Fransa: hiçbir şey boşa gitmedi!

Fransa’da işçi ve memur sendikaları, aradan yıllar geçtikten sonra ilk defa 1 Mayıs’ı ortak eylemlerle kutladılar. Başta, yaklaşık 60 bin işçi ve emekçinin katıldığı başkent Paris’teki eylemde olmak üzere, ülkenin birçok şehrinde on binlerce kişi “iş ve kardeşlik” sloganlarıyla yeniden alanlara çıktılar. 1997 1 Mayısı, hem katılımın kitleselliği, sendikal bölünmüşlüğün nispeten aşılması ve hem de öne sürülen talepler dolayısıyla, Fransız işçi hareketindeki diriliği bir kez daha gözler önüne serdi. İşçilerin 1 Mayıs mücadele geleneğinin unutturulmaya çalışıldığı, özellikle Batı Avrupa ülkelerinde bu yönde kuvvetli bir karşı saldırının yürütüldüğü bir dönemde yaşanan bu canlılık ve olumluluk, kesinlikle tesadüfî değildir. Aksine, hareketin şimdiye kadar oluşmuş birikimi ve yakın dönemin mücadele deneyleriyle bağlantı içerisinde ele alınmak zorundadır.

Fransız işçi ve emekçileri, Kasım-Aralık ’95 grev ve gösterileriyle zirvesine çıkan ve sonraki süreçte de değişik biçimlere bürünerek devam eden eylemleriyle, son yıllardaki işçi hareketine damgalarını vurdular. Yılların birikmiş öfkesinin dışavurumu olarak patlak veren genel grev ve onunla eşzamanlı olarak yürüyen birleşik eylem dalgası, başta ileri ülkelerin proletaryası olmak üzere işçilere ve ezilen halklara hem moral ve cesaret verdi ve hem de örnek teşkil etti. Kapitalistler sınıfı ise, Fransız işçilerin ‘beklenmedik’ çıkışı karşısında panik ve korkuya kapıldılar. “Sınıf mücadeleleri döneminin geride kaldığı” ve “sosyalizmin ruhuna fatiha okunduğu” şeklindeki görüşlerin genel kabul gördüğü sanısına kapılmış olan her renkten burjuva akıl hocaları, bu ‘ürpertici’ gelişmeler karşısında propaganda argümanlarını değiştirmek ve yenilemek zorunda kaldılar. Fransız işçilerinin kararlı kitlesel direnişleri bugün, emekçiler cephesinde son yılların önemli bir hareket noktası olarak kabul edilmeli ve ona uygun bir değer biçilmelidir.

Kasım-Aralık ’95 eylemlerinin teşkil ettiği önemin daha iyi anlaşılabilmesi ve günümüz işçi hareketi açısından yararlı sonuçların çıkarılabilmesi için, öncesine özet olarak da olsa bakmakta fayda vardır.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde ve “soğuk savaş dönemi” olarak adlandırılan yeni süreçte güç ilişkileri bakımından dünyada ortaya çıkan manzara aşağı yukarı şöyle idi: Bir tarafta kapitalist dünyanın koçbaşı olarak kendi üzerine salınmış olan Hitler’ci faşizmi ezerek savaştan zaferle çıkan ve Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan halk demokrasisi rejimleriyle birlikte güçlenen sosyalist Sovyetler Birliği ve onun başını çektiği sosyalist kamp. Öte tarafta ise, her iki dünya savaşını da kendi toprakları dışında yürüten ve muazzam bir askeri ve ekonomik güç oluşturmuş olan ABD ve harap olmuş ekonomilerini yeniden ayakları üzerine dikebilmek için onun yörüngesinde ve egemenliğinde birleşmiş olan kapitalist dünya.

