Yerel ya da genel, seçim dönemleri; seçim, parlamento, yerel yönetimler gibi kavram içeriklerinin yeniden sorgulandığı, her politik çevrenin bu kurumlar hakkında düşüncelerini ortaya koydukları dönemlerdir. Sadece görüş ortaya konulmakla da kalınmaz, bu görüşler özel bir biçimde pratikte sınanır.
Seçim dönemleri, politik ortamın ısındığı dönemlerdir. Burjuva partiler, birbirlerinin kirli çamaşırlarını sakınımsız bir biçimde ortaya dökerler, aralarında kıran kırana bir mücadele sergilerler. Çünkü genel oyun az çok geçerli olduğu her yerde seçimler, düzen partileri arasında, siyasal iktidarda pay sahibi olmanın geçerli yoludur. Burjuvazinin değişik fraksiyonlarının iktidarda pay sahibi olmaları için çıkarlarını temsil eden partinin seçimlerden en başarılı olarak çıkması gerekir. Oyunun kuralına, göre, her parti, temsil ettiği kliğin güvenine mazhar olabilmek için elinden geleni yapmak zorundadır. Bu ise; her partinin elindeki tüm araçlarla rakip partileri geçmesini zorunlu kılar. Burada, “her araç” sözcüğünü sınırlayan tek koşul, sistemin zarar görmemesi koşuludur. Yasalar ve burjuva siyaset geleneği tarafından belirlenen bir kulvardır, yarışılan kulvar.
Çok olağanüstü koşullar ortaya çıkmamışsa, düzen partileri için seçime katılmak ve başarılı çıkmaktan başka bir amaç yoktur.
Düzen karşıtı devrimci ve komünist partiler için ise seçim; herhangi bir düzen partisi için taşıdığı anlamdan çok farklı bir anlam taşır. Çünkü her şeyden önce seçimler,” devrimci ve komünistler için siyasal iktidarı ele geçirmenin bir yolu değil, devrimci siyasal politikanın yığınlar üzerindeki etkisini ölçmenin, seçim alanlarını, parlamento ve yerel yönetimleri kürsü olarak kullanmanın bir aracı olmaktan ibarettir. Bu yüzden de seçimlere katılmak, ne olursa olsun oylarını çoğaltmak, bu partiler için vazgeçilmez, hayati öneme sahip değildir. Tersine, her seçim döneminde devrimci parti ya da partiler, koşullara göre, seçimlere katılıp katılmamaya, katılacaklarsa nasıl katılacaklarına, somut koşulları somut bir çözümlemeye tabi, tutarak karar vermek durumundadırlar!
Klasik burjuva sistemde, ciddiye alınır bir seçim mücadelesi, birbiriyle az çok farklı siyasal partiler, bu partilerin programlan arasında bir mücadeledir.
Yeni dünya düzeninin, bütün kapitalist ülkelerde, burjuva siyasal partiler arasında, yönetmenin yol ve yöntemi konusuyla sınırlı da olsa, farklılığı ortadan kaldırmaya, adları ve tarihsel kökleri değişik partileri görünüşte koruyup ama gerçekte tümünü tek bir burjuva program etrafında toplamaya yönelmesinden beri; seçimler, partiler ve giderek parlamentolar, emekçi yığınlar için önemini gittikçe daha çok yitirmektedir. Gerçi sistemin ve onun krizinin derinleşmesine paralel olarak, burjuva klikler arasındaki çıkar çatışması ve partiler arasındaki post kavgası şiddetlenmiştir, ama yığınların bu kavgayı, örneğin 10-20 yıl öncesi kadar, ciddiye aldığı söylenemez.
Bu genel çerçeve içinde Türkiye’nin durumunun özgünlüğü, sadece herhangi bir Batı’lı kapitalist ülkeye kıyasla çok daha belirgin, kronik bir ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa sahip oluşu değildir. Bu “özgünlüğe”, Türkiye’nin klasik burjuva parlamenter geleneğe sahip olmamasını ve gerçek anlamda bir burjuva demokrasisi yaşamamış olmamalarını, dolayısıyla da burjuva partilerin yerleşmiş ahlaki değerlerinin olmayışını eklemek gerekir. Dahası, düzen; bir yandan Kürt mücadelesi tarafından tehdit edilirken, öte yandan yoğun bir işçi ve emekçi sınıflar mücadelesiyle cebelleşmek zorunda kalmaktadır. Ülke ekonomisi ise; artık muhalif ve iktidardaki düzen partilerinin tümü ve en üst devlet ve hükümet yetkilileri tarafından da kabul edildiği gibi, tam bir iflas içindedir. Cumhuriyet tarihi boyunca devletin temelini oluşturan iç ve dış politikanın temelleri çökmüş; 70 yıldır tartışılmaz sayılan başlıca ilkeler terk edilir hale gelmiştir, ideolojik ve ahlaki düzeyde de; Kemalist, Türk-İslam ve yeni dünya düzeninin değerleri arasında girişilen uzlaştırma çabalan, kültür-sanattan politikaya, ideolojiden ahlaka bütün üstyapı kurumlarını tam bir yozlaşmanın kucağına itmiş bulunmaktadır.
Kısacası, Türkiye; ideolojik, politik ve ekonomik yaşamın bütün alanlarında, cumhuriyet tarihi boyunca görmediği ölçüde derin bir krizin pençesine düşmüş olarak yerel seçimlere gidiyor. Ve kriz, burjuva politik sistemin niteliğinde saklı ve olağan seçim dönemlerinde fark edilmeyen özündeki çirkefi, işçi ve emekçilerin gözleri önüne seriyor. Derinleşen kriz, “yerel yönetimlerin demokrasinin tabana yayılmasının başlıca kurumlan” olma cilasını döküp, bunların hırsızlık, rüşvet, skandal, adam kayırma, mafya ilişkileri, egemen sınıfın rant bölüşüm kurumları olduğu gerçeğini sergiliyor.
Burjuva sistem içinde yerel yönetimlerin nasıl bir çirkef ilişkiler bütününü yansıttığı ortaya çıktıkça, sistemin sağ ve “sol” savunucularının yerel yönetimlerin “erdemleri” ve “demokratik muhtevasını” öne çıkaran demagojileri de artıyor. Bu yüzden, sorunun özüne ilişkin, Marksizm’in bilinen bazı saptamalarını, tekrar pahasına da olsa, burada özetleyeceğiz.
YEREL SEÇİMLERE YÜKLENEN İŞLEVLER GERÇEĞİ YANSITIYOR MU?
