Günlük dilde gençlikten söz edildiğinde, 14-26 yaş arasındaki kadın erkek tüm nüfus kastedilir. Ve sınıflı bir toplumda genç nüfus da, tıpkı gençlik dışındaki nüfus gibi, toplumsal sınıfların fertlerinden oluşur. Bu yüzden de gündelik dilde kullanıldığı şekliyle gençlik kavramının pek bir anlamı yoktur.
Marksizm bütün diğer sorunlara olduğu gibi gençlik sorununa da sınıflar mücadelesi perspektifinden yaklaşır. Bu nedenle de Marksistler, gençlik ve sorunlarından söz ettiklerinde emekçi sınıflar gençliğinden söz ederler. Ne var ki; kapitalist toplumda, emekçi gençlik de homojen bir kategori değildir. Tersine, emekçi sınıflar gençliği de, işçi, köylü, kentlerde değişik sektörlerde çalışan gençlik, lise ve yüksek öğrenim gençliği gibi, talepleri, örgüt biçimleri birbirinden farklı kesimlerden meydana gelir.
Kapitalist toplumda emekçi sınıfların gençliği, toplumun en dinamik, en atılgan kesimi olarak sınıflar mücadelesi içinde son derece önemli bir yere sahiptir. Daha da önemlisi gençlik, yaşlılardan farklı olarak düzen, din ve geleneklerin etkisiyle henüz yeterince katılaşmamış, ama onun gelişimini biçimlendirmeye çalışan bu baskılara karşı direnme eğilimindedir. Bu genel ortak özellik ve amaçlara karşın soruna daha yakından bakıldığında bu gençlik kesimlerinin de gerek devrim mücadelesindeki tutumları, gerekse mücadele ve örgütlenme sorunları birbirinden farklılık gösterir. Hele söz konusu olan gençlik kesimi yüksek öğrenim gençliği ise, bu kesimin sorunları emekçi sınıf kökenli diğer gençlik kesimlerinden çok daha farklı özellikler gösterir.
Türkiye’de 1960, özellikle de 1968’den bu yana yüksek öğrenim gençliği egemen sınıflar tarafından potansiyel rejim düşmanı olarak görülegelmiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak da, yüksek öğrenim gençliği baskı ve terörle sindirilmeye çalışılmıştır. Başlangıçta polis ve sivil faşist çetelerle sindirilmeye çalışılan gençlik, sonraki yıllarda derneklerin yasaklanması, yüksek öğrenim veren üniversite ve yüksek okulların yönetmeliklerinin yeni ceza maddeleriyle doldurulması, yurtların kışla disiplini içine sokulmasıyla denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Birer bilim kurumu olarak her türden baskıdan uzak kalması gereken yüksek öğrenim kurumları, sivil ve resmi polislerle doldurulmuş, öğrencilerin en masum istemleri bile idare-polis işbirliği ile şiddetle bastırılmıştır.
12 Eylül darbecilerinin başlıca hedeflerinden birisi de yüksek öğrenim gençliği olmuş, 70’li yıllarda anti-emperyalist, anti-faşist mücadele içinde yetişmiş öğrenci önderleri çeşitli yollarla (gözaltına alma, mahkûmiyet, okuldan atılma, okulu terk etmeye zorlama vb yollarla) gençlik yığınlarından koparılıp tecrit edilmeye çalışılmıştır. Baskı ve şiddetle sindirilen öğrenciler, dinci-faşist örgütlerin ideolojik etkisine bırakılırken, aynı zamanda devlet bütün imkânlarıyla bireyci bir dünya görüşünün yüksek öğrenim gençliği içinde yayılması için elindeki her olanağı kullanmıştır. Darbeciler giderayak yaptıkları yasa değişikleriyle öğrencilerin örgütlenmesini imkânsızlaştıracak sınırlamalar getirmişlerdir.
ANAP’ın yüksek öğrenim gençliğine yaklaşımı; bir yandan “sizi seviyoruz gençler” edebiyatının yüksek perdeden propagandası olurken, öte yandan cunta dönemini aratmayacak bir baskı ve terör olmuştur. Öğrencilerin örgütlenme ve hak arama mücadeleleri şiddetle bastırılmış, polis üniversitelerin sürekli denetçisi haline getirilmiştir. Dinci ve faşist örgütler devletin açık desteğinde pervasız bir biçimde açıkça örgütlenirken, ilerici, anti-emperyalist, anti-faşist gençlik çevreleri YÖK ve polisin baskısıyla sindirilmeye, tasfiye edilmeye çalışılmıştır.
