Sistemin Aynası Olarak Yerel Seçimler

Yerel ya da genel, seçim dönemleri; seçim, parlamento, yerel yönetimler gibi kavram içeriklerinin yeniden sorgulandığı, her politik çevrenin bu kurumlar hakkında düşüncelerini ortaya koydukları dönemlerdir. Sadece görüş ortaya konulmakla da kalınmaz, bu görüşler özel bir biçimde pratikte sınanır.
Seçim dönemleri, politik ortamın ısındığı dönemlerdir. Burjuva partiler, birbirlerinin kirli çamaşırlarını sakınımsız bir biçimde ortaya dökerler, aralarında kıran kırana bir mücadele sergilerler. Çünkü genel oyun az çok geçerli olduğu her yerde seçimler, düzen partileri arasında, siyasal iktidarda pay sahibi olmanın geçerli yoludur. Burjuvazinin değişik fraksiyonlarının iktidarda pay sahibi olmaları için çıkarlarını temsil eden partinin seçimlerden en başarılı olarak çıkması gerekir. Oyunun kuralına, göre, her parti, temsil ettiği kliğin güvenine mazhar olabilmek için elinden geleni yapmak zorundadır. Bu ise; her partinin elindeki tüm araçlarla rakip partileri geçmesini zorunlu kılar. Burada, “her araç” sözcüğünü sınırlayan tek koşul, sistemin zarar görmemesi koşuludur. Yasalar ve burjuva siyaset geleneği tarafından belirlenen bir kulvardır, yarışılan kulvar.
Çok olağanüstü koşullar ortaya çıkmamışsa, düzen partileri için seçime katılmak ve başarılı çıkmaktan başka bir amaç yoktur.
Düzen karşıtı devrimci ve komünist partiler için ise seçim; herhangi bir düzen partisi için taşıdığı anlamdan çok farklı bir anlam taşır. Çünkü her şeyden önce seçimler,” devrimci ve komünistler için siyasal iktidarı ele geçirmenin bir yolu değil, devrimci siyasal politikanın yığınlar üzerindeki etkisini ölçmenin, seçim alanlarını, parlamento ve yerel yönetimleri kürsü olarak kullanmanın bir aracı olmaktan ibarettir. Bu yüzden de seçimlere katılmak, ne olursa olsun oylarını çoğaltmak, bu partiler için vazgeçilmez, hayati öneme sahip değildir. Tersine, her seçim döneminde devrimci parti ya da partiler, koşullara göre, seçimlere katılıp katılmamaya, katılacaklarsa nasıl katılacaklarına, somut koşulları somut bir çözümlemeye tabi, tutarak karar vermek durumundadırlar!
Klasik burjuva sistemde, ciddiye alınır bir seçim mücadelesi, birbiriyle az çok farklı siyasal partiler, bu partilerin programlan arasında bir mücadeledir.
Yeni dünya düzeninin, bütün kapitalist ülkelerde, burjuva siyasal partiler arasında, yönetmenin yol ve yöntemi konusuyla sınırlı da olsa, farklılığı ortadan kaldırmaya, adları ve tarihsel kökleri değişik partileri görünüşte koruyup ama gerçekte tümünü tek bir burjuva program etrafında toplamaya yönelmesinden beri; seçimler, partiler ve giderek parlamentolar, emekçi yığınlar için önemini gittikçe daha çok yitirmektedir. Gerçi sistemin ve onun krizinin derinleşmesine paralel olarak, burjuva klikler arasındaki çıkar çatışması ve partiler arasındaki post kavgası şiddetlenmiştir, ama yığınların bu kavgayı, örneğin 10-20 yıl öncesi kadar, ciddiye aldığı söylenemez.
Bu genel çerçeve içinde Türkiye’nin durumunun özgünlüğü, sadece herhangi bir Batı’lı kapitalist ülkeye kıyasla çok daha belirgin, kronik bir ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa sahip oluşu değildir. Bu “özgünlüğe”, Türkiye’nin klasik burjuva parlamenter geleneğe sahip olmamasını ve gerçek anlamda bir burjuva demokrasisi yaşamamış olmamalarını, dolayısıyla da burjuva partilerin yerleşmiş ahlaki değerlerinin olmayışını eklemek gerekir. Dahası, düzen; bir yandan Kürt mücadelesi tarafından tehdit edilirken, öte yandan yoğun bir işçi ve emekçi sınıflar mücadelesiyle cebelleşmek zorunda kalmaktadır. Ülke ekonomisi ise; artık muhalif ve iktidardaki düzen partilerinin tümü ve en üst devlet ve hükümet yetkilileri tarafından da kabul edildiği gibi, tam bir iflas içindedir. Cumhuriyet tarihi boyunca devletin temelini oluşturan iç ve dış politikanın temelleri çökmüş; 70 yıldır tartışılmaz sayılan başlıca ilkeler terk edilir hale gelmiştir, ideolojik ve ahlaki düzeyde de; Kemalist, Türk-İslam ve yeni dünya düzeninin değerleri arasında girişilen uzlaştırma çabalan, kültür-sanattan politikaya, ideolojiden ahlaka bütün üstyapı kurumlarını tam bir yozlaşmanın kucağına itmiş bulunmaktadır.
Kısacası, Türkiye; ideolojik, politik ve ekonomik yaşamın bütün alanlarında, cumhuriyet tarihi boyunca görmediği ölçüde derin bir krizin pençesine düşmüş olarak yerel seçimlere gidiyor. Ve kriz, burjuva politik sistemin niteliğinde saklı ve olağan seçim dönemlerinde fark edilmeyen özündeki çirkefi, işçi ve emekçilerin gözleri önüne seriyor. Derinleşen kriz, “yerel yönetimlerin demokrasinin tabana yayılmasının başlıca kurumlan” olma cilasını döküp, bunların hırsızlık, rüşvet, skandal, adam kayırma, mafya ilişkileri, egemen sınıfın rant bölüşüm kurumları olduğu gerçeğini sergiliyor.
Burjuva sistem içinde yerel yönetimlerin nasıl bir çirkef ilişkiler bütününü yansıttığı ortaya çıktıkça, sistemin sağ ve “sol” savunucularının yerel yönetimlerin “erdemleri” ve “demokratik muhtevasını” öne çıkaran demagojileri de artıyor. Bu yüzden, sorunun özüne ilişkin, Marksizm’in bilinen bazı saptamalarını, tekrar pahasına da olsa, burada özetleyeceğiz.

YEREL SEÇİMLERE YÜKLENEN İŞLEVLER GERÇEĞİ YANSITIYOR MU?

Yerel seçimler; belediye başkanı, muhtar, ihtiyar heyeti, il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri gibi yerel yöneticileri seçmek için yapılan seçimlerdir ve her şeyden önce seçimlere çok sayıda seçilecek kişinin girmesiyle genel seçimlerden ayrılır. Örneğin, Türkiye’de genel seçimlerde sadece 450 milletvekili seçildiği halde, yerel seçimlerde yaklaşık 1 milyon kişi muhtarlık, belediye meclisi, belediye başkanlığı gibi görevlere seçilmek için yarışmaktadır. Yine genel seçimlerde, seçilenler, seçmenler tarafından doğrudan çok az tanınan kişiler olduğu halde yerel yönetimlerde tam tersine, seçmenlerle seçilenler genellikle aynı kent, aynı semt, hatta aynı sokakta oturma gibi doğrudan bir temas içindedir. Dahası yerel yönetimler ve alınan kararlar, yerel yönetimin sınırlan içinde yaşayanları çok daha dolaysız olarak ilgilendirdiği için de yerel yönetimler kendine has kimi özelliklere sahip olurlar.
Bu özellikler, yerel yönetimlerin “demokrasinin temel kurumları” olarak görülmesini kolaylaştırır. Daha doğrusu, burjuva politikacıların ve merkezi iktidarı fethetmekten vazgeçmiş “devrimcilerin” demagojilerine malzeme sağlayacak bir görüntüdür bu. Bu görüntü, yerel yönetimlerin ortaya çıkışındaki rollerinin bugün de devam ettiği sanısı uyandırılarak pekiştirilir.
Gerçekten de yerel yönetimler; feodalizmin çözüldüğü, kentlerin ekonomik güç merkezleri olarak büyümeye başladığı dönemde ortaya çıkmıştır. Feodal soyluluk karşısında, kentsoyluların (burjuvazinin) örgütlenme merkezi olarak doğan yerel yönetimler (belediye, komün), feodal despotizme karşı devrimci, demokratik bir odak olarak işlev görmüştür. Kentler üstündeki feodal hakların sınırlanması talebiyle başlayan mücadele, feodal sistem içinde kentlerin özerk yönetimler biçiminde birer kapitalist kaleler olarak örgütlenmesine kadar varmıştır. Bu yüzden de, kentlerin oluşumunda en temel, sürekli ve vazgeçilmez örgütlenmeler olarak var olan yerel yönetimler, burjuva devrimlerinde de devrim odağı olarak işlev görmüşlerdir. Feodalizmin yıkılmasından sonra da, bir süre daha, temel politik kurumlar olarak faaliyetlerini sürdüren yerel yönetimler, burjuvazinin egemenliğinin tamamen gerçekleşmesinden sonra merkezi iktidarlar karşısında, önce önemlerini yitirmiş, sonra da sadece yerel sivil hizmetleri yapan, merkezi iktidarın bir eklentisi durumuna düşmüşlerdir.
Yerel yönetimlerin etkin, demokratik-devrimci odaklar olarak işlev gördüğü döneme bakıldığında, bu yönetimlerin, gerek barış gerekse devrim dönemlerinde kendilerine bağlı silahlı güçlerinin olduğu, yerel yönetim sınırlan içinde güvenlikten yargılamaya, bütün mekanizmaların bu kurumlara bağlı olduğu, en önemlisi de merkezi iktidarların yerel yönetimlerin denetimindeki bölgelerde denetim kurmamış, kuramamış olması gibi bir durum göze çarpar. Kentin güvenliğinden, yasaların çıkarılması ve günlük hizmetlere kadar bütün kamusal işler yerel yönetim tarafından yerine getiriliyordu. Burjuva devrimleri sürecinde, burjuvazi merkezi iktidarı ele geçirdikten sonra da, henüz bir merkezi ordu ve polis örgütü kurup kurumlaşmaları tamamlanıncaya kadar yerel yönetimler yerel iktidar organları olarak işlevlerini sürdürdüler.
Burjuvazinin merkezi iktidarı ele geçirip sürekli ordunun kent milislerinin yerini alması ve merkezi iç güvenlik teşkilatları olarak ulusal çapta jandarma ve polis örgütlerinin kurulmasıyla birlikte yerel yönetimler önemini yitirerek, gerçek anlamda ve kayda değer sayılabilecek bir silahlı güce sahip olma imkânını da yitirdiler. Gerçi kent polisi ve milisler hâlâ yerel yönetimlere bağlıydı, ama kent polisi sadece mahalli düzeyde, adi suçlarla ilgilenen, merkezi polis örgütü karşısında pek bir kıymeti harbiyesi kalmamış bir güç durumuna düşerken, milisler de sadece kutlama günlerinde ya da doğal afetlerde göreve çağırılan bir sözde silahlı güç durumuna düşürülmüştü. Bu, yerel yönetimlerin gerçek bir yönetim olma özelliğini de yitirmesiydi. Çünkü sınıflı bir toplumda iktidarın göstergesi silahlı güce sahip olup olmamakta yatar. Bütün silahlı güçler merkezi yönetimlerin elinde toplandığına göre, yerel yönetimlerin halk iradesini iktidara yansıtan kurumlar olma özelliği de ortadan kalkmıştır. Geriye kent burjuvazisinin çıkarlarını koruma ve bu çıkarlar arasında denge kurma işlevini gerçekleştirme kalmıştı yerel yönetimlere.
Kısacası yerel yönetimler, ilk ortaya çıktığı gibi, birer yerel iktidar organı değil, merkezi iktidarın taşradaki eklentisi, merkezi iktidar tarafından yetki ve görevleri belirlenmiş devlet kurumlarından başka bir şey değildi. Bırakalım bizim gibi ülkeleri, yerel yönetim geleneğinin uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu ülkelerde bile yerel yönetimlerin, burjuvazinin merkezi iktidarının güçlenmesine bağlı olarak sadece kentin temizlik, ulaşım, su, kanalizasyon, trafik vb. hizmetlerini yerine getiren kurumlara dönüşmüş olması, yaşanan gerçeğin kendisidir. Bu yüzdendir ki; bu kurumların sivil kurumlar olduğu, dolayısıyla yerel yönetimlerin demokrasiyi tabana yayan, güçlendiren yönetimler olduğu iddiası, en demokratik ülkelerde bile, 100-150 yıl öncesine ait bir gerçektir.
Hele Türkiye gibi, yerel yönetim geleneği olmayan, valilerin doğrudan devlet tarafından atandığı, belediye başkanlarının içişleri bakanlığı tarafından görevden alınabildiği, yerel yönetimlerin merkezi devletin tam bir uzantısı olduğu bir ülkede, yerel yönetimleri sivil kurumlar olarak tanımlamak, buraları demokrasiyi geliştiren merkezler olarak değerlendirmek, eğer demokrasi mücadelesinin kasıtlı olarak saptırılması değilse, tam bir gaflettir. Bu saptırma ve gafletin boyutları yerel yönetimlerin hangi ilişkilerin kesiştiği ve hangi dolapların döndürüldüğü kurumlar olduğu, kriz ve krizin kışkırttığı çatışmaların sergilediği tablo ile iyice gözler önüne serilmektedir. Bu nedenle ’94 Mart yerel seçimleri, yerel yönetimlerin daha önceki yerel seçimlerde açıkça görülmeyen niteliklerini, herkesçe görülebilecek olgular olarak, açığa vurduğu bir seçim dönemi olma özelliğini taşıması nedeniyle, önceki yerel yönetim seçimlerinden farklı çizgiler taşımaktadır.

’94 YEREL SEÇİMLERİNİN ANA ÇİZGİLERİ
Yeni dünya düzenine entegre olma çabalarının, partiler arasında politik farklılıkları belirgin bir biçimde ortadan kaldırdığı koşullarda yapılıyor olması, ’94 Mart yerel seçimlerine, önceki yerel seçimlerde olmayan ya da çok belirgin olmayan kimi özellikler katmıştır. Bu özellikler, adayların seçimi, propaganda yöntemleri ve seçimlerde güç merkezlerinin kayması gibi, bir seçimde en önemli sayılacak unsurlarda kendisini ortaya koymaktadır. Bu yerel seçimler, bütün bu değişikliklerden çok daha fazla ağırlığı olan bir başka sorunu da seçim boyutunda gündeme getirmiştir ki; o da, Kürt, illerinde seçimin yapılıp yapılamayacağı, yapılsa bile seçimin ne ölçüde meşru sayılacak ölçüler içinde gerçekleşeceğidir.

KİM KİMİN ADAYI?
DYP, iki büyük kentte seçimlere İstanbul’da Bedrettin Dalan, İzmir’de Burhan Özfatura ile giriyor. Bu iki isim, ’89 yerel seçimleri öncesinde ANAP’ın bu iki kentteki belediye başkanları ve bu partinin ağır toplarıydı. ANAP’ın İstanbul adayı ise; daha bir kaç ay önce, DYP’nin Genel idare Kurulu üyesi, DYP’nin gelecekteki muhtemel genel başkam olarak görülen, Demireller’in damadı ilhan Kesici. Diğer illerde de durumun çok farklı olmadığı seçim çalışmalarını yakından izleyenlerin ortak kanısı. Pek çok ilde seçimlere giren belediye başkan adayları, il idare ve belediye meclisi üyeliği adaylarına göz atıldığında, dünün ANAP’lısını bugünün DYP’lisi, dünün DYP’lisini bugünün ANAP’lısı olarak görmek artık hiç yadırganmıyor. Tersine, eski partisinden ayrılıp başka partiye gidenler, yöneticiler tarafından daha bir muhabbetle karşılanıyor, pazarlık şansları artıyor.
SHP, CHP ve DSP arasında da gidiş gelişler daha az değil. SHP’den seçilip yıllarca onun belediye başkanlığını yapmış pek çok kişi bu seçimlerde CHP’den aday oluyor. Ya da CHP’nin kuruluşu sırasında CHP’nin önde gelenleri içinde yer alan kimi belediye başkanı ve yönetici, bu seçimlerde SHP’den aday olmaya soyunuyor.
Var olan partiler içinde en muhafazakârı olarak görünen RP’nin bu görünüşünün sahte olduğu, onun da diğer partiler gibi seçimde bir adım önde olmak için vermeyeceği taviz olmadığı görüldü. RP’nin ANAP ve DYP’lilere, hatta kendisiyle politik yakınlığı olmayan çevrelerden kişilere adaylık teklif ettiği, bunlardan bazılarını aday gösterdiği biliniyor.
Adayların politik kimlik değiştirmesi, geleneksel olarak birbirine yakın partiler arasında olmakla da sınırlı değil. MHP’den SHP’ye kadar bütün partilerin yerel düzeydeki yöneticilerinin, seçim kazanmadan ya da seçimden sonra iyi bir mevzi edinmeden başka bir kaygıya düşmeden politik kimlik değiştirmeleri olgusu, önceki seçimleri gölgede bırakacak boyutlarda.
Kısacası; Tansu Çiller’in “Demirel’in kızı” olarak sahneye çıkıp, kendisini “Özal’ın kızı” ilan etmesi, Mesut Yılmaz’ın “Özal’ın oğlu” olarak ortaya çıkıp, “Demirel’in oğulluğu”nu tercih etmesi, Murat Karayalçın’ın İnönü’nün devamı olarak sunulup, Tansu Çiller’in gölgesi olması, Ecevit’in “demokratik solculuk”u savunarak, Türkeş ve Evren’in gözdeliğine yükselmesi, Y. Bozkurt Özal ve H. Celal Güzel’in ANAP’ın ağır topları olarak politikaya atılıp, ANAP’ı baş düşman ilan etmesi, İslami enternasyonalizmi savunduğunu söyleyen RP’nin Türk milliyetçiliği ve şovenizmde MHP’yle yarışması ya da işlerine öylesi geldiğinde tüm bu politik tutumların anında tersine dönülerek savunulma kıvraklığının artık burjuva politikacılarının erdemi düzeyine yükseltilmesi; bu yerel seçimlerde, yerel yönetimlerde çok daha çarpıcı bir biçimde yaşanmaktadır. Öyle görünmektedir ki; süreç ilerledikçe, burjuva politikacıları ve partilerinden politik tutarlılık bekleyenleri hayretlere düşürecek atraksiyonların yaşanması sürpriz olmayacaktır.
“Sol” ve “sosyalist” kimi grup ve partiler de yeni dünya düzeninin “yükselen değerlerinin” getirdiği bu renksizlikten kurtulmuş değil. Onlar da, kendi politikalarının yandaşı olup olmadığına bakmaksızın kendilerine “oy getirecek” herkesle anlaşmaya hazırlar. Kimi çevreler seçim ittifakı ile kimileri de sosyal demokrat partilere aday vererek, ya da tümüyle onların peşine takılarak seçimi kurtarmaya çalışıyorlar.
Kimin kimin adayı olduğu karmaşası sadece partilerin yönetim kademelerinde gözükmüyor. Partiler, politik düşüncesinin ne olduğuna bakmadan sanatçılara, adı duyulmuş “aydınlara”, rakip partilerin önde gelen yöneticilerine, partileriyle ilişkileri olmasa da, artı oy getireceğini düşündükleri ünlü işadamlarına da adaylık teklif etmekte yanşıyorlar. Doğrusu bu kişiler de tam bir belkemiksizliği göstererek, şimdiye kadar kamuoyuna yerleşmiş politik imajlarına bakmadan bu teklifleri ya kabul ediyorlar, ya da açıkça ilericilik, demokratlık adına ANAP, DYP vb. partilerin adaylarını destekleyeceklerini ilan ediyorlar. Örneğin Barış Manço, önce DYP’nin Kadıköy belediye başkanı adayı oluyor, sonra DYP’ye üye oluyor. SHP’ye hiç bir emeği geçmediği gibi, tipik bir yeni dünya düzeni savunucusu liberal olan Zülfü Livaneli’yi, SHP, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’na aday gösteriyor. Burhan Özfatura’ya hem RP, hem de DYP İzmir’den adaylık teklif ediyor. Özfatura, RP’nin değil de DYP’nin teklifini kabul etmesinin nedenini çok açık ifade ediyor: “Hesap meselesi”! RP, eski İTO Başkanı Ali Coşkun’a, ANAP Sabancı’ya İstanbul için adaylık teklifinde bulunuyor. Ya da ‘6’lı yıllardan beri “demokrat”, “sosyalist” geçinen pek çok aydın ve sanatçı Dalan’ı desteklediklerini kamuoyuna açıklamakta hiç bir politik tutarsızlık bulmuyor.
Belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin durmadan parti değiştirmesi olağan hale gelince, bu durum ister istemez partilerin tabanlarında da partiden partiye toplu göçleri gündeme getiriyor. Yüzlerle ifade edilen parti yönetici, üye ve taraftarlarının törenle parti değiştirmesi yerel seçimlerle birlikte tırmanmış görünüyor. A partisinden B partisine, B’den C partisine, C’den A partisine geçenlerin boy boy fotoğraftan her gün gazetelerde yayınlanıyor. Ama bu geçişler, seçmen tabanının bir partiye yönelişi biçiminde değil de, tabanların birbirine kayışı biçiminde olması, olgunun asıl ilgi çeken yanı olarak görünüyor.
Birini ötekine seçenek gösterecek ciddi farkı kalmamış ve partiye verilecek oyların seçimi almaya yetmeyeceğini gören partilerin, adaylarını belirlerken aradıkları tek kıstas, adayın kendilerine “artı oy” getirebilmesidir. Bir kaç puan getirebilecek bir aday için bütün “ilke” ve “ideallerini” çiğnemeye hazırdırlar. Adaylar için de durum çok farklı değil. Onlar da kazanma şansı olduktan sonra şu ya da bu partiden olmuş önemli görmüyorlar.

YEREL SEÇİMLERDE “YENİ” GÜÇ ODAKLARI

Yerel seçimleri genel seçimlerden ayıran özelliklerden birisi de, yerel seçimlerde kimi yerel örgütlenmelerin ve adayların “hemşerilik” sıfatlarının genel seçimlerden daha önemli bir rol oynamasıdır. Ama önceki yerel seçimler göz önüne alındığında, her iki konuda da açıkça görünen bir farklılık olduğu gözleniyor. Örneğin adayların “hemşerilik” özelliği özellikle büyük kentlerde geri plana itilmiş durumda. Kesici’nin İstanbul’dan DYP adayı olması, CHP’den yeni istifa etmiş G. Antep Belediye Başkanı Celal Doğan’ın SHP tarafından Ankara’da aday gösterilmek istenmesi, dahası büyük kentlerde, belediye meclis üyelikleri için bile sahte ikametgâhlarla aday kaydırmaları vb. yerel seçimlerin yerelliğine gölge düşüren gelişmeler olarak değerlendirilebilir.
Öte yandan büyük ve orta büyüklükteki kentlerde kurulmuş olan “hemşeri” derneklerinin yerel seçimlerde oldukça önemli bir rol oynadığı izleniyor. Bu türden derneklere, Alevi dernekleri, Kafkas dernekleri vb. gibi, sınıfsal temelde değil ama dinsel, mezhepsel, etnik, kültürel vb. temelde kurulmuş başka dernekleri de eklemek gerek.
Başlıca büyük illerden gelen haberler, çeşitli “hemşeri dernekleri”nin, bazen tek başlarına ama çoğu zaman aralarında birleşerek bir veya birkaç siyasi parti ile pazarlığa oturdukları doğrultusunda. Örneğin, Ordulular, Sivaslılar, Niğdeliler vb. dernekleri, daha doğrusu dernek “ileri gelenleri”, başkanın kim olacağı, kendilerine kaç meclis üyesi verileceği vb. konusunda parti yöneticileri ile pazarlık ediyorlar. Öyle anlaşılıyor ki; birçok seçim bölgesinde bu türden “hemşeri dernekleri” “anahtar” rolü oynayacak kadar önemli bir seçmen kitlesine hükmediyorlar. Partiler de, bu durumu bildikleri için, dernekleri yanlarına çekmek için her tavizi vermeye hazır görünüyorlar.
Ve sağıyla “sol”uyla bütün düzen partileri bu durumu “partilerin sivil örgütlerle kaynaşması”, “demokrasinin gelişip tabana yaygınlaşmasının bir ifadesi” olarak değerlendiriyorlar.
Yerel yönetimlerin bir rant bölüşüm aracı haline getirildiği düşünüldüğünde derneklerin bu ranttan pay alma isteği elbette anlaşılır bir şeydir. Ama bu durumu demokrasinin tabana yayılması, gelişmesi olarak değerlendirmek, sistemin çürümüşlüğünün sonucu olarak ortaya çıkan bir durumu, sistemi aklamaya dönüştürmek olur. Çünkü ilk bakışta, “hemşeri derneklerinin” oldukça geniş bir emekçi kesimini politikaya katması olarak görünen bu durum, gerçekte, bu derneklerde örgütlenmiş emekçilerin sırtından, bir kaç yöneticinin yerel yönetimlerde etkin olarak ranttan pay almasının ötesinde bir sonuç doğurmadığı açıktır ve emekçileri politikanın içine çeken değil dışına iten bir rol oynamaktadır. Daha doğrusu burjuva düzen partileriyle girişilen böyle pazarlıklar, kişisel ekonomik çıkar vaadiyle emekçi “hemşerilerin” gerici parti ve politikacıların oyuncağı olacakları “yeni” bir kanal açmaktadır.
Bu gelişme, ister istemez, akla, biyolojinin bir kuramını, “Ataya Dönüş Kuramını” getirmektedir. “Ataya Dönüş Kuramı”, gelişmiş bir canlının kromozomlarında, herhangi bir etkiyle, bozulma sonucu kendisinden daha ilkel bir canlı doğurmasını açıklamaya yönelik bir kuramdır. Örneğin, bir kadının maymuna benzer bir çocuk doğurması bu kuramla açıklanıyor. “Hemşeri dernekleri”nin seçimlerde “politik” bir mihrak gibi ortaya çıkması da ancak, politikanın ve politik partilerin yozlaşarak “ataya dönmesi” ile açıklanabilir. Çünkü modern bir politikada politik mihraklar her şeyden önce politik partilerdir. Çeşitli türden kitle örgütlerinin de politikaya katılımı, çatılan altında topladıkları yığınların çıkarlarının bu partilerin birisinin programında ifadesini bulur. Dolayısıyla bu örgütler, ayrıca özel bir pazarlığa gerek görmeksizin bu partilerin doğrultusunda eylemde bulunurlar. Dahası modern bir toplumda kitle örgütleri, “hemşerilik”, din, ulus, mezhep vb. yakınlığına göre değil, sınıf yakınlığına göre örgütlenir. “Hemşerilik”, dinsel, mezhepsel, etnik vb. yakınlık üstüne kurulan örgütlenmeler, aslında kapitalizm öncesi örgütlenmeler olup, kapitalizme daha önceki toplum biçimlerinden kalmış, ya da sistemin çürümesiyle boy vermiş örgütlenmelerdir. Bu yüzden de bu türden örgütlenmelerin etkinliği, politik yaşama damga vuracak bir biçimde ağırlıklarını hissettirmeleri ancak sistemin yozlaşıp, düzen içi çözümler üretmekten bile aciz kalmasının ifadesidir.
“Hemşeri dernekleri”nin tümü, değişik sınıf ve tabakalardan sadece aynı ilde ya da ilçede doğmuş, ailesi aynı il ya da ilçeden göç etmiş olma dışında bir özelliği olmayan insanların örgütlendiği yerler olmasına karşın, tümünü rant bölüşümünden öte kaygısı olmayan dernekler olarak görmek doğru değil. Çünkü kuruluş amaçları geriye dönük olmakla birlikte, bazıları bu olumsuz temeli aşmış, demokrasi mücadelesinde yer alma çabası içindedir. Ve zaten bunlar da çeşitli burjuva partileriyle pazarlık etmek, ranttan pay almayı, üyelerine politika olarak gösterme çabasında değildir. İçlerindeki ilerici, demokrat üyelerin çabasıyla demokrasi mücadelesine katılmaya çalışan bu dernekleri, yukarıda “hemşeri dernekleri” için söylenenlerin dışında tutmak gerekir.
Yerel seçimlerin genel seçimlerden diğer bir farkı da, mafya faktörünün bu seçimlerde dolaysız bir rol oynamasıdır. Çoktan beridir, burjuva siyasi partilerin ya da holdinglerin nerede bitip mafyanın nerede başladığı zaten belirsizleşmiş bulunuyordu. Düzendeki çürümenin boyutlarına bağlı olarak “sistemin uru” olan mafya da büyümüş, özellikle büyük kentlerde yerel yönetimlerdeki ilişkileri ve rant bölüşümünü “düzenleyen” faktörlerden biri haline gelmiştir. Gerek arazi ve gecekondu rantının aşırı artmış olduğu çevre belediyelerde, gerekse kent merkezlerindeki mafyanın elinde olan ya da mafyalaşan “sektörlerde” payını artırmak isteyen “babalar”ın her biri bir ya da bir kaç adayın arkasında saf tutmuş olup, kendi amaçlarını gerçekleştirmeyi daha kolay bir biçimde gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Mafyalaşmanın boyutunun farkında olan partiler ve adaylar da yerel mafyanın desteğini alacak vaatleri ihmal etmemektedir. Öyle görünmektedir ki; yerel yönetimlerde mafya etkisi bu yerel seçimlerde önceki seçimlerle kıyaslanmayacak biçimde etkili olacak, yerel yönetimlerin mafyalaşma doğrultusundaki “ilerlemesi” daha da hızlanacaktır.

PARTİLERİN PROGRAMI YOK, “ŞOV” VAR
Son yıllarda, yeni dünya düzenine uyum sağlamak için var güçleriyle çaba harcayan burjuva partileri, çoktan beri, birbirinden farkı kalmamış programlara sahip partiler haline gelmişti. Yerel seçimlerde bu durum çok daha belirgin olarak ortaya çıktı. Birbirine rakip, biri ötekinin seçeneği olduğunu iddia eden partilerin en gözde adayları bile, seçmenlerin karşısına bir programla çıkamıyorlar. Örneğin bütün partilerin İstanbul adayları, İstanbul’u bir dünya ticaret merkezi yapacaklarını iddia ediyorlar. “Temiz İstanbul”, “temiz yönetim”, “gecekondulara tapu” vaat ediyorlar. Adaylar arasında ciddi bir farklılık olmaması, propagandanın bir şova dönüştürülmesiyle aşılmaya çalışılıyor. Reklâmcıların meta pazarlama yöntemlerini en iyi uygulayanın bu yarışı önde bitireceği var sayıldığından, adayın TV’de nasıl bir görüntü vereceği, hangi sloganların kullanılacağı parti ve aday tarafından değil, bu işin, yani pazarlamanın uzmanları tarafından belirleniyor. Yaşını başını almış, etrafında “ağırbaşlı” olarak tanınan adaylar, karşısında bir kalabalık ya da TV kamerası görünce, Amerikan filmlerinden ezberlenmiş cıvıklıklarla “sempatik” görünmeye çalışıyor. Örneğin, ANAP’ın İstanbul adayı Kesici, kitlelere, “kalıbında bir volkan taşıyan Mr. Volkan” olarak tanıtılarak ilhan Kesici olarak bırakmadığı iyi aday imajını yarı İngilizce yarı Türkçe yeni adıyla kazanmaya çalışıyor. Sonuçta yarışanlar ne adaylar, ne programlar ne de partilerdir; pazarlamacılar, reklâmcılar yarışıyor. Partiler, imkânlarını ve paralarını bu “uzman kadroya” veren yapımcı, adaylarsa “yönetmen” tarafından sahneye çıkarılmış iyi ya da kötü aktörler durumunda. Yerel parti yöneticileri, delegeler ve üyeler ise; seçimi kazandıkları zaman ranttan nasıl bir pay alacaklarının hesabıyla kampanyaya katılmakta, parti içinde çıkar grupları içinde bir yer edinmek için yakınlarını, imkânlarını ve çevre ilişkilerini seçim faaliyetine seferber etmeye çalışmaktadır.
Bu nedenlerledir ki; partilerin iddialarının aksine, sahneye sürülen adaylar, kent ve kent halkı için hizmeti amaç edinmiş, dürüst, kentin olanaklarını en akılcı bir biçimde kullanacak kişiler değil, hazırlanan şovda başarılı bir görüntü verecek, rantın bölüşümünde çevresindekilere en çok çıkarı sağlayacak kişilerden seçtiriliyor.
Her şey bu tür kişileri seçtirmek üzere organize edilmiş. Ve yasadaki “herkesin seçme ve seçilme hakkına sahipliği” tam bir burjuva ikiyüzlülük. Partilerin yerel seçimlere ayırdıkları paraların akıl almaz miktarı bile, seçilecek adayların niteliği ve hangi sınıf adına yarışa girdiklerini göstermektedir. Örneğin bu yerel seçimlerde; RP’nin 1 trilyon, DYP’nin 800 milyar, ANAP’ın 600 milyar, SHP’nin 500 milyar harcayacağı hesap ediliyor. Açık ki; bir emekçi için yazılması bile güç bu para miktarını kimler bu partilere veriyorsa, onların adamları seçilecek, yerel yönetimlerin ihale, arsa vb. yoluyla dağıttığı rantlar da verdikleri paranın kat kat fazlası olarak bunlara akacaktır. Bu amaçla aday olmuş ve böyle bir pis işi yapmaya soyunmuş kişiyi, medyanın şaşırtması ve şovdan başka ne seçtirebilir?

BATI’DA ŞOV, “DOĞU”DA KAOS!
Batı’da bir şov olarak başlatılan ve giderek bir karnavala dönüştürüleceği anlaşılan seçimlerde, Kürt illeri söz konusu olduğunda, derin bir sessizlik kaplıyor burjuva partilerini. Sadece Genelkurmay konuşuyor bu konuda.
Meydanlarda taraftarlarına zafer vaat eden partiler ve hükümet yetkilileri, sanki Kürt illerinde seçim olmayacakmış gibi, bu illerde ne yapacaklarından hiç söz etmemeye özen gösteriyorlar. Dahası seçim yasasında yapılan değişiklikle, Kürt illerinde ayrı normlar getirilerek bölgede yapılacak seçimi şimdiden şaibeli hale de getirmişlerdir.
Savaşın tırmanmasına paralel olarak, bu illerdeki faaliyetleri ve parti örgütleri büyük ölçüde tahrip olan burjuva partileri, PKK’nin faaliyetlerini yasaklamasıyla iyice devre dışı kalmışlar, parti binalarına kilit vurmuşlardı. O günden bugüne, partiler; bütün, “faaliyetlerimiz sürüyor” iddialarına karşın, giderek daha da tecrit olmuş, halk tarafından birer devlet kurumu gibi görülür olmuşlardır. Bu koşullar sürdüğü sürece de, bu partilerin seçim bölgelerinin çoğunda, bırakalım seçim kazanmayı, aday bulması bile çok güçtür.
Bu illerden gelen haberler, RP dışında, DEP dâhil bütün partilerin işlevsizleştiği doğrultusundadır. RP ise; tarikatlara dayanarak varlığını sürdürmekte, bilinen yöntemiyle, ev ev, sokak sokak örgütlenme ve propaganda faaliyetini sürdürmektedir. Temel sloganı da, “terör bitsin!”dir. Bu demagojik “terör bitsin” propagandası, devletin terörü ve PKK’nın halkın istem ve ihtiyaçlarını gözetmeyen uygulamaları arasına sıkışan emekçiler üstünde etkili olmaktadır.
Hizbullah’ın “Menzil” ve “İlim” kanadı arasındaki çatışmadan tedirgin olan, bölgede oldukça etkin bir güce sahip, radikal İslamcı çevreler de RP’nin “terör bitsin” sloganına sıcak bakmaktadır.
Dahası RP, üst yöneticilerinin Türk milliyetçisi şovenist tutumuna karşın, bölgede tam bir ikiyüzlülükle, Kürt bayrağı renkli afişler asarak Kürt emekçilere hoş görünmeye çalışmaktadır.
Öte yandan devlet de, diğer partilerden çok şey beklemediğinden, bu illerde RP’yi açıkça desteklemektedir. Örneğin Şırnak’ta, bir Özel Tim elemanının RP’den aday olacağı kesinleşmiştir. Ve öyle görünmektedir ki; bölge illerinde korucular, Özel Tim, Özel Ordu, polis ve askeri birlikler “emir komutaya” uygun olarak, zaten askeri garnizonlara konulacak sandıklarda blok oy kullanacaktır. Öyle anlaşılmaktadır ki; bu blok oylar, bölgede, DEP ve bağımsız adaylar dışında, düzen partilerinin herhangi bir adayında toplanacak, böylece, Genelkurmay Başkanı’nın “bütün partilerin her seçim bölgesinde tek aday çıkarması” “emri” de yerine getirilmiş olacaktır. Devlet, Mart sonuna kadar PKK’yi etkisizleştireceği varsayımının yanı sıra, bu blok oylara dayanarak seçimlerde kendi adaylarını seçtireceğini düşünerek, bölgede seçimin yapılacağını söylemektedir.
Öte yandan, bu illerde herhangi bir propaganda ve aday çıkarma gayreti içinde olmayan partilerin, seçime partiler olarak değil de devlet olarak girme konusunda aralarında anlaştıkları görülüyor.
Bölge illerinde iddialı olduğunu söyleyen DEP’in de bölgede bir seçim faaliyeti sürdürdüğü söylenemez. DEP örgütleri “açık”tır, ama bu örgütlerin ciddi bir faaliyet içinde olduğu, kitleler için bir çekim merkezi işlevi gördüğü söylenemez. Ancak, bölgedeki işlevsiz görünümüne karşın DEP’e, “ya bu seçimlerde başarılı oluruz ya da bu iş biter” psikolojisi yön vermekte, DEP’in ve Kürt mücadelesinin kaderini yerel seçime bağlayan bir dar görüşlülük içinde politika üretilemez duruma düşüldüğü izlenmektedir.
Batı’da ise; DEP, Türk kökenli adaylar gösterme, tanınmış aydın ve sanatçılara adaylık teklif etme tutumunu benimsemektedir. Gerekçeleri farklıdır, ama DEP de diğer partiler gibi, sadece kendisine ekstra oy getirecek adaylar peşindedir. Kürt ve Türk emekçileri birleştirecek bir program ve tutum izlemek yerine DEP, “Kürt partisi”, “bölücülüğün ve terörizmin uzantısı” vb. “suçlamasından” “aklanmayı”, burjuvazi ve gericilik için kabul edilir olduğunu kanıtlamayı ön plana çıkarmaktadır. Gerek Kürt radikalizmine karşı, gerekse Türk şovenizmine karşı bu teslimiyetçi tutum, DEP’e kişiliksiz bir parti görünümü vermektedir. Özellikle; söylemdeki, devrimcilere, demokratlara ılımlı yaklaşımın pratikte “benmerkezcilik” olarak ortaya çıkması kişiliksizliğe tutarsızlığı da eklemektedir. Bu ise, DEP’in Kürt ve Türk emekçilerinin partisi olduğu görüşüne gölge düşürmektedir.
Benzer bir tutarsızlık PKK’da da izlenmektedir. Bir yandan devrimcilere, demokratlara seçimlerde birlik çağrısı yapan PKK, öte yandan “bölgede benim gösterdiğim adaylar dışındaki adayları ayrımsız karşı taraftan sayar, ona göre davranırım” anlamına gelen açıklamalarla tutarsız politikalarına bir yenisini eklemektedir. Dahası, PKK’nin “benim gösterdiğim adaylardan başkasına hayat hakkı tanımam” demesi ötesinde, seçimlerde nasıl bir tutum takınacağı da belirsizdir. Bazen DEP’in desteklenmesinden, bazen şu ya da bu partiden “yurtsever” adayları desteklemekten, bazen de bağımsız adaylardan söz edilmektedir.
Ne var ki; PKK’nin söylediklerini yapabilmesi en azından şu andaki pozisyonunu korumasına bağlı iken; devlet, önümüzdeki iki aylık dönemde en azından kesin bir askeri üstünlük sağlayacağı hesabı üstünde yerel seçimlere hazırlanmaktadır. Ancak, bu hesabın tutacağı kuşkuludur. Hesaptaki kuşku tutumlara da yansımakta, devlet tarafının bütün ihtimallere göre hazırlandığı anlaşılmaktadır.