Yerel seçimler; belediye başkanı, muhtar, ihtiyar heyeti, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri gibi yerel yöneticileri seçmek için yapılan seçimlerdir ve her şeyden önce seçimlere çok sayıda seçilecek kişinin girmesiyle genel seçimlerden ayrılır. Örneğin, Türkiye’de genel seçimlerde sadece 450 milletvekili seçildiği halde, yerel seçimlerde yaklaşık 1 milyon kişi muhtarlık, belediye meclisi, belediye başkanlığı gibi görevlere seçilmek için yarışmaktadır. Yine genel seçimlerde, seçilenler, seçmenler tarafından doğrudan çok az tanınan kişiler olduğu halde yerel yönetimlerde tam tersine, seçmenlerle seçilenler genellikle aynı kent, aynı semt, hatta aynı sokakta oturma gibi doğrudan bir temas içindedir. Dahası yerel yönetimler ve alınan kararlar, yerel yönetimin sınırlan içinde yaşayanları çok daha dolaysız olarak ilgilendirdiği için de yerel yönetimler kendine has kimi özelliklere sahip olurlar.
Bu özellikler, yerel yönetimlerin “demokrasinin temel kurumları” olarak görülmesini kolaylaştırır. Daha doğrusu, burjuva politikacıların ve merkezi iktidarı fethetmekten vazgeçmiş “devrimcilerin” demagojilerine malzeme sağlayacak bir görüntüdür bu. Bu görüntü, yerel yönetimlerin ortaya çıkışındaki rollerinin bugün de devam ettiği sanısı uyandırılarak pekiştirilir.
Gerçekten de yerel yönetimler; feodalizmin çözüldüğü, kentlerin ekonomik güç merkezleri olarak büyümeye başladığı dönemde ortaya çıkmıştır. Feodal soyluluk karşısında, kentsoyluların (burjuvazinin) örgütlenme merkezi olarak doğan yerel yönetimler (belediye, komün), feodal despotizme karşı devrimci, demokratik bir odak olarak işlev görmüştür. Kentler üstündeki feodal hakların sınırlanması talebiyle başlayan mücadele, feodal sistem içinde kentlerin özerk yönetimler biçiminde birer kapitalist kaleler olarak örgütlenmesine kadar varmıştır. Bu yüzden de, kentlerin oluşumunda en temel, sürekli ve vazgeçilmez örgütlenmeler olarak var olan yerel yönetimler, burjuva devrimlerinde de devrim odağı olarak işlev görmüşlerdir. Feodalizmin yıkılmasından sonra da, bir süre daha, temel politik kurumlar olarak faaliyetlerini sürdüren yerel yönetimler, burjuvazinin egemenliğinin tamamen gerçekleşmesinden sonra merkezi iktidarlar karşısında, önce önemlerini yitirmiş, sonra da sadece yerel sivil hizmetleri yapan, merkezi iktidarın bir eklentisi durumuna düşmüşlerdir.
Yerel yönetimlerin etkin, demokratik-devrimci odaklar olarak işlev gördüğü döneme bakıldığında, bu yönetimlerin, gerek barış gerekse devrim dönemlerinde kendilerine bağlı silahlı güçlerinin olduğu, yerel yönetim sınırlan içinde güvenlikten yargılamaya, bütün mekanizmaların bu kurumlara bağlı olduğu, en önemlisi de merkezi iktidarların yerel yönetimlerin denetimindeki bölgelerde denetim kurmamış, kuramamış olması gibi bir durum göze çarpar. Kentin güvenliğinden, yasaların çıkarılması ve günlük hizmetlere kadar bütün kamusal işler yerel yönetim tarafından yerine getiriliyordu. Burjuva devrimleri sürecinde, burjuvazi merkezi iktidarı ele geçirdikten sonra da, henüz bir merkezi ordu ve polis örgütü kurup kurumlaşmaları tamamlanıncaya kadar yerel yönetimler yerel iktidar organları olarak işlevlerini sürdürdüler.
Burjuvazinin merkezi iktidarı ele geçirip sürekli ordunun kent milislerinin yerini alması ve merkezi iç güvenlik teşkilatları olarak ulusal çapta jandarma ve polis örgütlerinin kurulmasıyla birlikte yerel yönetimler önemini yitirerek, gerçek anlamda ve kayda değer sayılabilecek bir silahlı güce sahip olma imkânını da yitirdiler. Gerçi kent polisi ve milisler hâlâ yerel yönetimlere bağlıydı, ama kent polisi sadece mahalli düzeyde, adi suçlarla ilgilenen, merkezi polis örgütü karşısında pek bir kıymeti harbiyesi kalmamış bir güç durumuna düşerken, milisler de sadece kutlama günlerinde ya da doğal afetlerde göreve çağırılan bir sözde silahlı güç durumuna düşürülmüştü. Bu, yerel yönetimlerin gerçek bir yönetim olma özelliğini de yitirmesiydi. Çünkü sınıflı bir toplumda iktidarın göstergesi silahlı güce sahip olup olmamakta yatar. Bütün silahlı güçler merkezi yönetimlerin elinde toplandığına göre, yerel yönetimlerin halk iradesini iktidara yansıtan kurumlar olma özelliği de ortadan kalkmıştır. Geriye kent burjuvazisinin çıkarlarını koruma ve bu çıkarlar arasında denge kurma işlevini gerçekleştirme kalmıştı yerel yönetimlere.
Kısacası yerel yönetimler, ilk ortaya çıktığı gibi, birer yerel iktidar organı değil, merkezi iktidarın taşradaki eklentisi, merkezi iktidar tarafından yetki ve görevleri belirlenmiş devlet kurumlarından başka bir şey değildi. Bırakalım bizim gibi ülkeleri, yerel yönetim geleneğinin uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu ülkelerde bile yerel yönetimlerin, burjuvazinin merkezi iktidarının güçlenmesine bağlı olarak sadece kentin temizlik, ulaşım, su, kanalizasyon, trafik vb. hizmetlerini yerine getiren kurumlara dönüşmüş olması, yaşanan gerçeğin kendisidir. Bu yüzdendir ki; bu kurumların sivil kurumlar olduğu, dolayısıyla yerel yönetimlerin demokrasiyi tabana yayan, güçlendiren yönetimler olduğu iddiası, en demokratik ülkelerde bile, 100-150 yıl öncesine ait bir gerçektir.
Hele Türkiye gibi, yerel yönetim geleneği olmayan, valilerin doğrudan devlet tarafından atandığı, belediye başkanlarının içişleri bakanlığı tarafından görevden alınabildiği, yerel yönetimlerin merkezi devletin tam bir uzantısı olduğu bir ülkede, yerel yönetimleri sivil kurumlar olarak tanımlamak, buraları demokrasiyi geliştiren merkezler olarak değerlendirmek, eğer demokrasi mücadelesinin kasıtlı olarak saptırılması değilse, tam bir gaflettir. Bu saptırma ve gafletin boyutları yerel yönetimlerin hangi ilişkilerin kesiştiği ve hangi dolapların döndürüldüğü kurumlar olduğu, kriz ve krizin kışkırttığı çatışmaların sergilediği tablo ile iyice gözler önüne serilmektedir. Bu nedenle ’94 Mart yerel seçimleri, yerel yönetimlerin daha önceki yerel seçimlerde açıkça görülmeyen niteliklerini, herkesçe görülebilecek olgular olarak, açığa vurduğu bir seçim dönemi olma özelliğini taşıması nedeniyle, önceki yerel yönetim seçimlerinden farklı çizgiler taşımaktadır.
