Almanya, geçtiğimiz ay, Krupp-Hoesch tekelinin kendisinden daha büyük ve güçlü Thyssen’i “düşmanca devralma” yöntemiyle yutma girişimi ve bu olayın kışkırttığı çelik işçilerinin direnişiyle çalkalandı. Çok sürmedi, kamuoyu ve çelik işçileri bu girişimin gerisinde bankaların durduğunu anladılar ve tepkiler beklenmedik bir hızla bankalara yöneldi.
“Bankalar ve sahip oldukları iktidar” konusu yeniden ülkenin gündemine girmiş oldu. “Ülkeyi kim yönetiyor? Frankfurt’taki bankalar mı, Bonn’daki hükümet mi?” soru ve tartışmaları kaçınılmaz bir şekilde yeniden alevlendi. Hep bir ağızdan “Bonn göreve” çağrıldı. Sözüm ona “bankaların sınırsız egemenliğinin kısıtlanması” amacıyla kaleme alınmış, ancak yıllardır parlamento komisyonlarının çekmecelerinde bekletilen yasa tasarıları yeniden piyasaya sürüldü…
Açıktır ki, amacımız bu demagojik tartışmaya katılmak değildir. Bununla birlikte, istemeyerek kendini gündeme sokan Alman mali-sermayesinin bugünkü konumu ve yapısını irdelemek güncellik kazanmıştır. Bu araştırmanın konusu da esas olarak budur.
Kuşkusuz, İsviçre ve Avusturya’daki (hatta bazı yönlerden Japonya’daki) mali-sermayenin örgütlenme şekli ve yapısıyla çok benzerlikler taşıyan Alman mali-sermayesinin, diğer emperyalist ülkelerdeki -sözgelimi ABD’deki- mali-sermayenin örgütlenme şekliyle ayrışan pek çok yönleri bulunmaktadır. Buna karşın, Alman mali-sermayesinin örgütlenme şekli ve yapısı, genel olarak mali-sermayenin anatomisinin klasik bir örneğini sunmaktadır. Lenin’in mali-sermayeyi irdelerken, ağırlıklı olarak Almanya örneği üzerinde durmasının nedeni de budur aslında. Başka bir deyişle, Alman mali-sermayesinin örgütlenme şeması ve yapısını ortaya koymakla, bir yerde mali-sermayenin bugünkü bazı genel karakteristik özelliklerini de açıklamış olacağız.
I.
ÜRETİMDEKİ TEKEL OLGUSU
Alman mali-sermayesinin bugün hangi finans gruplarından meydana geldiği, somut olarak nasıl örgütlendiği, iç ve dış ilişkilerinin nasıl şekillendiği, güç ve etkinliğinin hangi boyutlara ulaştığı vb. soruları ele almadan önce, sorunun temelini ilgilendiren bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Bu temel nokta şudur: Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin tarih sahnesine çıkardığı tekel olgusu ortaya konmadan, genel olarak sermayenin kendisindeki yoğunlaşma açıklanamaz. Dolayısıyla, tekel olgusunu atlayan bir araştırma mali-sermayenin bugünkü gerçek temellerini de açıklamaktan uzak kalacaktır.
“Solcu” burjuva liberalizminin çarpık mali-sermaye tahlillerine bugün de sık sık rastlanmaktadır. Para olgusunu üretim ilişkilerinden kopararak ele alan bu tür yaklaşımlar; yeni olmamaları bir yana, mali-sermaye olgusu etrafındaki yanılsamaları ön planda tutmalarından ötürü, esasta, metanın yerine geçirilmiş bir para fetişizmine tekabül etmektedirler. Bu konuya ilişkin Marksistlerle burjuva reformistleri arasındaki yaklaşım ve vurgu farklılığı en ince ayrımını kuşkusuz Lenin ile Hilferding’in mali-sermaye tanımlarında bulmuştur.
Bilindiği gibi, Lenin, Hilferding’in yaptığı ‘finans kapital’ (mali-sermaye) tanımını eksik bulur. Çünkü Lenin’e göre Hilferding, tanımında, “çok önemli bir olguyu, üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yol açtığı ve hâlâ açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir.” Lenin’in tanımı ise şöyledir:
“Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi – işte mali-sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü.” (Lenin, “Emperyalizm” sf. 58)
Lenin’in yaptığı vurguyu göz önünde tutarak sorunun temellerini irdelemeye başlayalım.
* * *
Almanya’nın günlük ekonomik politik yaşamı kabaca izlendiğinde, göze hemen şöyle bir çelişki batar: Başta meclis ve burjuva partileri olmak üzere politik alanda ve tabii dolayısıyla da politik propaganda, tekel olgusu katı bir şekilde reddedilir ve durmaksızın “serbest rekabet”ten, “hür teşebbüs”ten, “ekonomik özgürlük ve fırsat eşitliği”nden dem vurulur. Bu yerleşik propaganda devam ederken, aynı anda burjuva ekonomi dergileri ve kitaplarında tam tersi bir tabloyla karşılaşılır. Burada dünya ekonomisine artık dev tekel gruplarının hükmettiği ve dünyayı aralarında bölüştüğünün itirafı sayılabilecek sayısız alıntı aktarılabilir. Çok çarpıcı olduğundan Alman sermayesinin sözcülüğünü yapan Wirtschaftswoche dergisinden aldığımız bir örnekle yetinelim:
“Çok sayıda Konsernler (Konsern bir holding türüdür -A.C.) uzun bir süreden beri belli başlı devletleri sadece büyüklük bakımından geçmiyorlar… Dünya ölçeğinde etkinlik gösteren ekonomik devlerin menajerleri, yemek listesinden sipariş eder gibi tek tek ülkelerde kendilerine en çok kazancı vaat eden teklifleri seçmektedirler. Ücretlerin düşük olduğu yerde üretmek; yasaların katı olmadığı yerde araştırmak ve vergilerin yüksek olmadığı yerde kazanç göstermek. (…)
Kavramlar, siyasetin güç kaybını yansıtmakta: ’60’lı yılların şüpheli ‘çok uluslu’ (şirketlerinden) ‘uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü’ (1) şirketler çıktı. Yabancı yatırımlar uğruna verilen rekabette siyasetçiler şimdi bu şirketlerin huzuruna çıkmaktadırlar.
Çok uluslularla ilgili o dönem yapılan kavgalar, bugünden bakıldığında çok anlamsız gelmekte, zira gelinen yerde ekonominin uluslararasılaşması bambaşka boyutlara ulaştı. 1975 yılında 282 milyar dolar olan yabancı doğrudan yatırımlar, bugün 2 trilyon 125 milyar dolara fırladı. Bunun üçte biri, dünyanın 100 büyük şirketine düşmektedir. Tek başına İngiliz-Hollanda petrol Konserni Royal Dutch/Shell’in yurtdışı faaliyetleri 70 milyar doları bulmaktadır.
Uluslar-üstü şirketlerin sayısı son 20 yılda birkaç misli arttı. Bugün dünyada ülke sınırlarını aşan ve kendilerine bağlı 200 bini aşkın şirkete (“kız şirketi”ne) sahip 37 bin ana şirket vardır ve bunlar toplu olarak dünya çapındaki özel servetin yaklaşık üçte birini ellerinde bulunduruyorlar. Toplam ciroları 4 bin 800 milyar dolara ulaşıyor bu, toplam dünya ticaret hacmini geçen bir miktardır.” (Wirtschaftswoche, 16. 9. 94; sf. 41)
İşte bunlar herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar açık ve çarpıcı sözlerdir. Belki şunu eklemek gerekir: Buradaki veriler 1993 yılma aittir! Yani aradan geçen dört yıl zarfında bu süreç daha ileri boyutlara ulaşmıştır.
Yine aynı tarihli dergiden aldığımız şu rakam ve kıyaslamalar da günümüz tekelleşme sürecinin ve tekel olgusunun ulaştığı noktayı tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir. Derginin ’93 yılına ait rakamlarına göre, General Motors’un yıllık cirosu Danimarka’nın 135 milyar doları bulan Gayri Safi Yurt İçi Hâsılası’na (GSYİH) denk düşmektedir. Ford’un cirosu Norveç’in GSYİH’den (103,5 milyar dolar) daha yüksektir. Toyota’nın 85,3 milyar dolarlık cirosu Finlandiya’nın GSYİH’yi (82,5 milyar dolar) geçmektedir. Almanya’nın en büyük tekeli Daimler-Benz’in cirosu (59,1 milyar dolar) ise İrlanda’nın GSYİH’sini (45,8 milyar dolar) aşmaktadır.
Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin bugün ne tür dev tekelleri ortaya çıkardığını gösteren bu verilere, bu sürecin hangi tempoyla geliştiğine işaret eden şu veri eklenebilir: Dünyanın başta gelen holdinglerinden Mitsubishi’nin ’95 yılındaki cirosu 180 milyar doları buldu. Böylece tek bir uluslararası şirketin yıllık cirosu, Avusturya gibi ileri kapitalist bir ülkenin toplam Gayri Safi Milli Hâsılası (GSMH)’na ulaşmış bulunmaktadır!
Peki, tekelleşmenin bugünün Almanya’sında geldiği nokta nedir? Tekel konusunda nasıl ki ABD için tröstler karakteristik ise, Almanya için de konsernler karakteristiktir. Konsernler ise Bosch vb. gibi istisnalar dışında Anonim Şirketlerden (AŞ) meydana gelmektedirler. Almanya’nın en büyük 100 şirketinin üçte ikisi AŞ biçiminde örgütlenmiştir. Toplam şirketlerin sayısına bakıldığında ise durum değişmektedir: GmbH, yani Limited Şirket (Ltd.) tipi en yaygın olan şirket tipidir. Bugün 160 Ltd. şirketi başına bir AŞ düşmektedir. Ltd. şirket tipine daha çok küçük ve orta ölçekli işletmelerde rastlanılıyor. (H. M. Bury/T. Schmidt, “Das Banken-Kartell”, sf. 42) Şöyle de denebilir: Sermayenin nispeten küçük ve sahiplerinin de tek ya da birkaç kişiden oluştuğu yerde (genellikle “tekel dışı” sermayede) Ltd. şirketi yaygın; sermayenin büyük, (satışa çıkarılan hisseler yoluyla) geniş dağılımlı ve fakat yoğunlaşıp merkezileştiği yerde AŞ yaygındır. Mali-sermaye, oluşumu ve merkezileşmesinde, AŞ şahsında en uygun şirket tipini bulduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
1987 yılında Almanya’da 1000 sanayi işletmesi (bunlar toplam sanayi işletmelerin yüzde 0,3’ü oluşturuyorlardı) toplam sanayi işletmelerinin yıllık cirosunun yüzde 43,4’ü meydana getiriyor ve toplam çalışanlarının da yüzde 39,4’ü istihdam ediyordu.
2350 sanayi işletmesi (yüzde 5) ise, toplam cironun yüzde 58’i gerçekleştiriyor, çalışanların da yüzde 53’ü istihdam ediyordu.
Üretimdeki merkezileşmenin Almanya’da hangi tempoyla geliştiğini yandaki “şirket birleşmeleri”nin (füzyon) sayıları ortaya koymaktadır:
Yıl Füzyon Sayısı Yıl Füzyon Sayısı
1958 15 1976 453
1960 22 1977 554
1962 38 1979 602
1965 50 1981 618
1968 65 1983 506
1970 305 1985 709
1972 269 1987 887
1974 294 1988 1159
Enver Hoca, emperyalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası döneminin tahlili bakımından çok önemli tespitlerde bulunduğu “Emperyalizm ve Devrim” adlı eserinde, 70’li yılların kapitalist dünyasındaki tekelci füzyon ve yutmaların eriştiği hacmin, ikinci Dünya Savaşı öncesine göre yedi ila on kat daha büyük olduğunu vurgulamaktadır. Almanya açısından şu rahatlıkla söylenebilir ki, 80’li yıllardan başlamak üzere bu hacim 90’lı yıllara gelindiğinde ’70’li yıllardakini en azından ikiye katlayarak büyümüştür. Nitekim ’80’li yılların sonu, ’90’lı yılların başı, Almanya’da savaş sonrasının en büyük füzyonlarının yaşandığı dönemlerdir. Krupp-Thyssen olayı bu sürecin en son değil ama en güncel örneğidir.
Üretimdeki merkezileşme ve yoğunlaşmanın diğer bir göstergesi de (sonucu demek daha doğru), şirket iflaslarındaki artıştır. 1980’li yılların ortalarında iflasını bildiren şirket sayısı 18 bin dolaylarında iken (ki bu sayı 1980’de 9 bin dolaylarındaydı), bu rakam 1996’da 24 bini geçmiştir. (Bir kıyaslama: 1932’de bu sayı 14 bin 138 idi.) Almanya’da bugün iflaslar, savaş sonrası dönemle kıyaslandığında rekor düzeydedir. Ekonomi enstitüleri iflasların bu yıl da hızını kaybetmeyeceğini bildirmektedirler. Dün olduğu gibi bugün de üretim ve sermayedeki yoğunlaşma küçük ve orta ölçekli işletmelerin yıkımı demektir. Yukarıda 1980’li yıllarla ilgili sözü edilen iflaslar zanaatkâr işletmeleri, perakende ticareti ve tarım sektörü için şu anlama gelmekteydi: Zanaatkâr işletmelerin sayısı 1950’de 886 bin 500 iken, 1988’de 489 bine düşmüştür! Perakende ticaretiyle uğraşan işletmelerin sayısı 1971’de 173 bin 576 iken, 88’de 73 bini ancak bulmaktaydı. Tarım sektöründe bu rakam 1950’de 1 milyon 646 bin 751 iken, 1988’de 1 milyon azalarak 665 bin 517’dir. (Karl Waffenschmidt, agy, sf. 14)
Görüldüğü gibi, merkezileşme ve yoğunlaşma ekonominin tüm alanlarını kapsayarak tüm hızıyla gelişmektedir. Bugün gerek ticarette, gerekse tarımda büyük ölçekli işletmelerin ya da dev tekellere bağlı büyük şirketlerin kesin hâkimiyeti kurulmuş bulunmaktadır. Sanayideki küçük ve orta ölçekli işletmeler zaten uzun bir süredir büyük tekellerin birer “eklentisi” haline gelmiş, varlıklarını tekellerin icazetiyle sürdürmektedirler. Almanya açısından bu durumun altını özellikle çizmek gerekiyor. Çünkü Almanya’da burjuva propagandası bu konuyu özellikle çarpıtmaktadır. Sık sık şu rakamlar ileri sürülür: Almanya’da sayıları yaklaşık 3 milyonu bulan işletmelerin yüzde 99,8’i; 500’den az işçi çalıştıran ya da yıllık cirosu 100 milyonu geçmeyen küçük ve orta ölçekli işletmelerden meydana gelir. “Serbest rekabet” demagojisine de dayanak yapılan bu tablonun gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ve ayrıca bu tablonun aslında ileri sürülen görüşün tam tersini kanıtlamakta olduğu bir yana; özellikle bu tür işletmelerin sermaye bakımından konumlarını ortaya koymak söz konusu demagojinin boşa çıkarılması için yeterli olacaktır. Zira küçük ve orta ölçekli işletmeler görüntüde ayrı şirketler olarak varlıklarını sürdürseler dahi, sermaye kaynakları açısından çoktandır mali sermayenin ağına takılmışlardır. Bu konuda nesnel durumun anlaşılmasına yardımcı olan en sağlıklı veri, bu ölçekteki şirketlerin ana sermaye bakımından konumlarını açıklığa kavuşturmaktır. Şu rakamlar her şeyi açıklamaktadır: Almanya’da şirketlerin ana sermaye oranı, ’60’lı yıllarda ortalama olarak yüzde 30 dolaylarında iken, ’90’lı yılların başında yüzde 18’e düşmüştür. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerde bu oran yüzde 15’lerin altına düşmektedir. (H. M. Bury/T- Schmidt, “Das Bankenkartell”, sf. 219) Başka bir deyişle, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ezici çoğunluğu mali sermayenin egemenliği altındadır, mali sermaye para musluklarını açtığı oranda varlığını sürdürmektedirler.
