Ordunun artan rolü ve krize sürüklenen ülke

Sermayenin, uluslararası mali sermaye ile en birleşmiş ve kaynaşmış kesiminin ve politik temsilcilerinin; iç ve dış politikadaki sapmaların ve diktatörlüğün kitleler içindeki dayanaklarının zayıflamasının ve büsbütün tecrit olmasının önüne geçmek; başta parlamento olmak üzere diktatörlüğün tüm kurumlarına doğru yayılan çözülme ve dağılmayı, gerici kamp içindeki çatışmaları ve dalaşmaları, kısa vadeli çıkarlar uğruna uzun vadeli çıkarları gözetmeyen grupları kontrol altına almak ve disipline etmek; gericiliğin tüm güçlerini tek merkez etrafında birleştirmek; birleşik ve koordineli saldırı olanaklarını genişletmek için başlattığı girişim; son iki ayda da çok yönlü gelişmelere yol açarak devam etti. Genelkurmay’ın yönetiminde başlatılan ve sürdürülen bu operasyon; devletin temel kurumu orduyla, % 20’ler civarında oy potansiyeline sahip olsa da, burjuva düzen partilerinin en güçlüsü olan Refah Partisi ve hükümet arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine, gerici kamp içindeki parçalarıma ve çatışmanın, yeni özellikler kazanarak derinleşmesine yol açarak ilerledi. İşçi sendikalarına yuvalanmış sendika ağalarından, tekelci ve tekel-dışı sermayenin çeşitli örgütlerine; sanat-kültür, basın-yayın kuruluşları ve üniversitelerden burjuva liberal, aydın çevrelere; tüm düzen partilerinden, saflarındaki kliklerine kadar; ekonomik, politik tüm kuruluşlarıyla gericiliğin bütün güçleri; başında Refah Partisi ve Genelkurmay’ın bulunduğu iki gerici odak arasındaki çelişme ve çatışmaya göre yeniden mevzilendi.

Zaman zaman yatışır gibi görünse de, her iki odak da; birbirini zayıflatmak ve köşeye sıkıştırmak ve tecrit etmek, yedeklenebilir tüm güçleri yedeklemek için çok yönlü ve her türlü aracın ve yöntemin kullanıldığı kesintisiz bir taktik savaş yürüttü. Hedefi kesinlikle birbirlerini yok etmek ya da dağıtmak olmayan bu mücadelede; Refah Partisi’ne ilişkin yönüyle Genelkurmay açısından sorun; Refah Partisi’ni kontrol altına almak, gelişmesini engellemek, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin, militarist-bürokratik aygıtla en belirleşmiş egemen kesimlerinin bugünkü tercihleriyle bazı yönleriyle çelişen iç ve dış politikadaki sivri yanlarını törpülemek, kendi çizdiği çerçevede düzenin bir unsuru haline getirmek ve platformunu kabul ettirmekti.

Genelkurmay ve generaller; ordunun aktif politik yaşama açıkça katılmasına ve müdahale etmesine karşı çıkan ve ordunun ülke politik yaşamındaki yerinin, parlamento ve hükümetle ilişkilerinin, burjuva demokratik rejim çerçevesinde yeniden düzenlenmesini savunan burjuva liberal, antiemperyalist demokratik eğilimler taşıyan laik-Kemalist çevrelerle ilişkilerini yeniledi. Bu çevrelerin ve İslâmi akımların gelişmesinden rahatsız olan tüm güçlerin desteğini alma, kitleler arasında 12 Mart, özellikle de 12 Eylül askeri darbelerinden sonra, militarist-bürokratik aygıtın gerçek işlevine ilişkin olarak gelişen bilinci ve unsurlarını törpüleme; başta Refah Partisi olmak üzere hükümete karşı gelişen tepkileri, artan hoşnutsuzluk ve öfkeyi, parlamento ve düzen partilerinden kopuşu, şeriat-laiklik ikileminin girdabına sokarak boğma ve yedekleme; ordunun politik yaşama hiçbir yasayla sınırlanmamış açık ve doğrudan müdahalesini meşrulaştırma çizgisi izledi. TÜSİAD, Odalar Birliği gibi sermayenin örgütleri, işçi sendika konfederasyonlarından ikisi DİSK ve Türk-İş, burjuva-liberal, Kemalist-laik çevrelerin, burjuva düzen partilerinin ezici çoğunluğu Genelkurmay etrafında birleşti ya da generaller tarafından yedeklendi.

Refah Partisi, bugüne kadar, halkın dini inançlarına ve duygularına saygısız, halka yabancı üst tabakaların tutumuna denk düşen sözde laik tutumun Müslüman halk arasında yol açtığı tepkilerin istismarının yanı sıra, Kürt sorununun çözümü, din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün tanınması, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi halkın acil taleplerinin savunusu destekli, emperyalizm ve düzen karşıtı propaganda ve şiarlarla kitle temelini ve örgütlerini genişletti ve güçlendirdi. Ancak Refah-yol Hükümeti, son yıllarda, IMF-Dünya Bankası patentli yeniden yapılanma programını ve istikrar tedbirlerini, ekonomik saldırı paketlerini en fütursuz, hızlı ve istikrarlı bir biçimde uygulayan; yolsuzlukların, rüşvetin üzerine şal çeken, Susurluk kazasıyla açığa çıkan skandalların, devlet uyuşturucu-mafya ve politikacı bağlantılı çetelerin üstünü örten bir hükümet oldu. Bu durum; zorunluluklar, tek başına hükümet olamama gibi gerekçelerle açıklansa da, burjuva düzen partilerinin en örgütlü, en geniş ve en militan kitle desteğine sahip partisi olan Refah Partisi saflarında da tepki ve hoşnutsuzluğun gelişmesine yol açtı. Refah-yol Hükümeti’nin kurulmasıyla birlikte, kitleler açısından Refah Partisi’nin gerçek yüzünü, diğer düzen partilerinden özünde bir farkının olmadığını kendi öz deneyimleriyle görme süreci de başlamış oldu. Refah Partisi yönetimi; generallerin, devrim yasalarının uygulanması gibi Müslüman halka başta jandarma zulmü olmak üzere militarist-bürokratik aygıtın, laiklik ve uygarlaşma adına, din ve vicdan özgürlüğünü ayaklar altına alan, halkı aşağılayan geçmişteki uygulamalarını anımsatan unsurlar da içeren müdahalesinin, sözde laik çevrelerin zaman zaman muhalefetini, örgütleri ve kitle tabanıyla ilişkilerini yenilemek, Refah-yol Hükümeti’nin kurulmasından sonra izlenen halk düşmanı ve emperyalizm ve işbirlikçileriyle tam uyumlu saldırılarını ve uygulamalarını geri plana atmak, dini önyargıların etkisi altında emekçilerin (halkın) dikkatini gerçek sorunlarından uzaklaştırmak için kullandı.

Refah Partisi; din düşmanlığı yapılıyor, halkın iradesi tanınmıyor, demokratik hukuk devleti ve kuralları çiğneniyor merkezli bir propaganda ile, bir yandan ezici bir çoğunluğu Müslüman olan halkın desteğini alma, başında generallerin bulunduğu militarist-bürokratik aygıta karşı birikmiş olan tepkiyi yedekleme, Refah Partisi karşıtı cepheyi parçalama, diğer yandan da Müslüman halkı sokağa dökme, gerekirse daha da ileri gitme tehditleriyle generallerin başında bulunduğu kampın girişimlerini püskürtme çizgisi izledi. MÜSİAD gibi yeni ancak hızlı gelişen tekelci sermaye grubunun etkin olduğu sermayenin örgütleriyle, Hak-İş ve İslâmi akımlar Refah Partisi etrafında birleşti.

Gerici iki kamp arasındaki mücadele; mevcut siyasi rejimin çerçevesini belirlemesi gereken yasaların ve anayasanın pratikte işlemez hale geldiği, çiğnendiği ve bunun açıkça bu yasaları uygulaması gereken kurumlar tarafından da savunulduğu bir süreç olarak ilerledi. 12 Eylül Anayasası ve yasalarıyla siyasal partilerle bağ kurmaları ve politika yapmaları yasaklanan silahlı kuvvetler, sendikalar, meslek odaları ve birlikleri, dinsel kurum ve kuruluşlar, dernekler, yargı organları vb. politik yaşama açıktan katıldı. Bu durum, hükümetle silahlı kuvvetler arasında bir çatışma özelliği de taşıyan Genelkurmay ve Refah Partisi’nin başında bulunduğu iki gerici odak arasındaki mücadele temelinde gelişiyor olsa da politik rejimdeki çözülmeyi hızlandıran bir etken olması bakımından önem taşır.

Genelkurmay ve generallerin ülke politik yaşamına doğrudan müdahaleleri ve ülke politik yaşamındaki rolleri giderek arttı ve meşrulaşarak, farklı düzeylerde de olsa kabullenilir bir özellik kazandı. Parlamento ve hükümet dağıtılmadı, ordunun yönetime el koyduğu açıklanmadı. Ancak, iç politikadan dış politikaya kadar ülkenin yönetimini Genelkurmay ve generaller üstlendi. Parlamentonun ve hükümetin görünürdeki rolleri de bir kenara itildi. Ülke yönetiminin ve politik iktidarın, Genelkurmay’ın başında bulunduğu militarist-bürokratik aygıtın elinde yoğunlaştığı, sözde ülkeyi yönetmek üzere seçilen halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentonun ve parlamentoda oluşan hükümetlerin generallerin kararlarını uygulamaktan ve onların yönetimini perdelemekten, halkın dikkatlerini parlamentodaki ve siyasal partiler arasındaki dalaşmaların girdabına çekerek oyalamaktan, rejime demokratik bir görünüm vermekten başka bir işlevlerinin olmadığı bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Ordunun, “hükümetin ve parlamentonun emrinde” ve “siyasal iradeye tabi olduğu” açıklamalarının, bir masal, bunları ciddiye alanların ise tam bir ahmak olduğu bir kez daha görüldü.

Başında Refah Partisi ve Genelkurmay’ın bulunduğu iki gerici kamp arasındaki çatışma, bir hükümet krizini de gündeme getirdi ve süreç bu doğrultuda hızla gelişiyor. Hükümeti oluşturan iki partiden biri olan Doğru Yol’da çalkantı gelişerek devam ediyor. Hükümetin parlamentodaki desteği; Refah Partisi’ne ve uyuşturucu-mafya bağlantılarından, kara para aklanmasına, vergi kaçakçılığından yolsuzluk, rüşvet ve açıkça yalan söylemeye kadar patlayan ve patlatılan skandallarla yıpranan ve kendi partisinde de giderek zayıflayan ve tecrit olan Tansu Çiller ve çevresine dayanmaktadır.

Refah-yol Hükümeti ne zaman ve hangi yöntemler kullanılarak düşürülürse düşürülsün; sorunların hiçbiri gericilik açısından çözülemeyeceği gibi istikrarlı bir hükümet de kurulamayacak ve Türkiye, hükümet krizinin eşiğindeki bir ülke olmaktan çıkamayacaktır. Esasında sorun tam da Refah-yol Hükümeti’nin düşmesi ya da düşürülmesinden sonra başlayacaktır. Refah-yol Hükümeti’ne karşı generallerin etrafında birleşmiş olan gerici kamp, homojen bir bütün oluşturmamaktadır. Hükümetin düşmesiyle birlikte; bugün geri kalan itilmiş olan çelişmeler ve çatışmalar tekrar alevlenecektir. Hükümeti kurduktan sonra; daha önce savunduklarının tam tersini yaparak yıpranma sürecine girmesine karşın; Refah Partisi bugün de, parlamentodaki gücü, örgütü, kitle desteği vb. her bakımdan burjuva düzen partilerinin en güçlü ve en büyük partisi durumundadır.

Erken bir seçim de sorunları çözmeyecektir. Bütün veriler, yeni bir seçimin de, parlamentodaki güçler ilişkisinde köklü bir değişikliğe yol açmayacağını, hatta durumun 1995 genel seçimlerinde olduğu gibi, daha da ağırlaştırarak sonuçlanabileceğini göstermektedir.

En önemlisi de hükümetin düşürülmesiyle birlikte, karşıdevrim cephesindeki (Refah-hükümet-Genelkurmay çatışmasına yol açan çelişme de dâhil) parçalanma ve çatışmaların toplumsal temeli ve unsurları ortadan kalkmayacak; aksine, önümüzdeki dönemde gelişmeye devam edecektir.

Gerici klikler arasındaki çelişkiler ve çatışmalar, önümüzdeki dönemde de, zaman zaman yatışıyor gibi görünse de yeni özellikler ve unsurlar kazanarak ilerleyecektir.

 

TEMEL EKONOMİK GÖSTERGELER

Refah-yol Hükümeti’nin sözcüleri, kısa bir süre öncesine kadar, başta tasarruf ve kaynak paketleri olmak üzere alman tedbirlerle, ekonomik sorunların ve açmazların, özellikle de bütçe ve dış ödemeler dengesi açıklarının aşılmakta olduğunu, hatta aşıldığını; uzun bir aradan sonra ilk kez denk bütçenin hazırlandığını, enflasyonun kontrol altına alınarak ekonominin istikrarlı bir büyüme sürecine girdiğini ve bunun devam edeceğini açıklıyorlardı. Ancak, tüm gerçekler gibi, ekonominin gerçeği de uzun süre gizlenemezdi ve gizlenemedi de… Başta Başbakan Erbakan olmak üzere Refah-yol Hükümeti’nin sözcüleri de; kısa bir süre önce, siyasi durumu gerekçe göstererek, “son iki ayda dengelerin bozulduğunu” ve “ekonominin tam bir bıçak sırtında” olduğunu açıklamak zorunda kaldılar.

Açıklanan son veriler; konjonktürel ve kısa süreli dalgalanmalar olmakla birlikte, özellikle geçen yılın ikinci yarısında belirginleşen ve ekonomiyi yeni bir durgunluk ve kriz sürecine sürükleyen etkenlerin 1997 yılında da zayıflamak bir yana, geliştiğini göstermektedir.

Özellikle geçen yılın ikinci yarısında; sanayinin sürükleyici sektörü olan otomotiv ve yan sanayisinde durgunluk belirtileri ortaya çıkarken, bütçe açığının yanı sıra dış ticaret açığı; AT ile Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesine de bağlı olarak, sınırlı döviz rezervlerinin erimesine yol açacak ve mali bir krizi gündeme getirecek bir hızla büyüdü. 1995 yılında 14 milyar 73 milyon dolar olan dış ticaret açığı 1996 yılında 20 milyar dolara yükseldi. Tüm faturasını halkın ödediği tasarruf ve özü emperyalist ve işbirlikçi tekellere satılabilecek her şeyin ne pahasına olursa olsun bir an önce satılası olan kaynak paketleri, zamlar, karşılıksız para basma ve yüksek faizlerle borçlanarak açıkları kapatma, iç ve dış ödemeler dengesini sağlama yolu izlendi. 1996 yılında, mali sektörde panik ve kaosa, yeni bir krize yol açabilecek döviz rezervlerinin erimesinin önüne ancak; enflasyonun % 80’e, iç borçların 30 milyar dolara, dış borçların 80 milyar dolara ve toplam borçları içinde, kısa vadeli borçların oranının yükselmesiyle geçilebildi. (Belirtilmesi gereken bir nokta da; gerek iç gerekse dış ödemeler dengesi açıklarını kapatmanın unsurlarından biri de uyuşturucu-mafya bağlantılı kara paradır. Türkiye, dünyanın sayılı uyuşturucu trafiği ve kara para aklama merkezlerinden biridir. Bu merkez olma işlevini, başta istihbarat teşkilatı olmak üzere devletin çeşitli kurumlarının dolaylı ve dolaysız desteğiyle gerçekleştirmektedir. Susurluk kazasıyla açığa çıkan skandalların üzerine gidilememesinin ve kapatılmasının nedenlerinden biri de sorunun bu yönünün açığa çıkmaması oluşturmaktadır.)

Türkiye’nin kredi notu düşerken,-riskli ülkeler sıralamasındaki yeri de yükseldi. Yeni dış borçlar bularak, spekülatif sermayeyi ve doğrudan yatırımlar biçiminde yabancı sermayeyi çekerek dış ticaret ve ödemeler dengesi açıklarını, döviz rezervlerindeki erimeyi durdurarak finanse etme olanaklarını daralttı. Tüm bunlar; dış ticaret açığının büyümesiyle birleşince, 1997 yılında özellikle de son 2 ayda döviz rezervlerindeki erimenin gizlenemeyecek ve konjonktürel dalgalanmalarla açıklanamayacak bir düzeye yükselmesine yol açtı. Döviz rezervlerindeki erime, geçen yılın sonu itibariyle 2,5 milyar doları aştı.

Hükümetin denk bütçe iddiası ve iç borçları bu yılsonuna kadar 15 milyar dolara indirme hedefi ise, yılın ilk aylarında iflas etti. Yeni yatırımlara, eğitim, sosyal güvenlik gibi toplumsal harcamalara, maaş ve ücretlere ayrılan fonlar alabildiğine kısıtlanmasına ve denk bütçenin temel unsurlarından biri olarak yansıtılan özelleştirmelere karşın; bütçe açık vermeye ve bu açıklar büyümeye devam etti. Öncesinde olduğu gibi son 4 ayda da bütçe açıkları iç borçlanma, karşılıksız para basma ve zamlarla finanse edilmektedir. Bunun kaçınılmaz sonuçları ise; TL’nin değer kaybının hızlanması, enflasyonun yükselmesi, 15 milyar dolara çekileceği açıklanan iç borçların 30 milyar doları aşması, faizlerin dolayısıyla rantiye gelirlerin yükselmesi ve maaşlara ve ücretlere yapılan sınırlı zamların da hızla aşınması ve emekçilerin alım gücünün düşmesi oldu.

Yukarıdaki veriler ekonomiyi mali bir krize doğru sürükleyen etkenlerin, 1997 yılında da gelişmeye devam ettiğini; Refah-yol Hükümeti’nin, IMF ve Dünya Bankası’yla uyum içinde ve onların denetiminde uyguladığı tedbirlerin mali bir kriz açısından da sorunların ağırlaşmasından başka bir sonuca yol açmadığını göstermektedir. Kaldı ki; başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, burjuva kapitalist çevrelerin ileri sürdüğü gibi; ekonomiyi yeni bir krize doğru sürükleyen etkenler, dış ve iç ödemeler dengesi açıklarıyla sınırlı olmadığı gibi, izlenen ekonomi-politika ve bu bağlamda alınan tedbirler de; ekonominin gelişme sürecini belirleyemez. Politik koşullar, izlenen ekonomi-politika; ekonominin gelişme sürecini etkiler, ancak, insan iradesinden bağımsız yasalara göre gelişen ekonominin gelişme sürecini tersine çeviremez.

Burjuva kapitalist çevreler ve onlarla aynı tezleri savunan burjuva, küçük burjuva sosyalist akımlar; ekonominin gelişme süreci ile hükümetlerin izlediği ekonomi-politika arasındaki ilişkiyi tersine çevirerek, krizin ve durgunlukların kapitalist ekonominin gelişme sürecinin doğasında olan gerçek temelini ve kaynağını gizlemektedirler. Hükümetlerin izlediği ekonomi-politika ekonominin gelişme sürecini belirlememekte, tersine, ekonominin gelişme süreci, izlenen ekonomi-politikaların içeriğini belirlemektedir.

Öncesinde olduğu gibi günümüzde de; üretimin sınırsız büyüme eğilimi ile pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişki, uyumsuz ve dengesiz gelişme; kapitalist ekonominin gelişme sürecinin temel özelliklerinden biridir. Üretimin sınırsız büyüme eğilimi ile kapitalist pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişki kaçınılmaz olarak aşırı üretimi gündeme getirir ki; bu aynı zamanda kapitalist ekonomide devrevi krizleri kaçınılmaz kılan ve krizin üzerinde yükseldiği temeli oluşturur. Sermayenin merkezileşmesi ve üretimin yoğunlaşmasının ilerlemesi ve bunun bir ürünü olan tekellerin ekonomiye hâkim olması, bilim ve teknikteki devrim, sözde planlama, pazar araştırmaları ve son yıllarda ülkemizde de uygulanan esnek üretim vb. yöntem ve araçlar, emperyalizme bağımlılık, dünya ekonomisiyle birleşme adı altında bağımlılığın ilerlemesi gibi gelişmeler; bu temeli ortadan kaldırmaz. Aksine, bu temeli ilerleterek, yeni özellikler kazandırır. En önemlisi de, kriz koşullarında tekellerin azami kârı sağlama ve krizin tüm yüklerini ezilen ve sömürülen yığınların sırtına yıkma araçlarını, olanaklarını genişletir.

Türkiye gibi geri, bağımlı ülkeler açısından tipik olan; aşırı-üretim bunalımlarının mali bir krizle birlikte gelişmesi ve zaman zaman temeli aşırı üretim olan ekonomik krizlerin öncelikle mali bir kriz olarak uç vermesidir. Sermaye birikiminin zayıflığı, ülkelere göre farklılıklar arz eden tüketim mallarının yanı sıra, temel yatırım mallarının ve ara malların ithal edilmesi; geri ve bağımlı ülkeler ekonomisinin temel özelliklerinden biridir. Bu nedenle, ekonominin büyüdüğü, üretimin sınırsız büyüme eğilimi ile pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişki üzerinde yükselen ve temeli aşırı-üretim olan krize doğru ilerleme süreci aynı zamanda; ithalatın patladığı, dış ticaret ve bütçe açıklarının büyüdüğü, iç ve dış ödemeler dengesinin bozulduğu bir süreç olmaktadır. Bu ülkenin geri ve bağımlı olmasının ve bu temel üzerinde şekillenen özelliklerinin bir sonucudur.

Önceki yıllar bir yana, ekonominin mali bir krize doğru sürüklendiği ancak mali krizin patlamadığı 1996 yılında; özellikle de ikinci yarısında başta sanayinin sürükleyici sektörü olan otomotiv (yan sanayi de dâhil) olmak üzere bazı dallarında durgunluk belirtileri ortaya çıkarak gelişmeye başladı. Bu yılın ilk üç ayına ilişkin veriler; geçen yılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve temeli aşırı üretim olan durgunluk belirtilerinin toplam sanayi üretimini etkileyen bir özellik kazanarak yaygınlaştığını ve geliştiğini; toplam sanayi üretim artış hızının, 1997 yılının ilk 3 ayında, geçen yılın aynı dönemine ve son 3 ayına (bu aynı zamanda 1997’nin ilk 3 ayının öncesine denk düşen dönem olmaktadır) göre gerilediğini göstermektedir.

DİE’nin verilerine göre; 1997 yılının ilk 3 ayında üretim artış hızı toplam sanayide ve imalat sanayisinde % 5,4 olarak gerçekleşti. Oysa üretim artış hızı 1996 yılının ilk 3 ayında sanayinin bütününde % 9,2 imalat sanayisinde ise % 8,7 olarak gerçekleşmişti…

Kaynak paketlerinden birinin temel unsuru olan bedelsiz ithalat ve AT ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasının tüm hükümlerinin yürürlüğe girmesi sanayideki durgunluk belirtilerinin gelişmesini hızlandıracaktır.

Sanayinin önümüzdeki dönemde nasıl bir gelişme göstereceği, gelişen durgunluk belirtilerinin ve toplam sanayi üretim artış hızındaki düşüşün tam bir endüstriyel durgunluk veya krize hangi süreçten geçerek ilerleyeceği bu günden bilinemez. Bu, etkileri ve sonuçları bugünden bilinemeyecek ulusal ve uluslararası pek çok etkene bağlıdır. Ancak veriler, toplam sanayi üretiminin büyüme hızının düştüğünü, kısa süreli ve konjonktürel dalgalanmalar olmakla birlikte, bu düşüşün süreceğini göstermektedir.

Sanayinin gelişme hızındaki düşüşün ve bu düşüşün endüstriyel bir durgunluk ve krize yol açmasının ilk sonuçları ise, işten atmaların yoğunlaşması, işsizliğin büyümesi, gerçek ücretlerin hızla düşmesi ve sermayenin ve diktatörlüğün çok yönlü saldırılarının yeni bir ivme kazanması olacaktır.

Hükümetin ve TÜSİAD gibi tekelci kuruluşların sözcülerinin de kabullendiği gibi, ekonomi tam bir bıçak sırtında. Hükümet; yeni tasarruf tedbirleri, yüksek faizlerle bulunacak dış borçlarla, özelleştirme programına alınıp da bu güne kadar özelleştirilemeyen telekomünikasyon, petrol, maden işletmeleri gibi stratejik öneme sahip büyük işletmelerin yok pahasına emperyalist ve işbirlikçi tekellere satılmasıyla sağlanacak gelirlerle, yeni zamlar ve karşılıksız para basarak zaman kazanmayı ve mali krizi bir süre daha ertelemenin ve mümkün olduğunca hafif atlatmanın hesabını yapmaktadır. Ancak, varlığı yokluğu tartışma konusu olan ve ülkeyi artık sadece fiilen değil, görünürde de yöneten ve tam bir siyasal parti gibi hareket eden Genelkurmay’la çatışan mevcut hükümetin bunu, üstelik de Türkiye’nin riskli ülkeler sıralamasındaki yerinin yükseldiği ve ilk sıralara çıktığı koşullarda gerçekleştirmesinin önünde ciddi engeller bulunmaktadır. Kaldı ki bu gerçekleşse bile ülkeyi çok yönlü bir krize sürükleyen temel ve faktörlerin hiçbiri ortadan kalkmayacak, aksine, bir süre sonra daha da ağırlaşarak gündeme gelecektir.

Ekonomi, ödemeler dengesi ve bütçe açıklarındaki büyümenin gündeme getirdiği mali bir krizin yanı sıra, temeli aşırı üretim olan ve bağımlı ve giderek daha bağımlı hale gelen geri ülke koşullarında şekillenen endüstriyel bir durgunluk ve kriz sürecine doğru ilerlemektedir. Bu süreç; ezilen ve sömürülen sınıfların yanı sıra, ara sınıfları, emperyalist ve işbirlikçi tekelleri ve büyük toprak sahiplerini, tüm kurum ve kuruluşlarıyla mevcut toplumsal sistemi doğrudan etkileyen, ekonomik politik toplumsal çok yönlü sonuçlara yol açarak gelişmektedir ve gelişmeye devam edecektir.

Türkiye yeni bir durgunluk ve kriz sürecine; üstyapıdaki çözülme, dağılma ve çürümenin tüm kurum ve kuruluşlara yayılarak derinleştiği koşullarda ilerlemektedir. Yeni özel birlikler kurularak, teknik donanımı modernleştirilerek saldırı aygıtları sürekli güçlendirilmesine karşın; diktatörlüğün, kitle temeli ve kitle hareketi ve örgütleri içindeki dayanakları zayıflamakta, emekçiler arasında yeni arayışlara yöneliş gelişmektedir. Kitlelerin, burjuva düzen partilerinden kopuşu, emperyalizmin, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin diğer egemenlik araçlarından kopuşa doğru genişleyen ve ilerleyen bir özellik kazanmaktadır. Burjuva düzen partilerinden hiçbiri (ya da partiler ittifakı) TBMM’de istikrarlı bir hükümet kuracak ve sürdürecek çoğunluğa sahip olmadığı gibi, geçici bir süre için de olsa kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk ve öfkeyi yatıştıracak, tereddütlü de olsa beklenti yaratabilecek durumda değil. Parlamento, öngörülen işlevi yerine getirmemekte, sürekli itibar kaybetmektedir. Bunun da ötesinde, parlamento ülkeyi sürekli hükümet krizinin eşiğinde tutacak bir bileşime sahip ve sadece parlamentodaki gücü açısından değil, kitle bağları ve örgütlenme düzeyi bakımından da parlamentodaki en güçlü parti olan Refah Partisi, ülkeyi egemen sınıflar adına yöneten ve diktatörlüğün yönetici merkezi olan Genelkurmayla çelişen yönelişlere sahip… Belli başlı emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında şiddetlenen dünyayı yeniden paylaşım mücadelesi ve bu mücadelede Türkiye’nin oynayacağı rol ve tekelci gruplar arasındaki çıkar çatışmalarıyla da bağlantılı, gerici kamp içindeki parçalanma ve klikler mücadelesi yeni unsurlar ve özellikler kazanarak gelişmektedir.

Gerici kamp içindeki çelişkilerin ve çatışmaların şiddetlenmesi; gericiliğin şu ya da bu kliği geçici olarak güç toplasa ve güçlense de, bir bütün olarak ele alındığında, gerici kampın zayıflamasına ve yıpranmasına yol açar. Susurluk kazası ve sonrasında açıkça görüleceği gibi, daha önce gizlenen, kapalı kapılar ardında dönen dolaplar, yıllardır gizlenen, üstü örtülen ilişkiler, rezaletler açığa çıkar. Emekçiler, Özel bir çaba sarf etmeksizin düzenin ve kurumlarının işleyişine, gerçek yüzüne ve niteliğine ilişkin bilgi (eksik ve çarpık da olsa) edinme olanağı bulur. Gerici önyargıları yıkmanın, işçilerin emekçilerin bilincini ve mücadelesini ilerletmenin, çok yönlü bir aydınlatma çalışması örgütlemenin koşulları ve unsurları genişler. Sorun sınıf bilinçli işçinin ve örgütlerinin bu olanakları değerlendirip değerlendiremeyeceğidir.

 

EMEKÇİLERİN DURUMU

1997 yılında gerek memur maaşlarına yapılan zamlar gerekse başta 700 bin kamu işçisi olmak üzere toplusözleşmelerle işçi ücretlerinde sağlanan artışlar; öncesi bir yana 1994 krizinden bu yana ücretlerde ve maaşlarda gerçekleşen erimenin gerisinde kaldı. Sağlanan artışlar da yükselen enflasyon ve zamlar karşısında erimeye başladı ve bu süreç devam ediyor. İşten atmalar yoğunlaşırken, toplumun açlık sınırında ve altında yaşayan, asgari sağlık hizmetlerinden yararlanma olanaklarından yoksun ve geleceğe ilişkin hiçbir güvencesi olmayan kesimleri büyüdü. Önümüzdeki dönemde; bu süreç, hızlanarak devam edecek ve ekonominin, durgunluk ya da kriz sürecine girmesiyle birlikte, yeni bir ivme kazanacak ve küçük ve orta işletmelerde iflasların yoğunlaşması ve büyük işletmelere doğru genişlemesi, tarımda durumun kötüleşmesi gibi gelişmelere yol açarak ilerleyecektir. Bunun kaçınılmaz sonuçları ise; sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının yanı sıra, küçük ve orta işletmelerin durumunun kötüleşmesi, mülksüzleşme ve sermayenin merkezileşme sürecinin ilerlemesi, sınıf kutuplaşmasının derinleşmesi, hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin kitleler arasında gelişmesi olacaktır.

Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, uluslararası mali sermaye ve işbirlikçi egemen sınıflar, gelişen durgunluk ve kriz belirtilerinin ve kaçınılmaz hale gelen bir durgunluk ya da krizin tahrip edici sonuçlarını kendileri ve düzenleri açısından en aza indirmeyi ve bu süreci en kısa sürede atlatmayı; ekonomik, politik tüm yönleriyle toplumsal yapının emperyalizmin tercihleri ve gereksinimleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesini merkezine alan ve bir süredir gündemde olan orta vadeli istikrar programını ve diğer tedbirleri uygulamak için son hazırlıklarını yapmaktadırlar. Bu program ve tedbirlerin uygulanmasıyla birlikte halka ve ulusal olan ne varsa ona karşı yürütülen saldırılar yoğunlaşacaktır. Ara sınıf ve tabakaların, tüm ezilen ve sömürülen kitlelerin yaşam ve çalışma koşulları daha da kötüleşecektir.

Gerçek ücretlerin ve maaşların düşürülmesi, en alt düzeye çekilmesi; bugüne kadar gündeme alınan ancak gerçekleştirilemeyen, stratejik öneme sahip devlet işletmeleri de dâhil, devlet mülkiyetindeki işletmelerin, madenlerin, hazine arazilerinin, sağlık, eğitim, sigorta ve diğer sosyal yardım ve güvenlik kuruluşlarının özelleştirilmesi; özelleştirilemeyenlerin tasfiye edilmesi; emperyalist ve işbirlikçi tekelci sermayeye yeni pazar ve kârlı yatırım alanlarının açılması, devlet bütçesinden toplumsal harcamalara, ücret ve maaşlara ayrılan fonların, küçük ve orta işletmelere, tarıma sağlanan desteklerin kısıtlanması ve emperyalist tekellerin yıkıcı rekabetine karşı koruyucu önlemlerin son katıntılarının da tasfiye edilmesi vb. yeni saldırı dalgasının ekonomik unsurları olacaktır. Özü, ülkemizin emperyalizmin tipik bir yeni sömürgesi haline gelmesi; ekonomik, politik, toplumsal yapının buna uygun düzenlenmesi olan yeniden yapılanma programının bütün unsurlarıyla eksiksiz uygulanması amaçlanmaktadır.

Önümüzdeki dönem; ekonomik saldırıların yanı sıra, hatta öncelikle politik saldırıların yoğunlaşacağı bir dönem olacaktır. Diktatörlüğün saldırıları öncelikle; yasaların eksiksiz uygulanması gerekçesiyle ezilen ve sömürülen sınıfların fiilen kazandıkları ve kullandıkları hakların ve mevziilerin gaspına yönelecektir.

Egemen sınıflar, bir yandan, ezilen ve sömürülen sınıfların saflarında dağınıklığı, bölünmeyi, örgütsüzlüğü geliştirmek, bunu aşmaya yönelik tüm girişimleri etkisiz kılmak, olası her türlü direnişi ezmek; öte yandan; başta militarist-bürokratik aygıt olmak üzere tüm egemenlik araçlarını ve dayanaklarını güçlendirmek, Susurluk kazası ve sonrasında art arda patlayan skandallarla, klikler arası dalaşmalarla, yıpranan ve hırpalanan güçlerini toparlamak, bu hırpalanma ve yıpranmanın orduya doğru genişlemesini engellemek ve saldırı olanaklarını genişletmek için diktatörlüğün tüm güçlerini yeniden mevzilendirmekte ve aralarındaki ilişkileri yeniden düzenlemektedirler. Bu, saklanmamakta, Genelkurmayın verdiği son brifinglerde, ulusal güvenlik açısından öncelikli tehlikenin dış değil iç tehlike olduğu ve milli savunma stratejisinin buna göre yeniden düzenlendiği vurgulanarak ilan edildi.

Türkiye; yarı-feodal ilişkilerin yer yer zayıflayarak varlığını sürdürdüğü, emperyalizme bağımlı geri bir ülke. Ancak uzun bir zamandır kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir ülkedir. Kapitalist gelişme, emekçilerin giderek büyüyen bölümünü üretim araçlarından kopararak, işgücünü pazarda herhangi bir meta gibi özgürce satan proleterler durumuna getirir ve kişisel bağımlılık ilişkilerini tasfiye eder. Bu gelişmenin kaçınılmaz sonuçları ise; toprak beyine ya da lonca ustasına, krala ya da sultana tabi, Ortaçağ uyuşukluğu içindeki emekçilerin yerini, ülke yönetimine ve aktif politik yaşama katılma eğitimi gösteren emekçilerin alması; feodal despotik kurumlar, araçlar ve biçimlerle ülkeyi ve toplumu yönetmenin ve egemen olmanın toplumsal koşullarının ortadan kalkmasıdır. Tüm ulusun ülke ve devlet yönetimine katıldığı görünümü yaratan kurumları ve araçları da içeren burjuva kapitalist biçimler ye araçlar devrimci bir dönüşümle ya da sancılı ve uzun bir süreç olan evrim yoluyla tedricen, adım adım eski biçimlerin ve araçların yerini alır -ki bu aynı zamanda burjuvazinin egemen sınıf haline gelmesine denk düşer-.

Yerel ve genel seçimlerden, referandumlara, siyasal partilerinden temsili kurumlarına ve hükümetlerine kadar tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamenter sistem, halkın ülke yönetimine katıldığı görümünü yaratır ve sermayenin -günümüzde tekelci sermayenin, mali oligarşinin- egemenliğini perdeler. Bunun da ötesinde işçilerin, tüm emekçilerin dikkatini gerçek sorunlarından uzaklaştırarak, temsili kurumlardaki ve burjuva partileri arasındaki dalaşmaların girdabına çekerek şaşkına çevirme, bölüp parçalama, kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerini düzen içi kanallara akıtma işlevi görür.

Başta işçi hareketi ve örgütleri içindeki uşakları olmak üzere diğer dayanaklarıyla birlikte parlamenter sistem, aynı zamanda ülkeyi yöneten küçük azınlığın, ezici çoğunluğu oluşturan yönetilenlerin desteğini almalarının, onları denetimleri altında tutmalarının ve aralarındaki bağlantının araçlarından biridir. Bu işlevlerine karşın dün olduğu gibi bugün de; en demokratiğinden en antidemokratik ülkelere kadar, sermayenin, -günümüzde tekelci sermayenin-, temel egemenlik ve yönetim aracı militarist-bürokratik aygıttır. Ancak; temel egemenlik ve yönetim aracı olmamasına karşın; tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamenter sistem, burjuvazinin, günümüzde tekelci burjuvazinin egemenliğini ve yönetimini sürdürmesinin araçlarından biridir ve zorunlu kalınmadıkça da bir kenara fırlatılıp atılamaz. Tüm yıpranmışlığına, kitleler nezdinde itibarı, tarihinin en düşük düzeyine inmesine, istikrarlı ve uzun süreli bir hükümetin kurulmasını engelleyen bir bileşime sahip olmasına ve militarist-bürokratik aygıtla tam bir uyum içinde çalışan bir hükümetin kurulmasında karşılaşılan güçlüklere karşın; parlamentonun, siyasal partilerin bir yana itilmemesinin ve Genelkurmayın gösterdiği şaşırtıcı(!) sabrın nedenlerinden biri de budur.

Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir sınıf, sadece zora ve militarist-bürokratik aygıta dayanarak egemenliğini sürdüremez. Bu nedenle; ara sınıf ve tabakaların yedeklenmesi ve desteğinin alınması en azından tarafsızlaştırması, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülen kitlelerin bağımsız hareketinin ve örgütlenmesinin engellenmesi, bölünüp parçalanması, hiç değilse bir bölümünün aktif ya da pasif desteğinin alınması, bunun için gerekli dayanakların ve araçların geliştirilmesi ve güçlendirilmesi egemen sınıf (ya da sınıflar ittifakı) açısından da büyük önem taşır.

Türkiye, ezilen ve sömürülen sınıflarla emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakı arasındaki çelişmelerin keskinleşeceği bir sürece doğru ilerlemektedir. Emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakının yönetici merkezi, hazırlıklarını buna göre yapmaktadır.

Sınıf bilinçli ileri işçi ve örgütü de içinde bulunduğumuz dönemin özelliklerini, olası gelişmeleri göz önüne alarak çalışmasını yeniden planlamak, hatalarından arındırarak ilerletmek zorundadır.

Kitleleri bu bakımdan uyaran, olası gelişmelere hazırlayan somut ve canlı örneklere ve kanıtlara dayanan bir aydınlatma çalışmasının örgütlenmesi, artan bir önem kazanmaktadır. Sınıf bilinçli ileri işçi ve örgütü, gerici kamp içindeki çelişmeleri ve dalaşmaları, güçler ilişkisini ve olası gelişmeleri dikkatle izlemeli, kitleler arasında yürüttüğü aydınlatma çalışmasını, bu dalaşmaların gerçek özünün ve içeriğinin somut ve canlı örneklere dayanan ikna edici bir açıklanmasına, kitlelerin olası gelişmelere hazırlanmasına ve bilincinin ilerletilmesine doğru genişletmelidir.

Taleplerin, propaganda, ajitasyon ve eylem şiarlarının ve aralarındaki ilişkinin; koşullardaki değişim ve gündeme gelen sorunlarla bağlantısı kurularak sürekli yenilenmesi ve bununla uyumlu bir propaganda, teşhir-ajitasyon çalışması geliştirilmesi artan bir önem kazanacaktır. En önemlisi de; tüm bunların, emekçiler arasında kesintiye uğranmayan günlük bir çalışma ile; acil talepler etrafında emekçilerin kitlesel mücadelesinin örgütlenmesi ve geliştirilmesine en ileri düzeyde yardım çalışması ile birleştirilmesidir. Koşullara göre değişen ortak yönleri bulunmasına karşın, acil talepler; işyerine, işkoluna, mensup olduğu sosyal sınıf ve tabakaya göre farklılıklar arz eden ve süreç içinde sürekli değişen, yeni unsurlar kazanan bir özellik taşır.

 

Haziran 1997

Parti çalışmamızın bazı sorunları üzerine

Sınıflı toplum koşullarında, elinde devlet gibi bir iktidar aracı olmayan hiçbir sınıf, toplumsal yaşama ilişkin hedeflerini gerçekleştirme olanağı bulamaz. Sınıf mücadeleleri tarihinin açığa çıkardığı, kanıtlayıp doğruladığı en önemli sonuçlardan biri de, işçi sınıfının kurtuluşunun, onu sınıf olarak var eden kapitalist toplumsal koşulların tasfiyesine bağlanmış olmasıdır, işçi sınıfı, kendini, artı-değer yaratıcısı bir sınıf olarak var eden koşulları siyasal-ekonomik bir devrimle tasfiye etmeden ve böylece sınıfların varlığına ve sınıf farklılıklarından kaynaklanan çelişkilere son vermeden sömürülen ve ezilen bir sınıf olmaktan kurtulamaz ve kendisiyle birlikte insanlığın kurtuluşunu gerçekleştiremez.

İşçi sınıfı, sömürülen ve baskı altında tutulan bir sınıf olmaktan kurtulmak için, öncelikle siyasal bir devrimle burjuvazinin sınıf iktidarını yıkmalı ve kendi devrimci iktidarını kumalıdır. Proletarya (ve onun devrimci partisi) bakımından temel sorun, bu hedefe nasıl ve hangi araçlarla varılacağıdır.

Ücretli emek sömürüsü üzerinde yükselen kapitalist özel mülkiyet sisteminde burjuvazi, egemen sınıf olması ve devlet gibi bir iktidar aygıtını elinde tutması nedeniyle, işçi ve emekçi kitlelerinin mücadelesinin önüne çok çeşitli engeller çıkarma olanağına sahiptir. Kapitalist ekonominin sektörlere ve kollara ayrılan yapısı, işkollarına bağlı işçi dağılımı ve kapitalist işbölümü, işçi sınıfı saflarında, daha baştan “bölünmüş” bir durum yaratır. Kapitalist üretim biçiminin yarattığı bu nesnel bölünmüşlük, sermaye örgütlerinin (politik partiler, askeri, ekonomik, kültürel kurumlar vb.), sürdürdükleri bölücü ve aldatıcı politikanın emekçiler üzerinde etkili olmasına maddi bir zemin oluşturmaktadır. Burjuvazi, yalnızca dolaysız politik örgütleri aracılığıyla değil, işçilerin işverenlere karşı haklarını savunmak amacıyla kitleler halinde bir araya geldikleri işçi sendikalarının yönetim aygıtlarındaki kolları -sendika bürokrasisi- aracılığıyla da işçi sınıfı ve emekçiler içinde bölücü faaliyet yürütmekte; işçilerin bağımsız bir sınıf olarak politik örgütlenmesini engellemeye çalışmaktadır.

Kapitalist toplumda, burjuva politikası bütün toplumu sarmış, ya da toplumun tüm kesimleri bu politika tarafından kuşatmaya alınmıştır. Burjuvazi hemen her zaman, kendi varlığının, sınıf egemenliğinin ve bunun aracı olan burjuva devletinin tüm toplumsal sınıf ve katmanlar için gerekli ve yararlı olduğunun propagandasını yürütür. Kapitalistlerin “işveren” konumu ve üretim araçlarını elinde bulundurmaları, işçiler içinde, kapitalistler olmadan çalışma ve yaşama olanağının “bulunmayacağı” önyargısının oluşmasına yol açmıştır.

Bölünmüşlük; işçi aristokrasisinin oluşması ve sendikaların yönetiminin bu aristokrasi tarafından ele geçirilmesi, çeşitli toplumsal sınıf ve katmanların kaçınılmaz varlığı, farklı politik akım ve grupların ortaya çıkışı için maddi bir zemin oluştururken, burjuvazi, bundan, işçi sınıfının mücadelesini engellemek amacıyla yararlanmaya; mevcut ve nesnel bölünmüşlüğü kullanmaya ve gerektiğinde burjuva liberal ve sahte sosyalist grupların güçlenmesine alan açarak onlardan yararlanmaya çalışır.

Daha fazla kâr peşinde koşan burjuvazi, herhangi bir örgütlü direnişle karşılaşmadan sınıf egemenliğini sürdürmek ister ve işçilerin her türden örgütlenmesine ve örgütlü mücadelesine karşıdır. Sendikal örgütlenmeye gösterilen öfkeli tepki bunu gösterir. Ancak esas korkusu çatışmanın politik karakter kazanması ve iktidar mücadelesine dönüşmesidir. Bu nedenle kapitalistler, işçi hareketinin politik bir karakter kazanması ve iktidar mücadelesi olarak gelişmesine set çekmek üzere, ekonomik tavizler vermekten kaçınmazlar. Çünkü yüzyıllara yayılan sınıf deneyi onlara, işçi hareketi ekonomik alanda kaldığı sürece, proletarya ve emekçilerin yenilgiden kurtulamadıklarını ve hemen her zaman işçilerin koparıp aldıkları ekonomik tavizleri geri alma olanağına sahip bulunduklarını göstermiştir.

Buradan şöyle bir sonuç çıkar: İşçi sınıfı, kapitalistlere karşı mücadelesinde, eğer günlük ekonomik ve acil taleplerin elde edilmesiyle yetinirse, kapitalist sömürüden ve ücretli kölelik olarak ifade edilen kölece yaşamdan kurtulamaz. Kurtuluşunu sağlamak için işçi sınıfı, burjuvaziye karşı siyasal iktidar mücadelesine girişmelidir. İktidar mücadelesinin en önemli ve zorunlu aracı ise, işçilerin içinden çıkmış, onların en ileri unsurlarınca oluşturulmuş ve sınıfın mücadelesini yöneten bir partidir.

 

ÇALIŞMAMIZIN TEMEL VE BAŞ SORUNU, İŞÇİLERİN DEVRİMCİ BİR PARTİ HALİNDE ÖRGÜTLENMELERİNİ SAĞLAMAKTIR

Ekonomik, mali, politik ve askeri olarak örgütlenmiş burjuvaziye karşı, işçiler ancak sınıf olarak hareket edebilir ve bir parti olarak örgütlenirlerse, ancak burjuva politikasına karşı, devrimci politikayı, koşullardaki değişmeyi gözeterek geliştirir ve uygularlarsa; kapitalist sistemde ezilen bütün emekçileri kendi yanlarına çekebilir ve sınıf düşmanına karşı seferber edebilirlerse, evet ancak bu durumda; burjuva saldırılarını püskürtebilir ve iktidar mücadelesinde zafere ulaşabilirler.

İşçilerin, bütün diğer sınıf örgütlerinden (sendikalar, dernekler, işçi birlikleri vb.) farklı özelliklere sahip bir örgütü olan parti; iktidar mücadelesinin zorunlu bir aracı olarak, kurulduğu andan itibaren, proletarya kitlelerinin mücadelesini iktidarın alınması yönünde etkilemeyi ve geliştirmeyi öncelikli görev edinir. Partinin bu görevini kısaca şöyle de ifade edebiliriz;

a) İşçileri örgütlemek, disipline etmek, acil ekonomik ve politik talepleri için mücadeleyi geliştirmek, burjuvaziden tavizler koparmak ve böylece işçilerin örgütlü baskısını, sermaye üzerinde tehdit edici bir güç olarak hissettirmek; b) bunun için kitlelerin olduğu yerde olmak, işçilerin bulundukları her yere, fabrika ve sendikalara gitmek; işçilerin bilincini sosyalizm doğrultusunda ilerletmek, her özel ve kısmi talep ve sorunu proletaryanın genel ve temel görevi ve hedefiyle birleştirmek; c) böylece, sınıfın politik örgütlenmesini geliştirmek ve kesintisiz olarak sağlamlaştırmak.

İşçi ve emekçilerin en ileri öğelerini parti çalışmasına çekmek, burjuva ideolojisine karşı kararlı ve uzlaşmaz bir mücadele ile işçilerin bilincini sosyalizm yönünde geliştirmek partinin ve partilinin varlığının temel nedenidir. İşçi sınıfı, toplumsal devrimin öncüsü olarak, iktidar mücadelesinde sınıf düşmanına öldürücü darbeyi indirmek için, bizzat kendi mücadelesi içinde ortaya çıkmış devrimci taktiklerin tecrübesini biriktirmeli, sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisiyle donanmalıdır. İşçiler ve özellikle onların ileri öğeleri, ekonomik hareket içinde ve kapitalistlerle girişilen mücadelede tecrübe kazanır ve deney biriktirirler. Ancak kendiliğinden ekonomik hareket içinde kazanılan bu deney ve tecrübe birikimi, burjuvaziyle girişilecek iktidar kavgasında yetersiz kalır ve sınıfa gerekli ve zorunlu donanımı sağlamaz. İşçi sınıfını iktidara hazırlayan gerçekte, yalnızca onun kendi partisidir.

Bunun içindir ki, bizim başlıca ve temel görevimiz, sosyalist düşüncenin işçi yığınları içinde yaygınlaşmasını sağlamak, işçi sınıfının devrimci politik gelişimine yardımcı olma yoluyla, sınıf hareketinin sosyalizm ile birliğini gerçekleştirmek ve işçilerin en ileri öğelerinin örgütü olarak partiyi yeniden ve yeniden kurmak-inşa etmektir.

Çünkü iktidar mücadelesi; işçi hareketinin durumuna, işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyine, mücadele yöntemlerine ve hareketi yöneten partinin niteliklerine, işçi sınıfının devrimci müttefiklerinin devlete ve burjuva düzen partilerine karşı tutumlarına ve bütün bunlarla birlikte iç ve dış koşullara bağlı olarak gelişir. Diğer yandan; işçi sınıfı içinde etkinlik sağlamış ve sınıfın politik örgütü haline gelmiş bir partinin varlığı, kısmi talepler ve politik özgürlükler için yürütülen mücadelenin başarısı üzerinde de dolaysız biçimde etkide bulunur ve sınıf düşmanına etkili darbelerin vurulmasına hizmet eder.

O halde sosyalist partinin görevi, işçi hareketine edilgin bir hizmette bulunmak değil, bir bütün olarak hareketin genel çıkarlarını temsil etmek, bu harekete siyasal görevlerini ve son hedeflerini göstermek; proletaryanın siyasal ve ideolojik bağımsızlığını sağlamak ve korumaktır. Çünkü işçi sınıfı, siyasal bir devrim olmaksızın ekonomik kurtuluşunu gerçekleştiremez ve siyasal devrim de ancak, proletaryanın Marksizm’in teorik ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği, bir parti biçiminde maddi bir güce dönüşmüş ise başarıya ulaşabilir.