’94 YEREL SEÇİMLERİNİN ANA ÇİZGİLERİ
Yeni dünya düzenine entegre olma çabalarının, partiler arasında politik farklılıkları belirgin bir biçimde ortadan kaldırdığı koşullarda yapılıyor olması, ’94 Mart yerel seçimlerine, önceki yerel seçimlerde olmayan ya da çok belirgin olmayan kimi özellikler katmıştır. Bu özellikler, adayların seçimi, propaganda yöntemleri ve seçimlerde güç merkezlerinin kayması gibi, bir seçimde en önemli sayılacak unsurlarda kendisini ortaya koymaktadır. Bu yerel seçimler, bütün bu değişikliklerden çok daha fazla ağırlığı olan bir başka sorunu da seçim boyutunda gündeme getirmiştir ki; o da, Kürt, illerinde seçimin yapılıp yapılamayacağı, yapılsa bile seçimin ne ölçüde meşru sayılacak ölçüler içinde gerçekleşeceğidir.
KİM KİMİN ADAYI?
DYP, iki büyük kentte seçimlere İstanbul’da Bedrettin Dalan, İzmir’de Burhan Özfatura ile giriyor. Bu iki isim, ’89 yerel seçimleri öncesinde ANAP’ın bu iki kentteki belediye başkanları ve bu partinin ağır toplarıydı. ANAP’ın İstanbul adayı ise; daha bir kaç ay önce, DYP’nin Genel idare Kurulu üyesi, DYP’nin gelecekteki muhtemel genel başkam olarak görülen, Demireller’in damadı ilhan Kesici. Diğer illerde de durumun çok farklı olmadığı seçim çalışmalarını yakından izleyenlerin ortak kanısı. Pek çok ilde seçimlere giren belediye başkan adayları, il idare ve belediye meclisi üyeliği adaylarına göz atıldığında, dünün ANAP’lısını bugünün DYP’lisi, dünün DYP’lisini bugünün ANAP’lısı olarak görmek artık hiç yadırganmıyor. Tersine, eski partisinden ayrılıp başka partiye gidenler, yöneticiler tarafından daha bir muhabbetle karşılanıyor, pazarlık şansları artıyor.
SHP, CHP ve DSP arasında da gidiş gelişler daha az değil. SHP’den seçilip yıllarca onun belediye başkanlığını yapmış pek çok kişi bu seçimlerde CHP’den aday oluyor. Ya da CHP’nin kuruluşu sırasında CHP’nin önde gelenleri içinde yer alan kimi belediye başkanı ve yönetici, bu seçimlerde SHP’den aday olmaya soyunuyor.
Var olan partiler içinde en muhafazakârı olarak görünen RP’nin bu görünüşünün sahte olduğu, onun da diğer partiler gibi seçimde bir adım önde olmak için vermeyeceği taviz olmadığı görüldü. RP’nin ANAP ve DYP’lilere, hatta kendisiyle politik yakınlığı olmayan çevrelerden kişilere adaylık teklif ettiği, bunlardan bazılarını aday gösterdiği biliniyor.
Adayların politik kimlik değiştirmesi, geleneksel olarak birbirine yakın partiler arasında olmakla da sınırlı değil. MHP’den SHP’ye kadar bütün partilerin yerel düzeydeki yöneticilerinin, seçim kazanmadan ya da seçimden sonra iyi bir mevzi edinmeden başka bir kaygıya düşmeden politik kimlik değiştirmeleri olgusu, önceki seçimleri gölgede bırakacak boyutlarda.
Kısacası; Tansu Çiller’in “Demirel’in kızı” olarak sahneye çıkıp, kendisini “Özal’ın kızı” ilan etmesi, Mesut Yılmaz’ın “Özal’ın oğlu” olarak ortaya çıkıp, “Demirel’in oğulluğu”nu tercih etmesi, Murat Karayalçın’ın İnönü’nün devamı olarak sunulup, Tansu Çiller’in gölgesi olması, Ecevit’in “demokratik solculuk”u savunarak, Türkeş ve Evren’in gözdeliğine yükselmesi, Y. Bozkurt Özal ve H. Celal Güzel’in ANAP’ın ağır topları olarak politikaya atılıp, ANAP’ı baş düşman ilan etmesi, İslami enternasyonalizmi savunduğunu söyleyen RP’nin Türk milliyetçiliği ve şovenizmde MHP’yle yarışması ya da işlerine öylesi geldiğinde tüm bu politik tutumların anında tersine dönülerek savunulma kıvraklığının artık burjuva politikacılarının erdemi düzeyine yükseltilmesi; bu yerel seçimlerde, yerel yönetimlerde çok daha çarpıcı bir biçimde yaşanmaktadır. Öyle görünmektedir ki; süreç ilerledikçe, burjuva politikacıları ve partilerinden politik tutarlılık bekleyenleri hayretlere düşürecek atraksiyonların yaşanması sürpriz olmayacaktır.
“Sol” ve “sosyalist” kimi grup ve partiler de yeni dünya düzeninin “yükselen değerlerinin” getirdiği bu renksizlikten kurtulmuş değil. Onlar da, kendi politikalarının yandaşı olup olmadığına bakmaksızın kendilerine “oy getirecek” herkesle anlaşmaya hazırlar. Kimi çevreler seçim ittifakı ile kimileri de sosyal demokrat partilere aday vererek, ya da tümüyle onların peşine takılarak seçimi kurtarmaya çalışıyorlar.