SENDİKALARDA YEREL SEÇİM KARGAŞASI
Sendikaların politikayla uğraşmasının hor görülmesi, sendikaların “bir baskı grubu” olarak görüşlerini ve isteklerini partilere ulaştırarak, onları sendikaların istemleri doğrultusunda harekete zorlamanın başlıca politika edinilmesi, Türk-İş sendikacılığının, bazen partiler-üstü sendikacılık, bazen politika dışı sendikacılık olarak tarif edilen tutumudur. Partiler-üstü sendikacılık çok tepki aldığı için artık kullanılmıyor, ama sendikaların bir baskı grubu olduğu zaman zaman gündeme getiriliyor. Pratikte bu tutum hem Türk-İş’te hem de kamu sendikalarında yerel seçimler öncesinde çok tipik bir biçimde ortaya çıktı.
Türk-İş, topladığı kurultaylarda işçi partisi sorununu gündeme getirip, var olan partileri işçi sorunlarıyla ilgilenmemekle suçlarken, işçileri işçi sorunlarıyla uğraşmayan partilere oy vermemeye çağırıyordu. Gerçi Türk-İş resmen şu ya da bu partiye “oy ver” ya da “verme” çağrısı yapmadı, ama aldığı tutumla bütün partilerin sendikaların istemleri doğrultusunda tavır almasını istediklerini, böyle tavır almayan partileri desteklemeyecekleri imajını vermeye çalıştı. Bir seçim öncesinde, işçileri düzen partilerine oy vermemeye çağırmak, arka planında burjuva partileriyle bir pazarlık düşüncesi değil de, işçileri burjuva parlamentarizminden koparma düşüncesi olsaydı, elbette Türk-İş’in tutumu desteklenir tutum olurdu. Ama Türk-İş, tersini yapıyor, işçilerin kendi tarzlarında ve kendi partileri doğrultusunda politikaya katılmasını değil, burjuva partilerine baskı yaparak işçilerin çıkarları doğrultusunda yasalar çıkarmalarını isteyen bir “baskı grubu” olunmasını istiyor. Bu ise, bütün reformcu sendikacılık anlayışlarının ve kuruluşundan beri Türk-İş’in savunduğu şeydir.
Türk-İş’in üstü örtük tutumuna karşın, kamu çalışanları sendikalarının, sendikaların “bir baskı grubu” olduğu anlayışıyla aldığı tutum ise daha açık. Kamu sendikaları “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” konusunda koalisyon partilerinin sözlerinde durmamalarından kalkarak, bir türden oylarını “bloke edeceklerini” açıkladılar. Ve hükümeti “izleyip”, eğer grevli sendika hakkı doğrultusunda adım atmazsa koalisyon partilerine oy vermeyeceklerini ima ettiler.
İlk bakışta çok mantıklı ve emekçilerden yana bir tutum gibi görünüyorsa da, gerçekte bu tutum, kamu emekçilerini burjuva parti ve politikacılarının etkisine açan, onları burjuva partileri karşısında sınıf partisinden yana tavır koymaktan alıkoyan, reformcu bir tutumdur. Çünkü burjuva partileri, emekçileri peşlerine takmak için bazen tavizler verebilirler. Çoğu zaman da böyle yaparak, onlara bir konuda taviz vererek, devrimci parti ya da partilerin mücadele çizgisine yönelmelerini önlemeye çalışırlar. Örneğin koalisyon hükümeti, hükümet programına grev ve sözleşme hakkını koyarsa kamu emekçileri bu partilerin adaylarına oy vermeye mi çağırılacaktır? Pazarlığın kuralına göre öyle olması gerekir. Bunun anlamı ise; verilen tavizin büyüklüğü ne olursa olsun, kamu emekçilerinin burjuva partilerinin peşine takılmasıdır. Sendikaların bu tarzda, bir baskı grubu olarak, politikaya katılmaları reformcu sendika bürokratları ve burjuva partilerince çok kullanılmış, bundan görünüşte işçi ve emekçiler çıkar sağlıyor gibi görünmüşlerse de sonuçta işçi ve emekçilerin gerçek bir siyasal mücadelenin dışında tutulmasının vesilesi olmuştur.
Sendikaların yerel ve genel seçimlerde bir tek tavrı olabilir; o da, “baskı grubu” olarak değil, sınıf partisinin doğrultusunda politikaya katılmasıdır. Örneğin bu, bugün, çeşitli yerlerde devrimcilerin, komünistlerin çıkarttığı adaylara oy vermek, aday çıkarılmasına destek olmak biçiminde olabilir. Başka türden, şu ya da bu burjuva partisiyle pazarlık yapmak, işçi ve emekçi örgütlerinin burjuva politikasının dolgu maddesi yapılması anlamına gelecektir.

BURJUVAZİYE “SOL”DAN DESTEK
1980 sonrasında, “sol” içinde, sivil toplumculuğun yaygınlaşmasına paralel olarak, yerel seçimlere özel bir anlam verilir oldu.
Genel seçimler için, “parlamento ahırının” üyelerinin yenilenmesi denmeye devam edilmesine karşın, yerel seçimlerin “yığınlara yakınlığı”, “yerel yönetimler devlet kuruluşu değil sivil kuruluşlardır” iddiası giderek öne çıkarıldı. Yaklaşım böyle olunca da yerel seçimlerde burjuva partileriyle ve adaylarıyla uzlaşmak için oldukça geniş bir zemin yaratılmış oldu. Daha doğrusu “sol”, merkezi iktidarı fethetme fikrini gerçekte terk edip, Sadece lafızda tekrarlamaya başlamasından beri yerel yönetimler “özel anlam kazanmış”tır.
Bu yaklaşım gerçekte, Türkiyeli “sol”culara özgü bir icat da değildir. Tersine, Bernstein’dan bu yana, devrimci Marksizm’den her sapış, “sivil toplumculuğa” savrulmakla sonuçlanmıştır. Kautskycilerin demokrasinin erdemlerini keşfetmelerinden sonra da, “yerel yönetimleri” ele geçirerek demokrasiyi geliştirmek”, “yönetme alışkanlığı kazanarak” merkezi iktidar devralındığında acemilik çekmemek için zorunlu görülmüştür. Bu düşünceler, Euro-komünizm tarafından fetiş düzeyine yükseltilmiş, Türkiye’ye de daha ’60’lı 70’li yıllarda, TİP ve TKP aracılığı ile taşınmış, o zamanlar devrimci radikal bir görünüm veren Dev Yol tarafından da darlaştırılarak belediye sosyalizmiyle birleştirilmiştir.
Yerel yönetimlerden giderek merkezi iktidara hazırlanmak ya da onu ele geçirmek konusunda Avrupa’da yaşanan 70 yıllık deneyin başarısızlığı bir yana bırakılsa bile, “sol”un yerel seçimlere özel önem atfetmesinin arkasındaki asıl nedenin merkezi iktidarı fethetme düşüncesinin terk edilmesi olduğunu söylemek için müneccim obuaya gerek yok. Bugün de, “yerel seçimlere özel önem” yükleyenlerin, sivil toplumculuk ve yeni dünya düzeniyle gizli ya da açık ideolojik bağlantı içinde olanlar olduğu göz önüne alınırsa, yerel seçim edebiyatının masum bir yanılgı olmadığı daha iyi anlaşılır.
Örneğin,  hala sosyalizmi savunduğunu iddia eden SBP; İP, SDP, TSİP gibi partilerin kendilerinden çok farklı bir platformda olmadığını kabul ettiği halde, yasaların partiler arasında işbirliği ile seçimde aday göstermelerine engel olduğu gerekçesiyle bu partilerle blok oluşturmayı reddediyor, ama Emek ve Kurtuluş grubu “parti olmadığı için” onlarla ortak adaylar gösterebileceğini söyleyecek kadar yasalara bağlı bir “sosyalizm” programıyla seçimlere girmeyi düşünüyor. SİP, İP, TSİP, SDP gibi partiler ise; blok kurmak için herkese çağrı yapıyorlar ve seçimleri demokrasiye katkı yapan bir kurum olarak değerlendiriyorlar. Bu partiler içinde “en solda” görünenlerden biri olan İP, birkaç ay önce, DEP’li milletvekillerini istifaya çağırıyordu. Gerekçesi; meclisi milletvekili ara seçimlerine zorlamaktı; böylece altı ayda yapılacak iki seçimin Kürt savaşı karşısında bir “demokrasi barikatı” olacağıydı. Seçim nedeniyle devlet, savaşı tırmandırmaktan, Kürtler üstünde baskı ve terör uygulamaktan vazgeçecekti! İşte bu mantık şimdi yerel seçimleri demokrasinin geliştirilmesinin aracı ve Kürt illerinde tırmandırılan savaşa karşı barikat olarak ele alıyor. Ama yaşam tam tersini kanıtlıyor. Terör yasasının kapsamının genişletilmesi girişimi, savaşın boyutlarının genişletilmesi ve askerlik süresinin uzatılarak savaşın görülmedik ölçüde bütün politikaların önüne geçirilmesi seçim sathı mailine girildiği dönemde gerçekleştirildi. Bundan da anlaşılıyor ki, burjuvazinin kendisi bile yerel seçimleri demokrasinin genişletilmesinin bir aracı görmezken “solcular”ımız bu burjuva devlet mekanizmasını demokratik kurumlar, seçimleri de demokrasinin yerleştirilmesinin vesilesi olarak görüyor. Bu partiler, seçimleri öylesine ciddiye alıyorlar ki; örneğin Kurtuluş ve Emek SBP ile bir seçim ittifakından öte birleşmek için de bir araya geliyor. Yine, SBP, TSİP, İP, SDP gibi partiler, bir yandan seçime ortak girme çabasındayken öte yandan partileri birleştirme sorununu gündeme getiriyorlar. Üstelik bu ittifak ve birliklerde ne program, ne ideoloji tartışılıyor; tıpkı diğer partiler gibi, oyumuz biraz artsın, bir birlik olsun da nasıl olursa olsun deniyor.
Değişik bazı “sol” gruplar ise; pazarlık yaparak ya da yapmadan, “gerici ve faşist partiler kazanmasın” gerekçesiyle SHP, CHP gibi partileri destekliyorlar.
Kuşkusuz ki; politikalar tutarlı bir ideolojik platformla bağlantılı değilse, her tavır için gündelik, “akla uygun” gerekçeler bulunabilir, bulunuyor da.
Sayıları ne kadar kalabalık görünürse görünsün, bu grupların şu ya da bu partiyi destekleyip desteklememeleri seçim sonuçlarını pek etkilemez. Ama tutumlarıyla, burjuva partilerini işçi ve emekçiler karşısında aklayarak, yığınları burjuva partilerin peşine takan reformcu cereyanlara ideolojik destek sunmaları devrim ve demokrasi güçleri içinde yaptıkları asıl tahribattır.
Bu grup ve partiler yerel seçimleri hangi gerekçeyle yüceltirse yüceltsinler, yerel yönetimlerin merkezi devletin birer eklentisi haline geldiği dönemden beri bu seçimlerin de parlamento seçimlerinden farklı bir anlamı yoktur. Bu yüzden de yerel seçimlerin, devrimciler, demokratlar, komünistler için anlamı, seçim alanlarını bir araç olarak kullanmak, seçimlere anti-emperyalist, devrimci bir programla ve gerçekten bu programı savunabilecek kararlılıkta ve yığınlar tarafından böyle bir program için mücadele edeceği inancı sağlayan adaylarla katılmak doğru yaklaşım olacaktır. Böyle bir programa katılan devrimci demokrat siyasi çevre ve örgütlerle her türlü ittifak, kuşkusuz ki, devrimci güçlerin daha sürekli eylem birlikleri için de adım olacaktır.
Bir kaç grubun bir araya geldiği her yerde aday göstermeye kalkmanın da çok anlamlı olmadığı ortadadır. Tersine, koşulların az çok elverişli olduğu, devrimcilerin gücünü olduğundan az göstermeyecek nitelikte adaylarla seçime girmenin amaca uygun bir katılım olacağı, önceki seçim faaliyetlerinden çıkarılması gereken bir derstir.

Şubat 1994

Güçlü bolşevik partilere ihtiyaç var!

Gezegenimiz uzunca bir dönemdir gericilik yıllarım yaşıyor. Proletarya hareketi, ’50’lerin sonundan başlayarak ’60’lı yıllardan bu yana “yenilgi öğretmen”in eğitiminden geçiyor. Ancak bu eğitim de, yeni yeni gerçek bir eğitime dönüşmeye başladı.
Söz konusu dönemin öncesinde köklerini bulan özel gelişme koşullarıyla Vietnam Devrimi’ni ve onun gerçekten olağanüstü direnme ve savaşma gücüyle yaydığı ABD ve Avrupa’ya kadar ulaşan devrimci dalgalanmayı görmezlikten gelemeyiz kuşkusuz. Üstelik bu dalganın, ’59 Küba Devrimi’nin, başlıca Che’de sembolleşen şövalyelik ruhuyla yeniden canlandırdığı küçük burjuva ihtilalciliğinin tarihsel köklerine sahip Latin Amerika’nın devrimci kabarışıyla birleştiğini,” tüm bu devrimci ilerleyişin sömürgeciliğe karşı Afrika halklarının isyanını teşvik ettiğini, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de etkilerini işçi sınıfına kadar ileten ama daha çok gençliğin ’68 başkaldırısıyla çakıştığını unutamayız.
Bütün bunlar, yenilginin aniden ve tüm hışmıyla gelmediğini ve gericiliğin karanlığının olanca koyuluğuyla hiçbir karşı koyuş olmadan ve tam ve kesin bir zaferle yaşanmadığını göstermektedir.
Kapitalizm, artık köklü gelişme dinamiklerini yitirmiştir ve üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olarak dikilen çürüme ve can çekişme koşullarını yaşamaktadır. Kapitalizm, artık geçen yüzyılın görece kalıcı gericilik zaferlerine olanak sağlayan, sosyalizm için olgunlaşmamış kapitalizmi değildir. Genişlemeye elverişli bir temeli bulunmamaktadır; kapitalist bir temel üzerinde 1848 ve 1871 sonrasının hala gerçekleşmekte olan iktisadi devrim olanakları yoktur. 20. yüzyılda sağlanabilen, gerçek bir iktisadi gelişme değil, keskinleşen yıkıcı gelişmeler ve çürümedir. Bunun yanı sıra, Lenin’in belirttiği çürüme ve üretici güçlerin gelişmesini engellemeyle birlikte, gelişmenin mümkün kıldığı demagoji ve kafa karıştırıcılıktır. Gerçek olan; engelleme, çürüme, çelişmelerin had safhada keskinleşmesi ve sosyalizm için olgun oluştur. Yine bir gerçek olan, bilim ve teknikteki ilerlemelere “devrim” adı takılarak, başta sosyalizmin kurtuluş yolu olmadığının “kanıtlanmasıyla” bir dizi başka gerekçe ile birlikte, kapitalizmin hala genişleyen bir temele sahip olduğunun, geleceğin kapitalizmde olduğunun şarlatanca bir demagojiyle ilan edilmiş olmasıdır. Bunu olanaklı kılan, en başta Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov silsilesiyle modern revizyonizmin, çelişmeli görünümlerine rağmen onunla birleşen Euro-Komünist, Maocu vb. sapkınlıkların sosyalizm olarak revizyonizmi sunmalarının ardından çöküşleri ve yarattıkları saptırıcı gericiliğin kapitalist emperyalizme sağladığı devasa olanaklardır.
Ama her şeye rağmen, Vietnam etrafında bütün bir Güneydoğu Asya’nın ayağa kalkışı, Afrika, L. Amerika’daki devrimci kabarış ve Avrupa’yı etkileyen başkaldırı, dünyanın çehresini güzelleştiren bir rol oynamış ve 70’Ierin ortalarına kadar uzanmıştır. Latin Amerika’da devrimci eylem daha sonra da devam etti. Mollaların yönetimine girmekle birlikte İran devrimi 70’Ierin sonunda gerçekleşti. Afrika’da bağımsızlıklar elde edildi. Son örnek, ’90’a doğru gerçekleşen Etiyopya Devrimi’dir.
Olaylar göstermektedir ki, gericiliğin olanaklarının en genişlediği dönemde bile artık yatışma sağlanamamakta; yenilgi, tam ve kesin, örneğin 1848-71 ya da 1871-1905 dönemlerinde olduğu gibi görece kalıcı ve uzun süreyi kapsayan bir yenilgi olmamaktadır. Olanakları ne denli genişlese de gericiliğin üzerinde yükseldiği kapitalist emperyalist temel, bitmez tükenmezcesine patlayıcı madde stoklan oluşmasına ve irili ufaklı infilaklara kaçınılmazcasına yol açmaktadır.

MODERN REVİZYONİZMİN DÜZLEDİĞİ YOLDA…
Burjuva ve küçük burjuva sosyalistlerinin de katkılarıyla revizyonizmin, kötü de olsa bir sosyalizm türü ve bir umut olarak sunulduğu dönem; Sovyetler Birliği ve diğerlerinin dağılmasıyla bir takım moral bozukluklarını da beraberinde getirerek kapandı. Emperyalizm, sonuna kadar kullandığı revizyonizmin kendisine sağladığı olanakları, çöküş ile birlikte, başta medya olmak üzere tüm kuruluşlarında en iyi şekilde değerlendirdi: “Sosyalizm ölmüştü”! Bu umutsuzluk yayıcı “ölüm” propagandası 3-5 yıldır durgunluğu artırıcı ve gericiliği koyulaştırıp güçlendirici bir rol oynadı. Kendilerine yıllardır sosyalist olarak gösterilen Sovyetler Birliği ve diğerlerinin, bu propagandayı yapanlarla birlikte çökmesinin, emekçi kitlelerde moral bozucu bir etki yapmaması düşünülemezdi. Ama en büyük etki, çeşitli ülkelerdeki revizyonist ve oportünist, burjuva ve küçük burjuva sosyalist grup ve çevrelerde görüldü. Yıllardır Sovyet revizyonizmini doğrudan ya da az çok kötü bularak savunmuş revizyonist ya da “orta yolcu” gruplar tam bir teorik ve siyasal sefalet içine yuvarlandılar. Alman revizyonist partisi gibi kimileri iflaslarını kesin bir şekilde kabullendi ve örgütlerini feshetti. Türkiye’de Devrimci Yol gibi bazıları, tam iflaslarını kabullenmeye dilleri varmasa da, benzer bir durumu yaşıyorlar. Çoğunluk sosyal demokratlaştı ya da bu eğilimi gösteriyor. En dayanıklıları, Çin ve Kore gibi partilerle yakınlık kurmaya yöneldiler. Bir başka “dayanıklı” çıkan ise, Marksist teoriden en az etkilenmiş ve aslında teoriye en uzak eylemciliği yücelten anarşizan gruplar oldu. Genel olan, burjuvaziye dolaysızca yakınlaşma, moralsizlik ve eylemsizlik
Marksizm, teorik zaferini, uzun bir teorik mücadelenin yanı sıra, bu zaferi gözler önüne serip reddedilemez kılan doğrulayıcı uzun bir devrimci pratik eylem içinde sağlamıştı.
1871 Marx öncesi sosyalizmin ölümünü ilan etti. Ardından uzun “barışçıl” gelişme dönemi içinde tamamen Marx’in teorisine dayanarak örgütlenen sosyalist partilerin sağladığı ilerleme Marksizm’in zaferini perçinledi. Ve “tarihin diyalektiği öyleydi ki, Marksizm’in teorik zaferi onun düşmanlarını, Marksist kılığına bürünmeye zorladı. İçten çürüyen liberalizm, kendini, sosyalist oportünizm biçiminde canlandırma yolunu denedi.”(1) Marks öncesi sosyalizm, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi, yenilgisi sonrasında, Bernstein ile başlayarak, başlıca revizyonizm biçimine büründü; “Artık savaşımı kendi bağımsız tabanı üzerinde yürütmüyor, Marksizm’in genel tabanı üzerinde, revizyonizm olarak yürütüyor”du. (2)
Ama sonunda revizyonizm, sosyalizmin anayurdunda, Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkıp Bolşevik Partisi’ni bozarak ona damgasını vurduktan sonra, sosyalizme mal edilen kaçınılmaz çöküşünü yaşayınca, geçici de olsa, farklı bir durum oluştu. Modern revizyonizmin düzlediği yolda Marksizm’in üstünlüğü ve geçerliliği tartışılır oldu. Emperyalist burjuvazinin “öldü” propagandasından güç ve cesaret alarak, revizyonizm yolundan yürüyenler, revizyonizm, yeterince kitlelerin gözünden düşüren gelişmelere de bağlı olarak açıktan sosyal demokratlıklarını ilan ederek tìberalizme geri döndüler. Eski sosyalist ülkelerdeki bir dizi eski iktidar partileri buna örnektir (Bunlardan bazıları hala iktidardadır. İtalyan Partisi gibi). Diğer bir kısım grup ve parti ise, oluşan durum yine kendilerini cesaretlendirse de, daha çok umutsuzluk ve kafa karışıklığından, yan samimiyetle savuna-geldikleri görüşlerinin çöküp savunulamaz hale gelmesinde ifadesini bulan teorik iflastan sonucu anarşizan “doğrudan demokrasicilik” ağırlığıyla ve adını anmadan sosyal demokrasiye doğru sürüklendiler. Daha çok, Proudhon’a geri döner gibiydiler. Birinciler zaten devrim istemiyorlardı, ikinciler ise az çok var olan devrimci umutlarını yitirmişlerdi. Modern revizyonizm ortaya çıktığından beri ona karşı güçlü ve sonuç alıcı bir cephe açamayan ve revizyonist yozlaştırıcılığın üstesinden gelmeye güç yetiremeyen Marksist grup ve partiler ise, tek tek ülkelerde bir dizi farklılık taşımakla birlikte küçük, görece etkisiz, olayların akışını etkilemeyen partiler olarak varlıklarını sürdürdüler. Marksizm’in temel ilke ve öğretilerini savunmaya devam ettiler, ancak emperyalizme -ve revizyonizme- karşı güçlü bir teorik ve siyasal saldırıya geçebilmelerine elverişli mücadele platformları oluşturamadılar. Başlıca buradan kaynaklanarak kitleleri kucaklayamadılar, kitleselleşip büyüyemediler.
Emperyalizm, uluslararası burjuvazi, şimdi hala sosyalizm diyenleri, bunca “gerçekleri” görmeyen “çağdışı kalmışlar” olarak gösteriyor. Bunca yenilgi ve “ölüm”den sonra hala mı? İşlenen tema budur. Ve üstelik bu, hemen tüm “akıllanmış”, yani iflas halindeki burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin genel kanısı durumundadır. Vardıkları sonuç şudur: En azından bir süre devrime gerek yoktur. Şimdi “akıllı”, yani liberal, reformcu davranmak gerek. Kapitalizm galip geldi, üstelik öngörülenin tersine yaşıyor ve “sosyalizm çöktü”. Daha ileri gidenler, proletaryanın yok olduğunu, artık “çalışanlar” bulunduğunu ve kapitalizmin “bilimsel-teknik devrim” aracılığıyla ve de-proletarizasyona yol açarak geleceği yakaladığını ileri sürüyorlar. Bunlar, en başta Ekim Devrimi’nin yolundan geri döndürülmesi kaynaklı olarak söylenmektedir.
Evet, proletarya ve sosyalizm, tarihindeki en büyük yenilgiyi almıştır. Ama bundan, devrimciler ve liberaller, burjuva ve küçük burjuva sosyalistleri iki farklı sonuç çıkarırlar. Küçük burjuva sosyalizminin, temsil ettiği dağılmakta olan sınıfın umutsuzluğunu teorize eden parlayıp sönmelerin anarşizan türü bir yana, proleter sosyalizmi dışındakilerin çıkardıkları sonuç yukarıdaki gibidir: “gelişmekte olan” kapitalizmden koparılacak bir takım reformlarla yetineceklerdir. Proleter sosyalizmi ise, devrimde ısrar eder. Bilir ki, emperyalist kapitalizmin ekonomik ve siyasal koşullarında keskinleşen çelişmeler, çatışmalar, sıçramalı gelişmeler, yani devrimler kaçınılmazdır. Burjuvazi ile proletaryanın kutuplaşmasını giderek daha da artırmadan edemeyecek olan emperyalizm, üstelik proletarya dışındaki ezilenlerin yağmalanmasını derinleştirerek geniş yığınları, ezilen halkları ve sömürge ulusları yeniden ve yeniden kendisine karşı isyana sürükler, uyandırır ve devrimcileştirir.
Sonradan yenilse de Vietnam Devrimi kesin bir kanıttır. Dişinden tırnağına silahlı Amerikalı emperyalistler karşısında askeri ve siyasal bir zafer kazanmıştır Vietnam halkı. Gerekçesi, bugüne kadar “gelişkin” olmasa bile, 1905 yenilgisi ardından devrimde ısrar eden Lenin de benzer bir suçlamaya muhatap olmuştur. Yanıtı şudur:
“… Tasfiyecilerin Golos’unun yazarları şöyle bağırıyorlardı: ‘Bunlar (yani RSDİP) bir kez yenildikleri kapıyı yeniden zorlamak istiyorlar.’ Devrime doğru yeniden zorlamak, değişen durmadan yorulmadan çalışmak, devrimci düşünceyi yaymak ve işçi sınıfının güçlerini onun için hazırlamak – reformcuların görüşüne göre bu RSDİP’in başlıca suçudur, devrimci proletaryanın günahı işte budur. Niçin ‘bir kez yenildikleri kapıyı yeniden zorlamalı’- döneklerin, herhangi bir yenilgiden sonra yüreksizleşmiş kimselerin aklı böyle işler.
Ama Rusya’dan daha eski ve daha ‘deneyimli’ ülkelerde, devrimci proletarya iki, üç ve dört kez ‘bir kez yenildiği bir kapıyı zorlamak’ yeteneğini göstermiştir; Fransa’da, en ağır yenilgilerden sonra, tekrar tekrar başkaldırarak ve şimdi artık son düşmanı olan gelişmiş burjuvazi ile yüz yüze kaldığı bir cumhuriyetin kurulması işini başararak, 1789 ve 1871 arasında dört devrim gerçekleştirmiştir…
Sosyalistler ile liberaller, ya da burjuvazinin savunucuları arasındaki ayrım budur. Sosyalistler, devrimin kaçınılmazlığını ve proletaryanın, yeni bir devrimci savaşımı hazırlamak, daha gelişmiş bir halkla birlikte, daha geniş bir alanda devrimi yinelemek için, toplumdaki tüm çelişkilerden, düşmanlarının ya da orta sınıfların her türlü zayıflığından yararlanması gerektiğini öğretirler. Burjuvazi ve liberaller, devrimlerin zorunlu olmadığını, hatta işçilere zararlı olduğunu, devrimin kapılarını ‘zorlamamaları’ gerektiğini, uslu küçük çocuklar gibi, reformlar için uysalca çalışmaları gerektiğini öğretirler.”(3)
Lenin’e yönelen suçlamanın gerekçesi, burjuva demokratik dönüşümün herhangi bir devrim olmadan da tamamlanabildiği ve bu “tepeden devrim” yolunun, işçileri ve halkı işe karıştırmayarak izlenmesine olanak tanınmasının “akılcı” olacağı idi. Şimdi de çok farklı bir gerekçe ile karşı karşıya değiliz: Kapitalizm “bilimsel teknik devrim” vb. yollarla kendisini yenilemektedir!

SOSYALİZMİ DAVET EDEN TEDAVİ EDİLEMEZ ÇELİŞMELER
Peki, ama şu sömürülen ve ezilen yığınlar, proleterler, geniş küçük burjuva katmanlar, gençlik yığınları, ezilen ve sömürge halklar neden hareketsiz kalmıyorlar? Neden Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri de içinde olmak üzere çok sayıda ülkede işçi sınıfı içinde hoşnutsuzluk birikmekte ve bu, grevlere, gösterilere dönüşmektedir? Neden gençlik, küçük üreticiler içinde bulundukları durumu benimsemediklerini eylemli olarak ortaya koymaktadırlar? Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gerici milliyetçi bir içerikle patlak verenler bir yana, neden Etiyopya’dan Somali’ye, Peru’ya bir dizi isyan gelişiyor?
Kısa bir panorama. Başlıca Avrupa’dan. ABD ve Japonya ile birlikte dünya kapitalizminin kalesi sayılan Avrupa’dan:
Almanya’da başlıca çelik ve kömür işçilerinin grev ve yürüyüşleri. 70 bin demir-çelik işçisi Bonn’a yürüdü. Nisan ’93. Neden: İşçi çıkarımı planları.
Fransa’da olağanüstü hareketlilik. Gençlik ’93 Kasım’ından başlayarak uzun süreli eylemde. Öğretim üyeleri ve velilerin katıldıkları boykot ve gösterilere katılım yüzde 80 dolayında. Hava ve demiryolu işçileri grevde. Kapatılma kararı alınan maden işçileri sokağa döküldü. Çıkarıma gideceği açıklanan Chausson işçileri Kuzey Garı’nı işgal etti.
’93 sonunda Belçika’da genel grev neredeyse bir haftaya yayıldı.
’92’de emekçilerin sokağa döküldüğü Yunanistan ’93’te de durulmadı. Genel grev ve meclis önünde gösteriler. Öğrenciler birçok, fakülteyi işgal etti. İspanya’da ’94’te kamu çalışanlarının ücretlerinin dondurulacağı açıklamaları, ülkenin 50’ye yakın kentinde toplam 1 milyon katılımlı gösterilere neden oldu. Madrid’de yüz binlerce emekçi sokaktaydı.
Rusya sürekli grevlerle sarsıldı. Polonya’da, bakır madeni, Silezya Kömür işçileri ve Tychy oto işçileri greve çıkarken iflas tehdidiyle karşı karşıya kalan binlerce köylü Varşova kapılarına dayandı.
Meksika’da Volkswagen, petrol ve tekstil işçileri geçen yıl greve çıkarken, Zapatist köylüler ayaklandı.
Bahar ve yaz eylemlerinin ardından grev tehdidiyle sürekli sokağa çıkan Türkiye proletaryası genel grev hazırlığında. Memurlar sık sık sokağa dökülüyor.
Onca yıl yatıştırılmış halde tutulan ve en çok zaman zaman barışçıl grevlere çıkan ama son yıllarda çoğu grevinde polisle çatışmaya girişen ve işgallere yönelen Avrupa proletaryasına ne oluyor? Sokaklara dökülen binlerce, milyonlarca işçi ve emekçi, çok sayıda genç, kapitalizmin, o zorunlu olarak devrimlere yol açan ve sosyalizmi davet eden tedavi edilmez çelişmeleri ve üzerine kurulu olduğu kutuplaşmayı işaret etmiyor mu? Devrim, en başta, proletarya ve emekçi kitlelerin bu hoşnutsuzluk ve eylemlerinin güç ve hız verdiği bir alt üst oluştan başka nedir ki? Yaşamın gerçeği devrimin temel dayanaklarının harekete geldiğini göstermektedir. Devrimin olanakları giderek artmaktadır.
Başta Avrupa proletaryası olmak üzere dünya proletaryasının, ekonomik karakterli olmakla birlikte burjuvaziden bağımsız ve kapitalist sistemden duyduğu hoşnutsuzluğu açığa vurmak üzere eylemlere yönelmesi kuşkusuz önemlidir. Bunun çeşitli açıklamaları yapılmaya çalışılabilir, ama hiçbiri, işçi sınıfının kapitalizm koşullarında yaşamaktan memnun olduğunu kanıtlayacak güçte olamaz. Üstelik 10 bin Alman köylüsünün Hollanda sınırını kapatması, Polonya köylülerinin Varşova’ya yürümesi ve Meksika köylülerinin isyanının gösterdiği gibi, köylüler de kapitalizmden hoşnut değillerdir. Ve dünya ulusal çatışmaların girdabındadır.
Emperyalist kapitalizm, işçileri ve yağmaladığı köylüleri kendisine karşı eyleme sevk etmekte; yine yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koyduğu ezilen ulusları ayaklanmaya teşvik etmektedir. Emperyalist kapitalizmin ulusal hareketler açısından şimdilik bir şansı, sürükleyici proletaryanın bağımsız siyasal hareketinin zayıflığı koşullarında komşu ulusları birbirine düşürerek hedef saptırmayı başarabilmesidir. Bunu diğer devrimci dinamiklerin hareketi açısından gerçekleştirme şansı var mıdır? En iyi, kendisi için en olumlu koşullarda başarabildiği bugünkü durumdur. Olanca sosyalizm karşıtı propagandaya ve yaratılan kafa karışıklığına karşın işçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik karakterli eylemlerinin önü alınamamaktadır. Sorun, bu sınırlar içinde tutulup tutulamayacağındadır. Proletarya, hak talepleriyle yetinecek ve eninde sonunda burjuva işçi politikası izleme durumunda mı kalacaktır; ötesine mi geçecektir? Kapitalist sistem, işçi ve emekçi eylemlerini emecek ve düzene bağlayacak olanaklara sahip mi? Sorunun yanıtı iki yönlüdür.
Kapitalizm, bugünkü durumda göreli bir canlandırma ve refaha yönelebilme potansiyeli taşıyor mu, yoksa devrimin olanaklarını artırıp objektif temelini genişletip derinleştirmek üzere bir bunalım girdabında mı? İlk önce yanıtlanması gereken soru budur.

