Gezegenimiz uzunca bir dönemdir gericilik yıllarım yaşıyor. Proletarya hareketi, ’50’lerin sonundan başlayarak ’60’lı yıllardan bu yana “yenilgi öğretmen”in eğitiminden geçiyor. Ancak bu eğitim de, yeni yeni gerçek bir eğitime dönüşmeye başladı.
Söz konusu dönemin öncesinde köklerini bulan özel gelişme koşullarıyla Vietnam Devrimi’ni ve onun gerçekten olağanüstü direnme ve savaşma gücüyle yaydığı ABD ve Avrupa’ya kadar ulaşan devrimci dalgalanmayı görmezlikten gelemeyiz kuşkusuz. Üstelik bu dalganın, ’59 Küba Devrimi’nin, başlıca Che’de sembolleşen şövalyelik ruhuyla yeniden canlandırdığı küçük burjuva ihtilalciliğinin tarihsel köklerine sahip Latin Amerika’nın devrimci kabarışıyla birleştiğini,” tüm bu devrimci ilerleyişin sömürgeciliğe karşı Afrika halklarının isyanını teşvik ettiğini, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de etkilerini işçi sınıfına kadar ileten ama daha çok gençliğin ’68 başkaldırısıyla çakıştığını unutamayız.
Bütün bunlar, yenilginin aniden ve tüm hışmıyla gelmediğini ve gericiliğin karanlığının olanca koyuluğuyla hiçbir karşı koyuş olmadan ve tam ve kesin bir zaferle yaşanmadığını göstermektedir.
Kapitalizm, artık köklü gelişme dinamiklerini yitirmiştir ve üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olarak dikilen çürüme ve can çekişme koşullarını yaşamaktadır. Kapitalizm, artık geçen yüzyılın görece kalıcı gericilik zaferlerine olanak sağlayan, sosyalizm için olgunlaşmamış kapitalizmi değildir. Genişlemeye elverişli bir temeli bulunmamaktadır; kapitalist bir temel üzerinde 1848 ve 1871 sonrasının hala gerçekleşmekte olan iktisadi devrim olanakları yoktur. 20. yüzyılda sağlanabilen, gerçek bir iktisadi gelişme değil, keskinleşen yıkıcı gelişmeler ve çürümedir. Bunun yanı sıra, Lenin’in belirttiği çürüme ve üretici güçlerin gelişmesini engellemeyle birlikte, gelişmenin mümkün kıldığı demagoji ve kafa karıştırıcılıktır. Gerçek olan; engelleme, çürüme, çelişmelerin had safhada keskinleşmesi ve sosyalizm için olgun oluştur. Yine bir gerçek olan, bilim ve teknikteki ilerlemelere “devrim” adı takılarak, başta sosyalizmin kurtuluş yolu olmadığının “kanıtlanmasıyla” bir dizi başka gerekçe ile birlikte, kapitalizmin hala genişleyen bir temele sahip olduğunun, geleceğin kapitalizmde olduğunun şarlatanca bir demagojiyle ilan edilmiş olmasıdır. Bunu olanaklı kılan, en başta Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov silsilesiyle modern revizyonizmin, çelişmeli görünümlerine rağmen onunla birleşen Euro-Komünist, Maocu vb. sapkınlıkların sosyalizm olarak revizyonizmi sunmalarının ardından çöküşleri ve yarattıkları saptırıcı gericiliğin kapitalist emperyalizme sağladığı devasa olanaklardır.
Ama her şeye rağmen, Vietnam etrafında bütün bir Güneydoğu Asya’nın ayağa kalkışı, Afrika, L. Amerika’daki devrimci kabarış ve Avrupa’yı etkileyen başkaldırı, dünyanın çehresini güzelleştiren bir rol oynamış ve 70’Ierin ortalarına kadar uzanmıştır. Latin Amerika’da devrimci eylem daha sonra da devam etti. Mollaların yönetimine girmekle birlikte İran devrimi 70’Ierin sonunda gerçekleşti. Afrika’da bağımsızlıklar elde edildi. Son örnek, ’90’a doğru gerçekleşen Etiyopya Devrimi’dir.
Olaylar göstermektedir ki, gericiliğin olanaklarının en genişlediği dönemde bile artık yatışma sağlanamamakta; yenilgi, tam ve kesin, örneğin 1848-71 ya da 1871-1905 dönemlerinde olduğu gibi görece kalıcı ve uzun süreyi kapsayan bir yenilgi olmamaktadır. Olanakları ne denli genişlese de gericiliğin üzerinde yükseldiği kapitalist emperyalist temel, bitmez tükenmezcesine patlayıcı madde stoklan oluşmasına ve irili ufaklı infilaklara kaçınılmazcasına yol açmaktadır.
MODERN REVİZYONİZMİN DÜZLEDİĞİ YOLDA…
Burjuva ve küçük burjuva sosyalistlerinin de katkılarıyla revizyonizmin, kötü de olsa bir sosyalizm türü ve bir umut olarak sunulduğu dönem; Sovyetler Birliği ve diğerlerinin dağılmasıyla bir takım moral bozukluklarını da beraberinde getirerek kapandı. Emperyalizm, sonuna kadar kullandığı revizyonizmin kendisine sağladığı olanakları, çöküş ile birlikte, başta medya olmak üzere tüm kuruluşlarında en iyi şekilde değerlendirdi: “Sosyalizm ölmüştü”! Bu umutsuzluk yayıcı “ölüm” propagandası 3-5 yıldır durgunluğu artırıcı ve gericiliği koyulaştırıp güçlendirici bir rol oynadı. Kendilerine yıllardır sosyalist olarak gösterilen Sovyetler Birliği ve diğerlerinin, bu propagandayı yapanlarla birlikte çökmesinin, emekçi kitlelerde moral bozucu bir etki yapmaması düşünülemezdi. Ama en büyük etki, çeşitli ülkelerdeki revizyonist ve oportünist, burjuva ve küçük burjuva sosyalist grup ve çevrelerde görüldü. Yıllardır Sovyet revizyonizmini doğrudan ya da az çok kötü bularak savunmuş revizyonist ya da “orta yolcu” gruplar tam bir teorik ve siyasal sefalet içine yuvarlandılar. Alman revizyonist partisi gibi kimileri iflaslarını kesin bir şekilde kabullendi ve örgütlerini feshetti. Türkiye’de Devrimci Yol gibi bazıları, tam iflaslarını kabullenmeye dilleri varmasa da, benzer bir durumu yaşıyorlar. Çoğunluk sosyal demokratlaştı ya da bu eğilimi gösteriyor. En dayanıklıları, Çin ve Kore gibi partilerle yakınlık kurmaya yöneldiler. Bir başka “dayanıklı” çıkan ise, Marksist teoriden en az etkilenmiş ve aslında teoriye en uzak eylemciliği yücelten anarşizan gruplar oldu. Genel olan, burjuvaziye dolaysızca yakınlaşma, moralsizlik ve eylemsizlik
Marksizm, teorik zaferini, uzun bir teorik mücadelenin yanı sıra, bu zaferi gözler önüne serip reddedilemez kılan doğrulayıcı uzun bir devrimci pratik eylem içinde sağlamıştı.