Sosyalizme karşı ekonomik, politik, askeri, diplomatik, ideolojik vb. her alanda uzun vadeli stratejik bir plan çerçevesinde harekete geçen ve buna uygun mekanizmalarını da oluşturan kapitalist dünya, bir taraftan sosyalist kampa karşı ölümüne bir mücadele içerisine girerken, öte yandan ise bizzat kapitalist ülkelerin kendi bağrından ortaya çıkabilecek devrim dalgasına karşı da özel bir politika uyguladı. Bu politikanın bir yanını baskı ve şiddet önlemleri oluştururken, diğer yanını ise başta Avrupa proletaryası olmak üzere, özellikle ileri kapitalist ülkelerin proletaryasına sunulan rüşvetler teşkil etmekteydi. “Sosyal devlet”, bu rüşvet taktiğinin teorisi idi ve sistemi tehdit eden ya da edebilecek hareketlerin boyutuna göre, her aşamada değişen biçimlerde devreye sokuldu, İleri kapitalist ülkelerde savaş sonrasındaki yaklaşık kırk yıllık döneme damgasını vuran, esas olarak bu politikalardı.

Fakat kırk yıllık süreç boyunca, başlangıçta oluşmuş olan güçler mevzilenmesi olduğu, gibi kalmadı kuşkusuz. Burada bir tanesi esaslı-temel, diğeri de bunun doğal ve mantıki sonucu olarak gündeme gelen iki önemli dönemeç noktasından söz etmek gerekir. Birincisi, sosyalist Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu ve tarihteki ilk işçi devletinin yıkılması, sosyalist kampın dağılması olayıdır. ’50’li yılların ikinci yarısında gerçekleşen bu dönemeçten itibaren, savaş sonrasında ortaya çıkmış olan dünya manzarası esaslı bir değişiklik geçirdi. Artık söz konusu olan, birbirine temelden aykırı iki ayrı sistem değil, birbirleriyle dünya hegemonyası için kıyasıya kapışan iki emperyalist bloktur. İkinci önemli dönemeç noktası ise, ’80’li yılların sonuna gelindiğinde bu emperyalist bloklardan birisinin, revizyonist Doğu Bloğu’nun gürültülü çöküşü ve özellikle Rusya şahsında somutlandığı gibi, dünyanın yeniden paylaşılmasından pay talep etmeye devam eden saldırgan -emperyalist bir ülke olma ve hatta bir blok oluşturma iddiasını terk etmemekle birlikte- öteki bloğa iltihak etmesidir.

Revizyonist Doğu Bloğu’nun çöküşü ve emperyalist Batı Blok’un entegrasyonunun tamamlanması, uluslararası planda işçi sınıfına ve ezilen emekçi halklara karşı topyekûn savaşın ilan edilmesiyle aynı zamana denk düşüyordu. Yani, can çekişen revizyonist bloğun nihayet gerçekleşen çöküşü, bir önceki dönemin zorunluluktan nedeniyle katlanılmış uygulamaların da intikamını almak üzere, emperyalizmin uluslararası planda dizginlerinden boşanmış saldırganlığı için zemin hazırlayan en önemli sebep oldu.

 

YENİ ULUSLARARASI SALDIRI KAMPANYASI

Uluslararası kapitalist tekeller ve emperyalist devletler, ’90’lı yılların başından itibaren kanıksanmış olduğu gibi, sadece geri ve bağımlı ülkelerin emekçilerine ve ezilen halklarına karşı değil, bizzat ileri kapitalist ülkelerin proletaryasını da hedef alan eşi görülmedik yeni bir saldırı kampanyasına giriştiler. Emek cephesine karşı girişilen bu geniş kapsamlı savaş ilanı, yeni ve farklı özellikler taşımaktaydı. Birinci olarak, bu tam anlamıyla bir intikam saldırısıydı. On yıllar boyunca, ileri kapitalist ülkelerde işçi mücadelesiyle kazanılmış ve devrimin önüne barikat kurmak maksadıyla burjuvazi tarafından sineye çekilerek kabul edilmiş olan bütün hak ve özgürlüklerin silinip süpürülmesi hedeflenmekteydi. İkinci olarak, kapitalist tekeller ve büyük emperyalist devletlerarasında yaygınlaşarak sertleşmekte olan, dünyayı yeniden paylaşım savaşının bugünkü ve gelecekteki ihtiyaçlarını işçi sınıfına ve ezilen halklara ödetmeyi öngörmekteydi. Ve üçüncü olarak da, özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde artarak sıklaşmakta olan devrevi kriz ve durgunlukların yüklerini proleter ve emekçi kitlelerin sırtına yıkmayı hedeflemekteydi.