Bunun için parti, kendini işçi ve emekçilerin günlük talep ve çıkarlarını savunmakla sınırlamaz. Parti çalışması da, işçi sınıfını, sömürüyü ve sınıf ayrıcalıklarını tasfiye etme amacını gerçekleştirmek üzere hazırlayan; toplumsal kurtuluşun ancak sermaye egemenliğini tasfiye ederek mümkün olabileceğini görmesine yardımcı olan ve iktidar mücadelesinde bir sınıf ordusu halinde hareket etmesi için gerekli tüm araçlarla donanmasına hizmet eden bir çalışmadır. Böylesi bir çalışma ile işçi ve emekçilerin desteğini kazanmış ve sosyal-siyasal koşullardaki değişmelere uygun siyasal taktikler geliştirme ustalığı gösteren sağlam bir parti örgütünün varlığı, işçilerin kapitalistlere ve hükümetlerine karşı ekonomik ve politik mücadelelerinde başarıya ulaşmalarının güvencesidir.

Daha kesin olarak ifade edilirse, parti çalışması olarak günlük çalışmamızın ve eylemimizin hedefi, proletaryanın sınıf mücadelesi içinde yer alarak onu ilerletmek ve yönetmek; bunu demokratik (Türkiye’nin politik-toplumsal sistemini demokratikleştirmeyi amaçlayan anti-faşist, anti-emperyalist), ve sosyalizmi amaçlayan anti-kapitalist mücadele olmak üzere, birinciyi ikinciye bağlayarak ve tabi kılarak, ayrılmaz bir ilişki içinde örgütlemektir.

Parti bu görevi başarıyla yerine getirmek için işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde kesintisiz bir propaganda çalışması; günlük mücadeleden kopmayan devrimci ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti ve bununla birleşen örgütleme çalışması yürütmek zorundadır.

Türkiye işçi sınıfı (Türk-Kürt ve diğer azınlık milliyetlerden) azımsanmayacak bir süredir politik bir öncüyü örgütlemiş olmasına karşın; sınıf ilişkilerinde ve mücadelenin seyrinde görülen değişiklikleri gözeterek partiyi her koşulda yeniden inşa etme görevi ve onun sorunları, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin önünde bir sorun olarak durmaya devam etmektedir. Bu sorunun çözümüne hizmet edecek tutum (parti çalışması) ise; ancak işçi sınıfı, şehir yoksulları, gençlik ve emekçi kadınlar içindeki çalışmamızın, koşullardaki değişmelere ve gelişmelere bağlı olarak yenilenmesiyle geliştirilebilir.

Türkiye’de hızlanarak artan toplumsal çürüme işçi ve emekçilerle sömürücü egemen sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştirmekte, emekçilerin devlete ve düzen partilerine olan güvensizlikleri kopma ve uzaklaşma yönünde gelişmekte ve proletaryanın kendi adına politik mücadeleye daha etkin katılmasının olanakları genişlemektedir. Emekçi hareketinin içine girdiği yönelişin farkında olan burjuva kurum ve örgütleri; TÜSİAD, MÜSİAD, ordu, düzen partileri, işveren sendikaları, odalar ve borsalar birliği vb. sosyal-siyasal-ekonomik kurumları aracılığıyla daha etkili bir politik faaliyet sürdürmekte; yığınların demokratik taleplerini sulandırarak “sahiplenmekte”; Kürt sorununu, askeri saldırıları eksik etmeksizin “sosyal ve ekonomik önlemlerle çözme” planları geliştirmekte ve işçi ve emekçilere hangi düzen partilerinin destekleneceğine dair öğütler vermektedir. Giderek artan biçimde büyük sermayeye bağlanan ve “İslâmi sermaye holdingleri” üzerinden Ortadoğu’da, Kafkasya ve Balkanlar’da uluslararası ilişkiler geliştiren RP, işçi ve emekçi yığınları, göstermelik anti-emperyalist sloganlarla ve “adil düzen” yalanlarıyla aldatmaya ve özellikle geri bilinçli emekçi kesimlerin dini duygularını sömürerek güç ve “alternatif” olmaya çalışmaktadır. Bir tür ‘ordu partisi’ biçiminde çalışan generaller ile halkın inançlarını ve taleplerini sömüren “yeşil sermaye” holdinglerinin siyasal partisi RP, emekçi halk kitlelerine karşı izlenen politikada temel herhangi bir ayrılıkları olmamasına karşın, “laik-şeriatçı” ikilemi etrafında birbirine karşıt iki güç odağı biçiminde hareket ederek, kitleleri yanlarına almaya çalışmaktadırlar.

Burjuvazi; ekonomide, politikada, Kürt sorununda ve devletin yeniden yapılandırılması alanında ortaya çıkan ihtiyaçlar üzerinden kendini yeniden yapılandırmaya çalışırken, işçi ve emekçilere karşı saldırılarını da artırmaktadır. Ordu, politik tutumunu ve müdahalelerini konjonktüre bağlı olarak ayarlamakla birlikte, açık kimliğiyle politik arenanın ön cephesine çıkmış ve “laik düzen savunucuları’yla ittifakını yenileyerek etkinliğini artırmıştır.

İşbirlikçi burjuvazi ve partileri, emekçi kitleler karşısında yitirdikleri güveni tazelemek üzere, aldatma amaçlı yeni manevralar geliştirmektedirler. Egemen sınıflar ve asker-sivil bürokrasinin üst kesimleri, ABD emperyalizminin ekonomik, siyasi ve askeri planlarına bağlanmış bir politikayı halk kitlelerine dayatmakta, içte ve dışta uyguladıkları emekçi düşmanı politikalarına kitleleri kazanmaya çalışmaktadırlar.

İşçi sınıfı partisi, bütün bu gelişmeleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Burjuvazinin, işçi ve emekçileri bölmeye ve aldatmaya ve generallerin, RP ve diğer gerici düzen partilerinin kitleleri yedeklemeye yönelik taktiklerini boşa çıkarmak için, ikiyüzlü burjuva propagandasını teşhir etmeli, emekçilerin kendi pratik siyasal deneyimleriyle sınıf düşmanlarını daha iyi tanımalarına yardımcı olmalıdır. Açık ki parti; ancak işçi ve emekçi kitleler içinde -gerçek bir desteğe sahip olacak biçimde- örgütlenmiş ve dönemin özelliklerine aykırı düşmeyen siyasal taktikleri, yığınların ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda uygulama yeteneği gösterebiliyorsa ve mücadele içindeki tutumuyla inandırıcı olmuş ve emekçilerin güvenini kazanmışsa, bu görevi başarıyla yerine getirebilir.

a) Siyasal teşhir ve ajitasyonun önemi

Burjuvazi, ekonomik ve askeri kurumları da dâhil olmak üzere, güç ve olanaklarını, her gün ve her saat, yığınların politik etki altına alınması ve ideolojik bağımlılaştırılması için kullanırken, parti buna ancak profesyonelce örgütlenmiş kesintisiz bir siyasal teşhir ve ajitasyonla cevap verebilir.

Kendiliğinden hareket, teşhir ve ajitasyon için uygun koşulları kaçınılmaz biçimde yaratmaktadır. İşçi ve emekçi kitlelerine karşı sermaye politikaları; emekçileri, burjuva düzen partilerine, devlet kurumları ve baskı aygıtlarına öfke ve güvensizliğe sürüklerken; devrimci politik ajitasyon ve siyasal teşhirin yığınlar içinde karşılık bulmasının olanakları da genişlemektedir. Ekonomik saldırılar, ücretlerin düşürülmesi, işsizlik, sendikal hakların gaspı, daha fazla kâr için işgünü ve çalışma zamanının işçiler aleyhine uzatılması, polis saldırıları ve siyasal özgürlüklerin kullanılması önündeki faşist baskı ve yasaklar vb. gibi olgu ve gelişmeler, ekonomik ve politik ajitasyon için yeterli dayanakları her gün sunmaktadır. Bu ve başka somut, günlük ve acil talepler için kesintisiz olarak yürütülecek ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi ve örgütlenmesini geliştirici bir rol oynarken; bu faaliyetin süreklilik, içerik ve nicelik olarak zayıflaması da, yığınların ileri öğelerinin düzenden kopuşuna yeterli bir cevap verilmemesine neden olmaktadır, işçi-emekçi hareketinin bir sınıf hareketi biçiminde gelişmesine hizmet eden ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti; belirli günlerle ilişkilendirilerek yürütülen bir “kampanya faaliyeti” değil; emekçi yığınların eğitimi ve aydınlatılmasının başlıca yöntemi olan kesintisiz bir faaliyettir. Böyle bir faaliyet, örneğin işçi ve emekçi kitlelerinin; işsizlikle yoksulluk arasındaki, halkın yoksullaşmasıyla kapitalistlerin zenginleşmesi arasındaki bağı görmelerini kolaylaştıracaktır. Yanı sıra, polis saldırıları ve baskılarına karşı mücadelenin, grev, gösteri vb. yollarla hak arayışıyla dolaysız ilişkilerini daha iyi görmelerini sağlayacak ve bu tek tek eylemlerin birleşik sınıf ve emekçi mücadelesine dönüşmesine hizmet edecektir. Emekçilerin taleplerinden kopuk bir ajitasyon faaliyetinden söz edilemeyeceği gibi, günlük ve temel sorunlardan soyutlanmış genel bir propaganda çalışması da işçi-emekçi hareketine gerçek bir yardımı sağlayamaz. İşçi kitleleri yoğun işten atma, özelleştirme, sendikasızlaştırma saldırısı ve ‘Eşel-Mobil’ dayatmasıyla karşı karşıya iken, devrimci ajitasyonun bu sorunlardan hareketle yürütülmesi yalnızca kaçınılmaz değil, zorunludur da. Bir başka durumda ise, örneğin faşist siyasal cinayetlerin ve polis saldırılarının ülkede büyük çalkantılara ve siyasal tartışmalara yol açtığı bir dönemde, siyasal teşhir ve ajitasyonun konusunu bu saldırılar oluşturacaktır. Başka türlü hareket edildiğinde, siyasal teşhir ve ajitasyon ile propaganda çalışmasının soyut ve yararsız hale getirilmesi engellenemez.

Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele tarihi ve kendini ‘proletarya partisi’ olarak ilan etmiş örgütlerin sınıf hareketiyle ilişkilerinin pratiği, bazı başka sonuçlarla birlikte, siyasal teşhir ve ajitasyonun ele alınış tarzındaki farklılıkların, sınıf ve emekçi hareketine ayak bağı olabileceği gibi; hareketin gelişmesine ve burjuvaziye karşı yeni mevzilerin kazanılmasına hizmet edebileceğini de göstermektedir. Siyasal teşhir ve ajitasyon, emekçi hareketini ilerletme kaygısıyla yürütüldüğünde, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin sınıf hareketi içindeki durumu ve örneğin sendikalardaki etkisi artmış, ileri işçiler sendika şube yönetimlerine gelmelerinin yanı sıra, parti olarak örgütlenmeye de daha fazla eğilim göstermeye başlamışlardır. ’89 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki iki-üç yıllık süre, bu bakımdan öğretici deneyler sunmaktadır. Bunun belirgin bir örneği olarak ’90 1 Mayısı’ndan söz edilebilinir. ’90 1 Mayısı’na ön-gelen süreçte işçi sınıfının devrimci partisinin yürüttüğü ajitasyon ve teşhir faaliyeti, bu faaliyetin sınıf ve emekçilerin somut ekonomik ve siyasal talepleri üzerinde yükselmesi, 1 Mayıs kutlamalarının ‘işçi usulü’nce gerçekleşmesi üzerinde ilerletici-devrimci bir etkide bulunmuş; parti bu süreçten güçlenerek ve yeni politik ilişkiler geliştirerek çıkmıştı. İşçi sınıfı kitlelerinin öz deneyimi, -politik mücadele yürüten bir örgüt bakımından (burada sınıf partisi)- örgütün politikalarının sınanması, yürütülen siyasal teşhir ve ajitasyonun yığınlar içinde etki bulması -karşılık görmesi- anlamına gelir. “Eğer parti” diyordu Stalin; “işçi sınıfının kitlesinin duyduklarını ve düşündüklerini kaydetmekle yetinirse; kendiliğinden hareketin kuyruğunda sürüklenirse; kendiliğinden hareketin günlük seyrinin ve politikaya karşı ilgisizliğin üstesinden gelemezse; eğer parti proletaryanın geçici çıkarlarının üstesine çıkmazsa; kitleleri, proletaryanın sınıf çıkarları bilinci düzeyine yükseltemezse; gerçek bir parti olamaz.”

b) işçilerin eğitimi, ileri işçilerin Marksist eğitimi ve devrimci propaganda

Burjuva politik-ideolojik etkinin kırılması, proletaryaya sosyalizm bilincinin verilmesi ve sosyalist görevlerin başarılması için, bilimsel sosyalizmin öğretilerinin propaganda yoluyla yaygınlaştırılması, mevcut sistemin özelliklerinin, çelişkilerinin ve çeşitli sınıfların bu temel üzerindeki ilişkilerinin işçilerce kavranması zorunludur.

Kapitalizm, toplumu başlıca iki modern sınıf -burjuvazi ve proletarya- halinde bölerek, gerçekte kendi yok oluşunun maddi temelini hazırlarken, burjuvazi, kapitalizmi yok oluşa sürükleyen çelişkinin işçi kitleleri tarafından “görülmemesi” için çaba gösterir.

İşçi sınıfı, kapitalizmin fabrikalara sürüklediği emekçileri, proleter bir orduya dönüştürerek, fabrika sisteminin disiplini içinde eğitip, kaçınılmaz biçimde mücadeleye iterek, burjuva sınıf egemenliğinin altını oyduğunu ve onun yıkımını hazırladığını ne denli tam kavrarsa; bu yıkımı bir devrimle gerçekleştirme görevinin kendi sırtında olduğunu da o denli iyi kavrayacak ve kendini salt günlük ekonomik ya da kısmi siyasi taleplerle sınırlamayacaktır.

İşçi kitleleri ya da hiç değilse işçilerin ileri kesimleri, kapitalist toplum içindeki konumlarını, nasıl sömürüldüklerini, sömürüden kurtulmanın yol ve yöntemlerini, bunun genel ifadesi olarak sınıf mücadelesinin ve hareketin bilimsel yasalarını kavramalıdırlar.

Proletarya partisi, ileri öğeleri başta olmak üzere, işçi kitlelerinin bunu anlamasına yardımcı olan ve sağlayan devrimci bir örgüttür. İşçi sınıfı, eskiyi yıkma zorunluluğunu ve yeniyi kurmaya yetenekli tek sınıf olduğunu ne kadar iyi kavrarsa, başarıya o denli yaklaşır. Kazanmaya dair kuşku ancak bu durumda ortadan kalkacaktır. İşçi ve emekçiler içinde yürütülen politik faaliyetin cılızlığı ve zayıflaması ise, partide güçten düşürme; atalete sürükleme ve moral bozukluğu gibi sonuçlar doğurmakla kalmaz, proletaryayı da önemli ve devrimci bir silahından yoksun bırakarak zayıf düşürür.

Kendiliğinden hareket koşullarında işçiler, kapitalistler olmadan çalışma ve yaşama olanağının bulunamayacağı yönünde, bizzat burjuvazi tarafından oluşturulmuş bir önyargıya sahiptirler. Bu önyargı ancak, işçilerin kendi konumlarının ve tarihi sınıf sorumluluklarının bilincine varmalarıyla kırılabilir. Grev, direniş, gösteri gibi eylemler içinde işçiler, birlikte hareket etmenin ve dayanışmanın gerekliliğini görür, önemini kavramaya başlarlar. Ayrıca işçilerle kapitalistlerin mücadele tarihi, işçi sınıfı içinde, burjuva iktidarına karşı etkili ve başarılı bir mücadele için örgüte -dahası bir partiye- ihtiyaç olduğu fikrinin uç verip gelişmesine de yol açmıştır. Ancak ne bu fikir oluşumu, ne de tek başına görmek, gözlemlemek ve hissetmek mücadelenin ve tarihin yasalarının bilimine ulaşmaya yetmez. Bu, henüz sömürüden ve burjuvazinin baskısından kurtulmanın ve siyasal iktidarın alınması için mücadelenin zorunlu olduğu bilincine denk düşmez.

İşçiler, işverenlere karşı mücadele içinde kapitalist otoriteye boyun eğmeyi reddediyor, taleplerini elde etmek için eylemini yükseltecek “uygun an” üzerinde düşünüyor, eylem birliği ve dayanışma gereksinimini hissediyor. İşçiler bütün bunları fabrika ve sendika hareketinin sınırları içinde öğrenebiliyorlar. Ancak bu mücadele sınırları içinde işçinin, bugünkü siyasal ve sosyal sistemin, kendi sınıf çıkarlarıyla bütünüyle uzlaşmaz olduğunu kavraması mümkün olamamaktadır. Bu eylemler içinde edinilen “bilinç”, ancak işverenlere karşı mücadele etme, bunun daha etkili olması için sendikalarda birleşme ve gene sendikalara dayanarak hükümetleri, örneğin 8 saatlik işgününün yasalaşması, lokavtın yasaklanması, grev hakkının genelleşmesi vb. yasaları çıkarmaya zorlama bilincidir.

Ama bu bilinç, işçilerin sınıfsal kurtuluşu için kapitalizmin tasfiyesinin zorunlu olduğu bilincinden farklı, kendiliğinden hareket sınırları içinde ona götürmesi olanaksız, geri ve ‘kendiliğinden’ bir bilinçtir. Kendiliğinden hareket içinde edinilen bu bilinç, ne sömürünün kaynağını ve nasıl gerçekleştiğini, ne sınıf farklılıklarının tarihsel bir süreçte ortaya çıktığı ve tarihsel bir süreçte yok olmasının kaçınılmaz olduğunu ve ne de kapitalist özel mülkiyet sisteminin ve onun ürünü olan ücretli emek sömürüsünün ortadan kaldırılması için siyasal bir devrimle işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi zorunluluğunu anlaşılır kılan bir bilinç değildir. Bu bilincin fabrika koşulları içinde ve kendiliğinden hareket tarafından ortaya çıkarılması ve örneğin işçi sınıfının bağımsız bir ideolojiyi bu koşullar içinde kendiliğinden oluşturması olanaklı değildir. Sosyalist bilinç, sınıf mücadelesinin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmadığı gibi, proletaryayı içinde bulunduğu durumun ve görevlerinin bilinciyle donatmayı görev edinmiş bir parti, kendini hiçbir biçimde ekonomik ajitasyon ve işçilerin fabrika koşullarında ve işverenlerle olan sorunlarıyla sınırlayamaz. Parti, yalnızca işçi sınıfının işgücünü daha uygun koşullarla satması için değil, ama aynı zamanda işgücü satışına yol açan toplumsal düzenin ortadan kaldırılması için mücadele eder. İşçilere sosyalizm bilincini ancak devrimci teoriyle ve sınıf mücadelesinin yasalarının bilimiyle donanmış bir parti (proletarya partisi) verebilir ve partinin propaganda çalışmasının ana amacı da işçi sınıfına bu bilinci vermektir. Bunun için parti üyelerinin ve partiyle birleşen ileri öğelerin ideolojik birliğinin pekiştirilmesi için yürütülen çalışma ile parti çevresindeki işçi kitlelerinin eğitimi ve aydınlatılması çalışması birbirlerini tamamlar biçimde yürütülmek zorundadır.

Bunun içindir ki, bir Marksist ile ekonomist bir sendika sekreterini birbirinden ayıran temel kıstaslardan biri de, genel olarak politikayla uğraşılıp uğraşılmaması değil; işçi sınıfının politik görevleri ve sınıfın iktidarını amaçlayan mücadele karşısındaki tutumlarıdır. Bir Marksist, işçi sınıfı kitlelerinin sosyalist eğitimi için her fırsat ve olanaktan yararlanır, işçilerin dikkatini günlük sorunlarla sınırlamaz ve acil, uzun erimli talep ve hedefler arasındaki bağın anlaşılması için çaba gösterir. Günlük pratik mücadelenin içinde yer alarak ve her durumda somut taleplerden hareket ederek, her bir talep, olay ve gelişmenin mevcut sistem ve çeşitli sınıflarla birlikte, burjuvazinin sınıf iktidarı (devlet) ile ilişkisini ortaya koyar ve işçi ve emekçiler içinde “neler yapılması gerektiği”ne dair kesintisiz bir aydınlatma çalışması yürüterek; mücadelenin daha ilerletilmesi için çaba gösterir.

Parti, proletaryanın kendiliğinden mücadelesine hizmet eden sıradan bir işçi örgütü değil, işçi hareketiyle geniş bağlara sahip ileri işçi kitlesinin devrimci örgütü ve iktidar mücadelesinin başlıca aracıdır. İşçi kitlelerinin deney ve tecrübelerinden gereken sonuçları çıkaramayan bir partinin, kitleleri siyasal öz deneyimleri temelinde eğitmesi, zor olmasının ötesinde olanaksızdır. Ne var ki, parti çalışmasını, günlük ekonomik harekete; işçilerle işverenler arasında ücret, işgünü ve sosyal haklar alanında süre giden mücadeleye katılmakla sınırlı tutanlar, partiyi de kendiliğinden hareketin eklentisi konumuna düşürürler. Parti, eğer ileri işçilerin politik örgütü olarak inşa edilmişse, günlük hareketin içinde yer alacak ve kısmi ve günlük taleplerin elde edilmesi mücadelesine katılacaktır. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Ancak parti çalışması, içerik, biçim ve talepler bakımından günlük hareketin sınırlarına çekilebilecek bir çalışma olarak ele alınamaz. Parti çalışmasının en önemli sorunu, günlük ilişkiler ve mücadele içinde işçilerin politik bilincini geliştirmektir. Politik teşhir ve ajitasyon faaliyeti, gerektiği gibi yürütülmediği ve partiyle ilişki içindeki işçi kitlelerinin Marksist eğitimi başarılamadığı zaman, partinin, günlük ekonomik olayların ardından sürüklenen bir sendikal örgüte dönüşmesi tehlikesi baş gösterir ve proletarya, sınıf mücadelesinde en önemli silahını en etkili biçimde kullanamaz.

Elbette bütün bu görevler, yalnızca genel geçer belirlemeler yaparak başarılamaz. Devrimci politika, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları üzerinden belirlenen ve yürütülen bir faaliyettir. Ve işçi ve emekçilerin somut ekonomik-politik talepleri; ücret, işgünü, politik özgürlükler vb. için yürütülen mücadelenin içinde yer almadan işçi hareketini politik mücadele yönünde geliştirmek olanaklı değildir.

Devrimci propaganda, işçilerin somut taleplerinden ve hareketin ihtiyaçlarından kopuk olamayacağı gibi; onun içeriğini daraltanlar ya da işçilere yalnızca belirli dönemlerde politik bilinç verilebileceğini düşünenler de, parti çalışmasını ve politik faaliyeti daraltmaktan ve onu ekonomizm sınırına çekmekten kurtulamazlar. Bu tür bir “sınırlama” işçi hareketini ve politik mücadeleyi yönetmeye yetenekli işçi devrimcilerin hareketin içinden çıkmasına da engel oluşturur.

Sosyalist işçinin diğer işçilerle bağlarının ve onlar üzerindeki etkisinin gelişmesi için, ileri işçi, fabrika işçilerinin en geniş desteğini almayı hedeflemelidir. Çünkü ancak bu durumda politik ajitasyonun etkisi artacak, işçilerin politik mücadelesi ilerleyecek ve parti taktiklerinin fabrika temeline dayanarak uygulanması olanaklı olacaktır. Ajitasyon ve siyasal teşhirin başarıyla yürütülmesi için, merkezileştirilmesinin yanı sıra; fabrika bildirileri vb. araçlarla zenginleştirilip-yaygınlaştırılması gerekir. Fabrika ve işyerlerindeki gelişmelerin ve fabrika çalışmasının sorunlarının parti basınında tartışılması, işçilerin parti yayınlarına ilgi duymalarına ve tartışmalara katılmalarına yardımcı olacaktır. Bu, aynı zamanda mevzi direnişlerin ve tek tek eylemlerin genel ve birleşik bir mücadeleye doğru genişlemesine ve işçilerin çeşitli deneylerinin, sınıfın ortak tecrübesi haline getirilmesine hizmet edecektir.

Proletarya ve emekçiler kitlesinin partiyi destekler duruma gelmesi için, kuşkusuz sadece propaganda ve ajitasyon yetmez. Değişimi sağlayan, ne yalnızca propaganda-ajitasyondur ne de siyasal irade. Sınıfın eylemini, toplumsal evrimi ve devrimin yükselişini belirleyen, son tahlilde ekonomik gelişmenin doğurduğu çelişmeler ve sınıfların birbirleriyle olan ilişkileridir. Değişim için işçi sınıfının bilinçli eylemi zorunludur, ama ne işçilerin eylemini belirleyen yalnızca bilgileridir ne de işçi sınıfının bilinçli etkinliği, onu kuşatan ulusal ve uluslararası koşullardan ve sınıf güç ve ilişkilerinden bağımsızdır. Bu da, işçi sınıfının, toplumsal konumu ve bunun doğurduğu sorunlarla, sınıf olarak sorumluluklarını kavramasını gerektirmektedir. İşçilerin pratik tecrübelerinin, sınıfın bilinçli ortak tecrübesi haline gelmesi için gerekli olan kapsamlı bilgi de, ancak işçiler, bu tecrübeyi Marksist-Leninist teori ışığında irdelemeyi öğrenirlerse sağlanabilir.

Partinin görevi de, yukarıdan beri belirtildiği gibi, sosyalizm bilgisini işçi kitleleri içinde yaymak ve işçinin Marksist-Leninist teoriyle donanması için çaba göstermektir.

 

PARTİ TAKTİKLERİNİN VE KARARLARININ BAŞARISI, KOŞULLARDAKİ VE HAREKETTEKİ DEĞİŞMELERİN DOĞRU DEĞERLENDİRİLMESİNE BAĞLIDIR

Kendi içinde dönemsel farklılıklar göstermekle birlikte, son yılların en belirgin özelliği, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesidir. Ağır ekonomik program uygulayan hükümete karşı işçi-emekçi öfkesinin büyüdüğü ve düzen partilerinin ‘program farkı’nın ortadan kalktığı, tümünün “mutabakat” halinde IMF ve işbirlikçi büyük burjuvazinin belirlediği program etrafında “birleştiği” bir dönem olmasına karşın, bu dönem aynı zamanda düzen partileri arasındaki çatışmaların ve devlet kurumlarındaki yıpranmışlığın dışa vurduğu bir süreç olarak yaşandı. Emekçi kitlelerin güvensizliği ve burjuva partilerinden kopuşu devam etti. Sermaye ve diktatörlüğün ağır saldırılarına ve sendika üst yönetiminin işbirlikçi çizgisine karşın, işçi ve emekçilerin mücadelesi; duraklama, gerileme ve yükselme biçiminde de olsa devam etti ve onların ileri kitlesi içinde politik mücadele eğilimi gelişmeye başladı.

Parti, sınıfın politik örgütü olarak, sınıf mücadelesinde ve emekçi hareketinde dönemsel değişiklikleri zamanında tespit ederek, buna uygun taktikler izlemede başarılı değilse, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesinde işçi sınıfı ve emekçilere yardımcı olamaz ve aynı nedenle emekçilerin ileri kesimlerinin politik örgütlenmesini başarıyla gerçekleştiremez, ilerletemez. Parti, yığınlar içindeki çalışmasını, ülkenin siyasal koşullarını ve sınıfların ilişkilerini göz önünde tutarak yürütür ve yığın hareketinin ortaya çıkardığı mücadele biçimlerinin geliştirilip-genelleştirilmesinde işçi sınıfı ve emekçilere yardımcı olur. Çünkü mücadele ve örgüt biçimleriyle, emekçi hareketindeki kabarma ve alçalmalar arasında kopmaz bir ilişki vardır. Parti taktikleri ve sloganlarının hareketin ilerletilmesine hizmet etmesi ve örgüt biçimlerinin hareketin ihtiyaçlarına uygun düşmesi için, koşullardaki değişmelerin ve hareketteki gelişmelerin doğru bir şekilde değerlendirilmesi kesin bir zorunluluk oluşturur, insanları harekete geçiren isteklere önem vermeyen ve durgunluk, gelişme ve yükselme durumlarını gözetmeyen bir parti çalışmasının başarıya ulaşması olanaklı değildir. Halkın düşüncelerine, duygu ve taleplerine değer vermek, devrimci politikayı işçilere ve halk kitlelerine dayanarak ve onların desteğini alarak uygulamaya çalışmak; bunu, yığınların geri tutum ve değer yargılarına bağlanarak değil ama hareketin ilerletilmesi amacıyla onları aydınlatıp-eğitmeyi görev bilerek sağlamak; başarmanın anahtarı buradadır.

Diğer yandan, siyasal taktiklerin başarısı, eğer bu taktikler işçi ve emekçi hareketindeki kabarma ve alçalma durumları dikkate alınarak belirlenmişlerse ve parti tarafından kararlılıkla uygulanıyorlarsa gerçekleşebilir. Partinin şiar, slogan ve taktikleri, işçi ve emekçilerin somut talep ve ihtiyaçlarına uygun düşüyor ve parti, bu slogan ve taktikleri en geniş kitlelerin desteğini sağlayacak örgüt biçimlerini geliştirerek uygulamaya çalışıyorsa, kitleler tarafından benimsenir ve hareketin ilerlemesine katkı sağlarlar.

Siyasal koşulların, işçi sınıfı ve burjuvazi; emekçi halk kitleleri ve egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin durumuna bağlı olarak değişmesi ve hareketteki alçalma ve kabarmalar, parti taktikleri üzerinde dolaysız biçimde etkide bulunur. Marksist hareketin gücü ve maddi dayanakları ekonomik hareketin içinde; kapitalist üretim ilişkileri ve özel mülkiyet sisteminin yarattığı proletarya hareketindedir ve hareketin gel-gitleri, başka şeylerle birlikte taktik mücadele platformunu ve taktik sloganların belirlenmesini etkiler. Kuşkusuz, ne işçi hareketi yalnızca ekonomik alanla sınırlı bir harekettir, ne de yükselme, gerileme ya da durgunluk durumları, hareketin hangi talepler etrafında geliştiğinden bağımsız olarak salt nicelik veriler üzerinden tespit edilebilir, işçi hareketi, herhangi bir işkolu ya da birkaç işkolundaki işçilerin ücret ve toplusözleşme sorunları etrafında ya da örneğin iş yasalarında iyileştirme, politik saldırıların protestosu vb. taleplerle grev ve gösteriler biçiminde geliştiğinde, bunu, yalnızca eyleme katılan işçi sayısıyla değil; ileri sürülen taleplerin içeriğiyle de değerlendirmek gerekir. Eylemin ekonomik taleplerle başlayıp politik taleplere doğru bir gelişme mi gösterdiği; yoksa politik bir sorun nedeniyle ortaya çıktığı halde eylem sürecinde ekonomik taleplere doğru bir eğilim mi gösterdiği göz önünde tutulmadığında doğru belirlemeler yapılamaz.

Parti taktiklerimizin başarısı, kuşkusuz öncelikle bu taktiklerin nesnel koşullar ve sınıf ilişkileri gözetilerek tespit edilmesine bağlıdır. Diğer yandan taktikler ne kadar doğru belirlenmiş olursa olsun, uygulamadaki başarı; eldeki araçların verimli ve doğru kullanılmasına, parti kadrolarının tutumuna ve parti güçlerinin irade birliğiyle kararları uygulama kararlılığına bağlıdır. İşçi-emekçi hareketiyle bağların sağlamlaştırılması ve hareketin gelişmesine yardım, hemen her zaman, yalnızca yetenekli, yaratıcı, azim ve kararlılıkla çalışan parti üye ve kadroları tarafından gerçekleştirilebilir.

 

KARARLARI İNSANLAR, PARTİ KARARLARINI PARTİ KADROLARI VE ÜYELERİ UYGULAR; PARTİ KADROLARININ TUTUMU; BAŞARI YA DA BAŞARISIZLIK ÜZERİNDE DOĞRUDAN ETKİLİ OLUR

Eğer taktikler doğru belirlenmiş ve işçi-emekçi hareketi yeni olanakları ortaya çıkaracak yönde gelişiyorsa, başarıyı eldeki araçların doğru ve verimli kullanılması; kadroların parti görevleri karşısındaki tutumu, sorumluluk ve duyarlılığı belirleyecektir.

Parti, çalışmasını; bu koşullan ve gelişmeleri göz önünde tutarak sürdürmek zorundadır ve çalışmanın başarısı aynı zamanda parti taktiklerinin kararlılıkla uygulanmasına bağlıdır. Parti kararlarının, parti merkezi otoritesini aşındıracak biçimde esnetilmesi, salt işlerin bir orkestra uyumuyla yürütülmesini engelleyip, disiplini bozmaz; aynı zamanda parti taktiğinin başarıyla uygulanmasına da engeller çıkarır.

Siyasal eylem ve pratik mücadele insanın ve işçinin eğitiminin gerçek okuludur. Herhangi bir eylemin ve siyasal taktiğin başarısı, kuşkusuz yalnızca bir planlama ve güçlerin buna uygun dağılımı sorunu ya da önceden çizilmiş “mükemmel bir proje”nin uygulanması sorunu değildir. Mevcut durum ve ilişkiler dikkate alınarak hazırlanan bir plan, uygulama başladığında bozulabilir, kısmi ya da daha kapsamlı değişiklikler zorunlu hale gelebilir, güçler ilişkisinde ve koşullardaki değişiklikler başarı ya da başarısızlık üzerinde etkilerde bulunur. İleri işçiler kitlesi ve parti, koşullardaki değişikliklere cevap verecek yeni taktikleri belirleme ve uygulamaya ne denli hazır ise, yeni duruma ve değişikliklere uygun adımları o denli çabuk atabilir.

Sınıf mücadelesi pratiği, toplumsal sorunların çözümü için, herhangi bir konuda karar alma ve açıklamanın yetmediğini gösteriyor. Kararların alınması kadar önemli olan diğer şey, bu kararları uygulama gücü göstermektir. Parti üyeleri, ileri kadrolar ve ileri işçiler, kararların başarıyla uygulanması için görüş birliği içinde hareket etmelidirler. Kararların alınması, örgüte mal edilmesi, gerekli çalışmanın yürütülmesi ve harekete daha ileri düzeyde müdahale edilebilmesi için de koşulların ve gelişmelerin doğru bir tahlili zorunludur.

Kitle hareketinin olanaklarını doğru değerlendiremeyen bir parti ve partinin kadroları ise, emekçilerle birleşmede başarısızlığa; faaliyetin sınırlarının daralmasına, atalete ve enerji kaybına yol açarlar ve bu, önceki birikimin heba edilmesine de neden olur.

Parti, yığınlar içindeki çalışmasının niteliğiyle sınıfın ve emekçilerin güvenini kazanır ya da kaybeder. Kendi içine kapanan ve emekçilerin gündeminin dışına düşen bir partide canlılık kaybolur ve parti kendini ve çalışmasını yenilemede zorlanır, yeni ve genç kuşağı parti çalışmasına katamaz; durgunluğa ve bunalımlara sürüklenir.

Parti çalışmasıyla yüz yüze gelmiş işçilerin ve gençlerin, faaliyetin herhangi bir yönüyle ilgili çalışma içine alınmaları ve politik örgüt disipliniyle eğitilmeleri, partinin, mücadelenin öne çıkardığı ileri unsurlara dayanarak yeniden inşasını olanaklı kılarken; işi “oluruna” bırakan ertelemeci tutum, umut kırılmalarına ve partinin ilişki kurduğu işçi-emekçi, kadın ve gençlik gruplarının, -en azından bir kesiminin- “umduklarını bulamama” duygusuyla partiden uzaklaşmalarına yol açar. Çalışmada verimliliği düşürerek canlılığı öldüren ve ortaya çıkan yeni olanakları işlemez kılan bu tutum, ezilmediği sürece, partinin yeni işçi kesimleriyle kalıcı ilişkiler geliştirmesi zorlaşır. Oysa “en acemi” örgütçü bile, kolektif birikim ve tecrübeden öğrenmesini bilirse; ilişki kurulan yeni ve genç işçileri fabrika ve ülke sorunlarının ele alındığı tartışmalara katmakla yetinmeyerek; onları pratik çalışmanın sorunları üzerinde düşünme; işyeri birim örgütüne katılma, fabrika sorunlarını ele alan bildirilerin yazılması ve dağıtılmasına yardımcı olma, diğer işçilerle ilişki kurarak devrimci işçi çevrelerinin genişlemesi için çaba gösterme vb. yollarla fabrika faaliyetine katabilir. Pratik, bu yönde kararlı davranıldığı ve çalışmanın emekçilerin somut talepleri üzerinden yürütüldüğü durumlarda, işçilerin katılımının arttığını ve en ileri unsurlarının, bulundukları, alanda ve işyerlerinde görev almaktan kaçınmadıklarını göstermektedir.

İşçi ve emekçiler içinde yürütülen parti çalışmasını, ileri işçi ve emekçiyi, bulunduğu alan, fabrika ve sendikanın dışına düşüren, hareketten kopararak “örgütün günlük işleri” içine çeken bir çalışma olarak ele almak, partinin kitlelerle ilişkilerini sınırlamak ve hareketin ortaya çıkardığı yeni güçlerin politik örgütlenmesine sınır çekmek anlamına gelir. Oysa parti örgütü, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerini ve en kararlı unsurlarını, yığınların ana kitlesinden ayırmanın aracı değil; aksine, emekçilerin en geniş kesimleriyle bağ kurma ve onları devrim için eğitip seferber etmenin aracıdır. Parti işçilere “gitmedikçe”, parti çalışması, işçi-emekçi kitleleri kucaklayarak genişlemedikçe, dar çevre çalışmasıyla yetinildikçe, yeni güçlerin partiye ve parti çalışmasına katılması da olanaksızlasın “Hazır kitle”yle yetinen ve kolaycılığı kışkırtan bu tür “örgüt çalışması”; kitleler içinde ilişkilerin geliştirilmesini ve propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyetini de kısırlaştırır ve engeller.

Diğer yandan kitle çalışması ve parti örgütlenmesinin sorunları, ancak Marksist teori ve diyalektik materyalizmin yasalarının bilgisiyle donanmış, siyasal-teorik düzeyi yüksek bir partide gerçekten doğru biçimde çözüme kavuşturulur, işçi ve emekçilerle gençliğin ileri kesimlerini hareketin yasaları ve sosyalizm hakkında bilgilendirmeyi öngörmeyen bir çalışma, parti çalışması olamaz. Partinin görevi, olay ve gelişmelerin doğru-devrimci bir yorumunu yaparak, işçilerin, kapitalistlere ve burjuva devletine karşı mücadelelerinde başarıya ulaşmaları için zorunlu olan çalışmayı yürütmek ve böylece emekçilerin bizzat kendi siyasal deneyleriyle eğitilmelerini sağlamaktır. Hareketin ihtiyaçları ve koşullardan soyutlanmış “doğrular-yanlışlar”, tespiti ve tartışmaları ise, sınıfa ve emekçilere yönelik çalışmaya engeller çıkaran bir etkene dönüşür ve partinin tüm gücüyle kitleler içinde günlük politikaya katılma çabasını daraltır, darbeler ve zayıf düşürür.

Propaganda-ajitasyon ve örgütlenme çalışmasında güçlerin verimli kullanılması, yenilenme, sağlamlık ve süreklilik için gençlik kitlelerinin kazanılması özel bir önem taşır. İşçi sınıfının devrimci örgütü, sınıfın ve emekçilerin genç kesimlerinin desteğini kazanmadan geleceği ve çalışmanın sürekliliğini güvenceye alamaz. Partinin, gençliğin enerjisi ve gücüyle beslenmesi için, işçi gençler, sınıfın genç kesimi içindeki çalışmanın sorumluluğunu üstlenmeli ve bu görevi layıkıyla yerine getirecek tecrübe ve bilgiyle donanmalıdırlar. Bu ise, ancak partinin ve parti gençliğinin geniş gençlik yığınları içinde, gençliğin uyanan kesimlerini kucaklayan enerjik ve verimli bir çalışmayı gerçekleştirmesi ve bunda ısrarlı davranmasıyla sağlanabilir.

Gençlik, özellikle işçi gençliğe yönelik baskı ve sömürünün ağırlığı, işten atma, düşük ücret, sendika yasağı vb. nedenlerle hemen her zaman örgütlenme ve mücadele isteği gösteren kesimlerin başında gelir. Genç işgücü sömürüsüne duyulan ihtiyaç, geniş işçi gençlik kesimlerinin önemli sanayi merkezlerinde yığılması ve fabrika, atölye, sanayi siteleri gibi yerlerde bir araya gelmeleri, işçi gençlik içindeki parti çalışmasına önemli olanaklar sağlar. Parti, işçi gençlik başta olmak üzere gençlik kitlelerinin enerjisini, fedakârlık ve atılganlığını çalışmanın dinamiği haline getirmeden, her koşulda gerekli olan yeniden inşayı gerçekleştiremez ve canlılığı sağlayamaz. (Genç işçiler; Antep (İnaldı, Ankara Siteler ve Ostim, İstanbul Merter ve Bursa gibi yerlerde işverenlere karşı kitlesel tepkiler gösterirken, partimizin politikalarına da daha fazla ilgiyle yaklaştılar. Dahası, genç işçiler, kendi sorunlarıyla ilgilenenin gerçekte yalnızca partimiz olduğunu gördüler ve onların uyanış içindeki ileri kesimleri parti etrafında toplandı. Ancak, bu ilgiye gereken cevabın verildiğini, yakın ve sıcak ilişkiyle bu ilginin gereken ölçüde örgütsel sonucuna ulaştırıldığını söylemek mümkün değildir. Ama buradan yalnızca bir sonuç çıkar; genç işçiler içindeki parti çalışması çok daha enerjik ve kararlı biçimde sürdürülmelidir).

Parti, sınıf mücadelesinin deneylerinden öğrenmiyor, sonuçlar çıkarmıyor ve sınıf ilişkilerindeki değişmeleri dikkate alarak, güçlerini buna hazırlamıyorsa; gelişmeler yeni bir adımın atılmasını ve politikayla örgüt biçimlerinde değişiklikleri zorunlu kıldığında, gereken esnekliği gösteremez ve örneğin saldırıları püskürtecek yeni biçimleri anında geliştiremez. Siyasal taktiklerde ve örgüt biçimlerinde gerekli değişiklikleri zamanında yapmak, açıktır ki ancak ideolojik-politik sağlamlık varsa; kararların içeriği kavratılmış ve parti temel örgütleri bunları uygulama kararlılığı gösteriyorsa; mümkündür.

 

İLERİ İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN FABRİKA, İŞYERİ, SENDİKA VE KURUMLARDA, PARTİ ÖRGÜTLERİ OLARAK ÖRGÜTLENMESİNE HİZMET ETMEYEN BİR ÇALIŞMA PARTİ ÇALIŞMASI SAYILAMAZ

İşçi kitlelerini ve diğer emekçileri, sermaye ve gericiliğe karşı siyasal mücadelede yöneten bir partinin inşası, ancak parti çalışmasının her yönünde proletarya ve emekçilerin somut talepleri ve işçi sınıfının nihai hedeflerini gözeten bir çalışma olarak örgütlenmesiyle mümkündür.

Parti çalışmasının başarısı için, başta büyük fabrikalar olmak üzere, bütün fabrika, sendika ve işyerlerinde en etkin işçilerden oluşturulmuş parti organları kurmak zorunludur. Parti çalışmasının daha verimli ve proletaryanın ileri kitlelerini kucaklamış olarak yürüyebilmesi için, güçleri dağıtmamak, büyük fabrika ve işyerlerini esas almak, ancak küçük ve orta büyüklükteki üretim alanları ve birimleriyle varolan ilişkileri de sürdürmek gerekir. İşçi hareketinin öne çıkardığı bütün gerçek işçi önderlerini kapsayan parti örgütleri kurmadan, yerel. hareketi bütün yönleriyle yönetme yeteneği gösteren ve güçlerin hareket içinde dikkatli, bir denetimi ve eğitimi ile, iyi propagandist, yetenekli ajitatör ve örgütçülerin yetiştirilmesini olanaklı kılan bir çalışma gerçekleştirilemez.

Politik mücadelede daha ileri mevzilerin tutulması, ancak olanakların ve önceki kazanımların başarıyla değerlendirilmesiyle mümkündür. Nerede yığınlarla ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olabilecek bir bağ varsa, hangi tür ilişki daha kalıcı kazanımların elde edilmesine yardımcı oluyorsa, onu özenle belirlemek; güçlerin mevzilendirilmesini, çalışmanın sürekliliği ve istikrarını gözeterek gerçekleştirmek; parti çalışmasının en önemli ve temel araçlarından biri olan parti basınına gereken önemi, dikkat ve özeni göstererek, yığınların eğitimi, aydınlatılması ve örgütlenmesinin aracı olarak kullanmak zorunludur.

Parti, açık-gizli örgütleriyle ve parti çalışması ekonomik, siyasal-ideolojik ve örgütsel yanlarıyla bir bütünlük oluşturur. Örgüt biçimleri ve çalışmanın farklı yanları birbirinin alternatifleri olarak değil, aksine, birbirine alan ve olanak sağlayan, birbirini güçlendiren yanlar olarak ele alındığında parti çalışması güç kazanır ve yeni güçlerin partiyle bağ kurmalarının engelleri aşılmış olur.

Partinin işçilerin en iyi öğelerini, onların deneyimini, fedakârlık ruhlarını, iktidar için fedakârca dövüşme azimlerini emmesi, kendinde birleştirmesi gerekir. Parti çalışmasında devrimci dönüşüm, ancak parti kadroları ve parti gençliğinin yaşamı ve insan ilişkilerini-sınıf ilişki ve çelişkilerini bütün canlılığı ve çeşitliliğiyle kavrayarak ve yaratıcı bir inisiyatifle, gelişme ve değişmelerin irdelenmiş sonuçları üzerinden ısrarlı bir çalışma sürdürdükleri oranda gerçekleşebilir.

İşçilerin devrimci partisi, proletaryayı devrime hazırlayan ve devrimci mücadele ruhuyla eğiten bir partidir. Parti, işçi sınıfının en ileri öğeleri aracılığıyla tüm proletaryayı kucaklamak için devrimci teoriyle; hareketin ve devrimin yasalarının bilgisiyle donanmalıdır. Partinin, işçi sınıfının en ileri, en fedakâr ve cesur öğelerinin örgütü olarak inşası, hiçbir biçimde, diğer kesimlerden işçi davasına sadakatle bağlanan unsurların dışlanması, küçümsenmesi ve önemsenmemesi anlamına gelmez. Aksine, işçi sınıfının ve partinin, özellikle henüz işçilerin kendi sınıflarının aydınını yetiştirme olanaklarına sahip bulunmadıkları kapitalizm koşullarında, proletaryanın çıkarlarına bağlanmış devrimci aydınlara önemli görevler düşer. Ülke koşullarının ve işçi hareketinin irdelenmesi ve işçilerin devrimci teori ile eğitimi gibi görevlerin yerine getirilmesinde bu aydınlar önemli bir rol üstlenirler.

Parti bütün organları ve çalışmasının niteliği ile işçi sınıfına bağlı ve kitleler içinde manevi ve siyasal saygınlık kazanmış ise, onun doğruları gördüğü-gösterdiği ve emekçi taleplerinin gerçek savunuculuğunu yaptığı görülüyorsa; yığınların bilincini ileri kesimlerin düzeyine yükseltme çalışması ürünlerini verecek ve parti, sınıfın gerçek politik örgütü olarak emekçi kitleler tarafından benimsenecektir.

Özetle şunu söyleyebiliriz; parti çalışmasının başarısı ve etkisi, tüm kesimlerinin belirlenmiş ve kararlaştırılmış politikaya ve siyasal taktiklere uygun hareket etmesine; “aynı sesi vermesine” bağlıdır. Siyasal çizgiyi uygulayanlar; kadrolar ve parti üyeleridir. Parti çizgisini ve parti kararlarını doğru olarak kavrayan ve kararlıca uygulayan kadrolar olmadıkça, siyasal çizginin işçi kitlelerine mal edilmesi ve onların parti etrafında birleştirilmesi mümkün değildir.

Partimiz eğer gerçekten devrimci sınıfın tüm en iyi temsilcilerini yanına çekmiş ve saflarına kazanmışsa; çetin mücadeleler içinde pişerek yetişmiş ve işçilerin davasına yürekten bağlı devrimcilerden oluşuyorsa, eğer politikası ve eylemiyle işçi kitlelerine ve emekçilere güven veriyorsa, burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadelenin önünde yürüyebilir ve mücadelenin zaferle sonuçlanması için üzerine düşeni yapabilir.

Bizim tüm görevimiz ise, tam da bu nitelikte bir parti inşasını gerçekleştirmektir.

 

Haziran 1997

Devrimci çalışma ve sorunları üzerine

Burjuva ya da küçük burjuva bir devrimci, burjuva ve küçük burjuvalar arasında mevzileneceği gibi; anlayış, slogan ve üslubunu, bu sınıfların yaşamları, çıkarları ve duygularına dayandırır. Aynı şekilde, “solcu” bir üst tabaka politikacısının, parlamenter kurumlara göre mevzilenmesi; sloganlarını, aldatıcı bir “halkçılık’la boyamasının yanı sıra, acil istekler sınırında kalması ve düzen sınırlarına kapanması mantıklı ve doğal görünür. Zira o, düzenin sınırları içinde elde edilebilir “dönüşüm”leri, hareketin ilerlemesinin dayanağı, aracı olarak ele almaz; bunlar onun nihai amacına denk gelir.

“Solcu” sınıf dışı akım ve kişilerin, “aydınlanmış” küçük burjuva tabakalar arasında mevzilenmeye eğilim göstermelerinin; alt tabakaların özlem ve duygularını bir kenara itmelerinin, sloganlarını ve ajitasyonlarını kendi “devrimci” jargonları üzerinden oluşturma ve yürütmelerinin anlaşılamaz, kabul edilemez bir yönü yoktur. Tıpkı, “sol” hareketin sağ ve “sol” kanatlarının bugünkü mevzilenme, çalışma ve eylemlerinin anlaşılır olduğu gibi.

Sınıf dışı “sol” akımlar, reformist “sol” grup ve kişiler için anlaşılır ve kabul edilebilir olan bu ve benzer eğilim ve özellikler, emek hareketi ve gerçek devrimciler olan bizler için kuşkusuz anlaşılamaz zayıflıklar olurdu.

Çünkü partimiz, emeğin partisidir; onun amacı, işçinin uyanışı, harekete geçmesi, örgütlenmesi ve kaderini eline almasında dile gelir. Dayandığı kadro ve güçler, politik çalışma ile örgütsel çalışmayı kitlelerin girişkenliği temelinde birleştirmeyi öngörürler; öncesinden oluşmuş ilişkiler içine kapanıp kalmazlar, işçiler arasında yaşamaktan; onlarla bağ içinde olmaktan, yenileriyle ilişkiye geçmekten zevk duyarlar; sorumluluk duyguları, iş disiplinleri ve özverili çalışmalarıyla onların güvenine layıktırlar. Sınıfa, kendilerine ve yoldaşlarına duydukları güven; enerjik çalışma, bilinçli cesarete dayanan girişkenlik, moral sağlamlık; istikrarlı gelişme, dayanıklı, ağırbaşlı ve güvenilir kişilik vb. onların başlıca kişilik özellikleridir.

