Türkiye bugünlerde cumhuriyet döneminin en büyük grevlerini yaşıyor. Düne kadar kimilerince küçümsenen, güçleri dikkate alınmayan, devrimci özelliklerini yitirdiği yazılıp çizilen işçi sınıfı, yüz binler halinde grev, direniş ve gösterilerle “kaba gücünü” ortaya koyuyor. Burjuvazinin dikkatleri bir başka sorun -örneğin, azınlık veya geniş tabanlı hükümet formülleri ya da erken seçim vb.- üzerine çekme çabalan sonuçsuz kalıyor. Ekim ayının ilk haftası itibariyle sayıları 400 bini geçen grevci işçiler; 4 yıllık DYP-CHP (SHP) hükümetini yıkmış olmanın da vermiş olduğu özgüvenle hareket ediyor. Her geçen gün taleplerine bir yenisini ekliyor, grev süresince girdiği her gösteri ve eylemde yeni sloganlar üretiyor. Üstelik bu sloganlar öyle sloganlar ki; bir anlamda -daha sonra değineceğimiz üzere- işçi hareketinin bir önceki döneme göre, bugün farklılaşan ve tartışmasız ilerlemeye denk düşen politik düzeyinin göstergeleri oluyor.
TİS SÜRECİ: GREVLERE ADIM ADIM
İşçiler yaklaşık 8-9 ay süren TİS görüşmelerinin bir sonuç vermemesi üzerine greve çıktılar. Daha önceki bir tarihte de greve çıkılabilirdi türünden bugün pek bir yararı olmayan tartışmaları bir yana bıraktığımızda, öncü işçinin ve dürüst sendikacının süreçten çıkartacağı temel ders: Toplumun, bütün sınıf ve kesimlerini ilgilendiren sorunlarda her döneme uygun, genel geçer bir çözüm ve yaklaşım biçiminin olamayacağı; her sorunu kendi tarihsel-toplumsal koşulları içinde değerlendirerek çözmek gerektiği gerçeğidir. Adım adım grevlere yüründüğü daha TİS görüşmelerinin başlangıcında ortaya çıkmıştı. Enflasyonun % 150’yi bulduğu ’94 yılının ardından başlayan TİS görüşmelerinde hükümet işçilere önce sıfır zammı dayatmış, ardından önere önere ancak % 5,4’lük bir ücret artışı önermiştir. Oysa Petrol-İş sendikasının yayınladığı 93–94 yıllığında yapılan hesaplamaya göre, ’94 yılı, ikinci dünya savaşından sonra gerçek ücretlerde en büyük düşüşün yaşandığı yıldır. 12 Eylül’ün 8 yılda (gerçek ücretlerde ve geçim standardında) yaptığı tahribatı 5 Nisan kararları 6 ayda yapmış, bu sürede gerçek ücretler üçte-bir oranında gerilemiştir. Kamudaki işçinin ücreti ’91 yılı itibariyle 100 kabul edilirse, bu rakam ’94 yılında 62,9’a gerilemiş; bir başka anlatımla, işçi ücretlerinde ’91 yılına göre % 40’a yakın bir aşınma olmuştur. Bu süreçte, işten atmalar, özelleştirme ve taşeronlaştırma girişimleri hızından hiçbir şey yitirmemiş, mezarda emeklilik yasası gibi bir dizi anti-demokratik yasalar sınıfa dayatılmıştır. Hepsinden önemlisi, HAVAŞ grevinin bitiriliş biçimi, perşembenin gelişini, çarşambadan belli etmişti, işçi sınıfından kölelik koşulları denebilecek bu koşulları kabul etmesi beklenemezdi; sendika bürokrasisinin de bu durumda yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı; greve çıkmak kaçınılmaz olmuştu ve sonuçta grevler sökün etti.