Hâlâ yaşanmakta olan bu yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin Almanya’da ne tür dev tekelleri meydana getirdiğine gelince. Almanya’nın en büyük tekelleri denildiğinde, kuşkusuz akla en başta; Daimler-Benz, Siemens, VW, Veba, Bayer, Thyssen, Krupp, BMW, BASF, Bosch, Mannesman vb. gelir. Fazla ayrıntıda boğulmamak için, biz de burada bunlardan sadece ilk ikisini örnek alarak Almanya’daki tekellerin somut durumu ve yapısını açıklamaya çalışalım.
Daimler-Benz AG: 1883’te kurulan Daimler-Benz AG (D-B AG), Almanya’nın en büyük “sanayi tekeli”dir. Pek çok alanda üreten ve yatırım ve ortaklıklara sahip olan tekeller arasında da en gelişkini olan D-B AG, bugün otomobilden (Mercedes) silah üretimine (MBB), elektronikten (AEG) uzay araçlarına (DASA) kadar çok geniş bir alanda etkinlik göstermektedir. Holdingin doğrudan ya da dolaylı yoldan kontrol ettiği şirket sayısı 300’ü geçmektedir. (2) Bu şirketlerin önemli bir kısmı, kendi alanlarında Almanya’nın ya da dünyanın başta gelen şirketleridir. Örneğin otomobil ve kamyon üretimi alanında Mercedes’in konumunu uzunca anlatmaya gerek yoktur. Öte yandan havacılık ve uzay dalında üretim yapan DASA, kendi sektöründe Avrupa’nın birinci, dünyanın da üçüncü büyük şirketidir. DASA aynı zamanda Airbus uçağını üreten konsorsiyumun en büyük ortağıdır. Bugün dünyanın 110 ülkesinde şube ve temsilciliği bulunan AEG ise, bir kısmı D-B AG holdingi tarafından yabancı şirketlere satılmış olsa da, holdinge geriye kalan bölümleriyle (mikro-elektronik, otomasyon tekniği, ray sistemi vb.) piyasadaki etkinliğini hâlâ korumaktadır.
Belirtilenlerden de anlaşıldığı gibi, Daimler-Benz AG, tipik bir “karma kartel”dir. D-B AG, bir yerde holdingin çatışıdır. Bu çatının altındaki örgütlenme yapısı bir sacayağı şeklindedir. Holding şu üç alanı koordine ediyor, yönlendiriyor ve denetliyor: Mercedes Benz, Daimler-Benz Aerospace (DASA) ve Daimler-Benz InterServices (‘debis’). Sonuncusuyla ilgili şu bilgileri vermekte fayda var: 1990 yılında kurulan ‘debis’, holding içi tüm hizmetleri merkezileştiriyor. ‘debis’in 6 çalışma alanı var: Systemhaus Ltd. ile birlikte tüm tekelin bilgisayarlarını kapsayan merkezi enformasyon işlemini örgütlemek, bilgisayar programı geliştirmek; Mercedes-Benz Finanz Ltd. ile satış finansmanı ya da leasing gibi finans hizmetlerinde bulunmak; ‘debis’ Assekuranz Vermittlungs Ltd. aracılığıyla tüm holding şirketlerine, çalışanlarına ve başka yabancı müşteri ve şahıslara sigorta hizmeti sunmak; ticaret (“Üçüncü Dünya”nın ve Doğu Avrupa’nın döviz açığı olan ülkeleriyle döviz sorununu giderici ticareti örgütlemek); debitel Kommunikationstechnik Ltd. & Komandit şirketi ve Bosch Telecom Service (BTS) ile birlikte el telefonları alanında hizmet sunmak ve gayrimenkul yöneticiliği konusunda çalışmak. D-B AG holdinginin ‘debis’ kolunun 1995 yılındaki cirosu 11 milyar 784 milyon marka ulaşmıştı; 94’de bu rakam 10 milyar 804 milyon marktı.
Daimler-Benz AG holdingin toplam cirosu ise 1993’ten 1995’e kadar sırasına göre şöyleydi: 97 milyar 737 milyon mark (yurtdışı payı: 59 milyar 418 milyon mark); 104 milyar 75 milyon mark (65 milyar 60 milyon mark) ve 103 milyar 549 milyon mark (65 milyar 434 milyon mark). Çalıştırdığı işçi sayısı da aynı yıl ve sıralamaya göre şöyledir: 366 bin 736 (yurtdışına çalışanların sayısı: 82 bin 160); 330 bin 551 (79 bin 297) ve 310 bin 993 (68 bin 907).
Burada şu soruyu yanıtlamamız gerekir: Bu denli büyük ve güçlü bir tekelin mülkiyeti kime aittir, sahibi kimler ya da hangi sermaye gruplarıdır? “Wem gehört die Republik?” (“Cumhuriyet kime ait?”) adlı kitabında Liedtke, D-B AG hisselerinin dağılımıyla ilgili şu bilgileri veriyor: “Deutsche Bank AG yüzde 24,4 (Deutsche Bank’ın ’93’teki payı yüzde 28,28 idi); Kuveyt Emirliği yaklaşık yüzde 13 (93’te yüzde 14 civarında); gerisi 450 bin hissedar arasında dağılmıştır (’93’te bu rakam yüzde 33’ü teşkil etmekle birlikte 400 bindi). Belirtmek gerekiyor ki; söz konusu 450 bin hissedar arasında sadece Daimler-Benz çalışanları ya da genel olarak işçi, memur, emekli, ev kadını, küçük esnaf vb. “küçük hissedarlar” bulunmuyor. Her birisinin hisse payı çok büyük olmamakla birlikte, bu 450 binin arasında çeşitli özel kişiler (sermayedarlar), kurumlar (özel banka ve sigortalar) ve kamu kuruluşları da (eyalet bankaları) bulunuyor. Bunlardan bazıları: Commerzbank AG, Dresdner Bank AG, Voith GmbH, Robert Bosch GmbH, Landesbank Stuttgart Girozentrale (kamu bankası), R+V Allgemeine Versicherung AG vb.
Görüldüğü gibi, Almanya’nın en büyük sınaî tekelinin en büyük hissedarı ülkenin en büyük özel bankası olan Deutsche Bank AG’dir! (Deutsche Bank’ın gerçek payı aslında gösterilenden daha büyüktür. Yüzde 24,4 doğrudan sahip olduğu paydır; bir de dolaylı yollardan, örneğin kendisinin tümüne ya da çoğunluğuna sahip olduğu şirketlere aldırdığı hisseler vardır. Ayrıca “küçük hissedarların önemli bir kısmının oy hakkını vekâleten üstlenmesinden -‘Depotstimmrecht’- ileri gelen bir etkinliği bulunmaktadır.) Diğerleri bir tarafa, tek başına Deutsche Bank payları, sınaî sermayesiyle banka sermayesinin nasıl “iç içe geçtiği”ni ortaya koymaktadır. Öte yandan bir bankanın sadece bir şirkette tuttuğu hisse payı ile ne kadar geniş bir sermayeyi denetleme ve çekip çevirme olanağını bulduğu da bu sermaye ilişkisinde açıkça görülmektedir.
Siemens AG: Denilebilir ki, Almanya’nın en eski ve en geleneksel şirketlerinin başında Siemens AG geliyor. Siemens AG’nin üzerinde durmamız gereken pek çok özelliği var. Ama önce bazı genel bilgiler aktaralım: Elektronik ve elektroteknikle ilgili her şeyi; yani bilgisayar ve mikroçipten video sistemlerine, ulaşım teknolojisinden atom enerjisine kadar her şeyi üreten Siemens AG, cirosu ve çalıştırdığı işçi sayısı temel alındığında dünya elektronik sanayisinin en büyük 6 şirketi arasında yer alıyor.
Siemens AG Almanya’nın özel sektördeki en büyük patronudur. Siemens şefi Heinrich von Pierer’e göre, Almanya’da yaklaşık bir milyon insan Siemens şirketine bağımlıdır. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 79) Siemens AG toplam 260 iş sahasında etkinlik gösteriyor ve bunlardan 17’sinde bir numara sayılıyor. Bu etkin gücüyle ve bu arada tekelinde yoğunlaştırdığı sermayenin büyüklüğü ile bazı yazarlarca, “elektronik işiyle uğraşan bir banka” olarak da adlandırılıyor.
Almanya’nın bu ikinci büyük holdingi, dünya ölçeğinde 650 şirket ve ortaklığı kapsamaktadır. 130 ülkede doğrudan kendisine ait şirket, şube ve temsilcilikleri var. 40 ülkede 200’ü aşkın kendisine ait üretim tesisi bulunuyor. Holding sistemi gereği, Siemens AG’ye bağlı şirketlerin de kendilerine ait yan şirketleri ya da pay sahibi oldukları şirketler bulunuyor.
Siemens AG holdingin cirosuyla ilgili rakamlar 1993’ten 95’e kadar sırasına göre şöyledir: 81 milyar 648 milyon mark (yurtdışı payı: 44.377,0 milyon mark); 84.598,0 milyon mark (48.827,0 milyon mark) ve 88.763,0 milyon mark (50.906,0 milyon mark). İstihdam ettiği işçi sayısı da aynı yıl ve sıralamaya göre şöyledir: 391 bin (yurtdışı: 153 bin); 376 bin (158 bin) ve 373 bin 800 (162 bin).
Siemens AG’nin sahiplerine gelince. Hisselerin dağılımı şöyledir: Siemens ailesine hisselerin yüzde 6,94’ü aittir. Ancak, bunun yüzde 5,29’u normal hisselerden, yüzde 1,65’i ise “imtiyazlı hisse”lerden meydana geliyor. (Toplam 56 milyon Siemens hissesinin 923 bin 634’ü “imtiyazlı hisse”dir ve bu hisselerin tümü de ailenin mülkiyetindedir.) “İmtiyazlı hisse”lerin özelliği o ki, şirket açısından stratejik kararların alınması durumunda bu hisselerin oy hakkı 6 misline çıkıyor. Başka bir deyişle, Siemens ailesinin gerçek payı yüzde 14,03’tür. (Bu payın borsa değeri 2,7 milyar marktır.) 180 kişiden meydana gelen Siemens ailesinin ve aileye yakın vakıfların sahip olduğu hisseler, Siemens-Vermögensverwaltung GmbH şirketi tarafından korunuyor ve yönetiliyor. Bu şirketin başında ise ailenin önde gelen altı mensubu bulunuyor.
Gerçi Siemens ailesinin 96 yılının rakamlarıyla yüzde 6,94 olan hisse payı, 1993 yılında yüzde 10 civarındaydı. Ancak, gerçekte yüzde 14,03’e denk düşen bugünkü pay oranıyla aile, şirket üzerindeki etkisini yine belirli ölçülerde korumaktadır. Nitekim SPD milletvekillerinden Hans Martin Bury ile araştırmacı Thomas Schmidt’in ortaklaşa kaleme aldıkları “Bankaların Karteli” adlı kitapta; yüzde 14,03’ün oyların çoğunluğunu teşkil etmediğini, ancak Siemens Genel Kurullarında genellikle toplam oyların yüzde 50’sinin hazır bulunduğundan, bu oy oranının bloke oyuna (önemli kararları bloke etmek için oyların yüzde 25’i artı 1 hisse yeterli sayılmaktadır) hâlâ yettiğini yazmaktadırlar.
Geriye kalan 55 milyon Siemens hissesi yaklaşık 607 bin hissedar arasında bölüşülmüştür. Özel yatırımcılar ana sermayenin yüzde 46’sını ellerinde tutuyorlar. (Bunların arasında Siemens çalışanları da var. Piyasadaki değerinden daha ucuza hisse satın alabilen Siemens çalışanları, şirketin ülke içerisindeki mülkiyetinin yüzde 32’sine sahipler.) Ana sermayenin yüzde 40’ma ise “kurumsal yatırımcılar” sahip, yani yatırım şirketleri (Investmentfonds), sigorta ve bankalar. Diğer şirketlerin payının yüzde 10’lara yaklaştığı tahmin ediliyor. Yabancı hissedarların (ya da Almanya dışında oturan hissedarların ki bunların çoğu da Avrupa’dadır) ana sermayedeki toplam payları yüzde 40. Dikkat çekici olan ise, bunların arasındaki “kurumsal yatırımcılar”ının sayısının ‘90’dan beri ikiye katlanarak 4 bine ulaşmasıdır.
Almanya’daki yatırım şirketlerinin, sigorta ve bankaların Siemens’teki hisse paylarının dağılımıyla ilgili ayrıntılı verileri elimizde yok. Sözgelimi Allianz AG’nin Siemens’teki payının son rakamlara göre yüzde 3 olduğu söyleniyor. Buna karşın, burada da en büyük hissedarın Deutsche Bank olduğu ileri sürülebilir. Sadece doğrudan payı ile değil, aynı zamanda dağınık küçük hisselerin oy hakkının vekâletinin önemli bir kısmını da elinde tutarak. Öte yandan pek çok araştırmada Siemens AG, Deutsche Bank’ın merkezinde bulunduğu “sermaye grubu”na dâhil edilmektedir. (3) Bunların ötesinde Deutsche Bank AG ile Siemens AG arasında çok özel tarihi bağlar da söz konusudur. Örneğin Deutsche Bank’ın kuruluşunda önemli bir rol oynayan ve 1870’ten 1900’e kadar bankanın sözcülüğünü (Deutsche Bank’da başkanlık kurumu yoktur, ancak sözcülük yapan kişi fiiliyatta bankanın şefi sayılabilir) yapan kişinin adı Georg Siemens’tir. Georg Siemens’in babası, Siemens AG’nin kurucusu Werner von Siemens’in kuzenidir!
Siemens kendi ortaklıklarıyla ilgili bilgeler vermekten özenle sakınan şirketlerin başında geliyor. Holdinge dâhil olanların dışında somut olarak hangi şirketlerde birinci, ikinci ya da üçüncü el üzerinden payı olduğunun yeterli bilgisi yok. Ancak 1993 yılında alınan bir mahkeme kararı sonucunda Siemens AG’ye, ana sermayenin asgari olarak yüzde 10’unu bulan ya da piyasa değeri 100 milyon markı geçen tüm ortaklıklarını açıklama zorunluluğu getirildi. (Artan kamuoyu tepkileri üzerine banka ve sigortalar da dâhil bu oran 1995 yılında çıkan bir yasayla ana sermayenin yüzde 5’i olarak belirlendi, önceleri genelde yüzde 25 idi). Siemens’in o yıllarda yaptığı açıklamalara göre, şirketin Allianz AG, Münchener Rück AG, BMW ve Metallgesellschaft AG gibi pek çok önemli sigorta şirketlerinde ve sanayi tekellerinde ortaklıkları var.
Bütün bu veriler neyi göstermektedir?
• Tekellerin ülke sanayisi ve genel olarak ülke ekonomisindeki konum ve etkinlikleri artmış bulunmaktadır. Sanayinin hemen hemen tüm dallarında yoğunlaşma ve merkezileşme hızla devam etmektedir. Hatta bu süreç, son Krupp-Thyssen olayının da ortaya koyduğu gibi, planlı ve dünya pazarını gözeten bir stratejiyle gelişmektedir. Öte yandan dün olduğu gibi bugün de, tekeller pazarı kendi aralarında paylaşmakta, üretim nesnelerinden fiyatlara kadar hemen her alanda gizli anlaşmalar yapmaktadırlar. (4)
• Almanya’nın büyük tekellerinden hiçbiri diğerlerinden tam anlamıyla kopuk ve ilişkisiz değildir. Girift ve çok yönlü bir iç içe geçme görülmektedir. Alttan yukarıya doğru izlendiğinde, yani nispeten küçük tekellerden büyük tekellere doğru ilişki takip edildiğinde, içice geçmenin ve karşılıklı denetimin daha da yoğunlaştığı dikkat çekmektedir.