PROLETARYA PARTİLERİNE DÜŞEN
Başlıca büyük kapitalist devletlerin ekonomik ve siyasal durumlarının gelişmesi, bu ülkelerin bir süredir içine yuvarlandıkları bunalımın gelişmekte olduğunu göstermektedir. Kapitalizmi, bir sonrakinin değil ama bu bunalımın iyice pençesine alacağı ve çöküşe götüreceğini kimse iddia edemez. Bir devrimin hangi vesileyle, nasıl ve ne zaman patlak vereceğini de kimse bilemez. Ama görünen odur ki, devrimlerin olmazsa olmaz koşulu kapitalist bunalım, gelişip derinleşmektedir. Proletarya partilerine düşen, kapitalizmin bunalımı ve tüm çelişmelerinden yararlanarak, Lenin’in dediği gibi devrimi hazırlamaktır. “Devrimin ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği, belli bir sınıfın isteğine bağlı değildir; ama yığınlar içinde yürütülen devrimci çalışma hiçbir zaman boşa gitmez”(4) Devrimci propagandanın başarıyla geliştirilmesi ve devrimci örgütlenmeler için koşulların elverişli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ve eylemli binlerce, milyonlarca işçinin varlığı, devrimci çalışma ve örgütlenmeyi cesaretlendirip hızlandıran kesin bir faktördür.
ABD’nin büyük bölümüyle hantallaşmış teknik temele dayalı ekonomisi uzun süredir tehlike işaretleri vermektedir. Dış ticaret ve bütçe açığının yanı sıra işsizlik oranının da tırmanışta olduğu ve bu gidişin bir türlü giderilemediği ABD’de Reagan’dan sonra Clinton da tasarruf önlemlerine yönelmiş bulunuyor. Vergiler yükseltildi, sosyal haklarda büyük kısıntılara gidiliyor, kamu harcamaları da aşağı çekiliyor. 5 yıl içinde 500 milyar dolarlık tasarruf yapılacak. Yapılacak tasarruflar içinde en büyük kalemi sağlık harcamaları oluşturuyor. Sağlık hizmetlerinin büyük ölçüde paralı olduğu ABD’de bu, emekçiler için büyük bir hoşnutsuzluk kaynağı oluşturacak. İşçiler için, yemek yardımı kısılıyor: Kısıtlamalar ve yükselen vergilerden orta sınıf dâhil tüm aşağı tabakalar etkileniyor. Bir başka etkilenecek olan da, uydu ülkelerdeki Amerikan uşakları. ABD dış yardımlarda da kesintilere gidiyor çünkü. İlginçlik bu ülkede bir de Keynes’çilik yeniden tartışılıyor.
Japonya, doludizgin gelişmenin sonunda tıkandı. Dış satım üzerine kurulu ekonomi, bu alandaki gerileme üzerine zor durumda. İşsizlik hızla arttı. Yatırımlar neredeyse durdu. İflaslar ciddi boyutlara ulaştı ve Japonya siyasal krizden henüz çıkmış değil. Ülke yolsuzluklar ve rüşvet batağında bakan değiştiriyor. Ama açık ki, Japonya zor günler yaşıyor. En önemlisi, Japon sermayesi son yıllara kadar çok güvendiği, geleneksel bağlılığıyla “işletmesi”ni sahiplenen Japon işçisini bulamıyor karşısında. Çünkü birçok işletme kapanırken işçilerine yol vermiş durumda.
Almanya, Fransa, İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkeleri hiç de daha iyi durumda değiller. Ekonomik kriz, durgunluk Avrupa’yı kasıp kavurmaya başladı. İflaslar artıyor. Örneğin İngiltere’de ’93’te 27 bin küçük ve orta büyüklükte işletme iflas etti. Diğerlerinde durum daha iyi değil. Kömür madenlerinde kapatmaya giden İngiltere’den sonra Fransa’da da madenlerin kapatılması kararlaştırıldı. Almanya ve Fransa’da en büyükleri dâhil tekeller küçülmeye ve işten çıkarımlara yöneldiler. Çelik, maden, silah sanayi, hava ve demiryolu, otomotiv işçilerini ilgilendiren işçi çıkarımı kararları tepkilere yol açarak yayılıyor, İngiltere’de işsiz sayısı 3,5 milyonu bulurken Fransa’da aktif nüfusun yüzde 10,5’ini oluşturan 3 milyon işsize ulaşıldı. Her üç ülkenin aldığı kamu harcamaları kısma kararları, çerçevesinde sağlık, eğitim vb. gibi alanlarda kesintilere gidilirken, başta Almanya olmak üzere işçilerin sosyal haklarında doğrudan indirimlere gidiliyor. Belçika, İspanya ve diğer Avrupa ülkeleri büyüklerin yolundan gidiyorlar. Kapitalizmin “refah” ülkesi, sosyal demokrasinin kalesi İsveç’te hükümet muhafazakârlara geçerek el değiştirdi. İşsizlik oranı yüzde 12’yi bulurken, bütçe açığı ve devlet borçları 1 trilyon krona ulaştı. Banka faizleri, spekülatörleri zevklendirerek yükselirken, iflaslar, büyük şirketleri kapsayarak arttı. İsveç’e “ün” kazandıran sosyal haklar ve yardım fonları aşırı budandı; neredeyse tümden ortadan kaldırıldı ve reel ücretlerde ciddi gerilemeler görüldü.
Piyasa ekonomisine geçerken tüm devlet sübvansiyonlarıyla sosyal haklardan vazgeçilen eski sosyalist ülkelerde, ekmek fiyatlarının bir hafta içinde arttığı Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi krizin yıkıcı sonuçları daha belirgin yaşandı. Bu ülkelerin sokakları işsiz, dilenci ve fahişeden geçilmiyor şimdilerde.
Kriz, kuşkusuz gelişmiş ve orta gelişmiş ülkeler proleterleri ve emekçilerini etkilemekle kalmadı. Geri ülkeler, ondan nasiplerini fazlasıyla aldılar, alıyorlar. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar bu ülkelere yüklendikçe yükleniyorlar. Geri ülkelerin dış borçları 1,5 trilyon dolara ulaşırken, buralarda yoksulluk ve açlık had safhaya ulaştı. Birleşmiş Milletler raporlarına göre, bu ülkelerin toplam 4 milyar nüfusunun kırsal alanda yaşayan 2,5 milyarının 1 milyarı mutlak yoksulluk sının altında bulunuyor. Ve bu tür bir yaşama mahkûm edilenlerin oranı son yirmi yıl içinde yüzde 40 artmış durumda. Afrika “açları”nın bir deri bir kemik görüntüleri ise utanmadan TV ekranlarından yansıtılıyor. Latin Amerika bir türlü yatışmak bilmiyor. Afrika için için mayalanıyor, bu mayalanma Somali ve Güney Afrika başta olmak üzere bir dizi ülkede kendini açığa vuruyor ve yatıştırılamıyor. Asya, başta Çin köylülüğü olmak üzere patlamaya adaydır. Şimdilik ve hızla piyasaya açılma koşullarında gerçekleştirilen ve olağanüstü diye tanımlanan ekonomik büyüme, yoksulların daha da yoksullaşması pahasına oluyor ve kaçınılmaz birikimlere yol açıyor. Sovyetler Birliği’nin önemli ölçüde aradan çekilmesinin geride bıraktığı pazarlar ve gelişen kriz koşullan, büyük emperyalist devletleri birbirine düşürmeden edemiyor. Başta ABD, Avrupa ve Japonya, kendi etraflarında paktlaşma benzeri gümrük birlikleri ve ekonomik birlikler oluşturuyorlar. Avrupa ve başta Almanya ve onu takip ederek Fransa “dünyanın tek hâkimi” ABD karşısında farklı siyasal ve hatta askeri açılımları olan tutumlar geliştiriyorlar. Bu, Slovenya ve Hırvatistan’da yaşandı. Almanya ve Fransa bir Avrupa ordusu kurmaya giriştiler. Almanya ve Japonya çoktan askeri örgütlenmelerini engelleyen anayasa maddelerini kaldırdılar. Rekabet ve çatışma, şimdilik başlıca ekonomik ve mali alanlarda gelişse de, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi siyasal unsurlar da taşımaktadır ve giderek nerelere varacağı meçhuldür. Bu tür emperyalistler arası çelişme ve çatışmaların, devrimin olanaklarını artıran bir diğer temel unsur olduğunu söylemek abartma olmaz. Ve zaten kriz, gericiler arası çatışmaları da geliştirerek gelişir.
Emperyalizmin yeni bir genel bunalımı olgunlaşmaktadır. Emperyalizm yeni bir genel bunalım döneminin eşiğindedir. Dikiş tutmayan “yeni dünya düzeni” bunun güçlü bir kanıtıdır.
Tekrar etmek gerekirse, hiç kimse bugünkü bunalımın mı yoksa yarınki ya da bir sonrakinin mi devrime yol açacağını ve devrimin hangi vesileyle kesin olarak nerede patlak vereceğini bilemez. Ancak, yaşanmakta olan türde ekonomik -ve siyasi alanı da kapsayan- bunalımların devrim için koşulları uygunlaştırdığını ve devrimci çalışmaya yeni olanaklar sunduğunu reddetmek için cahil olmak gerekir. Dünya, yeni bir devrim olanağıyla, devrim dalgasının yeni bir yükseliş olasılığıyla yüz yüzedir. Şimdiden ortaya çıkan belirtiler, başta Avrupa olmak üzere grevci işçi ve grev sayısındaki yükseliş eğilimi, artan gösteriler ve öznel durum ne olursa olsun bunların nesnel olarak kapitalist sistemi hedef almaları, bir devrimci durumun yakınlaşmakta olduğunun işaretidir. Emperyalistler ve uluslararası burjuvazinin “öldü-bitti” sözcükleri daha henüz havalarda uçuşurken, gözlerimizin önünde oluşmakta olan olanaklarıyla yeni bir devrimci durum olasılığı belirmektedir.
Devrimci durum nedir? Şu koşullarından söz etmek doğru olacaktır:
1) “Egemen sınıflar için, bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman”,
2) “Ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinimleri dayanılmaz duruma geldiği zaman ve alttaki sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri durumunda”, ve
3) “bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat üstteki sınıfların bağımsız bir tarihi eyleme sürüklemeleriyle, yığınların faaliyetinde oldukça büyük bir artış olduğu zaman” (5) devrimci durum var demektir.
Kuşkusuz bugün henüz böyle bir durumun varlığından değil, belirtilerinden hareketle, bu yönde bir gelişmeden söz edilebilir. Ve üstelik devrimci bir durumun devrime yol açabilmesi koşula bağlıdır. Nedir bu koşul? Örgütlü proletaryanın bilinç, örgütlülük, hazırlık ve emekçi yığınları peşinden sürükleme yeteneğinin, kitlelerle kurduğu sağlam bağların yeterli düzeyde olması. Ancak bu durumda, proletarya yıkıcı yığın eylemi yürütmeye güç yetirebilecektir.
Lenin şöyle yazmaktadır:
“Böyle bir durum Rusya’da 1905’te var olduğu gibi, Batı’da bütün devrimci dönemlerde vardı; aynı durum geçen yüzyılın altmışlarında Almanya’da, 1859-1861 ve 1879-1880’de Rusya’da var olduğu halde bu sıralarda hiçbir devrim olmadı. Peki, niçin böyle oldu? Çünkü her devrim durumu, bir devrime yol açmaz; bir devrim, ancak yukarıda sayılan nesnel değişmelerin yanı sıra öznel bir değişme de olursa, yani bunalımlı dönemlerde bile zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ eski hükümeti yıkacak (ya da uzaklaştıracak) güçte bir devrimci sınıfın yığın eylemi yapmaya gücü yetmesi halinde meydana gelir.” (6)
1860’lar Almanya’sının, bir devrim olasılığının gerçeğe dönüşmesi açısından temel eksiğinin önderlik ve örgüt olduğunu Bebel’den yine Lenin aktarıyor:
” ‘İşçilerin giderek daha kesinlikle farkına varmakta oldukları siyasal gelişmelerin korkunç durumu’ diyor (Bebel), ‘doğal olarak onların havasını da etkiledi. Herkes değişiklik için bağırıp çağırıyordu. Ama amacını açık-seçik gören ve işçilerin güvenini kazanmış olan tümüyle sınıf bilinciyle donanmış bir önderlik olmadığından ve güçleri bir araya getirecek bir güçlü örgüt olmadığından, bu hava dağılıp kayboldu.'” (7)
Önderlik ve örgüt. Bu, devrimin olmazsa olmaz zafer koşuludur. Eksikliğinde, devrim, nesnel koşulları ne denli olgunlaşırsa olgunlaşsın, ya bir araya gelen koşulların dağılmasıyla yatışacak ya da devrimci enerji heba olacak ve devrim yine, ama bu kez ezilerek yenilecektir. Devrimci örgütün bütünüyle yokluğunda tamamen kendiliğinden ya da yönlendirilmesine güç yetirilemeyen durumlarda az çok politik nitelik kazanmış devrimci eylem, düzenli bir saldırı ile kapitalist sınıfın devrilmesine güç yetiremeyecek, geliştirdiği karşı devrim tarafından ezilecektir.
Sosyalist devrim, büyük bir toplumsal altüst oluştur, ama her şeyden önce burjuvazinin siyasal iktidarının devrilmesini amaçlayan siyasal bir eylemdir. “Siyasal mücadeleye dirilik, sarsılmazlık ve süreklilik verebilecek” tek şey ise bir “devrimciler örgütüdür”, yani, “proletaryanın öncü partisidir.” (8) Ve “güçlü bir devrimci örgüt tam da harekete sağlamlık kazandırmak ve onu düşüncesiz saldırı olasılığına karşı uyarmak için zorunludur.” (9)
Devrimin başarıyla gerçekleştirilebilmesi ve devrimci hazırlığın buna olanak verecek yeterlilikle geliştirilebilmesi proleter öncünün bir parti olarak örgütlü oluşuna ve partili mücadeleye bağlıdır. Proletaryanın burjuvaziye ve onun devlet iktidarına karşı siyasal eylemine, devrim için eylemine dirilik, sarsılmazlık ve süreklilik yanında sağlamlık kazandıracak tek olanağı partisidir. Bu sağlamlık, dirilik ve sarsılmazlığın yanı sıra sürekliliğin de tek koşulu örgütlü oluştur. Proletaryanın ve ona dayanarak müttefiklerinin tek tek eylemlerini koordine edecek, saldırmak gerektiği yer ve zamanda saldırıp uzlaşmak ya da gerilemek gerektiği yer ve zamanlarda gereğini yapacak olan Marksist teoriyle donanmış, emekçi yığınlar ve en başta proletaryanın kitlesi içinde erime ve onları yönlendirme yeteneğine sahip, kitlelerin kendi deneyleriyle doğruluğundan emin olup peşine takılacakları her somut duruma uygun doğru kararlar alabilen ve doğru bir yönlendirme gerçekleştirebilen parti, proletaryanın partisi, nesnel koşullan olgunlaşmış devrimleri zafere ulaştırmanın garantisidir. Her bilinçli proleterin sıkıca sarılması gereken en temel fikir, kuşkusuz parti ve partili mücadele fikri olmalıdır.
Örgütlü olmayan öncü, nereye yöneleceğini bilememe ve öncülüğünü gerçekleştire-meme durumunda kalmaya mahkûmdur. Ve üstelik kendisi, ortalıkta dolaşan bin bir demagogun peşine takılabilecek, kolaylıkla burjuvaziye alet olabilecek konumlara sürüklenebilecektir. Sovyetler Birliği gibi bir sosyalizm ülkesinde, modern revizyonizmin peşine takılarak enindeki en değerli şeyi kaptıran; diğer birçok ülkede, içeriği “kölelik koşullarına katlanılması gerekliliği”nden başka bir şey olmayan demagojilere kanan işçi sınıfı, başka hiçbir şeyin değil ama kendi örgütüne sahip olmayışın acısını çekmiştir. Örgütsüz sınıf, kendisine nice zaferler kazandıran o şaşmaz Marksist pusulayı da yitirmiş, burjuva çıkarlarını kendi çıkartan gibi gösteren revizyonizme aklanmış ve mücadele tarihinin en ciddi yenilgisiyle karşı karşıya kalmıştır.
Oportünizm ve revizyonizme karşı mücadeleyi örgütleyerek proletaryayı kurtuluş hedefine yöneltecek parti, kuşku yok herhangi bir parti olamaz. Marksist teoriyi uygulamada usta olmalıdır ve her türden sapmayla mücadele yeteneğinde olmalıdır. Çünkü başka türlü emperyalizmi ve uluslararası burjuvaziyi devirme olanağı yoktur. Burjuvaziyi devirmenin “tedbirli, ayrıntılı ve sabırlı hazırlığı”(10) ancak, “burjuvazinin boyunduruğunun kırılması yolundaki proleter sınıf mücadelesinin bilinçli ifadesi olan Komünist Partisi”(11) tarafından, merkezileşmiş disiplinli bir organizma oluşturan proletaryanın örgütlülüğü ile yapılabilir. Ve böyle bir örgütlülük, proletaryanın tamamıyla yatkın olduğu bir birlik halidir. Proletaryanın her günkü yaşamı, onu, partisi içinde örgütlenmeye doğru itmektedir.
Bugün kapitalizm yeniden bir devrimci duruma yol açma yönünde ilerlemektedir. Ama koşulları olgunlaştığında böyle bir devrimi uluslararası bir devrim olarak gerçekleştirebilmenin öznel koşullarının olumlu bir düzeyde olduğu söylenemez. Birçok ülkede henüz komünist partiler örgütlü değillerdir, birçoğunda ise oldukça zayıf ve küçük azınlıklar durumundadırlar. Çoğu ülkede komünistler neredeyse işçi kitlesinden tecrit durumunda marjinal grup ve eğilimler oluşturuyorlar. Bu durumun behemehal değiştirilmesi mutlaka gereklidir. Üstelik birçok ülkede yavaştan da olsa baş gösteren yığın eylemleri, bunu çok daha acil bir görev olarak dayatmaktadır.
Kitle hareketinin birçok ülkede mayalanması ve yükselme göstermesi komünist partilerin örgütlenmesi için olanakları artırmaktadır. “Barışçıl” dönemin uyuşukluğundan kurtulmakta olan proleter kitleleri, kuşkusuz atıldıkları mücadeleler içinde kendi çıkarlarını yüksek sesle dile getiren komünistlere yakınlık duyacaklardır. Özel koşullar, “sosyalizm öldü” ve “kurtuluş yolu değil” demagojilerinin çürütülmesini gereksiniyor. Bu görev mutlaka yerine getirilmek durumundadır. Ancak sınıf mücadelesinin bizzat kendisi, grevler, gösteriler, örgütler olarak sendikalar vb. komünizmin en iyi okuludurlar da. Yükselmekte olan kitle hareketinin devrimci çalışma ve komünist örgütlenmeyi canlandırıp yüreklendireceği ve komünistlerin ondan aldıkları hızla yine işçi ve emekçi kitleleri aydınlatıp örgütlemeye ve devrimci eyleme çekmeye yönelecekleri ise bir başka gerçektir. Bu, şimdiden gerçekleşmeye ve bir dizi ülkede proleter partiler hareketlenmeye başlamıştır. Proletarya partileri ve komünist gruplar, önlerindeki görevleri hakkıyla yerine getirdikçe, en başta, emperyalizme karşı teorik ve siyasal bir mücadele platformu etrafında birleşip devrimci çalışmaya büyük bir özveri ile cesaretle atıldıkça, kendilerini burjuva ve küçük burjuva sosyalizmine eski ve yeni oportünizmin türlerine karşı silahlandırıp onların etkilerini kırmak için uzlaşmaz bir mücadele yürüttükçe, kuşku yok, öncelikle sınıfın öncüsü olmayı hak edecek ve aynı zamanda proletaryanın geniş kitleleri arasında kök salmaya yöneleceklerdir. Bunun olanakları ve potansiyeli küçümsenemeyecek büyüklüktedir.
Ve Lenin’in şu sözleri kesin bir gerçeği yansıtmaktadır:
“Mücadeleye kendiliğinden sürüklenen, hareketin tabanını oluşturan ve harekete katılan kitle ne kadar kalabalıksa, böyle bir örgütü sahip olma gereksinimi o kadar artar ve bu örgütün o ölçüde sağlam bir örgüt olması gerekir (yoksa kitlenin bilisiz katmanlarını sürüklemek demagoglar için o kadar kolaylaşır)… ” (12)
Tarihsel olarak kısa bir süre önce dünya, revizyonizmin Marksizm’i gerilettiği koşullarda, yine bir devrimci atılım döneminden geçmişti. Başlarken üzerinde durulan Küba, Vietnam Devrimleriyle Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın hareketlenmesinin ’68’lerde Avrupa’nın sarsılmasıyla birleştiği böyle bir dönemde Vietnam kazandı ama hareketin ve ona katılanların dev boyutlara ulaşmış olması, atmosferi devrimcileştirmekle birlikte, devrimin yayılması için yeterli koşulları sağlayamadı.
Bugünkü temel eksiklik, o gün de geçerliydi. Başta Vietnam ve Küba Partileri işçi sınıfının Marksist partileri olmaktan uzaktılar. Ne doğru bir teori ve siyasal tutumlara ne de proletaryaya dayanıyorlardı. Daha çok köylü, küçük burjuva devrimleri olarak geliştiler. Avrupa’da hareket gençlik kitlesinin dışına çok az taştı.
Modern revizyonizm tahribatını yapmıştı. Hem devrimlerin engelcisi rolünü doğrudan oynuyordu, hem de Marksist teoriyi ve onun temel öğreti ve ilkelerini bozmuş ve kafaları karıştırmıştı. Tepki olarak küçük burjuva ihtilalciliği gelişmiş, birçok ülkeyi etkisi altına almış ama doğru bir önderlik sağlayarak proletaryanın saflarını düzenleyememişti. Bunu ummak saflık olurdu. En başta proletarya hareketi ve gelişmesi, belirgin yönelimi durumunda değildi. Küçük burjuva ülkelerde belirli bir devrimci etki ve hareketlenme yaratan bu ihtilalci akım gelişmiş ülkeler açısından maceracılık olmaktan öteye gidemedi. Ve bu ülkelerde etki sağlayamaması, proletaryanın modern revizyonistlerin elinde ve “refah devleti” ya da “sosyal devlet” aldatmacalarına kurban edilmiş durumda yatışmış halde tutulabilmesine dayanıyordu. Yakın zamana kadar “sınıf sözcüğünü duyduğunda anlamsız gözlerle karşısındakini süzen Alman sendika bürokratları ve işçi aristokratlarıyla yerleşik İngiliz reformculuğu ve sınıf lafı etmekle birlikte onu en geri mevzilere, sendikalizme ve parlamentoculuğa çeken ve ’68’de işçileri gençlere karşı süren J.Duclos benzeri parti şefleri ve bürokratlarıyla Fransız revizyonistleri, kendi burjuvalarının sömürgelerden elde ettiklerinden aldıkları kırıntılarla besleniyor ve her türlü devrimci eyleme karşı “sarsılmaz” bir barikat oluşturuyorlardı. Bu ülkede proletarya ne bağımsız partilere ne de Marksizm silahına sahipti. Reformcu ve revizyonistler, onu mücadeleye atılmaktan uzak tutabildiler. Devrim Avrupa’yı derinden sarma olanağı bulamadı. Zaten proletarya safları arasında ciddi biçimde mayalanmamıştı. Güçlü Marksist proletarya partilerinin varlığı durumunda Vietnam Devrimi’nin yarattığı etki, ayağa kalkan Asya, Afrika ve L. Amerika halklarının coşturuculuğu proletarya saflarında yankılanması ve örgütlü proleter öncünün hareketi yayması ve ondan sosyalist mücadelesinin geliştirilmesinde yararlanması olanaklı olabilirdi. Olmadı. Tanımlanan koşullarda Küba ve Vietnam dünyayı olabileceği en üst düzeyde sarstı ve gidebileceği en uç noktaya kadar gitti.
Gelişmiş ülkelerde devrimci teorinin iğdiş edilmişliği, devrimci bir eylem için koşulları olağanüstü olumsuzlaştırmıştı. Nesnel koşulları gelişme dinamikleri sunmasına rağmen sınıfın eylemsizliği en çok bu nedenden kaynaklandı. Eylemsizlik, teorik atıllığın ve proletaryanın bağımsız örgütlenmeden yoksunluğunun güçlü etkenini oluşturdu.
Bugün emperyalist kapitalizmin çelişmelerinin yeni bir keskinleşmesi ve yeni bir devrimci mayalanmaya geçişle karşı karşıya olduğumuz koşullarda durumun, yine çok da iç açıcı olmayan proleter bilinç ve örgüt düzeyiyle karşılandığı söylenmelidir. Teorik çaba ve devrimci bir teorik platform ile emperyalizmin karşısına dikilme, temel önemdedir. Henüz öncünün kazanılması görevi gerçekleştirilmemiş eksik bir iş olarak kalmaktadır. Önce uluslararası proleter öncünün kazanılması ve sağlamca ve doğru temellerde örgütlenmesi sınıfın ve emekçi kitlelerin yığınlarının kazanılmasının ve cepheye sürülmeleri olanağının yakalanabilmesinin önünü açacaktır. Sınıfın saflarındaki hareketlilik ve mayalanma cesaret verici temeli sağlamaktadır. Devrimin olanaklarını artıran bir faktör de, revizyonist safların -çöküşe bağlı olarak önemli ölçüde kendiliğinden de olsa- dağılmış bulunması, sınıfın güçlü ağulayıcı merkezlerin örgütlü yozlaştırıcı saldırganlığından görece kurtulmuş olmasıdır.
Ve son olarak, komünist parti ve grupların işçi ve emekçi kitleleriyle bağlarının zayıflığının, komünistleri, kahredici sonuçlara götürmemesi gerektiğini vurgulamak gereklidir. Bugün daha henüz işin çok başında bulunuluyor. Ve Lenin: “Unutulmaması gerekir ki, yığınlarla olan bağımız konusundaki yaygın kötümserlik, çoğu kez, proletaryanın devrimde rolü açısından, burjuva düşünceler için bir paravan görevi görür. Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfının eğitimi ve örgütlendirilmesi için henüz yapacak pek çok şey var.”(14)
Ve kötümserliğe hiç gerek yok. Görevler göz göre göre savsaklanmamalıdır. Kastedilen bu değil, ama proletaryanın ve emekçi kitlelerin eğitilip örgütlendirilmesi için daha çok günler var önümüzde. Hem de gittikçe devrimcileşme olasılığı yüksek günler. İşçi yığınlarını uyandırıp birleştirecek, olağan dönemlere göre hızla eğitecek ve örgütlenmeye yöneltecek, komünizmle tanışmaları olasılığı yüksek günler.
“Proletarya yığını üzerindeki etkimizin -sosyal demokrat etkinin- henüz pek, pek yetersiz olduğu; köylülük yığınları üzerindeki devrimci etkinin çok önemsiz olduğu; proletaryanın ve özellikle de köylülerin dağınıklığı, geriliği ve bilgisizliğinin hala korku verici olduğu doğrudur. Ne var ki devrim, onları hızla birleştirir ve hızla aydınlatır. Gelişmesinin her adımında, yığınları uyandırır ve onları karşı konmaz bir güçle devrimci programın yanına, onların gerçek ve hayati çıkarlarını tam ve tutarlı biçimde ifade eden bu biricik programın yanına çeker.” (15)
Tek gerçek ihtiyaç, devrimci çalışmanın durmaksızın ilerletilmesi ve bunu olanaklı kılacak iki şeyi gerçekleştirmektir. Tek tek her ülkede devrimci proleter öncünün emperyalizme karşı yenilenmiş bir teorik ve siyasal mücadele platformuna kazanılması; daha gelişkin ve daha güçlü Bolşevik partiler olarak örgütlendirilmesidir. Geriye, yalnızca devrimci çalışmayı sabır ve güvenle, azim ve kararlılıkla, bu zafer getirecek temellerde yürütmek kalacaktır.
15. mücadele yılına girerken, Türkiye partisi, bu bilinçle, Türkiye ve dünya devrimine ilişkin olarak ortaya koyduğu platformda sabır ve güvenle, azim ve kararlılıkla devrimci komünist çalışmasını derinleştirme ve geliştirme yolunda şaşmaz adımlarla ilerlemektedir.

Şubat 1994

Marx’ta Ve Lenin’de Diyalektik Yöntem

DİYALEKTİK MATERYALİZMİN BAZI ÖZELLİKLERİ
Sınıf mücadelesinin bütün biçimlerinde, işçi sınıfının eyleminin bilimsel temeller üzerinde yürütülmesini, geçerli ye doğru araçların seçilip uygulanmasını sağlayan ana dayanak, diyalektik materyalizmdir. Çoğunlukla sanıldığının aksine, diyalektik materyalizm, yalnızca “Marksist felsefenin” ya da teorik mücadelenin değil, işçi sınıfının mücadelesinin bütün biçimlerinin temel konusudur. Diyalektik materyalizmin sağlam temeller üzerinde öğrenilmesinin ve geliştirilmesinin esas alanı da, teori değil, devrimci pratiktir. Devrimci pratik olmaksızın, dünyanın devrimci dönüşümü sorunu üzerinde yoğunlaşılmaksızın, diyalektik materyalizmin kavranması ve bilincin ayrılmaz bir parçası olarak tüm düşünüş ve davranışların temeli halini alması mümkün olamayacaktır. Bir başka deyişle, diyalektik materyalizm, akademik bir inceleme konusu gibi, kitapların art arda devrilmesiyle, bitmez tükenmez tartışmalar içinde boğulmakla, belki yalnızca biçimsel olarak öğrenilebilir, ama asla bir bilinç unsuru halini alamaz. Diyalektik, sürekli pratik ve pratik üzerine araştırma ve düşünme süreçlerinde olduğu gibi, eleştirinin ve özeleştirinin de, gündelik hayatın içindeki her anki düşünme ve davranmanın da “doğal” ve kendiliğinden işleyen bir iç özelliği olabilirse, gerçekten “öğrenilmiş” olacaktır. Bir devrimcinin diyalektiği bilmesiyle, bir felsefe profesörünün materyalist diyalektiği bilmesi arasındaki fark buradadır.
Diyalektik yöntem, kendisinden önceki yöntemler ve diğer biçimselleştirme girişimlerinin sonuçlan gibi, belli sayıda kurala, somut duruma doğrudan doğruya uygulanabilen genel geçer yasalara ve indirgemeci şemalara sahip değildir. Diyalektik materyalizmin öğrenilmesini kolaylaştırmak amacıyla yapılan basitleştirmeler, bir dereceye kadar gereklidir. Ancak bunların ezberlenmesi, diyalektik materyalizmin, canlı ve etkili bir “eylem kılavuzu” halinde kavranmasına yetmez.
Engels, diyalektik materyalizmi, “düşünce tarihinin genelleşmiş hali” olarak tanımlamıştı. Bu, diyalektiğin, düşüncenin evriminde gelinen en yüksek düzey olduğu anlamına gelir. Öyleyse diyalektik, kendisinden önceki bütün düşünce tarihini içermekte, onların aşılmış ve yeni bir sistem içinde bütünleştirilmiş halini temsil etmektedir. Bu özellik, diyalektiğin kavranması için, düşüncenin kendine özgü gelişme tarzını en azından temelleri bakımından öğrenmenin ve diyalektik materyalizmin öncesindeki büyük düşünce birikimini tanımanın gerekli olduğu anlamına gelir. Böyle bir çalışma, yalnızca basitçe “felsefe tarihini” bilmekle sınırlı kalamaz. Özellikle, düşüncenin gelişme momentleriyle, insanlığın sınıflar mücadelesi biçiminde gelişen tarihinin de temel özellikleri arasındaki bağıntıyı kavramak, diyalektiğin Sahip olduğu zenginliği ve dünyayı değiştirme eylemi içindeki yerini anlamak bakımından önemli ve gereklidir. Denilebilir ki, diyalektiğin tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihiyle sıkı sıkıya bağlıdır ve diyalektiğin bundan ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Diyalektik materyalizmin, özellikle işçi sınıfı hareketinin bütün kapitalist dünya çapında tarihinin en yüksek düzeylerinden birine ulaştığı bir dönemde ortaya çıkmış olması rastlantı değildir. Marx ve Engels, Hegel’in büyük sisteminin, son derece devrimci bir çekirdek içerdiğini ve temelinde hareket ve değişme kavramlarının bulunduğu bu felsefenin, işçi sınıfının büyük eylemini anlamak ve geliştirmek bakımından elverişli olduğunu gördüler. Marx, Hegel’in idealist diyalektiğini, toplumsal ve doğal maddi dünyanın hareketi temelinde yorumlayarak yeniden inşa etti. Lenin, Marx’in ve Engels’in diyalektik materyalizmle tarihsel hareket arasında kurdukları ilişkiyi ve bunun önemini şöyle özetliyor: “Materyalist diyalektiğin, temelden başlayarak, tüm ekonomi-politiğin yeniden biçimlendirilmesine uygulanması, tarihe, felsefeye ve işçi sınıfının politikasına ve taktiklerine uygulanması -işte Marx ve Engels’i en çok ilgilendiren buydu; en temel, en yeni katkıyı bu alanda yaptılar ve devrimci düşünce tarihinde en büyük ilerlemeyi bu noktada gerçekleştirdiler. “
Lenin’in bu sözünde, diyalektik materyalizmin, diğer bütün felsefi eğilimlerden ve sistemlerden farklı olan bir başka yönü ortaya konmaktadır. Hegel, kendi sistemini, “kendini düşünen düşüncenin düşüncesi” biçiminde tanımlıyordu. Önün diyalektiği, kendisi ne kadar inkâr ederse etsin, maddi dünyanın hareketinin bir yansıması olduğu halde, sonuçta yalnızca düşüncenin hareketiyle ve düşüncenin çelişkileriyle ilgileniyordu. Marx ve Engels’in elinde, diyalektik, Lenin’in belirttiği gibi, doğrudan doğruya işçi sınıfının bütün mücadele biçimlerinin pratik bir aracı haline getirildi.
Bütün felsefi sistemler, dünyayı yorumlayış tarzlarına bağlı olarak, kendi içlerinde tutarlı bir de düşünme tarzı geliştirirler. Bir başka deyişle, gelişmiş her felsefi sistemin, kendine özgü bir yöntemi ve mantığı vardır. Lenin, “Diyalektik yöntem, Marksizm’in özüdür” diyor. Bu söz, diyalektik materyalizmin, Marx’ın teorik yapıtını anlamak bakımından taşıdığı öneme işaret etmekle kalmamakta, aynı zamanda Marksizm’in, işçi sınıfının dünyayı değiştirme mücadelesinde bir araç rolü üstlenebilmesinin, onun hayata uygulanışının hangi temele dayanacağını da göstermektedir. Özetle, Marksizm’in öğrenilmesinde olduğu kadar uygulanabilmesinde de, diyalektik materyalizm işin özüdür.
Diyalektik materyalizmin temel bir başka özelliği de, onun gelişmeye ve değişmeye açık olmasıdır.
Marx, Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazdığı önsözde, kendi yöntemiyle Hegel diyalektiği arasındaki ilişkiyi şu sözlerle açıklamaktadır: “Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci -Hegel, bunu ‘Fikir’, (‘Idea’) adı altında bağımsız bir Özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca ‘Fikir’in dışsal ve görüngüsel biçimidir. Benim için ise, tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir. “
Bu farklılık, Marx’m diyalektiğinin Hegel diyalektiği ile olan bağıntısını ortadan kaldırmaz. Aynı yerde Marx, şunları da söylemektedir: “Hegel’in elinde diyalektiğin mistisizmle bozulması, ayrıntılı ve bilinçli bir biçimde diyalektiğin genel işleyiş biçimini, ilk kez onun sunmuş olduğu gerçeğini örtmez. Hegel’de diyalektik baş aşağı duruyor. Mistik kabuk içindeki akla uygun özü bulmak istiyorsanız, onun yeniden ayakları üzerine oturtulması gerekir. “
Bu açıklama, materyalist diyalektiğin belirleyici özelliğinin, maddi dünyayı temel veri olarak alması olduğunu gösterir. Bu Özellik ona öncekilerden farklı olduğu bir başka boyut kazandırır. Önceki bütün felsefi sistemler, kurucuları ve takipçileri tarafından, “son ve tamamlanmış en büyük sistem” olarak ilan edildiler. Her biri, gerek temsil ettikleri gerçek-nesnel ilişkilerin değişmesi, gerekse kendi iç çelişkileri nedeniyle, zamanlarını doldurarak düşünce dünyasından çekildiler. Marksizm ise, her şeyden önce kendi gerçekleşme koşulunu işçi sınıfının varlığına dayandırmak ve tarihsel olarak geçiciliğini peşinen kabul etmek gibi özellikleriyle, bu sistemlerden köklü bir farklılık gösterdi. Engels, Hegel’in bir sözünü, Hegel sistemi için kullanmıştı: “Varolan her şey, yok olmayı hak eder.” Diyalektiğin bu kuralı, diyalektiğin kendisi için de geçerlidir. Ne var ki, gene Engels’in deyimiyle, “Tarih, diyalektiği çok uzun süre beklemişti”, diyalektik de, kendisinin aşılması koşullarını oluşturması için, tarihi uzun süre bekleyecektir. Bu uzun süreç, belki de, insanlığın durdurulamaz ilerleyişinin evrim ve devrimlerle dolu yüzyıllarını kapsayacaktır ve bütün bu dönem boyunca, insanlığın toplumsal ve bilimsel birikimi, çok büyük boyutlar kazanacaktır. Sonuçta, insanlık, sınıflara bölünmüş olmaktan kurtulduğunda, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir özgürlük ortamının sınırsız yaratım olanaklarına ve yeni bir düşünce biçimine kavuşacaktır. Diyalektik, böyle bir ortamda nasıl bir hal alacaktır, yeni biçim içinde bizim bugün bilip kullandığımız özellikler, o aşılmış biçim altında kendilerini ne ölçüde sürdüreceklerdir? Bütün bunlara bugünden bir cevap verebilmek, bilimsel olarak mümkün değildir. Ne var ki, böyle bir ilerlemenin ve devrimci aşma noktasının ortaya çıkabilmesi, diyalektiğin bugünden sağlayacağı birikimin gelişme düzeyiyle bağlı olacaktır. Diyalektiğin kendisini donmuş, bitmiş ve sona ermiş bir sistem olarak görmemesi, aynı zamanda, geleceğe karşı görevlerinin bilincinde olduğunun da bir ifadesidir. Lenin, “Marx’ın yapıtını sürdürmek, insan düşüncesinin, tarihinin, bilimin ve tekniklerin diyalektik açısından incelenmesi olmalıdır.” demişti. Düşünce, tarih, bilim ve teknikler, diyalektiğin yalnızca inceleme konusu değillerdir; onlar aynı zamanda, diyalektiğin varlık koşullandır. Onların gelişmesi için diyalektik ne kadar itici bir güç ise, düşüncenin, tarihin, bilimin ve tekniklerin gelişip değişmesi de, diyalektiğin ilerlemesi, daha yetkinleşmesi ve daha kapsamlı, daha yetkin düşünce sistemlerin doğuşuna zemin hazırlayabilmesi için zorunlu maddi koşulları hazırlayacaktır.
Bu yazının konusu, materyalist diyalektiğin yöntem olarak taşıdığı başlıca özelliklerin, kurucuları Marx ve Engels ile başlıca geliştiricisi olan Lenin tarafından nasıl tanımlandığı ve nasıl kullanıldığıdır. Diyalektiğin başka diğer yönleriyle de incelenmesi bir dergi makalesinin boyutlarını çok aşacaktır.

MATERYALİST DİYALEKTİK YÖNTEMİN DAYANDIĞI FELSEFİ TEMELLER
Hegel’e göre, bütün kavramların ve kategorilerin ortak kökü, aynı zamanda en boş, en kapsamlı, en soyut ve bundan dolayı da en gerçek, en ilkel ve en yüksek kavram olan varlık kavramıdır. Bir başka deyişle, varlık, kavramlar ve kategoriler sisteminin başlangıcında bulunur. Onun çelişkisi ve hareketi sonucunda da, diğer kavram ve kategoriler belirir. Bu görüş, Hegel’den önceki idealist sistemler tarafından ileri sürülen “kavramların ve kategorilerin kendi başlarına bir gerçekliği olduğu” yolundaki teze uygundu. Ne var ki, Hegel, başlangıçta bulunan bu kavramın, çelişkili ve hareketli olduğunu söylemekle, esaslı biçimde diğerlerinden ayrılıyor, sistematik felsefeye büyük bir yenilik getiriyordu. Kavramların değişmez temel başlangıçlar olduğu düşüncesine karşı sürülen bu görüşün, önceki idealist felsefeler açısından çözümlenemez gibi görünen bir güçlüğü vardı: Varlık kavramının hareketine yol açan ve kendisinden diğer kavramların doğmasını sağlayan iç çelişkisinin nedeni neydi? Eğer varlık her türlü belirlenimden yoksunsa, “en boş, en soyut, en ilkel” kavramsa, nasıl oluyor da, aynı zamanda “en kapsamlı, en gerçek, en yüksek” kavram olabiliyordu? Kavrama hareketini kazandıran çelişkinin kaynağı neydi? Bütün bu sorular karşısında Hegel’in geliştirdiği cevaplar, idealist düşünce sistemi içindeki yapısıyla, tümüyle bir sözcük oyunu gibi görünür. Ne var ki, burada ileri sürülen görüşler, Marx’ın elinde, düşüncenin ilerleme süreçlerinin özellikleri olarak değerlendirilmiş ve nesnel dünyayla bağıntısı içindeki yeri gösterilerek bir yöntem ilkesi halinde yeniden formüle edilmiştir.
Hegel, varlık’ın çelişkisini, onun Hiçlik’le (ya da Yoklukla) özdeş olduğu noktada başlatıyordu. Hegel’in de bağlı olduğu bütün idealist sistemlerde, her şey, kavramlar aracılığıyla bir gerçekliğe sahip olabilirdi. Örneğin, biz, “bir bardak su”dan söz ediyorsak, demek ki, o nesneyi, “bir”, “bardak”, “su” gibi, aslında her birinin kendi başına bir varoluşu bulunan başka şeylerle ilişki içinde düşünebiliyor, “bir bardak su”yu, ayrı ayrı her bir diğer kavrama bağlamaksızın dile getiremiyor, bir başka deyişle onu var edemiyorduk: Böylece, her bir kavram, ancak diğer başka kavramlarla ilişki içinde var olabilirdi, “Varlık” kavramı ise, başka hiçbir kavrama’ bağlanmaksızın, yalnızca “vardır!” diyebileceğimiz yalın, bağlantısız, dolaysız bir kavramdı. “Bu varlık hakkında ne bir duyum, ne bir görü, ne de bir tasarım elde edilebilir, çünkü o saf düşüncedir ve bu haliyle de başlangıcı meydana getirir.” … “Bu varlık, saf ve belirlenimsiz boşluktur. Onda hiçbir şey kavranamaz, hakkında herhangi bir şey de düşünmek olanaksızdır. Başka deyişle, o aynı zamanda bu boş düşünceden ibarettir.” Diğer bütün ilişkilerinden soyutlanmış olduğu için, onun hakkındaki bilinebilecek tek şey, yalnızca var olduğu olabilirdi. Hiçlik de aynı şekilde, diğer bütün belirlenimlerinden soyutlanmış, kendisine başka herhangi bir kavramın yüklenemeyeceği yalınlıkta bir kavramdı. “Varlık, bu belirlenmemiş dolaysız, gerçekte hiçlik’tir. Ve hiçlikten, ne artık, ne de eksik bir şeydir.” Başlangıçtaki varlık, varoluşa geçmeden önceki halinde, herhangi bir var olan’dan farklıdır. Varolan, beyaz, siyah, kırmızı, ağır, hafif, iyi, kötü, güzel, doğru vs. olandır. Onun hakkında söyleyebileceklerimiz, ona yükleyebileceğimiz özellikleri açıktır. Oysa varlık, bunların tümünden ayrılmış, soyutlanmıştır. Öyleyse, hiçbir sıfatı bulunmayandır. Öyleyse, o, aynı zamanda, hiçbir şeydir, var olmayandır.
Hiçlik’le özdeş olan bu varlık, aynı zamanda hiçlik ‘le olan çelişkisi yüzünden, var oluş’a geçer. Gitgide belirlenimler kazanır. Böylece, sonluluk ve sonsuzluk, nicelik ve nitelik, ölçü, öz, fenomen, tözsellik, nedensellik, karşılıklı bağıntılılık vb. gibi yeni kavramların kendisinde belirmeye başladığı bir sürece girer. Varoluş, işte, bu kavramlardan herhangi biriyle belirlenmiş varlıktan başka bir şey değildir. Hegel, kavramın bu başlangıç halini “kendinde ve kendiliğinden” olarak, tanımlar. Bu terimler, daha sonra, Marx’ta ve Lenin’de sınıfsal bilinçlenme sürecini tanımlayan bir içerik kazanmıştır. Bununla birlikte, Hegel’deki ilk biçimini önemli ölçüde korumuştur, fakat artık içeriği tamamen toplumsal ve maddi hale gelmiştir. Bir işçi, eğer kendi sınıfsal durumunu tanımlayan bağıntıların farkında değilse, kendisinin toplum içindeki yerini, karşıt sınıflar arasındaki mücadeleyi vs. bilmiyorsa, yani eğer kendisine ait bütün belirlenimleri ve dolayından kavramamışsa, o, kavramın başlangıç halindeki durumuna benzetilir. Kavradığı her yeni ilişki, onun “kendisi için” olması yolunda bir adımdır. Varoluşun tamamlanabilmesi ve “kendinde ve kendiliğinden” durumundan çıkarak, “kendisi için” haline gelebilmesi için, onun tüm belirlenimlerinin açıklığa kavuşması gerekmektedir.