Kimin kimin adayı olduğu karmaşası sadece partilerin yönetim kademelerinde gözükmüyor. Partiler, politik düşüncesinin ne olduğuna bakmadan sanatçılara, adı duyulmuş “aydınlara”, rakip partilerin önde gelen yöneticilerine, partileriyle ilişkileri olmasa da, artı oy getireceğini düşündükleri ünlü işadamlarına da adaylık teklif etmekte yanşıyorlar. Doğrusu bu kişiler de tam bir belkemiksizliği göstererek, şimdiye kadar kamuoyuna yerleşmiş politik imajlarına bakmadan bu teklifleri ya kabul ediyorlar, ya da açıkça ilericilik, demokratlık adına ANAP, DYP vb. partilerin adaylarını destekleyeceklerini ilan ediyorlar. Örneğin Barış Manço, önce DYP’nin Kadıköy belediye başkanı adayı oluyor, sonra DYP’ye üye oluyor. SHP’ye hiç bir emeği geçmediği gibi, tipik bir yeni dünya düzeni savunucusu liberal olan Zülfü Livaneli’yi, SHP, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’na aday gösteriyor. Burhan Özfatura’ya hem RP, hem de DYP İzmir’den adaylık teklif ediyor. Özfatura, RP’nin değil de DYP’nin teklifini kabul etmesinin nedenini çok açık ifade ediyor: “Hesap meselesi”! RP, eski İTO Başkanı Ali Coşkun’a, ANAP Sabancı’ya İstanbul için adaylık teklifinde bulunuyor. Ya da ‘6’lı yıllardan beri “demokrat”, “sosyalist” geçinen pek çok aydın ve sanatçı Dalan’ı desteklediklerini kamuoyuna açıklamakta hiç bir politik tutarsızlık bulmuyor.
Belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin durmadan parti değiştirmesi olağan hale gelince, bu durum ister istemez partilerin tabanlarında da partiden partiye toplu göçleri gündeme getiriyor. Yüzlerle ifade edilen parti yönetici, üye ve taraftarlarının törenle parti değiştirmesi yerel seçimlerle birlikte tırmanmış görünüyor. A partisinden B partisine, B’den C partisine, C’den A partisine geçenlerin boy boy fotoğraftan her gün gazetelerde yayınlanıyor. Ama bu geçişler, seçmen tabanının bir partiye yönelişi biçiminde değil de, tabanların birbirine kayışı biçiminde olması, olgunun asıl ilgi çeken yanı olarak görünüyor.
Birini ötekine seçenek gösterecek ciddi farkı kalmamış ve partiye verilecek oyların seçimi almaya yetmeyeceğini gören partilerin, adaylarını belirlerken aradıkları tek kıstas, adayın kendilerine “artı oy” getirebilmesidir. Bir kaç puan getirebilecek bir aday için bütün “ilke” ve “ideallerini” çiğnemeye hazırdırlar. Adaylar için de durum çok farklı değil. Onlar da kazanma şansı olduktan sonra şu ya da bu partiden olmuş önemli görmüyorlar.
YEREL SEÇİMLERDE “YENİ” GÜÇ ODAKLARI
Yerel seçimleri genel seçimlerden ayıran özelliklerden birisi de, yerel seçimlerde kimi yerel örgütlenmelerin ve adayların “hemşerilik” sıfatlarının genel seçimlerden daha önemli bir rol oynamasıdır. Ama önceki yerel seçimler göz önüne alındığında, her iki konuda da açıkça görünen bir farklılık olduğu gözleniyor. Örneğin adayların “hemşerilik” özelliği özellikle büyük kentlerde geri plana itilmiş durumda. Kesici’nin İstanbul’dan DYP adayı olması, CHP’den yeni istifa etmiş G. Antep Belediye Başkanı Celal Doğan’ın SHP tarafından Ankara’da aday gösterilmek istenmesi, dahası büyük kentlerde, belediye meclis üyelikleri için bile sahte ikametgâhlarla aday kaydırmaları vb. yerel seçimlerin yerelliğine gölge düşüren gelişmeler olarak değerlendirilebilir.
Öte yandan büyük ve orta büyüklükteki kentlerde kurulmuş olan “hemşeri” derneklerinin yerel seçimlerde oldukça önemli bir rol oynadığı izleniyor. Bu türden derneklere, Alevi dernekleri, Kafkas dernekleri vb. gibi, sınıfsal temelde değil ama dinsel, mezhepsel, etnik, kültürel vb. temelde kurulmuş başka dernekleri de eklemek gerek.
Başlıca büyük illerden gelen haberler, çeşitli “hemşeri dernekleri”nin, bazen tek başlarına ama çoğu zaman aralarında birleşerek bir veya birkaç siyasi parti ile pazarlığa oturdukları doğrultusunda. Örneğin, Ordulular, Sivaslılar, Niğdeliler vb. dernekleri, daha doğrusu dernek “ileri gelenleri”, başkanın kim olacağı, kendilerine kaç meclis üyesi verileceği vb. konusunda parti yöneticileri ile pazarlık ediyorlar. Öyle anlaşılıyor ki; birçok seçim bölgesinde bu türden “hemşeri dernekleri” “anahtar” rolü oynayacak kadar önemli bir seçmen kitlesine hükmediyorlar. Partiler de, bu durumu bildikleri için, dernekleri yanlarına çekmek için her tavizi vermeye hazır görünüyorlar.
Ve sağıyla “sol”uyla bütün düzen partileri bu durumu “partilerin sivil örgütlerle kaynaşması”, “demokrasinin gelişip tabana yaygınlaşmasının bir ifadesi” olarak değerlendiriyorlar.
Yerel yönetimlerin bir rant bölüşüm aracı haline getirildiği düşünüldüğünde derneklerin bu ranttan pay alma isteği elbette anlaşılır bir şeydir. Ama bu durumu demokrasinin tabana yayılması, gelişmesi olarak değerlendirmek, sistemin çürümüşlüğünün sonucu olarak ortaya çıkan bir durumu, sistemi aklamaya dönüştürmek olur. Çünkü ilk bakışta, “hemşeri derneklerinin” oldukça geniş bir emekçi kesimini politikaya katması olarak görünen bu durum, gerçekte, bu derneklerde örgütlenmiş emekçilerin sırtından, bir kaç yöneticinin yerel yönetimlerde etkin olarak ranttan pay almasının ötesinde bir sonuç doğurmadığı açıktır ve emekçileri politikanın içine çeken değil dışına iten bir rol oynamaktadır. Daha doğrusu burjuva düzen partileriyle girişilen böyle pazarlıklar, kişisel ekonomik çıkar vaadiyle emekçi “hemşerilerin” gerici parti ve politikacıların oyuncağı olacakları “yeni” bir kanal açmaktadır.