• Tekellerin küçük ve orta ölçekli işletmeler üzerinde ve tekelci sermayenin tekel-dışı sermaye üzerindeki nüfuz ve baskısı daha da artmıştır. Tekeller ve mali sermaye tarafından denetlenmeyen sözünü etmeye değer şirket yok gibidir. Sanayi tekellerinin doğrudan ya da dolaylı yollardan ekonomik faaliyetin tüm alan ve sektörlerine uzanma eğilimi daha da güçlenmiştir. Burada özellikle medya, ticaret ve tarım sektöründeki tekelleşme dikkat çekmektedir.
• Daimler-Benz ya da Siemens’in üretken olmayan alanlardaki etkinlikleri (veya VW’nin “VW Bank”ı kurması); sanayi tekellerinin de ellerinde muazzam bir sermaye fazlalılığının biriktiğini; gerek ortalama kâr oranındaki düşüşü karşılamak amacıyla olsun, gerekse daha hızlı ve yüksek kâr olanaklarını sunması nedeniyle olsun, bu sermaye fazlalığını üretken yatırımlar için kullanmak yerine giderek rantiye ve spekülatif yatırımları seçtiğini kanıtlamaktadır. (Bugün Almanya’da öyle bir noktaya ulaşılmıştır ki, belli başlı sanayi tekellerinin, özellikle 1993’ten bu yana üretim araçlarına yatırılmış sermayeleri, rant ve spekülasyona yatırdıkları sermayelerinin gerisinde kalmaktadır!)
II.
SERMAYEDEKİ TEKEL OLGUSU
Anımsanacağı gibi, Krupp-Thyssen olayının kamuoyunun gündemine “bankaların iktidarı”na ilişkin tartışmaları sokması üzerine, banka ve sigortalar, savunmaya geçtiler. “Bankaların özel bir karteli söz konusu değildir” açıklamaları birbirini izledi. Mali sermaye temsilcilerinin, başta çelik işçileri olmak üzere kamuoyunu yanıltmak için başvurdukları demagojileri burada tek tek ele alacak değiliz. Buna karşın, bu konuyla ilgili tartışmalarda kendilerine hep dayanak yaptıkları üç ayrı açıklamayı aktarmakta fayda var:
-“Özel bankaların Almanya’nın en büyük 100 şirketinde sadece 99 Denetim Kurulu üyesi vardır.”
-“Almanya’da bankacılığa dayalı ekonominin yüzde 47’sini kamu, yüzde 15’i de kooperatif bankalarından meydana gelmektedir. Özel bankalar azınlığı teşkil etmektedir.” (5)
– “En büyük 10 banka, Almanya’nın toplam sermaye şirketlerinin (yani AŞ ve Limited şirketlerinin -A.C.) ancak yüzde 0,4’nü (!) teşkil ediyorlar. Bu konumlarıyla Almanya’nın ekonomisini nasıl tayin etsinler?”
İleride de göreceğimiz gibi, birinci veri hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır. Diğerlerine gelince; tekeller bölümünde aktardığımız Ltd. şirketleri (GmbH)’ne ilişkin rakamlar da göz önünde tutulursa, nicelik ve oranlama olarak aşağı yukarı gerçeği yansıtmaktadırlar. Gelgelelim, işin vahameti de burada! Zira yüzde 0,4 yüzde 99,6’na hükmetmektedir!
Gerçek şudur: Bugün bir yandan banka sektöründeki yoğunlaşma ve merkezileşme artmış, diğer yandan banka ve sigortalar gibi mali kuruluşların Almanya’nın sınaî ve ticari şirketlerindeki etkinliği genişlemiştir. Lenin adı geçen eserinde Almanya için tayin edici 6 ila 8 bankadan söz ederken, bugün bu gücü esas olarak üç banka (Deutsche Bank, Dresdner Bank ve Commerzbank) teşkil etmektedir. 1995 yılında Almanya’nın tek başına üç büyük bankasının bilinen(!) şirket ortaklıkları, tüm işkollarından olmak üzere, 1500’ü geçiyordu. Çok sayıda ortaklıklar gizlenebildiği için, gerçek rakamın çok daha yüksek olduğu söylenebilir. Pek çok burjuva ekonomisti bile, Almanya’daki büyük bankaların ortaklık ve paylarının bulunmadığı hiçbir işkolu ve sözünü etmeye değer hisse şirketinin hemen hemen kalmadığını vurgulamaktadır.
Aslında burada büyük bankaların yanı sıra, sigorta ve yatırım şirketlerini de belirtmek gerekiyor. Ancak, (yerli) yatırım şirketleri Almanya’da sözgelimi bir ABD’de olduğu kadar gelişkin değiller. Var olan yatırım şirketleri de büyük banka ve sigortaların elindedir. Almanya’daki “evrensel banka” sistemi bunu olanaklı kılmaktadır. Örneğin Almanya’nın en büyük yatırım şirketi “Deutsche Gesellschaft für Wertpapiersparen” (DWS) yüzde 100 Deutsche Bank’a aittir. DWS 95 yılı rakamlarıyla 48,5 milyar mark hacmindeki bir sermayeyi çekip çeviriyordu. Almanya’nın ikinci büyük yatırım şirketi olan “Deutsche Investment Trust” (DİT) ise yüzde 100 Dresdner Bank’a aittir. DİT’in ’95 rakamlarıyla hükmettiği sermaye 27,6 milyar markı buluyordu.
Alman mali-sermayesinin bu alandaki asıl açığı dünya piyasalarındaki nispeten geri olan konumunda ifadesini buluyor. Özellikle bu hususta hızla dışa açılmaya çalışıyor. Bir örnek: Bundan birkaç yıl önce Deutsche Bank Londra’nın tanınmış yatırım bankalarından Morgan Greenfeel’i 2,7 milyar marka satın aldı. (Yeni adı Deutsche Morgan Grenfell olan bu banka 40’ı aşkın ülkede yaklaşık 7 bin kişiyi çalıştırıyor.) Böylelikle Deutsche Bank, şimdiye kadar Merill Lynch, JP Morgan, Morgan Stanley ve Goldmann, Sachs gibi esas olarak ABD’li yatırım şirketlerinin egemen olduğu mali piyasaya da tepeden girmiş oldu. Kapitalistlerin gazetesi “Handelsblatt”a göre, “Invest-mentbanking” (yatırım bankacılığı) “geleceğin en yüksek kârını vaat eden iş dalıdır”. _ Yatırım bankalarının ve Investmentfonds (yatırım şirketleri) gibi türlerinin dünya ölçeğindeki bugünkü konumlarına bakıldığında, bunların; mali-sermayenin bugünkü en ileri kurumsal biçimlenişi olduğu söylenebilir.
Banka ve sigortalara geri dönecek olursak. Bury ve Schmidt, bugün Almanya’da borsada alınıp satılan her iki hisseden birisinin, “sigortalar ve bankalardan meydana gelen kartele ait” olduğunu söylemektedirler. Kitaplarında, “ülke ekonomisini boğmakta” olan bu kartele “darbe vurulması” gerektiğini açıklayan sol sosyal demokrat yazarlar şu gerçeği itiraf ediyorlar:
“Bankerler, büyük sanayici kılığına bürünmüşler. Sınıf mücadeleci savaş bildirilerinde çizilmiş bir senaryoyu çağrıştıran şeyler, ne ki 1996 yılı Almanya’sının basit bir gerçeği olarak gün ışığına çıkmaktadır. Frankfurt’un bankerleri hemen hemen her büyük Alman şirketinde iktidarı paylaşıyorlar. Paylaştıkları şeyler sadece kredi gibi klasik banka işlerini kapsamıyor, tersine şirketlerin bizzat ortakları olarak da söz sahibidirler.” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 47)
Banka ve sigortaların bu denli yoğunlaşmış bir gücü ve denetimi nasıl oluşturduklarını, biri banka diğeri sigorta olmak üzere iki şirketi (Deutsche Bank ve Allianz) yakından irdeleyerek somutlaştırmaya çalışalım.
Deutsche Bank AG: Deutsche Bank’ın “efsanevi başkanı” Hermann Josef Abs’a ait ünlü bir söz vardır: “Deutsche Bank için iyi olan şey, Federal Almanya Cumhuriyeti için de iyidir.” (Hermannus Pfeiffer, -“Das: Imperium der Deutsche Bank”, sf’2) Gerçekten de genellikle Alman Merkez Bankası (Deutsche Bundesbank) ile karıştırılan bu bankanın Alman emperyalizminin tarihinde hep özel bir yeri olmuş; Alman emperyalizminin gelişmesinde ve yayılmasında bu banka sürekli özel bir rol oynamıştır. Deutsche Bank, dün olduğu gibi bugün de, Alman mali-sermayesinin koçbaşıdır. Bu nedenledir ki, Deutsche Bank’ın gelişmesi Alman emperyalizminin gelişmesini de bir nevi resmeder.
Deutsche Bank’ın bugünkü genel konumunu anlamak bakımından, mali ve sınaî tekellerle ilgili yaptığı ciddi araştırmalarla tanınan Liedtke’nin aşağıdaki özeti aydınlatıcıdır:
“Deutsche Bank dünyanın ilk on bankası arasında yer almaktadır. Dünya ölçeğinde etkinlik gösteren bir finans Konsernidir. Evrensel banka olarak mali ticaretin tüm temel alanlarında bütün kıtalarda çalışmaktadır. Denizaşırı bölgelerde Deutsche Bank’ın ağırlık verdiği bölgeler, Amerika kıtasıyla Asya-Pasifik bölgesidir. Deutsche Bank Konserninin 1996 yılı başında 50’yi aşkın ülkede 2.494 şubesi bulunuyordu. Bunların arasında 1.691 şube Almanya’daki 6,5 milyon müşteriyi kapsıyordu. Deutsche Bank 1994 yılında İspanya’da 300 şubesiyle birlikte Banco de Madrid’i devraldı ve diğer aktiviteleriyle birleştirerek Deutsche Bank S.A.E.’i kurdu. Bu banka 350 şubesiyle bugün ispanya’nın en büyük yabancı bankasıdır. 1993 yılında 250 şubesiyle İtalyan Banca Popolare di Lecco bankasını satın aldı. “Divisione della Deutsche Bank” ekini ismine alan bu banka, 1994 yılında, Banca d’America e d’Italia’dan çıkan Deutsche Bank S.p.A. ile birleşti. Böylece Deutsche Bank İtalya’nın yabancı bankaları arasında bir numara oldu. (…) Deutsche Bank’ın hedefi, müşterisinin para ve sigortayla ilgili her şeyi bir çatı altında bulduğu bir tür ‘mali mağaza’ olmaktır. Deutsche Bank Konserni bugün dünya ölçeğinde 250 bini aşkın ‘servet sahibi özel müşteriye’ 160 milyar markı kapsayan bir kredi hacmiyle hizmet vermektedir.” (Rüdiger Liedtke, agy, sf. 159–160)
Deutsche Bank ile ilgili daha ayrıntılı verileri, bankanın yönetim kurulu sözcüsü Hilmar Kopper 26 Mart ’97 tarihinde düzenlediği son basın toplantısında açıkladı.
Frankfurter Rundschau gazetesi Kopper’in açıklamalarına dayanarak şu tabloyu yayınladı:
DM 1996 DEĞİŞİKLİK (%)
Toplam bilanço 886,1 +23
Ana sermaye 29,7 +6
Riziko rezervi 0,8 -41
İşletme sonucu 5,8 +37
Kazanç vergileri 2,7 +85
Yıl fazlalığı 2,2 +5
Dağıtılan kazanç DM(1 mark) 80 +-0
1996 1995
Çalışan sayısı 74356 74119
Yurtiçi 49670 51957
Yurtdışı 24686 22162
Şubeler 2417 2494
Hissedarlar 298000 286000
Belirtelim ki, bilânço oyunları bizi burada fazlasıyla ilgilendirmiyor; bunlar aşağı yukarı biliniyor ve bu yöntemi kullanmayan hiçbir kapitalist şirket yoktur. Deutsche Bank’ın yıllık kazancının gerçekte 2,2 milyar marktan çok daha fazla “olduğu, pek çok milyonun şu veya bu kalem altında bir yerlere “park edildiği” açık bir sırdır. Biraz daha yakından üzerinde durmamız gereken rakam bilânço hacmiyle ilgili olandır. 1995 yılıyla kıyaslandığında yüzde 23 oranında bir artışın (’95’te 721 milyar marktı) olduğu açıklanıyor. Aşağıdaki grafikte, yıllık cirosu 886, 1 milyar markla F. Almanya bütçesinden daha büyük olan Deutsche Bank’ın bilânçolarında gösterdiği ana sermayesinin yıldan yıla nasıl arttığını görebiliriz:
Aşağıdaki grafikten de anlaşıldığı gibi, Deutsche Bank’ın ana sermayesi 1957 yılında 200 milyon mark iken, 1993 yılında 2 milyar 357 milyon marka ulaşıyor. 1995’de bu rakam 2 milyar 492 milyon marktır. Burada gözden kaçmaması gereken şey, aslında büyümekte olan ana sermayenin toplam ciro içindeki oranının göreceli olarak düşmekte oluşudur. Diğer taraftan yukarıdaki tablodan da görüldüğü gibi, yıllık ciro ile ana sermayenin büyüme hızında da yüzde 23’e yüzde 6 gibi bir fark vardır.
Deutsche Bank’ın ana sermayesi
Yıllar Mark
1957 200.000.000
1962 300.000.000
1967 400.000.000
1972 700.000.000
1977 1.100.000.000
1982 1.400.000.000
1987 1.800.000.000
1993 2.357.000.000
1995 2.492.000.000
(Kaynak: “Die Deutsche Bank 1870-1995”, sf. 634)
Daha somut söylersek: Ana sermayesini artırmakta olan Deutsche Bank, giderek daha az bir ana sermayeye dayanarak giderek daha büyük bir sermaye kütlesini çekip çevirmektedir. Nitekim bilânço hacmindeki gelişmeyi gösteren şu rakamlar aydınlatıcıdır: 1970’te 38.398 milyon mark; 1980’de 174.594 milyon mark; 1990’da 399.850 milyon mark; 1993’te 556.636. milyon mark; 1994’te 592.634 milyon mark; 1995’te 721.665 milyon mark ve 1996’da belirtildiği gibi 886.100 milyon mark. (Rüdiger Liedtke, agy, sf. 166) İşte bu rakamlar aynı zamanda Alman emperyalizminin 1970’li yıllardan günümüze kadar yüksek bir tempoyla kaydettiği gelişmeyi de ortaya koymaktadır!
Geriye tekelci kapitalizmin en has özelliklerinden birisi olan “holding sistemi”nin Deutsche Bank nezdinde nasıl bir boyut kazandığını ortaya koymak kalıyor. Liedtke’nin yaptığı araştırmaya göre, Deutsche Bank holdingi; banka alanında beşi Almanya’da olmak üzere 19 şirketi; menkul kıymetler, senet, hisse vb. ticaretinin yapıldığı sermaye piyasasında tümü yurtdışında olmak üzere 16 şirketi; beşi Almanya’da olmak üzere 12 yatırım şirketi; biri Avrupa çapında faaliyet yürüten toplam beş yapı kredi şirketi; beşi Almanya’da beşi de yurtdışında olmak üzere 10 sataş ve leasing enstitüsü; dördü yurtiçinde üçü de yurtdışında toplam 7 sigorta şirketini ve 7 analiz, danışma ve aracılık şirketini kapsamaktadır. Buraya kadar belirten şirketler, Deutsche Bank grubuna doğrudan bağlı olan şirketlerdir. Bir de bankanın, doğrudan hissesinin bir bölümünü satın alarak ya da dolaylı olarak pay sahibi olduğu şirketler bulunmaktadır. Lenin’in temel aldığı verilerle kıyaslandığında, günümüz bankalarının “holding sistemi”nden düne göre çok daha geniş ölçülerde faydalandığı görülmektedir. Bankaların bu sisteme dayanarak özellikle sanayi şirketlerindeki etkinliklerini kalıcı kılmaya yöneldikleri dikkat çekmektedir. Bu konuda da çok somut bir tabloyu sunduğu için Liedtke’ye başvuralım.