‘60’lı yılların sonlarında dünyada esen anti-emperyalist fırtına, ‘70’li yıllarda anti-faşist mücadelenin şiddeti yüksek öğrenim öğrencilerini bu mücadelelerin içine sürüklemiş, mücadelenin yüksekliği pek çok hatanın, bu alandaki çalışmanın zaaflarının görülmesini, görülse bile tartışılmasını engellemişti. 12 Eylül darbesi sonrasında, anti-faşist mücadelenin yenilgisi, bütün diğer mücadele alanlarında olduğu gibi yüksek öğrenim gençliği içindeki çalışmanın da zaaflarını açıkça ortaya çıkarmıştır. 12 Eylül darbesinin tahribatı henüz tamir edilmeden, Gorbaçovculukla zirvesine varan anti-sosyalist kampanya yenilginin sonuçlarını daha da ağırlaştırmıştır.
Özgürlük Dünyası’nın 36, 37, 38, 39. sayılarında gençlik mücadelesi ve sorunları üstünde ayrıntılı bir biçimde durulmuştu. Bu yüzden bu yazıda orada değinilen sorunlara yeniden değinilmeyecek, sorunun sadece yüksek öğrenim gençliğini ilgilendiren yönü üzerinde durulacaktır.
Son 25 yıllık yüksek öğrenim gençliği mücadelesine bakıldığında, gençlik hareketinin zaman zaman geri çekildiğini ama kısa zamanda toparlanarak yeniden atılıma geçtiği görülür. 12 Eylül darbesi sonrasında ise, yüksek öğrenim gençliği mücadelesinin 80’lerin ikinci yarısında toparlanma belirtileri göstermesine karşın bir atılıma geçmeden yeniden geri çekildiğini, tarihinde görülmedik bir biçimde dinginleştiğine tanık oluruz. Soruna daha yakından bakıldığında, öğrenci gençlik hareketinin yüksek olduğu dönemlerin dünyanın çeşitli köşelerinde anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelelerin yüksek olduğu dönemler olduğu görülür. Ve yine, yüksek öğrenim gençliği içinde mücadeleye katılan kesimlerin, en azında kendilerince Marksizm, sosyalizm yanlısı oldukları, amaçlarının ‘sosyalist’ bir toplum olduğu görülür.
’80 sonrasında ise, bir yandan anti-emperyalist mücadelelerin hızı kesilmiş, öte yandan sosyalizm büyük bir prestij kaybına uğrarken emperyalist propaganda odakları “Ortodoks Marksist” çevreler dışındaki sosyalist eğilimleri de örgütsel dağınıklık ve moral bozukluğuna uğratacak bir biçimde üstünlüğü ele geçirmiştir. Kapitalizmin sosyalizme karşı üstünlüğünün kanıtlandığı, kapitalizmin kendi çelişmelerini aşarak olabilecek toplumsal düzenlerin en mükemmeli olduğu propagandası yüksek perdeden yayılırken, üniversitelerin çeşitli bilim dallarındaki kürsüleri de bu tartışmanın içine çekilmiştir. Muhalif öğretim üyeleri ve öğrencilerin burjuva ideolojisine kazanılması için, baskıdan ödüne kadar her yol ve yöntem denenmiştir. Bu durum, ilerici, demokrat öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğunu sindirip ‘yeni dünya düzeni’nin savunucusu haline getirirken, Marksist sosyalizmi değil de onun çeşitli burjuva yorumlarını benimseyen öğrenci gençlik yığınları içinde büyük bir moral çöküntüye yol açmıştır. Bu çöküntü, Marksist ve devrimci-demokrat gençlik çevreleriyle geniş yığınlar arasındaki zaten hayli yıpranmış ya da henüz kurulmaya başlamış cılız bağları da yok eden bir elken olarak rol oynamıştır.