Bu gelişme, ister istemez, akla, biyolojinin bir kuramını, “Ataya Dönüş Kuramını” getirmektedir. “Ataya Dönüş Kuramı”, gelişmiş bir canlının kromozomlarında, herhangi bir etkiyle, bozulma sonucu kendisinden daha ilkel bir canlı doğurmasını açıklamaya yönelik bir kuramdır. Örneğin, bir kadının maymuna benzer bir çocuk doğurması bu kuramla açıklanıyor. “Hemşeri dernekleri”nin seçimlerde “politik” bir mihrak gibi ortaya çıkması da ancak, politikanın ve politik partilerin yozlaşarak “ataya dönmesi” ile açıklanabilir. Çünkü modern bir politikada politik mihraklar her şeyden önce politik partilerdir. Çeşitli türden kitle örgütlerinin de politikaya katılımı, çatılan altında topladıkları yığınların çıkarlarının bu partilerin birisinin programında ifadesini bulur. Dolayısıyla bu örgütler, ayrıca özel bir pazarlığa gerek görmeksizin bu partilerin doğrultusunda eylemde bulunurlar. Dahası modern bir toplumda kitle örgütleri, “hemşerilik”, din, ulus, mezhep vb. yakınlığına göre değil, sınıf yakınlığına göre örgütlenir. “Hemşerilik”, dinsel, mezhepsel, etnik vb. yakınlık üstüne kurulan örgütlenmeler, aslında kapitalizm öncesi örgütlenmeler olup, kapitalizme daha önceki toplum biçimlerinden kalmış, ya da sistemin çürümesiyle boy vermiş örgütlenmelerdir. Bu yüzden de bu türden örgütlenmelerin etkinliği, politik yaşama damga vuracak bir biçimde ağırlıklarını hissettirmeleri ancak sistemin yozlaşıp, düzen içi çözümler üretmekten bile aciz kalmasının ifadesidir.
“Hemşeri dernekleri”nin tümü, değişik sınıf ve tabakalardan sadece aynı ilde ya da ilçede doğmuş, ailesi aynı il ya da ilçeden göç etmiş olma dışında bir özelliği olmayan insanların örgütlendiği yerler olmasına karşın, tümünü rant bölüşümünden öte kaygısı olmayan dernekler olarak görmek doğru değil. Çünkü kuruluş amaçları geriye dönük olmakla birlikte, bazıları bu olumsuz temeli aşmış, demokrasi mücadelesinde yer alma çabası içindedir. Ve zaten bunlar da çeşitli burjuva partileriyle pazarlık etmek, ranttan pay almayı, üyelerine politika olarak gösterme çabasında değildir. İçlerindeki ilerici, demokrat üyelerin çabasıyla demokrasi mücadelesine katılmaya çalışan bu dernekleri, yukarıda “hemşeri dernekleri” için söylenenlerin dışında tutmak gerekir.
Yerel seçimlerin genel seçimlerden diğer bir farkı da, mafya faktörünün bu seçimlerde dolaysız bir rol oynamasıdır. Çoktan beridir, burjuva siyasi partilerin ya da holdinglerin nerede bitip mafyanın nerede başladığı zaten belirsizleşmiş bulunuyordu. Düzendeki çürümenin boyutlarına bağlı olarak “sistemin uru” olan mafya da büyümüş, özellikle büyük kentlerde yerel yönetimlerdeki ilişkileri ve rant bölüşümünü “düzenleyen” faktörlerden biri haline gelmiştir. Gerek arazi ve gecekondu rantının aşırı artmış olduğu çevre belediyelerde, gerekse kent merkezlerindeki mafyanın elinde olan ya da mafyalaşan “sektörlerde” payını artırmak isteyen “babalar”ın her biri bir ya da bir kaç adayın arkasında saf tutmuş olup, kendi amaçlarını gerçekleştirmeyi daha kolay bir biçimde gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Mafyalaşmanın boyutunun farkında olan partiler ve adaylar da yerel mafyanın desteğini alacak vaatleri ihmal etmemektedir. Öyle görünmektedir ki; yerel yönetimlerde mafya etkisi bu yerel seçimlerde önceki seçimlerle kıyaslanmayacak biçimde etkili olacak, yerel yönetimlerin mafyalaşma doğrultusundaki “ilerlemesi” daha da hızlanacaktır.
PARTİLERİN PROGRAMI YOK, “ŞOV” VAR
Son yıllarda, yeni dünya düzenine uyum sağlamak için var güçleriyle çaba harcayan burjuva partileri, çoktan beri, birbirinden farkı kalmamış programlara sahip partiler haline gelmişti. Yerel seçimlerde bu durum çok daha belirgin olarak ortaya çıktı. Birbirine rakip, biri ötekinin seçeneği olduğunu iddia eden partilerin en gözde adayları bile, seçmenlerin karşısına bir programla çıkamıyorlar. Örneğin bütün partilerin İstanbul adayları, İstanbul’u bir dünya ticaret merkezi yapacaklarını iddia ediyorlar. “Temiz İstanbul”, “temiz yönetim”, “gecekondulara tapu” vaat ediyorlar. Adaylar arasında ciddi bir farklılık olmaması, propagandanın bir şova dönüştürülmesiyle aşılmaya çalışılıyor. Reklâmcıların meta pazarlama yöntemlerini en iyi uygulayanın bu yarışı önde bitireceği var sayıldığından, adayın TV’de nasıl bir görüntü vereceği, hangi sloganların kullanılacağı parti ve aday tarafından değil, bu işin, yani pazarlamanın uzmanları tarafından belirleniyor. Yaşını başını almış, etrafında “ağırbaşlı” olarak tanınan adaylar, karşısında bir kalabalık ya da TV kamerası görünce, Amerikan filmlerinden ezberlenmiş cıvıklıklarla “sempatik” görünmeye çalışıyor. Örneğin, ANAP’ın İstanbul adayı Kesici, kitlelere, “kalıbında bir volkan taşıyan Mr. Volkan” olarak tanıtılarak ilhan Kesici olarak bırakmadığı iyi aday imajını yarı İngilizce yarı Türkçe yeni adıyla kazanmaya çalışıyor. Sonuçta yarışanlar ne adaylar, ne programlar ne de partilerdir; pazarlamacılar, reklâmcılar yarışıyor. Partiler, imkânlarını ve paralarını bu “uzman kadroya” veren yapımcı, adaylarsa “yönetmen” tarafından sahneye çıkarılmış iyi ya da kötü aktörler durumunda. Yerel parti yöneticileri, delegeler ve üyeler ise; seçimi kazandıkları zaman ranttan nasıl bir pay alacaklarının hesabıyla kampanyaya katılmakta, parti içinde çıkar grupları içinde bir yer edinmek için yakınlarını, imkânlarını ve çevre ilişkilerini seçim faaliyetine seferber etmeye çalışmaktadır.
Bu nedenlerledir ki; partilerin iddialarının aksine, sahneye sürülen adaylar, kent ve kent halkı için hizmeti amaç edinmiş, dürüst, kentin olanaklarını en akılcı bir biçimde kullanacak kişiler değil, hazırlanan şovda başarılı bir görüntü verecek, rantın bölüşümünde çevresindekilere en çok çıkarı sağlayacak kişilerden seçtiriliyor.