BANKA DIŞI SEKTÖRDEKİ BELLİ BAŞLI ORTAKLIK VE PAYLAR
HOLDİNGLER Sermaye Payı (%) ’95 Sonu İtibarıyla
Piyasa Değeri (Milyon Mark)
Aachener und Münchener Beteiliqunqs-AG 5 255
Allianz AG Holdinq 10,0 6379
Continental AG 10,1 195
Daimler-Benz AG 24,4 9063
Fuchs Petrolub AG Oel+Chemie
(Anteil am stimmberechtigten Kapital 9,3%) 10,0 25
Hapag-lloyd AG 10.0 262
Heidelberqer Zement AG
(Anteil am stimmberechtigten Kapital 10,4%) 10,1 386
Philip Holzmann AG 25,8 595
Hutseh en reuther AG* 25,1 14
Karstadt AG 10,0 494
Klöckner-Humboldt-Deutz AG** 25,9 349
Leifheit AG 11.0 35
Leonische Drahtwerke AG* 12.6 25
Linde AG 10.1 719
Metallgeshellschaft AG 16,6 706
Münchener Rücksvers-Ges AG 10.0 2530
Nürnberqer-Beteiligunqs-AG** 25.9 349
Phoenix AG 10,0 35
Salamander AG 10,7 45
Schmalbach-Lübeca AG 10,0 76
Südzucker AG
(Anteil am stimmberechtigten Kapital 15,7%) 12,8 444
Vereinigte Elektritatswerke AG*
(Anteil am stimmberechtigten Kapital 3,9 %) 6,3 662
Verseidaq AG 10,4 13
Vöqele AG*** 10,0 8
Vossloh AG* 7,6 26
WMF Württembergtschy Metallwarenfabrik AG*
(Anteil am stimmberechtigten Kapital 13.6%) 9,1 39
TOPLAM – 23512
CNI Communications Network International GmbH 33,3
Deutsche Interhotel Holdinq GmbH & Co. KG* 45,6
Gerling-Konzen Wersicherungs-Beteitiguns-AG*
(Anteil am stimmberechtigten Kapital 24,9 %) 30,0
İntertractor AG* 99,5
(*Dolaylı olarak, **Doğrudan ve dolaylı olarak, *** 1.1.1996 itibariyle satılan paylar – Kaynak: Liedtke, agy)
Özetleyecek olursak: Deutsche Bank’ın “holding sistemi”ne yaslanarak doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine bağladığı şirket sayısı 1996 yılının başı itibarıyla 735’tir. Gelinen yerde, “Bugün Almanya’nın ekonomisinde Deutsche Bank’ın kapsamadığı hiçbir dal yoktur.” (Liedtke). Deutsche Bank bu konuda en stratejik hamlelerinden birisini geçtiğimiz yıl yaptı: Yüzde 5,21 oranında bir payla Almanya’nın 5. büyük bankası olan Bayerische Vereinsbank’a ortak oldu!
Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, başta Dresdner Bank ve Commerzbank olmak üzere, diğer bankaların da ülke ekonomisi içerisinde benzer bir etkinliği ve holding ağı söz konusudur. Deutsche Bank küçümsenmeyecek bir mesafeyle önde gitmektedir. Bu nedenle burada Deutsche Bank için söylenenler -hacim açısından farklılıklar taşısa da- diğer bankalar için de esasta geçerlidir. Zaten genel olarak Almanya’nın banka sektöründe “çekirdeği” oluşturan belli başlı bankalar vardır. Bunlar sırasıyla şunlardır: Deutsche Bank AG; Dresdner Bank AG; Westdeutsche Landesbank (eyalet bankası); Commerzbank AG; Bayerische Ve-reihsbank AG; Bayerische Landesbank (eyalet bankası) ve Bayerische Hypotheken- und Wechselbank AG.
“Holding Sistemi”nin günümüz Almanya’sında ne denli karmaşık bir hal aldığını, nispeten küçük bir sermaye katılımıyla çok daha büyük bir sermayenin nasıl denetim altına alınabilindiğini, içice geçen sınai tekelleri ve banka ve sigorta şirketlerinin tümünün bu sistemden azami ölçüde faydalandığını, yayınladığımız “Almanya AŞ” şeması çarpıcı bir şekilde göstermektedir.
“Almanya AŞ”nin merkezini gösteren bu şema, bir şirketin başka şirketler üzerindeki etkisini nasıl dolaylı yollardan örebildiğini gözler önüne sermektedir. Hisse payları “kartopu” tekniğiyle büyütülmekte, tekelleşme dolaylı yollardan da sağlanmaktadır. Örneğin Deutsche Bank, Metallgesellschaft’taki etkinliğini sadece doğrudan sahip olduğu yüzde 16,6 oranıyla sağlamamaktadır. Hisse oylarının yüzde 24,4’ne sahip olduğu Daimler-Benz üzerinden de Metallgesellschaft’taki nüfuzunu artırmaktadır. (Daimler-Benz’in Metallgesellschaft’taki hisse payı yüzde 7,3’tür.) Aynı yöntemin başka bir örneğini Deutsche Bank – Allianz arası ilişkide görüyoruz. Deutsche Bank’ın Allianz’ta doğrudan tuttuğu hisse payı yüzde 10’dur. Öte yandan Bayerische Vereinsbank’taki hisse payı yüzde 5,2’dir. Bayerische Vereinsbank’ın “yapışık ikizler” Allianz ve Münchener Rück’teki hisse payı ise yüzde 10 oranındadır. “Yapışık ikizler”in “karşı payları” ise şöyledir: Bayerische Vereinsbank’ta doğrudan tuttukları hisselerin oranı yüzde 7,3’tür. VIAG’ın Bayerische Vereinsbank’taki doğrudan payı yüzde 7’dir. Allianz’ın VIAG’daki payı yüzde 3,5’tir. Allianz’ın; VIAG’da yüzde 5 hisseye sahip Bayerische Hypo-Bank’taki payı yüzde 22,9Jdur. Buna bir de Münchener Rück’ün yüzde 5,8 oranındaki payı eklendiğinde durum tamamen değişmektedir!
Almanya’daki bankaların bugün kullandıkları başka önemli bir olanaktan daha söz etmek gerekir. Almanca’da “Depotstimmrecht” olarak ifade edilen bu olanağı şöyle açıklayabiliriz: Bankaların; işçi, memur, emekli, ev kadını vb. kişilerden meydana gelen küçük hissedarların banka depolarında muhafaza edilmesi üzere kendilerine teslim ettikleri hisselerin oy hakkını şirket genel kurullarında vekâleten kullanması…
“Hisse senetlerinin sadece oy hakkını kullanan tröst” olarak da tanımlanan “oylama tröst”leri, ilk kez, Rockefeller’in avukatı T. Doot tarafından kurulmuştu. Doot, “çeşitli petrol şirketlerinin mülkiyetlerine sahip olanların hisse senetlerini, mülkiyetleri sahiplerinde kalmak üzere, sadece oy hakları bakımından bir tröstte toplamış ve böylelikle bütün petrol şirketlerine egemen olmuştu.” Böylesi bir tröst türünün sağladığı olanaklar ortadadır. Ancak bugün Alman bankalarının böyle bir tröstü kurmaya hiç ihtiyaçları yok. Yok, çünkü Almanya’da bankalar “Depotstimmrecht” yoluyla aynı zamanda bir tür oylama tröstü konumundadırlar.
Tahmin edileceği gibi, Almanya’da hisse sahibi olan bir kişi hissesini “yastığın altında saklamıyor”, yaygın uygulama hisselerin bankalarda depolanması şeklindedir. Bankalar çok cüzi bir miktar karşılığında bu hisseleri depolamayı kabul ediyorlar. Ayrıca hissedara ücretsiz(!) bir hizmeti teklif ediyorlar: Genel kurulda hisse sahibi adına oyunu kullanmak. Hisse sahibi bir işçinin ya da ‘küçük hissedar’ın, şirket genel kurullarına katılması genellikle pratik olarak mümkün olmuyor. (Almanya’da her yıl ocak-eylül ayları arasında 650 genel kurul toplantısı yapılıyor.) Kaldı ki, bu toplantılar öyle düzenleniyor ki, banka ve sigorta kodamanlarının yanında küçük hissedara söz sırası bile gelmiyor, gelse de anlamadığı bir uzmanlık konusuyla karşı karşıya kaldığını görerek söz hakkını dahi kullanmıyor. Bu nedenle milyonlarca küçük hissedar bu işi bankasına devretmeyi tercih ediyor.
Bankalar böylece, kelimenin tam anlamıyla beş kuruş bile harcamadan (hatta cüzi miktarda olsa da bir “hizmet ücreti” karşılığında), milyonlarca hissenin gerisinde duran milyarlarca marka hükmediyorlar. Bankalar, anlaşılması güç olmayan nedenlerden ötürü, bu konuda somut bilgiler vermekten özel olarak kaçınıyorlar. Ancak, çeşitli bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre, Almanya’daki bankalar sahip oldukları hisselerle çoğunluğu oluşturmadıkları genel kurul toplantılarında da “Depotstimmrecht” olanağı kombinasyonuyla ortalama olarak toplam oyların yüzde 80’ini denetimine geçiriyorlar. Bankaların elinden bu “yasal olanağın” alınması gerektiğini savunan Bury ve Schmidt bu durumu şöyle yorumluyorlar: “Almanya’da yapılan genel kurul oylamalarında, oy sonuçlarının yüzde 98’in altına düştüğü bir oylama yok gibidir. Bu tür seçim sonuçlarının Doğu Avrupa’nın çoktan çökmüş sistemlerindeki seçim sonuçlarını anımsattığı yolundaki kıyaslamalar bankerlerin hoşlarına gitmiyor. Buna benzer suçlamalarının yapıldığı durumlarda Deutsche Bank’ın Denetim Kurulu Başkanı ateş püskürüyor; bir keresinde bir hissedarı şöyle tehdit etmişti: Söylediğinizi bir kez daha tekrarlarsanız, söz hakkınızı keserim!” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 46)
Tekellerin, dünya halklarının sömürüsünden elde ettikleri muazzam karlarla, kendi ülke işçi sınıflarının bir kesimine verdiği rüşvetlerden birisi de kuşkusuz, piyasa değerinin altında sunulan bu şirket hisseleridir. Mali-sermaye bir yandan, sınıfın bir kesimini düzene bağlıyor; işçiyi, geleceğini şirketin kârına koştuğu bir pozisyona itiyor; diğer yandan ise verdiği bu kırıntıya resmen dokunmadan, dağıttığı hisseler aracılığıyla bu kısımda biriken paraları topluyor; şirket sermayesine dönüştürüyor ve fiilen bu sermayeye hükmediyor.
Bankalar, kitlelere satılan şirket hisseleri üzerinde her zaman tasarruf sahibi olmak istemiştir. Ve aslında büyük oranda bunu başarmışlardır da. Ancak vurgulanması gereken şu ki, işçi ve emekçi kitlesine yayılan hisselerin hacmi, Almanya’da, esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasının “refah dönemi”nde dev boyutlara ulaşmıştır. Mali-oligarşinin gücünü artırma bakımından paha biçilmez bu olanak, küçük değerde hisse senetleri çıkarılması yoluyla önce İngiliz emperyalizmi tarafından kullanılmıştır. Lenin’in de belirttiği gibi, Alman emperyalizmi bu nedenle İngiltere’ye hep “kıskanç gözlerle” bakmıştır. İşte İkinci Dünya Savaş sonrası dönemde “refah devlet” eksenli politikaların en yaygın bir şekilde yaşama geçirildiği Almanya’da, Alman mali oligarşisi; hem küçük değerde hisse senetleri çıkartılması yoluyla ve hem de bu hisseler üzerinde çok daha geniş bir tasarruf imkânı sağlayan “Depotstimmrecht” sistemiyle bu olanaktan azami ölçüde faydalanma olanaklarını bulmuştur.
Görüldüğü gibi, Lenin’in, hisselerin sözüm ona “demokratik dağılımı”nın mali-oligarşiyi güçlendirdiği doğrultusundaki tespiti tartışmasız bir gerçek olarak karşımızda duruyor. (6)
SİGORTALARIN DEĞİŞEN ROLLERİ
Sigorta şirketleri yeni bir olgu değil şüphesiz. Örneğin Almanya’nın iki büyük sigorta şirketi 1880 ve 1890 yıllarında kurulmuştur. Fakat göz ardı edilmemesi gereken önemli gerçek şu ki, sigorta şirketlerinin konumları ve ülke ekonomisinde bugün fiilen oynadıkları rol değişmiştir. Yüzyılımızın başında sigorta şirketleri, daha çok üretim araçları (özellikle makineler), nakliyat ve kaza sigortalarını kapsıyordu. Mali bir kurum olarak sözünü etmeye değer bir etkinlikleri yoktu. Bu nedenle Lenin’in mali sermaye ile ilgili yaptığı araştırmada sigorta şirketleri üzerinde özel olarak durmaması anlaşılır bir şeydir. Ancak gelinen yerde sigorta şirketleri, mali-sermayenin organik bileşenlerinden birisidir. Aşağıda da göreceğimiz gibi, sigorta şirketlerinde biriken sermaye, sınaî ve banka sermayesiyle içice geçmiştir. Bugün bu üçü dış görünümlerini korumakla birlikte, fiilen kaynaşmıştır; birini diğerinden ayırmak olanaklı değildir. Mali-sermayenin organik bileşimindeki bu önemli değişikliğe Enver Hoca 1978 yılında şöyle dikkat çekmiştir:
“ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra, mali sermaye arttığı ve yapısal değişikliklere uğradığı halde, her zamanki amaçları aynı kaldı: Ülkenin içinde ve dışında geniş emekçi kitleleri sömürerek azami karlar sağlamak. Son yıllarda en önemli kapitalist ülkelerde belirgin bir biçimde çoğalmış olan ve bankaların rakipleri haline gelen sigorta şirketleri de aynı rolü oynuyorlar. Örneğin ABD’de bankaların aktif sermayesi 1950–1970 arasında üç buçuk kat artarken, aynı sürede sigorta şirketlerinin sermayesi altı buçuk kat arttı.
Halkın yağmalanması sonucu birikmiş olan sermayeyi kullanan şirketler, tekellere, yüz milyonlarca dolara ulaşan büyük miktarlarda krediler verebiliyorlardı. Böylece sigorta şirketleri, sanayi ve banka tekelleriyle içice eriyorlar ve iç içe geçiyorlar ve böylece mali sermayenin organik parçası haline geliyorlar.” (Enver Hoca, “Emperyalizm ve Devrim”, sf. 60)
Allianz AG örneğini ele alalım: Allianz AG, Avrupa’nın birinci, dünyanın da beşinci büyük sigorta şirketidir. Allianz’ın sigorta aidat gelirleri 1993 yılında 47 milyar marktı. 1996’da bu rakam 66 milyar marka ulaştı. Bugün 70 milyar markı geçmektedir. (Bir kıyaslama: 1970 yılında bu rakam “sadece” 4 milyar marktı!) Resmi açıklamalarına göre, dünyanın 55 ülkesinde 311 kendisine bağlı şirket ve pay sahibi olduğu ya da işbirliği yaptığı şirketlerle her türlü “sigorta hizmetini” icra eden bu holding, toplam 69 bin 236 kişi çalıştırmaktadır. Yanı sıra 142 bin -bir kısmı part time olan- temsilci görevlendirmiştir.
