansıtan Sovyet anayasasının gücü buradan gelir.