Sınıfın bilinçli örgütlü güçlerinin, bu özelliklere neden sahip olmaları gerektiği biliniyor; ilerideki bölümlerde bu nedenlere bazı yönleriyle değineceğiz de. Burada şu kadarını belirtelim ki, devrimci işçi partisi, öteki “işçi” iddialı partilerden sadece çizgisi ile değil, kadroları ve güçlerinin yaşamı, eylemi ve kişilik özellikleriyle de ayrılır. Onun çizgisinin gelişmesi, emekçi kitleleri kucak-, laması; örgütünün, gerçek ve aynı zamanda devrimci bir işçi örgütüne dönüşmesinin temel koşulu ve güvencesi burada yatar.

Dayandığı güçlerin ve kadrolarının özellikleri ve çalışma tarzı sorunları cephesinden bakıldığında hareketimizin durumu nedir? Gerçek şu ki, devrimci işçi örgütleri ve örgütçüleri olarak, gelişen olumlu yönlerimize karşın, fazla bir mesafe kat ettiğimizi hiçbir şekilde söyleyemeyiz. Oysa bu sorunların sorun olmaktan çıkmasında, nispi de olsa adım atılmadan; enerjik bir çalışma yapabilmemiz ve çizgimizi kitlelere mâl etmemiz düşünülemez.

Bunun neden düşünülemeyeceği, kadro ve güçlerimizin neden sınıf dışı “solcu”dan farklı olması gerektiği bir irdeleme gerektirmeyecek derecede açıktır. Gerek geleneksel bürokrat “devrimci tipi”, gerekse liberal piyasa “solculuğu” tarzı, uyanan sade emekçideki insani hasletlerin, nüve halindeki sınıfsal değerlerin, deneyime dayanan sezgi ve güdülerin inkârı üzerinde şekillenmiş; anlayış, değer ve normlarını bu inkâr üzerinden oluşturmuştur.

Bu gerçeğin anlamı, geleneksel anlayış ve “değerler”e bağlanarak “sosyalist” ve “devrimci” olan kişinin, emekçi olmaktan çıkması ve onun “üstünde” “başka bir şey” olmasında yatar. (Burada ileri sürülenler, bu akım ve kişilerin emekçilerle ilişkilere girmedikleri anlamına gelmemektedir. Tersine, bunu isterler; buna karşılık bu istekleri, onları kendi özel örgüt çıkarları ve etkilenmiş emekçileri kendi sınıfının çıkarlarından koparan rolleri vb. tarafından sınırlanır. İstismar etmektedirler; işçilerle ve hatta örgüt mensuplarıyla ilişkileri, kendi örgütsel özel çıkarlarına; işçinin bunlarla ilişkisi yanılsamaya dayanır. Sermaye partilerinin işçiyle “sol”dan ilişkisi!) Kaldı ki, son on beş yıl, bu anlayış ve “değerler”i büsbütün çürütmüş; şekillendirdiği “sosyalist militan”ı, topluma ve halka yabancı, toplum ve halk karşısında sorumsuz; emeği, emekçiyi anlama, onun tarafından anlaşılmada yeteneksiz; iş yerine laf yapan ya da yaptığı işle halkın çıkarları arasındaki bağı koparan; işi, bir diğeri karşısında “ayrıcalık” vesilesi haline getiren “kişi “ye dönüştürmüştür.

Kişinin, emeğin ve halkın kurtuluşu mevzisinde bulunan bir devrimci olarak değil, emeği ve halkı kendi özel “amacı”nın (örgütünün) yedeği ve dayanağı olarak algılayan, “halk adına” her şeyi yapma “hakkını” kendinde gören parlamenter veya despotik karakterli “solcu” olarak şekillenmesi. Sınıf dışı “sosyalist” sağ ve sol akımların, önceki kuşaklardan gelen devrimci ve uyanan işçi ve genci yeniden “eğittiği” “sosyalist okul”un işlevi budur.

Konuya, sınıf dışı “sosyalist” akımların mevzilenme eğilim ve yönelimleriyle başlamamızın; bugün piyasada revaçta olan “solcu tip” ile proleter devrimci tipin karşıt özelliklerini karşı karşıya koyarak devam etmemizin nedeni, okur açısından sanırız anlaşılır durumda. Yılları alan örgüt deneyimimizi kenara atsak bile, aslında bunda anlaşılmayacak hiçbir yan yok.

Dolayısıyla da asla, örgütlerimizin, güçlerimizin ve işçilerin, bu “solcu özellikleri”yle ve bu “yetişme tarzı” ile ne ilgisi var diyemeyiz. Biliyoruz ki, işçi sınıfı ile öteki sınıflar arasında “Çin Şeddi” yoktur ve sınıfın safları, ona mahkûm olmaması, tasfiye etme olanağının ellerinde bulunması bir yana (nasıl tasfiye edebilecekleri ayrı bir sorun), bu etkiye her zaman açıktır. Kaldı ki, sınıf dışı çalışma ve halka yabancı tarzın; bu çalışma ve bu tarzın yarattığı “devrimci tipi” özelliklerinin, örgütlerimizi, devrime yönelen işçileri, genç devrimcileri ve yaşam ve çalışmalarını ezdiği güncel bir olgudur.

İşçi sınıfı saflarındaki sınıf dışı “sosyalist” ideolojik ve örgütsel (çalışma tarzı, militan tipi özellikleri) etki, burjuva ideolojisinin işçiler arasındaki dışavurumunun en tahrip edici, en tehlikeli biçimidir. Ve kendini, her zaman öncelikle, sınıfın en ileri öğeleri, öncü örgütleri ve bunların çalışmasında dışa vurur. Nitekim çalışmamızda yaşanan tahribat ve örgütümüzde görülen atalet bu dışavurumun ifadesinden başka bir şey değildir.

Hareketimiz, bu etkinin hep farkında oldu, ona karşı mücadeleyi çok cepheli bir şekilde hep sürdürdü. Nitekim bu mücadele, uluslararası ölçekteki ve ülke ölçeğindeki uzun süreli yozlaştırma kampanyasına karşın, bu etkinin örgütümüzde ve işçiler arasında ideolojik bir eğilim olarak örgütlenmesinin yolunun kesilmesindeki en temel barikatlardan biri oldu. Böyle olduğu halde, geleneksel sınıf dışı “sosyalizm”in ve piyasa “solculuğu”nun örgütsel etkisinin saflarımızdan sökülüp atıldığını söylememiz olanaksız. Aksini söylememiz; yani örneğin, yıllardır verilen mücadeleye karşın, saflarımızda ve çalışmamızdaki pratik oportünizm biçimindeki “sosyalist” örgütsel etkinin daha da arttığını açıkça kabul etmemiz gerekmektedir.

Hepimizin önünde cereyan eden olaylar ortada: Sınıflar arası mücadeleyi ve politikayı ele alıştaki geleneksel halka yabancı kavrayış tarzı ve “sol” piyasanın örgütlenme ile ilgili “norm”ları, mevzilenmemizi ve eylemimizi yarımlaştırmaya, her birimizin sorumluluk duygusunu, iş disiplinini ve politik girişkenliğini yıkıma uğratmaya devam ediyor. Pratik örgütsel oportünist etki, her günkü mücadelenin örgütlenmesi ile ilgili çalışmamızı yarımlaştırırken; örgütlerimizle, işçiler ve gençlerle ilişkilerimizi; genç kuşakların temsilcilerinin, hareketin örgütleyici ve yöneticileri olarak yetişmeleri için yardımımızı sistematik olarak baltalıyor. Buradan gelen baltalama ve tahribat, örgütümüzün şu andaki en önemli sorunu durumunda.

Geleneksel sınıf dışı “sosyalizm”in bürokratik, kendiliğindenci çalışma ve örgüt biçimleri anlayış ve alışkanlıklarına meyil gösterme; liberal piyasa “sosyalizminin çürümüş “değer” ve “normları” ile bozulan yaşam ilişkileriyle yarımlaşmış bir mevzide kalma; çalışmamızın olumlu yönlerinin, işçi yaşamı ve eyleminin teşvik ettiği ilişkilerle şekillenen kişilik özellikleriyle yenilenme yerine, sınıf dışı “sosyalizm”in bu iki kanadının karakterize ettiği “tip”in özelliklerini temsil eden cereyana boyun eğme vb… Hareketimiz ısrarla, “en önemli düşmanımız, kendi zayıflıklarımız” ve “en önemli görevimiz pratik örgütsel oportünizme karşı mücadeledir” sloganlarını atarken, saflarımızdaki işte bu eğilim ve olgulara işaret ediyordu. Bu eğilimlerin; güçlerimizin çelişkili şekillenişinin, örgütümüzün ve yürüttüğü çalışmanın en önemli zaafı olmaya bugün de devam ettiği açıktır ve bilinemez değildir.

Konuya, sınıf dışı “sol” akımların amaçları ve yarattıkları “militan tip”lerin özellikleriyle başlamamızın nedeni belli ki burada yatıyor. Verdiğimiz mücadeleye karşın, bu sorun bugün hâlâ önemli ve hayati bir sorunsa, bunun nedeni ne olabilir, bunları ele alarak devam edelim.

 

ÇALIŞMADAKİ ZAYIFLIĞIN ANLAMI VE NEDENLERİ

Partimizde, işçi sınıfına dayanma ve işçileri örgütleme isteği, bir istek olarak zayıf değil, güçlüdür. Dayandığımız kadro ve güçler; örgütsel çizgimizi, norm ve değerlerimizi kabul eder, savunurlar; örgütümüzün, çizgimiz ve değerlerimiz temelinde yetişmiş işçi militanların oluşturduğu ve her kademede yönettiği gerçek ve büyük bir işçi örgütü olarak yenilenmesi isteği ve özlemi içindedirler. Bu kuşkusuz, hareketimizin ve örgütümüzün; eski ve yeni kuşaktan oluşan kitlemizin, devrimci bir özelliği, bir hasletidir.

İstek ve özlem olarak örgütümüzde durum böyle. Fakat ister daha geriden gelen, isterse önde gelen bir örgütçü olalım; her birimizin her günkü pratikteki sorumluluğu ve yaşamın kendisi söz konusu olduğunda durum gene de böyle midir? Örgütsel çalışmanın ortaya çıkardığı verileri dikkate aldığımızda, durumun istek ve özlemimize pek uygun düşmediği görülüyor.

Partimizin, gerçek bir işçi partisine dönüşmesi; Bolşevik ilke, değer ve normlar üzerinde yetişmiş devrimci işçilerin örgütü olarak yenilenmesi için istek ve özlem duymak ve bunun bilgisini savunmak zorunlu. Bu bilgi ve isteğin varlığı ve gücü, işçilerin partimizde bölünmeden örgütlenmesi için bir olumluluk, bir olanak. Ne var ki, amaca ulaşmak için kendi başına bilgi, istek ve özlem yetmez; bu bilgi, istek ve özleme uygun düşen ve sonuçta bunları daha geliştiren kapsamlı bir pratik çalışma içinde olmak da gerekir.

Bu zorunluluk ve gereklilikler örgütümüzde fazlasıyla bilinir. Buna karşın, temel sorunumuzun pratik çalışmada ortaya çıktığı da bir gerçektir. Örgütümüzün ve güçlerimizin, günlük mücadeleye katılış biçimine; fabrika ve işyeri çalışmasını ele alış, yürütüş ve araçlarını kullanış; yaşamını ve çalışmasını örgütleyiş tarzına bakan herkes bunu görür. Zira örgütümüz ve kitlemiz güç, nitelik ve kapasitesine uygun düşen bir çalışma içinde değildir.

Kuşkusuz bu; örgütlerin, görevli kişilerin ve güçlerimizin “yan gelip yattıkları” anlamına gelmez. Güçlerimizin çoğunluğunun, enerji ile ve özveri ile mücadele ettikleri yadsınamaz. Atalet ve hareketsizlik halen etkili olsa bile, kitlemizin halka en yakın güçlerden oluştuğu ve emekçi hareketine nispeten yardım yeteneği gösterebilen yegâne örgüt olduğumuz kesindir.

Bu noktada açık ki soru şu olacaktır: Her günkü pratik çalışmadaki zaaf ve zayıflıklardan söz edildiğinde bundan anlaşılması gerekenler nelerdir?

a) Örgütlerimiz ve güçlerimizin yaptığı çalışma, bazı özellikleri ve bazı yönleriyle, partimizin amacı, çizgisi ve çağrılarıyla ve işçilerin gelişmesine yardım hedefiyle uyumlu değildir. Bu nedenle de çalışmamız, partimizi geliştirmesi, işçilere yardım etmesinin yanı sıra onlara zarar da veriyor.

b) Bir yandan bu olguya, öte yandan atıl güçlerin harekete geçirilmemesi ve genç güçlerin örgütlenememesine bağlı olarak örgütümüzün çalışması, toplam gücü ve kapasitesinin altında kalan bir seyir izliyor.

c) Bu iki alanda yaşanan zayıflığın sonuçları, sadece bir sonuç olarak kalmıyor; örgütlerimiz ve güçlerimiz üzerinde moral ve örgütsel değer aşınmasına yol açan geriletici bir baskıya da dönüşüyor. Bu durum, sonraki süreçte ataletin artmasının; olanakların tahribinin, enerji israfının çoğalması ve kullanılabilir araçlara ilginin azalmasının nedeni olarak meşrulaşıyor.

Çalışmamızın özellikleri ve genel olarak hareket içinde oynadığı rol böyle. Onun bu özelliklerinin, işçiler ve örgütlerimiz için doğurduğu sonucun ne olduğu ise açık. işçilerin, olanaklarını olabilir oranda kullanamaması; ileri işçi, genç gruplarının örgütümüze katılma ve ilerleme sürecinin bir yönüyle baltalanması! Çalışmamız, işte vardığı bu sonuçlarla karakterize olmaktadır.

Çalışmamız, neden böyle şekilleniyor; örgütümüz neden ihtiyaca cevap verebilecek derinlikte bir çalışma yapamıyor? Enerji ve dikkatimizi, sürekli olarak pratik çalışma üzerinde yoğunlaştırmış olmamıza karşın, bu sorunun bugün de örgütümüzün en hayati sorunu olarak kalmasının nedeni nedir?

Şu belli: Soruya kitabi formüllerle yanıt verilemez; hayatın kendisine, çalışmanın sunduğu verilere bakmak; yanıtı buralardan bulmak gerekir.

Çalışmamızın ve örgütsel yaşamımızın verilerini irdelediğimizde, çoğu kişinin yukarıdaki soruyu, “olguları görememek” ve “olayları anlayamamak” gibi nedenlerle yanıtladığını görüyoruz. Öte yandan, “üst tabakacı alışkanlık ve geleneklerden kopamama”, “liberal piyasa normlarına meyletme” gibi olguların bir “neden” olarak kabul gördüğü de görülüyor.

Doğrudur, bunların her biri tek tek ve birbirleriyle ilişki halinde, yaşamımız ve çalışmamızdaki zaaf ve zayıflıkların nedenleridir. Fakat gözden kaçırmamamız gerekir ki, bu söz edilenler bir neden olmakla birlikte, “neden” olmadan önce birer sonuçtur. Bunlar ilişkilerimizi, eğilimlerimizi ve yeteneklerimizi koşullandıran başka bir nedenin uzantısı olarak oluşmuş; bu temel üzerinde “neden” haline gelmiş belirtilerden başka bir şey değildir.

Sınıf dışı eğilim, tarz ve alışkanlıklar, çalışmamızı ve örgüt olarak şekillenişimizi tahrip edecek derecede niçin etkili oluyor ve hâlâ neden yaşıyorlar? Soruya somut bir yanıt için kayda değer olan bir gözleme başvuralım, işçi yaşamı ve ilişkilerinden kopmadan aramıza katılmayı; emek hareketi içinde gelişmeyi başarmış işçi bir militanın, günlük harekete katılma ve örgütleme tarzımızla ilgili gözlemleri, tartıştığımız sorunların nedenleri bakımından ilginç ve öğreticidir. Bu işçi devrimcinin kanısı, örgütlü güçlerimizin genelde iyi niyetle çalıştıkları yönündedir. Fakat onların yaşamla, emekçilerle ve işleriyle ilişkileri hakkında gözleme dayanan bir yargısı da var: “Bizimkilerin önce ‘vatandaş’ olmaları gerekiyor!” Açıktır ki bu gözlem çarpıcı ve derin bir doğruluk taşıyor. “Önce vatandaş olma”; kanımız o ki, örgütümüzün yaşamı ve ilişkilerine ve çalışmasının özelliklerine bir göz atan herkes, temel sorunlarımızın bu sözlerde yattığını rahatça görebilir.

Buradaki “vatandaş” sözünün, sade emekçi anlamına geldiğini belirterek vurgulayalım: Bu yargı ilk anda göründüğü kadar basit bir yargı değildir. Güvenle söylüyoruz: Çoğumuzun anlayışını yarımlaştıran; politik ilgisinin zayıflamasını meşrulaştıran, girişkenliğini, enerjisini, yeteneklerini kemiren neden ve etkenler, geniş anlamıyla “vatandaş” olamamamızda yatmaktadır.

Gerek, her günkü çalışmanın verilerinde; gerekse örgüt içi ilişkilerin gelişme seyrinde bu açıkça yansıyor. İyi niyet ile ve içtenlik ile çalışan çoğu kişinin, işçilerle “nasıl tanışacağı”, “nasıl bağ kuracağı” ve “bu işi nasıl becereceğinden endişe içinde olması, bu endişenin onlarda özgüven zayıflamasına, moral dalgalanmaya ve edilgenliğe yol açması nasıl açıklanabilir? Örneğin, genel örgüt kitlesi içinde yaygın bulunan; çevrelerle ilişkileri kitle ilişkilerinin yerine geçirme eğiliminin “meşruluk” kazanmasını “bilmemek”le ve “anlamamak”la izah edebilir miyiz? Öte yandan, emekçinin artan yaşam zorlukları, ezilmesi karşısındaki ilgi zayıflamasını neye bağlamamız gerekir? Sınıf dışı her türden eğilim ve etkinin örgütümüzdeki kaynağının, “vatandaş olamama” hastalığı olduğunun anlaşılamaz bir yanı olmasa gerektir.

Örgüt içi yaşam başta olmak üzere çalışmanın öteki yönleriyle ilgili bozulmalar hakkında bunlar gibi daha pek çok soru sorulabilir. Bunun bir gereği yok; aslında her şey açıkça görülüyor. Yukarıdaki sorular, bilgi olarak “bilmemek” ve “anlamamak” gibi nedenlerle yanıtlanamazlar. Yanıtlanmaya çalışıldığında ise, sorunları örtbas etmekten başka şey yapılmış olunmaz!

Emekçiyle ilişki kurmayı başarıp başaramamaktan endişe duyulması; bu endişelere, moral gerileme, kitle çalışmasından uzaklaşma ve örgüt çevresiyle ilişkilerle yetinme eğiliminin eşlik etmesi; bunlarla birlikte, kitlelerin sorunları ve kitle çalışmasının araçlarına yabancılaşma belirtilerinin artması… Huzursuzluk, mızmızlanma ve didişme benzeri olayların yanı sıra; iş disiplinini bozma, laf yapıp iş yapmama ve söz verip yerine getirmeme gibi dejenerasyon belirtilerinin bu temel üzerinde meşruiyet kazanması!

Örgütümüzdeki bu eğilim ve belirtilerin; halkçı özelliklerin, halkın çıkarları için girişimlerin, enerji ve özverinin, dayanışma, sorumluluk, güven ve özgüven duygusunun aşınması anlamına geldiği tartışılabilir mi? Bu, kuşkusuz tartışılamaz. Saflarımızdaki bu türden eğilim ve belirtilerin, temeli nerede buldukları ve nerede mayalandıkları ise belli: Sade emekçi (vatandaş) olamamada; emekçi olarak, emekçilerle ilişki içinde yaşamamada; emekçi olarak yaşadığı halde, emeğin ihtiyacını hissetme mevzisinden uzaklaşmada! Örgütümüzdeki sınıf dışı etki ve piyasa “solcu”luğu belirtileri, bu olgulardan güç alıyor ve işte bu temel üzerinde mayalanıyor. “Bilememe” ve “anlayamama” gibi (yeni işçiler için bunların birer neden oluşturduğu dıştalanamaz) “nedenler”in; bu temelden ve bu temelden beslenen sınıf dışı çürümüş eğilimden türediği, sonra bir neden haline geldiği görülmelidir.

Örgütümüzün ve kitlemizin yaşamı, ilişkileri ve eylemlerinde dışa vuran; proleter yeniden inşa faaliyetimizi tahrip eden, bozan eğilim ve özelliklerin, sınıf dışı bürokratik tarz ile liberal “değerler”in üst üste gelmesi ve iç içe geçmesinden oluşan burjuva ve küçük burjuva etkinin ifadesi olduğu görülemez değildir. Güçlerimizin, üzerinde hareket ettiği zemin; yani, “önce vatandaş olamamamız” bu etkiye geniş bir temel yaratmış; tarihimizden getirdiğimiz hastalıklar bu etkinin alanını genişletmesine bir malzeme olmuştur.

Örgütümüzdeki sınıfa yabancılaşma ve ataletin; girişkenlik zayıflığı, moral dalgalanma ve benzer belirtilerin açıklaması işte bunlarda yatıyor.

 

PROLETER, HALKÇI VE DEVRİMCİ KİŞİLİK

“Politika bir kez belirlendikten sonra, tayin edici olan, kadrolardır” denilir. Bu tez, doğruluğu sınanmış bir tezdir. Partimizin politikası belirlenmiştir. Gerisinde, az çok gelişmiş bir kolektif tecrübe birikimiyle birlikte ve ana çizgi ve özellikleriyle çalışma tarzımız da oluşmuş bulunmaktadır. Bugün tayin edici olan kadrolardır. Çizgimizin, kâğıt üzerinde kalan sözler olmaktan çıkması; her günkü çalışmamızın, çağrılarımızın taleplerini ve işçi hareketinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir özellik kazanması bütünüyle kadrolarımıza bağlıdır. Belirleyici olanın kadrolarımızın tutumu olduğu anlaşılır bir şeydir.

Proleter devrimcinin karakter özellikleri ve şekillenişini baltalayan ve onun yeteneklerini güdükleştiren nedenleri daha yakından ele alarak devam edelim. Devrime katılan kişinin, toplumsal ilişkilerinin (devrimde ilerlemesi ile) zayıflaması ve politik örgütsel ilişkilerinin, onun zihninde ve yaşamında giderek toplumsal “ilişkiler” biçimine bürünmesi olgusu! Sınıf dışı geleneksel tarzın ve piyasacı “solcu”luğun anlayış ve pratiğinin devrimci kişi üzerindeki yabancılaştırıcı etkisi kendini bu olguda gösterir. Kadro ve güçlerimizle ilgili olarak, yukarıda belirttiğimiz başarısızlık endişeleri, özgüven zayıflığı ve moral düşüş gibi zaafların güç aldığı yer de burasıdır.

Dünyayı, emekçi kitlelerin değil de kendinin değiştireceğini “düşünen”; örgütünün çıkarı ve işini, kitlelerin çıkarı ve işinden ayırarak “amaç” haline getiren medrese hocası edalı “keskin” bir “devrimci” ile herhangi bir emekçi kahvesine girme, bir masadaki sohbette yer bulma, onlara kendilerinden biri gibi doğal ve güvenilir görünme, arkadaşlık kurma, onlardan öğrenme ve paylaşma girişim ve tutumunu karşı karşıya koyup baktığımızda, örgütümüz ve güçlerimizdeki zayıflıkların nedenlerini daha açık görebiliriz.

Söz edilen “devrimci” kişinin anlayış ve kişiliği, bu en basit toplumsal ilişki biçimi ile karşıtlık içinde; insani bir ilişki onun için ihtiyaç değil! Onun “toplumsal ilişki”si, örgüt ve çevresiyle “ilişki”ye dönüşmüş; bu kişilik, “davasını güttüğü” emekçiye yabancı bir kişilik olarak şekillenmiştir.

Komünistler açısından örgütlenme, özel “politik” bir tabakanın toplumsal ilişkilerden “arınmış” örgütlenmesi değil; tam tersine, toplumla (sınıf) en geniş ilişkiler içinde ilerleyen; bu ilişkilerden kopuş bir yana, hayatın bütün alanlarında gelişmesini ve politik ilişkilere genişlemesini teşvik eden bir örgütlenmedir. Komünist devrimciliğini, ötekilerden ayıran en önemli özelliklerden biri burada yatar; bu devrimcilik, komünist kişiyi devrime katılışı ilerledikçe, toplumla ilişkilerini genişleten, yaşamın bütün yönleriyle bağlarını dönüştürücü tarzda güçlendiren; emekçiler arasında yaşamayı, onlardan öğrenmeyi onun için yaşamsal ihtiyaç ve zevk haline getiren; onu insan olarak gelişkin, dayanıklı bir kişi olarak yetiştiren bir devrimciliktir.

Sınıfının çıkarlarına uyanan basit emekçinin insani ve sınıfsal erdem ve değerlerinden daha önce nispeten söz edildi. Proleter devrimci kişi, geleneksel sınıf dışı “sosyalistin” ve piyasa “solcu”sunun aksine; sınıfını anlayan, her olaya ve işe sınıfının gözüyle bakan, bütün erdem ve özelliklerini oradan alan işçinin tutumunu kendine mal eden; mal ettiği bu tutumu, Marksizm’in bilgisine, sınıf hareketinin tarihsel tecrübesine ve güncel deneyime dayanarak yeniden üreten ve kişilik özelliği haline getiren bir kişidir.

Bu noktada gene de, “tamam; sınıf dışı örgüt ve geleneksel ‘devrimci’ ile komünist örgüt ve komünist militan, özellik ve karakter olarak burada ortaya konulduğu gibidir; fakat bu ortaya konulanlarla, bizim ve çalışmamızdaki zaafların ilgisi nedir; neden karşı karşıya konuluyoruz”, denilebilir mi? Soruna, böyle bakılması elbette sıradan saçmalamak olurdu.

Zira bu ilişki var ve yapılan karşılaştırmayı göz ardı etmemek, yadsımamak zorunlu. Açıktır: Kapalı bir mezhep haline gelmiş sınıf dışı “sosyalist” gelenek ve piyasa “solculuğu”nun uzun süreli egemenliği, sadece işçi ve emekçileri etkilemekle kalmıyor; örgütümüzü ve güçlerimizi de mevzilenme, anlayış, ilişki ve alışkanlık olarak cezbediyor ve etkiliyor. Kaldı ki sermayenin, devrimci işçi örgütünü, halka yabancı tecrit bir tarikat (örneğin Aczmendi) olarak kalmaya zorlayan baskı, asimilasyon ve sindirme politikasının bu “sol” piyasa eğilimine alan açtığı da bilinemez bir şey değildir.

Sözü daha fazla uzatmadan belirtelim: Sınıf dışı geleneğin ve piyasa “sosyalizminin; çıkarını halktan ve emekten ayırarak büsbütün çürümüş, her biri ayrı bir “mezhep” ve “tip” oluşturmuş bu akımlardaki karakter bozukluğunun, örgütümüzün çalışmasını etkilemediği, çevrelerimizi baltalamadığı, onları içe kapanmaya zorlamadığı söylenirse bu yanlış olacaktır.

Örgütümüzü ve güçlerimizi, teoride ne kadar karşı olurlarsa olsunlar bu eğilim ve geleneğin çeşitli kanatlarının çalışmaları; bu çalışmanın “ideal” haline getirdiği, yumuşamış Batılı papaz (liberal solcu) ile dar kafalı Doğulu bağnaz baba (terörcü solcu) “tipi” özellikleri önemli oranda etkiledi. Güç kazanmasının nedenleri (basınımızda çok ele alındı) bir yana; bu etki, örgütümüzün ve kadrolarının işçi karakterini ve devrimci ruhunu tahrip eden en önemli etkenlerden biri olarak rol oynadı ve bu rolü hâlâ da oynamaktadır.

İşçi arkadaşın yukarıya alınan deyimiyle, uyanan kişilerin, daha devrimi öğrenmeden “vatandaş oImak”tan çıkmaları, emek hareketinin gelişmesinin ve işçilerin politik örgütlenmesinin bugünkü en önemli sorunudur. Zira hareketin dinamiklerini kemiren; sınıf içindeki kendiliğindenliği (açık liberal etki) meşrulaştıran, işçinin uyanışını, mücadele ve örgütlenme yeteneğini baltalayan ve enerjisini israf eden nedenler burada yatmaktadır.

Egemen anlayış ve tarzın, ileri işçiyi kucaklama ve geliştirme yeteneğinin olmaması bir yana; aramıza şu ya da bu şekilde katılan işçi ve gençleri, sınıfından ve bağlı bulunduğu kitleden kopmaya mecbur eden özellikleriyle karakterize olduğu görülemez değildir. Eğer, aramıza katılan, sonra umutsuzlukla geri çekilen işçi, emekçi ve genç sayısına; onların geri çekiliş nedenlerine bakarsak bu kötü gerçeği rahatça göreceğimiz kesindir.

Bilmiyor değiliz: Emekçi kitlelerin “solcu” uyuşukluğu, örgütsüzlüğü, inisiyatifsizliği; “militan tiplerinin halka yabancılığı, üst tabakacı özellikler taşıması; sınıf dışı “sosyalist” akımlar için bir çelişki teşkil etmez. İşçi ve emekçiler onlara edilgen yedekler olarak gereklidir. Öte yandan, söz konusu akımların, kadro ve çevrelerini bu ihtiyaca, kitleleri yeni “sosyalist” aldanmalara sürüklemenin gereklerine göre “yetiştirdikleri” ise, bir sır değildir. Bu akımlar için, durum böyleyken; çalışmada ve kadro şekillenişindeki sınıf dışı etki, amacı işçinin kaderini eline alması ve kendini kurtarması olan bir parti, onun militanları ve güçleri için önemli bir sorun oluşturur. Bu parti ve güçleri, bu etkiye karşı mücadelede pratik bir ilerleme gösteremediğinde; işçilerin, emek hareketi olarak birleşmelerinde ve devrimci bir emek partisi olarak örgütlenmelerinde tek adım bile atılamayacağı son derece açıktır.

Sınıf dışı “sosyalizm”in saflarımızdaki etkisinin, örgütün çalışmasında ve örgüt kitlesinin devrimci karakter kazanarak şekillenmesinde yarattığı zayıflık, kendini başka şeylerden önce örgütün ve güçlerinin, kitleler karşısındaki konumlanmasında ve kitleler içindeki mevzilenmenin gelişme eğrisinde gösteriyor. Yabancılaşma gerçekte, kitlelerden uzaklaşma, onların yaşamı karşısındaki ilgiyi kaybetme, “kendi yaşamına kapanma” eğilimidir.

Hepimizin bilmesi gereken şu ki, ısrarla attığımız ve işlediğimiz; “işçi-emekçi tarzı”, “işçilerden öğrenme”, “halk adamı olma”, “işçinin ruhunu anlama, onun tarafından anlaşılma”; çalışma tarzımızı ve kendimizi, işçiler arasında “yeniden mevzilenerek yenileme” ve “yeniden inşa etme” gibi slogan ve görüşleri “söylenmiş”, “söylenmesi de gereken” sözler olarak göremeyiz. Çünkü belki, “devrimci” olmanın değil ama proleter devrimci olma ve yetenekle savaşmayı öğrenme olanağı bu slogan ve görüşlerde dile geliyor.

Toparlayacak olursak; çalışmamızı ve kişilik özelliklerimizi zaafa sürükleyen nedenler başta da vurguladığımız gibi, “önce vatandaş olamamamızda” yatmaktadır. Sorunumuz, halk adamı olarak yaşama; devrimci kişilik olarak bu temel üzerinde yeniden şekillenme sorunudur. Fakat herkes bilir ki, bunu tespit etmek yeterli değildir. Halk adamları olarak yenilenme koşulunu nerede bulacağız ve sorunun üstesinden nasıl geleceğiz? Bu, buradaki “nerede” ve “nasıl”a devrimci bir karşılık vermeyi başarmamıza bağlı. Sorunumuzun, bu “nerede”de ve “nasıl”da yattığını; bu soruna pratik çözüm sunacak alana girdiğimiz; alışkanlık ve ilişkilerimizden gelen gerici dirençle karşılaştığımız zaman daha derinden anlayacağımız kuşku götürmezdir.

Tutumumuzun, çalışmamızın devrimcileşmesi ve işçilerin yaşamını kucaklamasında olduğu gibi; ilişkilerimizi her cephede yenilememiz ve kendimizi yeniden inşa etmemizde de tayin edici olacağı unutulmamalıdır.

 

YENİDEN İNŞADA DİNAMİKLER VE SORUNLAR

Akıllara, yaşamımız ve çalışmamızdaki sınıf dışı bozulmaların; zaaf ve zayıflıkların üstesinden gelmemizin olanaklı olup olmadığı gelebilir. Bu tartışma götürmez; zorunlu olduğu gibi olanaklıdır da. Eğer insan unsuru, yani kadrolar tayin ediciyse, her şeyin; zorluklan aşma ve görevleri yerine getirme gücünün bizlerin ellerinde toplandığı görmezden gelinemez.

Bu noktada önemli olan şu ki, yeri ve görevi ne olursa olsun emek güçlerinin, mensubu oldukları hareketin ve kendilerinin işçi hareketindeki tayin edici rolünü görmeleri gerekiyor. Bunun anlamı öncelikle, hareketimizin, sınıfın tek umudu olduğunda ve tuttuğu mevziinin, ona, işçilerin bölünmesine izin vermeden birleştirmesinin olanaklarını sunmasında dile gelir.

Ayrıca, hareketimizin, sorunların üstesinden gelme ve rolünü oynama dinamiklerine sahip tek hareket olduğu daha bugünden görülmektedir ve bu olgu hiç kuşkusuz, örgütümüzün emekçi hareketinin bugünü ve yarını için taşıdığı önemi dile getiren başka bir veri oluşturmaktadır. Örgütlerimiz gözlerini ve dikkatlerini, çalışmamızın gelişen yönüne; eylem ve kişiliklerindeki proleter özelliklerle öne çıkan ve emekçi hareketindeki gelişen yönü temsil eden güçlerimize çevirdiklerinde; başka bir şeyi değil bunu yaptıklarında, sorunların üstesinden gelme ve rolümüzü oynamamızın zorunlu olduğunu, irademiz dâhilinde ve elimizde bulunduğunu göreceklerdir.

Çalışmamızın, hareketin ihtiyaçlarına uygun yönleri yavaş da olsa gelişiyor; hepimizin öğrenmek, örnek almak üzere dikkatimizi çevirmemiz gereken yeni militan ve partili tipi de şu veya bu özelliği ile bugünden belirginleşiyor. Bunlar, görmek isteyen herkesin gözleri önünde. Kadrolarımız ve güçlerimiz, çalışmalarını işçileştirme; kendilerini, halkçı ve devrimci kişilik özellikleriyle yeniden şekillendirme mücadelesini, örgütümüzde üste çıkmakta olan bu dinamiklere bağlamayı kuşkusuz başaracaklardır.

Hemen her yer ve bölgede, işçilerle varolan ve gelişmekte bulunan bağlarımız; bir tahribat görmüş olsa da özeleştiriyi ilerlemenin bir silahı olarak kullanma geleneğimizin saflarımızdaki gücü; ilerlememizdeki rol ve önemi yadsınamaz araç ve olanaklarımız… Burada, bunları tartışmamız gereksiz. Ezici çoğunluğumuzun işçi, emekçi ve emekçi ailelerden gelen gençler olmamız dahi, zayıflıklarımız karşısında bir üstünlüğümüz durumundadır.

Kötü olan ise şu: Örgütten ve çevreden birçok yoldaş, batarcasına göz önünde olan bu dinamik ve örnekleri göremez durumda. Bir yanda, gerçek işçi partisi olma bilgisi, isteği ve özlemi; öte yanda, örgütün ve hareketin dinamik ve ihtiyaçlarını görmemize dahi izin vermeyen bir mevzi… Örgütsel karakter ve insani kişiliğin bozulmasına da neden olan anlamsız bir çelişki!

Neyin kötü, yanlış ve atılması gereken; neyin iyi, doğru ve geliştirilmesi gereken olduğunu ayırt edebilmemiz için dahi, önce bu suni çelişkiyi kaldırmamız ve kendimizi, işçiye daha yakın bir platforma çekmemiz zorunlu. Bunun bizden talep ettiği şey, yerine getirilemez bir şey de değil; bu talep, ifadesini öncelikle, yukarıda yapılan eleştiri ve tespitleri irdelemek, kendimiz için görevler çıkarmak ve pratik gereklerini yaşam, eylem ve ilgilerimize aktarma yolunu cesaret ve azimle tutmakta buluyor, denilebilir.

Yaşamımızda ve eylemimizdeki sınıfa yabancı etkiyi görmenin zor olmadığını söyledik. Doğru, bu zor değil. Fakat bunun zor olmaması, sorunlardan kurtulma ve pratik dönüşümün “basit” olduğu anlamına da gelmez.

Kendimizi, “yeni bir platforma çekmek”, “görevler çıkarmak”, “görevleri ilişkilerimize aktarma yolunu tutmak” gibi tespitleri daha önce de yaptığımız ve gerekli görevleri daha önce de belirlediğimiz halde kayda değer diyebileceğimiz veya tatmin edici kabul edebileceğimiz bir ilerleme gösteremediğimiz herkesin bilgisindedir. Yüz yıllık sınıf dışı geleneğin ve bu gelenek üzerinden “gelişen” liberal çürümenin örgütümüzün ve güçlerimizin yaşamındaki etkisini tasfiye etmenin, sözde kalan “özeleştiriler” ve biçimsel “iyileştirme”lerle başarılamayacağını hepimiz bilmek zorundayız.

Altını çizerek belirtmeliyiz ki, laf sınırında kalmak ve görüntü değişiklikleriyle yetinmek, söz konusu gelenek ve çürümeye yaslanmak demektir. İhtiyacımız, “güzel” sözler söylemek, görüntüyü “güzelleştirmek” olamaz, ihtiyaç duyduğumuz şey, olguları, olgularla koşullanmış durumumuzu tespit etmek ve görevler belirlemekle yetinmek değil; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt etmemizi sağlayan bir platform üzerinde mevzilenerek, yaşamımızı, ilişkilerimizi, eylemimizi değiştirmek üzere ilk adımları azim, kararlılık ve girişkenlikle atmaktır. Karşı karşıya bulunduğumuz görevin; durumumuzu “tespit” etmek ve “yorumlamak” değil, işçi yaşamı ve devrimci değerler temelinde değiştirmek olduğunu asla göz ardı etmememiz gerekiyor.

Yani? Yanisi şu: Çalışma yürüttüğümüz güçlerle, araçlarla (örneğin yazılı materyal ve basınla) ve kitlelerle ilişkilerimizi pratik olarak yenilemeye; çalışmamızı, işçi, emekçi ve gençlik kitlelerine daha yakın özellikler içinde yeniden örgütlemeye girişmeden, ilk adımları ve sonuçlarını görmeden ileri gideceğimizi varsaymak, tatmin duygusuna kapılmak bir yanılgı olacaktır.

Bu yanılgıya artık düşmememiz gerekiyor. Görevin ve atılacak ilk adımın daha anlaşılır olması; çalışmada nelerin değişmesi (bu, kendimizi yenilememizin de koşulu) gerektiğinin somut olarak görülmesi için, yazının uzaması pahasına da olsa tipik zaafları yansıtan bir örnekle devam edelim.

Örneğin, giderek çoğalan iyi belirtiler bir yana bırakılırsa, bazı yerlerde çalışmamız genellikle şöyle yürüyor: söz konusu alanla ilgili genel “bilgiler” ve alışılmış yöntemler üzerinden tartışılarak bir “plan” yapılıyor, “görev” ve “sorumluluk” dağıtılıyor. Eğer orada eski bir çevremiz varsa onlarla iyi “kararlar” da alınabiliyor… Bunlar “olağan” görülebilir kuşkusuz. Fakat sonrası sürecin olmaması gereken bir şekilde yaşandığına da tanık oluyoruz.

• Organ toplantıları arası dönem boyunca, görev ve sorumluluk almış olan yoldaşlar, birbirleriyle ve öteki (sanki sade emekçi ‘bizimki’ değil) “bizimkiler”le ilişki halinde kalıyor, zamanlarının önemli bir bölümünü bir arada kendi “sorunları” ile “uğraşarak” geçiriyorlar. Geriye kalanı ise, örgütün başka birimleriyle “tartışmalar”da, akraba hısım olan taraftar “görüşmeleri”nde ve “özel işler”de harcanıp bitiriliyor. Görülen bir şey de şu ki, eğer bu çalışma alanı bir işyeri ise ve orada arkadaşlarımız var ise, o arkadaşlar, “bizimkilerin arasına” katılmayı başardıkları oranda onlarla da görüşülüyor. Fakat ne var ki, bu yoldaşların, kendi işyeri kitlesine yönlendirilmeleri; dışarıdan gelenlerin de onlara katılarak emekçiler arasında mevzilenmeye yönelmeleri çoğunlukla “başarılamayan hedef” olarak kalıyor.

• Bu türden “çalışmaların yapıldığı yerlerde, kitlelere yönelik sistematik bir politik ajitasyon çalışması görülmüyor. Evet, “yukarıdan gelmişse; orası için özel bir durum söz konusuysa ve özel bir günse birkaç bildiri, bazen de yayın dağıtılıyor. Sözlü ve yazılı politik ajitasyon ve işyerine yönelik yazılı ajitasyon, nadir yapılan bir iş. Çoğu yerdeki yayın sayısı, emek güçleri sayısından daha az olduğu gibi; düzensiz de olsa yapılan “kendi” toplantılarımızın dışında eğitim çalışması denilebilecek bir çalışma olmuyor.

• O işyeri kitlesi nezdinde hep dışarıdan (dışarıdanlık her şeyimizde olduğu gibi çağrılara da yansıyor) birileri olarak kalmaya “mahkûm” olma… Partimizin çevresine ve “çalışma”ya, bir şekilde katılan yeni emekçiler ve gençler çıkmışsa, onları doğal emekçi çevresinden koparma ve “kendimiz” gibi olmaya zorlama nedeniyle çoğunu kaybetme. Varılan sonuç böyle. Bu türden “çalışılan” yerlerde varılan sonucun böyle olması belli ki doğaldır.

• Bu türden “çalışma” yapan çevrelerin örgüt karşısında somut görev üstlenmiş oldukları halde “kolektif” yaşamlarına, kitlelerin ve günlük mücadelenin sorunları; çalışmanın araçları, basını, bildirisi, kaç işçiyle neyin yapılıp neyin yapılamadığı; görevin niçin başarılamadığı gibi sorunların, sorunları çözecek, ileriye götürecek tarzda girmediği kendiliğinden anlaşılır.

• Buralarda iş üzerinden hesap verme, hesap sorma; devrimci eleştiri ve özeleştiri; merkezi çağrılara katılma ve olanakların geçip gitmesinden kaygı duyma ve benzer değer ve hasletler ancak bozulmuş haliyle bulunur. Kişisel sürtüşme ve şunu yaptın bunu dedin gerekçesiyle kötüleyip adam dışlama veya küsüp çekilme; yeni katılmış bir emekçi ya da genci, kendisiyle “eşitleme”, kendi işini devretme, bunu “yapamamışsa” adam yerine koymama; işlere değil, şurada şu olmuş bu bunu söylemiş gibi dedikodularla vakit öldürmeye eğilim gösterme; çok laf etme, söz verme, fakat iş yapmama, sözünü tutmama gibi bozulmaların önce buralarda mayalandığı da açıktır.

• Ayrıca bu çevrelerde moral, “yanardöner”dir; akşam, bir gösterinin yüksek moraliyle yatıp, sabah hoşnutsuz, mutsuz kalkma; slogan atarken coşku gösterme, bu coşkudan moral alma ama bu moral ve coşkuyu işe yansıtmama; iyi bir işi, işçiye yaklaştıran bir eylemi küçümseme; her yere girip çıkma, her şey ve herkes hakkında her yerde konuşma, fakat sorumlu olduğu bir iş sahibi olmama; maneviyat bozukluğu içinde olma ve bunu her yere yaymayı bir “meslek” haline getirme gibi ahlaki düşkünlüklerin, bu türden çevrelerdeki bazı öğelerde karaktere dönüştüğü de seyrek değildir.

Burada, spotlar halinde de olsa resmi çizilen “çalışma” ve “çalışma ortamının yol açtığı tahribat, aklı başında herkes tarafından görülebilir. Kaldı ki, hiçbir tecrübeye sahip değilsek bile; bu yazıdaki eleştiri, tespit ve yargılarda, söz konusu yerlerdeki “çalışma”nın karakteri ve harekete verdiği zarar hakkında bir fikir sahibi olmamıza yetecek bilgiyi bulabiliriz.

Söz konusu “çalışma”yı anlayıp anlayamama vb. bir yana; şunları kafamıza yerleştirmemiz gerekiyor: Burada verilen tarzda yapılan “çalışma”nın vardığı yer, kitlelerin güvenini ve ilgisini kaybetme ve iflasla karşı karşıya kalmadır. Fakat örnekte de görüldüğü gibi sorun, kitleler karşısındaki iflasla bitmez. Kitleler karşısındaki bu iflas ve hayal kırıklığı, zaten kaygan bir zeminde ve suni gerekçelerle “örgüt” sayılmış bu sınıf dışı çevreciliğin, örgütsel ilişki ve normları tahrip eden; örgüt çevrelerindeki sorumsuzluk, atalet ve çürümeyi derinleştiren kötü bir ağırlık haline gelmesi ve yüke dönüşmesini kaçınılamaz kılan bir etken haline de gelir.

Söz konusu bu “çalışma”nın özelliği nedir? İçinde çalışılması hedeflenen kitle arasına girilmemesi, onlar arasında mevzilenmekten uzak durulması; örgütlenme çalışmasının, belirlenmiş bir hedefe bağlanmış ve işyerinde yürütülen sistematik bir ekonomik ve politik ajitasyon temeline oturtulmaması vb. nedeniyle de politik bir parti çalışması özelliği kazanamaması! Bu “çalışma”nın, bizim örgütümüzün çalışması olamayacağı tartışılamazdır.

Böyle bir “çalışma”nın, emek hareketi adına yapılan bir “çalışma” haline gelmesi kuşkusuz, arkadaşlarımızın kötü ve niyeti bozuk kişiler olmalarıyla ilgili değil. Nedenler, baştan beri vurguladığımız sınıf dışı mevzi ve anlayışla bağlantılı: Kendini, daha devrimci olurken kişiyi sade emekçi özelliklerinden “arındıran” ve başka bir şey olmaya zorlayan geleneksel üst tabaka “devrimciliği”nin yarattığı ve kışkırttığı küçük burjuva havaya kaptırma… İşçiler arasında mevzilenme, onların dünyasına girme yerine, onlara dışardan seslenmeyi “kural” haline getiren sınıf dışı anlayışlardan güç alan “ayrı devrimci bir dünya” kurma “modası”na eğilim gösterme… Anlayışını, tarzını, dilini, üslubunu, bu “dünya”yı ve sınıf dışı yaşamayı “amaç” gören piyasacı “sosyalizm”in tarzı, yöntemi ve ruhunun baskısı altında oluşturma… Bölüm boyunca tartıştığımız “çalışma” ve “örgütlenme”mizin sınıf dışı özelliklerinin temeli, şu kişinin kötülüğünde bu kişinin kötü niyetinde (böyle kişiler de olacaktır) değil, işte bu ve benzer olgularda dile gelmektedir.

Örgütlerimizdeki “işçiyle nasıl bağ kuracağız” endişesinin; güven ve özgüven zayıflaması, moral bozulma ve çürütücü değer aşınmasının nedenleri de kuşkusuz burada yatıyor. Çoğu örgüt ve gruplarımız, sorunlarının burada yattığını anlamış ve gereğini yapmaya çoktandır girişmiş bulunmaktadır. Halen atalet ve aşınma içindeki organ ve gruplarımız da tıpkı, anlayış ve mevzilerini değiştirerek gelişmeye başlayan örgütlerimiz gibi, kendi “özel dünyaları”nı, emekçinin dünyasına katarak tasfiye etmeleri gerektiğini, aksi takdirde ileriye tek bir adım dahi atamayacaklarını anlamak zorundadır.

Bütün bunlardan çıkan sonuç ve bu sonucun bize ilk emrettiği şey, kuşkusuz öncelikle şudur: Proleter değişim, yenilenme ve yeniden şekillenme sorunu, sözde kalan özeleştiriler yapılarak; hataları kabul etme ve biçimsel bazı değişiklikler yapma sınırında kalınarak başarılacak bir sorun değildir. Bugüne kadarki deneyimimizin de kanıtladığı gibi; tutmamız gereken yol, yukarıda ana çizgileriyle ortaya koyduğumuz sınıfa yabancı “çalışma”yı ve bu “çalışma”nın yapıldığı ortamı karakterize eden ilişkileri değiştirme kararını cesaretle alma ve ilk adımları kararlılıkla atma yoludur.

Devrimci çalışmanın ancak, devrimci bir mevzide bulunan ve devrimci bir tutumla hareket eden kişiler tarafından yapılabileceği; kişilerin ancak, devrimci çalışma yaptıkları oranda yenilenebilecekleri unutulmamalıdır.

 

GİRİLMESİ GEREKEN YOL VE ATILMASI GEREKEN İLK ADIM

Sorunun başka bir yönünü; çalışmamızı işçileştirme ve bunu yaparken kendimizi değiştirme görevinin başka bir yönünü ele alarak; daha doğrusu proleter değişim sürecinin somut gelişme seyrini izleyerek devam edelim.

Hedefe ulaşmamız; sınıf dışı hastalıklardan arınma yolunda daha ileri adım atmamız için, önemli de olsa birtakım avantajlara sahip olmamız yeterli midir? Hayır, bunların kendi başına yeterli olmadığını deneyimlerimiz gösterdi. Bizi sınıftan ayıran “kabuğu” kırma ve sınıfın dışındaki “dünyaları dağıtma”daki başarı yolunun, her birimizin kendimizi merkezine koyduğumuz özel, kesin bir mücadeleden geçtiğini anlamamız da gerekiyor.

Ayrıca, ilk anda giderilmesi gereken kavrayış ve anlayış bozuklukları var ki, onlardan kurtulma, bu mücadelenin güvencesidir. Güvencemiz, tek başına yetmemekle ve orada kaldığında bir değeri olmamakla birlikte, ne yapılacağına ilişkin duru, net, açık bir kavrayışa ve sağlam bir bakış açısına sahip olmakta yatıyor. Kavrayış açıklığı ve sağlam görüş açısı, önümüzün görünür, aydınlık olmasının önkoşuludur; bu önkoşul yaratılmadan “yenilenme” ve “dönüşüm” sloganları boş sözler olmaktan öte gidemezler.