1871 Marx öncesi sosyalizmin ölümünü ilan etti. Ardından uzun “barışçıl” gelişme dönemi içinde tamamen Marx’in teorisine dayanarak örgütlenen sosyalist partilerin sağladığı ilerleme Marksizm’in zaferini perçinledi. Ve “tarihin diyalektiği öyleydi ki, Marksizm’in teorik zaferi onun düşmanlarını, Marksist kılığına bürünmeye zorladı. İçten çürüyen liberalizm, kendini, sosyalist oportünizm biçiminde canlandırma yolunu denedi.”(1) Marks öncesi sosyalizm, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi, yenilgisi sonrasında, Bernstein ile başlayarak, başlıca revizyonizm biçimine büründü; “Artık savaşımı kendi bağımsız tabanı üzerinde yürütmüyor, Marksizm’in genel tabanı üzerinde, revizyonizm olarak yürütüyor”du. (2)
Ama sonunda revizyonizm, sosyalizmin anayurdunda, Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkıp Bolşevik Partisi’ni bozarak ona damgasını vurduktan sonra, sosyalizme mal edilen kaçınılmaz çöküşünü yaşayınca, geçici de olsa, farklı bir durum oluştu. Modern revizyonizmin düzlediği yolda Marksizm’in üstünlüğü ve geçerliliği tartışılır oldu. Emperyalist burjuvazinin “öldü” propagandasından güç ve cesaret alarak, revizyonizm yolundan yürüyenler, revizyonizm, yeterince kitlelerin gözünden düşüren gelişmelere de bağlı olarak açıktan sosyal demokratlıklarını ilan ederek tìberalizme geri döndüler. Eski sosyalist ülkelerdeki bir dizi eski iktidar partileri buna örnektir (Bunlardan bazıları hala iktidardadır. İtalyan Partisi gibi). Diğer bir kısım grup ve parti ise, oluşan durum yine kendilerini cesaretlendirse de, daha çok umutsuzluk ve kafa karışıklığından, yan samimiyetle savuna-geldikleri görüşlerinin çöküp savunulamaz hale gelmesinde ifadesini bulan teorik iflastan sonucu anarşizan “doğrudan demokrasicilik” ağırlığıyla ve adını anmadan sosyal demokrasiye doğru sürüklendiler. Daha çok, Proudhon’a geri döner gibiydiler. Birinciler zaten devrim istemiyorlardı, ikinciler ise az çok var olan devrimci umutlarını yitirmişlerdi. Modern revizyonizm ortaya çıktığından beri ona karşı güçlü ve sonuç alıcı bir cephe açamayan ve revizyonist yozlaştırıcılığın üstesinden gelmeye güç yetiremeyen Marksist grup ve partiler ise, tek tek ülkelerde bir dizi farklılık taşımakla birlikte küçük, görece etkisiz, olayların akışını etkilemeyen partiler olarak varlıklarını sürdürdüler. Marksizm’in temel ilke ve öğretilerini savunmaya devam ettiler, ancak emperyalizme -ve revizyonizme- karşı güçlü bir teorik ve siyasal saldırıya geçebilmelerine elverişli mücadele platformları oluşturamadılar. Başlıca buradan kaynaklanarak kitleleri kucaklayamadılar, kitleselleşip büyüyemediler.
Emperyalizm, uluslararası burjuvazi, şimdi hala sosyalizm diyenleri, bunca “gerçekleri” görmeyen “çağdışı kalmışlar” olarak gösteriyor. Bunca yenilgi ve “ölüm”den sonra hala mı? İşlenen tema budur. Ve üstelik bu, hemen tüm “akıllanmış”, yani iflas halindeki burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin genel kanısı durumundadır. Vardıkları sonuç şudur: En azından bir süre devrime gerek yoktur. Şimdi “akıllı”, yani liberal, reformcu davranmak gerek. Kapitalizm galip geldi, üstelik öngörülenin tersine yaşıyor ve “sosyalizm çöktü”. Daha ileri gidenler, proletaryanın yok olduğunu, artık “çalışanlar” bulunduğunu ve kapitalizmin “bilimsel-teknik devrim” aracılığıyla ve de-proletarizasyona yol açarak geleceği yakaladığını ileri sürüyorlar. Bunlar, en başta Ekim Devrimi’nin yolundan geri döndürülmesi kaynaklı olarak söylenmektedir.
Evet, proletarya ve sosyalizm, tarihindeki en büyük yenilgiyi almıştır. Ama bundan, devrimciler ve liberaller, burjuva ve küçük burjuva sosyalistleri iki farklı sonuç çıkarırlar. Küçük burjuva sosyalizminin, temsil ettiği dağılmakta olan sınıfın umutsuzluğunu teorize eden parlayıp sönmelerin anarşizan türü bir yana, proleter sosyalizmi dışındakilerin çıkardıkları sonuç yukarıdaki gibidir: “gelişmekte olan” kapitalizmden koparılacak bir takım reformlarla yetineceklerdir. Proleter sosyalizmi ise, devrimde ısrar eder. Bilir ki, emperyalist kapitalizmin ekonomik ve siyasal koşullarında keskinleşen çelişmeler, çatışmalar, sıçramalı gelişmeler, yani devrimler kaçınılmazdır. Burjuvazi ile proletaryanın kutuplaşmasını giderek daha da artırmadan edemeyecek olan emperyalizm, üstelik proletarya dışındaki ezilenlerin yağmalanmasını derinleştirerek geniş yığınları, ezilen halkları ve sömürge ulusları yeniden ve yeniden kendisine karşı isyana sürükler, uyandırır ve devrimcileştirir.