Anti-emperyalist fırtınanın dinmesi ve sosyalizmin hırpalanıp itibar yitirmesi diğer gençlik kesimleri ve işçi sınıfı için de geçerlidir; ama işçi ve emekçi sınıfların mücadelesi toplumsal mücadelenin arka planındaki olumsuzluklardan öğrenci gençlik kadar etkilenmiş değildir. Nitekim işçi sınıfı mücadelesi zaman zaman yükselip zaman zaman alçalarak kendi yolunda yürüyor. Dahası, Türkiye işçi sınıf tarihinde hiç yaşamadığı boyutlardaki eylemlerle (Zonguldak, 3 Ocak, 100 bine yakın metal işçisinin grevi, Paşabahçe vb. direnişler) zaman zaman toplumsal ve politik gündemi belirliyor. Sendikasızlaştırma, kitlesel işçi kıyımlarına karşın işçi sınıfı mücadelesi ve memurların sendikalaşma çabaları emekçilerin ileriye doğru attıkları adımlar olarak mücadelenin belirleyici yönü olmaya devam ediyor. Sadece Türkiye’de değil Batı Avrupa’da da işçi emekçi sınıfların mücadelesi geçen 20 yıla göre daha ileri mevzileri zorluyor. Hatta liseli gençliğin mücadelesi bile hissedilir bir yükseliş içinde. Çok ağır baskı altındaki lise öğrencileri, keyfi okuldan atmalara, dayağa ve baskılara karşı mevzi de olsa başkaldırı eylemlerinde bulunuyor, küçük ama küçümsenmemesi gereken başarılar elde ediyorlar. Bu koşullarda yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesi de az çok yükseliş içinde olması gerekirken, tersine dağınıklık ve atalet giderek derinleşiyor. Bu durumun bir açıklaması olması gerekir ki; bu da yüksek öğrenim gençliğinin kendine has özelliklerinden gelmektedir.
Öyleyse, nedir yüksek öğrenim gençliğinin kendine has özelliği? Burada ona bakmak gerekiyor. Ama sorunun anlaşılması için üniversite ve akademik mücadele gibi kavramlar üstünde kısaca da olsa durmak gerekiyor.
Üniversitelerin kuruluşu, din ile bilimin ayrışmaya başladığı ortaçağın sonlarına rastlar. İlk üniversite öğretim üyeleri kaçınılmaz olarak din adamlarıydı; ama üniversiteler din-bilim çatışmasında, genellikle laik, bilimden yana tutum aldılar. Yani üniversiteler daha kuruluşlarından itibaren bilim yuvaları olarak biçimlendiler. İlk üniversiteler, doğa-bilim, felsefe, matematik, mantık ve ilahiyat gibi sınırlı dalda öğrenim veren kurumlardı. Ama o günün koşullan göz önüne alındığında ilahiyatı öteki bilim dallarıyla aynı seviyeye indirerek, bilim dallarından sadece biri haline getirmeleri bile, bilim lehine, büyük bir başarıydı. Toplum ve bilim ilerledikçe de üniversitelerin bilim kuruluşu olma nitelikleri daha açık hale geldi. Bilim ve sanatın çeşitli dallarında öğretim yapan, meslek eğitimi ve lisans ve lisansüstü programları uygulayan kurumlar olarak üniversiteler toplumun bilimsel bilgisinin toplanıp geliştirildiği kurumlar oldular. Yüksek öğrenimin yaygınlaşıp kitleselleştiği son yüzyıla kadar da üniversiteler yukarı sınıftan seçkin gençlerin eğitim gördüğü, statükocu merkezler olarak geliştiler. Üniversiteler, kapitalizmin tarihi boyunca, doğa bilimdeki gelişmelere öncülük ederken toplum bilim dallarında kapitalizmi aklayan kuramlar geliştirmeyi başlıca görev saydılar. Ama, onların amacından bağımsız olarak kapitalizm eleştirileri ve eleştiricileri de çıktı üniversitelerden. Dahası, araştırmacıların amaçlarından bağımsız olarak bilimlerdeki gelişme, metafizik idealizm ve kaba materyalist bilimsel yaklaşımlar karşısında diyalektik materyalizmin güç kazanmasına yol açtı.