Dolayısıyla da, partimizde en çok bilinir şeyler olmalarına karşın; şu aşağıdaki sorunlar üzerine kavrayışımızı tazelemek, her günkü çalışmamızı ve çalışmada oynadığımız somut rolü, tazelenmiş bir bakış açısı ve kavrayışla (her birimiz kendi mevziinizden) yargılamamız gerekiyor. Bu yargı kuşkusuz, gerçeği tespit etmemizin güvenilir dayanaklarından biri olmalıdır.

a)- İşçi sınıfı partiye bağlı değil; tam tersine, parti, işçi sınıfına bağlıdır. Dolayısıyla da işçiler, parti örgütleri ve partililerin ” ihtiyaçlarına göre hareket etmezler; tam tersine, partili örgütler ve partililer, işçilere; fabrikalara, işyerlerine ve işçi semtlerine gitmek; o dünyaya katılmak, onlardan birileri olarak mevzilenmek, yaşamak ve mücadele etmek zorundadır. Bu olmadığında, bir “örgüt” olmak, anlamsız ve olanaksız olduğu gibi; işçi hareketinin dinamiklerini, zayıflıklarını ve işçinin yaşam ve ruhunu anlamak da olanaksızdır. Bu olanaksızlık, sınıf mücadelelerinin; partilerin ve en ileri örneğimiz Bolşeviklerin tarihi tarafından yadsınamazcasına kanıtlanmıştır.

b)- İşçiler arasında mevzilenmek, örgüt olmayı, örgütlü hareketi ve çalışmayı dışlamaz; tam tersine, işçilerden katılmış olanlarla birlikte ve daha geriden gelen öğeleriyle bağ içinde; her gün yeni ilişkiler kurma ve her günkü mücadeleyi örgütleme sürecinde, her gün yeniden örgütlenmelerinde onlara yardım eden bir organizma olarak örgütlenmeyi gerektirir. İşçi partisinin örgütü (ve üyesi), iş ve sorumluluk temelinde oluşmuş; her kademesi ve her çekirdeğinde canlı, sorumluluk üstlenme, yerine getirme ve kendini yenileme yeteneğinde bir örgüttür. Onun örgütleri, çizgisine, merkezi çağrılar ve üst organların direktif ve disiplinine bağlıdır; fakat aynı zamanda güdücülüğe, iş ve sorumluluklarını yıkacağı başka bir merciiye ihtiyaç da duymaz; işinin zayıflıklarını “üst’ün” yardım edip etmemesiyle açıklamaz. Zira böyle bir açıklama ancak, devrimci bir işçi örgütü olma potansiyeli taşımadığını ve kendi gereksizliğini kabul ve ilan demek olurdu.

c)- Örgütün, işçiler arasında mevzilenme-si ve onlarla bağlı bir organizma olması, mutlak zorunlu olmakla birlikte bu yetmez. Onun, hem işçi kitlelerini kucaklamayı başarması, hem örgütsel niteliğini güçlendirmesi ve hem de politik bir örgüt olabilmesi için kesintisiz politik çalışma gerekir. Politik çalışma temeline oturmayan; her araç ve kürsüden yararlanarak sistematik politik çalışma yürütmeyen bir örgüt, politik bir örgüt değildir. Emekçi kitleler arasındaki ekonomik ve politik teşhir ve ajitasyonun; bu ajitasyon temelindeki örgütlenmenin başarılması ve ülke çapında tek hedefte birleştirilmesi ve yönetiminin aracı olarak düzenli yayın olmadan partiden söz edilemez. Kitlelerin yaşamından beslenen, kitleler arasında dağıtılan; onların, çevresinde birleşmesinde, aydınlatma aracı olduğu gibi, örgütlenme aracı olarak da kullanılan basın organı, parti olmanın ilk temel dayanağıdır.

d)- Partinin örgütsel şekillenişinin temelinde, görev sorumluluğu ve iş disiplini yatar. Organların, bir parti (sınıfa karşı sorumluluk ve görev) görevi üzerinde kuruluşu; kişilerin sorumluluk alması ve işinden dolayı örgüt karşısında sorumlu olması; organlar ve örgütler arasındaki ilişkinin görev ve sorumluluklar temelinde şekillenmesi: Sorumluluk ve iş disiplini, mücadele ve devrim örgütü olmanın örgütsel yasası; aynı zamanda, devrimci ve proleter örgütün yapısı ve yaşamını şekillendiren örgütsel ilkelerin temelidir. Örgütteki merkeziyetçilik, organ ilişkisi, demokrasi, eleştiri-özeleştiri gibi mefhum ve mekanizmalar, anlam ve ifadelerini bu temelde bulurlar.

Eylem, irade birliği ve işyeri temeline dayanma vb. sorunları bir yana bırakırsak, özellikle bugün kesin, açık ve net bir bakış açısı ve görüş sahibi olmamız gereken sorunlar öncelikle bunlardır, diyebiliriz. Bu sorunlar hakkında, açık bir görüş; bu görüş açıklığına da dayanan kesin bir tutum sahibi olmadan; İşçiler arasında mevzilenme, örgüt olma adına oluşmuş “çevre” kabuğunu kırma ve politik çalışmanın araçları vb. karşısındaki tutumumuzu baştan aşağı değiştirme gibi zorunluluklarda kesin bir karara varmadan, kendimizi ve çalışmamızı derinlemesine yargılamamız olanaksızdır.

İster sorumlu isterse sade (herkes kendi cephesinden) partili herkes ve her örgüt, proleter yenilenmenin önkoşulu olarak gördüğümüz ve burada dört noktada vurguladığımız bakış açısı ve çizgiyi irdelemeli ve sonuçlar çıkarmalıdır, ileri gitmemiz için, bu muhasebe ve yargı, zorunlu önkoşuldur. (Bu yazıyı okuyan deneyimsiz bir kişi, ileri bir militanla geleneksel anlayışın tanıdığı sempatizanın önüne aynı görevleri sürdüğümüzü düşünebilir. Bu bir yanılgıdır. Sempatizan bir devrimci, önüne ileri bir devrimci olma görevini alan bir kişi olabileceği gibi, kendine sınır çekmiş fakat devrime kendi ölçüleri içinde yardım eden bir kişi de olabilir. Sorun, bu devrimcilerin, farkında olmadan devrime çürütücü bir biçimde değil, devrimci bir biçimde katılmaları sorunudur. İnsani ve sınıfsal değerlerin, hangi düzeyde olursa olsun herkes için gerekliliği yadsınamaz.)

Bu zorunluluğun nedeni, anlaşılamaz değil, esasta yazı boyunca vurgulandı. Bu anlaşılır durumdaysa ve eğer, emek dünyasının devrimcisi olmak; emeğe zarar vermek değil, yardımda bulunmak ve sadece, emekçiye öğretmen olmak değil, aynı zamanda ondan öğrenmek istiyorsak, enerjik bir şekilde işe koyulmamızın yanı sıra ilk yapmamız gereken şu olacaktır:

Bir tarafa, çarpıklıkları ile birlikte örgüt anlayış ve pratiğimizi, darlığı, istikrarsızlığı ve sınıf dışılığı ile birlikte kitle ilişkilerimizi, sorumsuzluk derecesiyle birlikte basın karşısındaki ilgimizi ve çiğliği ve yıkıcılığı ile birlikte yeni güçlerin ilerlemesi karşısındaki vb. özenimizi; öte tarafa, işçi hareketinin dinamikleri ve zayıflıklarının ve yukarıda dört maddede özetlediğimiz görüş açısının bizden her gün talep ettiği görevleri, görev disiplin ve ahlakını ve sorumluluk duygusunu koyacağız. Ardından, bu karşı karşıya koyuşun oluşturduğu tablonun karşısına geçip, bu iki taraf arasındaki açıklığı veya karşıtlığı içtenlikle izah edeceğiz; bilinçli bir “vatandaş” olarak, bu açıklık ve izah karşısındaki yerimiz, rolümüz ve sorumluluğumuz nedir, bunu dürüstçe bulup; genel olarak yaşam, özel olarak sınıfımız, örgütümüz, örgütteki işimiz ve yoldaşlarımızla ilişkimiz hakkında ertesi gün uygulamak üzere bir karar vereceğiz. Vereceğimiz bu kararı, sonraki yaşam ve eylemimizi denetlemede kullandığımız bir kriter olarak düşüneceğiz ve bunu asla unutmayacağız. Eğer, emekçi hareketine ve emek örgütüne yardım etmede; ileri bir militan veya sade (sade katılmanın da devrimci ve çürütücü biçimleri bilinir.) bir devrimci olarak ona katılmada istekliysek ilk işimiz işte bu olmalıdır.

Yaşamımızın ve çalışmamızın; devrimci bir militan (sade militan olarak da) olarak yenilenmemizin; dolayısıyla, işçi ve emekçilere gerçekten yardım eden bir kişi olarak mücadele etmemizin zorunlu önkoşulu dediğimiz yargılama ve muhasebe, ancak böyle yapılabilir. Bir süreden bu yana, örgütlerimizin yaptıkları çalışmada birçok yerde görülen ilerleme ve genel canlanma belirtileri de gösteriyor ki, böyle bir öz-yargılama ve muhasebe yapmadan kişilerin devrimci bir rol oynamaları ve ileri gitmeleri olanaksızdır.

 

İLERİ GİTME VE DEĞİŞİMDE GİRİŞKENLİK

Vurgulananlardan çıkan sonuçlardan biri şudur ki, çalışmamızı ve kendimizi yenilemek ve değiştirmek ancak, her günkü mücadelede yer almak ve işçilere yardım eden bir mevziiyi tutmakla olanaklıdır. Bu ise, sorumluluğumuzu bilmemizi ve iş disiplini içinde hareket etmemizi gerektirir. Sorumlulukla ve disiplin içinde hareket etmek: Her günkü mücadeleye’ katılışta başlangıçta şu veya bu eksiklerimiz olsa bile, işçilere yardım mevzisini tutmamızın ve aynı zamanda onlardan öğrenmemizin temel koşulu buradadır.

Disiplin içinde ve sorumlulukla hareket etmemiz ve kendimizi partiden olduğu gibi, her günkü mücadeleden, mücadele eden emekçiden öğrenmeye açık, bunu özellikle hedefleyen bir mevzide örgütlememiz zorunludur. Çalışmanın bütün yönlerini yeniden öğrenmek zorundayız ve bunu ancak, sorumlu olduğumuz ve hesabını verdiğimiz bir parti işi yaparak başarabiliriz. Bu gerçeği asla göz ardı etmemeliyiz; aksi durumda, yukarıda belirttiğimiz muhasebe, öz-yargılama ve hesaplaşmanın fazla bir değeri olmayacaktır.

Eğer, açık emekçi mücadelesinin talep ettiği sorumluluğa; bu mücadelenin sendikal ve politik örgütlenmesinin istediği disipline yabancılık çekiyorsak emeğin örgütçüleri olmamızın anlamı nedir ki? Ya da, parti militanlığı iddiasındayız fakat merkezi çağrıların, aydınlatıcı ve örgütleyici araçların ihtiyaç ve talepleri karşısında kayıtsız kalıyor ve bu çağrı, ihtiyaç ve talepleri karşılamayı başkalarından bekliyorsak bu iddia nasıl bir iddiadır?

Hepimiz kendimize sormalıyız; çevremizdeki yeni işçi, emekçi ve gençleri nasıl teşvik ettik, bizden neleri öğrendiler ve ne kadarı emeğin örgütçüsü pozisyonuna geldi? Sorumlusu olduğumuz veya birlikte çalıştığımız yahut da örgütleyicisi olduğumuz kişi, organ ve gruplarla ilişkilerimiz ne yönde gelişiyor; eleştiri ve özeleştiri bu gelişmede hangi rolü oynuyor vb.?

Her günkü mücadeleye katılmamızda ve üstlendiğimiz görevi tutarlılıkla yerine getirmemizde, bir önceki durumumuza göre bir ileri adım atmak; attığımız bu adım ve sonuçlarından öğrenmek, kendimizi yenilememizin yöntemi olmalıdır. Burada ve yazı boyunca sorulmuş sorulara, yaşamımızın, çalışmamızın ve eylemimizin verdiği yanıtlar ise, durumumuzu ve gelişme doğrultumuzu ölçen göstergeler olarak görülmelidir. İlerlememiz ve işçiye doğru değişimimizin, bu sorulara vereceğimiz somut yanıtlarda belirginleşeceği; kendimizi ancak pratik verilerle sınayabileceğimiz yadsınamaz.

Emek hareketi, henüz olanaklarını olabilir oranda değerlendiremiyorsa da gelişiyor; çalışması ve örgütleri, yeni bir canlanma ve atılımın ilk belirtilerini ortaya koymuş bulunuyor. Zaaflar, zayıflıklar ve yanlışlıklar daha görülür hale geldiği gibi, olumlu örnekler ve yaslanılması gereken dinamikler de daha belirginleşmiş durumda. Bu gelişmeler, devrimci kişi ve örgütlerin, hareket içinde ileriye işaret eden bu dinamiklere yaslanmasının; özveri, cesaret ve dönüşüm ruhuyla ve kazanma azmiyle hareket etmesinin bütün koşullarını olgunlaştırmış bulunduğu gibi, zorunluluk haline de getirmiştir.

İşçilerle birleşme ve devrimci yenilenmenin asgari koşulunun, buradaki eleştiri ve önerileri girişimci bir tutumla benimsemekte yattığı görülebilir.

a)- işçilerle “nasıl bağ kuracağız” endişelerinin; özgüven ve moral zayıflığının ve olaylara bakış, müdahale ve çağrılandaki dil, tarz ve üslup yabancılığının kendi örgüt çevrelerimize uzun süreli kapanmadan güç aldığını içtenlikle kabul etmeliyiz. Örgütümüz ve çevrelerimiz arasında yaşama yerine, çalışma alanımızdaki işçiler arasında yaşamayı ve en geniş kesimiyle bağ içinde olmayı yaşam kuralımız yapmalıyız. Kendine ve işçiye güveni hissetme, yeni emekçilerle, yeni insanlarla tanışma ve yeni ilişkiler edinmeyi yaşamsal ihtiyaç haline getirmeyi, emekçilerle yaşamaktan moral almayı, şevk duymayı ve zevk almayı yeniden keşfetme! Tutum, bu hedefe yönelmek zorunda; bu yönde karar verdiğimizde ve ilk adımı attığımızda moral anlayışımızın değiştiği ve enerjimizin on kat arttığı görülecektir.

b)- Biliyoruz ki, devrimci proleter kişilik ancak, devrimci bir ortamda ve işçiler arasında ilkelere, disipline, özveriye dayalı istikrarlı bir çalışma içinde oluşur. Emekçi mücadelesinin gelişmesinin; işçilerin bilinçlerini devrimci bilince genişletmeleri, politik öncüler olarak yetişmeleri ve yeteneklerini geliştirmelerinin mantığını; hareketin kapsamını, değişik yönlerini, ihtiyaçlarını, yaptığı dönüşleri genel olarak değil somut olarak kavramamız zorunlu. Ve böyle bir yeteneği elde etmeyi, ancak önce, örgütleme görevinde olduğumuz işçi ve emekçilerin yaşamına onlardan biri olarak katılmakla; ardından, başlangıçta eksiği ve zayıflığı da olsa ilkelere, disipline dayalı inatçı, kesintisiz bir çalışma içinde olmakla başarabiliriz. Bir yandan işçilerden öğrenmeyi, öte yandan partimizin çizgisi ve kolektif birikimine yaslanmayı ilke ve gitgide derinleşen açık bir tutum haline getirmeliyiz.

c)- Çalışmamızı ve kendi gelişmemizi, şurada ya da burada olup bitenlerin lafını etmekle, öteki gruplarla bizim gelişme eğrimizin farklı olmasına dikkat çeken örgütsel belirtilerin gevezeliği ile avunmakla geçiştirmemeli, yaptığımız iş ve aldığımız sonucun somut verileri üzerinden denetlemeliyiz. Kaç yeni işçi, emekçi ya da gençle ilişki kurduk; mensup olduğumuz grup bugün hangi işi yaptı, biz ona hangi görevle katıldık; hangi sorunla ilgili hangi toplantıyı örgütledik, hangi kararı aldık ve kaç bildiri, broşür dağıttık; basına hangi haberi ilettik, emekçilerden bu habere nasıl bir tepki geldi; emeğin organını nasıl dağıtıyoruz ve onun düzenli dağıtım alanını bugün ne kadar genişletebildik; emek hareketine mali ve maddi desteğimiz nasıl yürüyor ve bizim düzenli mali katılışımız ne yönde gelişiyor; bugün hangi arkadaşlara yardım ettik, kimleri nasıl eleştirdik, eleştirimiz hangi sonuçlara yol açtı vb… Çalışmamızı, bu ve benzer pratik görevlerde gösterdiğimiz sorumluluk, özveri ve disiplin bakımından denetlememiz zorunludur; özdenetimi yaşamımızın mutlak özelliği haline getirmenin önemini unutamayız.

Burada, üç maddede toplayarak ortaya koyduğumuz tutumla hareket etmek, işçi hareketine ve emeğin örgütüne devrimci katılışın kuralı durumundadır. Bu çizgi ve tutumu benimsediğimizde, kitlelerle ilişki kurmadaki endişelerden kurtulma yolunu bulacağımız gibi; öğrenme güdümüzün ve mücadele ve örgütlenme yeteneğimizin sıçrama yapması da önlenemez olacaktır. Bu adımı, önceden atmayı başarmış yoldaşların gösterdiği ilerleme ve çalışmalarında görülen verimlilik artışı tümümüz için örnek olmalıdır. Belki, her birimizin yanı başında değil ama her yerde değişik yönleriyle örnek oluşturan, öğrenmemiz gereken kişiliklerin çıktığı, çoğaldığı bir sır değildir.

Örgütlerimiz ve her düzeydeki eski ve yeni kuşak devrimci, hareketin ve bizzat çalışmamızın sunduğu bu kazanımları ve olanakları değerlendirmeyi bilmelidir. Bu, işçilere gerçekten yardım etmemizin bir koşulu olduğu gibi; başta değindiğimiz sınıf dışı “sosyalizm”in ve çürümüş üst tabaka “devrimciliği”nin yıkıcı etkisinden kurtulmamızın da bir zorunluluğu. Hareketin olanaklarını değerlendirip, dinamiklerine yaslanmayı başardığımızda, alt edemeyeceğimiz ve üstesinden gelemeyeceğimiz bir zaaf düşünülemez.

Son olarak belirtelim: Her zaman olduğu gibi, komünistlerin ilk işlerinin “kendi çalışmalarını eleştirmek” olduğu görüşüne dayandık. Bu nedenle de göze ilk çarpan zayıflıklar, eksiklikler ve çarpıklıklar üzerinde durduk. Her zaman olduğu gibi, sermaye cephesi ve “sol”daki eklentileri, ilan ettiğimiz ve üstüne gittiğimiz zayıflıklarımızı bize karşı kullanacaktır. Onlar ne yaparsa yapsın, biz kendimizi eleştirmekten hiçbir zaman kaçınmayacağız ve kendimizi eleştirimiz hep ön planda kalacaktır. Eleştiri ve özeleştirinin, bizim için bir zayıflık değil, bir güç kaynağı, bir erdem olduğunu göz ardı etmemeliyiz.

Eleştirel tutumumuzdan yola çıkarak, hiç kimse, örgütlerimizin çalışmasının burada ele alınanlardan ibaret olduğu, gelişen ve giderek güçlenen bir yanının “bulunmadığı” sanısına asla kapılmamalıdır. Her şey gözler önünde; örgütlerimiz, politik işçi hareketinin bölünmeden örgütlenmesinin olanaklarını eline veren bir platform üzerinde mücadelesini geliştirmektedir. Bu gerçek, kendini herkese bugünden kabul ettirmiştir. Sorun; özünde, hareketin sorumluluğunu ve görevleri üstlenme sorunudur.

 

Haziran 1997

Fransa: hiçbir şey boşa gitmedi!

Fransa’da işçi ve memur sendikaları, aradan yıllar geçtikten sonra ilk defa 1 Mayıs’ı ortak eylemlerle kutladılar. Başta, yaklaşık 60 bin işçi ve emekçinin katıldığı başkent Paris’teki eylemde olmak üzere, ülkenin birçok şehrinde on binlerce kişi “iş ve kardeşlik” sloganlarıyla yeniden alanlara çıktılar. 1997 1 Mayısı, hem katılımın kitleselliği, sendikal bölünmüşlüğün nispeten aşılması ve hem de öne sürülen talepler dolayısıyla, Fransız işçi hareketindeki diriliği bir kez daha gözler önüne serdi. İşçilerin 1 Mayıs mücadele geleneğinin unutturulmaya çalışıldığı, özellikle Batı Avrupa ülkelerinde bu yönde kuvvetli bir karşı saldırının yürütüldüğü bir dönemde yaşanan bu canlılık ve olumluluk, kesinlikle tesadüfî değildir. Aksine, hareketin şimdiye kadar oluşmuş birikimi ve yakın dönemin mücadele deneyleriyle bağlantı içerisinde ele alınmak zorundadır.

Fransız işçi ve emekçileri, Kasım-Aralık ’95 grev ve gösterileriyle zirvesine çıkan ve sonraki süreçte de değişik biçimlere bürünerek devam eden eylemleriyle, son yıllardaki işçi hareketine damgalarını vurdular. Yılların birikmiş öfkesinin dışavurumu olarak patlak veren genel grev ve onunla eşzamanlı olarak yürüyen birleşik eylem dalgası, başta ileri ülkelerin proletaryası olmak üzere işçilere ve ezilen halklara hem moral ve cesaret verdi ve hem de örnek teşkil etti. Kapitalistler sınıfı ise, Fransız işçilerin ‘beklenmedik’ çıkışı karşısında panik ve korkuya kapıldılar. “Sınıf mücadeleleri döneminin geride kaldığı” ve “sosyalizmin ruhuna fatiha okunduğu” şeklindeki görüşlerin genel kabul gördüğü sanısına kapılmış olan her renkten burjuva akıl hocaları, bu ‘ürpertici’ gelişmeler karşısında propaganda argümanlarını değiştirmek ve yenilemek zorunda kaldılar. Fransız işçilerinin kararlı kitlesel direnişleri bugün, emekçiler cephesinde son yılların önemli bir hareket noktası olarak kabul edilmeli ve ona uygun bir değer biçilmelidir.

Kasım-Aralık ’95 eylemlerinin teşkil ettiği önemin daha iyi anlaşılabilmesi ve günümüz işçi hareketi açısından yararlı sonuçların çıkarılabilmesi için, öncesine özet olarak da olsa bakmakta fayda vardır.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde ve “soğuk savaş dönemi” olarak adlandırılan yeni süreçte güç ilişkileri bakımından dünyada ortaya çıkan manzara aşağı yukarı şöyle idi: Bir tarafta kapitalist dünyanın koçbaşı olarak kendi üzerine salınmış olan Hitler’ci faşizmi ezerek savaştan zaferle çıkan ve Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan halk demokrasisi rejimleriyle birlikte güçlenen sosyalist Sovyetler Birliği ve onun başını çektiği sosyalist kamp. Öte tarafta ise, her iki dünya savaşını da kendi toprakları dışında yürüten ve muazzam bir askeri ve ekonomik güç oluşturmuş olan ABD ve harap olmuş ekonomilerini yeniden ayakları üzerine dikebilmek için onun yörüngesinde ve egemenliğinde birleşmiş olan kapitalist dünya.

Sosyalizme karşı ekonomik, politik, askeri, diplomatik, ideolojik vb. her alanda uzun vadeli stratejik bir plan çerçevesinde harekete geçen ve buna uygun mekanizmalarını da oluşturan kapitalist dünya, bir taraftan sosyalist kampa karşı ölümüne bir mücadele içerisine girerken, öte yandan ise bizzat kapitalist ülkelerin kendi bağrından ortaya çıkabilecek devrim dalgasına karşı da özel bir politika uyguladı. Bu politikanın bir yanını baskı ve şiddet önlemleri oluştururken, diğer yanını ise başta Avrupa proletaryası olmak üzere, özellikle ileri kapitalist ülkelerin proletaryasına sunulan rüşvetler teşkil etmekteydi. “Sosyal devlet”, bu rüşvet taktiğinin teorisi idi ve sistemi tehdit eden ya da edebilecek hareketlerin boyutuna göre, her aşamada değişen biçimlerde devreye sokuldu, İleri kapitalist ülkelerde savaş sonrasındaki yaklaşık kırk yıllık döneme damgasını vuran, esas olarak bu politikalardı.

Fakat kırk yıllık süreç boyunca, başlangıçta oluşmuş olan güçler mevzilenmesi olduğu, gibi kalmadı kuşkusuz. Burada bir tanesi esaslı-temel, diğeri de bunun doğal ve mantıki sonucu olarak gündeme gelen iki önemli dönemeç noktasından söz etmek gerekir. Birincisi, sosyalist Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu ve tarihteki ilk işçi devletinin yıkılması, sosyalist kampın dağılması olayıdır. ’50’li yılların ikinci yarısında gerçekleşen bu dönemeçten itibaren, savaş sonrasında ortaya çıkmış olan dünya manzarası esaslı bir değişiklik geçirdi. Artık söz konusu olan, birbirine temelden aykırı iki ayrı sistem değil, birbirleriyle dünya hegemonyası için kıyasıya kapışan iki emperyalist bloktur. İkinci önemli dönemeç noktası ise, ’80’li yılların sonuna gelindiğinde bu emperyalist bloklardan birisinin, revizyonist Doğu Bloğu’nun gürültülü çöküşü ve özellikle Rusya şahsında somutlandığı gibi, dünyanın yeniden paylaşılmasından pay talep etmeye devam eden saldırgan -emperyalist bir ülke olma ve hatta bir blok oluşturma iddiasını terk etmemekle birlikte- öteki bloğa iltihak etmesidir.

Revizyonist Doğu Bloğu’nun çöküşü ve emperyalist Batı Blok’un entegrasyonunun tamamlanması, uluslararası planda işçi sınıfına ve ezilen emekçi halklara karşı topyekûn savaşın ilan edilmesiyle aynı zamana denk düşüyordu. Yani, can çekişen revizyonist bloğun nihayet gerçekleşen çöküşü, bir önceki dönemin zorunluluktan nedeniyle katlanılmış uygulamaların da intikamını almak üzere, emperyalizmin uluslararası planda dizginlerinden boşanmış saldırganlığı için zemin hazırlayan en önemli sebep oldu.

 

YENİ ULUSLARARASI SALDIRI KAMPANYASI

Uluslararası kapitalist tekeller ve emperyalist devletler, ’90’lı yılların başından itibaren kanıksanmış olduğu gibi, sadece geri ve bağımlı ülkelerin emekçilerine ve ezilen halklarına karşı değil, bizzat ileri kapitalist ülkelerin proletaryasını da hedef alan eşi görülmedik yeni bir saldırı kampanyasına giriştiler. Emek cephesine karşı girişilen bu geniş kapsamlı savaş ilanı, yeni ve farklı özellikler taşımaktaydı. Birinci olarak, bu tam anlamıyla bir intikam saldırısıydı. On yıllar boyunca, ileri kapitalist ülkelerde işçi mücadelesiyle kazanılmış ve devrimin önüne barikat kurmak maksadıyla burjuvazi tarafından sineye çekilerek kabul edilmiş olan bütün hak ve özgürlüklerin silinip süpürülmesi hedeflenmekteydi. İkinci olarak, kapitalist tekeller ve büyük emperyalist devletlerarasında yaygınlaşarak sertleşmekte olan, dünyayı yeniden paylaşım savaşının bugünkü ve gelecekteki ihtiyaçlarını işçi sınıfına ve ezilen halklara ödetmeyi öngörmekteydi. Ve üçüncü olarak da, özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde artarak sıklaşmakta olan devrevi kriz ve durgunlukların yüklerini proleter ve emekçi kitlelerin sırtına yıkmayı hedeflemekteydi.

Ve bu, tek bir ülkede ya da bir bölgede değil, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere sistemin bütün parçalarında girişilmiş, topyekûn bir saldırıdır. G–7 zirveleri, IMF, Dünya Bankası, Paris ve Londra kulüpleri gibi karar merkezlerinde planlanarak yürürlüğe sokulan saldın programlan, tek tek ülkelerde ya da birçok ülkeyi içerisine alan bölgesel bloklarda uygulanmak üzere dikte ettirilmektedir. Karşı konulması imkânsız doğa yasaları gibi sunulan bu saldırı programının başlıca amacı, kapitalist tekellerin sınırsız sömürüsü ve dünya üzerindeki tahakkümü önünde engel teşkil eden her türlü kazanımın yok edilmesi ve kelimenin tam anlamıyla sermaye için dikensiz bir gül bahçesi oluşturulmasıdır.

Bu saldırı planı, geri ve bağımlı ülkelerde “yeniden yapılandırma ya da yapısal uyum planları” adı altında IMF ve Dünya Bankası direktifleri olarak gündeme gelirken, ileri kapitalist ülkelerde ise “modernleşme reformları” ve “globalleşen ekonominin zorunlulukları” olarak dayatıldı. Rekabet gücünden yoksun geri ve bağımlı ülkelerin ekonomilerini çökertmeye ve tümüyle teslim almaya yönelik, gümrük duvarlarının indirilmesi, ticaretin liberalleşmesi’, sübvansiyonların kaldırılması, bu ülkelerin gırtlaklarına kadar borç batağına sürüklenmeleri gibi önlemlere, istisnasız bütün ülkelerde uygulanan kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve on binlerce işçinin sokağa atılması, sendikaların parçalanması gibi hamleler eşlik etti.

 

AVRUPA’NIN YENİDEN YAPILANMA PLANI: MAASTRİCHT KRİTERLERİ

‘Yeniden yapılanma’ Avrupa’da şu anlama gelmekteydi: Yabancı sermayeyi daha fazla çekecek önlemler alma, uluslararası pazara açılma, sübvansiyonların (devlet yardımlarının) kaldırılması, sağlık, eğitim, barınma alanlarındaki kısıtlama ve kamu çalışanlarının ücretlerinin ve sayısının düşürülmesi yoluyla bütçe harcamalarının azaltılması, zenginler ve onların şirketleri üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi, işçi ücretlerinin düşürülmesi ya da dondurulması, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, mezarda emeklilik tasarıları, işçilerin sendikal ve siyasal örgütlenmelerinin parçalanması vb… Yani mücadele ile kazanılmış bütün hakların adım adım tasfiyesi ve işçilerin kölece yaşam koşullarına mahkûm edilmesi.

Avrupa’nın değişik ülkelerinde iktidarda bulunan ‘solcu’ ve sağcı partiler aynı emperyalist politikayı yürütüyorlar. Biri diğerinin yerini aldığında, kalınan yerden devam etmekten başka seçenekleri yok. En son örnekleri ispanya ve İtalya’da yaşandı. Frankocu Aznar ‘sosyalist’ Gonzales’in, İtalyan Komünist Partisi desteğindeki Prodi ise Berlusconi’nin yolundan ayrılmadıklarını pratikleriyle kanıtladılar, İngiltere’de Tony Blair ise, Thatcher ve Major eliyle yürütülen politikaların devamcısı olacağını henüz iktidar koltuğuna oturmadan ilan etmişti. Sonuç ise Avrupa çapında 20 milyona yakın işsiz, 55 milyon yoksul, yoğun özelleştirmeler, ücretlerin düşürülmesi, tüm sosyal hakların adım adım gasp edilmesidir.

Saldırı politikasının Avrupa’daki bir başka adı, “Maastricht AB Uyum Kriterleri”dir. 1991 yılı Aralık ayında HoIIanda’nın Maastricht kentinde kapitalist tekelleri temsilen bir araya gelen devlet ve hükümet başkanları, sermayenin döneme uygun çıkarlarının formülasyonu anlamına gelen bir sözleşmeyi imzaladılar. Sözleşmeye imza atan ülkelerin gerçekleştirmek üzere angaje oldukları yükümlülükler şunlardı:

1) Bütçe açıklarının Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla’nın (GSYİH) % 3’ü düzeyine düşürülmesi.

2) Devlet borçlarının GSYİH’nin % 60’ı düzeyine çekilmesi.

3) Enflasyonun % 3 oranını aşmaması.

4) Uzun vadeli faiz oranlarının % 7’yi geçmemesi.

Bu taahhütlerin ardında yatan gerçek maksat iyi anlaşılmadığından, bu hedeflere varılmasının tek tek ülke ekonomilerini istikrara kavuşturacak iyi bir gelişme olacağı düşünülebilir. Ama asıl mesele, bunun kimin sırtından ve kimin ‘fedakârlığı’ sayesinde gerçekleştirileceği meselesidir. Ve bu planın özü, yaygın bir özelleştirme ve kitlesel işten atmalar, devletin küçültülmesi ve o güne kadar katlanılmış olan sosyal harcamaların asgariye indirilmesi, eğitim-sağlık-konut harcamalarının kısıtlanması ve sendikal ve siyasal işçi örgütlenmelerinin dağıtılması ve sermayenin en rahat, engelsiz koşullarda azami sömürüsünü gerçekleştirebilmesinin yolunun açılmasıdır.

İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde aynı planın gereklerinin yerine getirilmesi için düğmeye ’92 yılı başından itibaren basıldı. ’92 yılı boyunca çeşitli Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen referandumlar ise, tekellerin planını halka onaylatmak üzere başvurulmuş birer formalite idi. Kabul edilmediği yerde ikinci kez referanduma başvurarak, olmazsa başka yöntemlerle mutlaka geçirilmesi gereken bir özellik taşımaktaydı. Birçok ülkede ise, herhangi bir halk oylamasına bile başvurulmadı, parlamento oturumlarında alınan kararlar yeterli sayıldı. Doğrusu, işçi ve emekçi kitlelerin referandum ya da seçim yoluyla böylesine kapsamlı bir saldırıya göğüs germesinin imkânı yoktu. Nitekim Danimarka’da ilk referandum sonuçlan olumsuz yönde çıkınca, burjuvazi hemen kısa bir süre sonra ikincisini düzenlemekten ve hile ile kabul ettirmekten geri kalmadı. Ama az bir farkla da olsa çoğunluğun Maastricht lehine oy kullandığı ülkelerde, kısa bir süre sonra yapılan kamuoyu yoklamalarında ezici çoğunluğun fikir değiştirdiği ve karşı çıktığı tespit edilmesine rağmen, ikinci kez referanduma gitmek gibi bir yola başvurulmadı. Dolayısıyla, sermayenin saldırısına sokakta yanıt vermekten başka bir seçenek kalmamaktaydı.

İşte Fransız işçi ve emekçileri 1995 Kasım-Aralık aylarında bu yola başvururken, aslında milyonlarca Avrupalı emekçilerin özlemlerine de tercümanlık yapma görevini üstleniyorlardı. Mücadeleci geleneklerini hiçbir zaman tümüyle yitirmeseler de, sosyal demokrasinin hükümet ettiği on beş yıl boyunca büyük ölçüde dağınıklığa itilmiş ve dünyada baş döndürücü bir hızla gelişen olayların etkisi alfanda şaşkınlığa sürüklenmiş olan işçi ve emekçiler, sadece Fransa’da değil, bütün Avrupa’da yeni bir dönemin kapısını aralayacak bir hareketlenme içerisine girdiler.

 

PAYLAŞILACAK PASTA YETERSİZ Mİ?

Fransa, bir buçuk trilyon doları aşan yıllık brüt ulusal gelirle, dünyanın en zengin ülkeleri arasında ABD, Japonya ve Almanya’dan sonra dördüncü sırada yer almaktadır. Ancak, bütün ülkenin ürettiği ortak zenginliklerin, gelir ve mülkiyet olarak paylaşımında korkunç uçurumlar var. En üstteki % 20’lik kaymak tabaka, gelirlerin % 43,8’ine el koyarken, en alttaki % 20’lik yoksul tabaka sadece % 6,1’ini alabiliyor. Zenginliklerin mülkiyetini elde tutma bakımından uçurum daha da derindir: En zengin beşte birlik kesim mülkiyetin % 68,8’ini elinde tutarken, en alttaki beşte birlik kesim mülkiyetin sadece % 0,44’üne sahiptir. Yani en üsttekiler, en alttakilerden tam 156 kat daha fazla mülkiyeti ellerinde toplamışlardır. 1994–96 döneminde birçok işletmede kriz bahanesiyle on binlerce işçi sokağa atılırken, açıklanan resmi rakamlara göre, Fransa’nın 25 büyük tekeli, kârlarını beşe katladılar. İstatistiklere göre kişi başına düşen yıllık gelirin 23.500 dolar olduğu söylenen bu ülkede, 1 milyon kişi yılda yaklaşık 4.500 dolar yardımla yaşıyor. Özel ve kamu sektöründe çalışanların % 60’ı ortalama ücretin altında bir aylık alıyorlar. İşsizlik, toplumu kemiren bir yara olarak artarak sürüyor. 1974 yılında % 3 olan işsiz oranı, bugün % 12,8’ye yükselmiş durumdadır. (3 milyon 300 bin kişi). Buna, geçici ve güvencesiz işlerde çalışmakta olan 1,5 milyon da eklendiğinde asıl işsiz sayısının yaklaşık beş milyonu bulduğu görülecektir. Fransa çapında 500 bin evsiz ve bir buçuk milyon da ‘sağlık koşullarına uygun olmayan’ evlerde yaşayan insan var. Ama öte yandan, sadece Paris’te emlak spekülatörlerinin elindeki iki yüz bin ev, yüksek kiralar nedeniyle boş duruyor. Her yıl kış aylarında onlarca evsiz-yoksul insan sokakta soğuktan donarak ölüyorlar.

Toplumun geleceği olması gereken gençliğin durumu daha da kötüdür. Gençleri işsiz-güçsüz, gelecekten umudunu kesmiş bir ülkenin refah ve huzur içerisinde yaşadığı iddia edilemez. Fransa’da 25 yaşın altındaki her dört gençten biri işsizdir. Toplam işsiz sayısının üçte birini gençler oluşturuyor. İşçi ve emekçi çocuklarının ezici çoğunluğu herhangi bir kalifikasyon elde edemeden okulu terk etmek zorunda kalıyorlar. Ülkenin ekonomik ve politik hayatında söz sahibi elemanlar yetiştiren yüksekokullara girebilenlerin % 49’unu zenginlerin ve üst tabaka yöneticilerin çocukları oluştururken, sadece % 6’sı işçi çocuklarıdır.

1995 Kasım-Aralık eylemleri ve sonrasında başka biçimlere bürünerek süren hareket, görünüşte hükümetin geçirmek istediği sosyal sigorta reformuna, emeklilik yaşının yükseltilmesine ve işten atmalara karşı vb. taleplerle gelişmesine karşın, aslında kapitalizmin sınır tanımaz zorbalığına, dünya çapında giriştiği kapsamlı saldırı planına karşı ve yukarıda bir bölümü ortaya konan tablonun değişmesi yönünde bir isyan anlamına gelmekteydi. Uluslararası proletarya saflarındaki toparlanma, canlanma ve yeni dinamiklerle donanmış olarak ileriye atılma eğiliminin somut bir ifadesiydi. Ve zaten bu nedenle de hem dünya işçi ve emekçilerinin ve hem de genel olarak sermayenin dikkatleri uzunca bir süre Fransa’ya çevrildi. Bugün de, gelişmiş kapitalist ülkeler arasında her an patlamaya hazır ülkelerin başında yine Fransa geliyor. Saldırı planlarını bir türlü istediği tarzda kabul ettiremeyen ve her seferinde emek barikatına çarpan burjuvazi, şimdi de ani bir kararla erken seçimlere başvurarak politik temelini sağlamlaştırmak ve alacağını umduğu seçmen desteğiyle yeni bir saldırıya girişmek hazırlığındadır. Ancak, seçim sandığından çıkacak sonuçlar ne olursa olsun, ’95 eylemlerinin deneyimini yaşamış bir ülkede sermaye planlarının kolayca kabul edilmeyeceğini söylemek abartı olmayacaktır.

 

HAREKETİN KAZANIMLARI

Fransız işçilerinin bu büyük çaplı hareketi, her ne kadar başta öne sürdüğü taleplerin elde edilmesi noktasında bile tam bir başarıya ulaşamadan ‘sonuçlandı’ ise de, işçi sınıfının bilincinde yer eden ve onun gelecekteki sınıf savaşımlarına daha kuvvetli ve zaaflarından arınmış olarak hazırlanmasına zorunlu olarak hizmet edecek önemli kazanımları da beraberinde getirdi. Her şeyden önce işçi ve emekçiler kendi sınıf güçlerinin bir kez daha farkına vardılar. Birlik içerisinde hareket ettiklerinde, hayatı durdurma ve burjuvazinin en yoğun saldırılarına bile karşı koyabilme güçlerinin olduğunu ve dolayısıyla, sermayenin saldırılarının mücadeleyle geriletilebileceğini gördüler ve herkese de gösterdiler. Özel mülkiyetten arınmış tek toplumsal sınıf olarak proletaryanın, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyinin olmadığı” ve harekete geçtiğinde, kendisiyle birlikte toplumun tüm ezilen tabakalarını da sürükleyecek yetenekte olduğu bir kez daha teyit edilmiş oldu. Kamu çalışanlarının, öğrenci ve aydınların hareket boyunca içerisine girdikleri yeni yönelimler bunun somut göstergesiydi. Hareketin motor gücünü teşkil eden demiryolu işçilerinin sektörel bazdaki talepleri kabul edilmiş olmasına rağmen, “biz sadece kendimiz için değil, bütün emekçi tabakaların istemleri için greve çıktık ve sonuna kadar da devam edeceğiz” şeklinde ortaya koydukları tutum, sınıfın ileri bölüklerinin öncü karakterini bir kez daha hatırlatmakta ve pratikte de kanıtlamaktaydı. İşçiler ve emekçi halk arasında her türlü çıkar ilişkisinden uzak sınıf dayanışmasının sıcaklığı ve içtenliği her gün yeniden yaşanarak tazelendi. İşçi sendikalarındaki yozlaşma ve işbirlikçi çizginin ancak mücadele içerisinde alt edebileceği açıkça görüldü. Ve hepsinden de önemlisi işçi ve emekçiler, patronların, hükümetin, sağcısı-“solcusu” ve neo-faşisti ile bütün sermaye partilerinin, onların hizmetindeki medya, polis ve adalet aygıtının, uluslararası sermaye kuruluşlarının, borsaların, bankaların ve uluslararası emperyalist güç odaklarının tek bir cephe halinde birleştiklerini ve basbayağı sınıf savaşı yürüttüklerini görme ve buradan kendileri payına bazı dersler çıkarma imkânını buldular.

Fransız işçilerinin ’95’teki kitlesel birleşik direnişi ve haftalar süren grevi, gelip geçici bir protesto hareketi değil; sermayenin, çapı ileri kapitalist ülkelerdeki emekçilere kadar genişleyen uluslararası plandaki geniş kapsamlı savaş ilanına karşı, proletaryanın, kökleri derinde yatan yeni hareketlenmesinin ifadesi idi. Aynı görkemde ve etki derecesinde olmasa da Almanya, İtalya, İspanya, Belçika gibi ileri kapitalist ülkelerde ve Güney Kore, Endonezya, Hindistan, Türkiye, Arjantin, Brezilya gibi ülkelerde ve Rusya başta olmak üzere eski Doğu Bloğu ülkelerinde son yıllarda yaşanan ve birçoğunda son yirmi yılın en kararlı-kitlesel karşı çıkışları olarak nitelendirilen eylemler, girilmekte olan dönemin özellikleri hakkında ipucu vermektedir. En yakın örnekleri Arnavutluk ve Ekvador’da yaşanan ve birçok Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkesinde de benzerleri görülen toplu halk ayaklanmalarına kaynaklık eden nedenler de asıl olarak aynı içeriklidir.

 

FRANSIZ İHTİLALCİLİĞİ

Bitirirken, kısaca bir başka noktaya değinmekte yarar var. Bilindiği gibi burjuvazinin işçi ve emekçilere saldırısı sadece ekonomik ve politik içerikli değil, aynı zamanda ve özellikle de ideolojik bir saldırıdır. İdeolojik savaşın en önemli unsurlarından birisi ise, sınıfın mücadele deney ve birikimlerini unutturmak, hafızasında gelecek mücadeleler açısından olumluluk teşkil edebilecek ne varsa silip atmaktır. Burjuvazinin bu alanda önemli başarılar kazandığını kabul etmek gerekir. Ama bunu tümüyle başarılabileceğini zannetmek, ahmaklık olur. Fransız işçi hareketi bu bakımdan da çarpıcı örnekler sunuyor.

Lenin, Marksizm’in üç temel sacayağından söz eder: “19. yüzyıl İngiliz ekonomisi, Alman felsefesi ve Fransız ihtilalciliği”. İlk ikisi için aynı şeyleri bugün söylemek belki mümkün değil ama Fransız ihtilalciliği tarihte oynadığı role, bugün de sadık kalmaya devam ediyor. Tarihte proletaryanın ilk bağımsız eylemi olan Lyon tekstil işçilerinin 1831’deki büyük ayaklanmalarından bu yana Fransız işçileri, her önemli dönemeçte sermaye egemenliğine karşı ihtilalci girişkenliklerini devam ettirdiler. Ve bütün demagoji ve unutturma çabalarına rağmen, işçilerin her büyük eylemde dönüp kendi tarihlerine baktıklarının, oralardan bugüne kendi usullerince tarihi tecrübeler aktardıklarının onlarca örneği var. ABD önderliğinde birleşmiş emperyalist koalisyonun Irak halkına bomba yağdırdığı ve bütün gericilerin, sosyal demokratların, yeni dünya düzenci aydınların, işbirlikçi sendika bürokratlarının vb. desteğini arkasına aldığı Körfez Savaşı sırasında, Fransız liman işçilerinin tutumu hatırlanmalıdır. Toulon liman işçileri, cepheye gidecek askeri mühimmatı gemilere yüklemeyi reddetmiş ve emperyalist-haksız savaş karşısında işçi tutumunun bugün de unutulmadığını göstermişlerdi. Kasım-Aralık eylemlerinde ise Lyon ayaklanmasının, Paris Komünü’nün sloganlarını içeren pankartlar sembolik olarak taşındı. Kadınların ellerinde, Komün’ün yiğit savaşçısı ve burjuvaların “kızıl veba” adını taktıkları Louise Michele’in posterleri vardı. Binlerce insan sıkılı yumruklarını havaya kaldırarak Eugene Pottier’in Komün ateşi içerisinde kaleme aldığı işçi sınıfının uluslararası marşını, “Enternasyonale haykırıyorlardı. Eylemlerin başını çeken ve motor gücünü oluşturan demiryolcular, “Halk Cephesi hükümeti döneminde kazanılmış haklarını çiğnetmeyeceklerini” açık ve seçik olarak dile getiriyorlardı. ’68 gençlik ve işçi hareketi, bütün eylemler boyunca ve sonrasında en yakın dönemin çarpıcı bir örneği olarak hep dillerde idi.

Bütün bunlar, işçi sınıfının tarihinde çekilmiş acıların, dökülen kan ve akıtılan terin boşa gitmediğinin somut göstergeleridir. Mücadele tarihindeki şanlı sayfaları ve tarihi tecrübeleri sınıfın belleğinden koparıp almak imkânı yoktur.

 

Haziran 1997

Alman mali-sermayesinin yapısı üzerine notlar

Almanya, geçtiğimiz ay, Krupp-Hoesch tekelinin kendisinden daha büyük ve güçlü Thyssen’i “düşmanca devralma” yöntemiyle yutma girişimi ve bu olayın kışkırttığı çelik işçilerinin direnişiyle çalkalandı. Çok sürmedi, kamuoyu ve çelik işçileri bu girişimin gerisinde bankaların durduğunu anladılar ve tepkiler beklenmedik bir hızla bankalara yöneldi.

“Bankalar ve sahip oldukları iktidar” konusu yeniden ülkenin gündemine girmiş oldu. “Ülkeyi kim yönetiyor? Frankfurt’taki bankalar mı, Bonn’daki hükümet mi?” soru ve tartışmaları kaçınılmaz bir şekilde yeniden alevlendi. Hep bir ağızdan “Bonn göreve” çağrıldı. Sözüm ona “bankaların sınırsız egemenliğinin kısıtlanması” amacıyla kaleme alınmış, ancak yıllardır parlamento komisyonlarının çekmecelerinde bekletilen yasa tasarıları yeniden piyasaya sürüldü…

Açıktır ki, amacımız bu demagojik tartışmaya katılmak değildir. Bununla birlikte, istemeyerek kendini gündeme sokan Alman mali-sermayesinin bugünkü konumu ve yapısını irdelemek güncellik kazanmıştır. Bu araştırmanın konusu da esas olarak budur.

Kuşkusuz, İsviçre ve Avusturya’daki (hatta bazı yönlerden Japonya’daki) mali-sermayenin örgütlenme şekli ve yapısıyla çok benzerlikler taşıyan Alman mali-sermayesinin, diğer emperyalist ülkelerdeki -sözgelimi ABD’deki- mali-sermayenin örgütlenme şekliyle ayrışan pek çok yönleri bulunmaktadır. Buna karşın, Alman mali-sermayesinin örgütlenme şekli ve yapısı, genel olarak mali-sermayenin anatomisinin klasik bir örneğini sunmaktadır. Lenin’in mali-sermayeyi irdelerken, ağırlıklı olarak Almanya örneği üzerinde durmasının nedeni de budur aslında. Başka bir deyişle, Alman mali-sermayesinin örgütlenme şeması ve yapısını ortaya koymakla, bir yerde mali-sermayenin bugünkü bazı genel karakteristik özelliklerini de açıklamış olacağız.

 

I.

ÜRETİMDEKİ TEKEL OLGUSU

Alman mali-sermayesinin bugün hangi finans gruplarından meydana geldiği, somut olarak nasıl örgütlendiği, iç ve dış ilişkilerinin nasıl şekillendiği, güç ve etkinliğinin hangi boyutlara ulaştığı vb. soruları ele almadan önce, sorunun temelini ilgilendiren bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Bu temel nokta şudur: Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin tarih sahnesine çıkardığı tekel olgusu ortaya konmadan, genel olarak sermayenin kendisindeki yoğunlaşma açıklanamaz. Dolayısıyla, tekel olgusunu atlayan bir araştırma mali-sermayenin bugünkü gerçek temellerini de açıklamaktan uzak kalacaktır.

“Solcu” burjuva liberalizminin çarpık mali-sermaye tahlillerine bugün de sık sık rastlanmaktadır. Para olgusunu üretim ilişkilerinden kopararak ele alan bu tür yaklaşımlar; yeni olmamaları bir yana, mali-sermaye olgusu etrafındaki yanılsamaları ön planda tutmalarından ötürü, esasta, metanın yerine geçirilmiş bir para fetişizmine tekabül etmektedirler. Bu konuya ilişkin Marksistlerle burjuva reformistleri arasındaki yaklaşım ve vurgu farklılığı en ince ayrımını kuşkusuz Lenin ile Hilferding’in mali-sermaye tanımlarında bulmuştur.

Bilindiği gibi, Lenin, Hilferding’in yaptığı ‘finans kapital’ (mali-sermaye) tanımını eksik bulur. Çünkü Lenin’e göre Hilferding, tanımında, “çok önemli bir olguyu, üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yol açtığı ve hâlâ açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir.” Lenin’in tanımı ise şöyledir:

“Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi – işte mali-sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü.” (Lenin, “Emperyalizm” sf. 58)

Lenin’in yaptığı vurguyu göz önünde tutarak sorunun temellerini irdelemeye başlayalım.