Her şey bu tür kişileri seçtirmek üzere organize edilmiş. Ve yasadaki “herkesin seçme ve seçilme hakkına sahipliği” tam bir burjuva ikiyüzlülük. Partilerin yerel seçimlere ayırdıkları paraların akıl almaz miktarı bile, seçilecek adayların niteliği ve hangi sınıf adına yarışa girdiklerini göstermektedir. Örneğin bu yerel seçimlerde; RP’nin 1 trilyon, DYP’nin 800 milyar, ANAP’ın 600 milyar, SHP’nin 500 milyar harcayacağı hesap ediliyor. Açık ki; bir emekçi için yazılması bile güç bu para miktarını kimler bu partilere veriyorsa, onların adamları seçilecek, yerel yönetimlerin ihale, arsa vb. yoluyla dağıttığı rantlar da verdikleri paranın kat kat fazlası olarak bunlara akacaktır. Bu amaçla aday olmuş ve böyle bir pis işi yapmaya soyunmuş kişiyi, medyanın şaşırtması ve şovdan başka ne seçtirebilir?
BATI’DA ŞOV, “DOĞU”DA KAOS!
Batı’da bir şov olarak başlatılan ve giderek bir karnavala dönüştürüleceği anlaşılan seçimlerde, Kürt illeri söz konusu olduğunda, derin bir sessizlik kaplıyor burjuva partilerini. Sadece Genelkurmay konuşuyor bu konuda.
Meydanlarda taraftarlarına zafer vaat eden partiler ve hükümet yetkilileri, sanki Kürt illerinde seçim olmayacakmış gibi, bu illerde ne yapacaklarından hiç söz etmemeye özen gösteriyorlar. Dahası seçim yasasında yapılan değişiklikle, Kürt illerinde ayrı normlar getirilerek bölgede yapılacak seçimi şimdiden şaibeli hale de getirmişlerdir.
Savaşın tırmanmasına paralel olarak, bu illerdeki faaliyetleri ve parti örgütleri büyük ölçüde tahrip olan burjuva partileri, PKK’nin faaliyetlerini yasaklamasıyla iyice devre dışı kalmışlar, parti binalarına kilit vurmuşlardı. O günden bugüne, partiler; bütün, “faaliyetlerimiz sürüyor” iddialarına karşın, giderek daha da tecrit olmuş, halk tarafından birer devlet kurumu gibi görülür olmuşlardır. Bu koşullar sürdüğü sürece de, bu partilerin seçim bölgelerinin çoğunda, bırakalım seçim kazanmayı, aday bulması bile çok güçtür.
Bu illerden gelen haberler, RP dışında, DEP dâhil bütün partilerin işlevsizleştiği doğrultusundadır. RP ise; tarikatlara dayanarak varlığını sürdürmekte, bilinen yöntemiyle, ev ev, sokak sokak örgütlenme ve propaganda faaliyetini sürdürmektedir. Temel sloganı da, “terör bitsin!”dir. Bu demagojik “terör bitsin” propagandası, devletin terörü ve PKK’nın halkın istem ve ihtiyaçlarını gözetmeyen uygulamaları arasına sıkışan emekçiler üstünde etkili olmaktadır.
Hizbullah’ın “Menzil” ve “İlim” kanadı arasındaki çatışmadan tedirgin olan, bölgede oldukça etkin bir güce sahip, radikal İslamcı çevreler de RP’nin “terör bitsin” sloganına sıcak bakmaktadır.
Dahası RP, üst yöneticilerinin Türk milliyetçisi şovenist tutumuna karşın, bölgede tam bir ikiyüzlülükle, Kürt bayrağı renkli afişler asarak Kürt emekçilere hoş görünmeye çalışmaktadır.
Öte yandan devlet de, diğer partilerden çok şey beklemediğinden, bu illerde RP’yi açıkça desteklemektedir. Örneğin Şırnak’ta, bir Özel Tim elemanının RP’den aday olacağı kesinleşmiştir. Ve öyle görünmektedir ki; bölge illerinde korucular, Özel Tim, Özel Ordu, polis ve askeri birlikler “emir komutaya” uygun olarak, zaten askeri garnizonlara konulacak sandıklarda blok oy kullanacaktır. Öyle anlaşılmaktadır ki; bu blok oylar, bölgede, DEP ve bağımsız adaylar dışında, düzen partilerinin herhangi bir adayında toplanacak, böylece, Genelkurmay Başkanı’nın “bütün partilerin her seçim bölgesinde tek aday çıkarması” “emri” de yerine getirilmiş olacaktır. Devlet, Mart sonuna kadar PKK’yi etkisizleştireceği varsayımının yanı sıra, bu blok oylara dayanarak seçimlerde kendi adaylarını seçtireceğini düşünerek, bölgede seçimin yapılacağını söylemektedir.
Öte yandan, bu illerde herhangi bir propaganda ve aday çıkarma gayreti içinde olmayan partilerin, seçime partiler olarak değil de devlet olarak girme konusunda aralarında anlaştıkları görülüyor.
Bölge illerinde iddialı olduğunu söyleyen DEP’in de bölgede bir seçim faaliyeti sürdürdüğü söylenemez. DEP örgütleri “açık”tır, ama bu örgütlerin ciddi bir faaliyet içinde olduğu, kitleler için bir çekim merkezi işlevi gördüğü söylenemez. Ancak, bölgedeki işlevsiz görünümüne karşın DEP’e, “ya bu seçimlerde başarılı oluruz ya da bu iş biter” psikolojisi yön vermekte, DEP’in ve Kürt mücadelesinin kaderini yerel seçime bağlayan bir dar görüşlülük içinde politika üretilemez duruma düşüldüğü izlenmektedir.
Batı’da ise; DEP, Türk kökenli adaylar gösterme, tanınmış aydın ve sanatçılara adaylık teklif etme tutumunu benimsemektedir. Gerekçeleri farklıdır, ama DEP de diğer partiler gibi, sadece kendisine ekstra oy getirecek adaylar peşindedir. Kürt ve Türk emekçileri birleştirecek bir program ve tutum izlemek yerine DEP, “Kürt partisi”, “bölücülüğün ve terörizmin uzantısı” vb. “suçlamasından” “aklanmayı”, burjuvazi ve gericilik için kabul edilir olduğunu kanıtlamayı ön plana çıkarmaktadır. Gerek Kürt radikalizmine karşı, gerekse Türk şovenizmine karşı bu teslimiyetçi tutum, DEP’e kişiliksiz bir parti görünümü vermektedir. Özellikle; söylemdeki, devrimcilere, demokratlara ılımlı yaklaşımın pratikte “benmerkezcilik” olarak ortaya çıkması kişiliksizliğe tutarsızlığı da eklemektedir. Bu ise, DEP’in Kürt ve Türk emekçilerinin partisi olduğu görüşüne gölge düşürmektedir.