Strateji taktik diyalektiğinde, taktiğin alanına giren, kör parmağım gözüne misali bu bir dizi olgu; “Marksistlerimiz”ce ne görülebilmiş, ne de duruma uygun taktik planlar geliştirilebilmiştir. Geleneksel “sol” cephe; bu dönem öne çıkarılması gereken olgu hangisidir, sınıf içinde neyin teşhir ve ajitasyonuna ağırlık verilmeli, vurulacak hedefe kim konmalı, güçler nerde ve hangi platformda birleştirilmeli? vb. bir dizi soru üzerinde düşünmeyi akıllarına bile getirmemiştir. O her zamanki platformunda yürümüş, yığınların taleplerinden uzak, “kendine âşık” bir çizgide ısrarlı olmuştur. Bu akımlardan başka tutum beklemek zaten anlamsızdır. Çünkü hareketi anlamak, içinde bulundukları durum ve konum nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle zorunlu olarak, bir yandan desteksiz atıp neredeyse ayaklanma çağrıları çıkartmaya yönelmekte, diğer yandan “nasıl olsa ağalar TİS’leri yine satacaklar” “saptamasıyla” olayları izlemektedirler. Sıradan bir işçinin günlük yaşantısında görerek bilince çıkarttığı ve eylemlerde, “Hükümeti yıktık sıra IMF’de” sloganıyla dile getirdiği anti-emperyalist tutum, küçük burjuva sol akımlarca yeterince kavranamıyor. Onlar her zaman olduğu gibi okun sivri ucunu sendika bürokrasisine yöneltmeye devam ediyorlar. Hem de Bayram Meral’in “Bu savaş işçi sınıfımızla IMF arasındadır”, dediği ve işçi hareketinde bir başka otoritenin henüz ağırlığını açıktan ortaya koy(a)madığı bir zamanda.
İŞÇİ HAREKETİNDE “OTORİTE” SORUNU
Elbette ki bu sözlerimizden, sendika bürokrasisini sermayeden ayırdığımız, ona karşı yürütülen mücadelenin bir parçası olmaktan çıkardığımız ve bu temelde sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi küçümsediğimiz ya da bir başka zamana ertelediğimiz sonucunu çıkartmamak gerekir. Hiç abartıya düşmeden bir değerlendirme yaparsak; Türk-İş yönetimi ve Başkanlar Kurulu’nun şu ya da bu nedenle devre dışı kaldığında grevleri sürükleyecek bir “otorite”nin olmadığı ortadadır. Sorun bu somut durumda ne yapılacağı sorunudur, bir başka şey değil. Gerçekler acıdır ama yaşam kendisini gerçekler üzerinde kurar. İşçi hareketinde günün gerçeği budur ve ne yapılacaksa bu gerçeklikler içinde yapılacaktır. Gerçekler, öncü işçinin, sınıftan yana sendikacının, devrimcilerin ve komünistlerin önüne, bir yandan işçi hareketinde Türk-İş’in dışında bir devrimci otoriteyi vakit geçirmeden inşa etme görevini koyarken, diğer yandan yüz binlerin grevinin kazanımla bitmesi için Türk-İş başta olmak üzere tüm sendika yönetimlerinin şu an bulundukları noktadan geri düşmelerini önleyecek taktik yaklaşımları geliştirme görevini koyuyor. Çünkü yenilgi olursa bu sendika bürokrasisinin değil sınıfın yenilgisi olacaktır. Yenilgi TİS yenilgisinin kapsamının çok ötesinde sonuçlara yol açacaktır. Sınıfın bugüne kadar bedeller ödeyerek kazandığı ve savuna-geldiği tüm mevzileri tam bir dağılmayla yüz yüze gelecektir.
Sendika bürokrasisine karşı mücadeleye gelince; kuşku yoktur ki, verili koşullara göre değişkenlik arz edecektir. Sınıfın, okun sivri ucunu uluslararası sermaye ve onun yerli işbirlikçilerine yönelttiği günümüzde, bürokrasinin teşhiri ancak sınıfın varolan taleplerine yenilerinin eklendiği bir zemin üzerinden gerçekleşebilir. Birçok sendika yönetiminin, hükümet üyesi bakanlara başvurarak grevleri ertelemelerini talep ettiğini bilmeyen yok. Örneğin TEKSİF Sendikası, greve çıkmayarak otomatikman YHK’nın yolunu açmış bulunuyor. İstanbul İl Grev Komitesi’nin kararlarının uygulanmasını engellemek için her tür manevra yapılıyor. Görünüşte grevlere neden olan uyuşmazlık konularıyla mücadele zeminini sınırlamak, sendika bürokrasisinin sınıf içindeki temellerini güçlendireceği gibi, hareketin yenilgisine davetiye çıkarmakla eş anlamlıdır da. Bu durumda, talepleri, ekonomik hak ve siyasi özgürlük taleplerine, siyasi demokrasinin kazanılmasına kadar genişletmek gerekir. Sınıfın tümünün talepleri olan bu taleplere sendika bürokrasisi karşı çıktığı veya uzaklaştığı oranda sınıftan açık düşecektir. Daha şimdiden birçok sendikacının bu gibi taleplerden etkilenerek sınıfa yakınlaştığı bir gerçekliktir. Diğer yandan ezilen sınıf ve kesimleri ancak böyle bir zeminde harekete geçirmek mümkün olabilecektir. Bugün ve gelecekte grevlerin şu ya da bu sonuçla bittiği koşullarda, işçi hareketinden açık düşmemenin bir başka yolu yoktur. Sınıf içinde devrimci otorite olmanın yolunun böylesi bir yaklaşımdan geçtiğini söylemek dahi gereksizdir. Otorite sorununu sınıf içinde çözecek olan, şüphesiz, sınıfın bağrında örgütlenen ve sınıfa içeriden seslenecek olan sınıfın açık politik örgütü olacaktır.