Verilere bakılırsa, sigortacılık alanında en yaygın sigorta türünü hayat sigortaları teşkil etmektedir. Almanya’da bugün 86 milyon kişiye yaklaşık 71 milyon hayat sigortası senedi denk düşmektedir. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 56) Allianz’da yapılan hayat sigortası senetlerinin sayısı ise 8 milyonu geçmektedir. Bu rakam yaklaşık 280 milyar marka ulaşan bir sigorta meblağına tekabül etmektedir. Allianz ülkenin sadece en büyük hayat sigortacısı değil, aynı zamanda en büyük otomobil sigortacısıdır da. Genel hasar ve kaza sigortaları arasında yüzde 43’lük bir payla otomobil sigortası en büyük sigorta türünü oluşturmaktadır. Üçüncü büyük sigorta türünü ise, hastalık sigortası teşkil etmektedir. Allianz’ın sigorta alanındaki pazar payının yüzde 15 olduğu söyleniyor.
Çeşitli sigorta türlerinden sağlanan aidatlar, çeşitli yatırımlar vb. sonucunda Allianz’ın elinde bugün muazzam bir sermaye birikmiş durumdadır. Bury ve Schmidt’e göre, Allianz’ın finans şefi Diethart Breipohl, “her işgünü yaklaşık 130 milyon markı istikraz, gayrimenkul ve hisselere yatırmaktadır”. Başka bir deyişle, Allianz holding, elinde biriken milyarları “değerlendirme” amacıyla “alışverişe” çıkmaktadır!
Bu “alışveriş” listesini tek tek sıralamamıza gerek yok. Sadece şu kadarının bilinmesinde fayda var: Almanya ve Avrupa’da Allianz’ın etkin olmadığı, ya da en azından pay sahibi olmadığı bir sigorta şirketi hemen hemen yoktur. Öte yandan eşyanın tabiatı gereği, Allianz kendisini sigorta alanıyla da sınırlamamıştır. İşte Liedtke’nin derlemesi (Parantez içindekiler pay oranları; bazıları artı-eksi değişmiştir):
“Barmag AG (% 15,0); BASF AG (% 10,7); Bayer AG (% 5); Bayerische Hypotheken- und Wechsel-Bank AG (% 22,9); Beiersdorf AG (% 37,7); Berliner Handels- und Frankfurter Bank KGaA (% 15,1); Continental AG (% 5,1); Deutsche Bank AG (% 5,0) (Son rakamlara göre: % 6,4 -A.C.); DLWAG (% 12,7); Dresdner Bank AG (% 22,7); Th. Goldschmidt AG (% 10,4); 1KB Deutsche Industriebank AG (% 12,0); LahmeyerAG ( % 24,9); Leifheit AG (% 10,1); Linde AG (% 11,0); Monachia Grundstücks AG (% 45,2); Rheinelektra AG (% 10,0); RWE AG (% 10,4); Schering AG (% 10,0); Schlobgartenbau AG (% 7,0); Süd-Chemie AG (% 10,0) ve WBA AG (% 10,3).” (Rüdiger Liedtke, agy, sf.36)
Açıktır ki, Allianz’ın hisselerinin bir kısmını elinde bulundurduğu şirketlerin sayısı gerçekte ‘daha fazladır. Vurguladığımız gibi, bu tür ilişkiler özenle gizli tutulmaktadır. Örneğin yukarıdaki derlemede olmayan, ancak Bury ve Schmidt’in araştırmalarına göre, Allianzen ayrıca; Daimler-Benz’de yüzde 2; Siemens’te yüzde 3; MAN AG’de yüzde 18; VİAG’da yüzde 3,5 ve Thyssen’de yüzde 2 hisse payları bulunuyor. (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 55) Neresinden bakılırsa bakılsın, burada açıklanan ağ ve ilişkiler, gerçeğin salt yaklaşık bir resmi olsa dahi; karşımızda sigorta kılığına bürünmüş büyük bir sermaye devin bulunduğunu ortaya koymaktadır.
İş bununla da bitmiyor, zira bu dev yalnız değildir. Allianz AG’nin ikiz kardeşi Münchener Rückversicherungs AG’dir. Bu şirket sadece Almanya’nın ikinci büyük sigorta şirketi değil, aynı zamanda dünyanın en büyük sigorta şirketlerinin sigortasıdır. Münih’in yarısının bu “ikili sigorta” şirketine ait olduğu söylenmektedir.
Ekonomi yazında ve günlük basında, Allianz ile Münchener Rückversicherung “yapışık ikizler” olarak adlandırılıyorlar. Ve gerçekten de bu adlandırma nesnel gerçeğin çok isabetli bir ifadesidir. Nitekim ikisi de birbirine yüzde 25’lik bir payla ortaklar, birbirlerine kelimenin tam anlamıyla göbekten bağlılar. Yani hem dışarıdan bir etkiye karşı korunmuşlar, hem de biri diğeri olmaksızın hareket edememektedir.
“Münih ekibi”ne dâhil olan iki “yerel banka” daha var: Bayerische Hypotheken-und Wechselbank (Almanya’nın 7. büyük bankası) ve Bayerische Vereinsbank (5. büyük bankası). Bayerische Vereinsbank’ın her iki sigorta şirketinde yüzde 10’luk payı var. İkizlerin Bayerische Vereinsbank’ta ise toplam yüzde 7’lik bir payı bulunuyor. Bayerische Hypotheken-und Wechselbank’in hisselerinin yüzde 22,9’u Allianz’a, yüzde 5,8’i de Münchener Rückversicherungn ait. Bayerische Hypotheken-und Wechselbank ise, Air lianz’ın hisselerinin yüzde 5’ne sahip.
Tahmin edileceği gibi, “Münih ekibi” de birçok kanaldan Frankfurt’un büyük bankalarıyla içice geçmiştir. Çok daha girift bir görünüm arz eden bu ilişki ve bağlantıların nasıl şekillendiğini Bury ve Schmidt’ten okuyalım:
“Dresdner Bank hisselerinin yaklaşık yüzde 23’ü Allianz’ın mülkiyetindedir. Yüzde 2,3’lük bir payı da Münchener Rück tutuyor. Bunun dışında Dresdner Bank hisselerinin yüzde 20’lik bir başka bölümü de, iki ayrı finans şirketine aittir. Bu iki finans şirketine de, Bayerische Hypotheken- und Wechselbank’in yanı sıra, Allianz ve Münchener Rück’a ait olan bir dizi sigorta şirketleri ortaktır. Bunun karşılığında, Allianz hisselerinin yüzde 10’u ile Münchener Rück’ün yüzde 11,9’una Dresdner Bank sahiptir. Frankfurt banka kartelinden, yüzde 10’ar pay ile Allianz ve Münchener Rück’e ve ayrıca yüzde 5 ile Bayerische Vereinsbank’a ortak olan bir diğer yakın tanıdık ise Deutsche Bank’tır. Sigorta şirketi ikilisi ise Deutsche Bank’ın ana sermayesinin yaklaşık yüzde 8’ine ortaktır.
Kim ki bu içice geçmede yavaş yavaş yönünü kaybediyorsa, kederlenip moralini bozmasın. İşte Almanya AŞ’ın çekirdeğini oluşturan ve büyük bir titizlikle inşa edilen bu ağın işlevi de tam da budur.” (H. M. Bury/T. Schmidt, agy, sf. 36)
Bury ve Schmidt yukarıdaki “ağı” bir şemaya aktarmışlar. Şemaya başlık olarak da şu çarpıcı formülasyonu seçmişler: “Alman mali ekonomisinin G-7’si”!
Dünya ekonomisinde G–7 küçük bir azınlığı teşkil etmektedir, ama dünya ekonomisine hükmeden ve halkları iliğine kadar sömüren bu 7 emperyalist hayduttur. Almanya ekonomisi için de aynı şey geçerlidir: “Alman mali ekonomisinin G-7’si” küçük bir azınlığı oluşturmaktadır, ancak ülke ekonomisine hükmeden ve yaratılan tüm değerlere el koyan bu mali gruplar ve onlarla içice geçmiş belli başlı tekellerdir. “Serbest rekabet” ve “hür teşebbüs”e ilişkin yaratılan yaldızlı görüntü biraz kazıldığında karşımıza işte bu çarpıcı tablo çıkmaktadır.
ALMAN MALİ EKONOMİSİNİN G-7’Sİ
=sermaye ortaklığı
……… = ortaklıklar, ara şirketler, finans yatırım şirketleri ya da vekaleti alınan hisse oyları üzerinden kurulan ilişkiler
“Kişisel birlik”ler
Bilindiği gibi, Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde Alman iktisatçı Otto Jeidels’in araştırmalarına dayanarak, sermaye alanındaki içice geçmişliğin, “kişisel birlik” ile ete kemiğe büründüğüne dikkat çekmiştir: “… bankalar ve büyük ticari ve sınai işletmeler arasında bir çeşit kişisel birleşmenin, hisse senetleri alımı yoluyla bir kaynaşma olayının geliştiği, bunun da sınai ve ticari işletmelerin denetim (ya da yönetim) kurullarına banka müdürlerinin geçmesiyle, ya da tersinin olmasıyla, gerçekleştiği de görülmektedir.” (“Emperyalizm”, sf. 50)
Sanayi, banka ve sigorta sermayesinin içice geçmişliğine bu sermaye gruplarının temsilcilerinin birleşmesinin tekabül ettiğini, bir örnekle de olsa Daimler-Benz ve Siemens şirketleri örneği üzerinden somutlaştırmaya çalışalım.
Daimler-Benz AG’nin Denetim Kurulu, (“işçi temsilcileri”ni şimdilik bir yana bıraktığımızda) şu kişilerden oluşmaktadır: Hillmar Kopper, (Başkan; Deutsche Bank AG’nin Yönetim Kurulu üyesi); Dr. Brigit Breuel, (Doğu Almanya sanayisinin tasfiyesini ve yağmalanmasını organize eden Kayyum Şirketi’nin başkanıydı, şimdi EXPO 2000’nin Genel Komiseri); Prof. Hubert Curien, (Fransa’nın Araştırma ve Teknoloji eski Bakanı); Dr. Michael Endres, (Deutsche Bank AG’nin Yönetim Kurulu üyesi); Ulrich Hartmann, (Almanya’nın en büyük petrol, kimya ve elektrik tekellerinden Veba AG’nin Yönetim Kurulu Başkanı); Martin Kohlhaussen, (Commerzbank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Jürgen Sarrazin, (Dresdner Bank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Dr. Roland Schelling, (Avukat ve Noter, aynı zamanda Almanya’nın en tanınmış küçük hissedarlar derneği DSW’nin Yönetim Kurulu üyesi, “bankaların adamı” olarak biliniyor); Dr. Manfred Schneider (Bayer AG’nin Yönetim Kurulu Başkanı) ve Prof. Dr. Johannes Semler (Avukat).
Aynı soruyu bu sefer tersinden sorduğumuzda, yani Daimler-Benz AG’nin Yönetim Kurulu üyeleri hangi şirketlerin Denetim Kurulu’nda bugün oturuyor? Elimizdeki verilere göre durum şu:
Edzard Reuter (Daimler-Benz AG’nin yakın zamana kadarki Yönetim Kurulu Başkanı): Allianz ve VİAG AG (kimya-enerji tekeli); Reuter ayrıca Deutsche Bank’ın Danışma Kurulu üyesidir.
Jürgen E. Schrempp (Daimler-Benz Yönetim Kurulu Başkanı): Bayerische Vereins-bank.
Dr. Manfred Gentz (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): Benckiser Holding GmbH.
Prof. Hartmut Weule (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): Zeiss Vakfı (Optik).
Helmut Werner (Daimler-Benz Yönetim Kurulu üyesi): BASF AG; IBM Deutschland Werner Breitschwerdt (Daimler-Benz AG Yönetim Kurulu eski başkanı): Continental AG (Almanya’nın en büyük kauçuk ve lastik üreticisi).
Siemens’in Denetim Kurulu üyelerine gelince: (“işçi temsilcileri”ni sıralamıyoruz) Dr. Hermann Franz, (başkan; Siemens Merkez Yönetim Kurulu eski üyesi); Dr. Ulrich Cartellieri (başkan yardımcısı; Deutsche Bank Yönetim Kurulu üyesi); Kari Beusch (Avukat; Siemens’in eski avukatlarından); Roger Fauroux (Fransız Saint-Gobain S.A. şirketinin onur başkanı); Dr. Heinz Kriwet (Thyssen AG Yönetim Kurulu Başkanı); Dr. Wolfgang Roller (Dresdner Bank AG Denetim Kurulu Başkanı); Dr. Albrecht Schmidt (Bayerische Vereinsbank AG Yönetim Kurulu Sözcüsü); Dr. Nikolaus Senn (bir İsviçre bankası olan Schweizerische Bankgesellschaft’ın İdari Konsey Başkanı); Peter von Siemens (Siemens ailesinin temsilcisi); J. Hermann Strenger (Bayer AG Denetim Kurulu Başkanı).
Diğer taraftan Siemens Yönetim Kurulu üyelerinin hangi şirketlerin denetim kurullarında oturduğuna bakalım:
Dr. Heinrich von Pierer (Siemens Yönetim Kurulu Başkanı): Bayer AG; RWE AG; VW AG.
Dr. Karl-Hermann Baumann (Siemens Yönetim Kurulu üyesi): Deutsche Bank AG (Danışma Kurulu); Schering AG.
Dr. Günter Wilhelm (Siemens Yönetim Kurulu üyesi): Philipp Holzmann AG.
Dr. Hermann Franz (Siemens Yönetim Kurulu eski üyesi, şimdiki Denetim Kurulu Başkanı): Allianz AG; Deutsche Bank AG; Thyssen AG.
Prof. Dr. Karlheinz Kaske (Siemens Yönetim Kurulu eski başkanı): MAN AG (Denetim Kurulu başkanlığı).
Dr. Claus Kessler (Siemens Yönetim Kurulu eski üyesi): Degussa AG.
Karl Beusch (Avukat; Siemens’in eski avukatlarından): Dresdner Bank AG.
Gerek Daimler-Benz, gerekse Siemens’in Denetim Kurullarının üyesi oldukları şirketler için belirtmek gerekir ki, bu şirketlerin hemen hepsi büyük şirketlerdir, ilk 100 arasında yer almaktadırlar.
Bu “kişisel ilişkiler”; belli başlı tekellerin içice geçtiğini, birbirlerini karşılıklı olarak denetlediklerini, merkezileşmenin yoğunlaşarak geliştiğini, “rekabetin” bir yere kadar gerçek olduğunu, tekel olgusunun rekabeti ortadan kaldırmadığını, ama Lenin’in de belirttiği gibi “onun üstünde ve yanında” var olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan, “sınai tekellerin” yöneticilerinin de banka ve sigortaların denetim kurullarında oturuyor olması, iki sermaye türünün birbirinden gerçekten bağımsız varlığını iddia eden düşüncelerin birer safsata olduğunu kanıtlamaktadır.