Ve bu, tek bir ülkede ya da bir bölgede değil, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere sistemin bütün parçalarında girişilmiş, topyekûn bir saldırıdır. G–7 zirveleri, IMF, Dünya Bankası, Paris ve Londra kulüpleri gibi karar merkezlerinde planlanarak yürürlüğe sokulan saldın programlan, tek tek ülkelerde ya da birçok ülkeyi içerisine alan bölgesel bloklarda uygulanmak üzere dikte ettirilmektedir. Karşı konulması imkânsız doğa yasaları gibi sunulan bu saldırı programının başlıca amacı, kapitalist tekellerin sınırsız sömürüsü ve dünya üzerindeki tahakkümü önünde engel teşkil eden her türlü kazanımın yok edilmesi ve kelimenin tam anlamıyla sermaye için dikensiz bir gül bahçesi oluşturulmasıdır.

Bu saldırı planı, geri ve bağımlı ülkelerde “yeniden yapılandırma ya da yapısal uyum planları” adı altında IMF ve Dünya Bankası direktifleri olarak gündeme gelirken, ileri kapitalist ülkelerde ise “modernleşme reformları” ve “globalleşen ekonominin zorunlulukları” olarak dayatıldı. Rekabet gücünden yoksun geri ve bağımlı ülkelerin ekonomilerini çökertmeye ve tümüyle teslim almaya yönelik, gümrük duvarlarının indirilmesi, ticaretin liberalleşmesi’, sübvansiyonların kaldırılması, bu ülkelerin gırtlaklarına kadar borç batağına sürüklenmeleri gibi önlemlere, istisnasız bütün ülkelerde uygulanan kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve on binlerce işçinin sokağa atılması, sendikaların parçalanması gibi hamleler eşlik etti.

 

AVRUPA’NIN YENİDEN YAPILANMA PLANI: MAASTRİCHT KRİTERLERİ

‘Yeniden yapılanma’ Avrupa’da şu anlama gelmekteydi: Yabancı sermayeyi daha fazla çekecek önlemler alma, uluslararası pazara açılma, sübvansiyonların (devlet yardımlarının) kaldırılması, sağlık, eğitim, barınma alanlarındaki kısıtlama ve kamu çalışanlarının ücretlerinin ve sayısının düşürülmesi yoluyla bütçe harcamalarının azaltılması, zenginler ve onların şirketleri üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi, işçi ücretlerinin düşürülmesi ya da dondurulması, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, mezarda emeklilik tasarıları, işçilerin sendikal ve siyasal örgütlenmelerinin parçalanması vb… Yani mücadele ile kazanılmış bütün hakların adım adım tasfiyesi ve işçilerin kölece yaşam koşullarına mahkûm edilmesi.

Avrupa’nın değişik ülkelerinde iktidarda bulunan ‘solcu’ ve sağcı partiler aynı emperyalist politikayı yürütüyorlar. Biri diğerinin yerini aldığında, kalınan yerden devam etmekten başka seçenekleri yok. En son örnekleri ispanya ve İtalya’da yaşandı. Frankocu Aznar ‘sosyalist’ Gonzales’in, İtalyan Komünist Partisi desteğindeki Prodi ise Berlusconi’nin yolundan ayrılmadıklarını pratikleriyle kanıtladılar, İngiltere’de Tony Blair ise, Thatcher ve Major eliyle yürütülen politikaların devamcısı olacağını henüz iktidar koltuğuna oturmadan ilan etmişti. Sonuç ise Avrupa çapında 20 milyona yakın işsiz, 55 milyon yoksul, yoğun özelleştirmeler, ücretlerin düşürülmesi, tüm sosyal hakların adım adım gasp edilmesidir.