MARX VE “EKONOMİ POLİTİĞİN YÖNTEMİ” ÜZERİNE
Başlangıçta bir soyut, boş, ilkel kavramdan yola çıkarak, somut-gerçek, kapsamlı-dolu, tamamlanmış-yüksek kavrama doğru gelişme ilkesini, Marx, ekonomi politiğin yöntemi olarak geliştirdi. Ne var ki, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Yöntemi” başlığı altında tanımladığı ilkeler, yalnızca teorik çalışmanın genel yapısını özetlemekle kalmamakta, aynı zamanda, diyalektik yöntemin genel özellikleri hakkında da ipuçları taşımaktadır. Marx, teorik araştırmanın yöntemi üzerine genel sonuçlar çıkarılabilecek olan başlıca makalesi, “Ekonomi Politiğin Yöntemi”nde, nesnelliğin kavramsal yeniden üretimi’nin diyalektik ilkeleri üzerinde durur.
“Nesnelliğin kavramsal yeniden üretimi” deyimi, doğrudan doğruya Hegel diyalektiği ile olan hesaplaşmanın ve onu “ayakları üzerine dikme” girişiminin bir özetini verir. Hegel’de nesnellik, tümüyle kavramsal hareketin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta, maddi-nesnel dünyanın kavramlardan bağımsız bir gerçekliği bulunmamaktaydı. Marx ise, her şeyden önce, Hegel’in “dış dünya” dediği madde dünyasının düşüncenin öncesinde bulunduğu, temel gerçekliğin buraya ait olduğu tezini ileri sürerek, onun mistik ve idealist yaklaşımını reddediyor. Fakat fikirlerin, aynı zamanda maddi dünyanın insan aklındaki yansıması ve düşünce biçimlerine dönüşmesi olduğu gerçeğini de göz önünde tutarak, bu süreci, bir kavramsal yeniden üretim olarak tanımlıyor.
İnsan düşüncesi, sonsuz hareket ve değişim halindeki gerçekliği, tüm yönleriyle ve bir bütün olarak, dolaysızca algılayamaz. En hassas algıların, en keskin gözlemlerin, en büyük bilgi birikiminin dahi ulaşabileceği derinlik gerçekliğin sonsuzluğu karşısında, sınırlıdır. Lenin, felsefe çalışmaları sırasında tuttuğu notlarında, buna dikkat çekerek, algıyla düşünme arasındaki geçişi şöyle tanımlar: “Sürekli olan”ı (düşüncede) kesintiye uğratmaksızın, canlıyı daha basit ve daha kaba saba kılmaksızın, bölüp parçalamaksızın, ölü gibi dondurmaksızın, hareketi tasarlayamayız, anlatamayız, ölçemeyiz, betimleyemeyiz. ” Burada sözü edilen, “canlıyı daha basit ve daha kaba saba kılmaksızın, ölü gibi dondurmaksızın, bölüp parçalamaksızın” gibi terimlerle ifade edilen işlemlerin genel adı, “kavramlaştırma”dır. Her kavram, gerçekte nesnel bir ilişkiyi temsil etse de, onun ancak en temel ve genel özelliklerini kendisinde taşıyabilir. Dolayısıyla, her kavram, gerçekliğin donmuş, cansız kılınmış, hareketten ve değişmelerden arındırılmış halini dile getirir. Buna rağmen, kavramlar ve kategoriler, canlılığın, hareketin ve değişmenin bilinebilmesini mümkün kılan “düğüm noktaları”dır. Bu, onların oluşmaları ve insanın pratik faaliyetinde işlerlik kazanmasının tarihi ile ilgilidir. Lenin, mantıksal kavramlar için, “… dünya hakkındaki bilginin gelişme yasalarının teorisidir. Yani dünya hakkındaki bilginin tarihinin dökümü, toplamı, sonucudur” değerlendirmesini yapıyor. Ona göre, “(Kategoriler), evren hakkında bilgi edinişin basamaklarıdır. Kategoriler, (doğal fenomenlerin örgüsünün) bilinmesini ve egemenlik altına alınmasını sağlayan düğüm noktalarıdır”. İşte Marx, bu noktada, Lenin’in özetlediği tarzda, kavramlardan örülmüş bir nesnel dünya tasarımının gerçekleştirilmesi sürecini, yöntemin genel yönelimi olarak ele alır. Marx şöyle der: “Genel düşünce, yani yöntem, her nesneyi kendinde kavramaya elverişli değildir. Her gerçeğin kavranmasında akıl için bir kılavuz, genel bir çerçeve, bir yönelim sağlar sadece. Her gerçekte, o gerçeğin çelişkilerini, kendi iç devinimini, niteliğini ve ani dönüşümlerini yakalamak gerekir”.
Bu işlemin genel adı, “somutlama”dır. Günlük dildeki, “somut kavram” ve “soyut kavram” terimleri, Marksist terminolojide farklı bir anlam taşırlar. Genellikle, “somut kavram”, belli nesneleri, duyumlarımıza konu olabilen maddi varlıkları dile getiren kavramlardır: Kedi, masa, meyve vs. gibi. “Soyut kavram” ise, algılanamayan şeyleri dile getiren kavramlar anlamına gelir: Tanrı, adalet, özgürlük gibi. Diyalektik materyalizmde ise, “soyut kavram” ve “somut kavram” terimlerinin anlamı tamamen başkadır. Burada “soyut kavram”, tıpkı Hegel’in varlık kavramı gibi, belirlenimsiz, bağlantısız, “kendinde ve kendiliğinden” kavramdır. Marx, somut kavramı şöyle tanımlar: “Somut kavram, birçok tanımın sentezi olduğu, böylece de çeşitli yanların birliğini temsil ettiği için somuttur. Bu nedenle, gerçek kaynaklanma noktası ve aynı zamanda algı ve düşlemlemenin kaynaklanma noktası olmasına karşın, akıl yürütmede bir çıkış noktası olarak değil, bir toparlanma, bir sonuç olarak ortaya çıkar. İlk işlem anlamlı imgeleri soyut tanımlar düzeyine indirir, ikincisi akıl yürütme yoluyla soyut tanımlardan somut durumların yeniden üretimine ulaşır.”
Marx’a göre, bu süreç, gerçek somutun, maddi varlığın, düşüncede de somutlanmasıdır. Hegel’in, bu süreci, gerçek somutun üretimi süreci olduğunu sandığını söyleyen Marx, bir kez bu idealist yanılmanın asılmasıyla, diyalektiğin başlıca yöntem ilkesinin ortaya çıkarılabileceğini gösterir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Hegel için önemli olan, “her türlü belirlenimden yoksun olan” başlangıç kavramının içerdiği çelişkiyi yakalamaktı. Materyalist diyalektik açısından da, “soyut kavram” durumunda bulunan ilk öğenin hareketini ve gelişmesinin yönelimlerini incelemeye, içerdiği çelişkiyi saptamakla başlanacaktır. Lenin, “Bizim anladığımız anlamda diyalektik, nesnelerin özünde bulunan çelişkinin incelenmesidir” diyor. Çünkü materyalist diyalektik, kendisinden önceki metafizik ve idealist sistemlerden farklı olarak, “dünyanın anlaşılmasıyla yetinmez, onun nasıl dönüştürüleceğini bilmek ister. Bir şeyi “dönüştürmek için kavramak” demek ise, onun bir çelişki içindeki yerini ya da içerdiği çelişkiyi kavramak demektir. Lenin, diyalektik yöntemin özünü, “çelişen, birbirlerini karşılıklı dıştalayan, karşıt eğilimlerin tanınması, keşfedilmesi” olarak gösterir. Örneğin, kapitalizmin ekonomik ve politik yönleri, Marx’tan önce de, birçok araştırmacı tarafından incelenmiş, kapitalizmin işleyiş yasalarına ilişkin ilk bulgular, burjuva araştırmacılar tarafından saptanmıştı. Fakat Marx, bütün bunlardan farklı olarak, kapitalizmin nasıl dönüştürüleceği problemini, araştırmasının temel noktası olarak aldığı için, bütün çalışması boyunca, kapitalizmin içerdiği çelişkileri bulmaya çalıştı. Kapitalizmin temel çelişkisinin, ”üretimin toplumsallaşmasıyla, mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişme” olduğu gerçeğini, kapitalizmin diğer özelliklerinin ele alınışının ekseni yaptı. Emek, değer, sermaye vb. kavramların, bu temel çelişme bakımından nasıl bir rol oynadığı ve hangi biçimler altında bu temel çelişmeyi yansıttığını bulmak, Kapital’in içeriğini oluşturdu.

KAPİTALİN PLANI VE YÖNTEMİ
Diyalektik araştırma sürecinin yolu, genel olarak ve özetle, “görünüşten, öze” deyimiyle dile getirilir. Bu, “soyuttan somuta” ilkesinin, değişik biçimde dile getirilmesidir. “Soyut”, bir varlığın, bağıntıları, çelişkileri, hareketi ve değişmesi hakkında hiçbir bilgimizin bulunmadığı ilk durumu dile getirir ve bu, onun ilk algılanış haline, yani “görünüş”üne denk düşer. “Öz” ise, varlığın “somut” halidir. Marx’ın dediği gibi, görünüşü, “birçok tanımın sentezi, çeşitli yanların birliği” halinde kavramayı ilerletebildiğimiz ölçüde, onun gerçeğine, özüne yaklaşırız. “Görünüşten öze” ya da “soyuttan somuta” ilkesi, Marx’ın temel eserinin yönteminin de başlıca iç çizgisini oluşturur.
Kapital’in birinci bölümünün ilk cümlesi, bu ilkeyi, daha ilk adımda hatırlatır gibidir: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, muazzam bir meta yığını olarak kendini gösterir, bunun birimi tek bir metadır. Araştırmalarımızın bu nedenle metanın tahlili ile başlaması gerekir, “(abç)
Burada “meta yığını”, kapitalizmin bir “görünüşü” olarak ele alınmıştır. Gerçekten, kapitalist pazar, vitrinleri rasgele seyrederek dolaşan birisine, tıkış tıkış bir meta yığını olarak görünecektir. Bunun ardında neler vardır? Hangi, ilişkilerin, çatışmaların ve süreçlerin ürünü olarak bu yığın ortaya çıkmıştır? Gene yalnızca “görünüş”e dayanarak, buna cevap vermeye çalışan birisi, fabrikaları, hammadde üretim alanlarını, buralarda çalışan insanları, sermaye sahiplerini ve işçileri belli belirsiz anımsamaya, kafasında canlandırmaya başlayacaktır. Bu elbette, henüz bilimsel bir araştırma değildir; fakat bir görünüşten diğerine geçerken, birbirine bağıntılı başka kavramların ortaya çıkmakta olduğunu, sıradan insanın düşüncesinde bile, bunun gerçekleşme yolunun “görünüşten öze” doğru belirsiz bir çabayı gerektirdiğini göstermektedir. Marx, meta’yı bir çıkış noktası, ilk görünen öğe olarak ele alır ve bilimsel bir inceleme tarzı güderek, onun farklı görünümlerini araştırmaya koyulur. İlk elde, meta’nın farklı biçimleriyle bunların içerdiği farklı ilişkileri araştırır. Meta’nın bir ihtiyacı karşılamak işlevinin arkasında yatan “yararlı şey” kavramına ulaşır. Kapital’i okuyan herkes, Marx’ın, buradan “kullanım değeri” kavramına neredeyse doğal bir akış içinde geçtiğini görür. Adeta “meta” kavramı, Hegel’in tanımladığı gibi, kendi belirlenimlerini ve içeriğini “kendi kendine açmaktandır. Gene onun deyişiyle söyleyecek olursak, “soyut kavram, gitgide kendi somutluğunu bulmaktadır.’
Marx, “meta” soyut kavramından yola çıkarak ilerlerken onun “özü”nü bulmak için de bir dizi yeni soyutlama yapar. Öyleyse, bir yandan “meta”nın “somut kavram” haline getirilmesi için gerekli çelişkiler ve bağıntılar keşfedilirken, sürekli olarak yeni soyut kavramların bulunması ve bunların somutlanması çabası, iç içe geçmiştir. Bu karşılıklı bağlılık ve iç içe geçerek ilerleme, diğer kavramların elde edilmesi ve tanımlanması süreçlerinde de görülür. Değer kavramı, emek kavramına bağlanır, emek kendi içinde değişik biçimleriyle görünür, bu değişik biçimlerle değer kavramının değişik biçimleri arasındaki ilişkiler bulunup açılır. Nispî değer, değerin eşdeğer biçimi, basit biçimi, genişlemiş değer biçimi vb. gibi kavramlar, “zincirleme olarak ve birbirleriyle içten bağıntılarıyla” tanımlanır. Bir kavramdan diğerine geçilirken, öncekinin içerdiği çelişmeler, esas halkayı teşkil eder. Bir başka deyişle, bütün bu kavramların birbirinden doğuşunda rol oynayan esas güç, her bir kavramın içerdiği karşılıklı yönlerdir.
Kapital’in ikinci bölümü, “Değişim” başlığını taşır. Bu bölüm de, Marx’ın bir “görünüş”ü saptamasıyla başlar. “Açıktır ki, metalar pazara kendi başlarına gidemezler ve kendi başlarına değişim yapamazlar.” Bu saptama da, birinci bölümün ilk cümlesi gibi son derece basit, son derece dolaysız olarak algılanabilir bir gerçeğin dile getirilmesinden ibarettir. Marx, bu soyut görünüş durumundan ilk sonucu çıkarır: “Bu yüzden, aynı zamanda sahipleri olan koruyucularını da tanımamız gerekir.” Bu çok yalın gerçek, bir taşın suya atılması sırasında görünenler gibi, gitgide açılıp genişleyen halkalar halinde, daha karmaşık, daha çok yönlü başka ilişkilere doğru yayılır. Ancak her adımda, daha önce ulaşılmış ve somut kavramlar haline getirilmiş kavramlara başvurulur. Örneğin, Para’nın somutlanması için, daha önce somutlanmış başka kavramlarla ilişkisi gösterilir. Meta, değer, kullanım değeri, değişim değeri, emek vs. gibi kavramlar, hem kendi içlerinde, yeni somutlanmakta olan kavram açısından ne gibi değişik içerikler taşıdıkları araştırılarak kullanırlar, hem de yeni kavramın (örneğin ‘para’nın) somutlanmasında işlev üstlenirler. Böylece görülür ki, her eski kavram, yeni ilişkiler içinde, yeni somutlanma olanakları bulur ve her yeni bağıntıda, hem kendisi tanımlayan olarak rol üstlenir, hem de tanımladıkları yeni kavram aracılığıyla yeni somutlanma boyutları kazanırlar. Engels, diyalektiği, “bağıntıların bilimi” ve “bütün hareket ve gelişmenin bilimi” olarak tanımlamıştır. Bu tanıma göre diyalektik, olguların, olayların ve süreçlerin, birbirleriyle evrensel, çok yönlü, değişken bağıntılar içerisinde kavranması demektir. Bağıntı, karşılıklı etkileşme, etkileşim ise karşılıklı hareket anlamına gelir. Her şey kendisini kuşatan öbür şeyler tarafından koşullandırılır. Hiçbir olay, tekil varlıkların rasgele bir araya yığılması değildir. Onu koşullayan, onu belirleyen, onu etkileyen iç ve dış bağlan bulup ortaya çıkarmak gerekir. Marx’ın Kapital’de izlediği yol, bu tanımın eksiksiz bir örneğini oluşturur.
Kapital’in genel planı, tam olarak bütün yönleriyle kapitalist üretim tarzının somutlanması (düşüncede bir somut olarak yeniden kurulması) çalışmasının en yetkin sonucunu gösterir.
Lenin, “Felsefe Defterleri” genel başlığı altında toplanan notlarında, Hegel’in “bilgi metodu” kavramının içeriğini bir bakıma şemalaştırarak açıklığa kavuşturmayı dener; şu başlıca özellikleri tespit eder:
“1) Kavramın kendi kendinden itibaren tanımı doğrudan doğruya şev’in kendisi kendi ilişkileri ve gelişimi içinde göz önüne alınmalıdır);
“2) Şey’in doğrudan doğruya kendi içindeki çelişki (kendi kendinin başkası) her fenomenin içindeki çelişkin kuvvetler ve yönsemeler;
“3) Analiz ve sentezin birleşmesi. “
Hegel’in “mutlak bilgi metodu” olarak adlandırdığı kendi yönteminin en temel özelikleri bunlardır ve bu özellikler, Kapital’in özellikle sunuluşu bakımından Marx tarafından uygulanmıştır. Marx, önce “kavramın kendi kendinden itibaren tanımı” yolunu izler, ve sonra da sırayla diğer özellikleri uygular. Ne var ki, burada materyalist diyalektik bakımından çok önemli bir katkıyı da gerçekleştirir: Her bir kavramı, genel ve tüm kavramları kapsayan bir çelişmenin ekseninde, önce analiz eder (ve bu analize daima içten içe işleyen bir sentez süreci eşlik etmektedir), sonra da, gene bu temel çelişki ekseninde, tümünü sentezler. Bu, bir bakıma, başlangıç noktasına dönüş gibi görünür. Bu özelliği, Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları, “Komünist Manifesto”da da kolayca görebiliriz. Manifesto, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti” sözleriyle başlar. Genel durumu karakterize eden başlıca özellik, basit bir görünüş öğesi olarak öne sürülür. Buradan başlayarak, Avrupa’nın bu görünüşe zemin hazırlayan siyasal ve sosyal koşulları tanımlanır. Koşulların ve ortamın başlıca karakteristikleri olan ana sınıfların durumu ve birbirleriyle karşılıklı ilişkileri ve çelişkileri konulur. Manifesto, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” çağrısıyla sona erer. Bir bakıma, başlangıçta, bir “hayalet” gibi görünen Komünizm kavramı, bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesiyle somut gerçekliğine kavuşur. Hem kavramsal bakımdan, hem de maddi bakımdan komünizmin gerçekleşmesiyle, halka tamamlanır. Kavramsal bakımdan, bütün Manifesto boyunca komünizmin temelleri ve değişik yönleri açıklanır, somutlanır; hem de nesnel bakımdan komünizmin gerçekleşme koşulu somutlanır. Ama burada somutlanan komünizm kavramı, başlangıçtaki “hayalet” durumundaki komünizmden çok farklıdır. Soyut, boş, ilkel kavramın yerini, şimdi, somut, kapsamlı, tamamlanmış kavram almıştır.
Burada, Marx’ın gene Almanca İkinci Baskı’ya yazdığı önsözde değindiği bir özelliğe dikkat edilmelidir. Marx, Kapitalin yazılması öncesinde kullandığı “araştırma yöntemi” ile eserin “sunuş yöntemi” arasında “biçim yönünden” bir farklılık bulunduğunu söyler. “Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağıntılarının esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan sonra, gerçek hareket yeterince anlatılabilir.” Fakat çalışmanın sunuluşu, hem bu ayrıntıların tümünü içermez, hem de araştırmanın ilerleme yönüyle aynı olmaz. Marx, kapitalist üretim tarzını incelemeye “meta”dan başlamamıştır. Kapital’in öncesinde bulunan ve “Ekonomi Politiğin Eleştirilmesi İçin Ön Çalışma” başlığıyla yayınlanan ve Almanca “Ön-çalışma” anlamına gelen “Grundrisse” sözcüğüyle anılan notlarının birinci bölümü, “Üretim, Tüketim, Bölüşüm, Mübadele” başlığını taşır. Üretim başlıklı alt-bölüm, “Özgür Bireyler ve On sekizinci Yüzyıl Kavramları”nı inceleyerek konuya girer. Diğer bölümlerde de, Kapital’in içerdiğinden oldukça farklı başlıklar ve konular vardır. Bu bölümlerin her birinde, diyalektik yöntemin genel özellikleri tam bir netlikle görünür. Fakat eserine son biçimini verirken, özellikle
Hegel’in bir öğrencisi olduğunu belirtmek amacıyla sunuş biçimini de, Hegel diyalektiğinin kavram hareketi öğretisine uygun hale getirmiştir. Aslında bu uygulama, bir bakıma, içerikle görünüş arasındaki uyumu da sağlamıştır diyebiliriz. Ne var ki, bu, Marx’ın araştırma yönteminin, sunuş yönteminden esastan farklı olduğu anlamına gelmez. Kendisinin de belirttiği gibi, ikisi arasındaki farklılık, tamamıyla biçimseldir. Araştırma yönteminin de genel çizgisi, daima, “soyuttan somuta”, “görünüşten öze”, “basitten karmaşığa” yönünü izlemiştir.

LENİN’DE ARAŞTIRMA VE SUNUŞ ÖZELLİKLERİ BAKIMINDAN DİYALEKTİK YÖNTEM
Lenin’in tüm çalışmalarında, diyalektik materyalizmin yöntemsel ilkeleri açık bir biçimde kendisini gösterir. Yalnızca, Marx’ın Kapital’inin Rusya koşullarına uyarlanması özeliğini taşıyan “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” gibi başlı başına bir bütün oluşturan eserlerinde değil, tek tek makalelerinde de, Lenin, diyalektik yöntemi ustalıkla uygular.
“Ne Yapmalı?” adlı eserine, o da bir “görünüş” ile başlar: ‘”Eleştiri Özgürlüğü’, hiç kuşkusuz, günümüzün en moda sloganı ve tüm ülkelerde sosyalistler ve demokratlar arasındaki tartışmalarda en sık kullanılan slogandır. İlk, bakışta, tartışmaya giren taraflardan birinin eleştiri özgürlüğüne ciddiyetle başvurmasından daha garip görünen bir şey olamaz.” Lenin, bu noktadan hareket ederek, sloganın arkasında yatan ilişkileri ve çatışmaları anlatır. “Eleştiri özgürlüğü” kavramının gerek genel olarak taşıdığı anlamı, gerekse özel olarak o tarihsel koşullarda hangi gerçek ilişkileri dile getirdiğini araştırır. Bunun içerdiği çelişkiyi yakalar ve kendi görüşlerini dile getirirken, bu çelişkinin bağlı olduğu diğer bütün yönleri ve özellikleri sergiler.
Lenin’in de araştırdığı konuyu sunuşu, tıpkı araştırma sürecinde olduğu gibi diyalektiğin genel çizgisini izler. “Somuttan soyuta doğru ilerleyen düşünce doğru olması koşuluyla… gerçekten uzaklaşmaz ama ona yaklaşır (…) tüm bilimsel (saçma değil; doğru, ciddi) soyutlamalar doğayı daha defin, daha doğru ve tam olarak yansıtır”. Fakat o da araştırma sürecinde izlediği yönü, çoğu kez, sunuşunun yönü olarak kullanmaz. Araştırma bir başka öğeden başlamış olsa da, konuyu sunarken, bir başka öğeyi ilk anda öne çıkarabilir. Burada rol oynayan etken, özellikle Lenin bakımından söyleyecek olursak, yazının özel hederleri ve yayınlandığı özel tarihsel koşullardır. Okuyucunun ilgisinin nereden başlayacağı ve dikkatin özel olarak hangi noktada toplanması gerektiği, Lenin’in yazılarının planlanmasında özel bir önem taşır. Bu bakımdan denilebilir ki, Lenin, okuyucunun da, “görünüşten öze” doğru ilerleyen bir süreç içinde bulunmasını, anlatmak istediklerinin tam olarak anlaşılmasını sağlamak bakımından gerekli görür.
Fakat Lenin’in araştırma süreci için önerdiği yolu incelemeden, yapıtının sunuluşundaki yalınlığın ve anlaşılırlığın sırrını çözemeyiz.
Lenin, Hegel tarafından ileri sürülmüş bulunan “mutlak bilgi metodu” kavramının açılmasından on altı kural elde eder. Bunlar, hiç bir şekilde, diyalektiğin temel kuralları, ya da yasaları olarak anlaşılmamalıdır. Burada yapılan özet, Lenin’in bir araştırma sürecinde, diyalektik bakımdan dikkat edilmesini gerekli gördüğü öğeleri içermektedir:
“1. İncelemenin nesnelliği (örnek vermek yok, konu dışına çıkmak yok, doğrudan doğruya kendi kendisinde şey var sadece).
2. Bu şey’in, öbür şeylere olan katmerli ve çeşitli bağıntılarının hiç eksiksiz tümü.
3- Bu şey’in (ya da gene fenomenin) gelişimi, kendine özgü hareketi, kendine özgü hayatı.
4. Bu şey’in içindeki içsel bakımdan çelişkili olan eğilimler ve yönler.
5. Toplam olarak ve karşıtların birliği olarak şey (fenomen vs).
6. Bu karşıtların mücadelesi, respektiv açılıp yayılmaları, çelişkin özlemler vs.
7. Analiz ve sentezin birleşmesi, değişik parçaların ayrılması ve yeniden birleşmesi, bu parçaların toplam halinde bütünleşmesi.
8. Her bir şey’in (fenomenin vs.) bağıntıları, sadece katmerli ve çeşitli değil, aynı zamanda evrenseldir de. Her şey (fenomen, süreç vs.) her başka’ya bağlıdır.
9. Sadece karşıtların birliği değil, aynı zamanda her belirlenimin, niteliğin, çizginin, yanın, özeliğin, her başka’ya (kendi karşıtına?) geçişleri.
10. Yeni yanların, bağıntıların vs. sonsuz biçimde ortaya çıkma süreci.
11. İnsanın, şeyler (fenomenler, süreçler vs.) hakkındaki bilgisinin, fenomenden öze ve daha az derin bir özden daha derin bir öze giderek sonsuz derinleşme süreci.
12. Birlikte varoluştan nedenselliğe ve bir bağlantı ve karşılıklı bağımlılık formundan daha derin ve daha genel bir başkasına.
13. Alt evredeki bazı çizgilerin, özelliklerin, vs. bir üst evrede tekrarlanışı ve
14. Görünürde eskiye dönüş, (olumsuzlamanın olumsuzlanması)
15. Muhtevanın formla mücadelesi ve bunun tersi. Formun reddedilmesi, muhtevanın yenibaştan yoğrulup işlenmesi.
16. Nicelikten niteliğe geçiş ve bunun tersi. (15 ve 16, 9’un örnekleridir.)”
Dikkatle incelendiğinde, bu özelliklerin Lenin tarafından herhangi bir sıra gözetilmeksizin, üzerinde çalıştığı Hegel metninin okunuşu sırasında tutulmuş notların akışına göre dizildiği görülecektir. Bu maddeler, üç ana ilke bakımından sınıflandırılıp yeniden sıralanabilir. Fakat bu yapılmadan da, Lenin’in yazılarında ve konuşmalarında kendisini gösteren iç tutarlılığın, üstün öngörü zenginliğinin kaynağı bu notlardan anlaşılabilir. Şu sözleri, yukarıdaki notların bir özetidir: “Düşünürken (örnekleri değil, aykırılıkları değil; kendinde-şeyi) nesnel olmak, doğru bir bilgiye sahip olmak istiyorsak, onun tüm yanlarına, bağlantılarına ve ‘aracılık özelliklerine’ bakmalı ve incelemeliyiz. Bu hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleştirmeyi umamayacağımız bir şeydir. Ama kapsamlılık kuralı, yanlışlara ve katılığa karşı bir güvencedir. “
Lenin, diyalektik materyalist yöntemin bir ilkesi olarak, “somut durumların somut analizi”ni önermişti. “Somut durum”un bütün karmaşıklığını yakalayabilmek, olası gelişmeleri hesaplayabilmek ve bunu bütün somutluğuyla yansıtabilmek (yazı ya da konuşma biçiminde sunmak) ancak böyle bir ince işçiliğin sonucu olabilir.

SONUÇ
Gerek Marx ve Engels’in gerekse Lenin’in, diyalektik materyalist yöntemin gelişmesine yaptıkları büyük katkı, esas olarak eserlerinde içerilmiş olarak bulunmaktadır. Onların hiçbirinin yöntem üzerine ayrıntılı bir yazısı yoktur. Marx’in daha önce sözünü ettiğimiz “Ekonomi Politiğin Yöntemi” başlıklı makalesi, “Grundrisse” içinde bir parçadan ibarettir ve okunup anlaşılması oldukça zor bir metindir. Engels’in, “Tarihsel inceleme Yöntemi ve Mantıksal İnceleme Yöntemi” başlığını taşıyan bir incelemesi de, Marx ve Engels’in seçme yazılarından oluşan “Felsefe İncelemeleri” adlı derlemede yer almaktadır. Lenin de, diyalektik üzerine çalışmalarını tamamlayamadan bırakmıştır. Bugün elimizde, “Diyalektik Üzerine” başlığını taşıyan bir taslaktan başka bir şey yoktur. Fakat devrimin pratik sorunları üzerine yaptığı tartışmalarda ve devrimci iktidarın uygulamaları için hazırladığı tasarılarda, diyalektiğin kavranışı ve uygulanışı üzerine birçok değerli örnek vardır.
Lenin, Marx ve Engels’in diyalektik üzerine kapsamlı bir eser bırakamamış olmalarını üzüntüyle karşılar, fakat Kapital’in diyalektik mantığı içerdiğini ve onun kapsamlı bir incelenmesinin bize bu mantık hakkında tam bir bilgi vereceğini söyler.
Burada önemli olan, Marx ve Lenin’in eserlerini inceleme yöntemini ve onların bizzat kullandığı yöntemin ana ilkelerini bilmektir.
Başlangıçta da söylediğimiz gibi, diyalektik materyalizm, esas olarak dünyayı devrimci tarzda değiştirmenin bilimsel ilkelerini verir. Dolayısıyla, diyalektiği özellikle Lenin’in pratik siyasal mücadelesinin içinde nasıl kullandığının araştırılması büyük önem taşımaktadır.

Şubat 1994

Marksizmin Üç Kaynağı Ve Üç Öğretisi

Lenin’in 21 Ocak 1924 tarihindeki ölümünün üzerinden tam 70 yıl geçti. Lenin’in fiziksel varlığı olmadan geçen bu 70 yıl, onun proletarya ve komünistler tarafından daima anılıp yaşatıldığı, ama aynı zamanda burjuvazi ve her türden Marksizm dışı akım tarafından gerçekleştirilen bir saldırı ve kara çalmanın da tarihi oldu. Marx, tarihi ve tarihsel süreçleri, insan düşüncesinin en yüksek ifadesi ve biricik bilimsel teori olan diyalektik materyalizmin ışığında inceleyerek devrimci sonuçlara varmıştı. Lenin, bu teoriyi geliştirdi, dâhice pratiğe uyguladı. Burjuvazinin bütün saldırı ve karalamalarına karşı, Lenin, emek ile sermaye arasındaki, galibinin proletarya olacağı, tarihsel savaş sürdükçe proletaryanın elinde bir fener olmaya devam edecektir. Aşağıda yayınladığımız makalesiyle, Lenin, Marx ve Engels’in eserinin tarihsel köklerini çözümlerken, geleceğe de ışık tutuyor.

Uygar dünyanın tümünde, Marx’ın öğretisi, Marksizm’e bir çeşit “zararlı mezhep” gözü ile bakan, (resmi ve liberal) bütün burjuva biliminin aşırı düşmanlığını ve nefretini uyandırmaktadır. Ve başka bir tutum da beklenemez, çünkü sınıfların savaşımı temeline dayanan bir toplumda, “tarafsız” toplumsal bilim yoktur. Bütün resmî ve liberal bilim, şu ya da bu biçimde ücretli köleliği savunmaktadır; oysa Marksizm bu köleliğe karşı amansız bir savaş açmıştır. Ücretli köle temeline dayanan bir toplumda bilimin tarafsız olmasını beklemek, sermayenin kârlarını azaltarak işçilerin ücretlerini çoğaltmak gerekip gerekmediği sorununda, fabrikatörlerden tarafsızlık ummak kadar aptalca bir saflıktır.
Dahası var. Felsefe tarihi ve toplumsal bilim tarihi bize tam bir açıklıkla gösteriyor ki, Marksizm’de, dünya uygarlığının gelişme çizgisi dışında doğmuş, dar görüşlü, taşlaşmış bir öğreti olan “sekterizm”e benzer hiçbir şey yoktur.
Tam tersine, Marx’ın dehası, tamamen, insanlığın en önde gelen beyinlerinin getirdiği sorulara yanıtlar sağlamış olmasındadır. Onun öğretisi, felsefenin, ekonomi politiğin ve sosyalizmin en büyük temsilcilerinin öğretilerinin, doğrudan ve dolaysız bir devamı olarak doğmuştur.
Marksist öğreti güçlüdür, çünkü doğrudur. Kapsamlı ve uyumludur ve insana kör inancın, gericiliğin ve burjuva baskısını savunmanın hiçbir biçimiyle bağdaşmayan, eksiksiz bir dünya görüşü sağlar. Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizminin temsil ettiği, insanlığın 19. yüzyılda yarattığı en iyi ürünlerin, meşru mirasçısıdır.
İşte, kısaca özetleyeceğimiz, Marksizm’im üç kaynağı ve aynı zamanda üç öğesi bunlardır.

I
Marksizm’in felsefesi materyalizmdir. Avrupa’nın modern tarihi boyunca ve özellikle 18. yüzyıl sonlarında, her türlü ortaçağ saçmalığına, kuruluş ve düşüncelerdeki serfliğe karşı kesin bir savaş verilen Fransa’da, materyalizm, doğal bilimlerin öğretilerine bağlı, kör inanca, yobazlığa ve bunun gibi şeylere düşman tek tutarlı felsefe olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, demokrasi düşmanları, her zaman, materyalizmi, “çürütmek”, yıkmak ve türlü lekelemelerle gözden düşürmek için, çok çaba harcamışlar ve önünde sonunda dinin savunması ya da desteklenmesine indirgenen, felsefi idealizmin çeşitli biçimlerinin savunuculuğunu yapmışlardır.
Marx ve Engels, felsefî materyalizmi en kararlı bir tutumla savundular ve bu temelden her sapışta ne derin hatalar işlendiğini tekrar tekrar açıkladılar. Bu görüşler, Engels’in Komünist Manifesto gibi her bilinçli işçinin el kitabı olan, Ludwig Feuerbach ve Anti-Dühring adlı yapıtlarında bütün açıklık ve ayrıntısıyla ortaya konmuştur.
Ama Marx, 18. yüzyıl materyalizmi ile yetinmedi, felsefeyi daha yüksek bir düzeye çıkardı. Onu, Alman klasik felsefesinin başarılarıyla, özellikle sonradan Feuerbach’ın materyalizmine yol açmış olan, Hegel sisteminin başarılarıyla zenginleştirdi. Esas başarısı diyalektiktir, yani en tam, en derin ve en kapsamlı biçimde, sürekli gelişen maddeyi yansıtan insan bilgisinin göreceliği teorisi, evrim teorisidir. Doğal bilimlerin son buluşları -radyum, elektronlar, elementlerin dönüşümleri- eski ve çürümüş idealizme “yeniden” dönen burjuva filozoflarının öğretilerine karşın, Marx’ın diyalektik materyalizmini kesinlikle doğrulamıştır.
Marx, felsefi materyalizmi, bütünüyle derinleştirmiş, geliştirmiş ve bunun mantıksal sonucu olarak, doğa bilgisini, insan toplumu bilgisine genişletmiştir. Onun tarihsel materyalizmi, bilimsel düşüncede büyük bir başarıdır. O güne dek, tarih ve siyaset konusundaki görüşlere egemen olan karışıklık ve gelişigüzelliğin yerini, üretici güçlerin büyümesi sonucu, bir toplumsal örgütlenme biçiminden daha üst düzeyde bir başka biçimin nasıl doğup geliştiğini -örneğin, feodalizmden kapitalizmin nasıl doğduğunu- gösteren uyumlu ve bağıntılı dikkate değer bilimsel bir teori aldı.
İnsanın bilinci nasıl ondan bağımsız olarak var olan doğayı (yani maddenin gelişmesini) yansıtırsa, insanın toplumsal bilinci de (yani onun çeşitli felsefi, dinsel, siyasal vb. görüşleri ve öğretileri), toplumun iktisadi sistemini yansıtır. Siyasal kuruluşlar, iktisadi temele dayanan bir üstyapıdırlar. Örneğin, görüyoruz ki, çağdaş Avrupa devletlerindeki çeşitli siyasal biçimler, burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliğini güçlendirmeye yarıyor.
Marx’ın felsefesi, insanlığa ve özellikle işçi sınıfına, güçlü bilgi araçları veren, tam bir felsefî materyalizmdir.

II
Ekonomik sistemin, siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği temel olduğunu kavrayan Marx, bütün dikkatini bu ekonomik sistemin incelenmesine verdi. Marx’ın temel yapıtı Kapital; modern, yani kapitalist toplumun ekonomik sisteminin incelenmesine ayrılmıştır.
Marx’tan önceki, klasik ekonomi politik, en gelişmiş kapitalist ülke olan İngiltere’de doğdu. Adam Smith ve David Ricardo, ekonomik sistemler üzerindeki araştırmalarıyla, emek-değer teorisinin temellerini attılar. Marx, onların çalışmalarını sürdürdü; teoriyi kanıtlandırdı ve tutarlı bir biçimde geliştirdi. Her metaın değerinin, bu metaın üretiminde harcanan toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanı miktarı ile belirlendiğini gösterdi. Marx, burjuva iktisatçılarının, nesneler arasında bir ilişki olarak gördükleri şeyin, (bir metaın bir başka meta ile değişimi) insanlar arasında bir ilişki olduğunu ortaya koydu. Metaların değişimi, ayrı ayrı üreticiler arasında, pazar aracılığıyla kurulan bağı ifade eder. Para, bu bağın giderek daha çok yakınlaştığının, ayrı ayrı üreticilerin tüm ekonomik yaşamını ayrılmaz bir bütün halinde birleştirdiğinin belirtisidir. Sermaye ise bu bağın daha da geliştiğini gösterir: İnsanın emek-gücü bir meta haline gelmiştir. Ücretli işçi, toprağı, fabrikaları ve iş aletlerini elinde tutanlara emek-gücünü satar. İşçi, günün bir bölümünde, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak için çalışır (ücretler), günün öteki bölümünde ise, karşılıksız çalışarak, kapitalist için, kapitalist sınıfın zenginliklerinin kaynağı, kârın kaynağı, artı-değeri yaratır.
Artı-değer teorisi, Marx’ın ekonomik teorisinin temel taşıdır.
İşçinin emeği ile yaratılan sermaye, işçiyi ezer, küçük mülk sahiplerini mahveder ve bir işsizler ordusu yaratır. Sanayide, büyük üretimin zaferi hemen görülebilir, ama aynı olgu, geniş ölçekli kapitalist tarımın üstünlüğünün ağır bastığı, makine kullanımının arttığı ve para-sermayenin tuzağına düşen köylü ekonomisinin kullanılan geri tekniğin yükü altında dağıldığı ve yıkıma sürüklendiği tarımda da gözlenilebilir. Tarımda, küçük üretimin çöküşü değişik biçimler alır, ama çöküşün kendisi tartışılmaz bir gerçektir.
Sermaye, küçük üretimi yıkarak, emeğin üretkenliğinin artmasına ve büyük kapitalistlerin birlikleri için bir tekel durumunun doğmasına yol açar. Üretimin kendisi, giderek daha çok toplumsallaşmaktadır, -yüz binlerce ve milyonlarca işçi, düzenleşik bir ekonomik kuruluş içinde birbirlerine bağlanırlar- ama bu ortak emeğin ürününe, bir avuç kapitalist el koymaktadır. Büyük üretimdeki anarşi; bunalımlar, delice pazar ardında koşma ve halk yığınları için güvenli olmayan yaşam.
Kapitalist sistem, işçilerin sermayeye bağımlılığını artırarak, birleşmiş emeğin büyük gücünü yaratır.
Marx, kapitalizmin gelişmesini, rüşeym halindeki meta ekonomisinden, basit değişimden başlayarak, en yüksek biçimlerine, büyük üretime kadar adım adım incelemiştir.
Ve eski, yeni, bütün kapitalist ülkelerin deneyimi, her geçen yıl, biraz daha çok sayıda işçiye, Marx’ın bu öğretisinin doğruluğunu, açıkça sergilemektedir.
Kapitalizm, bütün dünyada zafer kazanmıştır, ama bu zafer, emeğin sermayeye karşı kazanacağı zaferin başlangıcından başka bir şey değildir.