Sonradan yenilse de Vietnam Devrimi kesin bir kanıttır. Dişinden tırnağına silahlı Amerikalı emperyalistler karşısında askeri ve siyasal bir zafer kazanmıştır Vietnam halkı. Gerekçesi, bugüne kadar “gelişkin” olmasa bile, 1905 yenilgisi ardından devrimde ısrar eden Lenin de benzer bir suçlamaya muhatap olmuştur. Yanıtı şudur:
“… Tasfiyecilerin Golos’unun yazarları şöyle bağırıyorlardı: ‘Bunlar (yani RSDİP) bir kez yenildikleri kapıyı yeniden zorlamak istiyorlar.’ Devrime doğru yeniden zorlamak, değişen durmadan yorulmadan çalışmak, devrimci düşünceyi yaymak ve işçi sınıfının güçlerini onun için hazırlamak – reformcuların görüşüne göre bu RSDİP’in başlıca suçudur, devrimci proletaryanın günahı işte budur. Niçin ‘bir kez yenildikleri kapıyı yeniden zorlamalı’- döneklerin, herhangi bir yenilgiden sonra yüreksizleşmiş kimselerin aklı böyle işler.
Ama Rusya’dan daha eski ve daha ‘deneyimli’ ülkelerde, devrimci proletarya iki, üç ve dört kez ‘bir kez yenildiği bir kapıyı zorlamak’ yeteneğini göstermiştir; Fransa’da, en ağır yenilgilerden sonra, tekrar tekrar başkaldırarak ve şimdi artık son düşmanı olan gelişmiş burjuvazi ile yüz yüze kaldığı bir cumhuriyetin kurulması işini başararak, 1789 ve 1871 arasında dört devrim gerçekleştirmiştir…
Sosyalistler ile liberaller, ya da burjuvazinin savunucuları arasındaki ayrım budur. Sosyalistler, devrimin kaçınılmazlığını ve proletaryanın, yeni bir devrimci savaşımı hazırlamak, daha gelişmiş bir halkla birlikte, daha geniş bir alanda devrimi yinelemek için, toplumdaki tüm çelişkilerden, düşmanlarının ya da orta sınıfların her türlü zayıflığından yararlanması gerektiğini öğretirler. Burjuvazi ve liberaller, devrimlerin zorunlu olmadığını, hatta işçilere zararlı olduğunu, devrimin kapılarını ‘zorlamamaları’ gerektiğini, uslu küçük çocuklar gibi, reformlar için uysalca çalışmaları gerektiğini öğretirler.”(3)
Lenin’e yönelen suçlamanın gerekçesi, burjuva demokratik dönüşümün herhangi bir devrim olmadan da tamamlanabildiği ve bu “tepeden devrim” yolunun, işçileri ve halkı işe karıştırmayarak izlenmesine olanak tanınmasının “akılcı” olacağı idi. Şimdi de çok farklı bir gerekçe ile karşı karşıya değiliz: Kapitalizm “bilimsel teknik devrim” vb. yollarla kendisini yenilemektedir!
SOSYALİZMİ DAVET EDEN TEDAVİ EDİLEMEZ ÇELİŞMELER
Peki, ama şu sömürülen ve ezilen yığınlar, proleterler, geniş küçük burjuva katmanlar, gençlik yığınları, ezilen ve sömürge halklar neden hareketsiz kalmıyorlar? Neden Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri de içinde olmak üzere çok sayıda ülkede işçi sınıfı içinde hoşnutsuzluk birikmekte ve bu, grevlere, gösterilere dönüşmektedir? Neden gençlik, küçük üreticiler içinde bulundukları durumu benimsemediklerini eylemli olarak ortaya koymaktadırlar? Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gerici milliyetçi bir içerikle patlak verenler bir yana, neden Etiyopya’dan Somali’ye, Peru’ya bir dizi isyan gelişiyor?
Kısa bir panorama. Başlıca Avrupa’dan. ABD ve Japonya ile birlikte dünya kapitalizminin kalesi sayılan Avrupa’dan:
Almanya’da başlıca çelik ve kömür işçilerinin grev ve yürüyüşleri. 70 bin demir-çelik işçisi Bonn’a yürüdü. Nisan ’93. Neden: İşçi çıkarımı planları.
Fransa’da olağanüstü hareketlilik. Gençlik ’93 Kasım’ından başlayarak uzun süreli eylemde. Öğretim üyeleri ve velilerin katıldıkları boykot ve gösterilere katılım yüzde 80 dolayında. Hava ve demiryolu işçileri grevde. Kapatılma kararı alınan maden işçileri sokağa döküldü. Çıkarıma gideceği açıklanan Chausson işçileri Kuzey Garı’nı işgal etti.
’93 sonunda Belçika’da genel grev neredeyse bir haftaya yayıldı.
’92’de emekçilerin sokağa döküldüğü Yunanistan ’93’te de durulmadı. Genel grev ve meclis önünde gösteriler. Öğrenciler birçok, fakülteyi işgal etti. İspanya’da ’94’te kamu çalışanlarının ücretlerinin dondurulacağı açıklamaları, ülkenin 50’ye yakın kentinde toplam 1 milyon katılımlı gösterilere neden oldu. Madrid’de yüz binlerce emekçi sokaktaydı.
Rusya sürekli grevlerle sarsıldı. Polonya’da, bakır madeni, Silezya Kömür işçileri ve Tychy oto işçileri greve çıkarken iflas tehdidiyle karşı karşıya kalan binlerce köylü Varşova kapılarına dayandı.
Meksika’da Volkswagen, petrol ve tekstil işçileri geçen yıl greve çıkarken, Zapatist köylüler ayaklandı.
Bahar ve yaz eylemlerinin ardından grev tehdidiyle sürekli sokağa çıkan Türkiye proletaryası genel grev hazırlığında. Memurlar sık sık sokağa dökülüyor.
Onca yıl yatıştırılmış halde tutulan ve en çok zaman zaman barışçıl grevlere çıkan ama son yıllarda çoğu grevinde polisle çatışmaya girişen ve işgallere yönelen Avrupa proletaryasına ne oluyor? Sokaklara dökülen binlerce, milyonlarca işçi ve emekçi, çok sayıda genç, kapitalizmin, o zorunlu olarak devrimlere yol açan ve sosyalizmi davet eden tedavi edilmez çelişmeleri ve üzerine kurulu olduğu kutuplaşmayı işaret etmiyor mu? Devrim, en başta, proletarya ve emekçi kitlelerin bu hoşnutsuzluk ve eylemlerinin güç ve hız verdiği bir alt üst oluştan başka nedir ki? Yaşamın gerçeği devrimin temel dayanaklarının harekete geldiğini göstermektedir. Devrimin olanakları giderek artmaktadır.