Saldırı politikasının Avrupa’daki bir başka adı, “Maastricht AB Uyum Kriterleri”dir. 1991 yılı Aralık ayında HoIIanda’nın Maastricht kentinde kapitalist tekelleri temsilen bir araya gelen devlet ve hükümet başkanları, sermayenin döneme uygun çıkarlarının formülasyonu anlamına gelen bir sözleşmeyi imzaladılar. Sözleşmeye imza atan ülkelerin gerçekleştirmek üzere angaje oldukları yükümlülükler şunlardı:

1) Bütçe açıklarının Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla’nın (GSYİH) % 3’ü düzeyine düşürülmesi.

2) Devlet borçlarının GSYİH’nin % 60’ı düzeyine çekilmesi.

3) Enflasyonun % 3 oranını aşmaması.

4) Uzun vadeli faiz oranlarının % 7’yi geçmemesi.

Bu taahhütlerin ardında yatan gerçek maksat iyi anlaşılmadığından, bu hedeflere varılmasının tek tek ülke ekonomilerini istikrara kavuşturacak iyi bir gelişme olacağı düşünülebilir. Ama asıl mesele, bunun kimin sırtından ve kimin ‘fedakârlığı’ sayesinde gerçekleştirileceği meselesidir. Ve bu planın özü, yaygın bir özelleştirme ve kitlesel işten atmalar, devletin küçültülmesi ve o güne kadar katlanılmış olan sosyal harcamaların asgariye indirilmesi, eğitim-sağlık-konut harcamalarının kısıtlanması ve sendikal ve siyasal işçi örgütlenmelerinin dağıtılması ve sermayenin en rahat, engelsiz koşullarda azami sömürüsünü gerçekleştirebilmesinin yolunun açılmasıdır.

İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde aynı planın gereklerinin yerine getirilmesi için düğmeye ’92 yılı başından itibaren basıldı. ’92 yılı boyunca çeşitli Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen referandumlar ise, tekellerin planını halka onaylatmak üzere başvurulmuş birer formalite idi. Kabul edilmediği yerde ikinci kez referanduma başvurarak, olmazsa başka yöntemlerle mutlaka geçirilmesi gereken bir özellik taşımaktaydı. Birçok ülkede ise, herhangi bir halk oylamasına bile başvurulmadı, parlamento oturumlarında alınan kararlar yeterli sayıldı. Doğrusu, işçi ve emekçi kitlelerin referandum ya da seçim yoluyla böylesine kapsamlı bir saldırıya göğüs germesinin imkânı yoktu. Nitekim Danimarka’da ilk referandum sonuçlan olumsuz yönde çıkınca, burjuvazi hemen kısa bir süre sonra ikincisini düzenlemekten ve hile ile kabul ettirmekten geri kalmadı. Ama az bir farkla da olsa çoğunluğun Maastricht lehine oy kullandığı ülkelerde, kısa bir süre sonra yapılan kamuoyu yoklamalarında ezici çoğunluğun fikir değiştirdiği ve karşı çıktığı tespit edilmesine rağmen, ikinci kez referanduma gitmek gibi bir yola başvurulmadı. Dolayısıyla, sermayenin saldırısına sokakta yanıt vermekten başka bir seçenek kalmamaktaydı.

İşte Fransız işçi ve emekçileri 1995 Kasım-Aralık aylarında bu yola başvururken, aslında milyonlarca Avrupalı emekçilerin özlemlerine de tercümanlık yapma görevini üstleniyorlardı. Mücadeleci geleneklerini hiçbir zaman tümüyle yitirmeseler de, sosyal demokrasinin hükümet ettiği on beş yıl boyunca büyük ölçüde dağınıklığa itilmiş ve dünyada baş döndürücü bir hızla gelişen olayların etkisi alfanda şaşkınlığa sürüklenmiş olan işçi ve emekçiler, sadece Fransa’da değil, bütün Avrupa’da yeni bir dönemin kapısını aralayacak bir hareketlenme içerisine girdiler.

 

PAYLAŞILACAK PASTA YETERSİZ Mİ?