 

* * *

Almanya’nın günlük ekonomik politik yaşamı kabaca izlendiğinde, göze hemen şöyle bir çelişki batar: Başta meclis ve burjuva partileri olmak üzere politik alanda ve tabii dolayısıyla da politik propaganda, tekel olgusu katı bir şekilde reddedilir ve durmaksızın “serbest rekabet”ten, “hür teşebbüs”ten, “ekonomik özgürlük ve fırsat eşitliği”nden dem vurulur. Bu yerleşik propaganda devam ederken, aynı anda burjuva ekonomi dergileri ve kitaplarında tam tersi bir tabloyla karşılaşılır. Burada dünya ekonomisine artık dev tekel gruplarının hükmettiği ve dünyayı aralarında bölüştüğünün itirafı sayılabilecek sayısız alıntı aktarılabilir. Çok çarpıcı olduğundan Alman sermayesinin sözcülüğünü yapan Wirtschaftswoche dergisinden aldığımız bir örnekle yetinelim:

“Çok sayıda Konsernler (Konsern bir holding türüdür -A.C.) uzun bir süreden beri belli başlı devletleri sadece büyüklük bakımından geçmiyorlar… Dünya ölçeğinde etkinlik gösteren ekonomik devlerin menajerleri, yemek listesinden sipariş eder gibi tek tek ülkelerde kendilerine en çok kazancı vaat eden teklifleri seçmektedirler. Ücretlerin düşük olduğu yerde üretmek; yasaların katı olmadığı yerde araştırmak ve vergilerin yüksek olmadığı yerde kazanç göstermek. (…)

Kavramlar, siyasetin güç kaybını yansıtmakta: ’60’lı yılların şüpheli ‘çok uluslu’ (şirketlerinden) ‘uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü’ (1) şirketler çıktı. Yabancı yatırımlar uğruna verilen rekabette siyasetçiler şimdi bu şirketlerin huzuruna çıkmaktadırlar.

Çok uluslularla ilgili o dönem yapılan kavgalar, bugünden bakıldığında çok anlamsız gelmekte, zira gelinen yerde ekonominin uluslararasılaşması bambaşka boyutlara ulaştı. 1975 yılında 282 milyar dolar olan yabancı doğrudan yatırımlar, bugün 2 trilyon 125 milyar dolara fırladı. Bunun üçte biri, dünyanın 100 büyük şirketine düşmektedir. Tek başına İngiliz-Hollanda petrol Konserni Royal Dutch/Shell’in yurtdışı faaliyetleri 70 milyar doları bulmaktadır.

Uluslar-üstü şirketlerin sayısı son 20 yılda birkaç misli arttı. Bugün dünyada ülke sınırlarını aşan ve kendilerine bağlı 200 bini aşkın şirkete (“kız şirketi”ne) sahip 37 bin ana şirket vardır ve bunlar toplu olarak dünya çapındaki özel servetin yaklaşık üçte birini ellerinde bulunduruyorlar. Toplam ciroları 4 bin 800 milyar dolara ulaşıyor bu, toplam dünya ticaret hacmini geçen bir miktardır.” (Wirtschaftswoche, 16. 9. 94; sf. 41)

İşte bunlar herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar açık ve çarpıcı sözlerdir. Belki şunu eklemek gerekir: Buradaki veriler 1993 yılma aittir! Yani aradan geçen dört yıl zarfında bu süreç daha ileri boyutlara ulaşmıştır.

Yine aynı tarihli dergiden aldığımız şu rakam ve kıyaslamalar da günümüz tekelleşme sürecinin ve tekel olgusunun ulaştığı noktayı tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir. Derginin ’93 yılına ait rakamlarına göre, General Motors’un yıllık cirosu Danimarka’nın 135 milyar doları bulan Gayri Safi Yurt İçi Hâsılası’na (GSYİH) denk düşmektedir. Ford’un cirosu Norveç’in GSYİH’den (103,5 milyar dolar) daha yüksektir. Toyota’nın 85,3 milyar dolarlık cirosu Finlandiya’nın GSYİH’yi (82,5 milyar dolar) geçmektedir. Almanya’nın en büyük tekeli Daimler-Benz’in cirosu (59,1 milyar dolar) ise İrlanda’nın GSYİH’sini (45,8 milyar dolar) aşmaktadır.

Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin bugün ne tür dev tekelleri ortaya çıkardığını gösteren bu verilere, bu sürecin hangi tempoyla geliştiğine işaret eden şu veri eklenebilir: Dünyanın başta gelen holdinglerinden Mitsubishi’nin ’95 yılındaki cirosu 180 milyar doları buldu. Böylece tek bir uluslararası şirketin yıllık cirosu, Avusturya gibi ileri kapitalist bir ülkenin toplam Gayri Safi Milli Hâsılası (GSMH)’na ulaşmış bulunmaktadır!

Peki, tekelleşmenin bugünün Almanya’sında geldiği nokta nedir? Tekel konusunda nasıl ki ABD için tröstler karakteristik ise, Almanya için de konsernler karakteristiktir. Konsernler ise Bosch vb. gibi istisnalar dışında Anonim Şirketlerden (AŞ) meydana gelmektedirler. Almanya’nın en büyük 100 şirketinin üçte ikisi AŞ biçiminde örgütlenmiştir. Toplam şirketlerin sayısına bakıldığında ise durum değişmektedir: GmbH, yani Limited Şirket (Ltd.) tipi en yaygın olan şirket tipidir. Bugün 160 Ltd. şirketi başına bir AŞ düşmektedir. Ltd. şirket tipine daha çok küçük ve orta ölçekli işletmelerde rastlanılıyor. (H. M. Bury/T. Schmidt, “Das Banken-Kartell”, sf. 42) Şöyle de denebilir: Sermayenin nispeten küçük ve sahiplerinin de tek ya da birkaç kişiden oluştuğu yerde (genellikle “tekel dışı” sermayede) Ltd. şirketi yaygın; sermayenin büyük, (satışa çıkarılan hisseler yoluyla) geniş dağılımlı ve fakat yoğunlaşıp merkezileştiği yerde AŞ yaygındır. Mali-sermaye, oluşumu ve merkezileşmesinde, AŞ şahsında en uygun şirket tipini bulduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

1987 yılında Almanya’da 1000 sanayi işletmesi (bunlar toplam sanayi işletmelerin yüzde 0,3’ü oluşturuyorlardı) toplam sanayi işletmelerinin yıllık cirosunun yüzde 43,4’ü meydana getiriyor ve toplam çalışanlarının da yüzde 39,4’ü istihdam ediyordu.

2350 sanayi işletmesi (yüzde 5) ise, toplam cironun yüzde 58’i gerçekleştiriyor, çalışanların da yüzde 53’ü istihdam ediyordu.

Üretimdeki merkezileşmenin Almanya’da hangi tempoyla geliştiğini yandaki “şirket birleşmeleri”nin (füzyon) sayıları ortaya koymaktadır:

 

Yıl Füzyon Sayısı Yıl Füzyon Sayısı

1958 15 1976 453

1960 22 1977 554

1962 38 1979 602

1965 50 1981 618

1968 65 1983 506

1970 305 1985 709

1972 269 1987 887

1974 294 1988 1159

Enver Hoca, emperyalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası döneminin tahlili bakımından çok önemli tespitlerde bulunduğu “Emperyalizm ve Devrim” adlı eserinde, 70’li yılların kapitalist dünyasındaki tekelci füzyon ve yutmaların eriştiği hacmin, ikinci Dünya Savaşı öncesine göre yedi ila on kat daha büyük olduğunu vurgulamaktadır. Almanya açısından şu rahatlıkla söylenebilir ki, 80’li yıllardan başlamak üzere bu hacim 90’lı yıllara gelindiğinde ’70’li yıllardakini en azından ikiye katlayarak büyümüştür. Nitekim ’80’li yılların sonu, ’90’lı yılların başı, Almanya’da savaş sonrasının en büyük füzyonlarının yaşandığı dönemlerdir. Krupp-Thyssen olayı bu sürecin en son değil ama en güncel örneğidir.

Üretimdeki merkezileşme ve yoğunlaşmanın diğer bir göstergesi de (sonucu demek daha doğru), şirket iflaslarındaki artıştır. 1980’li yılların ortalarında iflasını bildiren şirket sayısı 18 bin dolaylarında iken (ki bu sayı 1980’de 9 bin dolaylarındaydı), bu rakam 1996’da 24 bini geçmiştir. (Bir kıyaslama: 1932’de bu sayı 14 bin 138 idi.) Almanya’da bugün iflaslar, savaş sonrası dönemle kıyaslandığında rekor düzeydedir. Ekonomi enstitüleri iflasların bu yıl da hızını kaybetmeyeceğini bildirmektedirler. Dün olduğu gibi bugün de üretim ve sermayedeki yoğunlaşma küçük ve orta ölçekli işletmelerin yıkımı demektir. Yukarıda 1980’li yıllarla ilgili sözü edilen iflaslar zanaatkâr işletmeleri, perakende ticareti ve tarım sektörü için şu anlama gelmekteydi: Zanaatkâr işletmelerin sayısı 1950’de 886 bin 500 iken, 1988’de 489 bine düşmüştür! Perakende ticaretiyle uğraşan işletmelerin sayısı 1971’de 173 bin 576 iken, 88’de 73 bini ancak bulmaktaydı. Tarım sektöründe bu rakam 1950’de 1 milyon 646 bin 751 iken, 1988’de 1 milyon azalarak 665 bin 517’dir. (Karl Waffenschmidt, agy, sf. 14)

Görüldüğü gibi, merkezileşme ve yoğunlaşma ekonominin tüm alanlarını kapsayarak tüm hızıyla gelişmektedir. Bugün gerek ticarette, gerekse tarımda büyük ölçekli işletmelerin ya da dev tekellere bağlı büyük şirketlerin kesin hâkimiyeti kurulmuş bulunmaktadır. Sanayideki küçük ve orta ölçekli işletmeler zaten uzun bir süredir büyük tekellerin birer “eklentisi” haline gelmiş, varlıklarını tekellerin icazetiyle sürdürmektedirler. Almanya açısından bu durumun altını özellikle çizmek gerekiyor. Çünkü Almanya’da burjuva propagandası bu konuyu özellikle çarpıtmaktadır. Sık sık şu rakamlar ileri sürülür: Almanya’da sayıları yaklaşık 3 milyonu bulan işletmelerin yüzde 99,8’i; 500’den az işçi çalıştıran ya da yıllık cirosu 100 milyonu geçmeyen küçük ve orta ölçekli işletmelerden meydana gelir. “Serbest rekabet” demagojisine de dayanak yapılan bu tablonun gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ve ayrıca bu tablonun aslında ileri sürülen görüşün tam tersini kanıtlamakta olduğu bir yana; özellikle bu tür işletmelerin sermaye bakımından konumlarını ortaya koymak söz konusu demagojinin boşa çıkarılması için yeterli olacaktır. Zira küçük ve orta ölçekli işletmeler görüntüde ayrı şirketler olarak varlıklarını sürdürseler dahi, sermaye kaynakları açısından çoktandır mali sermayenin ağına takılmışlardır. Bu konuda nesnel durumun anlaşılmasına yardımcı olan en sağlıklı veri, bu ölçekteki şirketlerin ana sermaye bakımından konumlarını açıklığa kavuşturmaktır. Şu rakamlar her şeyi açıklamaktadır: Almanya’da şirketlerin ana sermaye oranı, ’60’lı yıllarda ortalama olarak yüzde 30 dolaylarında iken, ’90’lı yılların başında yüzde 18’e düşmüştür. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerde bu oran yüzde 15’lerin altına düşmektedir. (H. M. Bury/T- Schmidt, “Das Bankenkartell”, sf. 219) Başka bir deyişle, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ezici çoğunluğu mali sermayenin egemenliği altındadır, mali sermaye para musluklarını açtığı oranda varlığını sürdürmektedirler.

Hâlâ yaşanmakta olan bu yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin Almanya’da ne tür dev tekelleri meydana getirdiğine gelince. Almanya’nın en büyük tekelleri denildiğinde, kuşkusuz akla en başta; Daimler-Benz, Siemens, VW, Veba, Bayer, Thyssen, Krupp, BMW, BASF, Bosch, Mannesman vb. gelir. Fazla ayrıntıda boğulmamak için, biz de burada bunlardan sadece ilk ikisini örnek alarak Almanya’daki tekellerin somut durumu ve yapısını açıklamaya çalışalım.

Daimler-Benz AG: 1883’te kurulan Daimler-Benz AG (D-B AG), Almanya’nın en büyük “sanayi tekeli”dir. Pek çok alanda üreten ve yatırım ve ortaklıklara sahip olan tekeller arasında da en gelişkini olan D-B AG, bugün otomobilden (Mercedes) silah üretimine (MBB), elektronikten (AEG) uzay araçlarına (DASA) kadar çok geniş bir alanda etkinlik göstermektedir. Holdingin doğrudan ya da dolaylı yoldan kontrol ettiği şirket sayısı 300’ü geçmektedir. (2) Bu şirketlerin önemli bir kısmı, kendi alanlarında Almanya’nın ya da dünyanın başta gelen şirketleridir. Örneğin otomobil ve kamyon üretimi alanında Mercedes’in konumunu uzunca anlatmaya gerek yoktur. Öte yandan havacılık ve uzay dalında üretim yapan DASA, kendi sektöründe Avrupa’nın birinci, dünyanın da üçüncü büyük şirketidir. DASA aynı zamanda Airbus uçağını üreten konsorsiyumun en büyük ortağıdır. Bugün dünyanın 110 ülkesinde şube ve temsilciliği bulunan AEG ise, bir kısmı D-B AG holdingi tarafından yabancı şirketlere satılmış olsa da, holdinge geriye kalan bölümleriyle (mikro-elektronik, otomasyon tekniği, ray sistemi vb.) piyasadaki etkinliğini hâlâ korumaktadır.

Belirtilenlerden de anlaşıldığı gibi, Daimler-Benz AG, tipik bir “karma kartel”dir. D-B AG, bir yerde holdingin çatışıdır. Bu çatının altındaki örgütlenme yapısı bir sacayağı şeklindedir. Holding şu üç alanı koordine ediyor, yönlendiriyor ve denetliyor: Mercedes Benz, Daimler-Benz Aerospace (DASA) ve Daimler-Benz InterServices (‘debis’). Sonuncusuyla ilgili şu bilgileri vermekte fayda var: 1990 yılında kurulan ‘debis’, holding içi tüm hizmetleri merkezileştiriyor. ‘debis’in 6 çalışma alanı var: Systemhaus Ltd. ile birlikte tüm tekelin bilgisayarlarını kapsayan merkezi enformasyon işlemini örgütlemek, bilgisayar programı geliştirmek; Mercedes-Benz Finanz Ltd. ile satış finansmanı ya da leasing gibi finans hizmetlerinde bulunmak; ‘debis’ Assekuranz Vermittlungs Ltd. aracılığıyla tüm holding şirketlerine, çalışanlarına ve başka yabancı müşteri ve şahıslara sigorta hizmeti sunmak; ticaret (“Üçüncü Dünya”nın ve Doğu Avrupa’nın döviz açığı olan ülkeleriyle döviz sorununu giderici ticareti örgütlemek); debitel Kommunikationstechnik Ltd. & Komandit şirketi ve Bosch Telecom Service (BTS) ile birlikte el telefonları alanında hizmet sunmak ve gayrimenkul yöneticiliği konusunda çalışmak. D-B AG holdinginin ‘debis’ kolunun 1995 yılındaki cirosu 11 milyar 784 milyon marka ulaşmıştı; 94’de bu rakam 10 milyar 804 milyon marktı.

Daimler-Benz AG holdingin toplam cirosu ise 1993’ten 1995’e kadar sırasına göre şöyleydi: 97 milyar 737 milyon mark (yurtdışı payı: 59 milyar 418 milyon mark); 104 milyar 75 milyon mark (65 milyar 60 milyon mark) ve 103 milyar 549 milyon mark (65 milyar 434 milyon mark). Çalıştırdığı işçi sayısı da aynı yıl ve sıralamaya göre şöyledir: 366 bin 736 (yurtdışına çalışanların sayısı: 82 bin 160); 330 bin 551 (79 bin 297) ve 310 bin 993 (68 bin 907).

Burada şu soruyu yanıtlamamız gerekir: Bu denli büyük ve güçlü bir tekelin mülkiyeti kime aittir, sahibi kimler ya da hangi sermaye gruplarıdır? “Wem gehört die Republik?” (“Cumhuriyet kime ait?”) adlı kitabında Liedtke, D-B AG hisselerinin dağılımıyla ilgili şu bilgileri veriyor: “Deutsche Bank AG yüzde 24,4 (Deutsche Bank’ın ’93’teki payı yüzde 28,28 idi); Kuveyt Emirliği yaklaşık yüzde 13 (93’te yüzde 14 civarında); gerisi 450 bin hissedar arasında dağılmıştır (’93’te bu rakam yüzde 33’ü teşkil etmekle birlikte 400 bindi). Belirtmek gerekiyor ki; söz konusu 450 bin hissedar arasında sadece Daimler-Benz çalışanları ya da genel olarak işçi, memur, emekli, ev kadını, küçük esnaf vb. “küçük hissedarlar” bulunmuyor. Her birisinin hisse payı çok büyük olmamakla birlikte, bu 450 binin arasında çeşitli özel kişiler (sermayedarlar), kurumlar (özel banka ve sigortalar) ve kamu kuruluşları da (eyalet bankaları) bulunuyor. Bunlardan bazıları: Commerzbank AG, Dresdner Bank AG, Voith GmbH, Robert Bosch GmbH, Landesbank Stuttgart Girozentrale (kamu bankası), R+V Allgemeine Versicherung AG vb.

Görüldüğü gibi, Almanya’nın en büyük sınaî tekelinin en büyük hissedarı ülkenin en büyük özel bankası olan Deutsche Bank AG’dir! (Deutsche Bank’ın gerçek payı aslında gösterilenden daha büyüktür. Yüzde 24,4 doğrudan sahip olduğu paydır; bir de dolaylı yollardan, örneğin kendisinin tümüne ya da çoğunluğuna sahip olduğu şirketlere aldırdığı hisseler vardır. Ayrıca “küçük hissedarların önemli bir kısmının oy hakkını vekâleten üstlenmesinden -‘Depotstimmrecht’- ileri gelen bir etkinliği bulunmaktadır.) Diğerleri bir tarafa, tek başına Deutsche Bank payları, sınaî sermayesiyle banka sermayesinin nasıl “iç içe geçtiği”ni ortaya koymaktadır. Öte yandan bir bankanın sadece bir şirkette tuttuğu hisse payı ile ne kadar geniş bir sermayeyi denetleme ve çekip çevirme olanağını bulduğu da bu sermaye ilişkisinde açıkça görülmektedir.

Siemens AG: Denilebilir ki, Almanya’nın en eski ve en geleneksel şirketlerinin başında Siemens AG geliyor. Siemens AG’nin üzerinde durmamız gereken pek çok özelliği var. Ama önce bazı genel bilgiler aktaralım: Elektronik ve elektroteknikle ilgili her şeyi; yani bilgisayar ve mikroçipten video sistemlerine, ulaşım teknolojisinden atom enerjisine kadar her şeyi üreten Siemens AG, cirosu ve çalıştırdığı işçi sayısı temel alındığında dünya elektronik sanayisinin en büyük 6 şirketi arasında yer alıyor.

Siemens AG Almanya’nın özel sektördeki en büyük patronudur. Siemens şefi Heinrich von Pierer’e göre, Almanya’da yaklaşık bir milyon insan Siemens şirketine bağımlıdır. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 79) Siemens AG toplam 260 iş sahasında etkinlik gösteriyor ve bunlardan 17’sinde bir numara sayılıyor. Bu etkin gücüyle ve bu arada tekelinde yoğunlaştırdığı sermayenin büyüklüğü ile bazı yazarlarca, “elektronik işiyle uğraşan bir banka” olarak da adlandırılıyor.

Almanya’nın bu ikinci büyük holdingi, dünya ölçeğinde 650 şirket ve ortaklığı kapsamaktadır. 130 ülkede doğrudan kendisine ait şirket, şube ve temsilcilikleri var. 40 ülkede 200’ü aşkın kendisine ait üretim tesisi bulunuyor. Holding sistemi gereği, Siemens AG’ye bağlı şirketlerin de kendilerine ait yan şirketleri ya da pay sahibi oldukları şirketler bulunuyor.

Siemens AG holdingin cirosuyla ilgili rakamlar 1993’ten 95’e kadar sırasına göre şöyledir: 81 milyar 648 milyon mark (yurtdışı payı: 44.377,0 milyon mark); 84.598,0 milyon mark (48.827,0 milyon mark) ve 88.763,0 milyon mark (50.906,0 milyon mark). İstihdam ettiği işçi sayısı da aynı yıl ve sıralamaya göre şöyledir: 391 bin (yurtdışı: 153 bin); 376 bin (158 bin) ve 373 bin 800 (162 bin).

Siemens AG’nin sahiplerine gelince. Hisselerin dağılımı şöyledir: Siemens ailesine hisselerin yüzde 6,94’ü aittir. Ancak, bunun yüzde 5,29’u normal hisselerden, yüzde 1,65’i ise “imtiyazlı hisse”lerden meydana geliyor. (Toplam 56 milyon Siemens hissesinin 923 bin 634’ü “imtiyazlı hisse”dir ve bu hisselerin tümü de ailenin mülkiyetindedir.) “İmtiyazlı hisse”lerin özelliği o ki, şirket açısından stratejik kararların alınması durumunda bu hisselerin oy hakkı 6 misline çıkıyor. Başka bir deyişle, Siemens ailesinin gerçek payı yüzde 14,03’tür. (Bu payın borsa değeri 2,7 milyar marktır.) 180 kişiden meydana gelen Siemens ailesinin ve aileye yakın vakıfların sahip olduğu hisseler, Siemens-Vermögensverwaltung GmbH şirketi tarafından korunuyor ve yönetiliyor. Bu şirketin başında ise ailenin önde gelen altı mensubu bulunuyor.

Gerçi Siemens ailesinin 96 yılının rakamlarıyla yüzde 6,94 olan hisse payı, 1993 yılında yüzde 10 civarındaydı. Ancak, gerçekte yüzde 14,03’e denk düşen bugünkü pay oranıyla aile, şirket üzerindeki etkisini yine belirli ölçülerde korumaktadır. Nitekim SPD milletvekillerinden Hans Martin Bury ile araştırmacı Thomas Schmidt’in ortaklaşa kaleme aldıkları “Bankaların Karteli” adlı kitapta; yüzde 14,03’ün oyların çoğunluğunu teşkil etmediğini, ancak Siemens Genel Kurullarında genellikle toplam oyların yüzde 50’sinin hazır bulunduğundan, bu oy oranının bloke oyuna (önemli kararları bloke etmek için oyların yüzde 25’i artı 1 hisse yeterli sayılmaktadır) hâlâ yettiğini yazmaktadırlar.

Geriye kalan 55 milyon Siemens hissesi yaklaşık 607 bin hissedar arasında bölüşülmüştür. Özel yatırımcılar ana sermayenin yüzde 46’sını ellerinde tutuyorlar. (Bunların arasında Siemens çalışanları da var. Piyasadaki değerinden daha ucuza hisse satın alabilen Siemens çalışanları, şirketin ülke içerisindeki mülkiyetinin yüzde 32’sine sahipler.) Ana sermayenin yüzde 40’ma ise “kurumsal yatırımcılar” sahip, yani yatırım şirketleri (Investmentfonds), sigorta ve bankalar. Diğer şirketlerin payının yüzde 10’lara yaklaştığı tahmin ediliyor. Yabancı hissedarların (ya da Almanya dışında oturan hissedarların ki bunların çoğu da Avrupa’dadır) ana sermayedeki toplam payları yüzde 40. Dikkat çekici olan ise, bunların arasındaki “kurumsal yatırımcılar”ının sayısının ‘90’dan beri ikiye katlanarak 4 bine ulaşmasıdır.

Almanya’daki yatırım şirketlerinin, sigorta ve bankaların Siemens’teki hisse paylarının dağılımıyla ilgili ayrıntılı verileri elimizde yok. Sözgelimi Allianz AG’nin Siemens’teki payının son rakamlara göre yüzde 3 olduğu söyleniyor. Buna karşın, burada da en büyük hissedarın Deutsche Bank olduğu ileri sürülebilir. Sadece doğrudan payı ile değil, aynı zamanda dağınık küçük hisselerin oy hakkının vekâletinin önemli bir kısmını da elinde tutarak. Öte yandan pek çok araştırmada Siemens AG, Deutsche Bank’ın merkezinde bulunduğu “sermaye grubu”na dâhil edilmektedir. (3) Bunların ötesinde Deutsche Bank AG ile Siemens AG arasında çok özel tarihi bağlar da söz konusudur. Örneğin Deutsche Bank’ın kuruluşunda önemli bir rol oynayan ve 1870’ten 1900’e kadar bankanın sözcülüğünü (Deutsche Bank’da başkanlık kurumu yoktur, ancak sözcülük yapan kişi fiiliyatta bankanın şefi sayılabilir) yapan kişinin adı Georg Siemens’tir. Georg Siemens’in babası, Siemens AG’nin kurucusu Werner von Siemens’in kuzenidir!

Siemens kendi ortaklıklarıyla ilgili bilgeler vermekten özenle sakınan şirketlerin başında geliyor. Holdinge dâhil olanların dışında somut olarak hangi şirketlerde birinci, ikinci ya da üçüncü el üzerinden payı olduğunun yeterli bilgisi yok. Ancak 1993 yılında alınan bir mahkeme kararı sonucunda Siemens AG’ye, ana sermayenin asgari olarak yüzde 10’unu bulan ya da piyasa değeri 100 milyon markı geçen tüm ortaklıklarını açıklama zorunluluğu getirildi. (Artan kamuoyu tepkileri üzerine banka ve sigortalar da dâhil bu oran 1995 yılında çıkan bir yasayla ana sermayenin yüzde 5’i olarak belirlendi, önceleri genelde yüzde 25 idi). Siemens’in o yıllarda yaptığı açıklamalara göre, şirketin Allianz AG, Münchener Rück AG, BMW ve Metallgesellschaft AG gibi pek çok önemli sigorta şirketlerinde ve sanayi tekellerinde ortaklıkları var.

Bütün bu veriler neyi göstermektedir?

• Tekellerin ülke sanayisi ve genel olarak ülke ekonomisindeki konum ve etkinlikleri artmış bulunmaktadır. Sanayinin hemen hemen tüm dallarında yoğunlaşma ve merkezileşme hızla devam etmektedir. Hatta bu süreç, son Krupp-Thyssen olayının da ortaya koyduğu gibi, planlı ve dünya pazarını gözeten bir stratejiyle gelişmektedir. Öte yandan dün olduğu gibi bugün de, tekeller pazarı kendi aralarında paylaşmakta, üretim nesnelerinden fiyatlara kadar hemen her alanda gizli anlaşmalar yapmaktadırlar. (4)

• Almanya’nın büyük tekellerinden hiçbiri diğerlerinden tam anlamıyla kopuk ve ilişkisiz değildir. Girift ve çok yönlü bir iç içe geçme görülmektedir. Alttan yukarıya doğru izlendiğinde, yani nispeten küçük tekellerden büyük tekellere doğru ilişki takip edildiğinde, içice geçmenin ve karşılıklı denetimin daha da yoğunlaştığı dikkat çekmektedir.

• Tekellerin küçük ve orta ölçekli işletmeler üzerinde ve tekelci sermayenin tekel-dışı sermaye üzerindeki nüfuz ve baskısı daha da artmıştır. Tekeller ve mali sermaye tarafından denetlenmeyen sözünü etmeye değer şirket yok gibidir. Sanayi tekellerinin doğrudan ya da dolaylı yollardan ekonomik faaliyetin tüm alan ve sektörlerine uzanma eğilimi daha da güçlenmiştir. Burada özellikle medya, ticaret ve tarım sektöründeki tekelleşme dikkat çekmektedir.

• Daimler-Benz ya da Siemens’in üretken olmayan alanlardaki etkinlikleri (veya VW’nin “VW Bank”ı kurması); sanayi tekellerinin de ellerinde muazzam bir sermaye fazlalılığının biriktiğini; gerek ortalama kâr oranındaki düşüşü karşılamak amacıyla olsun, gerekse daha hızlı ve yüksek kâr olanaklarını sunması nedeniyle olsun, bu sermaye fazlalığını üretken yatırımlar için kullanmak yerine giderek rantiye ve spekülatif yatırımları seçtiğini kanıtlamaktadır. (Bugün Almanya’da öyle bir noktaya ulaşılmıştır ki, belli başlı sanayi tekellerinin, özellikle 1993’ten bu yana üretim araçlarına yatırılmış sermayeleri, rant ve spekülasyona yatırdıkları sermayelerinin gerisinde kalmaktadır!)

 

II.

SERMAYEDEKİ TEKEL OLGUSU

Anımsanacağı gibi, Krupp-Thyssen olayının kamuoyunun gündemine “bankaların iktidarı”na ilişkin tartışmaları sokması üzerine, banka ve sigortalar, savunmaya geçtiler. “Bankaların özel bir karteli söz konusu değildir” açıklamaları birbirini izledi. Mali sermaye temsilcilerinin, başta çelik işçileri olmak üzere kamuoyunu yanıltmak için başvurdukları demagojileri burada tek tek ele alacak değiliz. Buna karşın, bu konuyla ilgili tartışmalarda kendilerine hep dayanak yaptıkları üç ayrı açıklamayı aktarmakta fayda var:

-“Özel bankaların Almanya’nın en büyük 100 şirketinde sadece 99 Denetim Kurulu üyesi vardır.”

-“Almanya’da bankacılığa dayalı ekonominin yüzde 47’sini kamu, yüzde 15’i de kooperatif bankalarından meydana gelmektedir. Özel bankalar azınlığı teşkil etmektedir.” (5)

– “En büyük 10 banka, Almanya’nın toplam sermaye şirketlerinin (yani AŞ ve Limited şirketlerinin -A.C.) ancak yüzde 0,4’nü (!) teşkil ediyorlar. Bu konumlarıyla Almanya’nın ekonomisini nasıl tayin etsinler?”

İleride de göreceğimiz gibi, birinci veri hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır. Diğerlerine gelince; tekeller bölümünde aktardığımız Ltd. şirketleri (GmbH)’ne ilişkin rakamlar da göz önünde tutulursa, nicelik ve oranlama olarak aşağı yukarı gerçeği yansıtmaktadırlar. Gelgelelim, işin vahameti de burada! Zira yüzde 0,4 yüzde 99,6’na hükmetmektedir!

Gerçek şudur: Bugün bir yandan banka sektöründeki yoğunlaşma ve merkezileşme artmış, diğer yandan banka ve sigortalar gibi mali kuruluşların Almanya’nın sınaî ve ticari şirketlerindeki etkinliği genişlemiştir. Lenin adı geçen eserinde Almanya için tayin edici 6 ila 8 bankadan söz ederken, bugün bu gücü esas olarak üç banka (Deutsche Bank, Dresdner Bank ve Commerzbank) teşkil etmektedir. 1995 yılında Almanya’nın tek başına üç büyük bankasının bilinen(!) şirket ortaklıkları, tüm işkollarından olmak üzere, 1500’ü geçiyordu. Çok sayıda ortaklıklar gizlenebildiği için, gerçek rakamın çok daha yüksek olduğu söylenebilir. Pek çok burjuva ekonomisti bile, Almanya’daki büyük bankaların ortaklık ve paylarının bulunmadığı hiçbir işkolu ve sözünü etmeye değer hisse şirketinin hemen hemen kalmadığını vurgulamaktadır.

Aslında burada büyük bankaların yanı sıra, sigorta ve yatırım şirketlerini de belirtmek gerekiyor. Ancak, (yerli) yatırım şirketleri Almanya’da sözgelimi bir ABD’de olduğu kadar gelişkin değiller. Var olan yatırım şirketleri de büyük banka ve sigortaların elindedir. Almanya’daki “evrensel banka” sistemi bunu olanaklı kılmaktadır. Örneğin Almanya’nın en büyük yatırım şirketi “Deutsche Gesellschaft für Wertpapiersparen” (DWS) yüzde 100 Deutsche Bank’a aittir. DWS 95 yılı rakamlarıyla 48,5 milyar mark hacmindeki bir sermayeyi çekip çeviriyordu. Almanya’nın ikinci büyük yatırım şirketi olan “Deutsche Investment Trust” (DİT) ise yüzde 100 Dresdner Bank’a aittir. DİT’in ’95 rakamlarıyla hükmettiği sermaye 27,6 milyar markı buluyordu.

Alman mali-sermayesinin bu alandaki asıl açığı dünya piyasalarındaki nispeten geri olan konumunda ifadesini buluyor. Özellikle bu hususta hızla dışa açılmaya çalışıyor. Bir örnek: Bundan birkaç yıl önce Deutsche Bank Londra’nın tanınmış yatırım bankalarından Morgan Greenfeel’i 2,7 milyar marka satın aldı. (Yeni adı Deutsche Morgan Grenfell olan bu banka 40’ı aşkın ülkede yaklaşık 7 bin kişiyi çalıştırıyor.) Böylelikle Deutsche Bank, şimdiye kadar Merill Lynch, JP Morgan, Morgan Stanley ve Goldmann, Sachs gibi esas olarak ABD’li yatırım şirketlerinin egemen olduğu mali piyasaya da tepeden girmiş oldu. Kapitalistlerin gazetesi “Handelsblatt”a göre, “Invest-mentbanking” (yatırım bankacılığı) “geleceğin en yüksek kârını vaat eden iş dalıdır”. _ Yatırım bankalarının ve Investmentfonds (yatırım şirketleri) gibi türlerinin dünya ölçeğindeki bugünkü konumlarına bakıldığında, bunların; mali-sermayenin bugünkü en ileri kurumsal biçimlenişi olduğu söylenebilir.

Banka ve sigortalara geri dönecek olursak. Bury ve Schmidt, bugün Almanya’da borsada alınıp satılan her iki hisseden birisinin, “sigortalar ve bankalardan meydana gelen kartele ait” olduğunu söylemektedirler. Kitaplarında, “ülke ekonomisini boğmakta” olan bu kartele “darbe vurulması” gerektiğini açıklayan sol sosyal demokrat yazarlar şu gerçeği itiraf ediyorlar:

“Bankerler, büyük sanayici kılığına bürünmüşler. Sınıf mücadeleci savaş bildirilerinde çizilmiş bir senaryoyu çağrıştıran şeyler, ne ki 1996 yılı Almanya’sının basit bir gerçeği olarak gün ışığına çıkmaktadır. Frankfurt’un bankerleri hemen hemen her büyük Alman şirketinde iktidarı paylaşıyorlar. Paylaştıkları şeyler sadece kredi gibi klasik banka işlerini kapsamıyor, tersine şirketlerin bizzat ortakları olarak da söz sahibidirler.” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 47)

Banka ve sigortaların bu denli yoğunlaşmış bir gücü ve denetimi nasıl oluşturduklarını, biri banka diğeri sigorta olmak üzere iki şirketi (Deutsche Bank ve Allianz) yakından irdeleyerek somutlaştırmaya çalışalım.

Deutsche Bank AG: Deutsche Bank’ın “efsanevi başkanı” Hermann Josef Abs’a ait ünlü bir söz vardır: “Deutsche Bank için iyi olan şey, Federal Almanya Cumhuriyeti için de iyidir.” (Hermannus Pfeiffer, -“Das: Imperium der Deutsche Bank”, sf’2) Gerçekten de genellikle Alman Merkez Bankası (Deutsche Bundesbank) ile karıştırılan bu bankanın Alman emperyalizminin tarihinde hep özel bir yeri olmuş; Alman emperyalizminin gelişmesinde ve yayılmasında bu banka sürekli özel bir rol oynamıştır. Deutsche Bank, dün olduğu gibi bugün de, Alman mali-sermayesinin koçbaşıdır. Bu nedenledir ki, Deutsche Bank’ın gelişmesi Alman emperyalizminin gelişmesini de bir nevi resmeder.

Deutsche Bank’ın bugünkü genel konumunu anlamak bakımından, mali ve sınaî tekellerle ilgili yaptığı ciddi araştırmalarla tanınan Liedtke’nin aşağıdaki özeti aydınlatıcıdır:

“Deutsche Bank dünyanın ilk on bankası arasında yer almaktadır. Dünya ölçeğinde etkinlik gösteren bir finans Konsernidir. Evrensel banka olarak mali ticaretin tüm temel alanlarında bütün kıtalarda çalışmaktadır. Denizaşırı bölgelerde Deutsche Bank’ın ağırlık verdiği bölgeler, Amerika kıtasıyla Asya-Pasifik bölgesidir. Deutsche Bank Konserninin 1996 yılı başında 50’yi aşkın ülkede 2.494 şubesi bulunuyordu. Bunların arasında 1.691 şube Almanya’daki 6,5 milyon müşteriyi kapsıyordu. Deutsche Bank 1994 yılında İspanya’da 300 şubesiyle birlikte Banco de Madrid’i devraldı ve diğer aktiviteleriyle birleştirerek Deutsche Bank S.A.E.’i kurdu. Bu banka 350 şubesiyle bugün ispanya’nın en büyük yabancı bankasıdır. 1993 yılında 250 şubesiyle İtalyan Banca Popolare di Lecco bankasını satın aldı. “Divisione della Deutsche Bank” ekini ismine alan bu banka, 1994 yılında, Banca d’America e d’Italia’dan çıkan Deutsche Bank S.p.A. ile birleşti. Böylece Deutsche Bank İtalya’nın yabancı bankaları arasında bir numara oldu. (…) Deutsche Bank’ın hedefi, müşterisinin para ve sigortayla ilgili her şeyi bir çatı altında bulduğu bir tür ‘mali mağaza’ olmaktır. Deutsche Bank Konserni bugün dünya ölçeğinde 250 bini aşkın ‘servet sahibi özel müşteriye’ 160 milyar markı kapsayan bir kredi hacmiyle hizmet vermektedir.” (Rüdiger Liedtke, agy, sf. 159–160)

Deutsche Bank ile ilgili daha ayrıntılı verileri, bankanın yönetim kurulu sözcüsü Hilmar Kopper 26 Mart ’97 tarihinde düzenlediği son basın toplantısında açıkladı.

Frankfurter Rundschau gazetesi Kopper’in açıklamalarına dayanarak şu tabloyu yayınladı:

DM 1996 DEĞİŞİKLİK (%)

Toplam bilanço 886,1 +23

Ana sermaye 29,7 +6

Riziko rezervi 0,8 -41

İşletme sonucu 5,8 +37

Kazanç vergileri 2,7 +85

Yıl fazlalığı 2,2 +5

Dağıtılan kazanç DM(1 mark) 80 +-0

1996 1995

Çalışan sayısı 74356 74119

Yurtiçi 49670 51957

Yurtdışı 24686 22162

Şubeler 2417 2494

Hissedarlar 298000 286000

 

Belirtelim ki, bilânço oyunları bizi burada fazlasıyla ilgilendirmiyor; bunlar aşağı yukarı biliniyor ve bu yöntemi kullanmayan hiçbir kapitalist şirket yoktur. Deutsche Bank’ın yıllık kazancının gerçekte 2,2 milyar marktan çok daha fazla “olduğu, pek çok milyonun şu veya bu kalem altında bir yerlere “park edildiği” açık bir sırdır. Biraz daha yakından üzerinde durmamız gereken rakam bilânço hacmiyle ilgili olandır. 1995 yılıyla kıyaslandığında yüzde 23 oranında bir artışın (’95’te 721 milyar marktı) olduğu açıklanıyor. Aşağıdaki grafikte, yıllık cirosu 886, 1 milyar markla F. Almanya bütçesinden daha büyük olan Deutsche Bank’ın bilânçolarında gösterdiği ana sermayesinin yıldan yıla nasıl arttığını görebiliriz:

Aşağıdaki grafikten de anlaşıldığı gibi, Deutsche Bank’ın ana sermayesi 1957 yılında 200 milyon mark iken, 1993 yılında 2 milyar 357 milyon marka ulaşıyor. 1995’de bu rakam 2 milyar 492 milyon marktır. Burada gözden kaçmaması gereken şey, aslında büyümekte olan ana sermayenin toplam ciro içindeki oranının göreceli olarak düşmekte oluşudur. Diğer taraftan yukarıdaki tablodan da görüldüğü gibi, yıllık ciro ile ana sermayenin büyüme hızında da yüzde 23’e yüzde 6 gibi bir fark vardır.

 

Deutsche Bank’ın ana sermayesi

Yıllar Mark

1957 200.000.000

1962 300.000.000

1967 400.000.000

1972 700.000.000

1977 1.100.000.000

1982 1.400.000.000

1987 1.800.000.000

1993 2.357.000.000

1995 2.492.000.000

(Kaynak: “Die Deutsche Bank 1870-1995”, sf. 634)

 

Daha somut söylersek: Ana sermayesini artırmakta olan Deutsche Bank, giderek daha az bir ana sermayeye dayanarak giderek daha büyük bir sermaye kütlesini çekip çevirmektedir. Nitekim bilânço hacmindeki gelişmeyi gösteren şu rakamlar aydınlatıcıdır: 1970’te 38.398 milyon mark; 1980’de 174.594 milyon mark; 1990’da 399.850 milyon mark; 1993’te 556.636. milyon mark; 1994’te 592.634 milyon mark; 1995’te 721.665 milyon mark ve 1996’da belirtildiği gibi 886.100 milyon mark. (Rüdiger Liedtke, agy, sf. 166) İşte bu rakamlar aynı zamanda Alman emperyalizminin 1970’li yıllardan günümüze kadar yüksek bir tempoyla kaydettiği gelişmeyi de ortaya koymaktadır!

Geriye tekelci kapitalizmin en has özelliklerinden birisi olan “holding sistemi”nin Deutsche Bank nezdinde nasıl bir boyut kazandığını ortaya koymak kalıyor. Liedtke’nin yaptığı araştırmaya göre, Deutsche Bank holdingi; banka alanında beşi Almanya’da olmak üzere 19 şirketi; menkul kıymetler, senet, hisse vb. ticaretinin yapıldığı sermaye piyasasında tümü yurtdışında olmak üzere 16 şirketi; beşi Almanya’da olmak üzere 12 yatırım şirketi; biri Avrupa çapında faaliyet yürüten toplam beş yapı kredi şirketi; beşi Almanya’da beşi de yurtdışında olmak üzere 10 sataş ve leasing enstitüsü; dördü yurtiçinde üçü de yurtdışında toplam 7 sigorta şirketini ve 7 analiz, danışma ve aracılık şirketini kapsamaktadır. Buraya kadar belirten şirketler, Deutsche Bank grubuna doğrudan bağlı olan şirketlerdir. Bir de bankanın, doğrudan hissesinin bir bölümünü satın alarak ya da dolaylı olarak pay sahibi olduğu şirketler bulunmaktadır. Lenin’in temel aldığı verilerle kıyaslandığında, günümüz bankalarının “holding sistemi”nden düne göre çok daha geniş ölçülerde faydalandığı görülmektedir. Bankaların bu sisteme dayanarak özellikle sanayi şirketlerindeki etkinliklerini kalıcı kılmaya yöneldikleri dikkat çekmektedir. Bu konuda da çok somut bir tabloyu sunduğu için Liedtke’ye başvuralım.

 

BANKA DIŞI SEKTÖRDEKİ BELLİ BAŞLI ORTAKLIK VE PAYLAR

HOLDİNGLER Sermaye Payı (%) ’95 Sonu İtibarıyla

Piyasa Değeri (Milyon Mark)

Aachener und Münchener Beteiliqunqs-AG 5 255

Allianz AG Holdinq 10,0 6379

Continental AG 10,1 195

Daimler-Benz AG 24,4 9063

Fuchs Petrolub AG Oel+Chemie

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 9,3%) 10,0 25

Hapag-lloyd AG 10.0 262

Heidelberqer Zement AG

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 10,4%) 10,1 386

Philip Holzmann AG 25,8 595

Hutseh en reuther AG* 25,1 14

Karstadt AG 10,0 494

Klöckner-Humboldt-Deutz AG** 25,9 349

Leifheit AG 11.0 35

Leonische Drahtwerke AG* 12.6 25

Linde AG 10.1 719

Metallgeshellschaft AG 16,6 706

Münchener Rücksvers-Ges AG 10.0 2530

Nürnberqer-Beteiligunqs-AG** 25.9 349

Phoenix AG 10,0 35

Salamander AG 10,7 45

Schmalbach-Lübeca AG 10,0 76

Südzucker AG

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 15,7%) 12,8 444

Vereinigte Elektritatswerke AG*

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 3,9 %) 6,3 662

Verseidaq AG 10,4 13

Vöqele AG*** 10,0 8

Vossloh AG* 7,6 26

WMF Württembergtschy Metallwarenfabrik AG*

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 13.6%) 9,1 39

TOPLAM 23512

 

CNI Communications Network International GmbH 33,3

Deutsche Interhotel Holdinq GmbH & Co. KG* 45,6

Gerling-Konzen Wersicherungs-Beteitiguns-AG*

(Anteil am stimmberechtigten Kapital 24,9 %) 30,0

İntertractor AG* 99,5

(*Dolaylı olarak, **Doğrudan ve dolaylı olarak, *** 1.1.1996 itibariyle satılan paylar – Kaynak: Liedtke, agy)

 

Özetleyecek olursak: Deutsche Bank’ın “holding sistemi”ne yaslanarak doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine bağladığı şirket sayısı 1996 yılının başı itibarıyla 735’tir. Gelinen yerde, “Bugün Almanya’nın ekonomisinde Deutsche Bank’ın kapsamadığı hiçbir dal yoktur.” (Liedtke). Deutsche Bank bu konuda en stratejik hamlelerinden birisini geçtiğimiz yıl yaptı: Yüzde 5,21 oranında bir payla Almanya’nın 5. büyük bankası olan Bayerische Vereinsbank’a ortak oldu!

Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, başta Dresdner Bank ve Commerzbank olmak üzere, diğer bankaların da ülke ekonomisi içerisinde benzer bir etkinliği ve holding ağı söz konusudur. Deutsche Bank küçümsenmeyecek bir mesafeyle önde gitmektedir. Bu nedenle burada Deutsche Bank için söylenenler -hacim açısından farklılıklar taşısa da- diğer bankalar için de esasta geçerlidir. Zaten genel olarak Almanya’nın banka sektöründe “çekirdeği” oluşturan belli başlı bankalar vardır. Bunlar sırasıyla şunlardır: Deutsche Bank AG; Dresdner Bank AG; Westdeutsche Landesbank (eyalet bankası); Commerzbank AG; Bayerische Ve-reihsbank AG; Bayerische Landesbank (eyalet bankası) ve Bayerische Hypotheken- und Wechselbank AG.

“Holding Sistemi”nin günümüz Almanya’sında ne denli karmaşık bir hal aldığını, nispeten küçük bir sermaye katılımıyla çok daha büyük bir sermayenin nasıl denetim altına alınabilindiğini, içice geçen sınai tekelleri ve banka ve sigorta şirketlerinin tümünün bu sistemden azami ölçüde faydalandığını, yayınladığımız “Almanya AŞ” şeması çarpıcı bir şekilde göstermektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Almanya AŞ”nin merkezini gösteren bu şema, bir şirketin başka şirketler üzerindeki etkisini nasıl dolaylı yollardan örebildiğini gözler önüne sermektedir. Hisse payları “kartopu” tekniğiyle büyütülmekte, tekelleşme dolaylı yollardan da sağlanmaktadır. Örneğin Deutsche Bank, Metallgesellschaft’taki etkinliğini sadece doğrudan sahip olduğu yüzde 16,6 oranıyla sağlamamaktadır. Hisse oylarının yüzde 24,4’ne sahip olduğu Daimler-Benz üzerinden de Metallgesellschaft’taki nüfuzunu artırmaktadır. (Daimler-Benz’in Metallgesellschaft’taki hisse payı yüzde 7,3’tür.) Aynı yöntemin başka bir örneğini Deutsche Bank – Allianz arası ilişkide görüyoruz. Deutsche Bank’ın Allianz’ta doğrudan tuttuğu hisse payı yüzde 10’dur. Öte yandan Bayerische Vereinsbank’taki hisse payı yüzde 5,2’dir. Bayerische Vereinsbank’ın “yapışık ikizler” Allianz ve Münchener Rück’teki hisse payı ise yüzde 10 oranındadır. “Yapışık ikizler”in “karşı payları” ise şöyledir: Bayerische Vereinsbank’ta doğrudan tuttukları hisselerin oranı yüzde 7,3’tür. VIAG’ın Bayerische Vereinsbank’taki doğrudan payı yüzde 7’dir. Allianz’ın VIAG’daki payı yüzde 3,5’tir. Allianz’ın; VIAG’da yüzde 5 hisseye sahip Bayerische Hypo-Bank’taki payı yüzde 22,9Jdur. Buna bir de Münchener Rück’ün yüzde 5,8 oranındaki payı eklendiğinde durum tamamen değişmektedir!

Almanya’daki bankaların bugün kullandıkları başka önemli bir olanaktan daha söz etmek gerekir. Almanca’da “Depotstimmrecht” olarak ifade edilen bu olanağı şöyle açıklayabiliriz: Bankaların; işçi, memur, emekli, ev kadını vb. kişilerden meydana gelen küçük hissedarların banka depolarında muhafaza edilmesi üzere kendilerine teslim ettikleri hisselerin oy hakkını şirket genel kurullarında vekâleten kullanması…

“Hisse senetlerinin sadece oy hakkını kullanan tröst” olarak da tanımlanan “oylama tröst”leri, ilk kez, Rockefeller’in avukatı T. Doot tarafından kurulmuştu. Doot, “çeşitli petrol şirketlerinin mülkiyetlerine sahip olanların hisse senetlerini, mülkiyetleri sahiplerinde kalmak üzere, sadece oy hakları bakımından bir tröstte toplamış ve böylelikle bütün petrol şirketlerine egemen olmuştu.” Böylesi bir tröst türünün sağladığı olanaklar ortadadır. Ancak bugün Alman bankalarının böyle bir tröstü kurmaya hiç ihtiyaçları yok. Yok, çünkü Almanya’da bankalar “Depotstimmrecht” yoluyla aynı zamanda bir tür oylama tröstü konumundadırlar.

Tahmin edileceği gibi, Almanya’da hisse sahibi olan bir kişi hissesini “yastığın altında saklamıyor”, yaygın uygulama hisselerin bankalarda depolanması şeklindedir. Bankalar çok cüzi bir miktar karşılığında bu hisseleri depolamayı kabul ediyorlar. Ayrıca hissedara ücretsiz(!) bir hizmeti teklif ediyorlar: Genel kurulda hisse sahibi adına oyunu kullanmak. Hisse sahibi bir işçinin ya da ‘küçük hissedar’ın, şirket genel kurullarına katılması genellikle pratik olarak mümkün olmuyor. (Almanya’da her yıl ocak-eylül ayları arasında 650 genel kurul toplantısı yapılıyor.) Kaldı ki, bu toplantılar öyle düzenleniyor ki, banka ve sigorta kodamanlarının yanında küçük hissedara söz sırası bile gelmiyor, gelse de anlamadığı bir uzmanlık konusuyla karşı karşıya kaldığını görerek söz hakkını dahi kullanmıyor. Bu nedenle milyonlarca küçük hissedar bu işi bankasına devretmeyi tercih ediyor.