Başta Avrupa proletaryası olmak üzere dünya proletaryasının, ekonomik karakterli olmakla birlikte burjuvaziden bağımsız ve kapitalist sistemden duyduğu hoşnutsuzluğu açığa vurmak üzere eylemlere yönelmesi kuşkusuz önemlidir. Bunun çeşitli açıklamaları yapılmaya çalışılabilir, ama hiçbiri, işçi sınıfının kapitalizm koşullarında yaşamaktan memnun olduğunu kanıtlayacak güçte olamaz. Üstelik 10 bin Alman köylüsünün Hollanda sınırını kapatması, Polonya köylülerinin Varşova’ya yürümesi ve Meksika köylülerinin isyanının gösterdiği gibi, köylüler de kapitalizmden hoşnut değillerdir. Ve dünya ulusal çatışmaların girdabındadır.
Emperyalist kapitalizm, işçileri ve yağmaladığı köylüleri kendisine karşı eyleme sevk etmekte; yine yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koyduğu ezilen ulusları ayaklanmaya teşvik etmektedir. Emperyalist kapitalizmin ulusal hareketler açısından şimdilik bir şansı, sürükleyici proletaryanın bağımsız siyasal hareketinin zayıflığı koşullarında komşu ulusları birbirine düşürerek hedef saptırmayı başarabilmesidir. Bunu diğer devrimci dinamiklerin hareketi açısından gerçekleştirme şansı var mıdır? En iyi, kendisi için en olumlu koşullarda başarabildiği bugünkü durumdur. Olanca sosyalizm karşıtı propagandaya ve yaratılan kafa karışıklığına karşın işçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik karakterli eylemlerinin önü alınamamaktadır. Sorun, bu sınırlar içinde tutulup tutulamayacağındadır. Proletarya, hak talepleriyle yetinecek ve eninde sonunda burjuva işçi politikası izleme durumunda mı kalacaktır; ötesine mi geçecektir? Kapitalist sistem, işçi ve emekçi eylemlerini emecek ve düzene bağlayacak olanaklara sahip mi? Sorunun yanıtı iki yönlüdür.
Kapitalizm, bugünkü durumda göreli bir canlandırma ve refaha yönelebilme potansiyeli taşıyor mu, yoksa devrimin olanaklarını artırıp objektif temelini genişletip derinleştirmek üzere bir bunalım girdabında mı? İlk önce yanıtlanması gereken soru budur.
PROLETARYA PARTİLERİNE DÜŞEN
Başlıca büyük kapitalist devletlerin ekonomik ve siyasal durumlarının gelişmesi, bu ülkelerin bir süredir içine yuvarlandıkları bunalımın gelişmekte olduğunu göstermektedir. Kapitalizmi, bir sonrakinin değil ama bu bunalımın iyice pençesine alacağı ve çöküşe götüreceğini kimse iddia edemez. Bir devrimin hangi vesileyle, nasıl ve ne zaman patlak vereceğini de kimse bilemez. Ama görünen odur ki, devrimlerin olmazsa olmaz koşulu kapitalist bunalım, gelişip derinleşmektedir. Proletarya partilerine düşen, kapitalizmin bunalımı ve tüm çelişmelerinden yararlanarak, Lenin’in dediği gibi devrimi hazırlamaktır. “Devrimin ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği, belli bir sınıfın isteğine bağlı değildir; ama yığınlar içinde yürütülen devrimci çalışma hiçbir zaman boşa gitmez”(4) Devrimci propagandanın başarıyla geliştirilmesi ve devrimci örgütlenmeler için koşulların elverişli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ve eylemli binlerce, milyonlarca işçinin varlığı, devrimci çalışma ve örgütlenmeyi cesaretlendirip hızlandıran kesin bir faktördür.
ABD’nin büyük bölümüyle hantallaşmış teknik temele dayalı ekonomisi uzun süredir tehlike işaretleri vermektedir. Dış ticaret ve bütçe açığının yanı sıra işsizlik oranının da tırmanışta olduğu ve bu gidişin bir türlü giderilemediği ABD’de Reagan’dan sonra Clinton da tasarruf önlemlerine yönelmiş bulunuyor. Vergiler yükseltildi, sosyal haklarda büyük kısıntılara gidiliyor, kamu harcamaları da aşağı çekiliyor. 5 yıl içinde 500 milyar dolarlık tasarruf yapılacak. Yapılacak tasarruflar içinde en büyük kalemi sağlık harcamaları oluşturuyor. Sağlık hizmetlerinin büyük ölçüde paralı olduğu ABD’de bu, emekçiler için büyük bir hoşnutsuzluk kaynağı oluşturacak. İşçiler için, yemek yardımı kısılıyor: Kısıtlamalar ve yükselen vergilerden orta sınıf dâhil tüm aşağı tabakalar etkileniyor. Bir başka etkilenecek olan da, uydu ülkelerdeki Amerikan uşakları. ABD dış yardımlarda da kesintilere gidiyor çünkü. İlginçlik bu ülkede bir de Keynes’çilik yeniden tartışılıyor.
Japonya, doludizgin gelişmenin sonunda tıkandı. Dış satım üzerine kurulu ekonomi, bu alandaki gerileme üzerine zor durumda. İşsizlik hızla arttı. Yatırımlar neredeyse durdu. İflaslar ciddi boyutlara ulaştı ve Japonya siyasal krizden henüz çıkmış değil. Ülke yolsuzluklar ve rüşvet batağında bakan değiştiriyor. Ama açık ki, Japonya zor günler yaşıyor. En önemlisi, Japon sermayesi son yıllara kadar çok güvendiği, geleneksel bağlılığıyla “işletmesi”ni sahiplenen Japon işçisini bulamıyor karşısında. Çünkü birçok işletme kapanırken işçilerine yol vermiş durumda.