Yüksek öğrenimin yaygınlaşmasıyla birlikte üniversiteler, yüksek sınıflardan gelen gençlerin yetiştirildiği birer seçkinler kurumu olmaktan çıkıp orta ve alt sınıflardan gelen gençlerin de öğrenim gördüğü kurumlar haline geldiler. Öğrenim yaygınlaştıkça da alt sınıflardan gelen gençlerin sayısı arttı ve üniversiteler toplumsal muhalefetin merkezlerinde birisi oldular. En başta Marksizm’e uzanan felsefi ekonomi-politik birikim üniversite çevrelerinde gelişip toparlandı. İlk Marksist aydınların önemli bir bölümü üniversite çevrelerinde yetişti. 20. yüzyılda özellikle geri kalmış ülkelerde bağımsızlık mücadelesinin ilk kıvılcımları üniversitelerde çaktı. Marksizm’in işçi sınıfı içinde kök salması, sosyalizmin dünya ölçüsündeki başarıları üniversitelerde Marksizm’in yaygınlaşıp bilim yöntemi olarak da kullanılmasının yolunu açtı. Pozitivizm, deneycilik, olguculuk gibi burjuva bilim felsefelerinin savunucuları karşısında üniversitelerde her zaman sayısı az da olsa diyalektik materyalist bilim yöntemini savunan bilim adamları varola geldi.. Daha da önemlisi, bilimde çığır açan her yeni buluş diyalektik ve tarihsel materyalizmin öngörülerini (evrim kuramı, izafiyet kuramı, enerjinin dönüşümü yasası, atomun parçalanması, termodinamiğin temel yasalarının kanıtlanması vb. gibi) doğruladı. Çok sayıda burjuva kökenli bilim ve sanat adamı Marksizm’i eylem kılavuzu olarak benimsedi ve proletaryanın davasına katıldı.
Üniversitelerin bilim merkezleri olmasının yanı sıra mesleki eğitim yapan kuruluşlar olma özelliklerinin gelişmesiyle birlikte, buralarda öğrenim gören geniş gençlik yığınlarının daha iyi eğitim görme ve güvenli bir gelecek isteği yüksek öğrenim gören gençler arasında yayılmış, böylece üniversite ve yüksek okullar sadece felsefi olarak değil pratik olarak da devrimci mücadelenin dayanaklarından birisi haline gelmişlerdir.
Demek ki, yüksek öğrenim kurumlarında düzene muhalefet iki temel üstünde yükselmektedir. Birincisi, üniversitenin bir bilim kuruluşu olmasından gelen ve gerçek bir bilimsel tutumun diyalektik materyalist dünya görüşüne denk düşmesi; bilimsel tutumda ısrar edilince kaçınılmaz olarak burjuva dünya görüşü karşısında proletaryanın dünya görüşü tarafında saf tutma zorunluluğu ki; bu, burjuvazinin çıkarları ile bilimsel gelişmenin ihtiyaçları arasındaki çelişme anlamına gelir. İkincisi ise; sayıları on binleri, yüz binleri, hatta milyonları bulan yüksek öğrenim gençliğinin daha iyi eğitim ve güvenli bir gelecek isteğinin kapitalizmin koşulları altında en azından pratikte imkânsız olmasından doğan mücadele zeminidir. Yüksek okul ve yüksek öğrenim gençliğinin konumuna ilişkin bu iki temel saptamaya bu alanda mücadeleye katılan kitlenin eğitim durumu da eklenirse alanın temel özellikleri tamamlanmış olur. Ki, bu da yüksek okul öğrencilerinin her hangi bir emekçi kitlesinden farklı olarak bir ‘aydın’ kitlesi olmasıdır. Bu son özellik bu alanda yürütülecek ajitasyon ve propaganda faaliyetinin niteliğini belirleyecek kadar önemlidir. Çünkü genel olarak işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar içinde yürütülecek ajitasyonun bu sınıf ve tabakaların taleplerinden kalkmak yeterlidir. Ve bu alanda çoğu zaman günlük talepleri kapsayan bir ajitasyon yığınlar içinde bir kaynaşma yaratabilir. Ama aydın çevrelerde yürütülen ajitasyon ve propaganda faaliyetinin taleplerden öle, derinlemesine bir propaganda faaliyetiyle birleşmesi, onların uzmanlık alanlarındaki tartışmaları da kapsayan bir biçim kazanması gerekir. Yani tartışmanın boyutlarının günlük çelişkileri aşıp, diyalektik materyalizmle idealizm, burjuva sanat akımlarıyla sosyalist gerçekçi sanat akımının, burjuvazinin, burjuva dünya görüşünün bilimsel gelişmeyi engellemesiyle materyalizmin bilimsel gelişmenin ufkunu sınırsız geliştirdiği gerçeğinin, bilim ve sanatlardaki gelişmelerden ve bu alanlardaki açmazlardan kalkarak açıklanmasına kadar genişletilmedikçe, bu alanda yürütülen ajitasyonun kazanıcı olması beklenemez.