Bankalar böylece, kelimenin tam anlamıyla beş kuruş bile harcamadan (hatta cüzi miktarda olsa da bir “hizmet ücreti” karşılığında), milyonlarca hissenin gerisinde duran milyarlarca marka hükmediyorlar. Bankalar, anlaşılması güç olmayan nedenlerden ötürü, bu konuda somut bilgiler vermekten özel olarak kaçınıyorlar. Ancak, çeşitli bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre, Almanya’daki bankalar sahip oldukları hisselerle çoğunluğu oluşturmadıkları genel kurul toplantılarında da “Depotstimmrecht” olanağı kombinasyonuyla ortalama olarak toplam oyların yüzde 80’ini denetimine geçiriyorlar. Bankaların elinden bu “yasal olanağın” alınması gerektiğini savunan Bury ve Schmidt bu durumu şöyle yorumluyorlar: “Almanya’da yapılan genel kurul oylamalarında, oy sonuçlarının yüzde 98’in altına düştüğü bir oylama yok gibidir. Bu tür seçim sonuçlarının Doğu Avrupa’nın çoktan çökmüş sistemlerindeki seçim sonuçlarını anımsattığı yolundaki kıyaslamalar bankerlerin hoşlarına gitmiyor. Buna benzer suçlamalarının yapıldığı durumlarda Deutsche Bank’ın Denetim Kurulu Başkanı ateş püskürüyor; bir keresinde bir hissedarı şöyle tehdit etmişti: Söylediğinizi bir kez daha tekrarlarsanız, söz hakkınızı keserim!” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 46)

Tekellerin, dünya halklarının sömürüsünden elde ettikleri muazzam karlarla, kendi ülke işçi sınıflarının bir kesimine verdiği rüşvetlerden birisi de kuşkusuz, piyasa değerinin altında sunulan bu şirket hisseleridir. Mali-sermaye bir yandan, sınıfın bir kesimini düzene bağlıyor; işçiyi, geleceğini şirketin kârına koştuğu bir pozisyona itiyor; diğer yandan ise verdiği bu kırıntıya resmen dokunmadan, dağıttığı hisseler aracılığıyla bu kısımda biriken paraları topluyor; şirket sermayesine dönüştürüyor ve fiilen bu sermayeye hükmediyor.

Bankalar, kitlelere satılan şirket hisseleri üzerinde her zaman tasarruf sahibi olmak istemiştir. Ve aslında büyük oranda bunu başarmışlardır da. Ancak vurgulanması gereken şu ki, işçi ve emekçi kitlesine yayılan hisselerin hacmi, Almanya’da, esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasının “refah dönemi”nde dev boyutlara ulaşmıştır. Mali-oligarşinin gücünü artırma bakımından paha biçilmez bu olanak, küçük değerde hisse senetleri çıkarılması yoluyla önce İngiliz emperyalizmi tarafından kullanılmıştır. Lenin’in de belirttiği gibi, Alman emperyalizmi bu nedenle İngiltere’ye hep “kıskanç gözlerle” bakmıştır. İşte İkinci Dünya Savaş sonrası dönemde “refah devlet” eksenli politikaların en yaygın bir şekilde yaşama geçirildiği Almanya’da, Alman mali oligarşisi; hem küçük değerde hisse senetleri çıkartılması yoluyla ve hem de bu hisseler üzerinde çok daha geniş bir tasarruf imkânı sağlayan “Depotstimmrecht” sistemiyle bu olanaktan azami ölçüde faydalanma olanaklarını bulmuştur.

Görüldüğü gibi, Lenin’in, hisselerin sözüm ona “demokratik dağılımı”nın mali-oligarşiyi güçlendirdiği doğrultusundaki tespiti tartışmasız bir gerçek olarak karşımızda duruyor. (6)

 

SİGORTALARIN DEĞİŞEN ROLLERİ

Sigorta şirketleri yeni bir olgu değil şüphesiz. Örneğin Almanya’nın iki büyük sigorta şirketi 1880 ve 1890 yıllarında kurulmuştur. Fakat göz ardı edilmemesi gereken önemli gerçek şu ki, sigorta şirketlerinin konumları ve ülke ekonomisinde bugün fiilen oynadıkları rol değişmiştir. Yüzyılımızın başında sigorta şirketleri, daha çok üretim araçları (özellikle makineler), nakliyat ve kaza sigortalarını kapsıyordu. Mali bir kurum olarak sözünü etmeye değer bir etkinlikleri yoktu. Bu nedenle Lenin’in mali sermaye ile ilgili yaptığı araştırmada sigorta şirketleri üzerinde özel olarak durmaması anlaşılır bir şeydir. Ancak gelinen yerde sigorta şirketleri, mali-sermayenin organik bileşenlerinden birisidir. Aşağıda da göreceğimiz gibi, sigorta şirketlerinde biriken sermaye, sınaî ve banka sermayesiyle içice geçmiştir. Bugün bu üçü dış görünümlerini korumakla birlikte, fiilen kaynaşmıştır; birini diğerinden ayırmak olanaklı değildir. Mali-sermayenin organik bileşimindeki bu önemli değişikliğe Enver Hoca 1978 yılında şöyle dikkat çekmiştir:

“ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra, mali sermaye arttığı ve yapısal değişikliklere uğradığı halde, her zamanki amaçları aynı kaldı: Ülkenin içinde ve dışında geniş emekçi kitleleri sömürerek azami karlar sağlamak. Son yıllarda en önemli kapitalist ülkelerde belirgin bir biçimde çoğalmış olan ve bankaların rakipleri haline gelen sigorta şirketleri de aynı rolü oynuyorlar. Örneğin ABD’de bankaların aktif sermayesi 1950–1970 arasında üç buçuk kat artarken, aynı sürede sigorta şirketlerinin sermayesi altı buçuk kat arttı.

Halkın yağmalanması sonucu birikmiş olan sermayeyi kullanan şirketler, tekellere, yüz milyonlarca dolara ulaşan büyük miktarlarda krediler verebiliyorlardı. Böylece sigorta şirketleri, sanayi ve banka tekelleriyle içice eriyorlar ve iç içe geçiyorlar ve böylece mali sermayenin organik parçası haline geliyorlar.” (Enver Hoca, “Emperyalizm ve Devrim”, sf. 60)

Allianz AG örneğini ele alalım: Allianz AG, Avrupa’nın birinci, dünyanın da beşinci büyük sigorta şirketidir. Allianz’ın sigorta aidat gelirleri 1993 yılında 47 milyar marktı. 1996’da bu rakam 66 milyar marka ulaştı. Bugün 70 milyar markı geçmektedir. (Bir kıyaslama: 1970 yılında bu rakam “sadece” 4 milyar marktı!) Resmi açıklamalarına göre, dünyanın 55 ülkesinde 311 kendisine bağlı şirket ve pay sahibi olduğu ya da işbirliği yaptığı şirketlerle her türlü “sigorta hizmetini” icra eden bu holding, toplam 69 bin 236 kişi çalıştırmaktadır. Yanı sıra 142 bin -bir kısmı part time olan- temsilci görevlendirmiştir.

Verilere bakılırsa, sigortacılık alanında en yaygın sigorta türünü hayat sigortaları teşkil etmektedir. Almanya’da bugün 86 milyon kişiye yaklaşık 71 milyon hayat sigortası senedi denk düşmektedir. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 56) Allianz’da yapılan hayat sigortası senetlerinin sayısı ise 8 milyonu geçmektedir. Bu rakam yaklaşık 280 milyar marka ulaşan bir sigorta meblağına tekabül etmektedir. Allianz ülkenin sadece en büyük hayat sigortacısı değil, aynı zamanda en büyük otomobil sigortacısıdır da. Genel hasar ve kaza sigortaları arasında yüzde 43’lük bir payla otomobil sigortası en büyük sigorta türünü oluşturmaktadır. Üçüncü büyük sigorta türünü ise, hastalık sigortası teşkil etmektedir. Allianz’ın sigorta alanındaki pazar payının yüzde 15 olduğu söyleniyor.

Çeşitli sigorta türlerinden sağlanan aidatlar, çeşitli yatırımlar vb. sonucunda Allianz’ın elinde bugün muazzam bir sermaye birikmiş durumdadır. Bury ve Schmidt’e göre, Allianz’ın finans şefi Diethart Breipohl, “her işgünü yaklaşık 130 milyon markı istikraz, gayrimenkul ve hisselere yatırmaktadır”. Başka bir deyişle, Allianz holding, elinde biriken milyarları “değerlendirme” amacıyla “alışverişe” çıkmaktadır!

Bu “alışveriş” listesini tek tek sıralamamıza gerek yok. Sadece şu kadarının bilinmesinde fayda var: Almanya ve Avrupa’da Allianz’ın etkin olmadığı, ya da en azından pay sahibi olmadığı bir sigorta şirketi hemen hemen yoktur. Öte yandan eşyanın tabiatı gereği, Allianz kendisini sigorta alanıyla da sınırlamamıştır. İşte Liedtke’nin derlemesi (Parantez içindekiler pay oranları; bazıları artı-eksi değişmiştir):

“Barmag AG (% 15,0); BASF AG (% 10,7); Bayer AG (% 5); Bayerische Hypotheken- und Wechsel-Bank AG (% 22,9); Beiersdorf AG (% 37,7); Berliner Handels- und Frankfurter Bank KGaA (% 15,1); Continental AG (% 5,1); Deutsche Bank AG (% 5,0) (Son rakamlara göre: % 6,4 -A.C.); DLWAG (% 12,7); Dresdner Bank AG (% 22,7); Th. Goldschmidt AG (% 10,4); 1KB Deutsche Industriebank AG (% 12,0); LahmeyerAG ( % 24,9); Leifheit AG (% 10,1); Linde AG (% 11,0); Monachia Grundstücks AG (% 45,2); Rheinelektra AG (% 10,0); RWE AG (% 10,4); Schering AG (% 10,0); Schlobgartenbau AG (% 7,0); Süd-Chemie AG (% 10,0) ve WBA AG (% 10,3).” (Rüdiger Liedtke, agy, sf.36)

Açıktır ki, Allianz’ın hisselerinin bir kısmını elinde bulundurduğu şirketlerin sayısı gerçekte ‘daha fazladır. Vurguladığımız gibi, bu tür ilişkiler özenle gizli tutulmaktadır. Örneğin yukarıdaki derlemede olmayan, ancak Bury ve Schmidt’in araştırmalarına göre, Allianzen ayrıca; Daimler-Benz’de yüzde 2; Siemens’te yüzde 3; MAN AG’de yüzde 18; VİAG’da yüzde 3,5 ve Thyssen’de yüzde 2 hisse payları bulunuyor. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 55) Neresinden bakılırsa bakılsın, burada açıklanan ağ ve ilişkiler, gerçeğin salt yaklaşık bir resmi olsa dahi; karşımızda sigorta kılığına bürünmüş büyük bir sermaye devin bulunduğunu ortaya koymaktadır.

İş bununla da bitmiyor, zira bu dev yalnız değildir. Allianz AG’nin ikiz kardeşi Münchener Rückversicherungs AG’dir. Bu şirket sadece Almanya’nın ikinci büyük sigorta şirketi değil, aynı zamanda dünyanın en büyük sigorta şirketlerinin sigortasıdır. Münih’in yarısının bu “ikili sigorta” şirketine ait olduğu söylenmektedir.

Ekonomi yazında ve günlük basında, Allianz ile Münchener Rückversicherung “yapışık ikizler” olarak adlandırılıyorlar. Ve gerçekten de bu adlandırma nesnel gerçeğin çok isabetli bir ifadesidir. Nitekim ikisi de birbirine yüzde 25’lik bir payla ortaklar, birbirlerine kelimenin tam anlamıyla göbekten bağlılar. Yani hem dışarıdan bir etkiye karşı korunmuşlar, hem de biri diğeri olmaksızın hareket edememektedir.

“Münih ekibi”ne dâhil olan iki “yerel banka” daha var: Bayerische Hypotheken-und Wechselbank (Almanya’nın 7. büyük bankası) ve Bayerische Vereinsbank (5. büyük bankası). Bayerische Vereinsbank’ın her iki sigorta şirketinde yüzde 10’luk payı var. İkizlerin Bayerische Vereinsbank’ta ise toplam yüzde 7’lik bir payı bulunuyor. Bayerische Hypotheken-und Wechselbank’in hisselerinin yüzde 22,9’u Allianz’a, yüzde 5,8’i de Münchener Rückversicherungn ait. Bayerische Hypotheken-und Wechselbank ise, Air lianz’ın hisselerinin yüzde 5’ne sahip.

Tahmin edileceği gibi, “Münih ekibi” de birçok kanaldan Frankfurt’un büyük bankalarıyla içice geçmiştir. Çok daha girift bir görünüm arz eden bu ilişki ve bağlantıların nasıl şekillendiğini Bury ve Schmidt’ten okuyalım:

“Dresdner Bank hisselerinin yaklaşık yüzde 23’ü Allianz’ın mülkiyetindedir. Yüzde 2,3’lük bir payı da Münchener Rück tutuyor. Bunun dışında Dresdner Bank hisselerinin yüzde 20’lik bir başka bölümü de, iki ayrı finans şirketine aittir. Bu iki finans şirketine de, Bayerische Hypotheken- und Wechselbank’in yanı sıra, Allianz ve Münchener Rück’a ait olan bir dizi sigorta şirketleri ortaktır. Bunun karşılığında, Allianz hisselerinin yüzde 10’u ile Münchener Rück’ün yüzde 11,9’una Dresdner Bank sahiptir. Frankfurt banka kartelinden, yüzde 10’ar pay ile Allianz ve Münchener Rück’e ve ayrıca yüzde 5 ile Bayerische Vereinsbank’a ortak olan bir diğer yakın tanıdık ise Deutsche Bank’tır. Sigorta şirketi ikilisi ise Deutsche Bank’ın ana sermayesinin yaklaşık yüzde 8’ine ortaktır.

Kim ki bu içice geçmede yavaş yavaş yönünü kaybediyorsa, kederlenip moralini bozmasın. İşte Almanya AŞ’ın çekirdeğini oluşturan ve büyük bir titizlikle inşa edilen bu ağın işlevi de tam da budur.” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 36)

Bury ve Schmidt yukarıdaki “ağı” bir şemaya aktarmışlar. Şemaya başlık olarak da şu çarpıcı formülasyonu seçmişler: “Alman mali ekonomisinin G-7’si”!

Dünya ekonomisinde G–7 küçük bir azınlığı teşkil etmektedir, ama dünya ekonomisine hükmeden ve halkları iliğine kadar sömüren bu 7 emperyalist hayduttur. Almanya ekonomisi için de aynı şey geçerlidir: “Alman mali ekonomisinin G-7’si” küçük bir azınlığı oluşturmaktadır, ancak ülke ekonomisine hükmeden ve yaratılan tüm değerlere el koyan bu mali gruplar ve onlarla içice geçmiş belli başlı tekellerdir. “Serbest rekabet” ve “hür teşebbüs”e ilişkin yaratılan yaldızlı görüntü biraz kazıldığında karşımıza işte bu çarpıcı tablo çıkmaktadır.

ALMAN MALİ EKONOMİSİNİN G-7’Sİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

=sermaye ortaklığı

……… = ortaklıklar, ara şirketler, finans yatırım şirketleri ya da vekaleti alınan hisse oyları üzerinden kurulan ilişkiler

 

“Kişisel birlik”ler

Bilindiği gibi, Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde Alman iktisatçı Otto Jeidels’in araştırmalarına dayanarak, sermaye alanındaki içice geçmişliğin, “kişisel birlik” ile ete kemiğe büründüğüne dikkat çekmiştir: “… bankalar ve büyük ticari ve sınai işletmeler arasında bir çeşit kişisel birleşmenin, hisse senetleri alımı yoluyla bir kaynaşma olayının geliştiği, bunun da sınai ve ticari işletmelerin denetim (ya da yönetim) kurullarına banka müdürlerinin geçmesiyle, ya da tersinin olmasıyla, gerçekleştiği de görülmektedir.” (“Emperyalizm”, sf. 50)

Sanayi, banka ve sigorta sermayesinin içice geçmişliğine bu sermaye gruplarının temsilcilerinin birleşmesinin tekabül ettiğini, bir örnekle de olsa Daimler-Benz ve Siemens şirketleri örneği üzerinden somutlaştırmaya çalışalım.

Daimler-Benz AG’nin Denetim Kurulu, (“işçi temsilcileri”ni şimdilik bir yana bıraktığımızda) şu kişilerden oluşmaktadır: Hillmar Kopper, (Başkan; Deutsche Bank AG’nin Yönetim Kurulu üyesi); Dr. Brigit Breuel, (Doğu Almanya sanayisinin tasfiyesini ve yağmalanmasını organize eden Kayyum Şirketi’nin başkanıydı, şimdi EXPO 2000’nin Genel Komiseri); Prof. Hubert Curien, (Fransa’nın Araştırma ve Teknoloji eski Bakanı); Dr. Michael Endres, (Deutsche Bank AG’nin Yönetim Kurulu üyesi); Ulrich Hartmann, (Almanya’nın en büyük petrol, kimya ve elektrik tekellerinden Veba AG’nin Yönetim Kurulu Başkanı); Martin Kohlhaussen, (Commerzbank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Jürgen Sarrazin, (Dresdner Bank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Dr. Roland Schelling, (Avukat ve Noter, aynı zamanda Almanya’nın en tanınmış küçük hissedarlar derneği DSW’nin Yönetim Kurulu üyesi, “bankaların adamı” olarak biliniyor); Dr. Manfred Schneider (Bayer AG’nin Yönetim Kurulu Başkanı) ve Prof. Dr. Johannes Semler (Avukat).

Aynı soruyu bu sefer tersinden sorduğumuzda, yani Daimler-Benz AG’nin Yönetim Kurulu üyeleri hangi şirketlerin Denetim Kurulu’nda bugün oturuyor? Elimizdeki verilere göre durum şu:

Edzard Reuter (Daimler-Benz AG’nin yakın zamana kadarki Yönetim Kurulu Başkanı): Allianz ve VİAG AG (kimya-enerji tekeli); Reuter ayrıca Deutsche Bank’ın Danışma Kurulu üyesidir.

Jürgen E. Schrempp (Daimler-Benz Yönetim Kurulu Başkanı): Bayerische Vereins-bank.

Dr. Manfred Gentz (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): Benckiser Holding GmbH.

Prof. Hartmut Weule (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): Zeiss Vakfı (Optik).

Helmut Werner (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): BASF AG; IBM Deutschland Werner Breitschwerdt (Daimler-Benz AG Yönetim Kurulu eski başkanı): Continental AG (Almanya’nın en büyük kauçuk ve lastik üreticisi).

Siemens’in Denetim Kurulu üyelerine gelince: (“işçi temsilcileri”ni sıralamıyoruz) Dr. Hermann Franz, (başkan; Siemens Merkez Yönetim Kurulu eski üyesi); Dr. Ulrich Cartellieri (başkan yardımcısı; Deutsche Bank Yönetim Kurulu üyesi); Kari Beusch (Avukat; Siemens’in eski avukatlarından); Roger Fauroux (Fransız Saint-Gobain S.A. şirketinin onur başkanı); Dr. Heinz Kriwet (Thyssen AG Yönetim Kurulu Başkanı); Dr. Wolfgang Roller (Dresdner Bank AG Denetim Kurulu Başkanı); Dr. Albrecht Schmidt (Bayerische Vereinsbank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Dr. Nikolaus Senn (bir İsviçre bankası olan Schweizerische Bankgesellschaft’ın İdari Konsey Başkanı); Peter von Siemens (Siemens ailesinin temsilcisi); J. Hermann Strenger (Bayer AG Denetim Kurulu Başkanı).

Diğer taraftan Siemens Yönetim Kurulu üyelerinin hangi şirketlerin denetim kurullarında oturduğuna bakalım:

Dr. Heinrich von Pierer (Siemens Yönetim Kurulu Başkanı): Bayer AG; RWE AG; VW AG.

Dr. Karl-Hermann Baumann (Siemens Yönetim Kurulu üyesi): Deutsche Bank AG (Danışma Kurulu); Schering AG.

Dr. Günter Wilhelm (Siemens Yönetim Kurulu üyesi): Philipp Holzmann AG.

Dr. Hermann Franz (Siemens Yönetim Kurulu eski üyesi, şimdiki Denetim Kurulu Başkanı): Allianz AG; Deutsche Bank AG; Thyssen AG.

Prof. Dr. Karlheinz Kaske (Siemens Yönetim Kurulu eski başkanı): MAN AG (Denetim Kurulu başkanlığı).

Dr. Claus Kessler (Siemens Yönetim Kurulu eski üyesi): Degussa AG.

Karl Beusch (Avukat; Siemens’in eski avukatlarından): Dresdner Bank AG.

Gerek Daimler-Benz, gerekse Siemens’in Denetim Kurullarının üyesi oldukları şirketler için belirtmek gerekir ki, bu şirketlerin hemen hepsi büyük şirketlerdir, ilk 100 arasında yer almaktadırlar.

Bu “kişisel ilişkiler”; belli başlı tekellerin içice geçtiğini, birbirlerini karşılıklı olarak denetlediklerini, merkezileşmenin yoğunlaşarak geliştiğini, “rekabetin” bir yere kadar gerçek olduğunu, tekel olgusunun rekabeti ortadan kaldırmadığını, ama Lenin’in de belirttiği gibi “onun üstünde ve yanında” var olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan, “sınai tekellerin” yöneticilerinin de banka ve sigortaların denetim kurullarında oturuyor olması, iki sermaye türünün birbirinden gerçekten bağımsız varlığını iddia eden düşüncelerin birer safsata olduğunu kanıtlamaktadır.

Commerzbank, Deutsche Bank ve Dresdner Bank’ın tekellerle “kişisel birlik”! üzerine kapsamlı bir araştırma yapan Hermannus Pfeiffer, “Die Macht der Banken” adlı kitabında “kişisel birlik”in boyutuyla ilgili Jeidels’in belirttiği rakamlarla (Lenin bu rakamları kullanmıştır) bugün arasında önemli bir kıyaslama yapmaktadır. Pfeiffer şu sonuca ulaşmaktadır:

“Jeidels’in verileriyle benim verileri kıyasladığımızda, o zaman şunu kabaca tahmin edebiliriz ki, büyük bankaların banka olmayan şirketlerle ilişkileri nicelik ve nitelik olarak derinleşmiştir. Örneğin Deutsche Bank bugün yaklaşık 1500 şirketle kişisel birlik kurmuştur (Jeidels’te bu 221’dir). Deutsche Bank’ın Siemens ile olan ilişkileri de artık dört kişi üzerinden değil, tersine sadece Siemens AŞ ile kişisel ilişkisi on kişi üzerinde gerçekleşmektedir (Siemens Holdingde ise daha da fazladır).” (age, sf. 30)

Burada Deutsche Bank’ın hem yönetim kurulu üyelerinin, hem müdürlerinin ve hem de bankaya yakın şahsiyetlerin (avukat, noter vb.) hangi tekel ve şirketlerin denetim kurullarında ve yönetime bağlı danışmanlık komisyonlarında “görev” yaptığını ortaya koymaya bile gerek yok. Zira Pfeiffer’in 1500 olarak verdiği rakam ve yaptığı saptama yeterince aydınlatıcıdır. Öte yandan bu kişisel ilişkilerin neye yaradığı, daha doğrusu mali-sermaye açısından ne denli bir önem taşıdığı da ortadadır. Almancada bir deyim vardır: “Bilgi güçtür”, işte mali-sermaye yüzlerce büyük şirketin milyarları üzerinde denetim kurarken, salt doğrudan sahip olduğu hisse paylarına dayanmıyor; çoğu kez nispeten az bir sermaye ile adamlarını denetim kurulları gibi stratejik yerlerde mevzilendirerek, alacağı kararlar ve yapacağı her çeşit müdahale için en ayrıntılı istihbaratı topluyor ve ona göre hareket ediyor. Denebilir ki, mali-sermayenin bir tek kolektif kapitalist gibi hareket edebilmesi, büyük oranda bu bilgi akışına ve birikimine dayanmaktadır.

Bu “kişisel birlik”, dün olduğu gibi bugün de politika, medya ve araştırma-geliştirme kuruluşlarından “şahsiyetler” ile tamamlanmaktadır. En çarpıcı örneğini bu konuda da Deutsche Bank’ta görmekteyiz. Nitekim Deutsche Bank’ın yöneticileri II. Dünya Savaşı’ndan bu yana hemen hemen her F. Almanya Başbakanı’nın yakın danışmanı olmuşlardır. Örneğin:

– Deutsche Bank’ın “efsanevi” şefi Josef Abs; Adenauer ve Erhard’ın danışmanı;

– Sonradan Merkez Bankası başkanı olan Karl Klasen ve Franz Heinrich Ulrich, Willy Brandt ve Helmut Schmidt’in danışmanları;

– Ölümüne kadar Alfred Herrhausen, ardından ardılları Hilmar Kopper ve Ulrich Cartellieri Helmut Kohl’ün danışmanı olmuşlardır.

Bu arada 1976’dan beri Deutsche Bank’ın yönetiminde yer alan Friedrich Wilhelm Christians adeta Almanya ekonomisinin büyükelçisi gibi hareket etmiştir. Brejnevle en önemli doğal gaz anlaşmasını örgütleyen ve Gorbaçov’un genel sekreterliğe seçildikten sonra kabul ettiği ilk Batılı temsilci de Christians’tır.

Bonn’da köklü ilişkilere sahip olan diğer bir şirket de Siemens’tir. Siemens ailesinin üyesi Gerd von Brandenstein’ın başında bulunduğu bu ilişkiler ağı öylesine örülmüştür ki, başta başbakanlık dairesi olmak üzere, hükümeti, meclisi ve tüm büyük partileri kapsamaktadır. (Siemens’in ayrıca Bavyera eyalet hükümetiyle de çok yakın ilişkileri vardır.) Siemens yönetim kurulu başkanı Heinrich von Pierer, Başbakan Helmut Kohl’e yakınlığıyla bilinen çevrenin önde gelenlerindendir.

Öte yandan bugün hâlâ CDU ve FDP’sinden SPD’sine kadar çok sayıda politikacı önemli tekellerin denetim kurulu üyesidir. Sözgelimi FDP’nin önde gelenlerinden ve bir dönemin ekonomi bakanı Otto Graf Lambsdorff; Lufthansa, VW ve Victoria Versicherung gibi büyük bir düzine şirketin denetim kurulu üyesidir. Zamanın Araştırma Bakanı Hıristiyan Demokrat Heinz Riesenhuber ise bugün, başta Mannesmann, Siemens ve Degussa olmak üzere on bir şirketin denetim kurulunda “görev yapmakladır. Politikayı “bırakanların” ekonomide koltuk kapmaları bir gelenektir. Diğer taraftan pek çok politikacı sanayi ve banka sektöründen gelmedir. Almanya’nın Ekonomi Bakanı Günter Rexrodt örneğin, Citibank’ın eski yönetim kurulu başkanıdır.

Ve tabii ki, bu “kişisel birlik” ağına, ruhunu tamamıyla sermayeye teslim etmiş birkaç düzine seçkin bilim adamı, avukat ve noteri de dahil etmek gerekir. Bu kişisel ilişkiler ağının bugün ne denli rafine örüldüğünü ise şu örnekte görmekteyiz: Hamburg’daki Ekonomi ve Politika yüksek okulunda profesörlük yapan Herbert Schui’nin başını çektiği bir yazarlar grubunun geçtiğimiz aylarda çıkarttığı bir araştırma kitabında (“Wollt ihr den totalen Markt?”) ayrıntılı bir şekilde “Kronberger Çevresi” tanıtılır. “Kronberger Çevresi”, merkezi Frankfurt’ta bulunan “Pazar Ekonomisi ve Politika Enstitütü ve Vakfı”nın “bilimsel komisyonu”dur. “Kronberger Çevresi” son yıllarda “Almanya’da neoliberal düşüncenin yaygınlaştırılması ve popüler kılınması” çabasıyla dikkat çekmiştir. Schui’ye göre, bu “çevrecin mensupları; bazı tanınmış bilim adamlarının yanı sıra, Almanya’da her yıl ekonomik ‘tahminlerde bulunan ünlü beş kişilik “bilirkişiler konseyi”nin üç üyesinden, ekonomi bakanlığına bağlı bilimsel komisyonun bazı üyelerinden, hükümete bağlı ‘tekel komisyonu’nun iki üyesinden ve basının birkaç tanınmış yazarından oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, kamuoyuna herhangi bir görüşü en yetkin ve etkin bir şekilde empoze etme bakımından gerekli örgütlenme ve mevzilenme sağlanmıştır. İşte işçi ve emekçilerin, üniversiteli gençliğin ve genel olarak kamuoyunun karşısına bu “şahsiyetler” çıkmakta ve işsizliğin, yoksullaşmanın vb. sorunların ancak “neoliberal bir ekonomi politikayla” çözülebileceğini propaganda etmektedirler. Tabii ki, bunu “tarafsız” bilim adamları, öğretim üyeleri, bilirkişi ve gazeteciler olarak yapmaktadırlar.

Burada sendika bürokrasisinin söz konusu1 “kişisel birlik” içindeki konumunu da unutmamak gerekir. Almanya’da sosyal demokrasinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında geliştirdiği “işçilerin yönetime katılması” politikasının bir sonucu olarak, 70’li yılların başından beri, “işçi temsilcileri” de büyük şirketlerin denetim kurullarında oturmaktadırlar. Mali-sermayenin en has ve en ileri adamlarıyla “aynı yetki”yle aynı havayı soluyup aynı koltukları paylaşmaktadırlar. Denetim Kurulu görevinden sağladıkları yüksek gelirleri bir kısmı sendikasına devretmekte, bazıları ise devretmemektedir. Fakat bu yüksek gelirden daha önemli olan denetim kurullarındaki kişisel ilişki ve ortamın öğütücü yönüdür. Şöyle söyleyelim: Bu ilişki ve ortamda öğütülmeyen sendika bürokratı yok gibidir. Şirket hisselerinin alım satımı ya da başka spekülatif girişimler için en yararlı bilgilerin toplandığı bu kurullarda, bu olanaktan -küçük ya da büyük boyutlarda- faydalanan sendika bürokratının sayısı da az değildir. Kuşkusuz bu tür faydalanmalar resmi söylemde katı bir şekilde yasaktır! Ama bu yasak, işyerlerindeki alkol yasağı gibidir. Belirlenen sınırları aşmadıkça, uyuşturucu özelliği nedeniyle kapitalistler göz yummayı yeğlemektedirler. IG Metal’in eski başkanı Franz Steinkühler’in başına gelenlerin de ortaya koyduğu gibi, sınırı aşan ya da kendisinden beklenilenleri yerine getirmeyenler de, hallaç pamuğu gibi bir tarafa atılmaktadır!

 

III.

MALİ-SERMAYE VE MALİ-OLİGARŞİ

Görüldü ki, mali-sermaye özellikle; “holding sistemi”ne, “kişisel birlik’lere, vekâleten alınan hisse oylarına ve tabii ki menkul kıymetler ihracı ile kredi sistemine vb. dayanarak, hem tekelci konumunu perçinlemiş, hem de ülke ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini genişletmiş bulunmaktadır. Önceleri bu yol ve yöntemlerden bazıları (örneğin vekâlet olayı) çok tali plandayken bugün ön plana çıkmıştır, bazıları ise daha da rafineleşmiştir (Özellikle “holding sistemi” rafineleşmiştir. Bu, ifadesini; bir yandan teknik temelinin gelişmesi sonucu hacmi genişleyen rant ve spekülasyona dayalı “elektronik ticaret”in artmasında, diğer yandan bankaların ve sigorta ve yatırım şirketlerinin artan etkinliğinde bulmaktadır). Kuşkusuz bu gelişmelerin yol açtığı pek çok sonuçtan söz edilebilir. Bizi burada ama, Lenin tarafından dile getirilen şu sonuç özellikle ilgilendirmekte:

“Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınaî ya da üretken sermayeden, yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır.” (Lenin, “Emperyalizm”, sf. 71)

“Bu ayrılma”nın bugün ayrıca altı çizilmesi gereken yönü, mali-oligarşinin “bu ayrılma”da aynı zamanda kendisini gizleme olanağını bulabilmesidir. Nitekim ne zamanki mali oligarşinin bizzat kendisini açığa çıkartma sorunu gündeme gelirse, söz konusu “ayrılma”nın kaçınılmaz karmaşıklığının burjuva ekonomistlerince iz kaybettirmenin bir aracı olarak kullanıldığı görülür. Burjuva ekonomi politik yazınının tüm “empirik çalışması”nın tam da burada sınırına gelmesi, bin-bir veriyle dolu “bilimsel çalışma”nın burada bıçakla kesilmişçesine bitmesi anlamsız değildir şüphesiz. Değildir, çünkü bu sınır geçildiği an, emperyalist kapitalist sistemin tüm asalaklığı ve çürümüşlüğü bütün iğrençliğiyle görünmeye başlamaktadır…

Söz konusu “ayrılma”ya dayanılarak mali-oligarşinin varlığının nasıl reddedildiğine geçmeden önce şunu yeniden saptamamız gerekiyor: Mali-sermayenin oluşumu; banka sermayesinin, ya da sanayi sermayesinin görünürde ayrı ayrı sermaye türleri olarak varlıklarını sürdürmesinin önünde engel değildir. Bankaları salt bankalar olarak, ya da büyük sanayi tekellerini salt sanayi şirketleri olarak görmemek gerekiyor. Bu ayrı ayrı varoluş, mali-sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte -görüntüde değil ama fiilen- tarih olmuştur. Belirleyici olan “iç içe geçme”dir. Emperyalizm için karakteristik olan mali-sermaye, tamamıyla ayrı bir sermaye türüdür.

Burjuva reformist basın ve yazında bunlar özellikle hep ayrı ayrı belirtilip tanımlanmaktadır. Görüntü öne çıkarılarak yaratılan ikilem şudur: Kapitalist; üretkendir, iş sahaları yaratır, topluma karşı sorumluluk taşır, toplumsal refahın temel direğidir! Banker ise; üretken değildir, sorumsuz ve asalaktır! Bu ikilemle, sermayenin “ruhunun derinliklerinde yatan” asalak karakterinin gizlenmek istendiği ortadadır. Bu çabanın amaçsız olmadığını belirtmeye gerek yok. Zira bu ayrıma dayanılarak, ‘sanayi sermayesinin banka sermayesinin güdümü ve denetimine girdiği’ savı ileri sürülmektedir. “Bir avuç banka ve sigorta, ülke ekonomisinde tayin edici rolü oynayan sanayi şirketlerinin üzerinde egemenliklerini kurmuş bulunmaktadırlar.” Peki, banka ve sigortalara kimler hâkimdir? Banka ve sigortaların arkasında kimler vardır?

Belirtildiği gibi, burjuva ekonomi politik yazını bu soruya açık bir yanıt vermiyor. Daha doğrusu, verileri çarpıtarak gerçeği özenle gizlemeye çalışıyor. Özellikle bu konuyla ilgili ileri sürülen verilerin sunuluş şekli ve getirilen yorumlara bakılırsa, şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Özel mülkiyet ortadan kalkıyor, her şey kurumların (banka, sigorta ve yatırım şirketlerinin) denetimine giriyor, bu kurumlara da bir avuç menajer hükmediyor. Başka bir deyişle, burjuvazi diye bir sınıf, mali-oligarşi diye bir zümre yok! Başta bankalar olmak üzere mali kurumların bir karteli ve bu kartele dayanan sınırsız bir egemenliği var. Bu nedenle esas sorun, mali-oligarşiden soyutlanmış bu mali kurumların egemenliğini sınırlayacak yasaların çıkartılmasıdır! (7)

Banka ve sigorta kartelinin; sanayi tekellerdeki hisse paylarını artırdığı, şirketlerin genel kurullarında (temsil edilen) hisse oylarının ezici çoğunluğunu ele geçirdiği, şirket yönetim ve denetim kurullarına kendi adamlarını “konuşlandırdığı”, yüzlerce dev ve büyük şirketin ve bunlara bağlı binlerce şirketin sermayesini çekip çevirdiği vb.; bütün bunlar verilerce de kanıtlanan gerçeklerdir. Ne var ki, olgular, onları yorumlayanların iradesinden bağımsız olarak vardırlar. Bu nedenle olgular tek başına hiçbir şeyi ifade etmezler. Bir ve aynı olgunun, aşağıda da göreceğimiz gibi, birbirine tamamıyla zıt görüşlere dayanak yapılabileceği bunun bir kanıtıdır.

Thyssen, Siemens, Benz, Krupp vb. gibi klasik kapitalist ailelerin kendi “ana şirketlerindeki konumlarıyla ilgili veriler yüzeysel olarak değerlendirildiğinde, şöyle bir sonuç da çıkarılabilir: Ailelerin, yani sınaî tekellerin asıl sahiplerinin etkinlikleri giderek geriliyor, yerine banka ve sigorta gibi kurumların nüfuzu artıyor. Böylelikle bu tür şirketler gelinen yerde sadece yönetim itibarıyla değil, öncesinden farklı olarak; mülkiyet anlamında da bu kapitalist ailelerin doğrudan denetimi ve etkinliğinden önemli oranda çıkmış, ya da öncesine göre çok bariz bir şekilde sınırlanmış görünüyor. Bu tür klasik tekelci şirketlerin gerek hisse dağılımı, gerekse genel kurullarındaki oy çoğunluğuna bakıldığında, yukarıdaki sonucun bütünüyle temelsiz olmadığı da iddia edilebilir. Örneğin Krupp-Hoesch’teki durum bu açıdan ilginçtir: Krupp ailesinin etkin olduğu vakfın Krupp-Hoesch’teki payı 1993’te yüzde 74,99 iken, bu rakam 1996’da yüzde 51,61’lere kadar gerilemiştir. Siemens ailesinin de “kendi şirketi”ndeki payı aynı sürede yüzde 10’dan yüzde 6,94’e düşmüştür. Daha çarpıcı bir örneği Thyssen sunmaktadır: 1993 yılında Thyssen tekelinin en büyük iki özel hissedarı, şirketin kurucusu August Thyssen’in torununun torunu olan iki kardeşin; Claudio Graf Zichy-Thyssen ve Federico Zichy-Thyssen kardeşlerin hisse payları yüzde 20 iken, 1995 yılında ise Commerzbank AG, Thyssen’deki payını artırma amacıyla bu iki kardeşten ellerinde bulundurdukları hisse payını tümden satın almıştır. Bu hisselerin piyasa değeri 95 yılı itibariyle 1,4 milyar marktır. (Commerzbank satın aldığı bu hisselerin bir kısmını sonradan başka kurum ve özel şahıslara satar). Böylece “küçük hissedarlar” bir tarafa bırakıldığında, Thyssen şirketinin hisselerinin yaklaşık yüzde 80’ni “kurumsal yatırımcılar”ın ele geçirdiği ortaya çıkmaktadır.

Burada mesele bu verileri kabul edip etmemede değil kuşkusuz. Sorun buradan çıkarılması gereken sonuçtur. Daha somut bir deyişle, klasik tekelci kapitalist ailelerin (tekelci burjuvaların) “kendi ana şirketlerindeki mülkiyet paylarının (belirli bir noktaya kadar) azalması ve yerine giderek banka, sigorta, yatırım şirketleri gibi mali kurumların geçmesi nesnel bir olgudur. Ancak, bu olgu, kesinlikle, tekelci burjuvaların (birey ve sınıf olarak) zayıfladığı ya da yok olmaya yüz tuttuğu anlamına gelmemektedir. Tam tersine! Zira burada (salt Thyssen örneğini bile temel alırsak) şu soru yanıtsız bırakılmamalıdır: Thyssen kardeşler 1,4 milyar markla ne yapmışlardır? Daha genel sorarsak, tekelci burjuva ailelerinin, elden çıkardıkları hisselerden sağladıkları sermaye nereye gitmektedir? Bu sermayeyi yastıklarının altında gizlemedikleri son derece açıktır!

Her şey bir yana; sadece ortalama kâr oranındaki düşüşü karşılamak için bile olsa, şirket sermayesini artırma -üretimdeki merkezileşme ve yoğunlaşma arttıkça bir o kadar- genel bir zorunluluk olmaktadır. Bu durumda tekelci bir sermayedar ya da aile açısından; ana şirketteki pay oranını “stratejik bir orana” kadar azaltmayı göze alma, buradan “kazanılan”, daha doğrusu “bağlarından çözülen” sermayeyi ya doğrudan merkezden banka, sigorta ve yatırım şirketlerine ya da başka bir büyük tekeldeki stratejik ortaklığa yatırma daha etkin bir yöntem olarak kendisini göstermektedir. (Bazı tekelci sermayedarlar açısından gerçekten de genel mülkiyet gücünde bir zayıflama söz konusu olabilmektedir. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü bu yönde de ciddi bir merkezileşme ve yoğunlaşma yaşanmaktadır.)

Tekelci burjuva aileler açısından yaşanan bu sürecin gerisinde yatan olgu; kapitalizmin tekel ve ona tekabül eden mali sermaye egemenliğinin sürdüğü döneminde, bankalar gibi mali kurumların -bu yönde de bir merkezileşmeyi nesnel olarak dayatmaları itibariyle- kolektif kapitalist niteliğini esasta kazanmış olmalarıdır. Kolektif kapitalistin teşekkülüyle birlikte, her bir tekelci kapitalist grup (ya da aile) açışından sorun, tam da bu “kolektifte sağlam mevzileri ele geçirmek ve muhafaza etmek olarak gündeme gelmektedir. Demek ki, tüm iddiaların aksine, işçi ve emekçilerin aşırı sömürüsünden elde edilen muazzam sermaye kütlesinin, bugün giderek banka, sigorta, yatırım şirketleri gibi mali kurumlarla ancak kucaklanabiliyor olması, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel biçimi arasındaki çelişkinin ne denli kesinleştiğinin bir ifadesidir. Burjuva propaganda bu gelişmeyi, büyük şirketlerin mülkiyetinin, hem dağıtılan hisseler yoluyla ve hem de kurumlar aracılığıyla “halkın mülkiyeti” haline geldiğinin bir kanıtı olarak yansıtmaktadır. Hisselerin halk kitlelerine satılması yoluyla sağlanan “demokratik dağılımının pratikte ne anlama geldiğini yukarıda inceledik. Diğer taraftan, mali kurumların giderek “baskın” gelmesi, sermayenin özel karakterini yitirip genel olarak toplumsal mülkiyete dönüşmesi anlamına da gelmemektedir. Tam aksine, mali-oligarşi bu muazzam sermaye kütlesini özel ellerde tutabilmek için bu kurumlara daha çok dayanmak zorunda kalmaktadır.

Öte yandan, söz konusu “kolektifteki mevzilere sahip olma, bu mevzileri muhafaza etme ve bunun için de eldeki sermayeyi daha etkin ve stratejik noktalara yatırma; bütün bunlar “ana üssü” (aile şirketini) tümden terk etme anlamına da gelmemektedir. Verilere baktığımızda hemen hemen hiçbir klasik tekelci burjuva ailesinin bunu yapmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada değişen sadece biçimlerdir: Thyssen ve Krupp örneklerinde olduğu gibi bazı aileler sermayelerinin bir kısmını vakıflarda tutmaktadırlar. “Fritz Thyssen Vakfı”nın Thyssen AŞ’deki hisse payı yüzde 8,6’dir; “Alfred Krupp von Bohlen ve Halbach Vakfı”nın Krupp’taki hissesi ise yüzde 51,61’dir); bazıları ise hem vakıflarda ve hem de aile olarak tutmaktadırlar (“Robert Bosch Vakfı”nın Bosch’taki hisse payı yüzde 92, Bosch ailesinin de yüzde 8’dir ya da “Max Grundig Vakfı”nın Grundig’teki hisse payı yüzde 9,2 iken, Grundig ailesinin yüzde 7,2’dir); Allianz’ın kurucusu Finck’in ailesi ise doğrudan “Finck ailesi” olarak Allianz hisselerinin yüzde 5’ini tutmayı yeğlemektedir ya da Almanya’nın en zengin ailelerinden biri olarak bilinen Haniel ailesi Haniel Ltd. şirketinin neredeyse tümüne (yüzde 99; sahiptir. (Kuşkusuz her bir aile açısından bu farklı yapılanmaların; sermayenin hacmi, işkollarının özellikleri vergiler, serveti paylaşanların sayısı vb. gibi özel nedenleri vardır, ancak sorunun bu yönü bizi burada fazla ilgilendirmemektedir).

Yukarıda özetlediğimiz görüşün kendisine dayanak yaptığı önemli verilerden biri de şudur: Bankalar, borsada hisseleri alınıp satılan AŞ’ların genel kurullarında toplam oyların ortalama olarak yüzde 80’ini denetimlerinde tutuyorlar. Peki bankaların genel kurullarında oyların çoğunluğunu kimler tutuyor? Bankaları kim denetliyor? Burjuva ekonomistlerin bu soruya verdikleri yanıt çarpıcıdır: Bankalar kendi kendilerini denetliyorlar!

Sosyolog Pfeiffer’in yaptığı araştırmaya göre, Deutsche Bank özellikle vekâleten kullandığı hisse oylarına dayanarak, 1983 yılındaki genel kurulunda oyların yüzde 47,2’sini kendisi temsil ediyordu, ikinci büyük oy grubunu yüzde 8,6 ile Dresdner Bank temsil ediyordu. (Bu genel kurulda toplam hisselerinin yüzde 65’i temsil ediliyordu). 1986 yılındaki genel kurulda da durum aşağı yukarı aynıdır. Hemen belirtelim ki, bu durum sadece Deutsche Bank’a özgü değil. Pfeiffer’e göre, Almanya’nın tüm büyük bankalarının her biri kendi genel kurullarında temsil edilen oyların ortalama olarak yüzde 40 ile 50’sini ellerinde tutmaktadırlar. (Pfeiffer şöyle diyor: “Deutsche Bank’ın Yönetim Kurulu kendi kendisini denetliyor.”) Diğer yandan büyük bankaların genel kurullarında temsil edilen oyların yaklaşık yüzde 99’u bankaların kontrolündedir, yani sadece bir banka kendi kendisini denetlememekte, aynı zamanda bankalar bankaları denetlemektedir. (H. Pfeiffer: “Die Macht der Banken”, sf. 112)

Görüldüğü gibi, mali-sermaye herhangi bir “dış müdahaleye” karşı tam teçhizat silahlanmıştır. Gerçi kendi içerisinde homojen değildir (yoğunlaşma ve merkezileşme bu çekirdeğin içinde de devam etmektedir), ama “dış dünyaya” karşı örgütlüdür. “Düşmanca” olsun, “dostça olsun”, “devralmalara” karşı sıkı bir şekilde korunmuştur. Kuşkusuz bu, anlaşılabilir ve “doğal” bir durumdur, çünkü ülkenin ve dünyanın en ücra köşesine kadar uzanan bin bir ilişkinin ve nüfuz ağının dolambaçlı yollardan gelip merkezileştiği yer burasıdır. Daha açıkçası, burası Alman emperyalizminin ana karargâhıdır. Tüm temel kararlar; sanayi politikasından yatırımlara kadar, hangi şirketin batırılıp hangisinin ayakta tutulacağından, iç ve dış politikanın yeni öncelliklerinin neler olacağına kadar, bütün bunlar bu merkezde belirlenmekte ve planlanmaktadır.

Açıktır ki, bu ana karargâhı ele geçiren aslında tüm orduyu ele geçirmiş demektir! İşte Almanya’da bu karargâh bir avuç dev sermayedarın (mali-oligarşi) elindedir. Milyonlarca işçi ve emekçinin alın terinin ve emeğinin ürünü toplumsal servetin hemen hemen tümüne bu bir avuç sermayedar hükmetmektedir. Milyonlarca emekçi insanın iş aş sahibi olup olmayacağı, bu tamamıyla asalak, tefeci ve rantçı zümrenin çıkarları tarafından belirlenmektedir.

Ne var ki, gelişmekte olan ülkelerdeki tekelci burjuvaların çiğliklerinin aksine, bu zümre kamuoyundan kendisini özenle korumakta ve gizlemektedir. Dikkat çekmemek, ilgi odağı olmamak Alman mali-oligarşisinin bu hususlardaki başta gelen prensiplerinden birisidir. Burjuva demokrasisi üzerine yaratılan yanılsamaların dağılmasına yol açabilecek tutumlardan mümkün olduğunca sakınmak ve belirli bir yaşam düzeyine sahip emekçi kitlelerin adalet ve eşitlik duygularını zedeleyebilecek görüntü ve olayların oluşmasına vesile vermemek, bu zümrenin önem verdiği meselelerdir. (Sermayelerinin bir kısmını vakıflarda tutmaları da, ekonomik nedenlerin yanı sıra, bu zümrenin, ‘sosyal toplum’ etrafında yaratılan yanılsamaları güçlendirme çabalarının bir ifadesidir aslında). Aynı şekilde şu veya bu nedenden ötürü zaman zaman ortaya çıkan toplumsal tepkilerde hedefte durmamak, yerine mene-cerleri, kurumları ya da siyasetçileri öne çıkarmak, mali-oligarşinin hassasiyetleri arasındadır…

Gözlerden ırak durmaya çalışan mali-oligarşinin nerelerde yuvalandığını, Deutsche Bank yönetim kurulunun, bankanın 125. yıldönümü vesilesiyle bir yazarlar grubuna hazırlattırdığı “Die Deutsche Bank 1870–1995” adlı kitaptan alacağımız bazı rakamlarla somutlaştıralım. Deutsche Bank’ın 1973 yılında 121 bin 312 olan özel hissedar sayısı, 1991 sonunda 300 bin 300’e ulaşıyor. (Özel hissedarların toplam hissedarlar arasındaki payı aynı yıllarda yüzde 92,6’dan yüzde 98,1 çıkıyor.) Kurumsal hissedarların sayısı ise 1973’te 9 bin 688 iken, 1993’te 6 bin 800’e düşüyor. 1973’te özel hissedarlar arasında en büyük grubu, sayıları 46 bin 750 olan ücretli işçiler ile maaş alan memurlar yüzde 35,7 oranıyla oluşturuyorlar. Bu oran 1991 yılına gelindiğinde yüzde 48,3’e kadar yükseliyor. Aynı yıllarda işçi ve memur emeklilerinin oranı yüzde 7,03’den yüzde 14,7’e çıkıyor. Kıyaslanan yıllarda kurumsal hissedarların oranıysa yüzde 7,4’den yüzde 1,9’a düşüyor. Bu gerilemenin en önemli nedeni olarak, toplam hissedarlar arasında sınaî ve ticari şirketlerin oranının yüzde 5,3’ten yüzde 0,9’a düşmesi gösteriliyor. Fakat aynı anda yatırım şirketlerinin sayıları 121’den (yüzde 0,09) 1250’e fırlıyor (yüzde 0,4). (“Die Deutsche Bank 1870–1995”, sf. 638)

Başka şeylerin yanı sıra, burada da tekellerdekine benzer bir hissedar dağılımıyla karşı karşıyayız. Görüntüye bakılırsa; bir yandan hisselerin mülkiyet dağılımı daha da “demokratikleşiyor”, mülkiyet giderek “halkın mülkiyeti” haline geliyor, diğer yandan sınai ve ticari şirketlerin sayısı giderek düşüyor. Besbelli ki, bu rakamlar bize, Deutsche Bank’ın aslında Alman işçileri, emekçileri, emeklileri ve ev kadınlarına ait olduğu fikrini empoze etmektedir.

Ancak bu verilerden hemen sonraki paragrafta, yazarlar kurulunun, soğuk ve kayıtsız bir üslupla yazılmış şu satırlarını okumaktayız:

“Hissedarlar grubunun hissedarlar topluluğu içerisindeki payları, bankanın hisse sermayesindeki payları karşısında kısmen önemli farklılıklar göstermektedir: Kurumsal hissedarlar 1991’de hissedarların yüzde 1,9’unu(!) teşkil etmelerine rağmen, kaydedilen sermayenin yüzde 51,1’ini ellerinde bulunduruyorlar; tersinde ise özel hissedarlar, hissedarların yüzde 98,1’ni oluşturuyorlar, buna karşın hisse sermayesindeki payları sadece yüzde 48,5’i buluyor.” (agy)

Hepsi bu kadar; sayfalarca yazıda bankanın “demokratik yapılanmasından dem vuran burjuva profesörleri, burada söylenecek herhangi bir şey “bulamadan” başka bir konuya geçiyorlar. Burjuva profesörlerin söylemeye dillerinin varmadığı şey şudur: Yüzde 1,9’un oy hakkı, yüzde 98,1’in oy hakkından daha büyük; işte burjuvazinin demokrasi anlayışının gerçek içeriği budur!