III
Feodal düzen yıkılıp, “özgür” kapitalist toplum yaşama gelir gelmez, bu özgürlüğün yeni bir baskı sistemi ve işçi sınıfının sömürülmesi anlamına geldiği hemen belli oldu. Bu baskının yansıması ve ona karşı bir protesto olarak, hemen çeşitli sosyalist öğretiler doğdu. Ancak, ilk sosyalizm, ütopik sosyalizmdi. Kapitalist toplumu eleştiriyor, (mahkûm ediyor) ve kargışlıyordu, onun yıkımının düşünü görüyordu; daha iyi bir düzen konusunda tasanlar kuruyor ve zenginleri, sömürünün ahlaksızlık olduğuna inandırmaya çabalıyordu.
Ama ütopik sosyalizmin, gerçek çözümü bulamıyordu. Kapitalizmdeki ücretli köleliğin gerçek niteliğini açıklayamıyor, kapitalist gelişmenin yasalarını ortaya koyamıyor, hangi toplumsal gücün yeni toplumun yaratıcısı olabileceğini gösteremiyordu.
Bu arada, feodalizmin, serfliğin çöküşüyle Avrupa’nın her yerindeki ve özellikle Fransa’daki fırtınalı devrimler, bütün gelişmenin temelinin ve itici gücünün, sınıfların savaşımı olduğunu giderek daha büyük bir açıklıkla ortaya koydu.
Feodaller sınıfının şiddetli bir direnişiyle karşılaşmadan kazanılmış hiçbir siyasal özgürlük yoktur. Hiçbir kapitalist ülke, kapitalist toplumun çeşitli sınıflan arasında, bir ölüm kalım savaşı olmaksızın, az çok özgür ve demokratik bir temel üzerine oturtulmamıştır.
Marx’ın dehası, bundan, dünya tarihinin öğrettiği dersi çıkartan ve bu dersi tutarlı bir biçimde uygulayan ilk insan olmasında yatar. Onun çıkardığı bu sonuç, sınıf savaşımı öğretisidir.
İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlaksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler ve vaatler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır. Reform ve ilerleme şampiyonları, ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun, belirli egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta durduğunu görmedikçe, her zaman eski düzenin savunucularının oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki toplumun içinde, eskiyi silip atabilecek ve yeniyi yaratabilecek kuvveti oluşturabilen -ve toplumsal durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan- güçleri bulmak ve bu güçleri savaşım için bilinçlendirmek ve örgütlemektir.
Proletaryaya, o güne kadar, bütün ezilen sınıfların içinde boğulduğu manevi kölelikten kurtuluş yollarını gösteren, yalnızca Marx’ın felsefî materyalizmi olmuştur. Genel kapitalist sistem içinde, proletaryanın gerçek durumunu açıklayan, yalnızca Marx’ın ekonomik teorisi olmuştur.
Proletaryanın bağımsız örgütleri, Amerika’dan Japonya’ya, İsveç’ten Güney Afrika’ya kadar, dünyanın her yerinde çoğalıyor. Proletarya, sınıf savaşımı vererek bilinçleniyor ve eğitiliyor; burjuva toplumun önyargılarından kurtuluyor; saflarını daha da sıklaştın-yor ve başarılarının ölçüsünü değerlendirmeyi öğreniyor; kuvvetlerini çelikleştiriyor ve karşı konulmaz bir biçimde büyüyor.
Mart 1913
(“Marx Engels Marksizm” adlı derleme içinde, Sol Yay. Çev. Vahap Erdoğdu, sf 78-83)

Şubat 1994

Jön Türk Devrimi’nde Kadınların Eşitlik Arayışı

Osmanlı devletinde 1839’da hazırlanmaya başlanan ve 1908’de meydana gelen Jön Türk Devrimi, bütün diğer burjuva devrimler gibi, kadın sorununu, bu sorun çevresinde örgütlenmiş kadın örgütlerini ve bir kadın literatürünü gündeme getirdi. Kadın sorununun Osmanlı topraklarında da ortaya çıkması, bu cinsin ezilişinin tarihi daha öncelere dayansa da, modern sınıfların ve bu sınıflar arasındaki ilişkilerin ufukta görünmesini beklemiştir.
Burjuva devrimi, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de, yeni egemen sınıfın değerlerini ve çıkarlarını evrenselleştirmenin aracı olacak olan iki kavramla; eşitlik ve insan hakları kavramlarıyla kitleleri sürüklediğinde, kadınlar, bu kavramların kapsamında değerlendirilmemişti. Osmanlı topraklarında cemaat kültürünün kaçınılmaz koşulu olarak, hiçbir medeni ve siyasal hakka sahip olmayan kadın, burjuva sisteminin daha başlangıçta eksik bırakılan bu yönlerinin tamamlanması, “eşitlik”in kadın cinsini de kapsayarak genişletilmesi için tıpkı Avrupalı ve Amerikalı hemcinsleri gibi burjuva devrimin saflarında, içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve kültürel koşulların elverdiği ölçüde yer aldı. Tanzimat kuşağı aydınlan kadın sorunu üzerine birçok makale yazarak, onların eşitlik talebini savunmuş olmalarına, hatta bu talebin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olmalarına karşın Jön Türk Devrimi, kadınların zaten oldukça kısır olan taleplerine yanıt veremedi.
Doğaldır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında başlayan kadının hak arayışının ufku, burjuva bir perspektifle sınırlı kaldı, çeperinde ve koşutunda gerçekleştiği güdük burjuva devriminin genel karakteristiğine ve içeriğine uygun seyretti. Böylece, Osmanlı topraklarında da burjuva içerikli kadın eylemi, kurulması amaçlanan burjuva toplumunda, eski sosyal ilişkilerin ve günlük yaşamın olduğu gibi sürdürülmesinin yol açacağı sakıncaları -ki artık bu ilişkiler çözülmeye başlamıştır- bir müdahaleyle gündeme getirerek ait olduğu sınıfa, sistemini, günün ihtiyaçları doğrultusunda tamamlamasında ve onu evrenselleştirmesinde yardımcı olmuştur.
Feodal-dinsel bir temele dayanan cemaat hukukunun yeni ilişkilerin önünü tıkayarak miadını doldurması, modern sınıf ilişkilerinin gündeme getirdiği kapitalist girişimciliğin teşvik edilmesi ve buna bağlı olarak mal ve can güvenliğinin hukuki bir prosedüre bağlanarak korunması talebi, eski sistemin hukuki bütünlüğünü kırmış; medeni haklan, daha doğrusu hak yoksunluğu, eski hukuk tarafından belirlenmiş olan Osmanlı kadını için bu, hukuksal eşitliği talep etmek için bir çıkış olmuştur.
Diğer yandan, Osmanlı burjuva-aristokrat aydın kadın, hak arayışı mücadelesinde, Avrupalı hemcinslerinin bu işe kalkıştıkları 18. yüzyılın başlangıcından bu yana karşılaştıkları gibi yoğun dirençle karşılaşmamış, burjuva devrimlerini daha önce yaşamış olan bu ülkelerde verilen kadın haklan mücadelesinin uluslararası kazanından, Osmanlı kadınının mücadelesine önceden bir meşruiyet kazandırmıştır. Jön Türkler ve öncelleri olan Genç Osmanlılar, kadının mevcut durumunu, aile ilişkilerini eleştiren, kadına eğitim hakkı verilmesini isteyen yazılar, makaleler, öyküler ve daha sonra da romanlar yazmışlar; 2. Meşrutiyet’ten çok önce çıkan gazetelerde kadın ekleri yayınlamışlardır. İttihat ve Terakki örgütünün programında; örgüte, kadın erkek bütün Osmanlıların üye olabileceği kaydı düşülmüştür.
Bu çağrı yanıtsız kalmamış, kentli aristokrat burjuva Osmanlı kadınlarının bir kısmı örgütün amaçlarını gerçekleştirebilmesi için perde arkasından da olsa önemli yardımlarda bulunmuş, gizli belgelerin taşınması ve korunmasında hizmetleri olmuştur. Ancak hiçbir kadın, örgüte üye olmamıştır. Örgüte üye olmak isteyenlerin uyması gereken kurallar, üye alınma sırasında katılınması beklenen ritüeller, kadınlar için, o zamanki koşullar düşünüldüğünde olanaksızdı. Ama sadece bu değil, kadınların örgütlenmesi konusunda Jön Türklerin kayda değer bir çabası olmamıştır.
Jön Türk Devrimi sırasında ortaya çıkan, çok sınırlı bir çevrede gelişen ve belirli sayıda kadın tarafından desteklenen burjuva kadın hareketi, toplumun diğer sınıf ve katmanlarına yayılarak geniş kadın kitlesinin sempatisini kazanma imkânını bulamadığı gibi Anadolu’da yaşayan kadının, büyük kentlerde yaşanan bu hukuk ve hak kavgasından haberi olamamıştır. Ülkenin birçok yerinde açılmaya başlayan atölye ve fabrikalarda kadın işçiler istihdam edilmeye başlanmasına karşın, kadına çalışma hakkı verilmesini talep eden burjuva kadın hakçılarının mücadelesi, alt sınıf kadınlarının ilgisini çekmemiştir; tersini söylemek de doğrudur: Burjuva kadınlar işçi kadınların yaşam koşullarıyla ilgilenmemişlerdir. Kaldı ki, 1908’e doğru, artık çok sık görülen grevlerde işçi kadınlar da yer almışlar, kendi aralarında geçici ve gevşek örgütler kurmuşlardır. Kimilerinin, grev sırasında kendilerine saldıran polislerle kapıştığı da görülmüştür.
Anadolu’da yaşanan, ticaret burjuvazisinin örgütleyip başını çektiği halk isyanları sırasında çok sayıda kadın, feodal-mutlakıyetçi saray rejimine karşı hoşnutsuzluğun, bütün kötülüklerin sorumluluğunun yerel idarelerde olduğu yanılsamasıyla yerel düzeyde ve dolaylı olarak ifade edildiği ayaklanmalara katılmıştır. Bazen, Sivas’ta olduğu gibi, açlığa ve yoksulluğa karşı başkaldıran, sadece kadınların katıldığı bir eylemi organize edip götüren kadınlara da rastlanmıştır.
Ama işte, değişik sınıflardan kadınlar, çeşidi nedenlerle ve değişik mücadele düzeylerinde başkaldırıp feodal aristokrasiye karşı hoşnutsuzluklarını dile getirmiş olsalar da, onların bu cılız, örgütsüz, birbirinden habersiz giriştikleri eylemler genel devrimci hava içinde bir küçük katkı oluşturmaktan öteye gidememiştir. Oysa değişen sosyo-ekonomik koşullar doğrultusunda, kadınların günlük yaşamını etkileyen ve onların kadınlık statülerinde değişimi zorlayan pek çok şey olmaktadır.
Burjuva devriminin yanı başında ortaya çıkan burjuva kadın hareketinin ayrıntılarına girmeden önce, Osmanlı kadınlarının yaşamlarındaki değişikliklerden ve kadınların o zamanki statülerinden söz etmek gerekecektir.

JÖN TÜRK DEVRİMİNE DOĞRU OSMANLI KADINI
Osmanlı ülkesinin kırsal kesiminde yaşayan kadın için medeni haklar ya da insan hakları kavramı hiçbir şey ifade etmez. O, kendine yeter küçük ev ekonomisinin, üzerine en çok yük binen unsuru olarak her türlü kişisel ve bireysel haktan yoksun olarak yaşamını sürdürür. Padişahın otoritesini ve devlet erkini şahsında cisimleştiren toprak ağasının, ürünün büyük bir bölümüne el koyduğu tarımsal üretimde; üretimin ve yeniden üretimin koşullarının birbirinden ayrılmadığı, dolayısıyla ev ve iş arasındaki ayrımın söz konusu olmadığı feodal ilişkiler içinde, dönemin özellikleri dikkate alındığında teknolojik olanaklarla kolaylaştırılmamış ev işlerinin yapılması sırasında en önemli üretici güç durumundadır. Tarım, modern teknolojik olanaklardan yoksun olarak yapılmakta ve makinenin olmadığı yerde kadının fiziksel gücüne şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Daha önce tarımsal üretimde önde gelen ülkeler arasında yer alan Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bu alanda oldukça gerilemiş ve tarımın modern teknolojiyle yapıldığı kapitalist ülkelerin dünya pazarına sürdüğü ürünlerle yanşamaz duruma gelmiştir. îç gümrük vergileri nedeniyle iç pazarda dolaşımı kısıtlanan tarımsal ürünlerin yerini, dışarıdan ithal edilen ürünlerin aldığı görülmekte, yerli tarım bu yüzden de olumsuz yönde etkilenmektedir. Kırsal kesimde yaşanan genel yoksulluk tablosundan, doğaldır ki, en çok kadınlar etkilenmekte, bu durum, onlara birçok sorumluluk daha yüklemektedir.
Toplumsal üretimde bunca rol oynayan Anadolu kadını, şeriatla beslenmiş feodal hukukla muhatap olduğu için mülk edinme olanağından, politik haklardan ve miras hakkından yoksundur. Kaldı ki, ataerkil kültürel formasyon, kadını, bütün iradesiyle erkeğe bağlamış, söz hakkı elinden alınmıştır. Bunca üretken olmasına karşın kadının var olma koşulu sadece evlilik içinde ve ana olma durumunda tanınmıştır; bunun dışında tek başına ayaklan üzerinde durmasının imkânı yoktur, çünkü toplumsal sistem buna olanak sağlayacak biçimde düzenlenmemiştir. Feodal üretim ilişkileri küçük aile üretimi temelinde organize olduğu için, kadın, ancak aile ilişkisinin bir parçasıdır, bu ilişkinin dışında bir yaşam imkânı sistemin bütünlüğünü bozacağından günlük ilişkileri düzenleyen yazısız yasalar ve hukuk; mevcut durumu onaylayacak, statükoyu koruyacak, bütünlüğü bozması muhtemel davranışlara yaptırım uygulayacak biçimde düzenlenmiştir ve bu hukuksal düzenlemenin içinde, kadın, sıkı bir biçimde gözaltındadır.
Köylü kadınların azımsanmayacak bir bölümü, yüzyılın son dönemlerinde feodal ilişkileri belli oranda gevşeten, yeni sosyo-ekonomik ilişkilere ve feodal toprak mülkiyetinin yol açtığı derin yoksulluğa bağlı olarak işçileşmek üzere kentlere göç eden erkeklere katılmak zorunda kalmıştır. Son yüzyılda yavaş yavaş sahneye çıkmaya hazırlanan iki yeni sınıf arasındaki ilişkiyi, birinin yararına, yani burjuvazinin siyasal taleplerine uygun olarak düzenlenmesini ihtiyaç haline getiren toplumsal gelişmeler sadece kentleri değil, bazı alanlarda dolaylı, bazı konularda da dolaysız olarak etkileyerek, bir oranda köyleri de toplumsal değişikliğin bir unsuru haline getirmiştir. Hiç kuşkusuz köyleri dışarıda bırakmayan yeni toplumsal gelişim, köylerde, kentlerde olduğu gibi hızlı, gözle görülür açık sonuçlar vermeyecektir, ama süreç içinde, kırsal alanda yaşanan feodal ilişkileri, feodal siyasal iktidarın zayıflamasına da bağlı olarak, oldukça yıpratacaktır. Şimdi artık, eski üretim ilişkileri çözülme sürecine girmiştir.
Kentlerde yaşayan kadınları ise belli başlı özellikleri bakımından iki ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. Birinci grubu, daha Tanzimat döneminden itibaren işliklerde ve atölyelerde çalışmaya başlayan, daha sonra fabrikalarda çalışmaya başlayacak olan yoksul alt sınıf kadınları; ikinci grubu ise, bir kısmı kadın hakları savunucusu olarak öne çıkacak olan saraya yakın konumlarda mevzilenmiş burjuva aristokrat kadınlar oluşturur.
Kadınların ev dışında, belirlenmiş bir işyerinde çalışması Osmanlı İmparatorluğu’nda oldukça geç bir dönemde başlamıştır. Oysa sanayi devrimini 19. yüzyılın başlarında yaşayan ve bu yüzyıl boyunca burjuva ihtilalleriyle sarsılan Avrupa’da, kadın ve Çocuk emeği çoktan beri vazgeçilmez olma özelliği kazanmıştır.
Belgelere göre, yüzyılın erken dönemlerinde Türk kadınlarının da çamaşırhanelerde çalıştırılmaya başlandığı saptanabilir, ama başlangıç haliyle, olgunlaşmakta olan bir eğilime işaret etse de bu, arızi bir fenomendir. Bunun dışında kadınların Anadolu’nun taşra illerinde ve kasabalarında ticarete yönelik kimi el zanaatlarına de vakıf olduğu biliniyor. Halıcılık, kadınların istihdam edildiği başlıca zanaatkârlık alanıdır. Bernard Caporal’ın verdiği bilgilere göre Cumhuriyet dönemine gelinceye dek “İzmir bölgesindeki 1.280 tezgâhta 4.780 kadın, Aydın’daki 3600 tezgâhta 11.000 kadın, Uşakta 4.000 kadın, Konya’da 18.000 kadın” halıcılıkla iştigal etmektedir.
Yine Caporal’in belirttiğine göre, “bazı maden ocakları uzun zamandan beri kadın işçiler çalıştırmaktaydı. Maden çalışmaları, el zanaatları örgütlenmesiyle çok zor bağdaşabildiğinden bu alanı düzenlemek amacıyla özel fermanlar çıkarıldı. Arşivlerde bu konuya ilişkin 16. yüzyıl başlarından fermanlar vardır. Değerli madenler ele geçirme isteği yarattığından ocakları olduğu kadar, taşınan malı da yolda eşkıyaların saldırılarına karşı korumak gerekiyordu. Tirebolu ve Giresun madenlerine ilişkin bazı fermanlar kendilerine saldırabilecek haydutlara karşı kadın işçilerin korunmasını buyuruyordu” ( Bernard Caporal, Kemalizm’de ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, İş Bankası Yayınları, 1982, sf.136)
Ancak maden ocaklarında kadın emeğinden yararlanılması kadınlar açısından gerçek bir işçileşme anlamına gelmez. Yoksul ve yalnız kadınlarla, çeşitli nedenlerle tutuklanan kadınlardan bazıları, buralarda, geçimlerinin sağlanması karşılığında, ama daha çok angarya ilişkileri içinde istihdam edilmektedir ve istisnai bir durumdur.
Kadınlar, 19. yüzyılın ikinci yansından başlayarak istisnai bir durum olarak değil de belirginleşmeye başlayan bir süreç kapsamında işlikleri doldurmaya başlarlar. 1897’de İstanbul Kibrit Fabrikası’nda 201 kadın işçi vardır. Adana ve Urfa’da kurulan çorap fabrikalarında kadın işçiler çalışmaya başlamıştır. Dokuma sektöründe de kadın emek gücü tercih edilmektedir. Hereke, Karamürsel ve Eyüp’teki dokuma fabrikaları bu gücün kullanıldığı belli başlı fabrikalar arasında yer alır. Meşrutiyetin ilanından sonra kadın emeği hızla istihdam edilmeye başlanacak ve 1913’e gelindiğinde “dokuma sanayisinin bütününde el emeğinin yüzde elliden fazlasını kadınlar ve çocuklar karşılamaktaydı. Bu oran ipek sanayisinde yüzde 95’i” bulacaktır. (L. Erişçi, Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi, 1951, sf.7)
İstanbul-Fransız Ticaret Odası’nın 31 Ağustos 1900 tarihini taşıyan bülteninde şu ifadeler yer almaktadır: ” Sivas’ta ve yöresindeki kazalarda yaklaşık on bin dokuma tezgâhı var. Kadın işçilere günde yirmi para ile 1 kuruş arasında ücret ödeniyor. Uşak’ta dokuma tezgâhlarında 6.000 kadın çalışıyor. Günde her biri 2 ile 6 kuruş ücret elde ediyor” (M. Ş. Güzel’den aktaran A. Y. Başbuğu, Elinin Hamuruyla Özgürlük, Milliyet Yayınları, 1992, sf. 98)
Rakamlara göre, İmparatorluk sathındaki 250 bin işçinin üçte biri kadındır.
1908’deri sonraki dönemde; Balkan savaşları ve imparatorluk bünyesindeki ulusal mücadeleler sırasında erkek nüfusun azalmasıyla ortaya çıkan istihdam krizi, kadınların çalışmaya sevk edilmesiyle atlatılmaya çalışılır. Gerçekte ise, birbirinin ardı sıra gelen savaşlar ve ekonominin giderek kötülemesi gibi nedenlerle birçok kadın yoksul ve yalnız düşmüş olduğundan, onların üretime sevk edilmesi için fazla zorluk yaşanmayacaktır. Kadınlar, orduya üniforma dikilen askeri dikimevi atölyelerinde, konserve fabrikalarında ve savaş ekonomisinin diğer alanlarında çalışmaya başlar.
Batıda, tarımsal alanların kapitalistleşme-sine bağlı olarak Karadenizli, Egeli, Marmaralı ve Adanalı kadınlar tarım işçisi olmaya başlamışlardır. Bu tarım işletmeleri, çevre illerde reaya olarak yaşarken, topraktan kopup özgürleşen çok sayıda kadının emek gücünü emmeye başlamıştır.
1. Dünya Savaşı’nın başlaması, kadın emeğine duyulan ihtiyacı artırmıştır. Bu amaçla “Kadınları Çalıştırma Cemiyeti İslamiyesi” adı altında bir örgüt bile kurulmuştur ve derneğe bir buçuk ayda 14 bin kadının başvurduğu belirtilmektedir. İmparatorluğun son yıllarında had safhaya çıkan toplumsal çözülme, binlerce kadını, onları evinden koparmak suretiyle geçimlerini ev dışında sürdürmeye zorunlu kılmıştır. Birbiri peşi sıra gelen savaş dönemlerinde erkeklerini yitiren kadınlar, bir erkeğe bağlı olmaksızın geçimlerini karşılamayı öğrenmek zorunda kaldıklarında, kadın emek gücünü bir mıknatıs gibi kendine doğru çeken birçok atölye ve işletmeyi kendilerini bekler bulmuşlardır. Yıllarca süren seferberlik dönemlerinde toplumsal üretimin yükü, büyük ölçüde kadınların omzuna yıkılmıştır.
Kadınların işçileşmesinde görülen artışın yanı sıra Tanzimat döneminin kendilerine sunduğu lütufa göre, öğrenim görme olanağına sahip olan kimi seçkin ailelerin kızları da meslek sahibi olmaya başlamışlardır. 1862 yılında açılan ilk kız rüştiyesinden sonra, ilk mezunlarını 1873’te veren kız öğretmen okulunun ve diğer meslek okullarının açılmasıyla birçok kadın, öğretmenlik, ebelik, hastabakıcılık gibi mesleklere sahip olmuşlardır. Bu, Tanzimat’tan önceki dönemlerde asla mümkün değildir ve resmi okullarda öğrenim olanağı kadınlara Tanzimat’tan bir süre sonra tanınmıştır. Meslek okulları, burada öğrenim gören kadınların batıda gelişmekte olan özgürlük düşünceleriyle karşılaşıp bu düşünceler doğrultusunda yazı yazmayı öğrenecekleri kurumlar olacaktır.
Kadın işgücü istihdamına duyulan ihtiyaç ile şeriata dayalı feodal toplumsal düzenlemenin kadınlara tek yaşam alanı olarak evi tanıması arasında çok geçmeden ortaya çıkan çelişki, kentli burjuva aristokrat aydın kadının bu çelişkinin çözülmesi, kadının çalışma ve meslek edinme özgürlüğünün sağlanması, buna ilişkin medeni haklarının verilmesi talebiyle, mevcut statükosuna itirazlar yöneltmek üzere hak arayışı mücadelesine girmesine neden olmuştur.
Oysa kentli kadının ev dışındaki yaşamı, giyeceği giysilerin özellikleri, hangi gün evden dışarı çıkabileceği, alışveriş ederken nasıl davranacağı bile padişah fermanlarının konusu olmuştur. Takvim-i Vekayi’de yayınlan bir fermanda şu ifadeler yer almıştır: “Çarşı içinde kadın tayfasının bir şey almak için tuhafiyeci ve diğer dükkân ve mağazaların içine girmeleri yasak olduğundan kadınlar alışveriş edecekleri dükkânların dışarısında durup alacağı şeyi alarak bunun hilafına hareket görülürse hem kadınlar hem de dükkâncılar tedip edilir:” (Tarih ve Toplum, sayı 3, 1984, s. 37) Aynı ferman, kadınların hangi günlerde sokağa çıkabileceklerini belirterek devam eder. Buna göre, “boğaz içinde kadınlar cuma günlerinde yalnız Küçüksu ve Göksu’ya gidip başka hiçbir seyir yerlerine gitmeleri memnudur. Cuma ve pazar gününden başka kadınların diğer Boğaziçi seyir yerlerine gitmeleri caiz olup fakat erkek bulunduğu halde gayet edibane hareket edeler… Üsküdar taraflarının seyirleri pazartesi ve perşembe günleri sadece kadın tayfasına mahsus olup erkek gitmesi yasaktır. Bu iki günden başka kadınların Üsküdar seyirlerine gitmesi caiz değildir…”
Sosyal yaşamları fermanlar ve fetvalarla padişah tarafından düzenlenen kadınların ev içindeki yaşantıları da çok renkli değildir. Şeriata göre, taaddüdü zevcad yani dört kadınla evlenebilme hakkına sahip kılınan kocalarına bağımlı kılınmışlardır. Evliliği bitirme hakkı yalnızca erkeğe aittir ve erkek bunu, ağzından çıkan bir tek lafla bile sağlayabilir. Kadın, “eğer kocası ona mecbur olduğu şeyleri ekmek, pilav, kahve, haftada iki defa hamama gitme parası temin edemiyorsa ya da kocası adetlerin hilafına kadından yararlanmak istediği zaman (sodomi) kadın boşanmak isteyebilir. Bu durumda kadıya gider ve hiçbir şey söylemeksizin terliğini ters çevirerek koyar. Kadı bu dili anlar ve kadın boşanabilir.” (K. Mikes, Türkiye Mektuplarından alıntı. Tarih ve Toplum, sayı 4, Nisan 1984)
Günlük yaşamda, erkeklerin ve kadınların haremlik ve selamlık olarak ikiye bölündüğü Osmanlı toplumunda, varsıl aristokratların ve padişahların haremlerinde çok sayıda kadın köle ve cariye bulunmaktadır. Buna karşılık kadınların aileden olmayan erkeklerle konuşmaları bile kesinlikle yasaklanmıştır. İstanbul’da bulunan esir pazarları 1841’de çıkarılan İrade-i Senniye ile kapatılmış, siyahî ve beyaz esirlerin alım satımı yasaklanmıştır. Ama o zamana kadar Rus, Polonyalı ve Çerkez esir kadınlar satın alınarak harem nüfusuna dâhil edilmektedir.
Osmanlı toplum yapısında ev dışındaki hiçbir alanda kadına rastlamak olanağı yoktur. Sıradan kadın için politikayla uğraşmanın sözü bile edilemez. Ancak, saraydaki haremde yaşayan padişah gözdelerinin ve veliaht annelerinin politikaya entrikalarla müdahale ederek yönetimde söz sahibi olmaya çalıştıkları görülür. Bunun dışında kadın, genel olarak geçimini sağlayan erkeğin gözetimi altında cumbanın arkasındaki yaşamını sürdürür, çocuklarıyla uğraşır ve ev işleriyle zaman geçirir. Bu olanaklardan yoksun bir kadının başına gelebilecek tek şey vardır; o da fuhuştur. Osmanlı kadını, kendisine aile kurumu dışında yaşama olanağı sağlayabilecek olan mülk edinme ve miras hakkından yoksun tutularak yüzyıllar boyunca bu şekilde hayatını sürdürmüş, ev dışında fuhuştan başka hiçbir var olma olanağı tanınmadığı için, geçimini sağlayan erkeğin kölesi olmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı kadınının eşitlik arayışının öncüleri, anneleri bu koşullar altında ömür tüketmiş olan, kökenleri itibariyle aristokrat ama ideolojileri bakımından artık burjuvalaşan bu genç kentli kadınlar olacaktır. Onların evlerinde babaları, ağabeyleri ya da kocaları bir süredir dışarıda sürüp giden ve giderek gelişen mutlakıyet aleyhtarı hareketleri tartışmakta, böylece kadınlar meşrutiyet, anayasa, adalet, müsavat gibi kavramlarla tanışmaktadırlar. Yaşadıkları evlere İttihat Terakki örgütünün gizli belgeleri girmekte, Abdülhamit’in polisinin kadınları aramak gibi bir tasarrufta bulunması söz konusu olmadığı için babaları, kocaları ya da ağabeyleri adına bu belgeleri güvenlikte tutma görevini üstlenmektedirler. Tanzimat’tan sonra yayınlanan gazetelerin kadın eklerini büyük bir dikkatle okuyan kadınların düşüncelerinde değişiklikler meydana gelmekte ve giderek, kendilerini ve hayatlarını sorgulamaya başlamaktadırlar. Adım sesleri duyulan burjuva devriminin ilkeleri, onları cezp etmektedir.

OSMANLI KADINININ EŞİTLİK ARAYIŞI VE HAK TALEBİ
Tanzimat, dindışı eğitim kurumlarının açılmasını sağlayarak Batı’daki burjuva devrimlerini ideolojik olarak besleyen ve motive eden fikirlerin Türkiye’ye ulaşmasının olanaklarını sağlamıştı. Avrupa’da yaşadıkları sürgün yaşamı boyunca tanık oldukları ilişkiler ve Türkiye’ye ulaşan yabancı yayınlardan edindikleri izlenimler, Jön Türkleri ve öncelleri olan Genç Osmanlıları, kendi ülkelerindeki kadınların durumlarıyla yakından ilgilenmeye sevk etmişti. Devrimler Avrupası’ndaki kadınlarla kendi çevrelerindeki kadınların durumu karşılaştırıldığında ortaya çıkan tablo Jön Türklerin hiç hoşuna gitmiyordu. Ütopik sosyalistlerin kitaplarından “uygarlığın düzeyinin kadınlara sağlanan özgürlükle ölçüleceği”ni öğrenmişlerdi.
Çevrelerinde kendileriyle arkadaşlık edebilecek, davalarını benimseyecek olgun ve kültürlü kadınlar görmek, Avrupa’da yaptıkları gibi onlarla rahat rahat tartışmak, eşlerini kendileri seçmek istiyorlardı. Mevcut aile kurumu, Jön Türkler tarafından eleştirilmeye başlandığında, bu aile kurumunun en önemli unsuru olan kadın; mevcut statükoyu koruma özelliğiyle karşılarına çıkıyordu. Jön Türkler kadınların durumu düzelmedikçe sosyal yaşam içinde istedikleri gibi düzenlemeler yapamayacaklarını ve asrileşemeyeceklerini anlamışlardı. Bu nedenle, Osmanlı kadınlarının hak arayışlarının ilk savunucuları Genç Osmanlılar oldu. Denebilir ki, kadınlardan önce kadınları değiştirmeye erkekler soyunmuştur. Şemsettin Sami “Kadınlar” adını taşıyan yapıtında şöyle diyordu: “Aile demek kadın demektir. Cemiyeti beşeriye ailelerden teşekkül eder; cemiyet-i beşeriyenin saadeti ve ailenin saadeti kadınların terbiyesine mütevakkıf olduğundan kadınların terbiyesi, cemiyeti beşeriyenin saadeti mucibidir… Medeniyetin birinci dersi kadınların terbiyesi olmak iktiza eder.”
Genç Osmanlı aydınlar arasında yer alan Namık Kemal, Şinasi ve Şemsettin Sami, kadın sorununa değinen makaleler yazmaya başladılar. 186l’de çıkarmaya başladıkları “Tasvir-i Efkâr” gazetesi sayfalarında, “Terbiye-i Nisvan Hakkında Bir Layiha” adını taşıyan makalesi yayınlanan Namık Kemal, bu yazısında ve İbret’te yayınladığı “aile” başlıklı makalesinde kadınların eğitilmesinin gerekliliğinden söz ediyordu, ilk Türk tiyatro yapıtı olan, Şinasi’nin, “Şair Evlenmesi” adını taşıyan yapıtı, aile ilişkilerinin hicvedildiği bir eserdir. 1868’de yayınlanmaya başlayan “Terakki” isimli gazete ilk kez kadınlar için “Muhadderat” ismini taşıyan bir ek yayınladı!
Kadın sorununa değinen o zamanki bütün eserlerin ortak teması kadına eğitim özgürlüğünün tanınmasıdır. Eğitimin, kadınlarla erkekler arasında bir eşitlik olanağı olacağı düşünülmektedir.
1908’e gelinceye dek birkaç kadın dergisi yayın hayatına başlar. Bu dergilerin yayın kadrosunda bulunan kadınlar, okuyucularını sosyal yaşam ve gündelik ilişkiler konusunda eğitmeye çalışırlar.
1884’te yayın hayatına başlayan ilk kadın gazetesi “Şükufezar”dır. daha sonra da “Hanımlara Mahsus Gazete” yayınlanacaktır. O zamanlarda öne çıkan kadın yazar kadrosu içinde Fatma Aliye Hanım, kız kardeşi Emine Semiye, Nigar Hanım (şair), Makbule Leman, Hamiyet Zehra ve daha sonra da Halide Edip yazdıkları makaleler aracılığıyla kadınlara ulaşmaya çalışmışlardır. Bu kadınlar, sadece yazı yazmakla kalmamış, aynı zamanda kadın derneklerinin kuruculuğunu yaparak kadınları örgütleme faaliyeti içinde bilfiil yer almışlardır. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte İstanbul ve Selanik’te çok sayıda kadın örgütünün kurulduğu görülmüştür. Bunlardan bazıları bizzat İttihat Terakki örgütü tarafından kurulmuştur.
İlk kadın derneğinin adı Muhadenet-i Nisvan adını taşır; kurucusu Fatma Aliye, kuruluş tarihi ise 1896’dır. Fatma Aliye tarafından kurulan ikinci bir dernek Cemiyeti İmdadiye’dir ve 1908’de kurulmuştur. Fatma Aliye’nin kız kardeşi Emine Semiye’nin önderliğinde 1898’de Selanik’te kurulan derneğin adı Şefkat-i Nisvan’dır. İttihat Terakki örgütünün kadın şubesinin kuruluşu da 1908’de gerçekleşmiştir ve aynı yıl kurulan dernekler arasında, Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi de bulunmaktadır. Halide Edip’in kurucusu olduğu ve kadın derneklerinin içinde pek çok bakımdan en önemlisi olan Teali Nisvan derneğinin tabelası 1909 tarihini taşır. Adı geçen derneklerin dışında Osmanlı kadınları, yardım dernekleri, kültürel gelişmeyi amaçlayan dernekler, eğitim amaçlı ve ülke sorunlarına çözüm önerileri bulmayı amaçlayan dernekler kurmuşlardır. Osmanlı topraklarında yaşayan azınlık uluslara mensup kadınların da derneklerde örgütlendikleri görülmektedir. Beyoğlu Rum Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniyesi, Türk ve Ermeni kadınlar İttihat Cemiyet-i Hayriyesi gibi dernekler, azınlık kadınlarının kurdukları dernekler arasında yer alır. Çoğunluğu dayanışma amaçlı olarak kurulan bu dernekler, o dönem için kadınların ev dışında bir sosyal yaşam oluşturmalarını sağlaması bakımından önemlidir. Derneklerin kurucuları aynı zamanda, Osmanlı kadınlarının hak mücadelesi için verdikleri mücadelenin ideologları konumundadır. Bir yandan dernek aracılığıyla kadınlara ulaşmaya çalışırlarken diğer yandan durmadan, kadın sorununu işleyen makaleler yazmaktadırlar.
Kadın sorunu üzerine kalem oynatan bu yazarlar tarafından kadının aile içindeki konumu şu veya bu şekilde sürekli eleştirilir ve çok eşli evliliklerin kaldırılması istenir. Ancak mevcut durumun bunca eleştirilmesine karşın, sorun üzerine düşünüp tartışanlar çözüm olarak radikal öneriler getirmezler. Saptadıkları sorunlar ise özele ilişkin şeyler değildir. Dolayısıyla dönemin burjuva karakterli kadın hareketi, Jön Türk Devrimi’nin tutarsız, dar, kararsız tutumunun izdüşümünü kendine içselleştirmiş durumdadır.
Erkek ya da kadın yazarların o dönem İçin en büyük kaygısı isteklerinin şeriata uygunluğunun kanıtlanmasıdır. Kadının öğrenim görme hakkı, çalışma ve miras hakkı gibi talepleri Kuran’dan alıntılarla desteklenir ve istemlerin meşruiyetinin böyle sağlanabileceği düşünülür. Ancak, “Türk Kadınlığının Tereddisi Yahut Karılaşmak” ismini taşıyan bir kitabında, Salahattin Asım’ın yaptığı gibi dine karşı daha radikal tavırlar takınan aydınlar da vardır. Asım, “Karılaşmakta esas, toplumsal işlevsellikten yoksun olmaktır” der ve devam eder “Her şeyden evvel şunu beyan edeyim ki, Türk karılaşmasında en büyük etken diğer bütün sosyal hadiselerimizde olduğu gibi dindir… Bizi cemiyet ve medeniyette yarım bırakan sosyal organizmanın bir yarısını sakat ve felç yapan, kadını medeni hayatın yüzüne çıkmaya liyakatsiz gösteren, kısaca sosyoloji katında bizim zavallı toplum ve medeniyetimizi gülünç ve maskara mevkiine oturtan ve bu suretle hayatımızı… her türlü gelişmeden uzak tutan ve durduran anayı ve evladı, zevç ve zevceyi birbirinden ayıran hep tesettürdür” (Aktaran A. Y. Başbuğu, age, s.73)
Aydınlar, kadın sorununu ortaya çıkaran nedenleri nasıl saptarlarsa saptasınlar dikkat çektikleri nokta aynıdır: “Kadının bugünkü konumu çağdaşlaşmayı, batılılaşmayı, medenileşmeyi önlüyor.” Bu, sınıfsal bir dile çevrildiğinde, Türkiye’nin evrensel bir sistem haline gelen kapitalizme eklemlenme sürecinde, “cemaat” ilişkilerini kırıp iktisadi teşebbüs yapabilecek bireylerin yer aldığı bir “cemiyet” kurma aşamasında, feodal aile ilişkileri ve feodal kadın statüsü evrensel değerlerin yerleştirilmesini engellemektedir. Bunun için kadının bir fert olarak benimsenmesi gerekmektedir. Çünkü dönem, bireyin ve “şahsi teşebbüs”ün öne çıkarıldığı dönemdir.
Çalışma hakkından ilk kez söz edilmeye başlanmıştır; feodal aile bağlarının eleştirilmeye başlanmasının kaçınılmaz sonucudur bu; ya da tersi de doğrudur. İster sermayedar olsun ister emekçi, kadının da emek pazarında eski ilişkilerinden “özgürleşerek” pazarlığa birey olarak katılması beklenmektedir. Bunun önündeki en önemli engel ise, doğal olarak kadının feodal zincirleri ve asosyal yaşamının sürüyor olmasıdır.
Ama her şeye karşın, kadınların bu istemleri, Osmanlı despotizminin kadın politikasına ve şeriatın kadınlarla ilgili hükümlerine bakıldığında azımsanmayacak kadar önemlidir.
Jön Türk aydınlar şer’i-feodal aileyi ve kadının statüsünü eleştirirken kendilerini cemaatin bir parçası kılarak birey olmalarını engelleyen mevcut kültürü eleştirmek istemişlerdir. Ancak, onları sistemden koparacak ölçüde radikal talepleri yoktur; devrim karşısında gösterdikleri ürküntü ve politikalarının bir ayağıyla hâlâ toprak ağalarına dayanması; kadın sorunu karşısında da çağın normlarının dışında kalmalarına yol açmış, geleneksel değerleri sorgulayamamışlardır. Kaldı ki, temsil ettikleri sınıfın uzun erimli çıkarları, kadının statüsünün köklü bir değişikliğe tabi tutulmasını engellemektedir. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizm, kadınların ezilme konumunu bir önceki toplumdan devralarak içselleştirecek, kadın ve erkek arasındaki ilişkilerle, kadının mevcut siyasal erk karşısındaki tarihsel konumunu korumayı sürdürecektir. Burjuva kadın hareketi eşitlik sorununu, kapitalizmde gidebileceği en son noktaya kadar -ki bu siyasal eşitliğin sağlanması, seçilme hakkının fiilen tanınmasıdır- zorladıklarında, elde edilen kazanımlar, kapitalizmin vitrinini süsleyecek, sisteme tamamlanmışlık görüntüsü verecektir.
Jön Türkler, kadının durumunu değiştirme vaadinde bulunmalarına ve İttihat Terakki örgütünün çağrılarında, kadın erkek bütün Osmanlılara seslenmeye özen göstermelerine karşın örgütün bir tek kadın üyesi bile yoktur. Devrimden sonraki günlerde de kadınlar vaatlerin yerine getirilmediğini görmüşlerdir. Beşinci yıl kutlamaları yapıldığında “Kadınlar Dünyası” dergisi yazarları Meşrutiyete “erkeklerin bayramı” diyerek dudak bükecektir. Oysa devrim günlerinde Meşrutiyet’i coşkuyla selamlamışlardır. Ruhsan Nevvare Hanım, devrimden bir ay sonra şöyle yazmaktadır: “Evet o kadar çok şey isteyeceğiz, ilerlememizi o kadar ciddi bir dirençle arayacağız ki, görüp işitenler bizlerdeki istek ve hevese hayret edebilecekleri, gibi, şimdiye kadar horlanarak ve aşağılanarak yaşadığımıza şaşacaklar… Birçoklarının sandığı gibi hiçbir işe yaramaz beceriksizler olmadığımızı göstereceğiz. Bizim de akıl, sezgi ve mantıklı yargılamalarla pek çok işe yarayabileceğimizi ortaya koyacağız. Bütün kalbimizle başlamasını istediğimiz o bizi mutluluğa erdirecek ilerleme adımlarının şimdiye değin atılmaması nedeninin araçlarımızın ve kılavuzumuzun yokluğuna dayandığını belirleyeceğiz…” Bu hitaptaki hissedilir coşkuya karşın, ne kadınlar, ne de başlangıçta onların adına kadın haklarını savunan Osmanlı aydınları çok şey istemiyorlardır aslında. Medeni hukukta küçük düzenlemeler, miras hukukunun gözden geçirilmesi, kadına eğitim olanağının tanınması; hepsi bu kadardır. Fatma Nesiba Hanım bir konferans sırasında bunları dile getirdiğinde devrimin üzeriden dört yıl geçmiştir: “Bize, bizim şu geri muhitimize gelince; biz daha, siyasi hak isteyecek kadar cüretkâr değiliz hanımlar! Yalnız şimdilik medeni hukuk, insaniyet hakkı, yaşamak hakkı istiyoruz, vazifelerimiz tayin edilsin. Bilelim ki, biz hakikaten şu ve şu vazife mukabilinde tecavüz olunamaz hukuka sahibiz. Bunun için daha emin olmak üzere zamanın icabatına bağlı kanunlar yapılmalı ve bunda bizim de kabullerimiz olmalı.” (Aynur Demirdirek age, s. 83)
İlginçtir ki, hak arayışı mücadelesi veren ve çok şey istediklerini söyleyen kadınlar, çağdaşları olan İngiliz feministleri oy hakkı için mücadele verirken, oy talebinde bulunmamışlardır. Emmeline Pankhurst ve arkadaşları İngiliz parlamentosu önünde taşkınlıklar gösterirken, polisle çatışmaya girip açlık grevleri yaparken, Osmanlı kadınları, hazır olmadıkları gerekçesiyle oy hakkı istemeyi ertelemişlerdir.
Meşrutiyet’ten 6 yıl sonra, Kadınlar Dünyası’nda yayınlanan bir yazıda şu ifadeler yer almıştır: “Memleketimizde şimdiye kadar vakıa kadınların oy hakkından bu hakkın kendilerine verilip verilmemesinden henüz bahsedilmiyor, Münakaşat dahi başlamamıştır. Bu sükûtumuz bizim oy hakkını istemediğimiz için değil, henüz onun zamanının gelmediğine kani olduğumuz içindir.” (Aynur Demirdirek, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışı, imge Yayınlan, 1993, s. 117)
Osmanlı kadınlarının istemeye hazır olmadıkları bazı haklar için Avrupalı kadınlar çoktan beri ayaktadır ve proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıktığı 1848 devriminden sonraki dönemde kadın hareketi iki ayrı sınıfın perspektifine göre farklılaşmaya, ayrım çizgileri belirginleşmeye başlamıştır. August Bebel’in 1879 da yazdığı “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabı, birçok devrimci işçi ve aydın kadının başucu kitabı ve mücadele rehberi olmayı hak etmiştir. Bebel, bu kitabında kadınların mevcut statüsünü tarif ettikten ve eleştirdikten sonra kadınların kurtuluşunun sosyalizmle olacağına vurgu yapmıştır. Bu saptama “kadın hakları savunuculuğu” eylemleriyle, kendi kurtuluşlarını proletaryanın verdiği iktidar mücadelesinde gören emekçi kadınların eylemleri arasındaki tarihsel kopuşu bir kez daha ifade etmektedir.
Burjuva devrimleri sırasında feodal siyasi iktidara karşı yan yana dövüştüğü burjuvaziden politik kopuşunu sağlayan proletaryanın kadın sorununa olan ilgisi, daha 1. Enternasyonal (kuruluşu 1864) döneminde, başlamıştır. Bizzat, Marx’ın kızları, kadınların örgütlenmesinde aktif olarak yer almışlardır.
2. Enternasyonal’in 1889’da yapılan Paris Kongresi’ne Almanya’dan delege olarak katılan Clara Zetkin, burjuva kadın hareketini karşı devrimci olarak nitelemiştir. Çünkü Burjuva kadın hareketi burjuvazinin devrimci özelliğini yitirmesiyle birlikte gerici bir karakter kazanmıştır. 2. Enternasyonalin 1893’te Zürich’te ve 1907’de Stuttgart kongrelerinde kadınlara oy hakkı konusu gündeme getirilmiş ve bu, bir ilke kararı olarak kabul edilmiştir. Ancak Clara Zetkin “oy hakkı için verilecek mücadelede feministlerle taktik hiçbir uzlaşmaya gidilmemesi” görüşünü ısrarla savunmuştur. Çünkü burjuva kadın hakları savunucuları, oy hakkının mülk sahibi olma esasına göre verilmesinden ve yalnızca mülk sahibi sınıfın kadınlarına tanınmasından yanadırlar.
Avrupa’da, giderek, onları birbirinden ayıran sınırları belirginleşen iki kadın hareketi arasındaki ayrışma Osmanlı topraklarında henüz yaşanmamaktadır ve işçi sınıfının bağımsız bir sınıf karakteri kazanmadığı ve örgütlü bir güç haline gelemediği devrim arifesinde burjuva aristokrat kadınlar hak arama mücadelesini, devrimin politik içeriğiyle uyuşan bir perspektifle sürdürmektedirler.
Bu kadınların daha önce de değinildiği gibi siyasal hiçbir talepleri yoktur. İstedikleri her şeyi daha iyi annelik yapabilmek ve iyi bir “zevce” olabilmek gerekçeleriyle mazur göstermek ister gibidirler. Ancak devrimin bütün ülkeyi saran coşkulu günlerinde Babıâli’de yapılan toplantıları izleme talepleri olmuş ama kendilerine izin verilmemiştir. İttihat Terakki Hükümeti, bir yıl sonra yapılan 31 Mart gerici darbesiyle iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, Babıâli, Jön Türkler tarafından tekrar ve bir darbeyle ele geçirildiğinde, kadınlar Babıâli’ye doğru yürüyüşe geçen kitlenin içinde yerlerini almışlar, darbeye en ön saflarda katılmışlardır.
Oysa İttihat Terakki hükümeti iktidarda olduğu süre boyunca kadınların sınırlı taleplerine karşı aldırmaz davranmıştır. İttihat Terakki Hükümeti’nden duyulan hayal kırıklığı, 1913’te, Kadınlar Dünyası dergisinin yazarlarından Naciye Hanım’ın kaleminden dile getirildiğinde, sorunların kaynağı ve hayal kırıklıklarının nedeni olarak erkekler görülmektedir. Kadınlar hiçbir zaman siyasal iktidarla ilişkilendiremedikleri hak yoksunluğunun hesabını erkeklerden sormaktadırlar. Ama serzeniş bir şeyi göstermektedir, burjuvazinin devrimi, her şeyi olduğu gibi kendi sındının kadınlarını da yarı yolda bırakmıştır: “Hürriyetleri temin edilmemiş bir kitle, bir kitle-i mazlume kaldı. O da biz zavallı kadınlar. Evet, erkekler zahiren bu kadar hürriyetperver göründükleri halde hakikatte birer küçük diktatörden başka bir şey değildirler. Hürriyet, Hürriyet sedalarıyla koca kıtaları kanlara boğdukları esnada bile kadınları görmediler. Onlara siyasi hak değil insan hakkı bile bahşetmekten çekindiler…” (Aynur Demirdirek age. s .85)