Almanya, Fransa, İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkeleri hiç de daha iyi durumda değiller. Ekonomik kriz, durgunluk Avrupa’yı kasıp kavurmaya başladı. İflaslar artıyor. Örneğin İngiltere’de ’93’te 27 bin küçük ve orta büyüklükte işletme iflas etti. Diğerlerinde durum daha iyi değil. Kömür madenlerinde kapatmaya giden İngiltere’den sonra Fransa’da da madenlerin kapatılması kararlaştırıldı. Almanya ve Fransa’da en büyükleri dâhil tekeller küçülmeye ve işten çıkarımlara yöneldiler. Çelik, maden, silah sanayi, hava ve demiryolu, otomotiv işçilerini ilgilendiren işçi çıkarımı kararları tepkilere yol açarak yayılıyor, İngiltere’de işsiz sayısı 3,5 milyonu bulurken Fransa’da aktif nüfusun yüzde 10,5’ini oluşturan 3 milyon işsize ulaşıldı. Her üç ülkenin aldığı kamu harcamaları kısma kararları, çerçevesinde sağlık, eğitim vb. gibi alanlarda kesintilere gidilirken, başta Almanya olmak üzere işçilerin sosyal haklarında doğrudan indirimlere gidiliyor. Belçika, İspanya ve diğer Avrupa ülkeleri büyüklerin yolundan gidiyorlar. Kapitalizmin “refah” ülkesi, sosyal demokrasinin kalesi İsveç’te hükümet muhafazakârlara geçerek el değiştirdi. İşsizlik oranı yüzde 12’yi bulurken, bütçe açığı ve devlet borçları 1 trilyon krona ulaştı. Banka faizleri, spekülatörleri zevklendirerek yükselirken, iflaslar, büyük şirketleri kapsayarak arttı. İsveç’e “ün” kazandıran sosyal haklar ve yardım fonları aşırı budandı; neredeyse tümden ortadan kaldırıldı ve reel ücretlerde ciddi gerilemeler görüldü.
Piyasa ekonomisine geçerken tüm devlet sübvansiyonlarıyla sosyal haklardan vazgeçilen eski sosyalist ülkelerde, ekmek fiyatlarının bir hafta içinde arttığı Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi krizin yıkıcı sonuçları daha belirgin yaşandı. Bu ülkelerin sokakları işsiz, dilenci ve fahişeden geçilmiyor şimdilerde.
Kriz, kuşkusuz gelişmiş ve orta gelişmiş ülkeler proleterleri ve emekçilerini etkilemekle kalmadı. Geri ülkeler, ondan nasiplerini fazlasıyla aldılar, alıyorlar. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar bu ülkelere yüklendikçe yükleniyorlar. Geri ülkelerin dış borçları 1,5 trilyon dolara ulaşırken, buralarda yoksulluk ve açlık had safhaya ulaştı. Birleşmiş Milletler raporlarına göre, bu ülkelerin toplam 4 milyar nüfusunun kırsal alanda yaşayan 2,5 milyarının 1 milyarı mutlak yoksulluk sının altında bulunuyor. Ve bu tür bir yaşama mahkûm edilenlerin oranı son yirmi yıl içinde yüzde 40 artmış durumda. Afrika “açları”nın bir deri bir kemik görüntüleri ise utanmadan TV ekranlarından yansıtılıyor. Latin Amerika bir türlü yatışmak bilmiyor. Afrika için için mayalanıyor, bu mayalanma Somali ve Güney Afrika başta olmak üzere bir dizi ülkede kendini açığa vuruyor ve yatıştırılamıyor. Asya, başta Çin köylülüğü olmak üzere patlamaya adaydır. Şimdilik ve hızla piyasaya açılma koşullarında gerçekleştirilen ve olağanüstü diye tanımlanan ekonomik büyüme, yoksulların daha da yoksullaşması pahasına oluyor ve kaçınılmaz birikimlere yol açıyor. Sovyetler Birliği’nin önemli ölçüde aradan çekilmesinin geride bıraktığı pazarlar ve gelişen kriz koşullan, büyük emperyalist devletleri birbirine düşürmeden edemiyor. Başta ABD, Avrupa ve Japonya, kendi etraflarında paktlaşma benzeri gümrük birlikleri ve ekonomik birlikler oluşturuyorlar. Avrupa ve başta Almanya ve onu takip ederek Fransa “dünyanın tek hâkimi” ABD karşısında farklı siyasal ve hatta askeri açılımları olan tutumlar geliştiriyorlar. Bu, Slovenya ve Hırvatistan’da yaşandı. Almanya ve Fransa bir Avrupa ordusu kurmaya giriştiler. Almanya ve Japonya çoktan askeri örgütlenmelerini engelleyen anayasa maddelerini kaldırdılar. Rekabet ve çatışma, şimdilik başlıca ekonomik ve mali alanlarda gelişse de, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi siyasal unsurlar da taşımaktadır ve giderek nerelere varacağı meçhuldür. Bu tür emperyalistler arası çelişme ve çatışmaların, devrimin olanaklarını artıran bir diğer temel unsur olduğunu söylemek abartma olmaz. Ve zaten kriz, gericiler arası çatışmaları da geliştirerek gelişir.
Emperyalizmin yeni bir genel bunalımı olgunlaşmaktadır. Emperyalizm yeni bir genel bunalım döneminin eşiğindedir. Dikiş tutmayan “yeni dünya düzeni” bunun güçlü bir kanıtıdır.
Tekrar etmek gerekirse, hiç kimse bugünkü bunalımın mı yoksa yarınki ya da bir sonrakinin mi devrime yol açacağını ve devrimin hangi vesileyle kesin olarak nerede patlak vereceğini bilemez. Ancak, yaşanmakta olan türde ekonomik -ve siyasi alanı da kapsayan- bunalımların devrim için koşulları uygunlaştırdığını ve devrimci çalışmaya yeni olanaklar sunduğunu reddetmek için cahil olmak gerekir. Dünya, yeni bir devrim olanağıyla, devrim dalgasının yeni bir yükseliş olasılığıyla yüz yüzedir. Şimdiden ortaya çıkan belirtiler, başta Avrupa olmak üzere grevci işçi ve grev sayısındaki yükseliş eğilimi, artan gösteriler ve öznel durum ne olursa olsun bunların nesnel olarak kapitalist sistemi hedef almaları, bir devrimci durumun yakınlaşmakta olduğunun işaretidir. Emperyalistler ve uluslararası burjuvazinin “öldü-bitti” sözcükleri daha henüz havalarda uçuşurken, gözlerimizin önünde oluşmakta olan olanaklarıyla yeni bir devrimci durum olasılığı belirmektedir.