Devam edelim. Bu verilerden Deutsche Bank’ın asıl sahiplerinin kim olduğunu hâlâ öğrenmiş değiliz. Adı geçen kitapta, “çeşitli hissedarlar grubunun Deutsche Bank’ın ana sermayesindeki payları”nı gösteren bir grafik yer alıyor (sf. 639). Bu grafik, yukarıda kendisini dışa vuran anlayışla hazırlanmış olmasına karşın, gizlenenleri açığa çıkarmamıza yardımcı olabilecek bazı verileri de içermektedir. Deutsche Bank’ın hissedarları grafikte, 9 grup altında ayrıştırılmış: 1. Servet (idareciliğini yapan) şirketler, miras toplulukları vb.; 2. Yatırım şirketleri; 3. Sigortalar/Emeklilik Sandıkları; 4. Sınai ve ticari şirketler; 5. Diğer özel şahıslar; 6. Serbest çalışan şahıslar; 7. Ev kadınları; 8. işçi ve memur emeklileri ve 9. işçi ve memurlar.

Bu ayrışmaya göre (bizim hesabımızla) 1973 ile 1991 yıllarında grupların ana sermayedeki hisse payları yaklaşık olarak şöyledir:

 

Gruplar 1973 1991

% %

Birinci grup 7,20 1,80

İkinci grup 6,80 18,50

Üçüncü grup 5,90 23,60

Dördüncü grup 16,80 8,00

Beşinci grup 11,10 3,40

Altıncı grup 7,50 10,20

Yedinci grup 23,00 9,80

Sekizinci grup 5,40 9,00

Dokuzuncu grup 16,30 15,70

 

Resmi bir grafiğe dayanarak çıkardığımız bu oranlar kesin rakamları tam yansıtmasa da, mülkiyet ilişkilerindeki genel eğilimleri aşağı yukarı doğru göstermektedir. Bu rakamlara göre; servet (idareciliğini yapan) şirketler, miras toplulukları vb. hissedar grubunun pay oranında en büyük düşüş yaşanmıştır. Bu grubun payı dört misli azalmıştır. En büyük artış ise, sigortalar ve emeklilik sandıkları grubunda olmuştur; bu grup payını dört misli artırmıştır. Yatırım şirketlerinden meydana gelen grup da payını yaklaşık üç misli artırmıştır. Buna karşılık, sınaî ve ticari şirketlerin oluşturduğu grubun payı iki misli azalmıştır. Diğer özel şahıslar grubun payı da üç misli azalmıştır. Serbest çalışan şahıslar grubuyla emeklilerin payı artmıştır, işçi ve memurların grubunda çok büyük değişiklikler yaşanmazken, ev kadınları grubu payında iki misli bir azalma kaydedilmiştir.

Bu grafiğin ortaya koyduğu gerçek şudur: Bankaların da gerçek sahibi malt oligarşidir. Yüzde 1,8’lik pay oranı hiç kimseyi aldatmamalıdır (ki bu orana tekabül eden hisselerin bugünkü piyasa değeri de, 1973 yılına göre en azından birkaç misli yüksektir). Deutsche Bank’ın “halkın mülkiyetinde olduğuna dair bir görüntü yaratmak amacıyla hazırlanan bu grafik, dördüncü ve beşinci grubun somut olarak kimlerden meydana geldiğini ortaya koymamakta. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir: Pek çok büyük sermayedar, hisse payını “sınaî ve ticari şirketler” ve “diğer özel şahıslar” grubunda tutmuştur. (Zaten bir yerde de buna mecburdur, çünkü “dış müdahaleye” karşı korunabilmek için Deutsche Bank’ta hiçbir hissenin oy hakkı yüzde 5’i geçmemektedir. Bu sınırlama, şu veya bu hissedarın gerçek hisse payının yüzde 5’i geçmesi durumunda da geçerlidir). Birinci, dördüncü ve beşinci grupların hisse paylarını birleştirdiğimizde, 1991 yılı için yüzde 13,2 civarında bir oranı elde ederiz. Tümünü olmasa da, bu yüzde 13,2’lik pay oranının büyük bir kısmını belli başlı büyük tekelci sermayedar ailelerin ve grupların ellerinde tuttuğuna şüphe yoktur. (Aslında bu oran bugün çok daha yüksektir. Liedtke’in 1995 sonu için verdiği rakamlara göre, “diğer özel şahıslar” grubunun payı yüzde 8,1’e çıkmıştır). Öte yandan “holding sistemi” bankaların hisse paylarının dağılımında da kendisini ortaya koymaktadır. Siemens’lerin, Krupp ve Thyssen’lerin, Bosch’ların, Gerling’lerin, Hamel’lerin, Henkel’lerin, Finck’lerin vb. tekelci burjuva aile ve sermayedarların, sermayelerini yatırım şirketlerine, sigortalara vb. kurumlara yatırmalarının önünde bir engel olmadığı son derece açıktır. Bu nedenle, ikinci ve üçüncü grubun hisse paylarının da bir kısmının mali oligarşinin adı geçen temsilcilerinin elinde bulunduğunu söyleyebiliriz.

Lenin, “Emperyalizm Defterleri”nde, Jeidels’in Alman büyük bankaların sanayi ile olan ilişkilerini kapsayan araştırmasında denetim kurullarının oluşumunu aktardığı yerde şöyle bir not düşer: “Denetim kurullarının rolü olağanüstü geniştir (bunlar fiilen işletme yönetimleri gibidir)…” (Lenin, “Hefte zum Imperialismus”, Lenin Werke, 39. Cilt, sf. 144)

Eğer bir şirket; bir banka ya da sigorta tekelinin denetim kuruluna bir temsilcisini sokabilmişse, bu o şirketin etkinliğinin en somut göstergesidir. Zira önemine yukarıda dikkat çektiğimiz bu kurullara herkes sokulmamaktadır. O halde geriye sadece “Alman mali ekonomisinin G-7’si”nin denetim kurullarında “üretken sanayicilerden hangilerin temsilcisinin oturduğunu ortaya koymak kalıyor (rantiyeci olarak bilinenleri aktarmıyoruz):

Deutsche Bank: Bosch; Siemens; General Motors; Trumpf; Ruhrgas; Otto Versand; Henkel.

Dresdner Bank: Siemens; RWE; Hoechst; Philipps; Goebel.

Commerzbank: Hoechst; GEA; Stinnes; VEBA; Thyssen; Bayer; Werhahn; RWE.

Bayerische Vereinsbank: Boehringer; BMW; Daimler-Benz; VIAG; Deggendorf.

Bayerische Hypo-Bank: MAN; VÎAG; BASF; Linde.

Allianz: Ruhrgas; Bosch; Mannesmann; Siemens; RWE; Daimler-Benz.

Münchener Rück: VEBA; BMW; VW; Soltmann.

Bu verilerden çıkartılması gereken sonucu, zamanında Enver Hoca şöyle ifade etmiştir:

“Mali sermayenin gelişmesi bir avuç güçlü sanayici kapitalistin ve bankacının elinde yalnızca büyük bir zenginliğin değil, aynı zamanda ülkenin tüm yaşamında etkin olan gerçek bir ekonomik ve siyasal gücün de yoğunlaşmasını mümkün kıldı. Bu her şeye kadir insanlar tekellerin ve bankaların başında bulunurlar ve mali-oligarşi diye adlandırılan şeyi oluştururlar. Büyük şirketlerin bugün anonim şirketlere dönüştüğü ve bazı işçilerin de, bu şirketlerde sembolik olarak birkaç hisse senedi sahibi olabildiği gerçeğine dayanan kapitalizm savunucuları, sermayenin, Marx’ın ‘Kapital’i yazdığı ya da Lenin ‘in emperyalizmi tahlil ettiği zamanki özel niteliğini sözde yitirdiğini ve halk sermayesi haline geldiğini kanıtlamaya çalışıyorlar. Oysa bu bir masaldır. Emperyalist ülkelerde güçlü sınaî ve mali gruplar eskiden olduğu gibi egemendirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde Rockefeller, Morgan, Dupont, Mellon ve Ford, Chicago, Teksas, Kaliforniya vb. grupları; İngiltere’de Rotschild, Bearing, Samuel vb. mali grupları; Batı Almanya’da Krupp, Siemens, Mannesmann, Thyssen, Gerling vb.; İtalya’da Fiat, Alfa Romeo, Montedison, Olivetti vb.; Fransa’da büyük aileler, vb.

Sınaî ve mali sermayenin sahibi olarak mali-oligarşi ülkenin tüm yaşamı üzerinde ekonomik ve siyasal egemenliğini kurmuştur.” (Enver Hoca, “Emperyalizm ve Devrim”, sf. 62)

Mali-oligarşi, mali-sermayeye tekabül etmektedir. Mali-sermaye de tekel olgusu üzerinde yükselmektedir. Bu tespit sadece mali-sermayenin menşei bakımından bir önem taşımamakta, aynı zamanda gelişme doğrultusu hakkında bir fikir vermektedir. O halde, bilinen bileşimiyle bir kere oluşmuş bulunan mali-sermayenin genel gelişme eğilimi nedir, bu eğiliminin karakteristik özelliği nedir? Lenin, bugün özellikle vurgulanması gereken noktayı, aslında yüzyılın başlarında belirtiyordu:

“Gelişme çizgisinde ilk çıkışını küçük tefecilikle yapan kapitalizm, bu çizgiyi, büyük tefecilikle sona erdirmektedir.” (agy, sf. 66, abç)

Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme nasıl sınai ve banka sermayesinde tekelleşmeyi gündeme getiriyor ve tekel olgusu da sınai ve banka sermayesinin kaynaşması ve içice girmesini beraberinde getiriyorsa, işte aynı şekilde mali-sermayenin varlığı da giderek eğilim olarak mali-sermayenin kendisinde çok daha ileri bir aşamada ayrı bir yoğunlaşmayı kaçınılmaz hale getirmektedir. Bu yoğunlaşmanın yoğunlaşması diyebileceğimiz süreç, üretken olmayan sermaye kesiminin (dış görünümü banka-sigorta sermayesi olan rantiyeci ve tefeci sermaye türünün) üretken olana göreceli olarak büyümesine yol açmaktadır. Bunun nedeni ise; kârın kaynağının artı-değer üretimi olmasıyla, artı-değer getiren değer olarak sermayenin -bu sefer daha kolay bir yoldan- (merkezileşme; tefecilik ve spekülasyon yoluyla) değerini daha hızlı artırmaya yönelme eğilimini -nesnel özelliklerinden ötürü- taşımasıdır. Günümüzdeki rantiyeci/tefeci ve spekülatif sermayedeki artışın gerisinde, mali-sermayedeki bu muazzam yoğunlaşma yatmaktadır. Pensionsfonds’lar, Investment-fonds’lar, banka ve sigorta şirketlerinin göze batan “egemenliği”; ekonominin büyüme oranlarının yıllardır yüzde 2 ila 3’ü geçmemesi; üretken yatırımların düşme eğiliminin giderek süreklilik kazanmaya başlaması vb. bütün bunlar mali-sermayedeki yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimin güncel belirtileri ve sonuçlarıdırlar.

Üretimde yoğunlaşma; tekel; mali-sermayenin teşekkülü; muazzam bir sermaye yoğunlaşması; yoğunlaşmış bu sermaye kütlesini değerlendirme ve değerini artırma zorunluluğu; sermayenin en hızlı ve en yüksek kara yönelme eğilimi – işte sermayenin rantiye ve çürüme eğiliminin kaçınılmaz bir biçimde artmasına kaynaklık eden nesnel süreç budur.

Bu süreç insanlığın önüne bir kez daha iki seçenek koymaktadır: Ya mali-sermaye, devasa üretici güçlerin tahribatına tekabül eden özellikleri daha da gelişerek, insanlığı yeni yıkım ve savaşlara sürükleyecek; ya da insanlık işçi sınıfı devrimleriyle bu süreci noktalayarak, sosyalizme yürüyecektir.

 

DİPNOTLAR

(1) ‘Uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı burjuva propagandanın nesnel gerçekleri tersyüz etme yönteminin tipik bir göstergesidir. Bilindiği gibi bazı burjuva ekonomistler bu “ekonomik gerçekliği”, “ulusal devletin sonu” olarak özetleyebileceğimiz teorilerine dayanak yapmaktadırlar. Oysa Kautsky’nin ‘ultra emperyalizmi’ ne kadar gerçeği ifade ediyorsa, ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı da o denli ifade etmektedir. Tekellerin önceleri ağırlıklı olarak ulusal ölçekte örgütledikleri üretimi bugün uluslar-üstü ölçekte örgütlemeleri, tekellerin belirli bir emperyalist ülkenin tekelleri olma özelliklerini ortadan kaldırmamaktadır.

Diğer yandan tekellerin uluslararası etkinliği, ‘ulusal devletin’ himayesini, destek ve teşvikini dıştalamamakta, aksine bizzat şart koşmaktadır. Bu, ‘ulusal devletler’in bugünkü sınıf karakterini bir an için göz ardı etmemiz durumunda dahi geçerlidir. Bu nedenle ‘uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı bir safsatadan ibarettir. Doğrusu şudur: Dünyadaki tüm büyük tekeller, etkinlikleri bir ülkenin sınırlarıyla bitmeyen uluslararası tekellerdir.

 

(2) Tekellerle ilgili tüm veriler, Rüdiger Liedtke’nin “Wem gehört die Republik? –‘97-” adlı kitabından alınmıştır.

 

(3) Bu konuda özellikle bankalar üzerine yaptığı ciddi araştırmalarla tanınan sosyolog Hermannus Pfeiffer’in şu iki kitabı örnek gösterilebilir: “Das Imperium der Deutschen Bank” (1987) ve “Die Macht der Banken” (1993)

 

(4) Bu satırlar kaleme alındığında, “Börsen-Zeitung” gazetesi başta Siemens ve Alcatel olmak üzere elektronik sektörünün belli başlı tekellerinin yüksek voltajlı elektrik kablosu fiyatlarıyla ilgili yıllarca gizli fiyat belirlemelerinde bulunduklarının açığa çıktığını bildirdi. Gazeteye göre, Kartel Dairesi olayı yakından araştırıyormuş!

 

(5) Almanya’da esas olarak üç tip banka var: Özel bankalar, tasarruf sandıkları (yerel ve eyalet düzeyindeki “Sparkassen”) ve kooperatif bankaları (kırsal kesimde “Raiffeisenbanken”, kentlerde “Volksbanken”). Manfred Hein’in “Die Banken” adlı cep kitabında banka türleri arasındaki “güç dengesi” 94 rakamlarıyla ciro hacimlerine göre şöyle tespit edilmekte: İlk 15 banka arasında özel büyük bankalar; birinci, ikinci, dördüncü, beşinci, yedinci ve onuncu sırada; tasarruf bankaları; üçüncü, altıncı, on birinci, on ikinci, on üçüncü ve on beşinci sırada; kooperatif bankalardan salt bir banka dokuzuncu sıradadır.

 

(6) Geçtiğimiz günlerde basında çıkan bir habere göre, bir numaralı mali dev olmak uğruna Deutsche Bank ile kıyasıya bir rekabet içerisinde olan Allianz AC 5 marklık hisseler çıkarmayı planlıyor. (Allianz şimdiye kadar 50 marklık hisseleri piyasaya sürmüştü.) /

 

(7) Burjuva sol ve reformist çevrelerinin alınmasını talep ettikleri ‘bankaların iktidarı’nı sınırlamaya dönük yasal tedbirleri dört madde halinde özetleyebiliriz: 1. Rekabetin sınırlanmasına karşı çıkartılan yasada; bankaları, yapı tasarruf şirketleri ve sigortaları kartel yasaklarından muaf tutan düzenleme iptal edilmeli; 2. Bankerlerin sahip olduğu denetim kurulu koltuk sayısı azaltılmalı; 3. Vekâleten kullanılan hisse oylarına ilişkin yeni bir düzenleme getirilmeli ve 4. Bankaların banka olmayan şirketlerdeki hisse paylarına bir üst sınır koyulmalı. Kuşkusuz, yıllardır üzerinde tartışılan ve bir türlü çıkartılamayan bu yasal tedbirlerin alınmasına karşı çıkmanın bir anlamı yok. Ancak, bu tedbirlerle bankaların iktidarı’nın engellenebileceğini ileri süren burjuva reformist görüşleri kesinlikle teşhir etmek gerekir. Hermannus Pfeiffer’in de belirttiği gibi, bankalar bu yasal tedbirlere karşı kolaylıkla “karşı tedbirler” geliştirecek bir konumdadırlar. “Karşı tedbirlere olanaklı kılan zemin ise, özel mülkiyetin kapitalizmdeki dokunulmazlığıdır. Bu nedenle, .bankaların sınırsız iktidarı’nın yıkılmasını gündeme getiren talepler, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına bağlanmadığı sürece, anlamsızdır.

 

Haziran 1997

Dünya komünist hareketi tarihinden

Bazı komünist partileri temsilcilerinin Polonya’daki Enformasyon Konferansı

1947 Eylül sonu

 

Parti temsilcilerinin enformasyon konferansı üzerine bildirgesi

Eylül ayının sonunda Polonya’da şu partilerin katıldığı bir Enformasyon Konferansı düzenlendi: Yugoslavya Komünist Partisi: E. Kardel ve M. Dzilas yoldaşlar; Bulgar İşçi Partisi (Komünistler): V. Çervenkov ve V. Poptomov yoldaşlar; Romanya Komünist Partisi: G. Dej ve A. Pauker yoldaşlar; Macaristan Komünist Partisi: M. Farkas ve I. Revai; Polonya İşçi Partisi: W. Gomulka ve G. Mine; Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler): A. Jdanov ve G. Malenkov yoldaşlar; Fransa Komünist Partisi: J. Duclos ve E. Fajon yoldaşlar; Çekoslovakya Komünist Partisi: R. Slansky ve S. Bastovvansky yoldaşlar; İtalya Komünist Partisi: L. Longo ve E. Reale yoldaşlar.

Konferansa katılanlara, konferansta temsil edilen partilerin Merkez Komiteleri’nin faaliyetleri üzerine bilgilendirme raporları sunuldu. Yugoslavya Komünist Partisi adına E. Kardel ve M. Dzilas yoldaşlar; Bulgar İşçi Partisi (Komünistler) adına V. Çervenkov yoldaş; Romanya Komünist Partisi adına G. Dej yoldaş; Macaristan Komünist Partisi adına I. Revai; Polonya İşçi Partisi adına W. Gomulka yoldaş; Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler) adına G. Malenkov yoldaş; Fransa Komünist Partisi adına J. Duclos yoldaş; Çekoslovakya Komünist Partisi adına R. Slansky yoldaş ve İtalya Komünist Partisi adına L. Longo yoldaş, rapor sundular.

Bu raporlar üzerine yapılan bir görüş alışverişinden sonra, konferansa katılanlar; uluslararası durumu, deney aktarım sorununu ve konferansta temsil edilen komünist partilerin faaliyetlerinin koordinasyonunu tartışmayı kararlaştırdılar.

Jdanov yoldaş uluslararası durum üzerine olan raporu sundu. Konferansın katılımcıları rapor hakkında görüşlerini belirttiler, mevcut uluslararası durum ve bu durumdan ileri gelen görevler konusunda tam görüş birliğine vardılar ve uluslararası durum üzerine kaleme alınan bir deklarasyonu oybirliğiyle onayladılar.

W. Gomulka yoldaş komünist partilerin çalışmalarının koordinasyonu ve deney alış verişi üzerine olan raporu sundu. Konferans bu sorunla ilgili olarak, konferansta temsil edilen partiler arasındaki iletişimsizlikten kaynaklanan olumsuz belirtiler karşısında ve karşılıklı deney alışverişinin zorunlu olmasını göz önünde bulundurarak, bir Enformasyon Bürosu oluşturmayı kararlaştırdı.

Enformasyon Bürosu, adı geçen partilerin Merkez Komitesi temsilcilerinden meydana gelecek.

Enformasyon Bürosu’nun görevleri, partilerin deney alışverişini örgütlemek ve gerekli olduğunda, bu partilerin çalışmalarını karşılıklı onay temelinde koordine etmektir.

Enformasyon Bürosu’nun bir yayın organı çıkarması kararlaştırıldı.

Enformasyon Bürosu’nun ve organın yazı kurulunun merkezi olarak Belgrad belirlendi.

 

Enformasyon Konferansı’na Katılan Partilerin Uluslar arası Durum Üzerine Deklarasyonu

Yugoslavya Komünist Partisi, Bulgar işçi Partisi (Komünistler), Romanya Komünist Partisi, Macaristan Komünist Partisi, Polonya işçi Partisi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler), Fransa Komünist Partisi, Çekoslovakya Komünist Partisi ve İtalya Komünist Partisi temsilcileri, uluslararası durum üzerine yaptıkları bir değerlendirme sonucunda şu deklarasyonda anlaştılar:

İkinci Dünya Savaşı sonucunda ve savaş sonrası dönemde, uluslararası durumda esaslı değişiklikler ortaya çıktı.

Bu değişikliklerin özellikleri şunlardır: Uluslararası arenada etkin olan tayin edici politik güçlerin yeni bir dağılımı, ikinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri arası ilişkilerde bir değişim ve bunların yeniden gruplaşmaları.

Savaş boyunca, Almanya ve Japonya’ya karşı ittifak kuran devletler, ortak hareket ediyor ve bir kamp oluşturuyorlardı. Bu arada müttefikler kampında, gerek savaşın hedefleri, gerekse dünyanın savaş sonrası düzenine ilişkin görevler, savaş dönemindeyken de farklı değerlendiriliyordu. Sovyetler Birliği ve demokratik devletler, savaşın ana hedefleri olarak; Avrupa’da demokratik koşulların yeniden yaratılmasını ve pekiştirilmesini, faşizmin tasfiye edilmesini, yeni bir Alman saldırganlığı ihtimaline karşı önlem alınmasını ve Avrupa halklarının süreklilik arz eden çok yönlü işbirliğinin sağlanmasını görüyorlardı.

ABD -ve onunla görüş birliğinde olan İngiltere- savaşta başka bir hedefi önlerine koymuşlardı: Pazar uğruna mücadelede kendilerine rakip olanların (Almanya ve Japonya) uzaklaştırılması ve kendi egemenliklerinin kurulması. Gerek savaşın hedeflerinin, gerekse savaş sonrası düzenlemenin görevlerinin belirlenmesindeki bu farklılık, savaşın bitmesinin ardından derinleşti. Birbirine zıt iki yön kristalize oldu: Bir kutupta, emperyalizmi zayıflatmayı ve demokrasiyi güçlendirmeyi hedefleyen SSCB ve demokratik ülkelerin politikası; diğer kutupta, emperyalizmi güçlendirme ve demokrasiyi boğma amacını taşıyan ABD ve İngiltere’nin politikası. SSCB ve yeni demokrasinin ülkeleri, dünya egemenliği uğruna mücadeleyi ve demokratik hareketlerin dağıtılmasını içeren emperyalist planlara engel teşkil ettikleri için, SSCB ve yeni demokrasinin ülkelerine karşı, ABD ve İngiltere’nin saldırgan emperyalist politikacıları tarafından yeni bir savaş tehdidiyle de desteklenen bir kampanya ilan edildi.

Böylece iki kamp oluştu: Bir tarafta, ana hedefi Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğini kurmak ve demokrasiyi yıkmak olan emperyalist ve antidemokratik kamp; diğer tarafta, ana hedefi emperyalizmin zayıflatılması, demokrasinin güçlendirilmesi ve faşizmin kalıntılarının tasfiyesi olan antiemperyalist ve demokratik kamp.

Birbirine zıt iki kampın -emperyalist ve antiemperyalist kampın- mücadelesi, kapitalizmin genel krizinin derinleşmeye devam ettiği, kapitalizmin güçlerinin zayıfladığı ve sosyalizmin ve demokrasinin güçlerinin kuvvetlendiği koşullarda gelişiyor.

Bu nedenle emperyalist kamp ve onun önder gücü ABD, çok saldırgan bir faaliyet geliştiriyor. Bu faaliyet aynı zamanda tüm biçimleriyle geliştirilmekte: Askeri ve stratejik önlemler biçimiyle, ekonomik yayılmacılık ve ideolojik mücadele biçimiyle. Truman-Marshall planı, ABD tarafından dünyanın her bir köşesinde sürdürülen yayılmacı dünya politikasının sadece bir parçasıdır, (bu planın) Avrupa ayağıdır. Avrupa’nın Amerikan emperyalizmi tarafından ekonomik ve politik boyunduruk altına alınması planı, Çin’in, Endonezya’nın ve Güney Amerika ülkelerinin ekonomik ve politik boyunduruk altına alınması planları tarafından tamamlanmaktadır. ABD dünün saldırganlarını -Almanya ve Japonya’nın dev sermayedarlarını- yeni bir role hazırlıyor: Bunlar Avrupa ve Asya’da ABD’nin emperyalist politikasının maşaları olacaklar.

Emperyalist kamp, bin-bir çeşit taktik araçları kullanıyor. Burada, kendi pozisyonunu güçlendirmek amacıyla, açık şiddet tehdidi; şantajla ve politik ve ekonomik baskının, rüşvetin ve iç çelişki ve sürtüşmelerden faydalanmanın akla gelen tüm önlemleriyle birleştiriliyor. Ve tüm bunlar, politik yönden deneyimsiz insanları yanıltmak ve tuzağa düşürmek amacıyla, liberal-pasifist bir maskeyle gizleniyor.

Emperyalistlerin taktik araçlar cephaneliğinde, örneklerini Fransa’da Blum, İngiltere’de Attlee ve Bevin, Almanya’da Schumacher, Avusturya’da Scherf, İtalya’da Saragat vb. kişilerde bulan sağcı sosyalistlerin ihanetçi politikalarından faydalanma (taktiği) özel bir yer tutuyor. Bunlar; bir yandan gerçekte, her konuda emperyalistlerin sadık işbirlikçiliğini yapıyor, işçi sınıfının saflarını bölüyor ve sınıfın bilincini zehirliyorlar, diğer yandan emperyalist politikanın gerçek soyguncu karakterini demokrasi maskesi ve sosyalist söylemlerle gizlemeye çalışıyorlar. İngiliz emperyalizminin dış politikası, Bevin’in şahsında en kararlı ve hararetli uygulayıcısını bulması bir rastlantı değildir.

Bu koşullarda antiemperyalist ve demokratik kampın birleşmesi, koordineli bir eylem platformu ortaya çıkarması ve emperyalist kampın ana güçlerine karşı; Amerikan emperyalizmine, onun İngiliz ve Fransız müttefiklerine ve başta İngiltere ve Fransa’dakiler olmak üzere sağcı sosyalistlere karşı kendi taktiğini belirlemesi bir zorunluluktur.

Emperyalist saldırganlık planını boşa çıkartmak için Avrupa’nın tüm demokratik, anti-emperyalist güçlerinin çabası gereklidir. Burada sağcı sosyalistler ihanet ediyor. Komünistler ve sosyalistler bloğunun diğer demokratik ve ilerici partilerle birlikte emperyalist planlara karşı direnişin temelini oluşturduğu yeni demokrasinin ülkeleri dışında; başta Fransız sosyalistleri ve İngiliz Labour’cuları -Ramadier, Blum, Attlee ve Bevin-olmak üzere diğer ülkelerin sosyalistleri, boyun eğişleri ve uysallıklarıyla Amerikan sermayesinin işini kolaylaştırıyor, onu şantajlara teşvik ediyor ve kendi ülkelerini ABD’ye bağımlı uşak ülke (Vasal devlet) konumuna itiyorlar.

Buradan çıkan sonuç, komünist partilere özel bir görevin düştüğüdür. Komünist partiler, ülkelerinin ulusal bağımsızlığını ve egemenliğini savunma bayrağını kendi ellerine almalıdırlar. Komünist partiler; duruşlarını kararlılıkla savunur, gözdağı ve şantajlara prim vermez ve demokrasiyi, ülkelerinin ulusal egemenliğini, özgürlüğünü ve bağımsızlığını cesaretle korur, ülkelerinin ekonomik ve politik boyunduruk altına alınması girişimlerine karşı mücadelelerinde, onurunu ve ulusal bağımsızlığı savunmaya hazır tüm güçlere önderlik etmeyi bilirlerse, işte o zaman Avrupa’nın ve Asya’nın köleleştirilmesini amaçlayan hiçbir plan hayat bulamayacaktır.

Bu şimdi, komünist partilerin ana görevlerinden birisidir.

Şu göz önünde tutulmalıdır: Emperyalistlerin yeni bir savaş çıkartma istekleriyle, böylesi bir savaşı örgütleme olanağı arasında çok büyük bir fark vardır. Dünya halkları savaş istemiyor. Barışı isteyen güçler öyle büyük ve önemlidirler ki, saldırganların planları tam bir fiyaskoyla sonuçlanmak zorundadır; yeter ki, bu güçler, barışı savunmada kararlı ve sağlam dursunlar; yeter ki, sebat ve yüreklilik göstersinler. Emperyalist ajanların savaş tehlikesi üzerine yaptıkları çığırtkanlığın amacının, soğukkanlı olmayanlarla bocalayanlara gözdağı yermek ve şantaj yoluyla saldırgana taviz koparmak olduğu unutulmamalıdır.

İşçi sınıfı açısından bugünkü ana tehlike, kendi güçlerini küçümsemek, emperyalist kampın güçlerini ise abartmaktır. Nasıl ki, geçmişteki Münih Politikası Hitler saldırganlığının önünü açtıysa, aynı şekilde bugün, ABD’nin ve emperyalist kampın yeni çizgisine verilecek tavizler onların daha da küstahlaşması ve saldırganlaşmasına yol açabilir. Bu nedenle komünist partiler, emperyalist yayılmacılık ve saldırganlık planlarına karşı direniş eylemlerinde tüm alanlarda -devletsel, politik, ekonomik ve ideolojik- önde olmalıdırlar. Komünist partileri birleşmeli, çabalarını bir ortak anti-emperyalist ve demokratik platform temelinde bütünleştirmen ve halkın tüm demokratik ve yurtsever güçlerini etraflarında toplamalıdırlar.

 

Konferansta temsil edilen partilerin deney aktarımı ve çalışmalarının koordine edilmesi üzerine aldıkları karar

Konferans, bu konferansta temsil edilen komünist partiler arasında ilişkilerin olmamasını mevcut koşullarda ciddi bir eksiklik olarak değerlendiriyor. Deneyler, komünist partilerin birbirlerinden kopuk oluşlarının yanlış ve zararlı olduğunu göstermiştir. Karşılıklı deney aktarımına ve tek tek partilerin hareketlerinin gönüllü koordinasyonuna olan ihtiyaç, özellikle bugün, uluslararası durumun savaş sonrasında karmaşıklaştığı ve komünist partilerin birbirlerinden kopukluğunun işçi sınıfına zarar verebileceği koşullarda güncellik kazanmıştır.

Konferansın katılımcıları bu noktadan hareket ederek şu kararları aldılar:

1. Yugoslavya Komünist Partisi, Bulgar İşçi Partisi (Komünistler), Romanya Komünist Partisi, Macaristan Komünist Partisi, Polonya İşçi Partisi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler), Fransa Komünist Partisi, Çekoslovakya Komünist

Partisi ve İtalya Komünist Partisi temsilcilerinden oluşan bir Enformasyon Bürosu kurulacak.

2. Enformasyon Bürosu’na verilen görev, deney aktarımını düzenlemek ve gerektiğinde komünist partilerin çalışmalarını karşılıklı onay temelinde koordine etmek.

3. Enformasyon Bürosu, her MK’dan ikişer olmak üzere, Merkez Komitesi temsilcilerinden oluşturulacak. Tek tek delegasyonlar, söz konusu Merkez Komiteleri tarafından belirlenecek ya da yerlerine başkalarını tayin edebilecek.

4. Enformasyon Bürosu önce iki haftalık, sonra da haftalık bir yayın organı çıkartacak. Yayın organı Fransızca ve Rusça dillerinde ve olanak ölçüsünde başka dillerde de yayınlanacak.

5. Enformasyon Bürosu’nun merkezi olarak Belgrad belirlemiştir.

 

Haziran 1997

Uluslararası durum üzerine

I

DÜNYADA SAVAŞ SONRASI DURUM

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, uluslararası genel durumda önemli değişikliklere yol açtı. Faşist devletler bloğunun askeri açıdan parçalanması; savaşın karakteri itibariyle antifaşist bir kurtuluş savaşı olduğu gerçeği ve faşist saldırganlara karşı kazanılan zaferde Sovyetler Birliği’nin belirleyici rolü oynaması, sosyalist sistemle kapitalist sistem arasındaki güç dengesini derinden sosyalist sistem lehine değiştirdi.

Bu değişikliklerin özü nerede yatmaktadır?

İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ana sonuç, kapitalizmin en militarist ve en saldırgan iki ülkesi olan Almanya ve Japonya’nın askeri yenilgisi gerçeğiydi. Bütün dünyadaki gerici emperyalist unsurlar, özellikle de İngiltere, ABD ve Fransa; Japonya ve Almanya’ya karşı büyük ümitler besliyorlardı. Özellikle Hitler Almanyası, öncelikle Sovyetler Birliği’ne karşı onu yok etmese bile zayıflatacak ve etkisiz hale getirecek bir güç olarak görülüyordu. İkinci olarak, başta Almanya olmak üzere Hitler saldırganlığının hedefi olarak seçilen bütün ülkelerdeki devrimci işçi hareketini ve demokratik hareketi parçalayacak ve kapitalizmin genel durumunu sağlamlaştıracak uygun bir güç olarak görülmekteydi. Bu, Münih Politikası olarak adlandırılan “barış getirme” ve faşist saldırganlığı teşvik etme politikasının temel nedenlerinden birisiydi. Bu politika, savaş öncesinde egemen olan İngiltere, Fransa ve ABD gibi emperyalist çevreler tarafından taviz vermeden uygulandı.

Ancak İngiliz, Fransız ve Amerikan emperyalistlerinin Nazilere karşı besledikleri umutlar boşa çıktı. Nazilerin, Münih Politikası taraftarlarının tahmin ettiklerinden daha zayıf, Sovyetler Birliği’nin ve barışsever halkların ise daha güçlü olduğu ortaya çıktı, ikinci Dünya Savaşı’nın sonucu, savaş yanlısı uluslararası faşist gericiliğin parçalanması ve uzun bir süre için devre dışı bırakılması oldu.

Böylece kapitalist dünya sistemi, bir bütün olarak ele alındığında bir kayıp daha vermiş oldu. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sonucu olarak yekvücut emperyalist cephe delindi, Rusya, kapitalist dünya sisteminden ayrıldı ve SSCB’de sosyalist düzenin zafer kazanmasıyla kapitalizm, dünya ekonomisini tümüyle kapsayan sistem olmaktan çıktı ise, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda da faşizm parçalandı, kapitalizmin dünyadaki konumu zayıfladı ve antifaşist hareketin güçlenmesiyle birlikte bir dizi Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkesi emperyalist sistemden ayrıldı. Bu ülkelerde yeni demokratik halk rejimleri kuruldu. Anayurt savaşının büyük örneğini ortaya koyan Sovyetler Birliği ve Sovyet ordusunun kurtuluş eseri, özgürlük tutkunu halkların yığınsal hareketiyle faşist işgalcilere ve bunların işbirlikçilerine karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinde birleştiler. Bu mücadele süresince, etkin kapitalistler, toprak sahipleri, üst derece memurlar, monarşi yanlısı subaylar gibi bir dizi faşizm yanlısı ve Hitler işbirlikçisi, ulusal çıkarlara ihanet edenler olarak deşifre edildi. Alman faşist köleliğinden kurtuluş, Tuna ülkelerinde aynı zamanda Alman faşizmiyle uzlaşarak işbirliği yapan burjuvazinin üst katmanı ve toprak sahiplerinin iktidardan uzaklaştırılmalarına ve Hitler yanlısı egemenlere karşı mücadelede kendisini kanıtlayan yeni halk güçlerinin iktidara gelmesine yol açtı. Bu ülkelerde, işçi, köylü ve ilerici aydınların temsilcileri iktidara geldi. İşçi sınıfı her yerde en büyük kahramanlık ve anti-faşist mücadelede sınırsız tutarlılık ve uzlaşmazlık gösterdiği için işçi sınıfının itibarı ve etkisi büyük ölçüde arttı.

Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Arnavutluk’ta geniş halk yığınlarına dayanan yeni demokratik iktidarlar, kısa sürede, burjuva demokrasisinin yapamayacağı reformlar gerçekleştirdi. Tarım reformuyla toprak köylülere verilerek toprak sahipleri sınıfı tasfiye edildi. Büyük sanayinin ve bankaların ulusallaştırılması, yanı sıra Almanlarla işbirliği yapan hainlerin mülklerine el konulması, tekelci sermayenin bu ülkelerdeki konumlarını temelden sarstı ve kitleleri emperyalist kölelikten kurtardı. Aynı zamanda genel devlet halk mülkiyetinin temeli atıldı; iktidarın halka, büyük sanayinin, ulaşımın ve bankaların devlete ait olduğu ve emekçi halk sınıflarının işçi sınıfıyla birlikte iktidarda olduğu yeni bir devlet tipi, halk demokrasisi yaratıldı. Sonuç olarak bu ülkelerin halkları sadece emperyalizmin pençelerinden kurtulmakla kalmayıp, sosyalist gelişmeye giden yola geçiş için temeli attılar.

SSCB’nin uluslararası önemi ve itibarı, savaş sonrasında son derece arttı. SSCB; Almanya ve Japonya’nın askeri olarak parçalanmasında önder güçtü. Dünyanın bütün ilerici, demokratik güçleri Sovyetler Birliği etrafında birleştiler. Sosyalist devlet, zorlu savaş deneyini kazandı, güçlü düşmana karşı verilen ölüm-kalım savaşından galip olarak çıktı. SSCB zayıflatılamadı, tam tersine, daha da güçlendi.

Kapitalist dünyanın çehresi de önemli ölçüde değişti. Büyük güç olarak adlandırılan altı emperyalist devletten (Almanya, Japonya, İngiltere, ABD, Fransa, İtalya) üçü, askeri yenilgi sonucu devre dışı kaldı (Almanya, Japonya, İtalya). Böylece geriye sadece iki “büyük” emperyalist devlet -Birleşik Devletler ve İngiltere- kaldı. Ancak bunlardan birinin, yani İngiltere’nin konumunun sarsılmış olduğu ortaya çıktı. İngiliz emperyalizmi savaş sırasında askeri ve politik olarak zayıflamıştı. İngiltere’nin Avrupa’da Alman saldırganlığı karşısında aciz kaldığı görülmüştü. İngiltere Asya’da ise, en büyük emperyalist güçlerden biri olarak sömürgelerini kendi gücüyle elinde tutamayacak durumdaydı. İngiltere, gıda maddeleriyle hammaddelerini sağladığı ve sanayi üretiminin büyük bir bölümünü alan sömürgeleriyle ilişkisi geçici olarak kesintiye uğradığı için, gıda ve sanayi ürünlerini temin ettiği ABD’ye, savaş ekonomisi açısından bağımlı hale geldi ve mali ve ekonomik bağımlılık savaş sonrası yıllarda daha da arttı. Savaşın bitiminden sonra İngiltere bazı sömürgelerini yeniden geri aldı; ancak savaş sırasında, daha önceleri İngiliz sermayesinin etki alanı olan bu bölgelerde (Arapların yaşadığı bölgeler, Güneydoğu Asya) etkisini genişletme olanağı bulan ABD’nin bu sömürgeler üzerindeki büyük etkisiyle karşılaştı. Amerika’nın etkisi, Britanya Kraliyeti’nin egemenliğindeki ülkelerde de arttı ve bir dönemler İngiltere’nin Güney Amerika’da oynadığı rol, önemli ve gittikçe artan ölçülerde ABD tarafından üstlenildi.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak sömürge sisteminin krizinin derinleşmesi, sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde ulusal bağımsızlık hareketlerinin güçlü atılımlar kat etmesinde ifadesini buldu. Böylece, kapitalist sistem, beslendiği bölgelerde yeni bir tehditle karşı karşıya kalmıştı. Sömürge halklar, artık eskisi gibi yaşamak istemiyor. Sömürgeci ülkelerin egemen sınıflan, sömürgelerini artık eskisi gibi yönetemiyorlar. Ulusal kurtuluş hareketlerini silah zoruyla bastırma çabaları, sömürge halkların gittikçe güçlenen silahlı direnişleriyle karşı karşıya kalıyor ve Hollanda-Endonezya veya Fransa-Vietnam örneklerinde görüldüğü gibi uzun süren sömürge savaşlarına yol açıyor.

Tek tek ülkelerde kapitalizmin eşitsiz gelişiminin bir ürünü olan savaş, bu eşitsizliğin daha da artmasına yol açtı. Bütün kapitalist ülkeler arasında sadece ABD, savaştan zayıflamadan, tam tersine, ekonomik ve askeri açıdan önemli ölçülerde güçlenerek çıktı. Amerikalı kapitalistler, savaşta kendilerini iyice zenginleştirdiler. Buna ek olarak Amerikan halkının baskı, hava saldırıları gibi savaş zorluklarını çekmek zorunda kalmaması ve ABD’nin sonucunun artık belli olduğu son aşamasında savaşa girmiş olması, insan kaybının görece düşük olmasına neden oldu. Savaş, ABD için her şeyden önce sanayi üretiminin gelişmesine ve özellikle Avrupa’ya yapılan ihracatın artmasına yol açan bir etkendi.

Savaşın bitmesi, ABD’yi bir dizi yeni sorunla karşı karşıya bıraktı. Kapitalist tekeller, kârlarını o güne kadar ulaştıkları düzeyde tutma çabasındaydılar. Bu yüzden üretimi savaş dönemindekinin altına düşürmemeyi hedefliyorlardı. Ancak bunun için ABD’nin, savaş sırasında ürünlerini alan her pazarı elinde tutması ve birçok devletin alım gücü savaş nedeniyle düştüğü için yeni pazarlar edinmesi gerekiyordu. Bu ülkelerin ABD’ye ekonomik ve mali bağımlılığı da arttı. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na yapılan yatırımların dışında, ABD’nin dış kredileri 19 milyar dolar oldu. ABD’nin asıl rakipleri olan Almanya ve Japonya, dünya pazarından silindiler ve bu, ABD’ye yeni ve çok büyük olanaklar sundu.

Amerikan emperyalizminin etkisi en geniş gerici çevreleri, savaş öncesinde izolasyoncu bir politika izleyip Asya ve Avrupa’ya aktif müdahaleden uzak dururken, Wall Street’in beyleri savaş sonrası ortaya çıkan koşullarda yeni bir politikaya yöneldiler. Yeni bir program oluşturarak, Amerika’nın bütün askeri ve ekonomik gücünü sadece savaş sırasında elde edilen dış konumları korumak ve sağlamlaştırmak için değil, en geniş ölçüde yayılarak Almanya, Japonya ve İtalya’nın dünya pazarındaki yerini doldurmak amacıyla kullanmayı hedeflediler. Diğer kapitalist ülkelerin ekonomik gücündeki can yakan zayıflama, bu ülkelerin Amerikan kontrolü altına alınmasını kolaylaştırarak, ABD’ye savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik zorluklardan spekülatif tarzda yararlanma, özellikle de bu zorluklarla boğuşan İngiltere’nin bu konumunu kullanma olanağını sundu. ABD, açıktan saldırgan ve yayılmacı olan yeni bir çizgi izleyeceğini ilan etti.

ABD’nin bu yeni ve açıktan yayılmacı çizgisi, Amerikan emperyalizminin dünyaya egemen olmasını hedefliyor. ABD’nin en büyük iki rakibi olan Almanya ve Japonya’nın saf dışı kalması ve ortakları İngiltere ile Fransa’nın güç kaybetmesi nedeniyle elde ettiği dünya pazarlarında tekel olma konumunu sağlamlaştırmak için izlenen bu yeni çizgi; askeri, ekonomik ve politik önlemler içeren kapsamlı bir program öngörüyor. Bu program; yayılmayı hedeflediği bütün ülkelerde ABD’nin ekonomik ve politik egemenliğini kurmasını, bu ülkeleri ABD’nin uydusu konumuna geriletmeyi ve Amerikan sermayesinin bu ülkelerde hedeflediği sömürünün önünde engel oluşturabilecek işçi hareketini ve demokrasi hareketini ortadan kaldıracak rejimler tesis etmeyi hedefliyor. ABD bu yeni çizgiyi sadece askeri düşmanlarına ve bağımsız devletlere karşı değil, gittikçe artan ölçülerde savaş döneminde müttefiki olan devletlere karşı da uygulamaya çalışıyor.

Burada, ABD’nin hem müttefiki, hem de kapitalist rakibi olan İngiltere’nin içerisinde bulunduğu ekonomik zorluklardan yararlanmaya özellikle dikkat ettiği görülüyor. Amerika’nın yeni yayılmacı çizgisine göre İngiltere’nin, savaş yıllarındaki ekonomik zorlukları nedeniyle ABD’ye karşı ortaya çıkan ekonomik bağımlılığı azaltılmayacak; tam tersine, sömürgeleri üzerindeki denetimini yavaş yavaş devralmak ve etki alanlarından geri püskürterek uydu devlet konumuna getirmek için üzerindeki baskı artırılacak.

ABD’nin yeni politikası böylece, ABD’nin tekel konumunu sağlamlaştırmayı ve kapitalist ortaklarını kendi altında ve kendisine bağımlı konuma getirmeyi hedeflemektedir.

Ancak ABD’nin dünya egemenliğini ele geçirme çabalarının karşısında, enternasyonal etkisi artmakta olan anti-emperyalist ve anti-faşist hareketin siperi olarak SSCB durmaktadır; yeni demokrasinin iktidara geldiği ve Amerikan-İngiliz emperyalizminden kendisini kurtaran ülkeler, bu çabanın karşısında bir engel oluşturmaktadırlar; kendilerini ezenlerin egemenlik kurması için yeni bir savaşa girmek istemeyen Amerikalı işçiler de dahil olmak üzere bütün ülkelerin işçileri, bu çabaların karşısında engel oluşturmaktadırlar. Bu yüzden ABD’nin yeni yayılmacı ve gerici bir çizgi izleyen politikası, SSCB ile mücadeleyi, yeni demokrasinin olduğu ülkeleri bütün ülkelerdeki işçi hareketini, ABD’deki işçi hareketini ve bütün dünyadaki antiemperyalist özgürlük savaşlarını hedeflemektedir.

Sosyalizmin SSCB’de kazandığı başarılardan, yeni demokrasinin olduğu ülkelerde elde edilen başarılardan ve savaştan sonra dünyanın bütün ülkelerinde işçi hareketinin ve demokratik hareketin yükselmesinden huzursuz olan Amerikan gericileri, kapitalist sistemi komünizmden “koruma” görevini üstlenme eğilimini taşıyorlar.

ABD’nin bu açıktan yayılmacı programı, son derece güçlü bir şekilde, zamanında dünya egemenliğini ele geçirme iddiasıyla ortaya çıkan, ancak sefil bir şekilde başarısızlığa uğrayan faşist saldırganların maceracı programını hatırlatıyor.

Nazilerin, en başta kendi halkı olmak üzere bütün halkları baskı altına almak ve köleleştirmek için giriştikleri yağmacı saldırı hazırlıklarını anti-komünizm maskesiyle gizlemeleri gibi, ABD’de iktidarda olan çevreler de bugün yayılmacı politikalarını ve hatta kendisinden zayıf olan emperyalist rakibi İngiltere’nin hayati çıkarlarına karşı başlattıkları saldırıları, sözüm ona savunmacı anti-komünist görev olarak lanse ediyorlar. Hararetli silahlanma yarışına, yeni askeri üslerin inşasına ve Amerikan Silahlı Kuvvetleri için dünyanın dört bir köşesinde yaratılan istila alanlarına gerekçe olarak, ikiyüzlü bir şekilde, sadece onların hayallerinde var olan, Sovyet askeri tehdidine karşı “savunma” zorunluluğu gösteriliyor. Yıldırma, rüşvet, şantaj gibi araçlarla çalışan Amerikan diplomasisi, başta İngiltere olmak üzere diğer kapitalist ülkeleri, Amerika’nın Batı Almanya, Avusturya, İtalya, Yunanistan, Türkiye, Mısır, İran, Afganistan, Çin, Japonya vb. ülkelerde konumlanmasına onay vermeye zorluyor.

Amerikan emperyalistleri kendilerini, SSCB, yeni demokrasinin olduğu ülkeler, bütün ülkelerdeki işçi hareketi ve demokratik hareket karşısında duran asıl güç ve tüm dünyadaki gerici, antidemokratik güçlerin direnme noktası olarak görüyorlar ve daha savaşın bittiği ilk günden SSCB ve dünya demokrasisine düşman bir cepheyi kurmak ve Hitler döneminde işbirlikçilik yapan, savaştan sonra ise yeni bir görev arayan halk düşmanı gerici güçleri teşvik etmek üzere işbaşına geçtiler.

Gözü dönmüş emperyalist politikacılar dengelerini yitirdiler ve Churchill’i örnek alarak, SSCB’ye karşı önleyici bir savaş başlatılması için planlar hazırlamaya koyuldular; açıktan Sovyet halkına karşı nükleer silahların kullanılmasını talep etmeye başladılar. Yeni bir savaşın çığırtkanları, SSCB’yi olası bir saldırgan olarak kötüleyip, kendilerini ise Çin ve Hindistan’ın dostları ve güçsüzlere “yardım” etme görevini üstlenmiş komünist tehlikeden “kurtarıcılar” şeklinde göstererek sadece SSCB’ye değil, başta Çin ve Hindistan olmak üzere bütün diğer ülkelere de gözdağı vermeye çalışıyorlar. Bu yolla hem Çin’in, hem de Hindistan’ın emperyalizme bağımlı ve hem politik, hem de ekonomik açıdan köle kalmaya devam etmesi sağlanmaktadır.

 

II

SAVAŞTAN SONRA POLİTİK GÜÇLERİN YENİDEN GRUPLAŞMASI VE BİR YANDA EMPERYALİST VE ANTİ-DEMOKRATİK, DİĞER YANDA ANTİ-EMPERYALİST VE DEMOKRATİK İKİ BLOKUN OLUŞMASI

Savaşın sonucu olarak uluslararası durumda ve tek tek ülkelerin durumunda ortaya çıkan değişiklikler, dünyanın politik tablosunu değiştirdi. Politik güçlerin yeniden gruplaşması gündeme geldi. Savaşın bitmesinden bu yana geçen zaman arttığı ölçüde, savaş sonrasının dünyasında etkin olan politik güçlerin iki ana bloğa ayrıldığı gerçeği de belirginleşiyor: Bir yanda emperyalist ve antidemokratik, diğer yanda antiemperyalist ve demokratik blok. Emperyalist bloğun önder gücü ABD’dir. İngiltere ve Fransa, ABD ile birlikte hareket etmektedir ve İngiltere’de Attlee-Bevin önderliğindeki Labour (işçi) Partisi’nin Fransa’da sosyalist Ramadier Hükümeti’nin iktidarda olması da, her iki ülkenin önemli sorunlarda ABD’nin uydusu olarak onun dümen suyunda gitmelerini engellememektedir. Emperyalist blok bunun ötesinde Belçika ve Hollanda gibi sömürgeci devletlerle, gerici, antidemokratik yönetimlerin olduğu Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeler, ayrıca Çin ve Yakındoğu ve Güney Amerika’daki ABD’ye ekonomik ve politik olarak bağımlı diğer ülkeler tarafından desteklenmektedir.