Fransa, bir buçuk trilyon doları aşan yıllık brüt ulusal gelirle, dünyanın en zengin ülkeleri arasında ABD, Japonya ve Almanya’dan sonra dördüncü sırada yer almaktadır. Ancak, bütün ülkenin ürettiği ortak zenginliklerin, gelir ve mülkiyet olarak paylaşımında korkunç uçurumlar var. En üstteki % 20’lik kaymak tabaka, gelirlerin % 43,8’ine el koyarken, en alttaki % 20’lik yoksul tabaka sadece % 6,1’ini alabiliyor. Zenginliklerin mülkiyetini elde tutma bakımından uçurum daha da derindir: En zengin beşte birlik kesim mülkiyetin % 68,8’ini elinde tutarken, en alttaki beşte birlik kesim mülkiyetin sadece % 0,44’üne sahiptir. Yani en üsttekiler, en alttakilerden tam 156 kat daha fazla mülkiyeti ellerinde toplamışlardır. 1994–96 döneminde birçok işletmede kriz bahanesiyle on binlerce işçi sokağa atılırken, açıklanan resmi rakamlara göre, Fransa’nın 25 büyük tekeli, kârlarını beşe katladılar. İstatistiklere göre kişi başına düşen yıllık gelirin 23.500 dolar olduğu söylenen bu ülkede, 1 milyon kişi yılda yaklaşık 4.500 dolar yardımla yaşıyor. Özel ve kamu sektöründe çalışanların % 60’ı ortalama ücretin altında bir aylık alıyorlar. İşsizlik, toplumu kemiren bir yara olarak artarak sürüyor. 1974 yılında % 3 olan işsiz oranı, bugün % 12,8’ye yükselmiş durumdadır. (3 milyon 300 bin kişi). Buna, geçici ve güvencesiz işlerde çalışmakta olan 1,5 milyon da eklendiğinde asıl işsiz sayısının yaklaşık beş milyonu bulduğu görülecektir. Fransa çapında 500 bin evsiz ve bir buçuk milyon da ‘sağlık koşullarına uygun olmayan’ evlerde yaşayan insan var. Ama öte yandan, sadece Paris’te emlak spekülatörlerinin elindeki iki yüz bin ev, yüksek kiralar nedeniyle boş duruyor. Her yıl kış aylarında onlarca evsiz-yoksul insan sokakta soğuktan donarak ölüyorlar.

Toplumun geleceği olması gereken gençliğin durumu daha da kötüdür. Gençleri işsiz-güçsüz, gelecekten umudunu kesmiş bir ülkenin refah ve huzur içerisinde yaşadığı iddia edilemez. Fransa’da 25 yaşın altındaki her dört gençten biri işsizdir. Toplam işsiz sayısının üçte birini gençler oluşturuyor. İşçi ve emekçi çocuklarının ezici çoğunluğu herhangi bir kalifikasyon elde edemeden okulu terk etmek zorunda kalıyorlar. Ülkenin ekonomik ve politik hayatında söz sahibi elemanlar yetiştiren yüksekokullara girebilenlerin % 49’unu zenginlerin ve üst tabaka yöneticilerin çocukları oluştururken, sadece % 6’sı işçi çocuklarıdır.

1995 Kasım-Aralık eylemleri ve sonrasında başka biçimlere bürünerek süren hareket, görünüşte hükümetin geçirmek istediği sosyal sigorta reformuna, emeklilik yaşının yükseltilmesine ve işten atmalara karşı vb. taleplerle gelişmesine karşın, aslında kapitalizmin sınır tanımaz zorbalığına, dünya çapında giriştiği kapsamlı saldırı planına karşı ve yukarıda bir bölümü ortaya konan tablonun değişmesi yönünde bir isyan anlamına gelmekteydi. Uluslararası proletarya saflarındaki toparlanma, canlanma ve yeni dinamiklerle donanmış olarak ileriye atılma eğiliminin somut bir ifadesiydi. Ve zaten bu nedenle de hem dünya işçi ve emekçilerinin ve hem de genel olarak sermayenin dikkatleri uzunca bir süre Fransa’ya çevrildi. Bugün de, gelişmiş kapitalist ülkeler arasında her an patlamaya hazır ülkelerin başında yine Fransa geliyor. Saldırı planlarını bir türlü istediği tarzda kabul ettiremeyen ve her seferinde emek barikatına çarpan burjuvazi, şimdi de ani bir kararla erken seçimlere başvurarak politik temelini sağlamlaştırmak ve alacağını umduğu seçmen desteğiyle yeni bir saldırıya girişmek hazırlığındadır. Ancak, seçim sandığından çıkacak sonuçlar ne olursa olsun, ’95 eylemlerinin deneyimini yaşamış bir ülkede sermaye planlarının kolayca kabul edilmeyeceğini söylemek abartı olmayacaktır.