Benzer bir tutarsızlık PKK’da da izlenmektedir. Bir yandan devrimcilere, demokratlara seçimlerde birlik çağrısı yapan PKK, öte yandan “bölgede benim gösterdiğim adaylar dışındaki adayları ayrımsız karşı taraftan sayar, ona göre davranırım” anlamına gelen açıklamalarla tutarsız politikalarına bir yenisini eklemektedir. Dahası, PKK’nin “benim gösterdiğim adaylardan başkasına hayat hakkı tanımam” demesi ötesinde, seçimlerde nasıl bir tutum takınacağı da belirsizdir. Bazen DEP’in desteklenmesinden, bazen şu ya da bu partiden “yurtsever” adayları desteklemekten, bazen de bağımsız adaylardan söz edilmektedir.
Ne var ki; PKK’nin söylediklerini yapabilmesi en azından şu andaki pozisyonunu korumasına bağlı iken; devlet, önümüzdeki iki aylık dönemde en azından kesin bir askeri üstünlük sağlayacağı hesabı üstünde yerel seçimlere hazırlanmaktadır. Ancak, bu hesabın tutacağı kuşkuludur. Hesaptaki kuşku tutumlara da yansımakta, devlet tarafının bütün ihtimallere göre hazırlandığı anlaşılmaktadır.
SENDİKALARDA YEREL SEÇİM KARGAŞASI
Sendikaların politikayla uğraşmasının hor görülmesi, sendikaların “bir baskı grubu” olarak görüşlerini ve isteklerini partilere ulaştırarak, onları sendikaların istemleri doğrultusunda harekete zorlamanın başlıca politika edinilmesi, Türk-İş sendikacılığının, bazen partiler-üstü sendikacılık, bazen politika dışı sendikacılık olarak tarif edilen tutumudur. Partiler-üstü sendikacılık çok tepki aldığı için artık kullanılmıyor, ama sendikaların bir baskı grubu olduğu zaman zaman gündeme getiriliyor. Pratikte bu tutum hem Türk-İş’te hem de kamu sendikalarında yerel seçimler öncesinde çok tipik bir biçimde ortaya çıktı.
Türk-İş, topladığı kurultaylarda işçi partisi sorununu gündeme getirip, var olan partileri işçi sorunlarıyla ilgilenmemekle suçlarken, işçileri işçi sorunlarıyla uğraşmayan partilere oy vermemeye çağırıyordu. Gerçi Türk-İş resmen şu ya da bu partiye “oy ver” ya da “verme” çağrısı yapmadı, ama aldığı tutumla bütün partilerin sendikaların istemleri doğrultusunda tavır almasını istediklerini, böyle tavır almayan partileri desteklemeyecekleri imajını vermeye çalıştı. Bir seçim öncesinde, işçileri düzen partilerine oy vermemeye çağırmak, arka planında burjuva partileriyle bir pazarlık düşüncesi değil de, işçileri burjuva parlamentarizminden koparma düşüncesi olsaydı, elbette Türk-İş’in tutumu desteklenir tutum olurdu. Ama Türk-İş, tersini yapıyor, işçilerin kendi tarzlarında ve kendi partileri doğrultusunda politikaya katılmasını değil, burjuva partilerine baskı yaparak işçilerin çıkarları doğrultusunda yasalar çıkarmalarını isteyen bir “baskı grubu” olunmasını istiyor. Bu ise, bütün reformcu sendikacılık anlayışlarının ve kuruluşundan beri Türk-İş’in savunduğu şeydir.
Türk-İş’in üstü örtük tutumuna karşın, kamu çalışanları sendikalarının, sendikaların “bir baskı grubu” olduğu anlayışıyla aldığı tutum ise daha açık. Kamu sendikaları “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” konusunda koalisyon partilerinin sözlerinde durmamalarından kalkarak, bir türden oylarını “bloke edeceklerini” açıkladılar. Ve hükümeti “izleyip”, eğer grevli sendika hakkı doğrultusunda adım atmazsa koalisyon partilerine oy vermeyeceklerini ima ettiler.
İlk bakışta çok mantıklı ve emekçilerden yana bir tutum gibi görünüyorsa da, gerçekte bu tutum, kamu emekçilerini burjuva parti ve politikacılarının etkisine açan, onları burjuva partileri karşısında sınıf partisinden yana tavır koymaktan alıkoyan, reformcu bir tutumdur. Çünkü burjuva partileri, emekçileri peşlerine takmak için bazen tavizler verebilirler. Çoğu zaman da böyle yaparak, onlara bir konuda taviz vererek, devrimci parti ya da partilerin mücadele çizgisine yönelmelerini önlemeye çalışırlar. Örneğin koalisyon hükümeti, hükümet programına grev ve sözleşme hakkını koyarsa kamu emekçileri bu partilerin adaylarına oy vermeye mi çağırılacaktır? Pazarlığın kuralına göre öyle olması gerekir. Bunun anlamı ise; verilen tavizin büyüklüğü ne olursa olsun, kamu emekçilerinin burjuva partilerinin peşine takılmasıdır. Sendikaların bu tarzda, bir baskı grubu olarak, politikaya katılmaları reformcu sendika bürokratları ve burjuva partilerince çok kullanılmış, bundan görünüşte işçi ve emekçiler çıkar sağlıyor gibi görünmüşlerse de sonuçta işçi ve emekçilerin gerçek bir siyasal mücadelenin dışında tutulmasının vesilesi olmuştur.
Sendikaların yerel ve genel seçimlerde bir tek tavrı olabilir; o da, “baskı grubu” olarak değil, sınıf partisinin doğrultusunda politikaya katılmasıdır. Örneğin bu, bugün, çeşitli yerlerde devrimcilerin, komünistlerin çıkarttığı adaylara oy vermek, aday çıkarılmasına destek olmak biçiminde olabilir. Başka türden, şu ya da bu burjuva partisiyle pazarlık yapmak, işçi ve emekçi örgütlerinin burjuva politikasının dolgu maddesi yapılması anlamına gelecektir.
BURJUVAZİYE “SOL”DAN DESTEK
1980 sonrasında, “sol” içinde, sivil toplumculuğun yaygınlaşmasına paralel olarak, yerel seçimlere özel bir anlam verilir oldu.
Genel seçimler için, “parlamento ahırının” üyelerinin yenilenmesi denmeye devam edilmesine karşın, yerel seçimlerin “yığınlara yakınlığı”, “yerel yönetimler devlet kuruluşu değil sivil kuruluşlardır” iddiası giderek öne çıkarıldı. Yaklaşım böyle olunca da yerel seçimlerde burjuva partileriyle ve adaylarıyla uzlaşmak için oldukça geniş bir zemin yaratılmış oldu. Daha doğrusu “sol”, merkezi iktidarı fethetme fikrini gerçekte terk edip, Sadece lafızda tekrarlamaya başlamasından beri yerel yönetimler “özel anlam kazanmış”tır.