İşçi sınıfının; hareketi ve eylemi içinde ortaya çıkardığı; sendikalar birliği, şubeler platformu vb. örgütler, hareketin ihtiyaç duyduğu anlarda tam olmasa da devrimci bir otorite olarak önemli rol oynamışlardır. Bu oluşumların göreceli olarak hareket içinde geri düşmesinde küçük burjuva örgütlerin yarattığı tahribatın önemli bir payı vardır. Geçmişte şubeler platformuna “sol”dan yapılan eleştirilerin haksızlığı 700 bin kamu işçisinin TİS sürecinde açığa çıkmış bulunuyor. Yeniden ayağa dikilme sürecinde; küçük burjuva anlayışların işçi sınıfının devrimci platformunu deforme etmesinin önü alınmadan, şubeler platformunun eski pozisyonunu alması kolay olmayacaktır. Diğer taraftan, şubeler platformu ve sendikalar birliği türünden oluşumların birikim ve deneyleri, işçi hareketinin açık politik örgütlenmesinde yararlanılması gereken kazanımlardır.
“TANSU AMERİKAYA”DAN “TANSU KAÇMASIN”A İŞÇİ HAREKETİNDEKİ DEĞİŞİM
Grevlerin işçi hareketinde geçmişe göre bazı değişimlere işaret ettiğine yazımızın girişinde değinmiştik. Değişimi en çok da grev ve gösterilerde atılan sloganlarda gözlemek mümkün. Örnek olarak; gümrük kapıları kastedilerek söylenen “Kapıları kapatın Tansu kaçmasın” ve “Hükümeti yıktık sıra IMF’de/Mecliste” sloganları verilebilir.
Bir dönem önce “Hükümet istifa Tansu Amerika’ya” sloganı, sorunun işçilerce bir hükümet sorunu olarak kavrandığını gösteriyordu. Dahası hükümetin istifasıyla ufkunu sınırlı tutan işçi sınıfı, hesap sormanın uzağında duruyor edilgen bir tutumu benimsiyordu. Bugün ise hükümetin yıkıldığı koşullarda geçen her gün asıl muhataplarının hükümet değil devlet olduğunu ve onun da emperyalistlerin doğrudan yönlendirmesi altında bulunduğunu görmeye başlıyor. Artık hedefini -istifa ettirmek bir yana- hükümeti yıkmakla da sınırlamıyor; IMF’nin şahsında uluslararası sermaye cephesini de hedefine koyuyor. Denebilir ki, uluslararası sermaye cephesini hedefine alan bir mücadele yürütmeden, kendi kurtuluşunun gerçek anlamda mümkün olmadığını Türkiye işçi sınıfı tarihi boyunca en derinden bu süreçte kavramaya başlıyor. Bu kavrayış, öfkesini artırıyor ve bir dönem önce Amerika’ya göndermek istediği Tansu’yu bu defa işbirlikçiliğinden dolayı cezalandırmak istiyor. “Kapıları kapatın” diyerek Tansu’yu elinden kaçırmak istemiyor. Yine işçi sınıfı ilk defa eskiden derdini anlatmak, sorunlarına çözüm bulunmasını istemek için gitmek istediği Meclise, bu defa yıkmak için gitmek istiyor. Hâkim sınıfların içinde bulunduğu politik güçsüzlük, sınıfa saldırıyı dolaysız hale getiriyor. Cumhurbaşkanı’ndan, MGK’ya, işveren örgütlerine tüm sermaye temsilcileri, grevcilerin ülke güvenliğini bozduğunu ileri sürüp, grevlerin ertelenmesi yönünde kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Grevleri güvenlik gerekçesiyle erteleme tehditleri, “kimin güvenliği?” sorusunun sorulmasına ve buna bağlı olarak devletin gerçek yüzünün işçiler nezdinde örtülenemez hale gelmesine neden oluyor. Kısacası neresinden alınırsa alınsın işçi sınıfı kendi gücünün büyüklüğünün ayırtına bu düzeyde ilk defa varıyor. Hedefine sermayeyi, devleti ve emperyalizmi koyduğu, sorunu iktidar sorunu olarak kavradığı ölçüde, bağımsız bir sınıf olma bilinci gelişiyor. On yılların kazandıramadığı siyasallaşmayı, denebilir ki grevde geçen on gün işçi sınıfının tüm hücrelerine şırınga ediyor.