Devrimci durum nedir? Şu koşullarından söz etmek doğru olacaktır:
1) “Egemen sınıflar için, bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman”,
2) “Ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinimleri dayanılmaz duruma geldiği zaman ve alttaki sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri durumunda”, ve
3) “bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat üstteki sınıfların bağımsız bir tarihi eyleme sürüklemeleriyle, yığınların faaliyetinde oldukça büyük bir artış olduğu zaman” (5) devrimci durum var demektir.
Kuşkusuz bugün henüz böyle bir durumun varlığından değil, belirtilerinden hareketle, bu yönde bir gelişmeden söz edilebilir. Ve üstelik devrimci bir durumun devrime yol açabilmesi koşula bağlıdır. Nedir bu koşul? Örgütlü proletaryanın bilinç, örgütlülük, hazırlık ve emekçi yığınları peşinden sürükleme yeteneğinin, kitlelerle kurduğu sağlam bağların yeterli düzeyde olması. Ancak bu durumda, proletarya yıkıcı yığın eylemi yürütmeye güç yetirebilecektir.
Lenin şöyle yazmaktadır:
“Böyle bir durum Rusya’da 1905’te var olduğu gibi, Batı’da bütün devrimci dönemlerde vardı; aynı durum geçen yüzyılın altmışlarında Almanya’da, 1859-1861 ve 1879-1880’de Rusya’da var olduğu halde bu sıralarda hiçbir devrim olmadı. Peki, niçin böyle oldu? Çünkü her devrim durumu, bir devrime yol açmaz; bir devrim, ancak yukarıda sayılan nesnel değişmelerin yanı sıra öznel bir değişme de olursa, yani bunalımlı dönemlerde bile zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ eski hükümeti yıkacak (ya da uzaklaştıracak) güçte bir devrimci sınıfın yığın eylemi yapmaya gücü yetmesi halinde meydana gelir.” (6)
1860’lar Almanya’sının, bir devrim olasılığının gerçeğe dönüşmesi açısından temel eksiğinin önderlik ve örgüt olduğunu Bebel’den yine Lenin aktarıyor:
” ‘İşçilerin giderek daha kesinlikle farkına varmakta oldukları siyasal gelişmelerin korkunç durumu’ diyor (Bebel), ‘doğal olarak onların havasını da etkiledi. Herkes değişiklik için bağırıp çağırıyordu. Ama amacını açık-seçik gören ve işçilerin güvenini kazanmış olan tümüyle sınıf bilinciyle donanmış bir önderlik olmadığından ve güçleri bir araya getirecek bir güçlü örgüt olmadığından, bu hava dağılıp kayboldu.'” (7)
Önderlik ve örgüt. Bu, devrimin olmazsa olmaz zafer koşuludur. Eksikliğinde, devrim, nesnel koşulları ne denli olgunlaşırsa olgunlaşsın, ya bir araya gelen koşulların dağılmasıyla yatışacak ya da devrimci enerji heba olacak ve devrim yine, ama bu kez ezilerek yenilecektir. Devrimci örgütün bütünüyle yokluğunda tamamen kendiliğinden ya da yönlendirilmesine güç yetirilemeyen durumlarda az çok politik nitelik kazanmış devrimci eylem, düzenli bir saldırı ile kapitalist sınıfın devrilmesine güç yetiremeyecek, geliştirdiği karşı devrim tarafından ezilecektir.
Sosyalist devrim, büyük bir toplumsal altüst oluştur, ama her şeyden önce burjuvazinin siyasal iktidarının devrilmesini amaçlayan siyasal bir eylemdir. “Siyasal mücadeleye dirilik, sarsılmazlık ve süreklilik verebilecek” tek şey ise bir “devrimciler örgütüdür”, yani, “proletaryanın öncü partisidir.” (8) Ve “güçlü bir devrimci örgüt tam da harekete sağlamlık kazandırmak ve onu düşüncesiz saldırı olasılığına karşı uyarmak için zorunludur.” (9)
Devrimin başarıyla gerçekleştirilebilmesi ve devrimci hazırlığın buna olanak verecek yeterlilikle geliştirilebilmesi proleter öncünün bir parti olarak örgütlü oluşuna ve partili mücadeleye bağlıdır. Proletaryanın burjuvaziye ve onun devlet iktidarına karşı siyasal eylemine, devrim için eylemine dirilik, sarsılmazlık ve süreklilik yanında sağlamlık kazandıracak tek olanağı partisidir. Bu sağlamlık, dirilik ve sarsılmazlığın yanı sıra sürekliliğin de tek koşulu örgütlü oluştur. Proletaryanın ve ona dayanarak müttefiklerinin tek tek eylemlerini koordine edecek, saldırmak gerektiği yer ve zamanda saldırıp uzlaşmak ya da gerilemek gerektiği yer ve zamanlarda gereğini yapacak olan Marksist teoriyle donanmış, emekçi yığınlar ve en başta proletaryanın kitlesi içinde erime ve onları yönlendirme yeteneğine sahip, kitlelerin kendi deneyleriyle doğruluğundan emin olup peşine takılacakları her somut duruma uygun doğru kararlar alabilen ve doğru bir yönlendirme gerçekleştirebilen parti, proletaryanın partisi, nesnel koşullan olgunlaşmış devrimleri zafere ulaştırmanın garantisidir. Her bilinçli proleterin sıkıca sarılması gereken en temel fikir, kuşkusuz parti ve partili mücadele fikri olmalıdır.
Örgütlü olmayan öncü, nereye yöneleceğini bilememe ve öncülüğünü gerçekleştire-meme durumunda kalmaya mahkûmdur. Ve üstelik kendisi, ortalıkta dolaşan bin bir demagogun peşine takılabilecek, kolaylıkla burjuvaziye alet olabilecek konumlara sürüklenebilecektir. Sovyetler Birliği gibi bir sosyalizm ülkesinde, modern revizyonizmin peşine takılarak enindeki en değerli şeyi kaptıran; diğer birçok ülkede, içeriği “kölelik koşullarına katlanılması gerekliliği”nden başka bir şey olmayan demagojilere kanan işçi sınıfı, başka hiçbir şeyin değil ama kendi örgütüne sahip olmayışın acısını çekmiştir. Örgütsüz sınıf, kendisine nice zaferler kazandıran o şaşmaz Marksist pusulayı da yitirmiş, burjuva çıkarlarını kendi çıkartan gibi gösteren revizyonizme aklanmış ve mücadele tarihinin en ciddi yenilgisiyle karşı karşıya kalmıştır.