İŞÇİ EYLEMLERİNDE KADINLAR

Burjuva aristokrat kadınların, dönemin siyasal hareketine kendi talepleriyle, cılız da olsa bir sosyal güç olarak katıldıkları dönemlerde, yeni gelişmekte olan işçi sınıfının saflarında yer alan kadınların da, iş yaşamlarının düzeltilmesi ya da ücret talebiyle bu sosyal atmosfer içinde yer aldıkları görülür. Daha 1867’de işçi kadınların bazı eylemlerine tanık olunmuştur. “The Levand Herald” gazetesinde yer alan bir habere göre “Geçen salı günü maliyeden alacakları bulunan bir küme kadın, tekrar ücretlerinin ödenmesi isteğinde bulundular. Cevap olarak alışılmış ‘para yok’ sözünü işiten kadınlar gittikçe daha çok şamata yapmaya başladılar ve ancak dışarıdan müdahale ile sustular. Çıkan kargaşalıkta kadınların birçoğunun itilip kakıldığı söylenmektedir.” (Aktaran Oya Sencer, Türkiye’de İşçi Sınıfı… Habora Yay. 1969, sf.103)
İlk önemli grev olan 1876 Tersane Grevleri sırasında da tersane işçilerinin karılarının, eşlerini destekledikleri hatta grev kırıcı işçilere karşı “Hanum Birlikleri” adını taşıyan geçici örgütlenmeler oluşturdukları basına yansımıştır. Uzun süredir ücretlerini alamayan tersane işçileri Babıâli’ye yürüyerek sadrazamın huzuruna çıktıklarında onlara ancak iki aylık ücretlerinin verileceği, bunu kabul etmeyenlere de tam ücret verilerek işten çıkarılacakları söylenmiştir. İşçilerin bir kısmı bu teklifi kabul etmemiş, bir kısmı ise kabul etmiştir. Böylece ikiye bölünen tersane işçilerinden iki aylık ücreti kabul ederek çalışmaya başlayanlarla sadrazamın teklifini kabul etmeyenler arasında kavga çıkmıştır. “La Turquie” gazetesinde olayla ilgili haber, şu sözlerle yer almaktadır. “Bu işçiler işten çıktıklarında grevcilerin saldırısına uğramışlar ve pek çok işçi yaralanmıştır. Silahlı güçler, tarafları dağıtmıştır. Grevci işçilerin karılarının da en az kendileri kadar saldırgan oldukları ve sopalarla silahlanmış ‘hanum’ birliklerinin, tersanenin kapısında durarak çalışmak isteyen işçilere sopa yağdırdıkları söylenmektedir.” (Aktaran Oya Sencer, age. s. 141)
Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra yüz kadar işyerinde başlayan işçi grevlerinin bir kısmı da besin, dokuma ve tütün gibi kadın işçi istihdam eden işkollarında yapılmıştır. Bunun dışında, grev yapan erkeklerin karıları da eşlerinin kavgasında aktif olarak yer almışlardır. Örneğin demiryollarında yapılan grev sırasında grevci işçilerin karılarının polisle çatıştıkları görülmüştür. O tarihte İzmir’deki Fransız konsolosu, 2 Ekim 1908’de yazdığı raporuna, “1 Ekim 1908’de grevcilerle güvenlik güçleri arasındaki çatışmaya kadınlar da katılmıştır. Silahlı çatışmadan sonra grevciler geri çekilmiş, karıları gelip askerlere küfretmiş, demiryolu yönetimine küfretmiştir” ifadelerini kaydetmiştir. (1908 Kadınları, Şeyhmus Güzel, Tarih ve Toplum, Sayı 7, Temmuz 1984)
Bu örneklere başkalarını eklemek mümkündür. 19. yüzyılın ikinci yansından sonra sayıları artan işçi kadınlar, Meşrutiyet’in ilanına az bir zaman kala başlayan grevlere katılmışlar, grev yapan kocalarını desteklemişler, Meşrutiyet’ten sonra çok sayıda işyerinde birbiri ardı sıra sökün eden grevler, kadınların istihdam edildiği işyerlerinde de görülmüştür. İşçi kadınların, ait oldukları sınıfın bir parçası olarak sürdürdükleri örgütsüz, örgütsüz olduğu için de disiplinden, kalıcılıktan deneyimlerin aktarılma ve merkezileştirilme olanağından yoksun eylemleri, genel muhalefet tablosunun bir köşesinde geleceğe dair bir eğilimi muştalayarak canlı bir renk olarak kalmıştır ama bu kadın eylemleri, 1908 burjuva devriminin organik bir bileşeni olamadığı gibi burjuva kadınların hak arayışı mücadelesinin bir unsuru da olamamıştır. Henüz bir işçi kadın hareketi kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan grevci kadınların tek tek ve koordine olmamış eylemleri, diğer sosyal katmanların hareketleri gibi mutlakıyete yöneltilmiş hoşnutsuzluğu besleyerek, yüzünü Meşrutiyet’e dönmüş olan ticaret burjuvazisinin önderliğindeki bu devrimi hazırlayan ilişkilerin içinde mütevazı bir yer tutmuştur.
Sadece işçi kadınlar değil, Anadolu’da tüccarların önderliğinde gelişen halk ayaklanmalarında da kadınlar o zamanki koşullar altında olağanüstü savaşkanlık göstermişlerdir. Erzurum isyanı sırasında, Kürdistan bölgesinde ortaya çıkan ayaklanmaları bastırmak üzere Abdülhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları’na karşı silahlananların arasında kadınlar da bulunuyordu. 1908 Ocak ayında Trabzon’da baş gösteren ve Vali’nin görevden alınması için yapılan gösteriler sırasında gözaltına alınan halk önderlerine işkence yapılmasını protesto eden kadınlar, Vali Konağı’na yürümüşlerdir. “Katiller” diye bağırarak vilayete yürüyen kadınların öfkesi tutuklanan 170 kişiden 80’inin serbest bırakılmasını ve 90’ının hâkim karşısına çıkarılmasını sağlayacaktır.
Kuşkusuz, 1908 Haziranı’nda Sivaslı kadınların ekmek isyanı özel bir önem taşımaktadır. Vilayet önünde toplanarak ekmeklerin pahalılığını ve kalitesini protesto eden kadınların isyanı kısa zamanda hızla yayılmış, 500 kişilik bir kadın kitlesi Vali Konağı’nın camlarını indirip un depolarını yağmalamıştır. Un vurguncularının başında yer alan Belediye Başkanı, kadınların gazabından kaçarak kurtulmuştur.
1908 Devrimi’nin arifesinde ve ondan sonraki aylarda hareket halinde olan sosyal katmanlar arasında kadınlar da vardır. Yerel veya ulusal ayaklanmalara katılan, grev yapan, İttihat ve Terakki örgütünde örgütlenen Jön Türklere perde arkasından yardım eden, kadın haklarını savunan, dernekler kuran ve gazeteler çıkaran değişik sınıflardan kadınların çabaları, Jön Türk Devrimi’ni hazırlayan koşullar arasında yer alarak bu devrimin imkânlarını beslemiştir. Ticaret burjuvazisinin devrimci bir işlev yüklendiği Meşrutiyet, burjuva aristokrat kadınların da, onları kendi davaları çerçevesinde sürükleyerek akışa katılmalarını sağlamış; Avrupa’da burjuvazinin devrimci misyonunu yitirerek gerilediği dönemde bu sınıfın kadın hareketi de gerici bir nitelik kazanmışken, Osmanlı kadınlarının hak arayışı mücadelesi, bu ülke toprakları için ilerici bir özellik kazanmıştır. Kadınların hareketi, değişen iktisadi ve sosyal koşullardan dolayı nasıl zorunlu olarak ortaya çıkmışsa, bu hareket, sosyal ilişkilerin kadınlar bakımından gözden geçirilmesini de zorunlu hale getirmiştir. Ancak burjuva kadın hareketi, 1908 Devrimi’nin, burjuva demokratik görevleri sonuna kadar yerine getiremeyip geri çekilmesine bağlı olarak, İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’daki aynı türden kadın hareketlerin radikalliğini, taleplerin içeriği ve bu taleplerin takip edilmesinde gösterilen ısrar bakımından gösterememiştir. Türkiye’nin ilk burjuva kadın hareketi, ilk devrimi gibi güdük kalmıştır.