Bu yaklaşım gerçekte, Türkiyeli “sol”culara özgü bir icat da değildir. Tersine, Bernstein’dan bu yana, devrimci Marksizm’den her sapış, “sivil toplumculuğa” savrulmakla sonuçlanmıştır. Kautskycilerin demokrasinin erdemlerini keşfetmelerinden sonra da, “yerel yönetimleri” ele geçirerek demokrasiyi geliştirmek”, “yönetme alışkanlığı kazanarak” merkezi iktidar devralındığında acemilik çekmemek için zorunlu görülmüştür. Bu düşünceler, Euro-komünizm tarafından fetiş düzeyine yükseltilmiş, Türkiye’ye de daha ’60’lı 70’li yıllarda, TİP ve TKP aracılığı ile taşınmış, o zamanlar devrimci radikal bir görünüm veren Dev Yol tarafından da darlaştırılarak belediye sosyalizmiyle birleştirilmiştir.
Yerel yönetimlerden giderek merkezi iktidara hazırlanmak ya da onu ele geçirmek konusunda Avrupa’da yaşanan 70 yıllık deneyin başarısızlığı bir yana bırakılsa bile, “sol”un yerel seçimlere özel önem atfetmesinin arkasındaki asıl nedenin merkezi iktidarı fethetme düşüncesinin terk edilmesi olduğunu söylemek için müneccim obuaya gerek yok. Bugün de, “yerel seçimlere özel önem” yükleyenlerin, sivil toplumculuk ve yeni dünya düzeniyle gizli ya da açık ideolojik bağlantı içinde olanlar olduğu göz önüne alınırsa, yerel seçim edebiyatının masum bir yanılgı olmadığı daha iyi anlaşılır.
Örneğin, hala sosyalizmi savunduğunu iddia eden SBP; İP, SDP, TSİP gibi partilerin kendilerinden çok farklı bir platformda olmadığını kabul ettiği halde, yasaların partiler arasında işbirliği ile seçimde aday göstermelerine engel olduğu gerekçesiyle bu partilerle blok oluşturmayı reddediyor, ama Emek ve Kurtuluş grubu “parti olmadığı için” onlarla ortak adaylar gösterebileceğini söyleyecek kadar yasalara bağlı bir “sosyalizm” programıyla seçimlere girmeyi düşünüyor. SİP, İP, TSİP, SDP gibi partiler ise; blok kurmak için herkese çağrı yapıyorlar ve seçimleri demokrasiye katkı yapan bir kurum olarak değerlendiriyorlar. Bu partiler içinde “en solda” görünenlerden biri olan İP, birkaç ay önce, DEP’li milletvekillerini istifaya çağırıyordu. Gerekçesi; meclisi milletvekili ara seçimlerine zorlamaktı; böylece altı ayda yapılacak iki seçimin Kürt savaşı karşısında bir “demokrasi barikatı” olacağıydı. Seçim nedeniyle devlet, savaşı tırmandırmaktan, Kürtler üstünde baskı ve terör uygulamaktan vazgeçecekti! İşte bu mantık şimdi yerel seçimleri demokrasinin geliştirilmesinin aracı ve Kürt illerinde tırmandırılan savaşa karşı barikat olarak ele alıyor. Ama yaşam tam tersini kanıtlıyor. Terör yasasının kapsamının genişletilmesi girişimi, savaşın boyutlarının genişletilmesi ve askerlik süresinin uzatılarak savaşın görülmedik ölçüde bütün politikaların önüne geçirilmesi seçim sathı mailine girildiği dönemde gerçekleştirildi. Bundan da anlaşılıyor ki, burjuvazinin kendisi bile yerel seçimleri demokrasinin genişletilmesinin bir aracı görmezken “solcular”ımız bu burjuva devlet mekanizmasını demokratik kurumlar, seçimleri de demokrasinin yerleştirilmesinin vesilesi olarak görüyor. Bu partiler, seçimleri öylesine ciddiye alıyorlar ki; örneğin Kurtuluş ve Emek SBP ile bir seçim ittifakından öte birleşmek için de bir araya geliyor. Yine, SBP, TSİP, İP, SDP gibi partiler, bir yandan seçime ortak girme çabasındayken öte yandan partileri birleştirme sorununu gündeme getiriyorlar. Üstelik bu ittifak ve birliklerde ne program, ne ideoloji tartışılıyor; tıpkı diğer partiler gibi, oyumuz biraz artsın, bir birlik olsun da nasıl olursa olsun deniyor.
Değişik bazı “sol” gruplar ise; pazarlık yaparak ya da yapmadan, “gerici ve faşist partiler kazanmasın” gerekçesiyle SHP, CHP gibi partileri destekliyorlar.
Kuşkusuz ki; politikalar tutarlı bir ideolojik platformla bağlantılı değilse, her tavır için gündelik, “akla uygun” gerekçeler bulunabilir, bulunuyor da.
Sayıları ne kadar kalabalık görünürse görünsün, bu grupların şu ya da bu partiyi destekleyip desteklememeleri seçim sonuçlarını pek etkilemez. Ama tutumlarıyla, burjuva partilerini işçi ve emekçiler karşısında aklayarak, yığınları burjuva partilerin peşine takan reformcu cereyanlara ideolojik destek sunmaları devrim ve demokrasi güçleri içinde yaptıkları asıl tahribattır.
Bu grup ve partiler yerel seçimleri hangi gerekçeyle yüceltirse yüceltsinler, yerel yönetimlerin merkezi devletin birer eklentisi haline geldiği dönemden beri bu seçimlerin de parlamento seçimlerinden farklı bir anlamı yoktur. Bu yüzden de yerel seçimlerin, devrimciler, demokratlar, komünistler için anlamı, seçim alanlarını bir araç olarak kullanmak, seçimlere anti-emperyalist, devrimci bir programla ve gerçekten bu programı savunabilecek kararlılıkta ve yığınlar tarafından böyle bir program için mücadele edeceği inancı sağlayan adaylarla katılmak doğru yaklaşım olacaktır. Böyle bir programa katılan devrimci demokrat siyasi çevre ve örgütlerle her türlü ittifak, kuşkusuz ki, devrimci güçlerin daha sürekli eylem birlikleri için de adım olacaktır.
Bir kaç grubun bir araya geldiği her yerde aday göstermeye kalkmanın da çok anlamlı olmadığı ortadadır. Tersine, koşulların az çok elverişli olduğu, devrimcilerin gücünü olduğundan az göstermeyecek nitelikte adaylarla seçime girmenin amaca uygun bir katılım olacağı, önceki seçim faaliyetlerinden çıkarılması gereken bir derstir.
Şubat 1994