Oportünizm ve revizyonizme karşı mücadeleyi örgütleyerek proletaryayı kurtuluş hedefine yöneltecek parti, kuşku yok herhangi bir parti olamaz. Marksist teoriyi uygulamada usta olmalıdır ve her türden sapmayla mücadele yeteneğinde olmalıdır. Çünkü başka türlü emperyalizmi ve uluslararası burjuvaziyi devirme olanağı yoktur. Burjuvaziyi devirmenin “tedbirli, ayrıntılı ve sabırlı hazırlığı”(10) ancak, “burjuvazinin boyunduruğunun kırılması yolundaki proleter sınıf mücadelesinin bilinçli ifadesi olan Komünist Partisi”(11) tarafından, merkezileşmiş disiplinli bir organizma oluşturan proletaryanın örgütlülüğü ile yapılabilir. Ve böyle bir örgütlülük, proletaryanın tamamıyla yatkın olduğu bir birlik halidir. Proletaryanın her günkü yaşamı, onu, partisi içinde örgütlenmeye doğru itmektedir.
Bugün kapitalizm yeniden bir devrimci duruma yol açma yönünde ilerlemektedir. Ama koşulları olgunlaştığında böyle bir devrimi uluslararası bir devrim olarak gerçekleştirebilmenin öznel koşullarının olumlu bir düzeyde olduğu söylenemez. Birçok ülkede henüz komünist partiler örgütlü değillerdir, birçoğunda ise oldukça zayıf ve küçük azınlıklar durumundadırlar. Çoğu ülkede komünistler neredeyse işçi kitlesinden tecrit durumunda marjinal grup ve eğilimler oluşturuyorlar. Bu durumun behemehal değiştirilmesi mutlaka gereklidir. Üstelik birçok ülkede yavaştan da olsa baş gösteren yığın eylemleri, bunu çok daha acil bir görev olarak dayatmaktadır.
Kitle hareketinin birçok ülkede mayalanması ve yükselme göstermesi komünist partilerin örgütlenmesi için olanakları artırmaktadır. “Barışçıl” dönemin uyuşukluğundan kurtulmakta olan proleter kitleleri, kuşkusuz atıldıkları mücadeleler içinde kendi çıkarlarını yüksek sesle dile getiren komünistlere yakınlık duyacaklardır. Özel koşullar, “sosyalizm öldü” ve “kurtuluş yolu değil” demagojilerinin çürütülmesini gereksiniyor. Bu görev mutlaka yerine getirilmek durumundadır. Ancak sınıf mücadelesinin bizzat kendisi, grevler, gösteriler, örgütler olarak sendikalar vb. komünizmin en iyi okuludurlar da. Yükselmekte olan kitle hareketinin devrimci çalışma ve komünist örgütlenmeyi canlandırıp yüreklendireceği ve komünistlerin ondan aldıkları hızla yine işçi ve emekçi kitleleri aydınlatıp örgütlemeye ve devrimci eyleme çekmeye yönelecekleri ise bir başka gerçektir. Bu, şimdiden gerçekleşmeye ve bir dizi ülkede proleter partiler hareketlenmeye başlamıştır. Proletarya partileri ve komünist gruplar, önlerindeki görevleri hakkıyla yerine getirdikçe, en başta, emperyalizme karşı teorik ve siyasal bir mücadele platformu etrafında birleşip devrimci çalışmaya büyük bir özveri ile cesaretle atıldıkça, kendilerini burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine eski ve yeni oportünizmin türlerine karşı silahlandırıp onların etkilerini kırmak için uzlaşmaz bir mücadele yürüttükçe, kuşku yok, öncelikle sınıfın öncüsü olmayı hak edecek ve aynı zamanda proletaryanın geniş kitleleri arasında kök salmaya yöneleceklerdir. Bunun olanakları ve potansiyeli küçümsenemeyecek büyüklüktedir.
Ve Lenin’in şu sözleri kesin bir gerçeği yansıtmaktadır:
“Mücadeleye kendiliğinden sürüklenen, hareketin tabanını oluşturan ve harekete katılan kitle ne kadar kalabalıksa, böyle bir örgütü sahip olma gereksinimi o kadar artar ve bu örgütün o ölçüde sağlam bir örgüt olması gerekir (yoksa kitlenin bilisiz katmanlarını sürüklemek demagoglar için o kadar kolaylaşır)… ” (12)
Tarihsel olarak kısa bir süre önce dünya, revizyonizmin Marksizm’i gerilettiği koşullarda, yine bir devrimci atılım döneminden geçmişti. Başlarken üzerinde durulan Küba, Vietnam Devrimleriyle Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın hareketlenmesinin ’68’lerde Avrupa’nın sarsılmasıyla birleştiği böyle bir dönemde Vietnam kazandı ama hareketin ve ona katılanların dev boyutlara ulaşmış olması, atmosferi devrimcileştirmekle birlikte, devrimin yayılması için yeterli koşulları sağlayamadı.
Bugünkü temel eksiklik, o gün de geçerliydi. Başta Vietnam ve Küba Partileri işçi sınıfının Marksist partileri olmaktan uzaktılar. Ne doğru bir teori ve siyasal tutumlara ne de proletaryaya dayanıyorlardı. Daha çok köylü, küçük burjuva devrimleri olarak geliştiler. Avrupa’da hareket gençlik kitlesinin dışına çok az taştı.