İşçi ve diğer emekçiler, siyasal bilinçlerini bizzat kendi pratikleri içinde edinirler ve devrim mücadelesine katılan geniş emekçi yığınlar için ne kapitalizm ekonomi politiğini ne de Hegel ya da bir başka burjuva felsefe karşısında diyalektik materyalizmin daha bilimsel ve akla uygun olduğunu bilimsel verilerle kanıtlamak gerekmez. Tersine onlar yaşadıkları tüm yaşam güçlüklerinin kapitalist sistemden geldiğini anlamaları yeterli olur. Ama aydın için sadece yaşadıklarının kötü olması, ya da şu ya da bu dönemde sistemin adaletsiz olmasını görmesi yetmez. Mantıksal bakımdan da kapitalizmin çelişmelerinin, kapitalizmin insan toplumunun gelişmesine engel teşkil ettiğine ikna edilmesi gerekir. Bu ise, ajitasyon ve propaganda faaliyetinin yukarıdaki gibi, derinlemesine gerçekleştirilmesiyle olanaklıdır.
Ülkemiz tarihinde de ‘60’lı, ‘70’li yıllarda görüldüğü gibi, dış koşulların uygun olduğu durumlarda yüksek öğrenim öğrencileri ve aydın çevrelerde de sadece çelişkileri sergilemek onları heyecanlandırmak için yeterli olabilir. Ama dış etki yatıştığı zaman bu çevredeki heyecan da yatışır. Dahası, yüksek öğrenim gençliği için, okul bittiği ve kendisine az çok bir gelecek vadeden bir iş bulduğu zaman düzene muhalefet de biter. ’68 gençliği diye anılan gençlik kuşağının en namlı gençlik önderlerinden çok büyük çoğunluğunun öğrencilikleri bittikten bir kaç yıl sonra düzene adapte olmaları, ‘70’li yıllarda, pek çok üniversite öğrencisinin elde silah savaştıktan sonra, cezaevi ve sonrası yaşamlarında, çektikleri onca çileye karşın, düzene yamanmak için olağanüstü bir çaba göstermelerinin arkasında yatan en önemli etken düşünsel olarak düzenden hiçbir zaman kopamamış olmalarıdır dersek abartmış olmayız.
Eğer sorun sadece geçmişe ait olsaydı bu konuda bir şey söylemek gerekmezdi. Ama tersine, sorun kökleri geçmişte olan bugünün başlıca sorunudur. Ve gelişmelere yakından bakıldığında; üniversitelerde devrimci bir cephe oluşturulamamasının, varolan mücadelenin ortaya çıkardığı önderlerin kısa bir süre sonra yeniden sıradan öğrencilere katılmasının, bugün öğrenci kitlelerinin otonom örgütler aracılığı ile dış dünyanın sorunlarına kendilerini kapatarak gerçekte örgütsüzlüğü seçmelerinin ve kendilerine güvensizliğin arkasında yatan da aynı nedendir.
Yukardan beri söylenenler göz önüne alındığında; çağımızda yüksek öğrenim kurumları ve bu kurumlardaki öğrencilerin iki temel özelliği vardır. Birincisi, üniversitelerin, çağın biliminin toparlandığı ve yeniden üretildiği kurumlar olması, ikincisi ise bu kurumların emekçi sınıf kökenli, eğitim açısından tatmin edilememiş ve gelecek güvencesi olmayan geniş bir öğrenci çevresini barındırmasıdır dedik. Bu açıdan bakıldığında; burjuvazi, üniversite aracılığı ile bilimi kendi denetiminde tutmayı amaçlamakta ve az sayıda bilim adamıyla bu amacını gerçekleştirdiğinden öğrencilerin çok azı böyle bir olanağı elde etmektedir. Geniş öğrenci yığınları ise, sadece kendi dallarında burjuva sömürü mekanizmasının hizmetine koşulacak bilgilerle yetinmek zorunda kalırken, üniversiteye geliş amacıyla çelişen bir eğitim görmektedir. Üstelik üniversite diploması ona bir iş garantisi bile sağlamadığından geniş öğrenci yığınları tatminsizlik güvensizlik arasına sıkışmış, hayal kırıklığına uğrayan ‘yarı-aydın’ kitleler olarak ‘hayata’ hazırlanmaktadır. Bu başlıca özellikler, bu alandaki propaganda ve ajitasyonunun niteliğini, biçimini belirler, belirlemesi gerekir. Bu nitelik ve biçimin nasıl olması gerektiğine, ana hatlarıyla da olsa bir sonraki sayımızda değineceğiz ve ‘akademik mücadele’ kavramını bu yaklaşımla yeniden yorumlayacağız.
Aralık 1992