Commerzbank, Deutsche Bank ve Dresdner Bank’ın tekellerle “kişisel birlik”! üzerine kapsamlı bir araştırma yapan Hermannus Pfeiffer, “Die Macht der Banken” adlı kitabında “kişisel birlik”in boyutuyla ilgili Jeidels’in belirttiği rakamlarla (Lenin bu rakamları kullanmıştır) bugün arasında önemli bir kıyaslama yapmaktadır. Pfeiffer şu sonuca ulaşmaktadır:
“Jeidels’in verileriyle benim verileri kıyasladığımızda, o zaman şunu kabaca tahmin edebiliriz ki, büyük bankaların banka olmayan şirketlerle ilişkileri nicelik ve nitelik olarak derinleşmiştir. Örneğin Deutsche Bank bugün yaklaşık 1500 şirketle kişisel birlik kurmuştur (Jeidels’te bu 221’dir). Deutsche Bank’ın Siemens ile olan ilişkileri de artık dört kişi üzerinden değil, tersine sadece Siemens AŞ ile kişisel ilişkisi on kişi üzerinde gerçekleşmektedir (Siemens Holdingde ise daha da fazladır).” (age, sf. 30)
Burada Deutsche Bank’ın hem yönetim kurulu üyelerinin, hem müdürlerinin ve hem de bankaya yakın şahsiyetlerin (avukat, noter vb.) hangi tekel ve şirketlerin denetim kurullarında ve yönetime bağlı danışmanlık komisyonlarında “görev” yaptığını ortaya koymaya bile gerek yok. Zira Pfeiffer’in 1500 olarak verdiği rakam ve yaptığı saptama yeterince aydınlatıcıdır. Öte yandan bu kişisel ilişkilerin neye yaradığı, daha doğrusu mali-sermaye açısından ne denli bir önem taşıdığı da ortadadır. Almancada bir deyim vardır: “Bilgi güçtür”, işte mali-sermaye yüzlerce büyük şirketin milyarları üzerinde denetim kurarken, salt doğrudan sahip olduğu hisse paylarına dayanmıyor; çoğu kez nispeten az bir sermaye ile adamlarını denetim kurulları gibi stratejik yerlerde mevzilendirerek, alacağı kararlar ve yapacağı her çeşit müdahale için en ayrıntılı istihbaratı topluyor ve ona göre hareket ediyor. Denebilir ki, mali-sermayenin bir tek kolektif kapitalist gibi hareket edebilmesi, büyük oranda bu bilgi akışına ve birikimine dayanmaktadır.
Bu “kişisel birlik”, dün olduğu gibi bugün de politika, medya ve araştırma-geliştirme kuruluşlarından “şahsiyetler” ile tamamlanmaktadır. En çarpıcı örneğini bu konuda da Deutsche Bank’ta görmekteyiz. Nitekim Deutsche Bank’ın yöneticileri II. Dünya Savaşı’ndan bu yana hemen hemen her F. Almanya Başbakanı’nın yakın danışmanı olmuşlardır. Örneğin:
– Deutsche Bank’ın “efsanevi” şefi Josef Abs; Adenauer ve Erhard’ın danışmanı;
– Sonradan Merkez Bankası başkanı olan Karl Klasen ve Franz Heinrich Ulrich, Willy Brandt ve Helmut Schmidt’in danışmanları;
– Ölümüne kadar Alfred Herrhausen, ardından ardılları Hilmar Kopper ve Ulrich Cartellieri Helmut Kohl’ün danışmanı olmuşlardır.
Bu arada 1976’dan beri Deutsche Bank’ın yönetiminde yer alan Friedrich Wilhelm Christians adeta Almanya ekonomisinin büyükelçisi gibi hareket etmiştir. Brejnevle en önemli doğal gaz anlaşmasını örgütleyen ve Gorbaçov’un genel sekreterliğe seçildikten sonra kabul ettiği ilk Batılı temsilci de Christians’tır.
Bonn’da köklü ilişkilere sahip olan diğer bir şirket de Siemens’tir. Siemens ailesinin üyesi Gerd von Brandenstein’ın başında bulunduğu bu ilişkiler ağı öylesine örülmüştür ki, başta başbakanlık dairesi olmak üzere, hükümeti, meclisi ve tüm büyük partileri kapsamaktadır. (Siemens’in ayrıca Bavyera eyalet hükümetiyle de çok yakın ilişkileri vardır.) Siemens yönetim kurulu başkanı Heinrich von Pierer, Başbakan Helmut Kohl’e yakınlığıyla bilinen çevrenin önde gelenlerindendir.
Öte yandan bugün hâlâ CDU ve FDP’sinden SPD’sine kadar çok sayıda politikacı önemli tekellerin denetim kurulu üyesidir. Sözgelimi FDP’nin önde gelenlerinden ve bir dönemin ekonomi bakanı Otto Graf Lambsdorff; Lufthansa, VW ve Victoria Versicherung gibi büyük bir düzine şirketin denetim kurulu üyesidir. Zamanın Araştırma Bakanı Hıristiyan Demokrat Heinz Riesenhuber ise bugün, başta Mannesmann, Siemens ve Degussa olmak üzere on bir şirketin denetim kurulunda “görev yapmakladır. Politikayı “bırakanların” ekonomide koltuk kapmaları bir gelenektir. Diğer taraftan pek çok politikacı sanayi ve banka sektöründen gelmedir. Almanya’nın Ekonomi Bakanı Günter Rexrodt örneğin, Citibank’ın eski yönetim kurulu başkanıdır.
Ve tabii ki, bu “kişisel birlik” ağına, ruhunu tamamıyla sermayeye teslim etmiş birkaç düzine seçkin bilim adamı, avukat ve noteri de dahil etmek gerekir. Bu kişisel ilişkiler ağının bugün ne denli rafine örüldüğünü ise şu örnekte görmekteyiz: Hamburg’daki Ekonomi ve Politika yüksek okulunda profesörlük yapan Herbert Schui’nin başını çektiği bir yazarlar grubunun geçtiğimiz aylarda çıkarttığı bir araştırma kitabında (“Wollt ihr den totalen Markt?”) ayrıntılı bir şekilde “Kronberger Çevresi” tanıtılır. “Kronberger Çevresi”, merkezi Frankfurt’ta bulunan “Pazar Ekonomisi ve Politika Enstitütü ve Vakfı”nın “bilimsel komisyonu”dur. “Kronberger Çevresi” son yıllarda “Almanya’da neoliberal düşüncenin yaygınlaştırılması ve popüler kılınması” çabasıyla dikkat çekmiştir. Schui’ye göre, bu “çevrecin mensupları; bazı tanınmış bilim adamlarının yanı sıra, Almanya’da her yıl ekonomik ‘tahminlerde bulunan ünlü beş kişilik “bilirkişiler konseyi”nin üç üyesinden, ekonomi bakanlığına bağlı bilimsel komisyonun bazı üyelerinden, hükümete bağlı ‘tekel komisyonu’nun iki üyesinden ve basının birkaç tanınmış yazarından oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, kamuoyuna herhangi bir görüşü en yetkin ve etkin bir şekilde empoze etme bakımından gerekli örgütlenme ve mevzilenme sağlanmıştır. İşte işçi ve emekçilerin, üniversiteli gençliğin ve genel olarak kamuoyunun karşısına bu “şahsiyetler” çıkmakta ve işsizliğin, yoksullaşmanın vb. sorunların ancak “neoliberal bir ekonomi politikayla” çözülebileceğini propaganda etmektedirler. Tabii ki, bunu “tarafsız” bilim adamları, öğretim üyeleri, bilirkişi ve gazeteciler olarak yapmaktadırlar.
Burada sendika bürokrasisinin söz konusu1 “kişisel birlik” içindeki konumunu da unutmamak gerekir. Almanya’da sosyal demokrasinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında geliştirdiği “işçilerin yönetime katılması” politikasının bir sonucu olarak, 70’li yılların başından beri, “işçi temsilcileri” de büyük şirketlerin denetim kurullarında oturmaktadırlar. Mali-sermayenin en has ve en ileri adamlarıyla “aynı yetki”yle aynı havayı soluyup aynı koltukları paylaşmaktadırlar. Denetim Kurulu görevinden sağladıkları yüksek gelirleri bir kısmı sendikasına devretmekte, bazıları ise devretmemektedir. Fakat bu yüksek gelirden daha önemli olan denetim kurullarındaki kişisel ilişki ve ortamın öğütücü yönüdür. Şöyle söyleyelim: Bu ilişki ve ortamda öğütülmeyen sendika bürokratı yok gibidir. Şirket hisselerinin alım satımı ya da başka spekülatif girişimler için en yararlı bilgilerin toplandığı bu kurullarda, bu olanaktan -küçük ya da büyük boyutlarda- faydalanan sendika bürokratının sayısı da az değildir. Kuşkusuz bu tür faydalanmalar resmi söylemde katı bir şekilde yasaktır! Ama bu yasak, işyerlerindeki alkol yasağı gibidir. Belirlenen sınırları aşmadıkça, uyuşturucu özelliği nedeniyle kapitalistler göz yummayı yeğlemektedirler. IG Metal’in eski başkanı Franz Steinkühler’in başına gelenlerin de ortaya koyduğu gibi, sınırı aşan ya da kendisinden beklenilenleri yerine getirmeyenler de, hallaç pamuğu gibi bir tarafa atılmaktadır!
III.
MALİ-SERMAYE VE MALİ-OLİGARŞİ
Görüldü ki, mali-sermaye özellikle; “holding sistemi”ne, “kişisel birlik’lere, vekâleten alınan hisse oylarına ve tabii ki menkul kıymetler ihracı ile kredi sistemine vb. dayanarak, hem tekelci konumunu perçinlemiş, hem de ülke ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini genişletmiş bulunmaktadır. Önceleri bu yol ve yöntemlerden bazıları (örneğin vekâlet olayı) çok tali plandayken bugün ön plana çıkmıştır, bazıları ise daha da rafineleşmiştir (Özellikle “holding sistemi” rafineleşmiştir. Bu, ifadesini; bir yandan teknik temelinin gelişmesi sonucu hacmi genişleyen rant ve spekülasyona dayalı “elektronik ticaret”in artmasında, diğer yandan bankaların ve sigorta ve yatırım şirketlerinin artan etkinliğinde bulmaktadır). Kuşkusuz bu gelişmelerin yol açtığı pek çok sonuçtan söz edilebilir. Bizi burada ama, Lenin tarafından dile getirilen şu sonuç özellikle ilgilendirmekte:
“Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınaî ya da üretken sermayeden, yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır.” (Lenin, “Emperyalizm”, sf. 71)
“Bu ayrılma”nın bugün ayrıca altı çizilmesi gereken yönü, mali-oligarşinin “bu ayrılma”da aynı zamanda kendisini gizleme olanağını bulabilmesidir. Nitekim ne zamanki mali oligarşinin bizzat kendisini açığa çıkartma sorunu gündeme gelirse, söz konusu “ayrılma”nın kaçınılmaz karmaşıklığının burjuva ekonomistlerince iz kaybettirmenin bir aracı olarak kullanıldığı görülür. Burjuva ekonomi politik yazınının tüm “empirik çalışması”nın tam da burada sınırına gelmesi, bin-bir veriyle dolu “bilimsel çalışma”nın burada bıçakla kesilmişçesine bitmesi anlamsız değildir şüphesiz. Değildir, çünkü bu sınır geçildiği an, emperyalist kapitalist sistemin tüm asalaklığı ve çürümüşlüğü bütün iğrençliğiyle görünmeye başlamaktadır…
Söz konusu “ayrılma”ya dayanılarak mali-oligarşinin varlığının nasıl reddedildiğine geçmeden önce şunu yeniden saptamamız gerekiyor: Mali-sermayenin oluşumu; banka sermayesinin, ya da sanayi sermayesinin görünürde ayrı ayrı sermaye türleri olarak varlıklarını sürdürmesinin önünde engel değildir. Bankaları salt bankalar olarak, ya da büyük sanayi tekellerini salt sanayi şirketleri olarak görmemek gerekiyor. Bu ayrı ayrı varoluş, mali-sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte -görüntüde değil ama fiilen- tarih olmuştur. Belirleyici olan “iç içe geçme”dir. Emperyalizm için karakteristik olan mali-sermaye, tamamıyla ayrı bir sermaye türüdür.
Burjuva reformist basın ve yazında bunlar özellikle hep ayrı ayrı belirtilip tanımlanmaktadır. Görüntü öne çıkarılarak yaratılan ikilem şudur: Kapitalist; üretkendir, iş sahaları yaratır, topluma karşı sorumluluk taşır, toplumsal refahın temel direğidir! Banker ise; üretken değildir, sorumsuz ve asalaktır! Bu ikilemle, sermayenin “ruhunun derinliklerinde yatan” asalak karakterinin gizlenmek istendiği ortadadır. Bu çabanın amaçsız olmadığını belirtmeye gerek yok. Zira bu ayrıma dayanılarak, ‘sanayi sermayesinin banka sermayesinin güdümü ve denetimine girdiği’ savı ileri sürülmektedir. “Bir avuç banka ve sigorta, ülke ekonomisinde tayin edici rolü oynayan sanayi şirketlerinin üzerinde egemenliklerini kurmuş bulunmaktadırlar.” Peki, banka ve sigortalara kimler hâkimdir? Banka ve sigortaların arkasında kimler vardır?
Belirtildiği gibi, burjuva ekonomi politik yazını bu soruya açık bir yanıt vermiyor. Daha doğrusu, verileri çarpıtarak gerçeği özenle gizlemeye çalışıyor. Özellikle bu konuyla ilgili ileri sürülen verilerin sunuluş şekli ve getirilen yorumlara bakılırsa, şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Özel mülkiyet ortadan kalkıyor, her şey kurumların (banka, sigorta ve yatırım şirketlerinin) denetimine giriyor, bu kurumlara da bir avuç menajer hükmediyor. Başka bir deyişle, burjuvazi diye bir sınıf, mali-oligarşi diye bir zümre yok! Başta bankalar olmak üzere mali kurumların bir karteli ve bu kartele dayanan sınırsız bir egemenliği var. Bu nedenle esas sorun, mali-oligarşiden soyutlanmış bu mali kurumların egemenliğini sınırlayacak yasaların çıkartılmasıdır! (7)
Banka ve sigorta kartelinin; sanayi tekellerdeki hisse paylarını artırdığı, şirketlerin genel kurullarında (temsil edilen) hisse oylarının ezici çoğunluğunu ele geçirdiği, şirket yönetim ve denetim kurullarına kendi adamlarını “konuşlandırdığı”, yüzlerce dev ve büyük şirketin ve bunlara bağlı binlerce şirketin sermayesini çekip çevirdiği vb.; bütün bunlar verilerce de kanıtlanan gerçeklerdir. Ne var ki, olgular, onları yorumlayanların iradesinden bağımsız olarak vardırlar. Bu nedenle olgular tek başına hiçbir şeyi ifade etmezler. Bir ve aynı olgunun, aşağıda da göreceğimiz gibi, birbirine tamamıyla zıt görüşlere dayanak yapılabileceği bunun bir kanıtıdır.
Thyssen, Siemens, Benz, Krupp vb. gibi klasik kapitalist ailelerin kendi “ana şirketlerindeki konumlarıyla ilgili veriler yüzeysel olarak değerlendirildiğinde, şöyle bir sonuç da çıkarılabilir: Ailelerin, yani sınaî tekellerin asıl sahiplerinin etkinlikleri giderek geriliyor, yerine banka ve sigorta gibi kurumların nüfuzu artıyor. Böylelikle bu tür şirketler gelinen yerde sadece yönetim itibarıyla değil, öncesinden farklı olarak; mülkiyet anlamında da bu kapitalist ailelerin doğrudan denetimi ve etkinliğinden önemli oranda çıkmış, ya da öncesine göre çok bariz bir şekilde sınırlanmış görünüyor. Bu tür klasik tekelci şirketlerin gerek hisse dağılımı, gerekse genel kurullarındaki oy çoğunluğuna bakıldığında, yukarıdaki sonucun bütünüyle temelsiz olmadığı da iddia edilebilir. Örneğin Krupp-Hoesch’teki durum bu açıdan ilginçtir: Krupp ailesinin etkin olduğu vakfın Krupp-Hoesch’teki payı 1993’te yüzde 74,99 iken, bu rakam 1996’da yüzde 51,61’lere kadar gerilemiştir. Siemens ailesinin de “kendi şirketi”ndeki payı aynı sürede yüzde 10’dan yüzde 6,94’e düşmüştür. Daha çarpıcı bir örneği Thyssen sunmaktadır: 1993 yılında Thyssen tekelinin en büyük iki özel hissedarı, şirketin kurucusu August Thyssen’in torununun torunu olan iki kardeşin; Claudio Graf Zichy-Thyssen ve Federico Zichy-Thyssen kardeşlerin hisse payları yüzde 20 iken, 1995 yılında ise Commerzbank AG, Thyssen’deki payını artırma amacıyla bu iki kardeşten ellerinde bulundurdukları hisse payını tümden satın almıştır. Bu hisselerin piyasa değeri 95 yılı itibariyle 1,4 milyar marktır. (Commerzbank satın aldığı bu hisselerin bir kısmını sonradan başka kurum ve özel şahıslara satar). Böylece “küçük hissedarlar” bir tarafa bırakıldığında, Thyssen şirketinin hisselerinin yaklaşık yüzde 80’ni “kurumsal yatırımcılar”ın ele geçirdiği ortaya çıkmaktadır.