 

HAREKETİN KAZANIMLARI

Fransız işçilerinin bu büyük çaplı hareketi, her ne kadar başta öne sürdüğü taleplerin elde edilmesi noktasında bile tam bir başarıya ulaşamadan ‘sonuçlandı’ ise de, işçi sınıfının bilincinde yer eden ve onun gelecekteki sınıf savaşımlarına daha kuvvetli ve zaaflarından arınmış olarak hazırlanmasına zorunlu olarak hizmet edecek önemli kazanımları da beraberinde getirdi. Her şeyden önce işçi ve emekçiler kendi sınıf güçlerinin bir kez daha farkına vardılar. Birlik içerisinde hareket ettiklerinde, hayatı durdurma ve burjuvazinin en yoğun saldırılarına bile karşı koyabilme güçlerinin olduğunu ve dolayısıyla, sermayenin saldırılarının mücadeleyle geriletilebileceğini gördüler ve herkese de gösterdiler. Özel mülkiyetten arınmış tek toplumsal sınıf olarak proletaryanın, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyinin olmadığı” ve harekete geçtiğinde, kendisiyle birlikte toplumun tüm ezilen tabakalarını da sürükleyecek yetenekte olduğu bir kez daha teyit edilmiş oldu. Kamu çalışanlarının, öğrenci ve aydınların hareket boyunca içerisine girdikleri yeni yönelimler bunun somut göstergesiydi. Hareketin motor gücünü teşkil eden demiryolu işçilerinin sektörel bazdaki talepleri kabul edilmiş olmasına rağmen, “biz sadece kendimiz için değil, bütün emekçi tabakaların istemleri için greve çıktık ve sonuna kadar da devam edeceğiz” şeklinde ortaya koydukları tutum, sınıfın ileri bölüklerinin öncü karakterini bir kez daha hatırlatmakta ve pratikte de kanıtlamaktaydı. İşçiler ve emekçi halk arasında her türlü çıkar ilişkisinden uzak sınıf dayanışmasının sıcaklığı ve içtenliği her gün yeniden yaşanarak tazelendi. İşçi sendikalarındaki yozlaşma ve işbirlikçi çizginin ancak mücadele içerisinde alt edebileceği açıkça görüldü. Ve hepsinden de önemlisi işçi ve emekçiler, patronların, hükümetin, sağcısı-“solcusu” ve neo-faşisti ile bütün sermaye partilerinin, onların hizmetindeki medya, polis ve adalet aygıtının, uluslararası sermaye kuruluşlarının, borsaların, bankaların ve uluslararası emperyalist güç odaklarının tek bir cephe halinde birleştiklerini ve basbayağı sınıf savaşı yürüttüklerini görme ve buradan kendileri payına bazı dersler çıkarma imkânını buldular.

Fransız işçilerinin ’95’teki kitlesel birleşik direnişi ve haftalar süren grevi, gelip geçici bir protesto hareketi değil; sermayenin, çapı ileri kapitalist ülkelerdeki emekçilere kadar genişleyen uluslararası plandaki geniş kapsamlı savaş ilanına karşı, proletaryanın, kökleri derinde yatan yeni hareketlenmesinin ifadesi idi. Aynı görkemde ve etki derecesinde olmasa da Almanya, İtalya, İspanya, Belçika gibi ileri kapitalist ülkelerde ve Güney Kore, Endonezya, Hindistan, Türkiye, Arjantin, Brezilya gibi ülkelerde ve Rusya başta olmak üzere eski Doğu Bloğu ülkelerinde son yıllarda yaşanan ve birçoğunda son yirmi yılın en kararlı-kitlesel karşı çıkışları olarak nitelendirilen eylemler, girilmekte olan dönemin özellikleri hakkında ipucu vermektedir. En yakın örnekleri Arnavutluk ve Ekvador’da yaşanan ve birçok Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkesinde de benzerleri görülen toplu halk ayaklanmalarına kaynaklık eden nedenler de asıl olarak aynı içeriklidir.