Şubat 1994

Ekim Devrimi Sonrasında Avrupa Devrimleri Ve Enternasyonalizm

Komün’ün ezilmesinden sonra, dünya yeni bir devrim dönemine girmektedir. Bu kez, sosyalizm için olgunlaşmış kapitalizm, dünya proleter devrimini olanaklı kılacak nesnel koşulları ortaya koymaktadır. Devrimin hazırlığının yeterli olması, öncü proletaryanın bilinç, örgütlülük ve emekçi yığınları peşinden sürükleme yeteneğinin gelişkinliği durumunda zafer yakalanabilecektir.
Kapitalizmin ülkeler ve sektörler düzeyinde dengesiz gelişimi topyekûn bir dünya devrimini geçersizleştirmekte; ancak 1912 Basel Bildirisi’ni doğrulayarak gelişen ekonomik ve siyasi bunalım, yönetenleri ve yönetilenleri etkileyerek yığınları olağan dönemlerde olanın ötesinde bağımsız tarihi eyleme itmekte, devrimci durum, öngörüldüğü gibi gelişmektedir.
Kapitalizmin genel bunalımına yol açarak genel bir yıkıma ve sefalete ama giderek en çok da başlatıcılarına karşı tepkilere neden olan emperyalist savaş, uluslararası burjuvaziyi hemen her ülkede içinden çıkılmaz bir duruma yuvarlamaktadır.
Rusya kaynamaktadır. Büyük çaplı grevlerin yanında ordu savaşmamaya başlamış, kendiliğinden cephelerde kardeşleşmeler baş göstermiştir. Sonuç, ’17 Şubat Devrimi’dir. İşçi, köylü ve asker Sovyetleri kurulur. Rusya, 1905’den deneyimlidir. Otokrasi devrilir. Kerensky başbakan olur. İktidar ikiye bölünmüştür: Bir tarafta Sovyetler, diğer tarafta küçük burjuvazi tarafından desteklenen ve emperyalist politikayı sürdürmeye çalışan burjuva hükümet. Lenin, “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını işlemektedir.
Yenilgiye gitmekte olan Almanya da karışmıştır, ikinci Enternasyonalin ana partisi SPD, Scheidemann’ların, Bauer’lerin, Noske’lerin partisi burjuvazi ve hükümetin siyasetini itirazsız kabul etse ve proletaryayı yatıştırma ve emperyalist savaşa sürmeyi ilke olarak benimsemiş bulunsa bile, işçi yığınları kontrol dışına çıkmaya başlıyordu. Nisan ’17’de SPD, Spartakistlerin de içinde yer aldığı, Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’ni doğurmak üzere bölünürken ilk büyük grev de patladı. 200 binden fazla metal işçisi, ekmek kısıtlamasına karşı, siyasal talepler de ileri sürerek greve çıktı. Ama asıl önemlisi, Ağustos’ta yaşandı. Alman. Donanması’nda ayaklanma patladı. Demokratik bir barış ve devrim kararıyla, gemi tayfaları devrimci örgütü, harekete geçti. Birkaç gemide çıkan isyan diğerlerine de sirayet etti, ancak kanlı bir şekilde bastırıldı.
Rusya proletaryasının geçici olarak da dünya devriminin ön saflarında sorumluluk almaya zorunlu kılındığını düşünmekte olan Lenin, Rusya’da bunalımın olgunlaşmış olması görüşüne de bağlı olarak “bütün iktidar Sovyetlere” ajitasyonunun eyleme dönüşmesi zamanın geldiği inanandaydı. Sahip olduğu dünya devrimi perspektifi ve enternasyonalist bilinçle “Buhran Olgunlaşmıştır” başlıklı makalesinde şöyle yazdı:
“Şurası muhakkak ki, Eylül sonu, Rus devrim tarihinde, görünüşe göre pek muhtemelen dünya devrimi tarihinde yeni bir çağın başlangıcı oldu…
Şurası muhakkak ki, Almanya, daha önce de askeri birlikler arasında tecrit edilmiş durumda kalmış isyan örnekleri gördü, ama bunlar o kadar anlamsız, o kadar dağınık, öyle zayıf isyanlardı ki kolaylıkla bastırılabildiler ve bu, isyan hareketlerinin yığınlara bulaşmasını önlemek için esastı. Nihayet hareket, donanmada öyle bir olgunluk derecesine vardı ki, Almanya’nın askeri zindan rejiminin daha önce eşi görülmemiş bir sanatla hazırladığı ve inanılmaz bir katılık ve titizlikle uyguladığı bütün baskılara rağmen, hareketi ne bastırmayı ne de örtbas etmeyi başarabildiler.
Artık şüphe etmek mümkün değildir: Dünya proleter devriminin eşiğinde bulunuyoruz… Biz Rus Bolşeviklerine, ‘size çok şey verildi, sizden de çok şey istenecektir’ denebilir ve denmelidir.” (Nisan Tezleri, Sf. 205)
Lenin’in enternasyonalist tutumu kesindir. Görevin bilincindedir. Henüz olgunlaşmamış Alman devrimi yanında Rus devriminin olgunluğunun ve yüklediği görevin farkındadır. Rus Bolşeviklerinden “istenecek” olan şudur:
“Devrimimiz son derece kritik bir dönemden geçiyor. Bu buhran, dünya sosyalist devriminin hızlanmasından doğan büyük buhran ile ve bütün dünya emperyalizminin ona karşı yürüttüğü mücadelenin buhranı aynı zamanda yer alıyor. Partimizin sorumlu yöneticilerine dev bir görev düşmektedir; eğer onlar bu görevi yerine getirmezlerse enternasyonal proleter hareketi tam bir fiyasko tehlikesi ile karşı karşıya kalır…
Uluslararası duruma bir göz atınız. Dünya devriminin yükselişi inkâr götürmez… Alman donanmasının ayaklanması, hiç şüphesiz, dünya devriminin, büyük buhranın büyümesine işaret etmektedir.
Alman devrimcileri karşısında, bugün içinde bulunduğumuz durum üzerine düşününüz. Bize diyebilirler ki, açıkça devrim çağrısında bulunan bir tek Liebknecht’imiz var bizim. Zindan onun sesini boğdu. Devrimin zorunluluğunu açıkça ortaya koyabilecek bir gazetemiz yok, toplanma özgürlüğümüz yok. Bizim sesimiz ancak büyük güçlüklerle yığınlara ulaşıyor. Ve biz, belki de yüzde bir şansla bir ihtilale giriştik. Ve siz, devrimci Rus enternasyonalcileri, altı aydır serbestçe propaganda yapmak özgürlüğüne sahipsiniz, yirmi kadar gazeteniz var, bir sürü işçi ve asker Sovyetleri vekilleriniz var iki başkentin Sovyetlerinde üstün gelmiş durumdasınız, bütün Baltık donanması, Finlandiya’nın bütün Rus ordusu sizinle birlikte ve ayaklanmanızı zafere götürmek için yüzde doksan dokuz şansa sahip olduğunuz halde, bizim ihtilal çağrımıza cevap vermiyor, emperyalist Kerenski’nizi devirmiyorsunuz.
Evet, eğer böyle bir anda, bu kadar elverişli şartlarda Alman devrimcilerinin bu çağrılarına sadece kararlara cevap verirsek gerçekten enternasyonale ihanet etmiş oluruz.” (Age,sf.217)
Yazıldığı tarih, ’17 Ekimi’dir ve birkaç hafta sonra tarihin tanıdığı o en büyük devrimci inisiyatif kullanılacak ve Rusya’da bir ayaklanmayla Bolşevikler iktidarı alacak, proletarya diktatörlüğü kurulacaktır.
Bu, Lenin’in proleter devrimi bir dünya devrimi olarak kavrama ve başka ülkelerin proletarya ve devrimleri karşısındaki enternasyonalist tutumunun birinci yönüdür.
Söz konusu olan, yalnızca, muzaffer bir ülkenin proletaryasının diğer ülkelerde devrimin gelişmesi açısından sunacağı destek, böylelikle bir yandan dünya proleter devrim sürecinin ilerletilmesi ve diğer yandan muzaffer proletaryanın bir ülkenin sınırları içinde sıkışıp kalmasının önlenerek devrimin sağlamlaştırılması değildir. Enternasyonalist görev, daha dünya devrimi süreci pratik olarak başlamadan da yerine getirilmelidir. Bu, başka ülkelerde devrimin gelişmesini kolaylaştırmak üzere, onun, koşullan en olgun olduğu ülkede, görevin, söz konusu ülke proletaryasının en büyük fedakârlığı ortaya koyması olduğunu bilerek devrim sürecini başlatmak için elden gelenin yapılmasını gerektirmektedir.
Dünyada devrimci durum olgunlaşmak-taysa, devrim kapıyı çalmaktaysa, enternasyonalistler üzerlerine düşeni yapmak durumundadırlar. Süreci başlatmak, kuşkusuz, en çok, devrim için en hazır, en olgun koşullara sahip ülke proletaryasının görevi olmaktadır. Proletarya, uluslararası bir sınıf olarak, sadece kendi ülkesinde zafer kazanmak için değil ama başka ülkelerde kazanılacak zaferlerle bu zaferi pekiştirmek Ve dünya devriminin yolunu açmak üzere yeni zaferleri kolaylaştırıp teşvik ederek ilerlemek, böyle düşünmek ve davranmak zorundadır. “Kendi” ülkesinde devrimi başarmak üzere her şeyi yapmak, devrime girişmek ve dünya devrim sürecini başlatmak Rus proletaryası ve önderi Lenin’in başka ülkelerin proleterlerine sundukları desteğin birinci yönüdür. Bu yapılmıştır.
Aksine davranmak, Lenin’in deyişiyle enternasyonale ihanettir. Dünyada proleter devrimin ayak sesleri duyulurken ve bir dizi ülkede devrimci girişimlerini ortaya koymakta ve hatta ayaklanmakta olan proletaryanın, hele durum bir devrim için uygunken, “çağrıları”na cevap vermemek, dünya devrim sürecine, bu sürecin başlayıp, ilerletilmesi açısından, olanaklı en büyük katkıyı yapmamak, başka türlü nitelendirilemez. Dünya devriminin başlatılması ve uluslararası proletaryanın bir ülkede iktidara gelmesinin, henüz başka hiçbir somut destek sunmadan, yalnızca bu varoluşun, başka ülkelere ne büyük bir destek oluşturduğu ortadadır. Bizatihi başlamak, ortaya koyacağı örnek ve dünya proletaryasının en geri yığınları üzerinde bile yapacağı uyandırıcı ve harekete geçirici etki ile, henüz yalnızca proletarya iktidarının kurulmuş olmasından gelen güçle, enternasyonal desteğin sağlanması anlamına gelmektedir. Uluslararası etkileri bakımından “kendi” ülkesinde devrimi başlatmak ve iktidarını koruyarak onu her gün daha ileriye götürmek, proletaryanın enternasyonal görevleri ve sunacağı desteğin en belli başlı unsurudur.
Dünya devrim sürecini başlatmak, uluslararası proletarya devriminin yolunu açmak, devrimin uluslararası gelişmesinin Rusya ve Rus proletaryasını getirdiği öncü konumda ona düştü. Bu görevden kaçınamazdı, ama bu, Rus proletaryasına büyük fedakârlıklar yükledi. Rusya’da proletarya dört bir yandan üzerine yöneltilen emperyalist gerici saldırılarla boğuşmak, dünya devriminin köklerini dökülen kanlarıyla beslemek durumunda kaldı. Ve devrim ilerledi. Lenin proleter enternasyonalizmini, küçük burjuva enternasyonalizminden farklı olarak tam da bu yönlerine vurgu yaparak tanımlıyordu:
“Küçük burjuva milliyetçiliği, enternasyonalizm olarak ulusların eşitliğinden başka hiçbir şey kabul etmez… Oysa proleter enternasyonalizmi, ilk olarak herhangi bir ülkedeki proletarya mücadelesinin çıkarlarının, dünya çapındaki mücadelenin çıkarlarına bağlanmasını, ikinci olarak da burjuvaziyi yenen bir ülkenin, uluslararası sermayenin yıkılması için en büyük fedakârlığı yapabilecek nitelikte ve yapmaya hazır olmasını gerektirir.” (Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, sf.191)
Pratik olarak söylenene uygun davranılmıştır. Devrimin Rusya’da başlatılması, Rus proletaryasının çıkarlarının dünya çapındaki mücadelenin çıkarlarına bağlı kılınmasının bir örneğidir. Bu, aynı zamanda, uluslararası sermayenin yıkılması için en büyük fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu, Rus proletaryasının bu fedakârlığı yapabilecek nitelikte bulunduğunu göstermiştir.
Başlamak, koşullar devrim için hazır olduğunda “kararlar almakla yetinip” beklememek, zorlukları ve fedakârlığı başkalarının yüklenmesi için kenara çekilmemek, enternasyonal tutum ve desteğin kaçınılmaz gereğidir. Uluslararası oportünizm ve sosyal şovenizm devrimden tümüyle vazgeçmiş yalnızca laflarla proletaryayı avutur ve bir devrim ihtimalinden bile korkarken, devrim ihtimali karşısında yatıştırıcılık II. Enternasyonal şefleri tarafından temel ilke olarak kabul edilirken, başlamanın enternasyonal anlamı, çok daha önemlidir.
Kuşkusuz, yalnızca dünya devrim sürecini başlatacak ilk devrime, Rusların giriştiği gibi girişmek değil, bu süreci ilerletecek, başka ülkeler proleterlerinin işini kolaylaştırmaya katkıda bulunacak hiçbir devrime, koşulları uygun olunduğunda girişmek, tek tek her ülkede devrim yapıcılığa yönelmek, devrimci davranmak enternasyonalist olmanın ölçütlerindendir. Lenin, 1921’de, çeşitli ülkeler komünist delegeleriyle III. Enternasyonal 3. Kongresi sırasında yaptığı toplantıda Çekleri bu açıdan eleştiriyordu:
“Çekoslovakya’da olaylar gerçekten eylemi hazırlama noktasına gelecek mi, yoksa güçlüklerden dem vurularak kısıtlanacak mı? Solcu yanılgı, sadece bir yanılgıdır. Büyük bir yanlış değildir ve kolaylıkla düzeltilebilir. Ama bu, eyleme geçme kararlılığını ilgilendiren bir durumsa, o zaman ufak bir yanılgı olmaktan çıkar, düpedüz ihanet olur. Bu yanlışlar birbirleriyle kıyaslanamaz. Ancak başkaları harekete geçtikten sonra biz devrim yaparız görüşü, temelden yanlıştır.” (Age, sf.215)
Rusya’da proletarya devrimiyle dünya devrimi başlamıştı ve devrimci durumun olgunlaşmakta olduğu Avrupa, kaynaşma halindeydi. Şurada burada patlak veren, yaygınlaşma eğilimi gösteren grev ve gösterilerin yanı sıra ayaklanmalar, devrimi mayalamaktaydı. Yanı sıra, Asya’nın sömürge ve yarı sömürge ulusları, bu ülkeler emekçilerinden devşirilen askerlerle ordularını şişiren emperyalistler tarafından bir kez ellerine silah verilmiş ve eğitilmişler, Sovyet örneği ise önlerinde yepyeni ufuklar açmış bulunuyordu. Yüzyıllardır ezilip horlanan, son on yıllardır emperyalistler tarafından soyulup itilip kakılan 1 milyarın üzerinde nüfuslarıyla Doğu, uyanış halindeydi. 20. yüzyılın ilk on yılında Türkiye, İran ve Çin devrimleriyle dünya sahnesine çıkan Doğu’nun ezilen ülkelerindeki mayalanış, hiç de gelişkin Avrupa ülkelerinde olandan az değildi. Rus devrimi ise yeni bir devrimci olanak yaratmaktaydı: Avrupa’nın proleter devrimleriyle Doğu’nun sömürge ve yarı sömürge ülkelerinin ulusal demokratik birbirine bağlanması ve tek bir dünya proleter devrimi sürecinin bileşenlerini oluşturması. Rusya, köprü oluyordu.
Rusya’da zafer kazanan proletaryanın enternasyonalizme temel önemdeki ilk katkısı, proleter dünya devrimini başlatmak, dünyada devrim için koşulların olgunlaşmasına katkıda bulunmak, devrimleri kolaylaştırmak ve yolunu açmak oldu.
İkinci temel katkı, hemen bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Rusya’da devrim, Sovyetler fikri ve pratiği, sömürülüp ezilen işçi ve emekçi yığınların kendi kaderlerini kendi ellerine almalarının olanaklı olduğunun pratik olarak ortaya konmasının getirdiği örnek olma gücü ve bunun güçlü teşvik edici etkisi, bütün ülkelerin proleterleri ve ezilen yığınlarını uyandırıcı rolü, enternasyonalizm açısından sunulmuş paha biçilmez bir destek oluşturuyordu. Uluslararası proletarya ve Doğu’nun ezilen, sömürge ulusları gözlerini Rusya’ya dikmiş, Rus proletaryasının dev eylemini ve kendi kendilerinin efendileri oluşunu büyük bir dikkatle izliyor, ezilenlerin gücüne güvenip inanmayı öğreniyor, güçlükler içindeki Rus Devrimi’nin başarılarıyla moral tazeliyor ve şevkle kendi kurtuluşlarının yoluna yöneliyorlardı. Kuşkusuz her bir devrim, kendi nesnel koşullarının bir araya gelmesiyle patlak verecek ve kendi yolunu izleyecekti; ancak, tüm dünyada devrimin öznel koşullarının hazırlanması sürecine, ortaya koyduğu örnekle, büyük bir atılım sağlayan ve devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmasına iki yönlü, birincisi, Rusya’nın kapitalist sistemden kopmasıyla emperyalist kapitalist sistemin genel bunalımını derinleştirip istikrarsızlığı yaygınlaştıracak ve buradan kaynaklanarak tek tek bütün ülkelerde, Rusya ile müttefik ya da düşman, emperyalist savaş içinde onunla ittifak kurmuş ya da savaşmış, onun askeri varlığından güç almış ya da ona karşı güç yığmış, Rusya ile ekonomik, ticari, mali, borçlar, alacaklar vb. türünden olduğu kadar siyasi ve askeri ilişkiler içinde de olan bütün ülkelerde istikrarsızlık ve bunalımı tırmanmadan bir rol oynayarak ve ikincisi, büyük bir itiş sağladığı devrimin öznel koşullarının nesnel koşullar üzerindeki geliştirici etkisini durmaksızın teşvik ederek, katkıda bulunan Ekim Devrimi, bir bütün olarak dünya devrim sürecini, hem nesnel hem de öznel süreç açısından olumlu etkilemiş, bu etki doğrudan ya da dolaylı olmuş, ama uluslararası proletarya ve emekçi halklar açısından temel önemde bir destek oluşturmuştu. Artık dünya, eski dünya değildi. Ne kapitalizm eski kapitalizmdi ne de uluslararası burjuvazi ve proletarya eski bulundukları konumlardaydı. Uluslararası burjuvazi ile proletarya arasında yeni bir mücadele başlamıştı. Emperyalist kapitalist büyük devletler, bulabildikleri tüm iç ve dış gerici burjuva güçleri ideolojik, siyasi ve askeri açıdan silahlandırarak genç Sovyet Cumhuriyeti’nin üzerine salıyor, buna karşılık dünya proletaryası ve ezilen halklar, en ileri unsur ve katmanlarından başlayarak, sosyalist anayurt etrafında toplanmaya yöneliyordu.
Devrimin hemen sonrasında, Rusya ve Rus proletaryası ile ilgili olarak, sorunun uluslararası boyutu, enternasyonal görevler ve dayanışma iki yönlü olarak ortaya çıkmaktaydı.
Birinci yön; Rus proletaryası, uluslararası proletarya devriminin başını çekmişti, dünya devrimi tamamlanmış olmaktan uzaktı, henüz başlamıştı; ilerletilmesi, Rusya’da devrimin zaferinin garanti altına alınması açısından zorunluydu, aksi durumda emperyalist saldırganların Rus Devrimi’ni boğma tehlikesi büyüktü, Rus Devrimi, bir dizi ülkede daha zafere ulaşacak devrimlerle güçlendirilmeli, uluslararası proletarya bir ya da birkaç ülkede devrimle iktidarı alarak ama bütün ülkelerde devrimci eylemle Rus devrimini desteklemeli ve rahatlatmalıydı. Rusya proletaryası dünyanın en geri ülkelerinden birinde devrim başarmıştı, ama henüz sadece iktidara gelmişti. Yıkım, yokluk ve saldırgan emperyalist savaşla yüz yüzeydi. Rus proleterleri ve komünistleri başta Avrupa ülkeleri olmak üzere yeni devrimler bekliyorlardı. Beklenti, Avrupa proletaryasının Rus proletaryasının yardımına gelmesi, uluslararası burjuvaziye kesin darbenin bu yolla vurulmasıydı. Ruslara düşen, bu zamana kadar, iktidara gelmek için katlandıkları fedakârlığın birkaç katı fedakârlığa katlanarak direnip dayanmaktı.
İkinci yön ise; dünya kapitalist sistemi için temel bir istikrarsızlık unsuru olarak Sovyet Rusya etrafında oluşan devrim odağının uluslararası burjuvazi üzerinde ekonomik, siyasal, askeri, mali vb. açılardan yıkıcı etkide bulunurken kapitalist sistemi zayıflatması, dünya gericiliğinin saldırılarını üzerine çekmesi yanında sağladığı örnekle uluslararası proletarya ve ezilen halklar açısından uyandırıcı, harekete geçirici etkide bulunarak uluslararası devrimin koşulları ve gelişimini olumlu yönde etkilemekte, bütün ülkelerin işçi ve emekçilerine dolaylı bir enternasyonal destek sunmakta oluşuydu. Bunun ötesinde Sovyet devrimi, uluslararası proletarya ve komünistler için dolaysız bir üs olarak, bir eğitim ve örgütlenme merkezi olarak rol oynuyor, Rusya’nın uluslararası devrime desteği bir üs olması aracılığıyla somut biçimlere bürünüyor, bu destek, eğitim ve örgütlenme için sunulan olanakların ötesinde, sınırlı olanaklara ve Rusya’nın içinde bulunduğu büyük güçlüklere rağmen başka ülke devrimleri ve proletarya hareketlerinin maddi olanaklarla desteklenmesine kadar uzanıyordu.
Enternasyonal dayanışma, destek ve yardımın bu iki yönü, karşılıklı bir etkileşim içindeydi ve bu kaçınılmazdı. Zafer kazanmış Rus proletaryası ve zaferi kazanmak için çalışan kapitalist ülkeler proletaryası ve ezilen halklara eylemli varlıkları, mücadeleleri ve birbirleri için sundukları somut destekle birbirleriyle karşılıklı bir dayanışma içindeydi. Destek karşılıklı olmak durumundaydı. Rusya proletaryası için geçerli olan, kapitalist emperyalist dünyanın ezilen ve sömürülen yığınlarının hareketinden emperyalizme karşı mücadelede destek ve güç almak ve onlara mücadelelerinde destek vermek, kapitalist ülkeler proletaryası ve dünyanın ezilen halkları açısından da geçerliydi. Onlar da, bir yandan Sovyet Rusya’da kurtuluşları için en büyük dayanağı bulur, ondan olanaklı olduğu ölçüde destek alırken, aynı şekilde hem genel olarak geliştirdikleri devrimci mücadeleleriyle ve hem de örneğin Rusya’ya yönelik yığınaklar ve saldırganlık girişimlerinin önünü grevler ve gösterilerle kesmeye yönelerek somut biçimde Sovyet Rusya’ya, onun emperyalizm karşısında dayanma gücünü artıran destek veriyorlardı. Hem Rusya’nın hem de dünyanın geri kalan ülkelerinin proletaryası ve ezilen halkları açısından bu karşılıklı yardımlaşma, gerekli ve zorunluydu. Söz konusu olan, dünya proletarya devrimiydi. Başlatılmıştı, bir ülkede sağlanan zafer korunmalı ve devrim ilerletilerek pekiştirmeli ve proletarya diktatörlüğü uluslararası bir diktatörlüğe dönüştürülmeliydi.
Proleter enternasyonalizmini, ancak bu iki yönüyle, bütünlüğü içinde kavramak mümkündür. Ne sadece Sovyet Rusya’nın başka ülkelerdeki devrimi desteklemesi biçiminde tek yanlılığı içinde ne de başka ülkeler proletaryasının Sovyet Rusya’ya tek yanlı yardımı olarak kavramak ve uygulamak enternasyonalizmi tanımlamaya yetebilir.
Nitekim uluslararası proleter devrimin gelişmesi bu yönde oldu.
Lenin, en ağır görevler ve en büyük fedakârlıkların devrim için en olgun hale gelen ve sonra da dünya proleter devrimini ilk başlatan ülke proletaryasına düştüğünü söylüyordu. Rusya proletaryası, döktüğü onca kan ve harcadığı onca fedakârca çabanın ötesinde, en az bunlar kadar önemli olmak üzere, yürüttüğü tutarlı ve doğru teorik, siyasal ve örgütsel mücadele ile yine bu sözün gereğini enternasyonal alanda da yerine getirdi.
1871-1914 “barışçıl” dönemi özellikle Avrupa partilerinde oportünizmi beslemiş ve savaşla birlikte oportünizm, sosyal şovenizme dönüşerek, uluslararası proletaryaya tam bir ihanetle emperyalizmin ve dünya burjuvazisinin yanında yer almıştı. Başta Lenin, Bolşevik Partisi “oportünizme karşı mücadele yürütülüp ondan kopulmadıkça emperyalizme karşı zafer kazanılamaz” saptamasını yaparak, bu yıkıcılığa karşı duraksamasız ve tümüyle tutarlı bir mücadele yürüterek enternasyonalizme bağlı kaldılar “Burjuva vatan” uğruna, aslında sömürgelerin paylaşımı uğruna çeşitli ülkelerin sınıf kardeşleri birbirine kırdırılamazdı. Avrupa’nın sosyal demokrat partileri emperyalist savaş karşısında, teorik ve siyasal olarak tam bir yıkıntıya uğradılar, bunda, Bolşevik Partisi’nin yürüttüğü mücadelenin kuşkusuz önemli bir payı oldu. II. Enternasyonal çöküşe gitmişti, iflas halindeydi, enternasyonalist komünistler çeşitli ülkelerde bu partiler içinde azınlık bile oluşturmakta zorlanmışlar, her ülkede enternasyonalist tutum alan birkaç komünist olmuştu. Proleter yığınları, eski alışkanlıkla, denenmiş hain sosyal demokrat partilerin peşinde gitmeye devam ediyor ve enternasyonal komünizm bütün ülkelerde zorlanıyordu. Kuşkusuz, savaş, yıkımlara, sefalete ve çıkışsızlığa yol açarak ilerledikçe proletarya yığınları eski hain partilerden kopma eğilimi gösteriyor, ancak bu, fiilde gerçekleşirken, görece ya da tümüyle örgütsüz komünistler yığınları örgütleme ve proletarya devrimine yönlendirme konusunda hızlı bir basan sağlayamıyorlardı.
Lenin, II. Enternasyonalin çöküşü ve yeni bir Enternasyonalin kurulması konusunda netti. Zimmerwald solu aracılığıyla bir süre bu mücadele verildikten sonra, bunun da ihtiyacı karşılamadığı ve çıkış yolu oluşturmadığı görüldü. Lenin ve Bolşevik Partisi, uluslararası proletarya açısından paha biçilmez bir görev ve kuşkusuz önemli bir yardım olarak yeni enternasyonalin kurulması için ellerinden geleni yaptılar. Öncü örgütsüzdü ve bu durumda proleter dünya devriminin zaferinden kesinlikle söz edilemezdi. Tek tek ülkelerde komünist partiler ve dünya devriminin koordine merkezi olarak dünya komünist partisi bir an önce kurulmalı ve öncü, oportünizm ve sosyal şovenizmin etkisinden kurtarılarak kazanılmalıydı. Bu görev, Enternasyonal’in 1920’deki 2. Kongresi’ne kadar başlıca görev olmaya devam etti. Rus proletaryası eylemi ile ve Bolşevikler teorik, siyasal ve örgütsel çabalan ile dünya proleter devriminin öznel koşullarının en başında gelen tek tek ülkelerde ve dünyada komünist partisinin kurulması için/kurulması uğruna en büyük katkıyı yaptı. Oportünizm ve sosyal şovenizmin sağcı yıkıcılığı ve ihanetine karşı yürütülen mücadelenin yanında “solcu” çocukluk hastalığına karşı yürütülen mücadele içinde tek tek ülkelerde ve dünyada komünist partisinin kuruluşu, kuşkusuz dünya devrimi için bir zorunluluk ve önemli bir gelişmeydi. Rus proletaryası ve komünistleri dünyada komünizmin yeniden ve oportünizm karşısındaki örgütlenişine yalnızca teorik ve siyasal destek vermekle kalmadılar.
Lenin daha Ekim Devrimi öngününde yeni enternasyonali kurma görevinin en başta ve en çok Rusya proletaryası ve komünistlerine, düştüğünü yüksek sesle ilan ediyordu:
“Rus proletaryasına çok şey verilmişti; dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfı henüz Rusya’da olduğu kadar büyük bir devrimci enerji ortaya koyamamıştır. Ama kendisine çok şey verilen kimseden çok şey istenir… Gecikmeden, devrimci proleter, yeni bir enternasyonal kurmak ya da daha çok böyle bir enternasyonalin zaten kurulmuş bulunduğunu ve iş görmekte olduğunu yüksek sesle ilan etmekten çekinmemek, bize ve kesin olarak şu içinde bulunduğumuz ana düşüyor… Bu sosyalistlerin sayısı azdır, ama her Rus işçisi Şubat-Mart 1917 devriminin arifesinde Rusya’da bilinçli çok devrimci olup olmadığını kendi kendine bir sorsun bakalım… Partimiz ‘beklememeli’, derhal III. Enternasyonal’i kurmalıdır. Almanya’da, İngiltere’de hapsedilmiş olan yüzlerce sosyalist, rahat bir nefes alacaklardır; grevleri ve gösteriler şu uğursuz, şu dalavereci Willhelm’i titreten binlerce ve binlerce Alman işçisi illegal gazetelerinde kararımızı okuyacaklardır; Karl Liebknecht’e, yalnız ona ne kardeşçe bir güven beslediğimizi bileceklerdir; şimdi de ‘savaşı sonuna kadar götürme’ ile mücadele etme azmimizi öğreneceklerdir. Bu okudukları, onların devrimci enternasyonalci güçlerini artıracaktır.” (Nisan Tezleri, sf. 69-71)
Rus devrimi, gelişmesi içinde, henüz daha zafere ulaşmadan, Alman ve öteki ülke proleterleri üzerindeki etkileme gücünü biliyor ve gereklerini yerine getirmeye çalışıyordu.
III. Enternasyonal, Rusya’da devrimin zaferi öncesinde değil ama, sonrasında ve Liebnknecht, Luxemburg ile birlikte başarısız 1919 Ocak ayaklanması sonucu Almanya’da öldürüldükten sonra kurulabildi. Ama ’19 Martı’ndaki kuruluşu onun, temel bir enternasyonalist görev olarak gerçekleştirilmesini ve bunda Rus işçileri ve komünistlerinin büyük önemdeki katkısını azaltmadı. Hapislerdeki komünistlerin yanı sıra dışarıda eylem içinde olanlar da Enternasyonal’in kuruluşu ile güçlerinin arttığını, morallerinin yükseldiğini hissettiler. Artık işçi ve komünistlerin bir dünya partisi vardı, tek tek her ülkedeki komünistlere sorunlarının çözümünde yardım ediyor, eylemlerini koordine ediyor ve sağlanan destek, manevi olmanın ötesine geçerek maddi bir destek olarak ortaya çıkıyordu. Çeşitli ülkelerde komünistlerin örgütlenmesinde, Enternasyonal’in ve onun önemli müfrezesi Bolşeviklerin ve temel dayanak olarak Sovyet Rusya’nın küçümsenmeyecek bir katkısı oldu. Savaş esirleri arasında örgütlenen Macar komünizminin önderi Bela Kun ve Türkiyeli komünist Mustafa Suphi gibi uluslararası proletaryanın öncüleri Sovyet Rusya’da kendilerini evlerinde hissederek çalıştılar. Örgütlenmelerinin ve eğitimlerinin ilk adımlarını Rusya’da atan bir dizi komünist, örneğin Bela Kun kendi ülkelerinde Rus devriminden de aldıkları güçle, devrimci eylemi geliştirdiler. Enternasyonal’in aldığı kararlar ve pratik yönlendirmesi ile bir dizi ülkede işçilerin ve komünistlerin birliği ve tek bir komünist partide toplanmaları yönünde etkisi oldu. Bir örnek vermek gerekirse, Almanya’da ’17 Nisanı’nda sosyal demokrat partiden ayrılmış olan Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi’nin 1920 Ekim’inde düzenlediği ve birliği tartıştığı Kongresi’nde KPD’ye katılma kararı almasında, önemli çalışmalar yapan ve Kongre’ye de katılıp burada yaptığı uzun konuşma ile delegeleri etkileyen Enternasyonal başkanı Zinovyev’in belirli bir katkısı oldu.
Rusya’da proleter devrimin zaferinden sonra bir dizi ülkede devrimci ayaklanmalar baş gösterdi. Avrupa’da Alman ve Macar ayaklanmasının yanında Finlandiya ve Letonya’da ayaklanmalar, hemen Sovyetlerin kurulmasına yol açıyordu. Alman ayaklanması birkaç gün içinde yenildiyse de Çek ayaklanması da içinde olmak üzere diğerleri aylarca dayandılar ve sonunda yenildiler.
Finlandiya’da 27 Ocak 1918’de gerçekleşen ayaklanmayla burjuva hükümeti devrildi. Proletarya iktidara geldi. 29 Ocak’ta devrimci bir hükümet kuran Halk Temsilcileri Konseyi kuruldu. Ekim Devrimi ve Bolşevik Partisi, Fin Devrimi’ne büyük bir olanak sunuyordu. Öteden beri Rus toprağı olan Finlandiya, Rusya’dan ayrılmak ister. Bu ne çar ne de Menşevik ve S-R’ler tarafından kabul edilirdi. Ama Fin işçi ve emekçilerini de etkisi altına alan burjuvazi ulusal davayı güder ve bulanıklık sürerdi. Nitekim Ekim öncesi Finlandiya’da bir burjuva hükümet kurulmuştu. Sovyet Rusya, Lenin’in emperyalist ekonomistler karşısında da savunduğu fikri, sosyalizme rağmen ulusların ayrılabileceği fikrini pratiğe uyguladı. İşçiler arasındaki ulusal çitlerin kalkmasının başka yolu yoktu. Gönüllü birlik ancak ayrılmanın tanınmasıyla sağlanabilirdi. Finlandiya’nın bağımsızlığı hemen tanındı ve 1 Mart 1918’de Fin Sosyalist İşçi Cumhuriyeti ile Rusya arasında, mutlak eşitlik ve birbirlerinin egemenliklerine karşılıklı saygı esası üzerinde tarihin iki sosyalist devlet arasında tanık olduğu ilk anlaşma imzalandı.
Ancak Sovyet Rusya, Brest günlerini yaşıyordu. ’18 başlarına kadar beklenen Avrupa devrimi, başlıca Alman devrimi yardıma gelmemişti. Gelen, Alman burjuvazisinin emperyalist saldırılarıydı. Riga önlerine kadar gelmişlerdi. Petrograd’ın düşme tehlikesi ortaya çıkmıştı ve proleter güçler dağınıktı, üstelik içerde Kolçak ve Denikin’in beyaz muhafızlarıyla uğraşıyordu. Polonya, Çek, Macar… ne kadar seferber edilebilir gerici güç bulmuşsa seferber eden Alman emperyalizmi Sovyet Rusya’nın üzerine çullanmıştı. Kendi ülkelerinde proletarya devriminin korkutucu hayaliyle daha bir hırslanıp, saldırganlasın soyguncu devrimin odağını, Rusya’yı ezmek ve parçalamak istiyordu. Lenin, “… emperyalist, bir soyguncu tarafından yere yıkıldık. Bizi aklın alamayacağı ağırlıkta ve küçültücü bir barışı imzalamak zorunda bıraktı.” (Sosyalizm ve Savaş, sf.143) diyordu. Rusya, yıkılmak ya da çok ağır koşullarla Brest anlaşmasını imzalayarak geri çekilmek seçenekleriyle karşı karşıya kalmış, geri çekilmeyi seçmişti.
Bu sıralarda Alman emperyalistlerinin desteğinde gerici, burjuva güçler Finlandiya’da İşçi Cumhuriyeti’ne son vererek devri mi çökerttiler. Rusya, gönüllü işçiler dışında, Fin Konseyi’ne büyük bir yardım yapamadı. Örneğin önemli yardımcı askeri birliklerle destek olamadı.
Letonya’da ise Sovyet iktidarı üç ay dayanabildi. Aralık ’18’de Leton proletaryası ve köylülüğünün Alman işgalcileri ve gerici Leton hükümetine karşı giriştikleri ayaklanma geçici bir Sovyet devrim hükümetinin kurulmasıyla sonuçlanmıştı. İktidar Sovyetlere geçmiş, Leton Kızıl Ordusu kurulmuş, taşınmaz mülklere el konurken, fabrikalar ve büyük ticaret ulusallaştırılmıştı. Sovyet hükümeti, hemen bir sosyal sigorta kurmuş, sekiz saatlik işgününü kabul etmiş ve halkın iaşe sorununun çözülmesine girişilmişti. Almanya müttefikler önünde diz çökmesine karşın, ABD ve diğer müttefik devletler tarafından yeniden silahlandırılan bölgedeki Alman ordusu Ukrayna’da egemenliği ellerinde tutan Denikin’in beyaz muhafızlarıyla birlikte Mart 1919’da Letonya’ya saldırıya geçti. Çatışmalar çetin ve uzun sürdü. 1920 başlarında Sovyet Letonyası çöktü.
Almanya’nın yenilmesi üzerine Sovyet Rusya Brest anlaşmasını tüm sonuçlarıyla feshettiğini açıklamıştı. Emperyalist Almanya’nın bütün bir savaş siyaseti ve destekçilerine sağladığı güçle birlikte çökmesiyle bir yandan Sovyet Rusya’sı rahatlamış, diğer yandan da desteksiz kalan gerici güçlere karşı işçi ve köylülerin eylemleri ve ayaklanmaları hız kazanmıştı. Sovyet Kızıl Ordusu ayaklananların yardımına koştu. Ayağa kalkan Ukrayna, Beyaz Rusya ve Baltık ülkelerinin işçi ve köylüleri, Sovyet Rusya’nın doğrudan silahlı güçle yardımını alarak Alman ve Avusturya-Macaristan işgalcileriyle “kendi” gericilerini önlerine katıp kovaladılar. Bu arada Rusya’da iç savaş da patlamış ve kızıl ordu, beyaz muhafızlara karşı savaşlar vermekteydi. En son Ukrayna gerici birlikleri de yenildiler ve Ukrayna, Letonya, Litvanya, Estonya ve Beyaz Rusya’da Sovyet hükümetleri kuruldu. Sovyet Rusya yeni Sovyet cumhuriyetlerini hemen tanıdı.
Almanların yenilgisi ve tersyüz olmaları sonucu, Sovyet Rusya’ya yöneltilmiş emperyalist saldırganlığın başını İngiliz, Fransız, Amerikan ve Japon emperyalistleri çekti. Yunan, Romen, Çek vb. gerici birliklerini derleyen emperyalistler, Sovyet Rusya’ya karşı başlıca kuzey ve güneyden iki cephe açtılar. Kolçak’ın Sibirya, Denikin ve Yudeniç’in Ukrayna ve Don’daki gerici muhafız birliklerini destekleyerek saldırdılar. Güney cephesi, tüm Baltık ülkeleri ve Ukrayna’yı kapsıyordu ve Sovyet Kızıl Ordusu Baltık ülkeleri ve Ukrayna kızıl ordularıyla bu cephede birlikte savaştı. Letonya Sovyet’inin düşmesi, Denikin’in Ağustos ’19’da Kızıl Orduyu Ukrayna önlerinde geriye püskürtmesinin doruğunda yıkıldı. Ancak Rusya proletaryası, örnek ve teşvik oluşturuculuğun çok ötesinde doğrudan silahla elinden geleni yapmıştı. Sonunda ’20 sonlarında iç savaş beyaz muhafızların yenilgisi ve emperyalistlerin çekilmesiyle sona erdi.
Daha önemli olan Almanya’nın durumuydu. Rusya proletaryası ve komünistlerinin gözlerini diktikleri en başta gelen ülke, gelişmiş sanayi potansiyeli ve yine gelişkin ve deneyden geçmiş güçlü proletaryası ile Almanya idi.
Almanya, dünya proleter devriminin yolunu açan Rus proletaryası ve komünistlerinin beklentilerine yanıt verecek gibi görünüyordu. Daha savaş bitmeden Ocak 1918’de Berlin’de başlayıp yayılan grev dalgası, yalnızca Berlin’de 500 bin, Almanya çapında ise bir milyon işçiyi kucaklamıştı. Üstelik “örnek” gücünü göstermekteydi; harekete geçirici rolünün yanında neredeyse her kitlesel hareket sonucunda olduğu gibi, Berlin grevcileri de Büyük Berlin işçi Konseyi adını verdikleri Sovyet örgütlenmesine gitmişlerdi. Ama Sovyet fikri, Alman işçilerinin kafalarında henüz belirgin değildi ve işçiler bunu belirginleştirecek bir komünist partinin güçlü örgütlendirici ve aydınlatıcı etkisinden yoksundular. Spartakistler, “Bağımsız” parti içinde bir kanat oluşturuyorlardı ve hemen hemen hiç güçleri yoktu. İşçiler henüz “Bağımsız” partinin bile değil, sosyal şoven SPD’nin etkisi altındaydı. Konsey, sıkı askeri önlemler altında etkisizleştirildi ve yığınsal tutuklamalar geldi.
Ama Almanya yeniliyordu ve büyük devlet Almanya’nın deneyli burjuvaları ve asıl yönetici güç Prusya generalleri, askeri bürokrasi, vartayı az kayıpla atlatabilmek için hükümeti zorladılar ve ordu ültimatom verdi. Derhal ateşkes görüşmelerine başlanmalı ve hükümet, şimdiye dek oldukça yararlı işler yapmış ve Alman burjuvazisine bağlılığı kanıtlanmış sosyal demokratların, SPD’nin katılımıyla genişletilmeliydi. Parlamenter monarşiye geçiliyordu, Scheidamann ve Bauer hükümete katıldılar.
Ama deneyli Alman burjuvazisi ve askeri bürokrasisi bile olayların alacağı şekli tamamıyla öngörememişti. Ekim sonunda donanmada yeni ve daha güçlü bir isyan daha patlak verdi. Gerçi yine donanma isyanı olarak bastırıldı ve isyancı erler tutuklandı, ama Ki-el’e getirilen isyancılara işçiler sahip çıktı ve dayanışma gösterileri başladı. Sert karşılık ayaklanmaya, ayaklanma da işçi ve askerlerin konseylerini kurmasına götürdü. Büyüyen donanma isyanı başta Hamburg olmak üzere Kuzey limanlarına, oradan da işçileri kapsayarak hemen tüm Almanya’ya yayıldı. Münih işçi, asker ve köylü konseyi, Bavyera’da bir Cumhuriyet kurdu.
Denizciler ve işçilerden oluşan ayaklanmacılar geleneksel olarak SPD’nin etkisindeydiler, kendilerini sosyalist sayıyor ve büyük çoğunlukla sosyalizme sempati duyuyorlardı. Ama SPD aslında, tam da onların devirmeleri gereken yerde, burjuvazinin diğer temsilcileriyle birlikte duruyorlardı. İşçi ve askerler henüz bunun farkında değillerdi. Yalnızca savaşın verdiği bıkkınlık ve Sovyet Rusya’nın ortaya koyduğu kendi kaderlerinin efendisi olma örneğinin etkisinde eyleme geçmişlerdi. Ne eğitimli, ne siyasal olarak örgütlü ve ne de kendilerinin efendileri olmaya hazır durumdaydılar.
İçinde, Spartakistleri ve Devrimci İşyeri Temsilcileri adlı doğrudan demokrasi ve parti karşısında yığın taraftarı işçi grubunun kanatlar olarak yer aldığı, SPD’den onun sol kanadı olarak ayrılanların kurduğu “Bağımsız” parti, daha çok kanatları aracılığıyla ayaklanmaya önderlik etmeye çalışıyor, ancak gerek onun genel demokrasi taraftarlığı, gerekse de merkezi disiplinli bir güç oluşturmaması ve kanatların güçsüzlüğü bu önderliğin gerçekleşmesini engelliyordu. Bu kanatlar ayaklanmanın gününü belirlemeye çalışırken işçi ve asker yığınları onları beklemeyerek harekete geçtiler sonunda. Bir gece öncesinden sokakları dolduran işçi ve askerler, 9 Kasım sabahı genel grev çağrısı yapan Spartakistler ve Devrimci İşyeri Temsilcileri’nin de katkısıyla resmi binaları ele geçirmeye başladılar. SPD’li bakanlar hükümetten çekilirken SPD harekete katıldığını duyurmakla kalmadı, Scheidemann üstelik cumhuriyet de ilan etti. Komünistlerin örgütsüzlüğü ve siyasal etkilerinin çok az oluşu, ayaklanmanın başına SPD’nin oturmasının yolunu açtı. İçinde SPD ve “Bağımsızlar”ın temsilcilerinin yer aldığı Halk Temsilcileri Konseyi kuruldu. Bu bir “kurucu meclis” niteliğindeydi ve işçi ve askerlerin oluşturdukları Konsey’lerin yanı sıra, onlarla iktidar hesaplaşmasına yol açması kaçınılmaz olarak ortaya çıkarılmıştı. Görünüşte tüm iktidar işçi ve asker konseylerinin elindeydi. Tüm konseyleri içinde birleştiren merkezi örgütlenme Tüm Berlin işçi ve Asker Konseyleri Kongresi iki kez toplanmıştı ve bir de Yürütme Komitesi vardı. Rusya’dakine benzer şekilde (Ekim öncesi) Merkez Konsey, ulusal meclis niteliğindeki Halk Temsilcileri Konseyi’nin varlığını kabul etmekte ve yürütmesini de onu denetlemekle görevli olarak seçmekteydi. Üstelik bu kafa karışıklığını şekillendirmek üzere hem Konsey’de ve hem de yürütmede SPD, önemli bir çoğunluk oluşturuyordu. Spartakistler önemsiz bir azınlıktı.
Aralık içinde hem “Bağımsız” partinin hem de Almanya İşçi ve Asker Konseylerinin Genel Kongresi toplandı. Temel tartışma konusunu konseyler ve parlamento ve parlamenter demokrasi arasındaki ilişki oluşturuyordu. Her iki toplantıdan da parlamenter demokrasi yanlısı kararlar çıktı. İşçilerin kendiliğinden konseyler İçinde örgütlenmiş olmalarına karşın. Gerçi “Bağımsız” parti her ikisini bir arada istiyordu ve üyeleri hem denetleyici Merkez Konsey’den (eski yürütme komitesi yerine kurulmuştu), hem de Halk Temsilcileri Konseyi’nden çekilmişti, içinde bir sol kanat gelişmekteydi, ama o da burjuva demokrasisi yanlısıydı.
Aralık, karışıklık içinde geçti ve 30’unda Spartakistler ayrı bir parti olarak örgütlendiler, KPD kuruldu. İçinde, sonradan Almanya Komünist İşçi Partisi’ni kurarak ayrılacak olan “sollar” etkiliydiler ve devrimin, parlamenter yollardan, sendikalar içinde çalışmadan vb. yararlanarak hazırlanmasına karşı “ilke muhalefeti” yürütüyorlardı. Kongre’de hemen saldın taktiğini kabul ettirdiler. Oysa işçi ve askerler, SPD’nin tutarsızlıklarını ve kendilerine karşı konumlarını yavaş da olsa hissetmeye başlayıp ondan uzaklaşma eğilimine girmekle birlikte, bir proleter devrim için, iktidarı tümüyle ellerine almaları için yeterli bir hazırlıktan kesinlikle söz edilemezdi. Ne yeterli bilinci ne de öncünün örgütlülüğü ve doğru siyasal taktikler söz konusuydu. Daha dün kurulmuş olan KPD, kitleler içinde kökler salmış olmaktan çok ama çok uzaktı. Devrimin hazırlanması gerekiyordu. Üstelik SPD’li eski savunma bakanı, yani Merkez Konsey üyesi Noske, çoğunluğu işsizler ve milliyetçi öğrencilerden oluşan beyaz gönüllüler (Gönüllüler Ordusu) toplamaktaydı.
Hükümeti ve Merkez Konsey’ini tek başına elinde tutan SPD “bağımsız” Berlin Emniyet Müdürü’nü görevden almaya giriştiğinde, iş çığırından çıktı. KPD’nin yanı sıra “Bağımsız” parti ve Devrimci işyeri Temsilcileri de protesto çağrısı yaptılar, işçiler sokağa çıktılar ve Emniyet Sarayı’nın önünde toplandılar. Müdür görevinden ayrılmayı reddetti. Hemen, içinde Liebknecht’in de bulunduğu üç kişilik bir geçici Devrimci Komite seçildi ve gösterilerin devamı için çağrı yaptı. Komite, işçileri yönlendiremiyor, buna güç yetiremiyor, ama sürekli ne yapacağını tartışıyordu. Komitenin karan ve haberi olmadan bazı SPD binaları işgal edilmeye başlandı. Galeyan halindeki işçiler yönetilemedi ama Noske’nin komutasındaki gönüllüler ordusu 11 Ocak’ta saldırıya geçti. Katliam başladı. Zamansız ve hazırlıksız, örgütsüz isyan ezilmiş, Liebknecht ve Luxemburg öldürülmüşlerdi.
İktidar SPD’nin elindeydi artık ve bu Ocak ’19 seçimleriyle tescil edildi. Ama dipten gelen dalga durulmadı. Ruhr havzasında, Berlin’de, Münih’te grev ve kalkışmalar devam etti. Çatışmalar ve katliamlar yaşandı. Mart’ta “gönüllüler” binden fazla işçiyi Berlin’de öldürdüler.
Bu arada, hiçbiri yerlerinden edilmeyen askeri bürokrasi yine aynı şekilde görevlerini koruyan devlet memurlarının ve burjuvazinin desteğiyle örgütleniyor ve fırsat kollu-yordu. ’20 Mart’ında Kapp-Lutwitz askeri darbesi geldi, SPD hazırlıksız yakalanmışa. Sarı sendikacı Legien’in karşı çıkışı darbenin sonunu hazırladı. Genel grevle darbe püskürtüldü ve bazı subaylar tasfiye edildiler. Haziran’da yapılan seçimler, SPD’nin etkinliğini kaybetmekte olduğunu ve “Bağımsız” merkezcilerin yükselişini gösterdi. Ama bir başka yükselen güç milliyetçilerdi. SPD, onların kurduğu hükümeti dışarıdan desteklemeye başladı. Temel bir değişiklik, “Bağımsızlar”ın sol kanadının koparak SPD ile birleşmesi ve KPD’nin etkisinde artma görülmesi oldu.
’21 Mart’ında orta Almanya’da bir ayaklanma patladı ama KPD’nin ayaklanmayı yaygınlaştırmak üzere ülke çapında ilan ettiği genel grev, işçi yığınlar içinde taraftar bulmadı ve ayaklanma birkaç gün içinde ezildi.
’21’in geri kalan dönemi ve ’22 yılı durgun geçti.
KPD kitle çalışması yapıyordu ve burjuva ihanetçi siyasetiyle işçi yığınları karşısındaki konumu görülmeye başlayan SPD giderek işçi desteğini kaybetmeye başlamıştı. ’23 yazında KPD işçilerin çoğunun desteğini sağlamıştı, ancak işçilerin eğitim, örgütlülük ve hazırlık düzeyleri hâlâ düşüktü. KPD, SPD’yi birleşik cephe ve işçi hükümetlerine zorlama taktiğine geçmişti.
’23 Ekim’inde KPD, SPD ile koalisyon kurarak Thüringen ve Sachsen eyaletlerinde işçi hükümetleri kurdu. Ancak merkezi hükümet kabul etmeyeceğini açıkladı. Genel grev ve ayaklanma tartışması, SPD’nin yanaşmaması ve KPD’nin tek başına göze alamaması sonucu yatıştı. Yalnızca karardan habersiz KPD Hamburg Örgütü ayaklanmayı başlattı. İşçilerden kopuktu, geri çekildi, iki işçi hükümeti ise mücadelesiz çöktüler. KPD yasaklandı. İşçi hareketinde düşme ve milliyetçi-faşist harekette yükselme başladı. Devrim yenilgiye uğramıştı.