Burada mesele bu verileri kabul edip etmemede değil kuşkusuz. Sorun buradan çıkarılması gereken sonuçtur. Daha somut bir deyişle, klasik tekelci kapitalist ailelerin (tekelci burjuvaların) “kendi ana şirketlerindeki mülkiyet paylarının (belirli bir noktaya kadar) azalması ve yerine giderek banka, sigorta, yatırım şirketleri gibi mali kurumların geçmesi nesnel bir olgudur. Ancak, bu olgu, kesinlikle, tekelci burjuvaların (birey ve sınıf olarak) zayıfladığı ya da yok olmaya yüz tuttuğu anlamına gelmemektedir. Tam tersine! Zira burada (salt Thyssen örneğini bile temel alırsak) şu soru yanıtsız bırakılmamalıdır: Thyssen kardeşler 1,4 milyar markla ne yapmışlardır? Daha genel sorarsak, tekelci burjuva ailelerinin, elden çıkardıkları hisselerden sağladıkları sermaye nereye gitmektedir? Bu sermayeyi yastıklarının altında gizlemedikleri son derece açıktır!
Her şey bir yana; sadece ortalama kâr oranındaki düşüşü karşılamak için bile olsa, şirket sermayesini artırma -üretimdeki merkezileşme ve yoğunlaşma arttıkça bir o kadar- genel bir zorunluluk olmaktadır. Bu durumda tekelci bir sermayedar ya da aile açısından; ana şirketteki pay oranını “stratejik bir orana” kadar azaltmayı göze alma, buradan “kazanılan”, daha doğrusu “bağlarından çözülen” sermayeyi ya doğrudan merkezden banka, sigorta ve yatırım şirketlerine ya da başka bir büyük tekeldeki stratejik ortaklığa yatırma daha etkin bir yöntem olarak kendisini göstermektedir. (Bazı tekelci sermayedarlar açısından gerçekten de genel mülkiyet gücünde bir zayıflama söz konusu olabilmektedir. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü bu yönde de ciddi bir merkezileşme ve yoğunlaşma yaşanmaktadır.)
Tekelci burjuva aileler açısından yaşanan bu sürecin gerisinde yatan olgu; kapitalizmin tekel ve ona tekabül eden mali sermaye egemenliğinin sürdüğü döneminde, bankalar gibi mali kurumların -bu yönde de bir merkezileşmeyi nesnel olarak dayatmaları itibariyle- kolektif kapitalist niteliğini esasta kazanmış olmalarıdır. Kolektif kapitalistin teşekkülüyle birlikte, her bir tekelci kapitalist grup (ya da aile) açışından sorun, tam da bu “kolektifte sağlam mevzileri ele geçirmek ve muhafaza etmek olarak gündeme gelmektedir. Demek ki, tüm iddiaların aksine, işçi ve emekçilerin aşırı sömürüsünden elde edilen muazzam sermaye kütlesinin, bugün giderek banka, sigorta, yatırım şirketleri gibi mali kurumlarla ancak kucaklanabiliyor olması, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel biçimi arasındaki çelişkinin ne denli kesinleştiğinin bir ifadesidir. Burjuva propaganda bu gelişmeyi, büyük şirketlerin mülkiyetinin, hem dağıtılan hisseler yoluyla ve hem de kurumlar aracılığıyla “halkın mülkiyeti” haline geldiğinin bir kanıtı olarak yansıtmaktadır. Hisselerin halk kitlelerine satılması yoluyla sağlanan “demokratik dağılımının pratikte ne anlama geldiğini yukarıda inceledik. Diğer taraftan, mali kurumların giderek “baskın” gelmesi, sermayenin özel karakterini yitirip genel olarak toplumsal mülkiyete dönüşmesi anlamına da gelmemektedir. Tam aksine, mali-oligarşi bu muazzam sermaye kütlesini özel ellerde tutabilmek için bu kurumlara daha çok dayanmak zorunda kalmaktadır.
Öte yandan, söz konusu “kolektifteki mevzilere sahip olma, bu mevzileri muhafaza etme ve bunun için de eldeki sermayeyi daha etkin ve stratejik noktalara yatırma; bütün bunlar “ana üssü” (aile şirketini) tümden terk etme anlamına da gelmemektedir. Verilere baktığımızda hemen hemen hiçbir klasik tekelci burjuva ailesinin bunu yapmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada değişen sadece biçimlerdir: Thyssen ve Krupp örneklerinde olduğu gibi bazı aileler sermayelerinin bir kısmını vakıflarda tutmaktadırlar. “Fritz Thyssen Vakfı”nın Thyssen AŞ’deki hisse payı yüzde 8,6’dir; “Alfred Krupp von Bohlen ve Halbach Vakfı”nın Krupp’taki hissesi ise yüzde 51,61’dir); bazıları ise hem vakıflarda ve hem de aile olarak tutmaktadırlar (“Robert Bosch Vakfı”nın Bosch’taki hisse payı yüzde 92, Bosch ailesinin de yüzde 8’dir ya da “Max Grundig Vakfı”nın Grundig’teki hisse payı yüzde 9,2 iken, Grundig ailesinin yüzde 7,2’dir); Allianz’ın kurucusu Finck’in ailesi ise doğrudan “Finck ailesi” olarak Allianz hisselerinin yüzde 5’ini tutmayı yeğlemektedir ya da Almanya’nın en zengin ailelerinden biri olarak bilinen Haniel ailesi Haniel Ltd. şirketinin neredeyse tümüne (yüzde 99; sahiptir. (Kuşkusuz her bir aile açısından bu farklı yapılanmaların; sermayenin hacmi, işkollarının özellikleri vergiler, serveti paylaşanların sayısı vb. gibi özel nedenleri vardır, ancak sorunun bu yönü bizi burada fazla ilgilendirmemektedir).
Yukarıda özetlediğimiz görüşün kendisine dayanak yaptığı önemli verilerden biri de şudur: Bankalar, borsada hisseleri alınıp satılan AŞ’ların genel kurullarında toplam oyların ortalama olarak yüzde 80’ini denetimlerinde tutuyorlar. Peki bankaların genel kurullarında oyların çoğunluğunu kimler tutuyor? Bankaları kim denetliyor? Burjuva ekonomistlerin bu soruya verdikleri yanıt çarpıcıdır: Bankalar kendi kendilerini denetliyorlar!
Sosyolog Pfeiffer’in yaptığı araştırmaya göre, Deutsche Bank özellikle vekâleten kullandığı hisse oylarına dayanarak, 1983 yılındaki genel kurulunda oyların yüzde 47,2’sini kendisi temsil ediyordu, ikinci büyük oy grubunu yüzde 8,6 ile Dresdner Bank temsil ediyordu. (Bu genel kurulda toplam hisselerinin yüzde 65’i temsil ediliyordu). 1986 yılındaki genel kurulda da durum aşağı yukarı aynıdır. Hemen belirtelim ki, bu durum sadece Deutsche Bank’a özgü değil. Pfeiffer’e göre, Almanya’nın tüm büyük bankalarının her biri kendi genel kurullarında temsil edilen oyların ortalama olarak yüzde 40 ile 50’sini ellerinde tutmaktadırlar. (Pfeiffer şöyle diyor: “Deutsche Bank’ın Yönetim Kurulu kendi kendisini denetliyor.”) Diğer yandan büyük bankaların genel kurullarında temsil edilen oyların yaklaşık yüzde 99’u bankaların kontrolündedir, yani sadece bir banka kendi kendisini denetlememekte, aynı zamanda bankalar bankaları denetlemektedir. (H. Pfeiffer: “Die Macht der Banken”, sf. 112)
Görüldüğü gibi, mali-sermaye herhangi bir “dış müdahaleye” karşı tam teçhizat silahlanmıştır. Gerçi kendi içerisinde homojen değildir (yoğunlaşma ve merkezileşme bu çekirdeğin içinde de devam etmektedir), ama “dış dünyaya” karşı örgütlüdür. “Düşmanca” olsun, “dostça olsun”, “devralmalara” karşı sıkı bir şekilde korunmuştur. Kuşkusuz bu, anlaşılabilir ve “doğal” bir durumdur, çünkü ülkenin ve dünyanın en ücra köşesine kadar uzanan bin bir ilişkinin ve nüfuz ağının dolambaçlı yollardan gelip merkezileştiği yer burasıdır. Daha açıkçası, burası Alman emperyalizminin ana karargâhıdır. Tüm temel kararlar; sanayi politikasından yatırımlara kadar, hangi şirketin batırılıp hangisinin ayakta tutulacağından, iç ve dış politikanın yeni öncelliklerinin neler olacağına kadar, bütün bunlar bu merkezde belirlenmekte ve planlanmaktadır.
Açıktır ki, bu ana karargâhı ele geçiren aslında tüm orduyu ele geçirmiş demektir! İşte Almanya’da bu karargâh bir avuç dev sermayedarın (mali-oligarşi) elindedir. Milyonlarca işçi ve emekçinin alın terinin ve emeğinin ürünü toplumsal servetin hemen hemen tümüne bu bir avuç sermayedar hükmetmektedir. Milyonlarca emekçi insanın iş aş sahibi olup olmayacağı, bu tamamıyla asalak, tefeci ve rantçı zümrenin çıkarları tarafından belirlenmektedir.
Ne var ki, gelişmekte olan ülkelerdeki tekelci burjuvaların çiğliklerinin aksine, bu zümre kamuoyundan kendisini özenle korumakta ve gizlemektedir. Dikkat çekmemek, ilgi odağı olmamak Alman mali-oligarşisinin bu hususlardaki başta gelen prensiplerinden birisidir. Burjuva demokrasisi üzerine yaratılan yanılsamaların dağılmasına yol açabilecek tutumlardan mümkün olduğunca sakınmak ve belirli bir yaşam düzeyine sahip emekçi kitlelerin adalet ve eşitlik duygularını zedeleyebilecek görüntü ve olayların oluşmasına vesile vermemek, bu zümrenin önem verdiği meselelerdir. (Sermayelerinin bir kısmını vakıflarda tutmaları da, ekonomik nedenlerin yanı sıra, bu zümrenin, ‘sosyal toplum’ etrafında yaratılan yanılsamaları güçlendirme çabalarının bir ifadesidir aslında). Aynı şekilde şu veya bu nedenden ötürü zaman zaman ortaya çıkan toplumsal tepkilerde hedefte durmamak, yerine mene-cerleri, kurumları ya da siyasetçileri öne çıkarmak, mali-oligarşinin hassasiyetleri arasındadır…
Gözlerden ırak durmaya çalışan mali-oligarşinin nerelerde yuvalandığını, Deutsche Bank yönetim kurulunun, bankanın 125. yıldönümü vesilesiyle bir yazarlar grubuna hazırlattırdığı “Die Deutsche Bank 1870–1995” adlı kitaptan alacağımız bazı rakamlarla somutlaştıralım. Deutsche Bank’ın 1973 yılında 121 bin 312 olan özel hissedar sayısı, 1991 sonunda 300 bin 300’e ulaşıyor. (Özel hissedarların toplam hissedarlar arasındaki payı aynı yıllarda yüzde 92,6’dan yüzde 98,1 çıkıyor.) Kurumsal hissedarların sayısı ise 1973’te 9 bin 688 iken, 1993’te 6 bin 800’e düşüyor. 1973’te özel hissedarlar arasında en büyük grubu, sayıları 46 bin 750 olan ücretli işçiler ile maaş alan memurlar yüzde 35,7 oranıyla oluşturuyorlar. Bu oran 1991 yılına gelindiğinde yüzde 48,3’e kadar yükseliyor. Aynı yıllarda işçi ve memur emeklilerinin oranı yüzde 7,03’den yüzde 14,7’e çıkıyor. Kıyaslanan yıllarda kurumsal hissedarların oranıysa yüzde 7,4’den yüzde 1,9’a düşüyor. Bu gerilemenin en önemli nedeni olarak, toplam hissedarlar arasında sınaî ve ticari şirketlerin oranının yüzde 5,3’ten yüzde 0,9’a düşmesi gösteriliyor. Fakat aynı anda yatırım şirketlerinin sayıları 121’den (yüzde 0,09) 1250’e fırlıyor (yüzde 0,4). (“Die Deutsche Bank 1870–1995”, sf. 638)
Başka şeylerin yanı sıra, burada da tekellerdekine benzer bir hissedar dağılımıyla karşı karşıyayız. Görüntüye bakılırsa; bir yandan hisselerin mülkiyet dağılımı daha da “demokratikleşiyor”, mülkiyet giderek “halkın mülkiyeti” haline geliyor, diğer yandan sınai ve ticari şirketlerin sayısı giderek düşüyor. Besbelli ki, bu rakamlar bize, Deutsche Bank’ın aslında Alman işçileri, emekçileri, emeklileri ve ev kadınlarına ait olduğu fikrini empoze etmektedir.
Ancak bu verilerden hemen sonraki paragrafta, yazarlar kurulunun, soğuk ve kayıtsız bir üslupla yazılmış şu satırlarını okumaktayız:
“Hissedarlar grubunun hissedarlar topluluğu içerisindeki payları, bankanın hisse sermayesindeki payları karşısında kısmen önemli farklılıklar göstermektedir: Kurumsal hissedarlar 1991’de hissedarların yüzde 1,9’unu(!) teşkil etmelerine rağmen, kaydedilen sermayenin yüzde 51,1’ini ellerinde bulunduruyorlar; tersinde ise özel hissedarlar, hissedarların yüzde 98,1’ni oluşturuyorlar, buna karşın hisse sermayesindeki payları sadece yüzde 48,5’i buluyor.” (agy)
Hepsi bu kadar; sayfalarca yazıda bankanın “demokratik yapılanmasından dem vuran burjuva profesörleri, burada söylenecek herhangi bir şey “bulamadan” başka bir konuya geçiyorlar. Burjuva profesörlerin söylemeye dillerinin varmadığı şey şudur: Yüzde 1,9’un oy hakkı, yüzde 98,1’in oy hakkından daha büyük; işte burjuvazinin demokrasi anlayışının gerçek içeriği budur!
Devam edelim. Bu verilerden Deutsche Bank’ın asıl sahiplerinin kim olduğunu hâlâ öğrenmiş değiliz. Adı geçen kitapta, “çeşitli hissedarlar grubunun Deutsche Bank’ın ana sermayesindeki payları”nı gösteren bir grafik yer alıyor (sf. 639). Bu grafik, yukarıda kendisini dışa vuran anlayışla hazırlanmış olmasına karşın, gizlenenleri açığa çıkarmamıza yardımcı olabilecek bazı verileri de içermektedir. Deutsche Bank’ın hissedarları grafikte, 9 grup altında ayrıştırılmış: 1. Servet (idareciliğini yapan) şirketler, miras toplulukları vb.; 2. Yatırım şirketleri; 3. Sigortalar/Emeklilik Sandıkları; 4. Sınai ve ticari şirketler; 5. Diğer özel şahıslar; 6. Serbest çalışan şahıslar; 7. Ev kadınları; 8. işçi ve memur emeklileri ve 9. işçi ve memurlar.