Modern revizyonizm tahribatını yapmıştı. Hem devrimlerin engelcisi rolünü doğrudan oynuyordu, hem de Marksist teoriyi ve onun temel öğreti ve ilkelerini bozmuş ve kafaları karıştırmıştı. Tepki olarak küçük burjuva ihtilalciliği gelişmiş, birçok ülkeyi etkisi altına almış ama doğru bir önderlik sağlayarak proletaryanın saflarını düzenleyememişti. Bunu ummak saflık olurdu. En başta proletarya hareketi ve gelişmesi, belirgin yönelimi durumunda değildi. Küçük burjuva ülkelerde belirli bir devrimci etki ve hareketlenme yaratan bu ihtilalci akım gelişmiş ülkeler açısından maceracılık olmaktan öteye gidemedi. Ve bu ülkelerde etki sağlayamaması, proletaryanın modern revizyonistlerin elinde ve “refah devleti” ya da “sosyal devlet” aldatmacalarına kurban edilmiş durumda yatışmış halde tutulabilmesine dayanıyordu. Yakın zamana kadar “sınıf sözcüğünü duyduğunda anlamsız gözlerle karşısındakini süzen Alman sendika bürokratları ve işçi aristokratlarıyla yerleşik İngiliz reformculuğu ve sınıf lafı etmekle birlikte onu en geri mevzilere, sendikalizme ve parlamentoculuğa çeken ve ’68’de işçileri gençlere karşı süren J.Duclos benzeri parti şefleri ve bürokratlarıyla Fransız revizyonistleri, kendi burjuvalarının sömürgelerden elde ettiklerinden aldıkları kırıntılarla besleniyor ve her türlü devrimci eyleme karşı “sarsılmaz” bir barikat oluşturuyorlardı. Bu ülkede proletarya ne bağımsız partilere ne de Marksizm silahına sahipti. Reformcu ve revizyonistler, onu mücadeleye atılmaktan uzak tutabildiler. Devrim Avrupa’yı derinden sarma olanağı bulamadı. Zaten proletarya safları arasında ciddi biçimde mayalanmamıştı. Güçlü Marksist proletarya partilerinin varlığı durumunda Vietnam Devrimi’nin yarattığı etki, ayağa kalkan Asya, Afrika ve L. Amerika halklarının coşturuculuğu proletarya saflarında yankılanması ve örgütlü proleter öncünün hareketi yayması ve ondan sosyalist mücadelesinin geliştirilmesinde yararlanması olanaklı olabilirdi. Olmadı. Tanımlanan koşullarda Küba ve Vietnam dünyayı olabileceği en üst düzeyde sarstı ve gidebileceği en uç noktaya kadar gitti.
Gelişmiş ülkelerde devrimci teorinin iğdiş edilmişliği, devrimci bir eylem için koşulları olağanüstü olumsuzlaştırmıştı. Nesnel koşulları gelişme dinamikleri sunmasına rağmen sınıfın eylemsizliği en çok bu nedenden kaynaklandı. Eylemsizlik, teorik atıllığın ve proletaryanın bağımsız örgütlenmeden yoksunluğunun güçlü etkenini oluşturdu.
Bugün emperyalist kapitalizmin çelişmelerinin yeni bir keskinleşmesi ve yeni bir devrimci mayalanmaya geçişle karşı karşıya olduğumuz koşullarda durumun, yine çok da iç açıcı olmayan proleter bilinç ve örgüt düzeyiyle karşılandığı söylenmelidir. Teorik çaba ve devrimci bir teorik platform ile emperyalizmin karşısına dikilme, temel önemdedir. Henüz öncünün kazanılması görevi gerçekleştirilmemiş eksik bir iş olarak kalmaktadır. Önce uluslararası proleter öncünün kazanılması ve sağlamca ve doğru temellerde örgütlenmesi sınıfın ve emekçi kitlelerin yığınlarının kazanılmasının ve cepheye sürülmeleri olanağının yakalanabilmesinin önünü açacaktır. Sınıfın saflarındaki hareketlilik ve mayalanma cesaret verici temeli sağlamaktadır. Devrimin olanaklarını artıran bir faktör de, revizyonist safların -çöküşe bağlı olarak önemli ölçüde kendiliğinden de olsa- dağılmış bulunması, sınıfın güçlü ağulayıcı merkezlerin örgütlü yozlaştırıcı saldırganlığından görece kurtulmuş olmasıdır.
Ve son olarak, komünist parti ve grupların işçi ve emekçi kitleleriyle bağlarının zayıflığının, komünistleri, kahredici sonuçlara götürmemesi gerektiğini vurgulamak gereklidir. Bugün daha henüz işin çok başında bulunuluyor. Ve Lenin: “Unutulmaması gerekir ki, yığınlarla olan bağımız konusundaki yaygın kötümserlik, çoğu kez, proletaryanın devrimde rolü açısından, burjuva düşünceler için bir paravan görevi görür. Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfının eğitimi ve örgütlendirilmesi için henüz yapacak pek çok şey var.”(14)
Ve kötümserliğe hiç gerek yok. Görevler göz göre göre savsaklanmamalıdır. Kastedilen bu değil, ama proletaryanın ve emekçi kitlelerin eğitilip örgütlendirilmesi için daha çok günler var önümüzde. Hem de gittikçe devrimcileşme olasılığı yüksek günler. İşçi yığınlarını uyandırıp birleştirecek, olağan dönemlere göre hızla eğitecek ve örgütlenmeye yöneltecek, komünizmle tanışmaları olasılığı yüksek günler.
“Proletarya yığını üzerindeki etkimizin -sosyal demokrat etkinin- henüz pek, pek yetersiz olduğu; köylülük yığınları üzerindeki devrimci etkinin çok önemsiz olduğu; proletaryanın ve özellikle de köylülerin dağınıklığı, geriliği ve bilgisizliğinin hala korku verici olduğu doğrudur. Ne var ki devrim, onları hızla birleştirir ve hızla aydınlatır. Gelişmesinin her adımında, yığınları uyandırır ve onları karşı konmaz bir güçle devrimci programın yanına, onların gerçek ve hayati çıkarlarını tam ve tutarlı biçimde ifade eden bu biricik programın yanına çeker.” (15)
Tek gerçek ihtiyaç, devrimci çalışmanın durmaksızın ilerletilmesi ve bunu olanaklı kılacak iki şeyi gerçekleştirmektir. Tek tek her ülkede devrimci proleter öncünün emperyalizme karşı yenilenmiş bir teorik ve siyasal mücadele platformuna kazanılması; daha gelişkin ve daha güçlü Bolşevik partiler olarak örgütlendirilmesidir. Geriye, yalnızca devrimci çalışmayı sabır ve güvenle, azim ve kararlılıkla, bu zafer getirecek temellerde yürütmek kalacaktır.
15. mücadele yılına girerken, Türkiye partisi, bu bilinçle, Türkiye ve dünya devrimine ilişkin olarak ortaya koyduğu platformda sabır ve güvenle, azim ve kararlılıkla devrimci komünist çalışmasını derinleştirme ve geliştirme yolunda şaşmaz adımlarla ilerlemektedir.
Şubat 1994