 

FRANSIZ İHTİLALCİLİĞİ

Bitirirken, kısaca bir başka noktaya değinmekte yarar var. Bilindiği gibi burjuvazinin işçi ve emekçilere saldırısı sadece ekonomik ve politik içerikli değil, aynı zamanda ve özellikle de ideolojik bir saldırıdır. İdeolojik savaşın en önemli unsurlarından birisi ise, sınıfın mücadele deney ve birikimlerini unutturmak, hafızasında gelecek mücadeleler açısından olumluluk teşkil edebilecek ne varsa silip atmaktır. Burjuvazinin bu alanda önemli başarılar kazandığını kabul etmek gerekir. Ama bunu tümüyle başarılabileceğini zannetmek, ahmaklık olur. Fransız işçi hareketi bu bakımdan da çarpıcı örnekler sunuyor.

Lenin, Marksizm’in üç temel sacayağından söz eder: “19. yüzyıl İngiliz ekonomisi, Alman felsefesi ve Fransız ihtilalciliği”. İlk ikisi için aynı şeyleri bugün söylemek belki mümkün değil ama Fransız ihtilalciliği tarihte oynadığı role, bugün de sadık kalmaya devam ediyor. Tarihte proletaryanın ilk bağımsız eylemi olan Lyon tekstil işçilerinin 1831’deki büyük ayaklanmalarından bu yana Fransız işçileri, her önemli dönemeçte sermaye egemenliğine karşı ihtilalci girişkenliklerini devam ettirdiler. Ve bütün demagoji ve unutturma çabalarına rağmen, işçilerin her büyük eylemde dönüp kendi tarihlerine baktıklarının, oralardan bugüne kendi usullerince tarihi tecrübeler aktardıklarının onlarca örneği var. ABD önderliğinde birleşmiş emperyalist koalisyonun Irak halkına bomba yağdırdığı ve bütün gericilerin, sosyal demokratların, yeni dünya düzenci aydınların, işbirlikçi sendika bürokratlarının vb. desteğini arkasına aldığı Körfez Savaşı sırasında, Fransız liman işçilerinin tutumu hatırlanmalıdır. Toulon liman işçileri, cepheye gidecek askeri mühimmatı gemilere yüklemeyi reddetmiş ve emperyalist-haksız savaş karşısında işçi tutumunun bugün de unutulmadığını göstermişlerdi. Kasım-Aralık eylemlerinde ise Lyon ayaklanmasının, Paris Komünü’nün sloganlarını içeren pankartlar sembolik olarak taşındı. Kadınların ellerinde, Komün’ün yiğit savaşçısı ve burjuvaların “kızıl veba” adını taktıkları Louise Michele’in posterleri vardı. Binlerce insan sıkılı yumruklarını havaya kaldırarak Eugene Pottier’in Komün ateşi içerisinde kaleme aldığı işçi sınıfının uluslararası marşını, “Enternasyonale haykırıyorlardı. Eylemlerin başını çeken ve motor gücünü oluşturan demiryolcular, “Halk Cephesi hükümeti döneminde kazanılmış haklarını çiğnetmeyeceklerini” açık ve seçik olarak dile getiriyorlardı. ’68 gençlik ve işçi hareketi, bütün eylemler boyunca ve sonrasında en yakın dönemin çarpıcı bir örneği olarak hep dillerde idi.

Bütün bunlar, işçi sınıfının tarihinde çekilmiş acıların, dökülen kan ve akıtılan terin boşa gitmediğinin somut göstergeleridir. Mücadele tarihindeki şanlı sayfaları ve tarihi tecrübeleri sınıfın belleğinden koparıp almak imkânı yoktur.

 

Haziran 1997

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