ALMANYA DEVRİMİ KARŞISINDA SOVYET RUSYA’NIN TUTUMU
Lenin ve Bolşevik Partisi ’18 Martı’na kadar Alman proletaryasının Rus Devrimi’nin yardımına gelmesini beklemiş, bu gerçekleşmeyince ve Alman haydutları Sovyet devriminin varlığını tehlikeye sokunca zorunlu Brest tavizlerini vermiş ve geri çekilmeyi kabul etmişti. Lenin şöyle diyordu:
“Bu parti, emperyalistlerin gizli anlaşmalarını açığa çıkardıktan sonra bütün ülkelere barış çağrısında bulunmuş ve ancak İngiliz-Fransız emperyalistlerinin barışı torpillemelerinden sonra, ancak Bolşevikler Almanya’da ve başka ülkelerde devrimin çabuklaşması için ellerinden geleni yaptıktan sonra bu parti Brest-Litovsk haydutlarının tedhişine boyun eğmiştir.” (Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, sf.l67)
Sorunun birbiriyle bağlantılı iki yönü vardı. Sovyet Rus devriminin korunması ve bir uluslararası devrim olarak ilerletilmesi ve ikincisi uluslararası devrimin Rus devrimi tarafından çabuklaştırılması, başka ülkelerde devrimlere destek sağlanması.
Lenin, Brest sonrası, “Alman işçileriyle kardeşçe ittifaka bağlı kal. Onlar yardımımıza gelmekte geciktiler, biz zaman kazanacağız, onların geldiği günleri göreceğiz ve onlar mutlaka yardımımıza gelecekler.” (Sosyalizm ve Savaş sf.146) diyordu. Rus devriminin zaman kazanması gerekiyordu. Tek bir ülkenin yapabilecekleri yapıldıktan ve zorunlu kalındıktan sonra Brest tavizleri verilmişti. Rusya’nın dayanması gerekiyordu. Lenin emperyalistlerle kesin bir hesaplaşma için güçler birikinceye ve uluslararası proleter devrimin koşullan (hazırlığın tamamlanması anlamında) olgunlaşıncaya kadar, hesaplaşmanın ertelenmesi ve kazanılması, mevziinin korunması düşüncesindeydi:
“Şimdi çeşidi güçleri inceden inceye hesaplamak, müttefikimizin (uluslararası proletaryanın) tam zamanında bize yardıma gelebilme ihtimalini özenle tartmak görevimiz olmuştur. Bütün ülkelerin işçileri birleşmeden (yani devrimi başlatarak gerçekten birleşmeden) önce düşmanını (yani devrimci proletaryayı) azar azar tüketmek, sermayenin işine gelir. Bizim çıkarımız açısından ise, devrimci işçi birimlerinin bir tek büyük uluslararası ordu halinde birleştikleri ana kadar (ya da o anın ‘sonrası’na kadar) sonucu belirleyici savaşı geciktirmek için en ufak fırsattan yararlanmamız, bunu sağlamak için elimizden geleni yapmamız gerekir.” (Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, s. 109)
Bolşevik Partisi Moskova Bölge Bürosu, partiye başkaldırmış, “solculuk” yapıyor, “Dünya devriminin çıkarları adına artık tamamen biçimsel olmaya yönelen Sovyet iktidarını kaybetme ihtimalini göze almayı uygun buluyoruz.” (Age, sf. 39) diyordu. Lenin’in yanıtı enternasyonalizmin iki yönlü dayanışma ilkesi açısından öğreticidir. Lenin önce, uluslararası devrimin ancak silahla, savaş aracılığıyla desteklenebileceği görüşünü eleştirir:
“Belki de kararı alanlar, dünya devriminin çıkarları adına bir itici güç gerektiği ve böylesine bir harekete geçirmenin de… ancak savaşla sağlanabileceği kanısındadırlar. Böylesi bir ‘kuram’ Marksizm’e tamamen ters düşer, çünkü Marksizm, devrimleri ‘zorlamanın’ her zaman karşısında olmuştur. Devrimler, sınıfsal çatışma ve zıtlıkların gelişip keskinleşmesiyle gerçekleşir. Oysa yukarıdaki gibi ‘kuram’, silahlı ayaklanmanın her koşulda ve her zaman zorunlu bir mücadele biçimi olduğunu ileri sürmek demektir. Gerçekte ise, dünya devriminin çıkarları, ülkemizde burjuvaziyi deviren Sovyet iktidarının devrime yardımcı olmasını, ancak kendi gücüne uygun bir yardım biçimi seçmesini gerektirir.” (Age, s.92-93)
Lenin, sonra Almanya açısından “güçleri inceden inceye hesaplamaya” ve Alman işçilerinin “yardıma gelebilme ihtimalini özenle tartma”ya girişir. Emperyalizmle belirleyici savaşın zamanının gelip gelmediğini ölçme, bunu gerektirmektedir. Sovyet iktidarının kaybedilme ihtimalinin göze alınması taraftarı solcuları bu açıdan şöyle yanıtlar:
“Belki de bu kararı alanlar, Almanya’da devrimin başlamış ve açık iç savaş aşamasına ulaşmış olduğunu, bu yüzden bütün gücümüzle Alman işçilerine yardım etmemiz ve sonuca giden savaşına başlamış bir Alman devrimini kurtarmak adına (Sovyet iktidarını kaybetmekle) kendimizi tüketmemiz gerektiğini düşünüyorlardı. Bu kurama göre, biz kendimizi tüketirken, Alman karşı devrimci güçlerinin bir kesimini kendi üzerimize çekecek ve böylelikle Alman devrimini kurtaracağız.
Yukarıda belirttiğim koşullar gerçekleşmiş olsa, yenilmek ve Sovyet iktidarını kaybetmek pahasına da bu savaşı göze almak sadece uygun değil, mutlak görevimiz olur. Ne var ki, sözünü ettiğim koşullar gerçekleşmiş değildir. Gerçi Alman devrimi olgunlaşmaktadır, ne var ki henüz patlama noktasına, Almanya’da iç savaş noktasına ulaşmamıştır. Biz ‘Sovyet iktidarını kaybetme olasılığını göze almakla’, Alman devriminin olgunlaşmasına yardımcı olmak şöyle dursun, onu engellemiş oluruz. Almanya’daki gerici güçlere yardım etmiş, onların oyununa gelmiş, Almanya’daki sosyalist eylemi baltalamış ve henüz sosyalizme yaklaşmamış olan, bu nedenle de 1871 Paris Komünü’nün yenilgisinden ürken İngiliz işçileri gibi, Sovyet Rusya’nın yenilmesinden paniğe kapılacak olan Alman proleter ve yarı proleter kitlelerini sosyalizmden uzaklaştırmış oluruz.” (Age, s.93)
Almanya’da henüz devrim yeterince olgunlaşmamışken, bir iç savaşın koşulları henüz belirmemişken Rusya’nın ihtiyatı elden bırakmaması zorunludur, iki nedenle. Birincisi, başarı şansı ortaya çıkmamış bir ilerleme umuduyla, taktiğin umut üzerine kurulmasının yanlışlığı bir yana, dünya devrimini’ bir ülkedeki kazancından yoksun kılmak ne akılcıdır, ne de Marksist’çe. Ve ikincisi, uluslararası devrim eğer zafer kazandığı ülkede de yıkılacak olursa, bu, uluslararası proletaryayı önündeki örnekten, onun geçerli ve geleceği olduğu inancından mahrum bırakmak, ona yardım değil engelleme yapmak anlamına gelecek; çünkü paniğe neden olacaktır. Sovyet Rusya’nın korunması ve dayanmasının sağlanması küçümsenecek, Brest’e karşı çıkıp Kızılordu’yu Polonya’ya saldırıya yöneltmeye çalışan, böylelikle ne Sovyet Rusya’nın dayanmasını ve ne de önündeki örneği tehlikeye atılacak uluslararası proletarya ve dünya devrimlerinin çıkarını gözeten, sonra da bu tutumunu sürdürerek Stalin’i “Rusya’nın ulusal çıkarlarını esas aldı” ve koşulları olgunlaşmamış “dünya devriminin geliştirilmesi yerine umutsuz bir işe girişerek tek ülkede sosyalizmi inşaya girişti” diye eleştiren Trotsky’nin yaptığı gibi sözde “solcu” ama tümüyle teslimiyetçi tarzda değerlendirilerek önemsiz sayılacak sorunlardan değildir.
Lenin, Alman devriminin olgunlaşmamışlığı ve hazırlık derecesinin düşüklüğü, bundan bir yıl sonra bile devam ettiğini görüyor ve Alman proletaryasına ancak uygun biçimlerde destek sunmaya devam ediyordu. Üstelik Rusya’ya emperyalist müdahale başlamış ve ülke, iç savaşa sürüklenmişti.
“Bugün bile, Sovyetler sisteminin anlamı, parlamentarizm ve burjuva önyargılar anlayışı içinde eğitilmiş bulundukları için, siyasal bakımdan yetişmiş büyük Alman işçi yığınları için açık değildir… Ne yazık ki, Albert ve Flatten ile öbür yoldaşların raporları, kırlarda Sovyetler sistemini yaymak için, Macaristan dışında çok az şey yapıldığını öğretiyor. Alman proletaryasının kesinlikle yenmesini engelleyecek pratik ve oldukça büyük bir tehlike belki de hâlâ budur… Sovyetler iktidarının henüz üstün gelmemiş olduğu bütün ülkelerde, Sovyetler içinde komünist bir çoğunluk kazanmanın, birinci görevi oluşturduğunu söylemeliyiz.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, s. 163-165)
Lenin, Almanya’daki hem durumun bir proleter devrim ve hazırlığı açısından elverişli olmadığını, hem de elverişli kılmak için neler yapılması gerektiğini söylemektedir, Durumu Rusya’nın taktiğini belirlemek açısından saptamakta ve bir Komintern üyesi olarak Alman komünistlerine, durumu değiştirmek için gerekenleri bildirerek siyasi bir yardım sunmaktadır: Alman işçileri henüz eğitilmiş olmaktan uzaktır, burjuva demokratik, parlamenter önyargılara sahiptirler, köylülükle bağ ve Sovyetlerin köylere yaygınlaştırılması eksiktir ve sonuncusu, komünist partisi Sovyetler içinde önemli bir yer tutmaktadır. Devrimci hazırlık oldukça eksiktir ve Rusya’nın yapması gereken, örnek sunma, Sovyet fikrinin yaygınlaşması için elden geleni yapma, teorik ve siyasal eleştiri ile yardım, komünistlerin örgütlenmesine katkı dışında hem Rusya’ya ve hem de devrimci hazırlığını tamamlayabilmek için Alman proletaryasına zaman kazandırmak üzere emperyalistlerle nihai hesaplaşmayı geciktirmeye ve dünya devriminin merkez üssünü korumaya yönelmek olmuştur. Lenin, en kötü ihtimali söz konusu ederek, uluslararası devrimin çıkarları ve gelişmesi ile Sovyet Rusya’nın dayanması arasındaki ilişkiyi şöyle kurmuştur:
“Almanya’da savaş yanlıları büyük olasılıkla yeniden başa geleceklerdir (yani bize karşı hemen saldırı başlayacaktır) ve Almanya resmi ya da gayrı resmi anlaşmalarla Japonya ile birleşerek bizi bölecek ve yok edecektir. Bizim izlediğimiz taktik, beklemek, zaman kazanmak, savaştan kaçınmak ve geri çekilmek olmalıdır. Burjuva kafa yapısında olanları üzerimizden silkeleyip, gerçekten demir gibi, gerçekten proleter, gerçekten komünist bir disiplin yaratarak ‘kendimizi güçlendirirsek’, aylarca zaman kazanmamız olanağı ortaya çıkar. Ve beterin beteriyle karşılaştığımız takdirde, gerekirse Ural’lara kadar geri çekilerek, müttefiklerimizin (uluslararası proletaryanın) yardımımıza gelmesini, devrimci patlamaların başlangıcıyla devrim arasındaki farkı (sportif bir deyimle) ‘kapatmasını’ kolaylaştırmış oluruz.” (Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, s.106-107)
Ortaya konulan, hem Rus ve hem de Alman, kısacası uluslararası proletaryanın dünya devriminin geliştirilmesi taktiğidir. Hem Rus ve hem de Alman, bütün ülkelerin işçilerinin çıkarlarını ve durumlarını göz önüne almaktadır.
Ve Lenin, daha 1918 Mayısı’nda, yukarıdaki pasajı kaleme aldığı aynı makale içinde NEP’in, devlet kapitalizmi uygulamasının, sözünü ettiği uluslararası yaklaşımın Rusya içindeki bir uzantısı olarak adını anmakta ve “Yaklaşık altı ay içinde Cumhuriyetimizde devlet kapitalizmi kurulabilirse, bu büyük bir başarı olacak ve bir yıl içinde sosyalizmin güçleneceğine ve yıkılmaz duruma geleceğine kesin güvence sayılabilecektir.” (Age, s. 111) demektedir.
Avrupa’da devrim beklentisinde, ilk ayların heyecanına karşılık bir düşme ve sorunu daha gerçekçi ele alışa doğru bir yönelme açıktır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, örneğin devrim için olgunlaşmaya en yakın görünen Almanya’da, nesnel koşulların görece olgunluğuna karşın proletaryanın ve hazırlık derecesinin (siyasal) geriliği az çok kesinlikle ortaya çıkmıştı. Üstelik ’21 ortalarından itibaren, sonra yeni bir yükselme gelecek olsa da, işçi hareketinde bir durgunluk da görülmeye başlamıştır. Komintern ve Lenin örneğin Almanya için işçilerin birliği, birleşik cephe taktiği ve işçi hükümetlerini öngörmeye yönelirlerken Rusya açısından da dayanma ve nihai hesaplaşmayı erteletici taktik NEP ve ekonomik inşaya yönelerek savaşı ekonomik alanda sürdürmeye ağırlık verme unsurları da içine katılarak daha uzun süreye yayılmak zorunda kalınmıştır. Şimdi artık kapitalist ülkeler proletaryası açısından devrimi çabuklaştırıcı değil ama hazırlığı pekiştiriri, geri işçi yığınlarını kazanmayı hedefleyici “oportünistçe” taktiğin yanı sıra Rusya açısından daha uzun süreli tek başına dayanma ve bunun için dayanaklarını sağlamlaştırma taktiği gündeme gelmiştir. Kuşkusuz hala bir dizi ülkede proletarya devrimleri olanaklıdır. Devrim gündemden çıkmamış, yatışma baş göstermemiştir, ama hazırlığın ilerletilmesi zorunludur ve Rusya’nın kendisini sağlamlaştırması da bir o kadar zorunlu olmaktadır.
İşte 1920 Temmuzu’nda Lenin’in söyledikleri:
“Uluslararası komünist hareketin güncel gelişme dönemi, kapitalist ülkelerin engin çoğunluğunda, proletaryanın kendi diktatörlüğünü uygulama hazırlığının tamamlanmamış ve çoğu kez hatta henüz sistematik bir biçimde başlamamış olması ile belirlenir. Bundan hiç de proleter devrimin çok yakın bir gelecekte olanaksız olduğu sonucu çıkmaz; iktisadi ve siyasal konjonktür bütünü, tutuşkan konular ve beklenmedik patlama nedenleri ile dolu olduğu için tamamen olanaklıdır; devrimin öbür zorunlu koşulu (birincisi proletaryanın hazırlığı olduğuna göre), yani; tüm yönetici partiler ve tüm burjuva partilerin genel bunalım durumu da mevcut. Bundan, komünist partilerin, güncel görevinin devrimi çabuklaştırmak değil, ama proletaryanın hazırlanmasını pekiştirmek olduğu sonucu çıkar.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, sf.307)
Lenin, 1921 Temmuzu’nda, örneğin Almanya’da çeşitli ayaklanma girişimleri işçi ve asker yığınlarının SPD’nin ardında ve görece geri bir bilinç ve örgüt durumunda (tam anlamadığı Sovyet fikrini burjuva demokratik, parlamenter önyargılarıyla karıştıran, kendi partisiyle sıkı bağlara sahip olmayan, onun tarafından kazanılmamış) bulunmaları ve devrim henüz tam bir olgunluğa ulaşmamış olduğu için yenilikten sonra, yukarıda söylediklerini şu sözlerle pekiştirmektedir:
“Şu anda belirtmem gereken o ki; genel saldırı ne kadar yakınlaşırsa, bizim de o kadar ‘oportünistçe’ davranmamız zorunludur. Şimdi sizler yurdunuza döndüğünüzde, işçilere, bizim III. Kongre öncesine oranla daha basiretli olduğumuzu anlatacaksınız. Sakın yanlış anlamayın; birtakım yanlışlar yapmış olduğumuzu, bundan böyle daha dikkatli davranmak istediğimizi söyleyeceksiniz; böylelikle olayların doğal gelişimi sonunda nesnellikle bize yaklaşan, ama bizden ürken kitleleri sosyal demokrat ve bağımsız sosyal demokrat partilerden koparıp, kendi yanımıza çekeceğiz. Bizim deneyimiz, daha dikkatli davranmak gerektiğini ortaya koydu… Bugün tek stratejimiz daha güçlenmek, bunun için de, daha akıllı, daha basiretli, daha ‘oportünistçe’ olmaktır ve kitlelere söylememiz gereken de tıpa tıp budur. Ancak, basiretli davranışımızla kitleleri kazandıktan sonra, sözün tam anlamıyla saldırı taktiklerini benimseyeceğiz.” (Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, s.211-213)
Kuşkusuz kullanılan “oportünistçe” sözcüğü, yapılması gerekenlere, solların eleştirilerine atıfta bulunarak vurgu yapmak içindir; yoksa oportünistlikle ilgisi yoktur.
Lenin aynı yerde, Rusya’nın bu yeni taktiğe geçişin gereksindiği uzun süre dayanıp dayanamayacağı sorusunu ortaya atarak, onu da şöyle yanıtlıyor:
“Böylece yeni taktiklerimizi uygulamaya başlıyoruz. Sinirli olmamak gerekir. Geç kalamayız. Hatta zamanından önce bile başlamamız ihtimali vardır. Eğer Rusya’nın böylesine uzun bir süre dayanıp dayanamayacağını soracak olursanız, size diyeceğiz ki, şu anda küçük burjuvaziye, köylülere karşı bir savaş veriyoruz. Daha dikkatli davranmaya başlayacak olursak, zamanında taviz verirsek, üç yıldan fazla bile sürse bu savaşı kazanacağımıza inanıyorum.” (Age, s.214)
Sovyet Rusya’nın sağlamlaştırılmasına ve ekonomik inşaya geçilmiştir. Şimdi savaş, ağırlıklı olarak ekonomik alanda verilecektir. Ve bu yalnızca küçük köylü ekonomisinin derlenip toplanması ve devlet kapitalizmi (NEP) aracılığıyla sosyalizme yöneltilmesi olarak köylülüğe karşı değil, başlıca Sovyet Rusya’sının ekonomik çöküntüsünü gözleyen, sabotajları ve yıkımı teşvik eden uluslararası burjuvazi ve emperyalizme karşı da verilecektir. Sunacağı ise dünya proletaryası için yeni bir örnek olacaktır Sosyalizmin yaşama geçirilebilirliği.
Ekonomik düzenleme ve kalkınmayı Rusya için öne koyan ve bundan böyle bunu devrim için olanak sağlayacak temel ve dünya çapındaki zaferin başlangıcı olarak değerlendiren Lenin, Avrupa devriminden hâlâ umut kesmemiştir, onun gelişme yollan üzerine kafa yormaktadır, ancak bir yandan da ekonomik ağırlıklı bir çatışmaya da yönelmektedir:
“Avrupa devrime gebedir, ne var ki, devrimlerin ne zaman olacağını önceden belirlemek olanaksızdır. Biz Rusya’da sadece beş yıl değil, daha uzun süre dayanacağız. Tek doğru strateji, kabul ettiğimiz stratejidir, itilaf devletlerinin karşı koyamayacağı ve devrim için olanak sağlayan noktalara geleceğiz ve bu, dünya çapındaki zaferin başlangıcı olacak.” (Age, s.215)
Burada tek ülkede sosyalizmin zaferi tezine geçiş vardır. Avrupa proletaryası yardıma gelmese bile (önünde sonunda gelecektir) sonuna kadar dayanılacaktır. Ekonomik inşa ile yeni olanaklar elde edilecek ve dünya çapındaki zaferin bu yolla önü açılacaktır.
Ve işte NEP, uluslararası devrim ve onun üzerinde ekonomik politika kanalıyla etkili olma yönelimi üzerine Lenin’in söyledikleri:
“Yıllarca uygulanacak bir politikayı belirlerken, uluslararası devrimin, bu devrimin gelişme hızının ve birlikte getireceği koşulların her şeyi tamamen değiştirebileceğini hiç kuşkusuz unutmuyoruz. Bugünkü uluslararası durum gösterecektir ki, geçici ve istikrarsız da olsa bir denge sağlanmıştır. Bu denge içinde, emperyalist güçler, bütün nefretlerine rağmen, Rusya’ya saldırı isteklerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Çünkü kapitalist dünyanın bölünmesi sürekli olarak yaygınlaşmakta, kapitalistlerin birliği yok olmakta; buna karşılık, nüfusu bir milyarı aşan sömürgelerdeki güçlerin ayaklanması, yıldan yıla, aydan aya, hatta haftadan haftaya giderek hızlanmaktadır. Ancak, bu görünüşe bakarak, herhangi bir hesaba giremeyiz. Biz şimdi uluslararası devrim konusunda, ekonomik politikamız kanalıyla etken olmaya çalışıyoruz. Bütün ülkelerdeki emekçilerin gözü ayırımsız olarak, Sovyet Rusya Cumhuriyeti’ne çevrilmiştir. Bu durumun gerçekleştirilmesi başarılmıştır, işte bu nedenle bizim ekonomik yanlışlarımızı ve güçsüz yanlarımızı yakalamaya çalışıyorlar. Bu alandaki mücadele artık dünya çapında yürütülüyor. Bu sorunu, çözümlediğimiz anda, uluslararası zaferi kesinlikle elde etmiş olacağız.” (Age, sf. 210)
1919 Martı’nda patlayan ve Ağustos başında yenilen Macar devrimi ile Sovyet Rusya’nın ilişkisi, enternasyonal yaklaşım, görev ve taktiklerle karşılıklı yardım sorunu da hemen hemen Almanya ile olana benzer şekilde oluştu. Bolşevikler Macar Devrimi’ne de silahlı bir yardımda bulunmak dışında hemen her türlü desteği sağladılar. Emperyalist müdahale ve sürmekte olan iç savaş koşulları daha fazlasına izin vermedi. Ama Lenin’in dediği gibi, Macar devrimi açısından da “bir tek ülkenin yapabileceği her şey yapılmıştı.”
Stalin, Lenin’in enternasyonalist tutumunu, iki yönünü de dikkatle göz önünde bulundurarak sürdürmekten başka bir şey yapmadı. Ama gerek Lenin’in öngördüğü şekilde önce devlet kapitalizmini sürdürerek, sonra da tarımda kolektifleştirme aracılığıyla sosyalizmi inşa eder ve tek ülkede tutunmaya ve “yardım gelinceye kadar” dayanarak tek ülkede sosyalizmin zaferini sağlamaya çalışırken, gerekse İkinci Dünya Savaşı koşullarınca ispanya ve Yunanistan’a ancak elden geldiğince (silahlı gönüllülerin, Bolşevik partizanların binlerle, örneğin ispanya iç savaşına katılmasına kadar) yardım ederken Lenin’in taktiğiyle hiçbir zaman uyuşmamış Trotsky ve Trotskistler tarafından sürekli ulusalcılık, dünya devriminin çıkarlarını Rus devletinin çıkarlarına tabi kılma ve ekonomizm ile eleştirildi. Oysa Stalin yalnızca Lenin’in yolundan ilerlemişti. Trotsky ve Trotskistlerin tüm eleştirileri tamamen ve aslında açık olarak Lenin’e yönelikti. Zamanında Trotsky, Lenin’i söz konusu taktikleri uygulaması açısından eleştirmiş, ama gerçekler karşısında deri gidememiş eleştirilerini geri alır görünmüştü. Lenin’in hıncını, sonradan Stalin’den çıkarmaya kalkıştı. Akıllı davranamadı. Boş lafın ve kara çalmanın ötesinde Stalin’in konuyu ele alan şu yaklaşımında Lenin’e aykırı ve yanlış kim ne buluyorsa beri gelsin:
“Dünya devriminin, bir dizi yeni ülkenin emperyalist devletler sisteminden devrimci ayrılma yoluyla gelişmesi en olasıdır; bu arada bu ülkelerin proleterleri, emperyalist devletlerin proletaryası tarafından desteklenecektir, ilk ayrılan ülkenin, ilk muzaffer ülkenin daha şimdiden, diğer ülkelerin işçileri ve emekçi kitleleri tarafından destekleneceğini görüyoruz. Bu destek olmadan bu ülke ayakta kalamazdı. Hiç kuşkusuz, bu destek güçlenecek ve artacaktır. Ama hiç kuşku yok ki, ilk muzaffer ülkede sosyalizm ne kadar eksiksiz bir şekilde pekiştirilirse, bu ülke ne kadar hızlı bir şekilde dünya devriminin daha da geliştirilmesi için bir üs haline, emperyalizmi daha da parçalamanın kaldıracı haline dönüşürse, dünya devriminin gelişmesi, bir dizi ülkenin emperyalizmden ayrılması süreci o kadar hızlı ve tam olacaktır.
Kendini kurtaran ilk ülkede, sosyalizmin nihai zaferinin, birden fazla ülkenin proleterlerinin ortak çabaları olmaksızın imkânsız olduğu önermesi doğru ise, aynı şekilde, ilk sosyalist ülke tarafından tüm diğer ülkelerin işçilerine ve emekçi kitlelerine verilen destek ne kadar etkin ise, dünya devriminin bir o kadar daha hızlı ve tam gelişeceği de doğrudur.
Bu destek ifadesini nerde bulmalıdır?
Birinci olarak, muzaffer ülkenin, ‘devrimin bütün ülkelerde geliştirilmesi, desteklenmesi, körüklenmesi, için tek ülkede yapılabilecek şeyin en fazlasını yapmasında’ ifadesini bulmalıdır. (Lenin)
İkinci olarak, bir ülkenin ‘muzaffer proletaryasının’, ‘kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkesinde sosyalist üretimi örgütledikten sonra kendini diğer kapitalist dünyanın karşısına koyması ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekip, onlarda kapitalistlere karşı ayaklanmayı körüklemesi ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletine ve hatta silah zoruyla bile harekete geçmesinde’ ifadesini bulmalıdır. (Lenin)
Muzaffer ülkenin desteğinin karakteristik özelliği, yalnızca diğer ülkelerde proleterlerin zaferini hızlandırmasında değil, ama aynı zamanda, bu zaferi kolaylaştırması sayesinde, aynı zamanda ilk muzaffer ülkede sosyalizmin nihai zaferini sağlama almasında yatmaktadır.
Dünya devriminin gelişme seyri içinde, tek tek kapitalist ülkeler biçiminde emperyalizmin merkezlerinin ve tüm dünyada bu ülkelerin sisteminin yanı sıra, tek tek Sovyet ülkeleri biçiminde sosyalizmin merkezlerinin ve tüm dünyada bu merkezlerin bir sisteminin ortaya çıkması en olasıdır ve bu iki sistem arasındaki mücadele, dünya devriminin gelişme tarihini dolduracaktır.
Çünkü diyor Lenin, ‘sosyalizmde ulusların özgür birleşmesi, sosyalist cumhuriyetlerin geri kalmış devletlere karşı az çok uzun süren ve inatçı bir mücadelesi olmaksızın olanaksızdır.’
Ekim Devrimi’nin dünya çapındaki tarihsel önemi, onun yalnızca bir tek ülkenin emperyalizminin sistemini yarma büyük inisiyatifinden çıkmasında ve emperyalist ülkeler okyanusunda sosyalizmin ilk anayurdu olmasında değil, ama aynı zamanda dünya devriminin ilk aşamasının ve dünya devriminin daha da geliştirilmesi için bir üs oluşturmasında yatmaktadır.”(Stalin, Eserler VI, sf: 358-359)

Şubat 1994

Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği

Lenin’in kısaca “iki Taktik” olarak adlandırılan bu eseri, Rusya’nın devrimci bir kaynaşma döneminde bulunduğu 1905 yılının Temmuz ayında yayınlanmıştır. Bu eserinde Lenin, devrimin yaşamsal kıldığı taktik sorunları parlak ve açık bir şekilde çözümlemesinin yanı sıra, 1905 Devrimi’nin pratiği içinde devrim ve sınıf mücadelesi teorisini geliştirmiş; burjuva demokratik devrim, silahlı ayaklanma, proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü, burjuva demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş sorunlarında Marksizm’i geliştirerek içine girilmekte olan emperyalizm çağının Marksizm’i olarak Leninizm’in önemli temellerini ortaya koymuştur.
Rusya’da 1900-1903 krizinin ardından patlayan Rus-Japon savaşı, bu krizi daha da derinleştirdi. Çarlık, savaşı, devrimi boğmak ve kendi konumunu pekiştirmek için kullanmayı umarken, aksi sonuçlar ortaya çıktı. Çarlık Rusyası’nın Japonlar karşısındaki yenilgisi, geniş emekçi tabakalarda ve özellikle çara büyük bir saflıkla bağlanmış köylülükte çarlığın çürümüşlüğünün sezgisel de olsa bilince çıkarılmasına vesile oldu. Uzun yıllar boyunca şiddetle boyun eğdirilmiş yığınlar, bu uzun sancılı boyun eğişin intikamını alırcasına görülmemiş yaygınlık ve sertlikte eyleme geçti ve devrim kasırgası, bütün emekçi sınıfları kucaklayarak boydan boya Rusya’ya yayıldı. 9 Ocak’ta(yeni takvimle 22 Ocak), sayılan 150 bine yaklaşan işçi, Rusya’nın en önemli sanayi kenti Petersburg’da, bir ajan-provokatör olan Papaz Gapon’un önderliği altında Kışlık Saray’a yürüdü. Çar, ellerinde kendi resimlerini taşıyan ve taleplerini bir dilekçe halinde kendine sunmak isteyen işçilerin üzerine ateş yağdırdı. “Kanlı Pazar” olarak adlandırılan bugün, işçilerin çara olan inançlarının da kurşuna dizildiği gün oldu. Grevler birbirini izledi. Köylü isyanları bütün Rusya’da görülmedik bir yaygınlık kazandı. Bir devrim için bütün belirtiler mevcuttu. “Yönetenler eski tarzda yönetemiyor, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyordu.”
Rusya, çok açık bir şekilde devrime doğru gidiyor, çarlık bütün çürümüşlüğü ile çatırdıyordu. “Devrim bir olgu haline gelmişti. Devrimi görmek için artık devrimci olmaya gerek yoktu.” Öyle ki devrim kavramından ödü kopan liberaller bile artık “devrimci”ydi! Lenin’in ifadesiyle “burjuva liberal fahişeler devrim çarşafıyla örtünmeye çalışıyorlardı. Bu durumda bütün sınıfların olduğu gibi proletaryanın bilinçli temsilcileri Sosyal-Demokratların da, içine girilen bu devrim döneminde tutumlarını netleştirmeleri bizzat olgular tarafından zorunlu kılınmaktaydı.
Devrimin yaklaştığını gören çarlığın taktiği, bu devrim dalgasının karşısına göstermelik bir meclisle, Bulygin Duması dalgakıranıyla çıkmak oldu. Liberal burjuvazi ise, bir yandan devrimci görünmeye çalışırken, diğer yandan devrimi, çarlıkla pazarlık masasında küçük ödünlerle satmanın hesabım yapıyordu.
Politika sahnesinde bu iki güç dışındaki temel güç olan proletaryanın, devrim karşısındaki tutumu ne olacaktı? Bu sorun, ivedi olarak çözüme kavuşturulmalıydı.
Fakat bu sıralarda Rusya Sosyal-Demokrat işçi Partisi, ortak bir program ve taktikler etrafında irade birliğine sahip yekpare bir parti değildi. Resmi olarak aynı partinin çatısı altında bulunmalarına karşın, Bolşevikler ile Menşevikler arasında temelli görüş ayrılıkları vardı. Bu ayrılığın kökleri, ekonomizm dönemine kadar uzanıyordu. Buna karşın devrim karşısında açık bir tutum takınmak, taktikler saptamak için Bolşevikler, bütün bu konularda tutum belirlemek üzere bir kongre toplanması talebinde bulundular. Menşeviklerin bu talebe olumlu cevap vermemesi üzerine; Bolşevikler, Mayıs 1905’de Londra’da topladıkları RSDİP Üçüncü Kongresi’nde, devrimin can alıcı bütün sorunları karşısında açık bir tutum ve taktik çizgi saptadılar. Bu kongreye katılmayan Menşevikler ise aynı sırada Cenevre’de bir Konferans topladılar, Bolşevik Kongre ile Menşevik Konferans, birbirinden tamamen farklı kararlar aldılar ve Üçüncü Kongre, Menşevikleri “partiden ayrılmış olan kesim” olarak tanımladı.
İşte Lenin, “İki Taktik”i, Üçüncü Kongre’de alınmış olan kararlan açıklamak, Kongre ile Konferans’ın almış olduğu kararları karşılaştırmak, devrimde proletaryanın bilinçli rolünü üstlenmesi için izlemesi gereken hattı ortaya sermek amacıyla kaleme aldı. Lenin, eserin önsözünde şunları söylüyordu:
“Devrimin bizi ve halk yığınlarını eğiteceğinden kuşku yoktur. Ama militan bir siyasal partinin şimdi karşı karşıya olduğu sorun, bizim devrime herhangi bir şey öğretip öğretmeyeceğimiz sorunudur.”
Proletarya, Sosyal-Demokrasinin bilinçli yönetimi altında devrime neler öğretmeliydi, bu devrime damgasını nasıl vurabilirdi?
Bolşevikler ve Menşevikler, yaklaşan devrimin, niteliği bakımından bir burjuva devrimi olduğunda hemfikirdiler ama bunun dışında tamamen karşıt görüşlere sahiptiler. Silahlı ayaklanmanın örgütlenmesi, çarlığın devrilmesi, geçici devrimci hükümet sorunu, köylülük ve liberal burjuvazi karşısındaki tutum konularında Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki derin görüş karşıtlığı, bu iki fraksiyon arasındaki görüş ayrılıklarının (diğerlerinin yanı sıra Kautsky’nin göstermek istediğinin aksine) yapay gerekçelere dayanmadığını ve kopuşmanın zorunlu olduğunu ortaya koyuyordu.
Menşevik Konferans’ın taktiği, devrimin bir burjuva devrimi olması doğru öncülünden yola çıkıyor ve son derece yanlış sonuçlara varıyordu. Proletarya bu devrime katılacaktı, ama bu devrim mademki bir burjuva devrimidir, doğallıkla başı da burjuvazi çekmelidir. Bu bakımdan köylülükle değil burjuvaziyle ittifak kurulmalıdır. Proletarya, burjuvaziyi ürkütecek “keskinlik”lerden sakınmalıdır, çünkü aksi halde burjuvazi devrimden yüz çevirebilir ve böylelikle devrimin kapsamı daralır.
Menşevikler, silahlı ayaklanmayı, çarlığın yıkılmasının ve devrimin zaferinin bir yolu olarak onaylıyorlardı ama “devrimin kesin zaferi”nin mutlaka çarlığın yıkılması anlamına gelmediğini, çarın toplayacağı bir kurucu meclisin de devrimin zaferi anlamına gelebileceğini savunarak, emekçilerde çarlığın göstermelik Duma toplama girişimi karşısında bir beklenti oluşmasına hizmet ediyorlardı.
Silahlı ayaklanmanın zaferinden sonra kurulacak geçici devrim hükümetine proletarya katılmamalıydı. Menşevikler, bu görüşleri için oldukça “devrimci” gerekçeler ileri sürüyorlardı: Bu hükümet sosyalist bir karakter taşıyamayacağı için proletarya bu hükümete katılmamalıydı. Ama asıl önemli gerekçeleri şuydu ki, burjuvazi, devrimden yüz çevirebilir, devrimin kapsamı daralırdı. Proletarya eleştiri özgürlüğünü korumalı, hükümete alttan baskı yapmalı ve “aşırı devrimci muhalefet partisi” olarak kalmalıydı! Menşevikler, Konferanslarında, partinin asgari programının en önemli taleplerinden biri olan demokratik cumhuriyetin ise hiç sözünü etmiyorlardı. Böylelikle onlar, liberal burjuvazinin basit bir yedeği durumuna düşüyorlardı.
Bu taktik çizgiye karşı Bolşeviklerin Üçüncü Kongre’de aldıkları kararlara göre ise; Kuşkusuz yaklaşmakta olan devrim, burjuva demokratik bir devrimdir. Ama bu devrim, proletaryanın önderliği altında gelişmelidir. Çünkü devrimin kesin zaferini, yalnızca proletarya garanti altına alabilir; yalnızca o, burjuvazinin devrimin kazanımlarını meşruti bir monarşiyle sınırlandırma girişiminin önüne geçebilir. Eğer proletarya, devrimde önder rolü oynayarak köylülüğü yanına çekebilirse ve burjuvazinin uzlaşmacılığını etkisiz kılabilirse, devrimi sonuna kadar götürebilir, demokratik bir cumhuriyetin doğmasına yol açabilir. Ancak bu yolla siyasal özgürlük kazanılabilir, proletaryanın acil talepleri gerçekleşir ve böylece onun azami programı olan sosyalizme geçilebilir.
Çarlığın yıkılarak demokratik cumhuriyetin kurulması için izlenecek yol, halkın silahlı ayaklanmasıdır. Bu yol, “çürümüş organın en çabuk biçimde kesilip atılması” yoludur. Bu ayaklanmanın ardından doğacak iktidar, proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür. Proletarya devrimin kazanımlarını garanti altına almak ve demokratik devrimden sosyalist devrime geçişin koşullarını yaratabilmek için geçici devrimci hükümete katılabilir ve uygun koşullarda katılmalıdır.
Devrimin hedefi, herhangi türden bir meclis değil, geçici devrimci bir hükümetin güvencesi altındaki gerçekten kurucu olan, gerçek siyasal özgürlüğü sağlayacak olan bir meclistir. Liberal burjuvazinin devrimden yüz çevirmesi devrimin kapsamını daraltmaz; aksine, devrimin gerçek kapsamına ulaşmasına yol açar. Devrimin kaderi, liberal burjuvazinin tecrit edilebilmesine, köylülük üzerindeki etkisinin kırılmasına bağlıdır.
Lenin, Bolşeviklerin taktik çizgisini genelleştirerek şu ünlü ve genel formüle ulaşır: “Proletarya, kuvvet yoluyla otokrasiyi ezmek ve burjuvazinin tutarsızlığını etkisiz hale getirmek için köylü yığınlarıyla ittifak kurarak, demokratik devrimi sonuna kadar götürmelidir. Proletarya, kuvvet yoluyla burjuvazinin direncini kırabilmek için, köylülüğün ve küçük burjuvazinin kararsızlığını etkisiz hale getirmek için, halkın yan-proleter unsurlarıyla ittifak kurarak sosyalist devrimi başarmalıdır.”
Bu formülden de anlaşılacağı gibi, Lenin’in “İki Taktik” eseri, çıkış noktası 1905 Devrimi üzerine Menşeviklerle yapılan bir taktik tartışması olsa da, gerçekte bir taktik tartışmasının kapsamım çok fazla aşan bir içeriğe sahiptir.
Lenin’in “iki Taktik” eserinin önemini iki yönden ele alabiliriz. Birinci olarak: Eser, Lenin’in taktik dehasının örneğidir. O, yaklaşan devrimin özelliklerini, Rusya’daki sınıflar arasındaki ilişkileri çok önceden sezmiş, devrimin bütün yakıcı sorunları karşısında proletaryanın taktik çizgisinin ne olması gerektiğini ortaya koymuştur. Somut koşulların ortaya çıkardığı problemleri dâhice çözmüş, çarlığın gireceği manevraları, liberal burjuvazinin devrimi satma hesaplarını, Rusya’daki sınıflar-arası çatışmanın özelliklerini, proletaryanın iktidara damgasını vurmasının olanaklarını, devrime uygun düşen ve yığın hareketi içinde filizlenen genel siyasi grev, ayaklanma gibi mücadele ve çeşitli örgüt biçimlerini ustaca genelleştirmiş olması bakımından Rus devriminin politik ve pratik sorunlarına devrimci bir çözüm geliştirmiştir.
Lenin’in “iki Taktik”te ve bütün 1905 Devrimi boyunca ortaya koyduğu, önerdiği taktikler, ayaklanmanın ve sokak çatışmalarının nasıl yürütüleceğine ilişkin son derece pratik öneriler, hiç bir şekilde rasgele önerilmiş şeyler değildi. Lenin, daha 1904 yılında devrimin gelmekte olduğunu saptamış ve o sırada sürgünde bulunduğu Cenevre’de, ayaklanma, gerilla savaşı gibi sorunlardan bu işin teknik yönetimine kadar bir çok sorunla yakından ilgilenmiş, birçok eser incelemiştir. O, “bütün zamanların en büyük ihtilalcisi” olarak adlandırılmayı hak ederek sadece devrimin genel gidişini saptamakla kendini sınırlamamış, doğrudan ayaklanmanın yönetimi sorunlarıyla, teknik hazırlıklarla ilgilenmiş ve devrimi bizzat yönetmek için Rusya’ya hareket etmiştir. Bu bakımdan “iki Taktik”te ortaya konan görüşler ve pratik önerilerin zengin bir arka planı vardır. İkinci olarak: Kitabın adının yaptığı çağrışıma ve kitabın yazılmasına kaynaklık eden sorunlara bakıldığında, bu eserin, Lenin tarafından o sıralar resmi olarak Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin bir kanadı olan Menşeviklerin devrim karşısında aldıkları taktik tutumlara karşı, Bolşevik kanadın taktik tutumunu açıklamak ve temellendirmek amacıyla yazıldığı düşünülebilir. Bu, kuşkusuz doğrudur ama kitabın gerçek içeriğini açıklamak bakımından son derece eksiktir! Eser aynı zamanda ve esas olarak Marx ve Engels’te ancak temelleri bulunan ya da başka bir ifadeyle, onların düşüncelerinin mantıksal bir sonucu olan düşünceleri işlemiş, geliştirmiş, henüz doğrudan sosyalizm aşamasına gelmemiş ülke devrimleri için evrensel değerde teorik çözümlemeler getirmiş, bu devrim ile sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur.
Lenin’in geliştirdiği ve Marksizm’in hazinesine kattığı bu teori, burjuva demokratik devrime proletaryanın önderliği, burjuva demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş teorisidir. Lenin’in bu teorisi, aynı zamanda uluslararası oportünist akıma yöneltilmiş bir eleştiriydi de. Çünkü birçok Avrupa partisi, demokratik devrimi sadece burjuvazinin önderliği altında düşünüyor, sosyalist devrimin ise ancak proletaryanın nüfusun çoğunluğunu oluşturmasından sonra girişilebilecek bir eylem olarak görüyorlardı. Lenin’in, önemle üzerinde durduğu siyasal genel grev, Batı Avrupa partilerinin dağarcığında bulunmuyordu.
Lenin, bu eserinde, gerek Rus devriminin deneyine gerekse bütün Avrupa devrimlerinin deneyine dayanarak, bu devrimlerin ortaya çıkardığı özellikleri genelleştirerek her zaman ve her ülke için geçerli bu eşsiz devrim tanımına da varmıştır: “Yeni üretim ilişkilerine uygun düşmeyen ve bu ilişkilerin iflasına yol açtığı eskimiş siyasal üstyapının, belli bir anda, zor yoluyla yıkılmasıdır. ” …
Eğer teori, uluslararası işçi hareketinin deneylerinin genelleştirilmiş bir ifadesi ise, Lenin, eserinde, odağında Rus devriminin bulunduğu, ama bütün burjuva devrimlerinin, önemli işçi hareketlerinin ve 1871 Paris Komünü’nün incelenmesi üzerinde kapsamlı teorik sonuçlara; bu bakımdan evrensel sonuçlara varmıştır.
Lenin’in “İki Taktik”te ayrıntılandırdığı bu genel plan, 1917 Şubatı’na kadar geçerliğini korumuş ve doğruca Rus devriminin gelişimi içinde doğrulanmıştır. Bazıları, Lenin’in geliştirdiği stratejik planın özgün bir tarzda 1917 Şubatı’nda gerçekleşmiş olmasını kavrayamayarak, Lenin’in 1905’de söylediklerini Şubat Devrimi sonrasında değiştirdiği gibi bir sonuç çıkarmışlardır. Gerçekte Lenin’in teorisi, tarihsel özgünlükler içinde gerçekleşmiş, proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik iktidarı bizzat Sovyetlerin şahsında, resmi olarak değil ama fiili olarak gerçekleşmişti. Lenin’in “aşamalı devrim”i terk ederek Troçki’nin söylediklerine geldiği şeklindeki çarpıtmanın bu bakımdan hiç bir gerçeklik değeri yoktur. Lenin, hiçbir şekilde ve hiç bir yerde “iki Taktik”teki demokratik devrimin genel şemasına ilişkin görüşlerini değiştirmemiş, 1917 Şubatı’ndan sonra da bunu açıkça belirtmiştir. Şubat Devrimi sonrasında devrimin temel taleplerinin gerçekleşmemiş olmasından kalkarak eski tezlerde ısrar eden Bolşeviklere karşı, Lenin şunları söylüyordu:
“Bolşeviklerin (“İki Taktik”te formüle edilen-ÖD) fikirleri ve sloganları, bütünü içinde, tarih tarafından tamamıyla doğrulanmışlardır; ama somut gerçek olaylar, bizim önceden görebildiğimizden başka şekilde oldu; daha özgün ve daha çeşitli biçimde geçti.”
” ‘Proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı’, Rus devriminde daha önceden gerçekleşmiş (belli bir biçimde ve belli bir noktaya kadar) bulunuyor, çünkü bu formül, yalnızca sınıflar arasındaki ilişkiyi öngörüyordu, bu ilişkiyi, bu işbirliğini gerçekleşti ren somut siyasal bir kurumu değil. Yaşamın gerçekleştirdiği ‘işçi ve asker vekilleri Sovyetleri’, işte, proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü.”‘ (Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınlan, Ağustos 1989, sf 24)
“İki Taktik”te geliştirilen tezler, uluslararası işçi hareketi içinde sürekli tartışılan bir konu olagelmiştir. Bir yandan bu eserde ortaya konan görüşlere “tümüyle Rusya’ya özgü” deyip sırt çeviren, diğer yandan, bu eserde ortaya konan Rusya’ya özgü ve bu bakımdan genelleştirilemez görüşleri de demokratik karakterli her devrime uygulamaya kalkışanlara karşı, gerçek Leninistler sürekli mücadele etmişlerdir. Lenin’in burjuva demokratik devrim konusunda geliştirdiği bu teoriden yola çıkarak, bütün burjuva demokratik devrimlerin 1905 Rus Devrimi’nin bir kopyası olacağı şeklindeki yanlış anlayışı, Stalin birçok kereler eleştirmiştir. Lenin’in eserinde bütün burjuva demokratik devrimler için genelleştirilebilecek tezlerin yanı sıra, Rusya özgülü için ortaya konmuş görüşler de vardır ve kuşku yoktur ki, her devrimin o ülkenin nesnel koşullarınca belirlenen özgünlükleri olacaktır.
Not edilmesi gereken bir nokta da şudur ki, demokratik devrimin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, görevlerinden biri de antiemperyalist mücadeledir.
Demokratik görevlerin baskın bir nitelik taşıdığı Türkiye açısından, “iki Taktik”in incelenmesi özellikle önemlidir. Türkiye’de bu sorun, TÎP-MDD arasındaki yanlış temellendirilmiş demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmasına dayanan yanlış bir tartışmanın konusu yapılmış, bu tartışmalarda TİP’in ya da MDD’nin yaklaşımı doğru bir öncül kabul edilerek teoriler bina edilmiştir. Bu tartışmanın doğru bir tarzda yürütülmesi bakımından da “iki Taktik”, temel başvuru kaynaklarından biri olmaya devam etmektedir.

(Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, V.t.Lenin, Sol Yay.  Çev: Muzaffer Erdost, Mayıs 1992)

Şubat 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