Emperyalist bloğun ana amacı, emperyalizmin sağlamlaştırılması, yeni bir emperyalist savaşın hazırlanması, sosyalizm ve demokrasiye karşı mücadele ve gerici, antidemokratik ve faşizm yanlısı rejim ve hareketlerin genel olarak desteklenmesidir.

Emperyalist blok, bu görevi yerine getirmek için bütün ülkelerdeki gerici ve antidemokratik güçlere dayanmaya ve dün askeri açıdan düşmanı olanlara, geçmişte askeri müttefiki olanlara karşı verdikleri rekabet ve çatışmalarda destek sunmaya hazırdır.

Anti-emperyalist ve antifaşist güçler ise, diğer bloğu oluşturmaktadır. Bu bloğun temeli SSCB ve yeni demokrasinin olduğu ülkelerdir. Ona; Romanya, Macaristan ve Finlandiya gibi emperyalizme sırt çevirmiş ve demokratik gelişmenin yolunda sapmadan yürüyenler de dâhildir. Endonezya ve Vietnam da anti-emperyalist bloğa katılmaktadır; Hindistan, Mısır ve Suriye de sempatiyle bakmaktadır. Anti-emperyalist blok, bütün ülkelerdeki işçi hareketine, demokratik harekete, komünist kardeş partilere, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketinin savaşçılarına ve her ülkede bulunan bütün ilerici, demokratik güçlerin yardımına dayanmaktadır. Bu bloğun amacı yeni savaşların çıkması tehlikesine ve emperyalist yayılmacılığa karşı, demokrasinin sağlamlaştırılması ve faşizmin kalıntılarının kazınması için mücadeledir.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, barışsever halkların önüne, faşizmin yenilgiye uğratılması üzerinde yükselen demokratik barışın sürekli güvence altına alınması görevini koymaktadır. Savaş sonrası döneminin bu ana görevinin yerine getirilmesinde Sovyetler Birliği’ne ve onun dış politikasına önder rolü düşmektedir. Bu sosyalist Sovyet devletinin, her türlü saldırgan ve sömürücü ivmeyi kendisine yabancı bulan ve çıkarını komünist toplumun inşası için en uygun koşulları yaratmakta bulan özünde yatmaktadır. Bu koşullardan birisi, halklar arasında barışın olmasıdır. Kalıcı bir barış için çaba gösteren bütün ilerici insanlığın bu özlemi, kapitalizmin bir sonucu olan savaşlardan çıkar beklemesi mümkün olmayan ve yeni ve daha yüksek bir toplumsal sistemin taşıyıcısı olan Sovyetler Birliği’nin dış politikasında yansımaktadır. Sovyetler Birliği, bütün halkların özgürlüğü ve bağımsızlığından yana sadık bir öncü savaşçı olarak ulusal, ırkçı ve sömürgeci baskının her türlüsünün karşısındadır. İkinci Dünya Savaşı sonucunda, kapitalizmin ve sosyalizmin dünyaları arasındaki genel güç dengesi değişti ve Sovyet devletinin dış politikasının önemi artarak dış politik eylemlerinin boyutları genişledi.

Anti-emperyalist ve anti-faşist bloğun bütün güçleri, adil ve demokratik barışın güvence altına alınması görevi üzerinde yoğunlaştılar. Bu temelde SSCB ile demokratik ülkeler arasında, her dış politik sorun hakkında süren dostluk ilişkileri ve işbirliği güçlenerek gelişti. Başta yeni demokrasinin bulunduğu ülkeler (Yugoslavya, Polonya, Çekoslovakya ve Arnavutluk) olmak üzere faşizme karşı verilen kurtuluş savaşında büyük rol oynayan bu ülkeler, ayrıca Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve belli Ölçülerde Finlandiya olmak üzere anti-faşist cepheye katılan diğer ülkeler, savaş sonrası dönemde barış, demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde güvenilir savaşçılar olarak kendilerini kanıtladılar ve ABD ile İngiltere’nin bu ülkelerdeki gelişmeyi geri döndürme ve onları yeniden emperyalist boyunduruk altına sokma çabalarına karşı direndiler.

Demokratik bloğun başarıları ve artan uluslararası prestiji, emperyalistlerin hoşuna gitmiyordu. Daha İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve ABD’de sürekli müttefik güçlerin koordineli birlikteliğini baltalamak, savaşı uzatarak SSCB’nin kan kaybından yok olmasını sağlamak ve faşist saldırganları tamamen yok olmaktan kurtarmak isteyen gerici güçlerin eylemleri sürekli arttı. Churchill önderliğindeki Anglo-Sakson emperyalistlerin, Münih Politikası’nın yeni, değişen koşullar altında devamı anlamına gelen ikinci cephe sabotajı, bu eğilimin ifadesiydi. Ancak savaş sürdüğü müddetçe, İngiltere ve ABD’deki gerici çevreler Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere açıktan karşı çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü halk yığınlarının Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere sempati duyduklarını biliyorlardı. Ancak bu durum, daha savaşın bitiminden önceki son aylarda değişmeye başladı. Amerikan-İngiliz emperyalistleri, Temmuz 1945’te gerçekleşen Berlin Konferansında Sovyetler Birliği’nin ve demokratik ülkelerin haklı çıkarlarını gözetmeye yanaşmadıklarını gösterdiler.

Sovyetler Birliği’nin son iki yılda izlediği dış politika, savaş sonrası dönemde barışın demokratik ilkelerinin tavizsiz bir şekilde gerçekleştirilmesi politikasıdır. Anti-emperyalist bloktaki ülkeler, bir nebze bile sapmadıkları bu ilkelerin sadık ve tutarlı takipçileri olduklarını gösterdiler. Bu yüzden demokratik ülkelerin izledikleri dış politikaya yükledikleri ana görev, demokratik barışı sürekli kılmak, faşizmin kalıntılarını tasfiye etmek, faşist-emperyalist saldırganlığın yeniden canlanmasını engellemek, halkların eşitliği ilkesini uygulamak ve bağımsızlığını korumak ve silahlanmanın sınırlandırılması ve kitle imha silahlarının yasaklanması için mücadele etmekti. Sovyet diplomasisi ile demokratik ülkelerin diplomasisi, savaş yıllarında barışın kurulmasına ilişkin varılan prensip kararlarına karşı, çıkan, bunun yerine genel barışı bozmayı, faşist unsurları korumayı ve diğer ülkelerdeki demokrasiyi bozmayı hedefleyen bir çizgi izleyen Anglo-Amerikan diplomasinin direnişiyle karşılaştı.

SSCB’nin ve demokratik ülkelerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri diplomatik çalışmaların en önemlilerinden birisi, silahlanmanın sınırlandırılması ve atom bombasının yasaklanması sorununda görülmüştür.

Sovyetler Birliği’nin girişimleriyle, Birleşmiş Milletler Örgütü’ne, silahlanmanın sınırlandırılması ve atom enerjisinin savaş amacıyla üretilmesi ve kullanılmasını yasaklamanın acil görev olarak belirlenmesi konularında öneri getirildi. Sovyetler Birliği’nin bu önerisi, ABD ve İngiltere’nin şiddetli direnişiyle karşılaştı. Emperyalist çevreler, pratikte etkili sonuçlara yol açacak bir kararın alınmasını engellemek ya da geciktirmek için olmadık çabalara başvurdular, çok sayıda engel çıkarmaya çalıştılar. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurullarında çalışmalar sürdüren Sovyet ve demokratik ülkelerin delegelerinin faaliyetlerine, uluslararası işbirliğinin demokratik temellere oturtulması ve emperyalist komplocuların barışa ve halkların güvenliğine karşı düzenlediği entrikaların açığa çıkarılması için verdikleri sistematik, sürekli ve ısrarlı mücadele damgasını vurmuştur.

Bu, özellikle Yunanistan’ın kuzey sınırındaki durumun görüşüldüğü oturum örneğinde açık bir şekilde görülmektedir. Sovyetler Birliği ve Polonya bu olayda, Yunanistan’a karşı saldırgan tavır takınmak şeklindeki gerçekdışı suçlamaya maruz kalan ve emperyalistlerin kendilerine karşı Güvenlik Konseyi’ni devreye sokmaya çalıştığı Yugoslavya, Bulgaristan ve Arnavutluk için ısrarla mücadele etti.

Sovyet dış politikası, iki sistemin -kapitalizmin ve sosyalizmin- uzun bir süte yan yana varolacakları gerçeğinden hareket ediyor. Bu tespitten şu sonuç çıkar: Karşılıklılık ilkesinin korunduğu ve varılan anlaşmalardan doğan yükümlülüklere uyulduğu koşullarda, SSCB ile diğer sistemlere ait ülkeler arasında işbirliğinin olanakları vardır. Bilindiği üzere, SSCB, anlaşmalardan doğan yükümlülüklere sürekli sadık kalmıştır ve kalacaktır. Sovyetler Birliği, işbirliği yapmaktan yana istek ve arzusunu göstermiştir.

ABD ve İngiltere ise, Birleşmiş Milletler Örgütü’nde buna tamamen karşı bir politika izliyor. Bu ülkeler, daha önce varılan anlaşmalardan doğan yükümlülüklerden geri çekilmek ve halkların işbirliğini değil, onları birbirine karşı kışkırtmayı, halkların demokratik hak ve çıkarlarını zedelemeyi ve SSCB’yi tecrit etmeyi hedefleyen yeni bir politikayı uygulamak için her yolu deniyor.

Sovyetler Birliği, kendisiyle işbirliği yapma arzusunu gösteren bütün ülkelerle, vefalı ve iyi komşuluk ilişkileri sürdürme çizgisini izlemekte kararlıdır. Samimi dostu ve müttefiki olan ülkelere karşı her zaman sadık bir dost olan Sovyetler Birliği, bugün de bu dostluk ye ittifakı sürdürmektedir ve gelecekte de sürdürecektir. Sovyet dış politikası, bu ülkelere yapılan dostane yardımı daha da geliştirmeyi hedeflemektedir.

Barış davasını temsil eden Sovyet dış politikası, yenilen halklardan öç alma prensibini reddeder.

Bilindiği üzere SSCB, barıştan yana, askersizleştirilmiş ve demokratik olan birleşik bir Almanya’dan yanadır. Almanya’ya karşı izlenen Sovyet politikasının formülasyonunda Stalin Yoldaş, “Sovyetler’in Almanya sorununda izlediği politikanın kısacası bu ülkenin askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi” olduğuna dikkat çekmiş, “Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi, sağlam ve sürekli bir barışın kurulması için en önemli koşullardan birisidir” demiştir. Ancak Sovyet devletinin Almanya’ya karşı izlediği bu politika, ABD ve İngiltere’deki emperyalist çevrelerin hırçın direnişiyle karşılaşmaktadır.

Dışişleri Bakanları Konseyi’nin Mart ve Nisan 1947’de Moskova’da yaptığı toplantı, ABD, Fransa ve İngiltere’nin sadece Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesini sabote etmekle yetinmeyip birleşik bir devlet olarak tasfiyesini, parçalanmasını ve barış sorununu ayrı bir konu olarak çözmeyi amaçladıklarını göstermiştir.

Bu politika şimdi, Amerika’nın, Roosevelt’in izlediği politikayı terk etmesi ve yeni savaş maceralarını hazırlayan yeni bir çizgi izlemesi nedeniyle ortaya çıkan yeni koşullar altında gerçekleştirilecektir.

 

III

AMERİKA’NIN AVRUPA’YI KÖLELEŞTİRME PLANI

Amerikan emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra saldırgan, açıktan yayılmacı bir çizgiye yöneldi ve bu, ABD’nin hem dış, hem de iç politikasında ifadesini buldu. ABD’deki emekçilerin temel haklarına karşı sürdürülen saldırılara, bütün dünyada gerici ve antidemokratik güçlerin desteklenmesi, Almanya’nın askersizleştirilmesi ve demokratikleştirilmesini hedefleyen Podam Kararları’nın çiğnenmesi, Japon gericilerine verilen iltimaslar, askeri hazırlıkların genişletilmesi ve atom bombalarının artırılması eşlik etti.

ABD’nin savaştan görece fazla zarar görmemiş olmasına rağmen, Amerikalıların ezici çoğunluğu savaşın tekrarlanmasını ve buna bağlı olarak yeni kurbanların ve kısıtlamaların gündeme gelmesini istemiyor. Bu durum, tekelci sermayeyi ve onun ABD’de hükümette bulunan uşaklarını, ülke içinde saldırgan ve yayılmacı çizgiye karşı oluşan muhalefeti dağıtmak ve serbestçe bu tehlikeli politikanın devamını sağlayabilmek için olağandışı araçları devreye sokmaya yöneltiyor.

Ancak kapitalist tekellere dayanan Amerikalı hükümet çevrelerinin komünizme karşı ilan ettikleri bu sefer, kaçınılmaz olarak Amerikalı emekçilerin yaşam hak ve çıkarlarına saldırılmasını, ülkenin iç politik yaşamının faşistleştirilmesine ve insanlara karşı nefret duygularıyla dolu en vahşi “teori” ve düşüncelerin yaygınlaştırılmasını zorunlu kılıyor. Amerikalı yayılma yanlısı çevreler, üçüncü” dünya savaşına ilişkin hayallerini gerçekleştirmek için ülke içinde bu maceracı politikaya karşı gelişebilecek olası bir muhalefeti baştan boğmak istiyor. Bunun için politik ve kültürel açıdan geri olan sade Amerikalı yığınları şovenizm ve militarizm zehiriyle ağuluyor ve küçük burjuvaları sinema, radyo, kilise ve basın yoluyla yaydığı Sovyet düşmanı ve anti-komünist propaganda aracılığıyla “budalalaştırmaya” çalışıyor. Amerikan gericiliğinin sahnelediği yayılmacı dış politika, aynı anda birçok yönde çalışmaları öngörüyor:

1- Askeri-stratejik önlemler;

2- Ekonomik yayılma;

3- ideolojik mücadele.

Askeri-stratejik planların gelecek saldırılarda gerçekleştirilmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru devasa ölçülerde büyüyen Amerikan savaş sanayisinin azami ölçüde değerlendirilmesi çabalarıyla bağlantılıdır. Amerikan emperyalizmi, tavizsiz bir şekilde ülkenin militarize edilmesi politikası izlemektedir. ABD’nin ordu ve donanma için yaptığı yıllık harcamalar, 11 milyar doları aşmaktadır. 1947/48 yıllarında silahlı kuvvetler için yapılan harcamalar, bütçenin yüzde 35’i olmuş, diğer bir deyişle 1937/38’e oranla 11 katına çıkmıştır.

ABD ordusu, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda kapitalist ülkeler arasında 17. sırada iken, bugün ilk sıradadır. Amerikalı stratejistler atom bombaları biriktirmekle yetinmeyip, çekinmeden bakteriyolojik silahlar geliştirme hazırlığında olduklarını açıklıyorlar.

ABD’nin askeri-stratejik planında, barış dönemlerinde çok sayıda üs ve yığınak bölgesi yaratmak yer alıyor. ABD’den çok uzaktaki bu noktalardan Sovyetler Birliği ve demokratik ülkelerdeki hedeflere karşı saldırılar gerçekleştirilmesi öngörülüyor. Bugün Alaska, Japonya, İtalya, Güney Kore, Çin, Mısır, İran, Türkiye, Yunanistan, Avusturya ve Batı Almanya’da Amerikan Hava ve Deniz Kuvvetleri’nin üsleri var ya da kurulma aşamasında. Kuzey kutbunu askeri bir saldırı için kullanmak üzere yapılan çalışmalar, hararetli bir şekilde sürüyor.

Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen İngiltere ve ABD arasında kurulan askeri ittifak ve her iki ülkenin ordularının ortak genelkurmayı, varlığını hâlâ sürdürüyor. ABD, silahların standartlaştırılması sözleşmelerinin ardına sığınarak, başta İngiltere ve Kanada olmak üzere diğer ülkelerin ordu ve silahlarını kendi denetimi altına aldı. Batı yarımkürenin ortak savunması adı altında Latin Amerika ülkeleri, ABD’nin savaş ve yayılma planlarındaki eylem bölgesi haline getiriliyor. ABD hükümeti, Türk ordusunun modernleştirilmesini teşvik etmeyi kendi görevi olarak gördüğünü resmen açıkladı. Gerici Kuomintang ordusu, Amerikalı danışmanlarca eğitilerek Amerikan savaş araçlarıyla donatılıyor. Askeri çete, ABD’de aktif politik güç haline geliyor ve büyük oranda, ülke politikasını saldırgan militarist çizgiyi hakim kılan devlet adamlarını ve diplomatları belirliyor.

ABD’nin ekonomik yayılmacılığı, stratejik planın uygulanmasında önemli bir parçadır. Amerikan emperyalizmi, Avrupa ülkelerinin savaş sonrası zorluklarından, özellikle savaşta büyük zarar gören müttefik güçlerin hammadde, yakıt ve gıda darboğazlarından bir tefeci gibi yararlanmayı ve böylece bu ülkelere köleleştirici yardımını dayatmayı hedefliyor. Gelecek ekonomik krizi öngören ABD, yeni sermaye yatırımları ve ürün satışları için tekelleşme alanı bulmakta acele ediyor. ABD’nin ekonomik “yardımı” esas olarak, Avrupa’nın Amerikan sermayesi tarafından köleleştirilmesi hedefini güdüyor. Şu ya da bu ülkenin ekonomik durumunun güçleştiği oranda Amerikan tekellerinin dayattığı koşullar da ağırlaşıyor.

Ancak ekonomik denetim, politik yönden Amerikan emperyalizmine tabi kılmayı da beraberinde getiriyor. Bu şekilde Amerikan ürünleri için yeni pazarlar yaratmakla, Avrupa’daki yeni demokratik ülkelere karşı mücadelede kullanılması planlanan yeni yığınak bölgelerinin kurulması birbirini tamamlayan iki unsur oluyor. Amerikan tekelleri herhangi bir ülkeyi açlıktan ya da çökmekten “kurtarırlarsa”, hemen her türlü bağımlılığını elinden alma şartını da öne sürüyor. Amerikan “yardımı”, hemen her seferinde otomatik olarak bu “yardımı” alan ülkenin politik çizgisinde de değişikliklere yol açıyor: Bu ülkelerde, Washington’dan gelen emirler doğrultusunda, iç ve dış politikada ABD’nin planlarını uygulamaya hazır olan kişi ve partiler iktidara geliyor (Fransa, İtalya vb.de olduğu gibi).

ABD’nin dünya egemenliğini ele geçirme çabaları ve izlediği antidemokratik çizgi, son olarak ideolojik mücadeleyi de kapsıyor. Amerikan stratejik planındaki ideolojik bölüme yüklenen ana görev; Sovyetler Birliği ve yeni demokrasinin sözüm ona saldırgan olduğuna dair karalama kampanyalarıyla kamuoyu üzerinde şantajı genişletmek, Anglo-Sakson bloğa kendini savunmak zorunda olan taraf rolünü biçmek ve yeni bir savaşın hazırlıklarının getirdiği sorumluluktan kurtarmaktır. Sovyetler Birliği’nin popülaritesi, ikinci Dünya Savaşı yıllarında olağanüstü arttı. Sovyetler Birliği, emperyalizme karşı verdiği fedakar ve kahramanca savaş ile bütün ülkelerdeki emekçilerin sevgi ve saygısını kazandı. Sovyet toplumunun birliğinden doğan, sarsılmaz ekonomik ve politik güç, tüm dünyanın gözleri önüne serildi. ABD ve İngiliz emperyalistleri, sosyalizmin bütün dünyadaki işçi ve emekçiler üzerinde yarattığı bu silinmesi mümkün olmayan izlenimleri ortadan kaldırmak için her yolu denediler. Savaş çığırtkanları bu yüzden;-askerlerini Sovyetler Birliği’ne saldırtmadan önce uzun süreli bir- ideolojik mücadelenin gerekli olduğunun bilincinde.

SSCB’ye karşı sürdürülen ideolojik mücadelede Amerikan emperyalistleri Sovyetler Birliği’ni anti-demokratik ve totaliter; ABD, İngiltere ve diğer kapitalist dünyayı ise demokratik olarak gösterirken, politik konulardaki bilgisizliklerini ve cehaletlerini açığa vuruyorlar. İdeolojik mücadelenin bu platformu -sözde burjuva demokrasisinin savunulması ve komünizmin totaliter olduğu iddiası- kapitalist toprak sahiplerinden kulaklarına emperyalist efendileri tarafından SSCB’ye karşı fısıldanan her türlü karalamayı gönüllüce yineleyen sağcı sosyalistlerin önderlerine kadar, işçi sınıfının bütün düşmanlarını birleştiriyor. Bu alçakça propagandanın merkezinde, bir gerçek demokraside çok partili sistemin ve örgütlü muhalefetin olması gerektiği şeklindeki iddialar yer alıyor. Bu noktadan hareket eden İngiliz İşçi Partililer, komünizme karşı mücadelede hiçbir zorluktan kaçınmayarak işi, SSCB’de uzlaşmaz sınıflar olduğu ve bu sınıflara denk düşen partiler arasında bir mücadelenin yürüdüğü noktasına kadar vardırıyorlar. Onlar, politik cahiller olarak, SSCB’de uzun süredir kapitalistlerin ve toprak ağalarının, uzlaşmaz sınıfların ve birçok partinin olmadığını bilemiyorlar. Yürekten bağlandıkları sözde sosyalist partilerin birer emperyalist şubesinin SSCB’de de, olmasını canı gönülden arzuluyorlar. Ama teessüfle belirtelim ki; tarih bu sömürücü partileri silip süpürdü.

İngiliz İşçi Partililer ve burjuva demokrasisinin diğer avukatları Sovyet rejimini karalamaktan geri durmazken, aynı zamanda Yunanistan’da ve Türkiye’de faşist azınlığın halk üzerinde kurduğu kanlı diktatörlüğün gayet normal olduğu görüşündeler. Burjuva ülkelerdeki biçimsel demokrasinin kendi normlarına karşı gerçekleştirilen sayısız ihlallere bile gözlerini kapıyorlar ve ABD’deki ulusal baskıyı, ırkçı zulmü, yolsuzlukları ve demokratik hakların gaspını suskunlukla geçiştiriyorlar.

Avrupa’nın köleleştirilmesi planlarına eşlik eden ideolojik “kampanyanın” yönlerinden birisi de, ulusal egemenlik ilkesine yöneltilen saldırı ve egemenlik haklarına karşı “dünya hükümeti” düşüncesini çıkararak halklara yapılan egemenlik haklarından vazgeçme çağrısıdır. Bu kampanyanın özünü, fazla gizlemeye gerek duymadan halkların egemenlik haklarını zedeleyen Amerikan emperyalizminin dizginsiz yayılmacılığını güzel gösterme çabaları oluşturuyor. ABD, insanlığın genel yasalarının savunucusu, onun ilerlemesine karşı çıkanlar ise tarihe karışmış “bencil” milliyetçiliğin temsilcileri olarak gösteriliyor. Burjuva-aydın hayalperestler ve pasifistler tarafından benimsenen “dünya hükümeti” düşüncesi, sadece Amerikan emperyalizminin saldırılarına karşı bağımsızlığını savunan halklar üzerinde baskı oluşturmak ve onları ideolojik açıdan silahsızlandırmak için kullanılmıyor. Bu düşünce, aynı zamanda özellikle küçük ya da büyük bütün halkların gerçek eşitliği ilkesini yılmadan ve taviz vermeden savunan Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılan bir parola haline getiriliyor.

Günümüz koşullarında ABD, İngiltere gibi emperyalist ülkeler ve onlara yakınlık duyan diğer devletler, ulusal bağımsızlığın ve halkların kendi kaderini tayin hakkının tehlikeli düşmanları olmuşlar; SSCB ve yeni demokrasinin olduğu ülkeler ise, eşitliğin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasında güvenilir dayanak haline gelmişlerdir.

Amerikan emperyalizmi tarafından hazırlanan ideolojik planın gerçekleştirilmesinde Bullit gibi askeri-politik gözlemcilerin, Green gibi sarı sendika önderlerinin, kapitalizmin ısrarlı savunucusu Blum gibi Fransız sosyalistlerinin, onu izleyen Alman sosyal demokrat Schumacher ve İngiliz İşçi Partisi önderi Bevin gibilerinin birlikte çalışmaları son derece anlamlıdır.

ABD’nin yayılma çabaları somut ifadesini günümüz koşullarında Truman Doktrini’ ve ‘Marshall Planı’nda bulmaktadır. Her iki belge de, biçimde farklılık arz etseler de, Amerika’nın Avrupa’yı köleleştirme isteğini ortaya koyan aynı politikanın ifadesidir.

‘Truman Doktrini’nin Avrupa’ya ilişkin başlıca görüşleri şunlardır:

1-Doğu Akdeniz bölgesinde Amerikan egemenliğini yerleştirmek amacıyla bu bölgede Amerikan üslerinin kurulması;

2- Balkanlardaki yeni demokrasiye karşı Amerikan emperyalizminin burçları olarak Yunanistan ve Türkiye’deki gerici rejimlerin açıktan desteklenmesi (Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve teknik yardımda bulunma, kredi verme);

3- Yeni demokrasinin bulunduğu ülkeler üzerindeki baskının; totaliter olmakla ve yayılmacı amaçlar gütmekle suçlamak, içişlerine karışmak, demokratik temellerine saldırmak, bu ülkelerdeki devlet düşmanı ve antidemokratik unsurları açıktan desteklemek, bu ülkelerle ekonomik ilişkileri koparmak ve böylece ekonomisini baltalayan ve sanayileşmesini engelleyen ekonomik zorluklar yaratmak yoluyla artırılması.

Halklara karşı gerici rejimlere yardımda bulunmayı kendisine görev edinen ‘Truman Doktrini’, çok açık saldırgan bir karaktere sahipti. Bu belgenin yayınlanması, her şeye alışmış olan Amerikan kapitalist çevrelerin bir kısmında bile şaşkınlıkla karşılandı. ABD ve diğer ülkelerdeki kamuoyunun ilerici unsurları kararlı bir şekilde Truman’ın konuşmasının açık emperyalist özünü protesto ettiler.

‘Truman Doktrini’nin bu şekilde karşılanması, aynı yayılmacı politikanın daha iyi gizlenmiş bir şekilde uygulanması anlamına gelen ‘Marshall Planı’nı gerekli kıldı.

‘Marshall Planı’nın bilinçli bir şekilde seçilen anlaşılmaz formülasyonlarında yatan öz şudur: Yükümlülükleri nedeniyle ABD’ye bağlanmış devletlerden bir blok oluşturmak, bu devletlere ekonomik ve daha ileride politik bağımsızlıklarından vazgeçmelerine karşılık olarak kredi vermek. Bu noktada, Batı Almanya’daki sanayi bölgelerinin Amerikan tekellerinin denetiminde inşa edilmesi, ‘Marshall Planı’nın temelini oluşturdu.

Amerikalı politikacıların toplantılarda ve konuşmalarında söyledikleri gibi, ‘Marshall Planı’nın amacı, ilk planda Almanya’ya karşı savaşta Amerika’nın müttefiki olan ve savaşta yoksullaşmış galip ülkelere yardım değil; tersine, Alman kapitalistlerine yardım etmekti. Bunun nedeni, Avrupa ve Almanya’nın ihtiyacı için gerçekleştirilen kömür ve çelik üretiminin temel kaynaklarını ABD’nin denetimi altına sokmak ve kömür ve çelik ihtiyacı duyan devletleri ekonomik güç olarak yeniden güçlü kılınmak istenen Almanya’ya bağlı kılmak arzusuydu.

‘Marshall Planı’, İngiltere ve Fransa’yı tamamen ikinci dereceden güçler konumuna getirmeyi hedeflediği halde, Attlee başkanlığındaki İngiliz işçi Partisi Hükümeti ve Fransa’daki sosyalist Ramadier Hükümeti bu plana cankurtaran simidi gibi sarıldılar. ABD’nin 1946 yılında İngiltere’ye verdiği 3 milyar 750 milyon dolarlık krediyi büyük ölçüde tükettiği bilinmektedir. Ayrıca, bu kredinin köleleştirici koşullarının İngiltere’nin elini kolunu bağladığı da biliniyor, İngiliz İşçi Partisi Hükümeti, boğazını sıkan Amerika’ya maddi bağımlılığa girdikten sonra, tek çıkar yolu yeni kredilerde görüyordu. Bu yüzden ‘Marshall Planı’nı ve buna bağlı -olarak yeni kredileri, ortaya çıkan ekonomik çıkmazdan kurtuluş yolu olarak görmekteydi. İngiliz politikacılar ayrıca, ABD’ye borçlanmış Batı Avrupa ülkelerinden oluşan bir bloğun yaratılmasından yararlanarak bu blokta, daha zayıf ülkelerin sırtından zenginleşmeyi amaçlayan Amerika’nın birinci dereceden uşağı olma rolünü oynamayı hesaplıyordu. İngiliz burjuvazisi, ‘Marshall Planı’nı kullanarak ve Amerikan tekellerinin denetimine girip ona hizmetler sunarak, özellikle Balkanlar-Tuna bölgesi başta olmak üzere, bazı ülkelerde yitirdiği konumunu yeniden kazanmayı umut ediyordu.

Mayıs 1947’de ABD’nin Fransa’ya verdiği kredi, komünistlerin hükümetten uzaklaştırılması koşuluna bağlanmıştı. Böylece egemenliğini büyük ölçüde ABD’ye kaptıran Fransa da ‘Marshall Planı’ girişimcileri arasına alınarak, Amerikan önerilerini ‘daha objektif göstermek için yeni bir kılıf uydurmak istendi.

İngiliz ve Fransız hükümetleri, Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Sovyetler Birliği’ne Marshall’ın önerilerinin değerlendirilmesine katılması önerisi götürdüler. Bu yolla, önerilerin Sovyet düşmanı karakteri gizlenmek isteniyordu. Ancak SSCB’nin, Marshall tarafından belirtilen koşulların dayatılmasıyla sunulan bir Amerikan yardımı önerisine karşı çıkacağı daha baştan görülebildiği için, SSCB’nin, “Avrupa’nın ekonomik olarak yeniden kurulması isteği taşımadığı ve bu sorumluluktan kaçtığı” izlenimini yaratmayı hesaplıyorlardı. Böylece gereken yardıma ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri SSCB’ye karşı kışkırtılacaktı. SSCB’nin görüşmelere katılması durumunda ise, Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkelerini, “Avrupa ekonomisini ABD’nin yardımıyla “yeniden yapılandırmak” tuzağına düşürmek kolaylaşacaktı. Truman planı, bu ülkeleri sondajlamak, yemlemek ve dolar “yardımıyla” elini-kolunu bağlamak hedefini gözetiyor.

‘Marshall Planı’ bu durumda Amerikan programının en önemli hedeflerinden birisini üstlenerek, yeni demokrasinin bulunduğu ülkelerde emperyalizmin iktidarını yeniden kurmak için katkıda bulunacak ve bu ülkelerin Sovyetler Birliği ile sıkı ekonomik ve politik ilişkilerini koparmaya zorlamak yönünde işlev görecekti.

Fransız ve İngiliz hükümetleriyle birlikte Paris’te, Marshall’ın önerilerinin değerlendirildiği görüşmelere katılan SSCB temsilcileri, Paris’te bütün Avrupa’yı kapsayacak bir ekonomik program hazırlama görevinin gerçekdışı olduğunu ve bu önerilerin, Avrupa ülkelerinin içişlerine müdahale girişimi ve egemenliklerinin ellerinden alınması tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak, Fransa ve İngiltere önderliğinde yeni bir Avrupa örgütü kurma çabası olduğunu açığa çıkardılar. ‘Marshall Planı’nın, uluslararası işbirliğinin ilkeleriyle çeliştiğini, Avrupa’nın parçalanması, bir dizi Avrupa ülkesinin Amerikan kapitalizminin boyunduruğu altına girmesi tehlikesini taşıdığını ve ‘yardımın’ esas olarak müttefiklerden önce, kendilerine, ‘Marshall Planı’ uyarınca özel bir rol biçilen Alman tekellerine sunulmak istendiğini gösterdiler.

Sovyetler Birliği’nin bu açık tutumu ile Amerikan emperyalistlerinin ve onların İngiliz-Fransız uşaklarının maskesi düşürüldü.

Bütün Avrupa’yı kapsayacak bir ekonomik program, öneri sahiplerini utandıracak bir şekilde başarısızlığa uğradı. Dokuz Avrupa ülkesi bu programa katılmayı reddetti. Ayrıca görüşmelere katılmaya hazır olduğunu ve planın uygulanmasına önerilerle katkıda bulunmaya hazır olduğunu açıklayan diğer ülkeler de, ‘Marshall Planı’nı onaylarken fazla coşku sergilemedi. Çünkü SSCB’nin, bu planın gerçek bir yardımdan çok uzak olduğu yönündeki öngörülerinin doğru olduğu kısa sürede belli oldu. Öte yandan Amerikan hükümetinin de, Marshall’ın verdiği sözleri yerine getirmekte pek fazla aceleci davranmadığı da görüldü. Amerikan Kongre üyeleri, Kongre’nin Avrupa ülkelerine verilecek krediler konusunu en erken 1948 yılında ele alabileceğini resmen kabul ettiler.

Böylece ‘Marshall Planı’nın Paris’te imzalanan ‘Gerçekleştirme Şeması’na onay veren Fransa, İngiltere ve diğer Batı Avrupa ülkelerinin Amerikan şantajının kurbanı oldukları ortaya çıktı.

Ancak Amerika’nın himayesinde bir Batı Bloğu oluşturma çabaları bugün de sürüyor.

Burada, Amerika’nın arzuladığı şekildeki bir Batı Bloğu’nun ABD’ye bağımlı İngiltere ve Fransa gibi devletler tarafından bile reddedileceğini belirtmek gerekir. Avrupa’da komünizme ve demokrasiye, kafa tutacak ölçüde palazlandırılmış bir Alman emperyalizmi perspektifi, ne İngiltere ne de Fransa için çekici olabilir. İşte bu noktada, İngiltere-ABD-Fransa Bloğu’nun temel iç çelişkilerinden birisi gün ışığına çıkıyor. Açıkça görülen o ki; Amerikan tekellerine ve uluslararası gericiliğe göre Franco ya da Yunan faşistleri, ABD için SSCB’ye ve yeni demokrasinin bulunduğu ülkelere karşı bir siper olma görevini üstlenemeyecektir. Bu yüzden Avrupa’daki demokratik güçlere karşı mücadelede güvence olarak gördükleri yeniden inşa edilmiş kapitalist bir Almanya’ya büyük ümitler besliyorlar. Her ne kadar ikisi de kendilerini, hizmete hazır uşaklar olarak kanıtladıysa da, ABD’ye göre güvenilmeyecek ‘yarı komünistler’ olan İngiliz İşçi Partililerin ve Fransız sosyalistlerinin bu görevi üstlenemeyeceğine inanılıyor.

Bu yüzden Almanya sorunu, özellikle de savaş sanayisi için potansiyel bir baz oluşturan Ruhr Havzası sorunu, SSCB düşmanı uluslararası blok için en önemli uluslararası politik sorunu ifade etmekte ve ABD, İngiltere ve Fransa arasında tartışma konusu olmaktadır.

Amerikan emperyalistlerinin bu konuda sergiledikleri iştah, İngiltere ve Fransa’da huzursuzluğa yol açmaktadır. ABD, yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek bir açıklıkla Ruhr Havzası’nı İngilizlerin elinden almak istediğini göstermiştir. Amerikan emperyalistleri bunun ötesinde üç işgal bölgesinin birleşmesini ve Batı Almanya’nın Amerika denetiminde ayrılmasını talep ediyor. ABD ayrıca, Ruhr Havzası’ndaki kapitalist işletmelerin kendi denetiminde kalmasını isteyerek çelik üretiminin artırılmasını talep ediyor. Marshall’ın, Avrupa ekonomisinin inşası için sözünü verdiği krediler, Washington’da esas olarak Alman kapitalistlerine verilecek yardım olarak algılanıyor.

Churchill Planı’nda Batı Bloğu, İngilizlerin politikasında bir araç olması hedeflenen Avrupa Birleşik Devletleri şeklinde öngörülüyordu. Oysa Amerika bunun tam tersine, İngiltere de dâhil olmak üzere, Avrupa devletlerinin egemenliğini yok eden kendisine bağlı bir il, ABD’nin ’49. Eyaleti’ olarak gördükleri bir eyalet oluşturmak istiyor. Amerikan emperyalizmi, İngiltere ve Fransa’ya karşı giderek daha kaba ve küstahça davranıyor. Bu ülkeler arasında Almanya’daki üretim düzeyini belirleme konusunda yapılan ve Potsdam Sözleşmesi’nin keyfi bir ihlali olan ikili ve üçlü görüşmeler, aynı zamanda açıkça ABD’nin diğer iki ülkenin çıkarlarını göz ardı ettiğini gösteriyor. İngiltere ve özel olarak da Fransa, Amerika’nın dayatmalarına kulak vermek ve boyun eğmek zorunda. Amerikan diplomasisinin Paris ve Londra’daki tavırları, bugün Amerikalı temsilcilerin Yunanistan’da çekinmeden bakanları kendi kafalarına göre atadıkları ya da görevden aldıkları ve fatihler gibi davrandıkları dönemi hatırlatıyor. Aslına bakılacak olursa, bu planların Avrupa halklarının çıkarlarını ve Avrupa’nın ABD tarafından köleleştirilmesini hedef aldığı görülüyor.

‘Marshall Planı’, Avrupa’daki demokratik ülkelerin sanayileşmesine ve dolayısıyla bağımsızlıklarının ve egemenliklerinin temeline karşıdır. Nasıl o dönem Dawes Planı’na karşı olan güçler çok daha zayıf olmasına rağmen bu plan başarısızlığa uğradıysa, bugün de savaş sonrası Avrupa’sında bu planların uygulanması mümkün olmayacaktır. Kaldı ki bugün, Sovyetler Birliği bir kenarda tutulsa bile, Avrupa’nın köleleştirilmesi planlarını, istedikten ve kararlı olduktan sonra boşa çıkartabilecek güçler yeterince mevcuttur. Bu, Avrupa halklarının direnme isteğiyle bağlantılı bir sorundur. Olayın SSCB’yi ilgilendiren yönüne gelince: SSCB, tüm güçlerini bu planın gerçekleşmesini engellemek için kullanacaktır.

Anti-emperyalist ülkelerde ‘Marshall Planı’na ilişkin yapılan değerlendirmeler, gelişmeler tarafından da tümüyle doğrulanmıştır. Demokratik ülkelerin oluşturduğu blok, ‘Marshall Planı’na tüm Avrupa halklarının bağımsızlık ve egemenliğini koruyan, şantaj ve yıldırma çabalarına boyun eğmeyen ve dolar diplomasisinin manevralarına kanmayan önemli bir güç olarak karşı durmuştur.

Sovyet hükümeti hiçbir zaman, dış kredilerin, özel olarak da ABD’den alınacak kredilerin ekonominin yeniden yapılandırılmasına ivme kazandıracak bir araç olarak kullanılmasına karşı çıkmadı. Ancak Sovyetler Birliği her zaman, dış kredilerin koşullarının kredi alan ülkeleri, ekonomik ve politik açıdan kredi veren ülkelerin kölesi haline getirecek tarzda belirlenmesine karşı olmuştur. Bu politik duruş noktasından hareketle, Sovyetler Birliği devamlı dış kredilerin bir ülkenin ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının ana araç olarak kullanılmayacağı düşüncesini savunmuştur. Ekonomik yeniden yapılanması için gerekli en önemli ve belirleyici koşul, her ülkenin kendi iç güç ve kaynaklarını değerlendirmesi ve kendi sanayisini yaratmasıdır. Bir ülkenin bağımsızlığı ancak bu temelde, krediyi politik ve ekonomik bağımlılığın aracı olarak kullanma eğilimi taşıyan yabancı sermayenin saldırılarına karşı savunulabilir. İşte Avrupa’daki ülkelerin sanayileşmesini engellemeyi ve dolayısıyla bağımsızlıklarının altını oymayı hedefleyen ‘Marshall Planı’ ile tam da bu amaçlanmaktadır.

Sovyetler Birliği bıkmadan, devletlerarasındaki ekonomik ve politik ilişkilerde hak eşitliğinin korunması ve tarafların karşılıklı olarak birbirlerinin egemenlik haklarına saygı göstermesi ilkesini savunmuştur. Sovyet dış politikası ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dış ülkelerle olan ekonomik ilişkileri, hak eşitliği ve taraflara yararlılığının korunması ilkesi üzerinde sürmektedir. SSCB ile varılan anlaşmalar, her iki tarafın da yararını gözeten ve her zaman tarafların bağımsızlığına ve ulusal egemenliğine saldırılar içermeyen sözleşmeler olmuştur. SSCB ile diğer devletler arasında imzalanan sözleşmelerin bu temel özelliği, ABD’nin gerçekleştirdiği ve hazırlamakta olduğu adil ve eşit olmayan sözleşmelerin ışığında iyice ortaya çıkmaktadır. Eşitsizlik öngören sözleşmeler, Sovyet dış ticaret politikasına yabancıdır. Bunun ötesinde SSCB’nin diğer ülkelerle sürdürdüğü ekonomik ilişkilerdeki gelişmeler, devletler arasındaki ilişkilerin hangi temelde yükselmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Kısa bir süre önce SSCB ile Polonya, Yugoslavya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan ve Finlandiya arasında imzalanan sözleşmeleri hatırlatmak bu bağlamda yeterlidir. Bu sözleşmelerde SSCB, Avrupa’nın hangi yoldan içinde bulunduğu ekonomik zorluklardan kurtulabileceğini göstermiştir. Böylesi bir sözleşmeye imza atma olanağını, İşçi Partisi hükümeti SSCB ile imzalamaya hazır hale getirilmiş sözleşmeden dış baskılar sonucu vazgeçmeseydi, İngiltere de bulacaktı.

Amerika’nın Avrupa ülkelerini köleleştirmeyi hedefleyen planlarının açığa çıkarılması, SSCB’nin ve yeni demokrasinin bulunduğu diğer ülkelerin dış politikasının bir başarısıdır.

Burada, Amerika’nın kendisinin de bir ekonomik kriz tehdidiyle karşı karşıya bulunduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Marshall’ın sergilediği resmi cömertliğin önemli nedenleri vardır. Eğer Avrupa ülkeleri Amerika’dan kredi alamazlarsa, Amerikan ürünlerine olan talepleri gerileyecek ve bu da ABD’de yaklaşmakta olan ekonomik krizin hızlanmasına ve derinleşmesine yol açacaktır. Bu yüzden eğer Avrupa’daki ülkeler ABD kredilerinin köleleştirici koşullarına karşı gerekli olan direnişi yeterli süre gösterebilirse, ABD’yi geri adım atmaya zorlayabilir.

 

IV

DEMOKRATİK, ANTİFAŞİST VE BARIŞSEVER UNSURLARIN YENİ SAVAŞ VE SALDIRI PLANLARINA KARŞI MÜCADELEDE BİRLEŞTİRİLMESİNDE KOMÜNİST PARTİLERE DÜŞEN GÖREVLER

 

Komintern’in dağıtılması, işçi hareketindeki gelişmelerin yeni tarihsel ilişkiler sonucu ortaya çıkardığı ihtiyaçlara denk düşüyordu ve olumlu bir rol oynadı. Komintern’in dağıtılması, komünizmin ve işçi hareketinin karşıtları tarafından ileri sürülen, Moskova’nın diğer devletlerin içişlerine karıştığı ve komünist partilerin kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan gelen emirler doğrultusunda hareket ettiği iddialarına kesin olarak son verdi.

Komintern, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra; komünist partilerin henüz güçsüz olduğu, değişik ülkelerin işçi sınıflarının arasında ilişkilerin olmadığı ve komünist partilerin, işçi hareketinin genel kabul gören önderlerinden yoksun bulunduğu bir dönemde kurulmuştu. Komintern’in başarıları; değişik ülkelerin emekçileri arasında ilişkiler kurup sağlamlaştırmasında, işçi hareketinin teorik sorunlarını savaş sonrası gelişmelerin ortaya çıkardığı ilişkilerin ışığında çözmesinde, komünist düşüncenin propagandası ve ajitasyonu için geçerli olan genel normları belirlemesinde ve işçi hareketinin önderlerinin yetiştirilmesini kolaylaştırmasında yatmaktadır. Böylece genç komünist partilerin, işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesi için gerekli koşullar yaratıldı. Ancak genç komünist partilerin işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesiyle birlikte, bu partilerin bir tek merkezden yönetilmesi de olanaksız, amaca uymaz hale geldi. Bunun sonucunda, başta komünist partilerin gelişmesini teşvik eden bir etken olan Komintern’in, bu gelişmesinin önünde bir engel haline gelmesi tehlikesi baş gösterdi. Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama, partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum, Komintern’in dağıtılması ve partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlerin yaratılması zorunluluğunu dayattı.

Komintern’in dağıtılmasından bu yana geçen dört yılda komünist partiler önemli ölçülerde sağlamlaşarak hemen hemen bütün Avrupa ve Asya ülkelerinde etkilerini artırdılar. Komünist partilerin etkisi sadece Doğu Avrupa’da değil; tersine, Avrupa’da faşizmin egemen olduğu bütün ülkelerde ve Alman faşistleri tarafından işgal edilen ülkelerde (Fransa, Belçika, Hollanda, Norveç, Danimarka, Finlandiya vd.) arttı. Komünist partilerin etkisi, özellikle yeni demokrasiyle yönetilen ve komünist partilerin en etkili olduğu ülkelerde de son derece arttı.

Ancak komünist partilerin bugün içinde bulunduğu durumun zararları da var. Bazı yoldaşlar, Komintern’in dağıtılmasını, kardeş komünist partiler arasındaki ilişkilerin tasfiye edilmesi olarak algıladılar. Tecrübeler komünist partilerin bu şekilde birbirlerinden tecrit edilmelerinin hatalı, zararlı ve aslında kendi doğalarına ters olduğunu göstermiştir. Komünist hareket, ulusal çerçevede gelişti, ancak aynı zamanda değişik ülkelerdeki partilerin ortak görev ve çıkarlarının olduğunu da görmek gerekiyor. Ortaya, oldukça garip bir tablo çıkıyor: Komünistler, Komintern’in sözüm ona bütün ülkelerden komünistlere Moskova’nın çizgisini dayatmaya hizmet ettiği iddialarını göz önünde tutarak toplantılar yapmaktan ve hatta ortak çıkarlarıyla ilgili sorunları görüşmek için bile toplanmaktan vazgeçerken, bu iddiaları kanıtlamak için kırk takla atan sosyalistler, bugün yeniden enternasyonallerini kurdular. Bilim adamları, kooperatif uzmanları, sendikacılar, gençler ve üniversite öğrencileri gibi değişik çevrelerin temsilcileri, uluslararası ilişkilerini sürdürmeyi, deney aktarmayı ve çalışmalarında ortaya çıkan sorunlar hakkında görüşmeyi gayet doğal bulup enternasyonal konferans ve görüşmeler gerçekleştirirken; komünistler, birbirleriyle dost olan ülkelerde bile, dostluk ilişkileri kurmaktan çekiniyor. Bu durumun sürmesinin, kardeş partilerin çalışmalarının gelişmesi açısından son derece zararlı sonuçlara yol açacağından kuşku duyulmamalıdır. Tek tek partilerin birbirlerine danışma ve çalışmalarını gönüllülük temelinde koordine etme ihtiyacı, bugün özellikle acil olarak kendisini dayatmaktadır; çünkü bu tecrit durumunun sürmesi, karşılıklı olarak birbirlerini anlamalarını zorlaştıracak ve yanlış anlaşılmalara yol açacaktır.

Sosyalist partilerin önderliklerinin büyük bölümü (özellikle de İngiliz İşçi Partisi ve Fransız sosyalistleri) ABD’li emperyalist çevrelerin ajanları olarak görev yaptıkları için, bugün komünistlere özel tarihsel bir görev düşmektedir: Amerikan emperyalizminin Avrupa’yı köleleştirme planlarına karşı gösterilen direnişin önderliğine geçmek ve Amerikan emperyalistlerinin bütün uşaklarını kendi ülkelerinde cesaretle deşifre etmek. Komünistler aynı zamanda, anayurtlarının alçaltılmasına, yabancı sermaye tarafından köleleştirilmesine karşı ve ulusal egemenlikleri için mücadeleye hazır olan, gerçek anlamda yurtsever unsurları desteklemek zorundadır. Komünistler, bütün anti-faşist ve özgürlük-sever unsurları, Amerika’nın Avrupa’yı köleleştirmeyi hedefleyen yeni yayılmacı planlarına karşı verilen mücadeleye kazanmada önder rol oynamak zorundadır.

Emperyalistlerin yeni bir savaş başlatma arzusuyla, bu savaşı örgütlemeleri arasında oldukça büyük bir fark vardır. Dünya halkları savaş istemiyor. Barıştan yana olan güçler, o kadar önemli ve büyüktür ki; eğer bu güçler barışın savunulmasında sarsılmaz ve sağlam dururlarsa, saldırganların planları fiyaskoyla sonuçlanacaktır. Unutulmamalıdır ki; emperyalist ajanların, savaş tehlikesi olduğuna dair yaygaralarının bir tek amacı vardır: Zaaf taşıyanları ve yalpalayanları yıldırarak, şantaj yoluyla saldırganlara taviz vermelerini sağlamak.

İşçi sınıfı için bugün asıl tehlike, kendi güçlerini küçümsemesinde ve düşmanın güçlerini abartmasında yatmaktadır. Nasıl Münih Politikası, Hitler saldırganlığının önünü açtıysa, ABD’nin ve emperyalist bloğun yeni çizgisine karşı verilecek tavizler de aynı şekilde saldırganlığı daha da küstahlaştıracak ve önünü açacaktır. Komünist partiler bu yüzden, emperyalist saldırganlık ve yayılma planlarına karşı süren direniş eylemlerinin her alanda -devletsel, politik, ekonomik ve ideolojik- en önünde olmalı, bütünleşmeli, çabalarını ortak bir anti-emperyalist ve demokratik platform temelinde birleştirmeli ve bütün demokratik ve yurtsever halk güçlerini etrafında toplamalıdır.

Fransa, İtalya, İngiltere ve diğer ülkelerdeki kardeş komünist partilere de özel bir görev düşmektedir. Ülkelerinin ulusal bağımsızlık ve egemenliğini savunmada bayrağı ele almak zorundadırlar. Komünist partiler bu konumlarından geri adım atmaz, yıldırma ve şantajlara boyun eğmez, cesaretle sürekli halk demokrasisini, ulusal egemenliği ve ülkelerinin özgürlüğünü savunur, ülkelerinin ekonomik ve politik açıdan kökleştirilmesi çabalarına karşı namus ve ulusal bağımsızlık davasını savunmaya hazır olan bütün güçleri kendi etraflarında birleştirmeyi başarırlarsa; hiçbir güç, Avrupa’yı köleleştirme planlarını gerçekleştiremeyecektir.

 

Haziran 1997

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