HAREKETİN İHTİYACI: AÇIK POLİTİK ÖRGÜTLENME
TİS görüşmeleri ve grev sürecinde işçi sınıfı, partisizliğinin yoksunluğunu yaşadı. Sınıfa içeriden seslenen ve yol gösteren devrimci bir otoritenin eksikliği bir bakıma bu süreçte Türk-İş bürokrasisini işçi hareketindeki tek “otorite” konumuna getiren en başat olgudur. Türk-İş yönetiminin her gün (DYP hariç) bir partinin liderini misafir edip, düzen partilerinden kopan işçi ve emekçileri yeniden düzene bağlama çabalan; işçi sınıfının açıktan politik örgütlenmesine olan ihtiyacı göstermesi bakımından başlı başına bir ölçü veriyor. Her ne kadar, Türk-İş yönetiminin zor bir dönemde burjuva cephede gedikler açmayı amaçladığı ve bu yüzden böyle hareket ettiği öne sürülse de; ilk bakışta belli oranda haklılık payı verilebilecek bu düşünceye, işçi sınıfının verili bilinç ve örgütlülük koşulları dikkate alındığında katılmak mümkün değildir.
İşçiler TİS süreci boyunca ve hele grevler sırasında kendi deneyleriyle, burjuva düzen partilerinin içyüzünü ve kimin hizmetinde olduklarını çok somut gördüler. Bu nedenledir ki; miting ve gösterilerde düzen partileri aleyhine sloganlar attılar. Burjuva düzen partilerinin, grevleri kullanarak işçileri avlamaya yönelik girişimlerinin bu sefer geri tepmesi ise sıradan bir olay olarak yorumlanamaz. Bu durum, bir yanıyla burjuva düzen partilerinin sınıf içindeki dayanaklarının çözüldüğünü gösterirken diğer yanıyla, işçi sınıfının kendisini politik bir hareket olarak örgütlemede tarihinin en büyük fırsatını yakaladığını gösteriyor. Çok açıktır ki; bu olgunun üzerinden atlanarak sınıf içinde devrimci politika yapmanın imkanı kalmamıştır. Aksini iddia eden kendisini aldatır.
Ne var ki, hareketin ortaya çıkardığı bu imkânların, ila nihaye kalıcı olmadığını da görmek ve ona uygun bir politik çalışmayı emekçi yığınlar içinde örgütlemek gerekir. Açıktan politik bir hareket olarak örgütlenmenin zorunluluğunun her geçen gün daha fazla sayıda işçi ve emekçi tarafından bilince çıkarıldığı, grev ve direnişlerin, bir işçi kitle partisine yataklık ettiği bir zaman diliminde, bir başka platformu sınıfın gündemine taşıma çabaları, niyet ne kadar iyi olursa olsun, kişiyi sınıf hareketi karşısında gerici bir konuma düşürecektir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse:
700 bin kamu işçisinin TİS’lerindeki anlaşmazlıktan doğan yüz binlerin grevi, gelinen aşamada, TİS kapsamının çok ötesine geçmiş, uluslararası sermaye cephesi ve onun yerli uzantılarıyla Türkiye işçi sınıfı arasında açıktan bir çatışmaya dönüşmüştür. Divriği, Taşucu ve Zonguldak’ta gerçekleşenler, genel grev ve genel bir direnişin somut temellerini ortaya çıkardı. Gelişmelerin ezilenlerin hareketini bu yönde kışkırttığını görmek ve hazırlıkları buna uygun hale getirmek bir görev olarak, öncü işçinin, dürüst sendikacının ve komünistlerin önünde duruyor. Dar grup çıkarları mı, sınıfın çıkarları mı öndedir sorusu, gerçek cevabını grev ateşleri içinde bulacak. Küçük burjuva örgüt ve devrim pratiği aşıldığı, proleter sosyalizme sarılındığı ölçüde başarının önüne hiçbir şey set çekemeyecektir.
Devam eden ve sınıf hareketine paha biçilmez katkılar sunan grevlere ilişkin daha somut değerlendirmeler şüphesiz ileriki günlerde yapılacaktır. Bu yazı, grevlerin devam ettiği, grev ertelemelerinin “Demoklesin kılıcı” gibi işçi sınıfının başında sallandırıldığı, Milli Güvenlik Kurulu’nun grevcilere tehditler savurduğu bir zamanda kaleme alınmıştır. Bu nedenle, okur yazıya ilişkin değerlendirmelerinde bu olguyu göz önünde bulundurmalıdır.
Ekim-Kasım 1995