Bu ayrışmaya göre (bizim hesabımızla) 1973 ile 1991 yıllarında grupların ana sermayedeki hisse payları yaklaşık olarak şöyledir:
Gruplar 1973 1991
% %
Birinci grup 7,20 1,80
İkinci grup 6,80 18,50
Üçüncü grup 5,90 23,60
Dördüncü grup 16,80 8,00
Beşinci grup 11,10 3,40
Altıncı grup 7,50 10,20
Yedinci grup 23,00 9,80
Sekizinci grup 5,40 9,00
Dokuzuncu grup 16,30 15,70
Resmi bir grafiğe dayanarak çıkardığımız bu oranlar kesin rakamları tam yansıtmasa da, mülkiyet ilişkilerindeki genel eğilimleri aşağı yukarı doğru göstermektedir. Bu rakamlara göre; servet (idareciliğini yapan) şirketler, miras toplulukları vb. hissedar grubunun pay oranında en büyük düşüş yaşanmıştır. Bu grubun payı dört misli azalmıştır. En büyük artış ise, sigortalar ve emeklilik sandıkları grubunda olmuştur; bu grup payını dört misli artırmıştır. Yatırım şirketlerinden meydana gelen grup da payını yaklaşık üç misli artırmıştır. Buna karşılık, sınaî ve ticari şirketlerin oluşturduğu grubun payı iki misli azalmıştır. Diğer özel şahıslar grubun payı da üç misli azalmıştır. Serbest çalışan şahıslar grubuyla emeklilerin payı artmıştır, işçi ve memurların grubunda çok büyük değişiklikler yaşanmazken, ev kadınları grubu payında iki misli bir azalma kaydedilmiştir.
Bu grafiğin ortaya koyduğu gerçek şudur: Bankaların da gerçek sahibi malt oligarşidir. Yüzde 1,8’lik pay oranı hiç kimseyi aldatmamalıdır (ki bu orana tekabül eden hisselerin bugünkü piyasa değeri de, 1973 yılına göre en azından birkaç misli yüksektir). Deutsche Bank’ın “halkın mülkiyetinde olduğuna dair bir görüntü yaratmak amacıyla hazırlanan bu grafik, dördüncü ve beşinci grubun somut olarak kimlerden meydana geldiğini ortaya koymamakta. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir: Pek çok büyük sermayedar, hisse payını “sınaî ve ticari şirketler” ve “diğer özel şahıslar” grubunda tutmuştur. (Zaten bir yerde de buna mecburdur, çünkü “dış müdahaleye” karşı korunabilmek için Deutsche Bank’ta hiçbir hissenin oy hakkı yüzde 5’i geçmemektedir. Bu sınırlama, şu veya bu hissedarın gerçek hisse payının yüzde 5’i geçmesi durumunda da geçerlidir). Birinci, dördüncü ve beşinci grupların hisse paylarını birleştirdiğimizde, 1991 yılı için yüzde 13,2 civarında bir oranı elde ederiz. Tümünü olmasa da, bu yüzde 13,2’lik pay oranının büyük bir kısmını belli başlı büyük tekelci sermayedar ailelerin ve grupların ellerinde tuttuğuna şüphe yoktur. (Aslında bu oran bugün çok daha yüksektir. Liedtke’in 1995 sonu için verdiği rakamlara göre, “diğer özel şahıslar” grubunun payı yüzde 8,1’e çıkmıştır). Öte yandan “holding sistemi” bankaların hisse paylarının dağılımında da kendisini ortaya koymaktadır. Siemens’lerin, Krupp ve Thyssen’lerin, Bosch’ların, Gerling’lerin, Hamel’lerin, Henkel’lerin, Finck’lerin vb. tekelci burjuva aile ve sermayedarların, sermayelerini yatırım şirketlerine, sigortalara vb. kurumlara yatırmalarının önünde bir engel olmadığı son derece açıktır. Bu nedenle, ikinci ve üçüncü grubun hisse paylarının da bir kısmının mali oligarşinin adı geçen temsilcilerinin elinde bulunduğunu söyleyebiliriz.
Lenin, “Emperyalizm Defterleri”nde, Jeidels’in Alman büyük bankaların sanayi ile olan ilişkilerini kapsayan araştırmasında denetim kurullarının oluşumunu aktardığı yerde şöyle bir not düşer: “Denetim kurullarının rolü olağanüstü geniştir (bunlar fiilen işletme yönetimleri gibidir)…” (Lenin, “Hefte zum Imperialismus”, Lenin Werke, 39. Cilt, sf. 144)
Eğer bir şirket; bir banka ya da sigorta tekelinin denetim kuruluna bir temsilcisini sokabilmişse, bu o şirketin etkinliğinin en somut göstergesidir. Zira önemine yukarıda dikkat çektiğimiz bu kurullara herkes sokulmamaktadır. O halde geriye sadece “Alman mali ekonomisinin G-7’si”nin denetim kurullarında “üretken sanayicilerden hangilerin temsilcisinin oturduğunu ortaya koymak kalıyor (rantiyeci olarak bilinenleri aktarmıyoruz):
Deutsche Bank: Bosch; Siemens; General Motors; Trumpf; Ruhrgas; Otto Versand; Henkel.
Dresdner Bank: Siemens; RWE; Hoechst; Philipps; Goebel.
Commerzbank: Hoechst; GEA; Stinnes; VEBA; Thyssen; Bayer; Werhahn; RWE.
Bayerische Vereinsbank: Boehringer; BMW; Daimler-Benz; VIAG; Deggendorf.
Bayerische Hypo-Bank: MAN; VÎAG; BASF; Linde.
Allianz: Ruhrgas; Bosch; Mannesmann; Siemens; RWE; Daimler-Benz.
Münchener Rück: VEBA; BMW; VW; Soltmann.
Bu verilerden çıkartılması gereken sonucu, zamanında Enver Hoca şöyle ifade etmiştir:
“Mali sermayenin gelişmesi bir avuç güçlü sanayici kapitalistin ve bankacının elinde yalnızca büyük bir zenginliğin değil, aynı zamanda ülkenin tüm yaşamında etkin olan gerçek bir ekonomik ve siyasal gücün de yoğunlaşmasını mümkün kıldı. Bu her şeye kadir insanlar tekellerin ve bankaların başında bulunurlar ve mali-oligarşi diye adlandırılan şeyi oluştururlar. Büyük şirketlerin bugün anonim şirketlere dönüştüğü ve bazı işçilerin de, bu şirketlerde sembolik olarak birkaç hisse senedi sahibi olabildiği gerçeğine dayanan kapitalizm savunucuları, sermayenin, Marx’ın ‘Kapital’i yazdığı ya da Lenin ‘in emperyalizmi tahlil ettiği zamanki özel niteliğini sözde yitirdiğini ve halk sermayesi haline geldiğini kanıtlamaya çalışıyorlar. Oysa bu bir masaldır. Emperyalist ülkelerde güçlü sınaî ve mali gruplar eskiden olduğu gibi egemendirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde Rockefeller, Morgan, Dupont, Mellon ve Ford, Chicago, Teksas, Kaliforniya vb. grupları; İngiltere’de Rotschild, Bearing, Samuel vb. mali grupları; Batı Almanya’da Krupp, Siemens, Mannesmann, Thyssen, Gerling vb.; İtalya’da Fiat, Alfa Romeo, Montedison, Olivetti vb.; Fransa’da büyük aileler, vb.
Sınaî ve mali sermayenin sahibi olarak mali-oligarşi ülkenin tüm yaşamı üzerinde ekonomik ve siyasal egemenliğini kurmuştur.” (Enver Hoca, “Emperyalizm ve Devrim”, sf. 62)
Mali-oligarşi, mali-sermayeye tekabül etmektedir. Mali-sermaye de tekel olgusu üzerinde yükselmektedir. Bu tespit sadece mali-sermayenin menşei bakımından bir önem taşımamakta, aynı zamanda gelişme doğrultusu hakkında bir fikir vermektedir. O halde, bilinen bileşimiyle bir kere oluşmuş bulunan mali-sermayenin genel gelişme eğilimi nedir, bu eğiliminin karakteristik özelliği nedir? Lenin, bugün özellikle vurgulanması gereken noktayı, aslında yüzyılın başlarında belirtiyordu:
“Gelişme çizgisinde ilk çıkışını küçük tefecilikle yapan kapitalizm, bu çizgiyi, büyük tefecilikle sona erdirmektedir.” (agy, sf. 66, abç)
Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme nasıl sınai ve banka sermayesinde tekelleşmeyi gündeme getiriyor ve tekel olgusu da sınai ve banka sermayesinin kaynaşması ve içice girmesini beraberinde getiriyorsa, işte aynı şekilde mali-sermayenin varlığı da giderek eğilim olarak mali-sermayenin kendisinde çok daha ileri bir aşamada ayrı bir yoğunlaşmayı kaçınılmaz hale getirmektedir. Bu yoğunlaşmanın yoğunlaşması diyebileceğimiz süreç, üretken olmayan sermaye kesiminin (dış görünümü banka-sigorta sermayesi olan rantiyeci ve tefeci sermaye türünün) üretken olana göreceli olarak büyümesine yol açmaktadır. Bunun nedeni ise; kârın kaynağının artı-değer üretimi olmasıyla, artı-değer getiren değer olarak sermayenin -bu sefer daha kolay bir yoldan- (merkezileşme; tefecilik ve spekülasyon yoluyla) değerini daha hızlı artırmaya yönelme eğilimini -nesnel özelliklerinden ötürü- taşımasıdır. Günümüzdeki rantiyeci/tefeci ve spekülatif sermayedeki artışın gerisinde, mali-sermayedeki bu muazzam yoğunlaşma yatmaktadır. Pensionsfonds’lar, Investment-fonds’lar, banka ve sigorta şirketlerinin göze batan “egemenliği”; ekonominin büyüme oranlarının yıllardır yüzde 2 ila 3’ü geçmemesi; üretken yatırımların düşme eğiliminin giderek süreklilik kazanmaya başlaması vb. bütün bunlar mali-sermayedeki yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimin güncel belirtileri ve sonuçlarıdırlar.
Üretimde yoğunlaşma; tekel; mali-sermayenin teşekkülü; muazzam bir sermaye yoğunlaşması; yoğunlaşmış bu sermaye kütlesini değerlendirme ve değerini artırma zorunluluğu; sermayenin en hızlı ve en yüksek kara yönelme eğilimi – işte sermayenin rantiye ve çürüme eğiliminin kaçınılmaz bir biçimde artmasına kaynaklık eden nesnel süreç budur.
Bu süreç insanlığın önüne bir kez daha iki seçenek koymaktadır: Ya mali-sermaye, devasa üretici güçlerin tahribatına tekabül eden özellikleri daha da gelişerek, insanlığı yeni yıkım ve savaşlara sürükleyecek; ya da insanlık işçi sınıfı devrimleriyle bu süreci noktalayarak, sosyalizme yürüyecektir.
DİPNOTLAR
(1) ‘Uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı burjuva propagandanın nesnel gerçekleri tersyüz etme yönteminin tipik bir göstergesidir. Bilindiği gibi bazı burjuva ekonomistler bu “ekonomik gerçekliği”, “ulusal devletin sonu” olarak özetleyebileceğimiz teorilerine dayanak yapmaktadırlar. Oysa Kautsky’nin ‘ultra emperyalizmi’ ne kadar gerçeği ifade ediyorsa, ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı da o denli ifade etmektedir. Tekellerin önceleri ağırlıklı olarak ulusal ölçekte örgütledikleri üretimi bugün uluslar-üstü ölçekte örgütlemeleri, tekellerin belirli bir emperyalist ülkenin tekelleri olma özelliklerini ortadan kaldırmamaktadır.
Diğer yandan tekellerin uluslararası etkinliği, ‘ulusal devletin’ himayesini, destek ve teşvikini dıştalamamakta, aksine bizzat şart koşmaktadır. Bu, ‘ulusal devletler’in bugünkü sınıf karakterini bir an için göz ardı etmemiz durumunda dahi geçerlidir. Bu nedenle ‘uluslar ötesi’ ya da ‘uluslar-üstü şirketler’ kavramı bir safsatadan ibarettir. Doğrusu şudur: Dünyadaki tüm büyük tekeller, etkinlikleri bir ülkenin sınırlarıyla bitmeyen uluslararası tekellerdir.
(2) Tekellerle ilgili tüm veriler, Rüdiger Liedtke’nin “Wem gehört die Republik? –‘97-” adlı kitabından alınmıştır.
(3) Bu konuda özellikle bankalar üzerine yaptığı ciddi araştırmalarla tanınan sosyolog Hermannus Pfeiffer’in şu iki kitabı örnek gösterilebilir: “Das Imperium der Deutschen Bank” (1987) ve “Die Macht der Banken” (1993)
(4) Bu satırlar kaleme alındığında, “Börsen-Zeitung” gazetesi başta Siemens ve Alcatel olmak üzere elektronik sektörünün belli başlı tekellerinin yüksek voltajlı elektrik kablosu fiyatlarıyla ilgili yıllarca gizli fiyat belirlemelerinde bulunduklarının açığa çıktığını bildirdi. Gazeteye göre, Kartel Dairesi olayı yakından araştırıyormuş!
(5) Almanya’da esas olarak üç tip banka var: Özel bankalar, tasarruf sandıkları (yerel ve eyalet düzeyindeki “Sparkassen”) ve kooperatif bankaları (kırsal kesimde “Raiffeisenbanken”, kentlerde “Volksbanken”). Manfred Hein’in “Die Banken” adlı cep kitabında banka türleri arasındaki “güç dengesi” 94 rakamlarıyla ciro hacimlerine göre şöyle tespit edilmekte: İlk 15 banka arasında özel büyük bankalar; birinci, ikinci, dördüncü, beşinci, yedinci ve onuncu sırada; tasarruf bankaları; üçüncü, altıncı, on birinci, on ikinci, on üçüncü ve on beşinci sırada; kooperatif bankalardan salt bir banka dokuzuncu sıradadır.
(6) Geçtiğimiz günlerde basında çıkan bir habere göre, bir numaralı mali dev olmak uğruna Deutsche Bank ile kıyasıya bir rekabet içerisinde olan Allianz AC 5 marklık hisseler çıkarmayı planlıyor. (Allianz şimdiye kadar 50 marklık hisseleri piyasaya sürmüştü.) /
(7) Burjuva sol ve reformist çevrelerinin alınmasını talep ettikleri ‘bankaların iktidarı’nı sınırlamaya dönük yasal tedbirleri dört madde halinde özetleyebiliriz: 1. Rekabetin sınırlanmasına karşı çıkartılan yasada; bankaları, yapı tasarruf şirketleri ve sigortaları kartel yasaklarından muaf tutan düzenleme iptal edilmeli; 2. Bankerlerin sahip olduğu denetim kurulu koltuk sayısı azaltılmalı; 3. Vekâleten kullanılan hisse oylarına ilişkin yeni bir düzenleme getirilmeli ve 4. Bankaların banka olmayan şirketlerdeki hisse paylarına bir üst sınır koyulmalı. Kuşkusuz, yıllardır üzerinde tartışılan ve bir türlü çıkartılamayan bu yasal tedbirlerin alınmasına karşı çıkmanın bir anlamı yok. Ancak, bu tedbirlerle bankaların iktidarı’nın engellenebileceğini ileri süren burjuva reformist görüşleri kesinlikle teşhir etmek gerekir. Hermannus Pfeiffer’in de belirttiği gibi, bankalar bu yasal tedbirlere karşı kolaylıkla “karşı tedbirler” geliştirecek bir konumdadırlar. “Karşı tedbirlere olanaklı kılan zemin ise, özel mülkiyetin kapitalizmdeki dokunulmazlığıdır. Bu nedenle, .bankaların sınırsız iktidarı’nın yıkılmasını gündeme getiren talepler, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına bağlanmadığı sürece, anlamsızdır.
Haziran 1997