Cmuk Ve İç Harekât

CMUK’un TBMM’den süratle çıktığı günlerde, TSK, “Kuzey Irak operasyonu”nu sona erdirme aşamasındaydı ve Genel Kurmay Başkanlığı, harekâtın, artık “içedönük” olarak sürdürüleceğini açıklamıştı. “Harekâtın içe dönük olarak sürdürülmesi”nin ise, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırları dâhilinde kalan dağlarda gerillaya karşı savaşın sürdürülmesi anlamına gelmediği gene Genel Kurmay tarafından açıklanmış bulunuyor. Harekât, “PKK ve destekçilerine karşı bütün yurt sathında” planlanmış ve buna uygun olarak “eğitilmiş birlikler” hazırlanmıştı.
SHP-DYP koalisyonunun kuruluşu sırasında olduğu kadar, hükümetin icraatlarının eleştirildiği ya da değerlendirildiği her durumda da, “Demokratikleşme” ve “şeffaflaşma” kavramlarına, merkezi önem kazandırıldı.
Özellikle SHP iktidarına büyük umut bağlamış aydın kesimler ve bir kısım basın açısından, “şeffaflaşma” ve “demokratikleşme”, 12 Eylül 1980’den bugüne süren bütün gerici, anti-demokratik, faşist uygulamaların son bulacağı bir yeni dönemi simgeliyordu. DYP, lideri Demirel hakkında gene aynı çevreler tarafından yayılan “demokrat” imgesi sayesinde, bu beklentinin önemli bir unsuru olarak, SHP ile “aynı demokratik karakterde” ve “demokratikleşme için güven verici” bir parti olarak reklâm edildi. “Karakolların duvarları camdan olacak” şeklindeki slogan, DYP’nin seçim sırasındaki faaliyetinde önemli bir yer tutmuştu ve bu sloganın gerçekleşmesi SHP ile birlikte hükümet olmasıyla mutlaka gerçekleşecek bir vaat olarak vitrinin ön tarafına yerleştirildi.
“Şeffaflaşma” sloganının başlıca somut karşılığı olarak ise, “Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nda Değişiklik Tasarısı” (CMUK) gösteriliyordu. CMUK tasarısının yasalaşmasıyla birlikte işkence önlenecek, mahkeme tıkanıklıkları son bulacak, cezaevlerinde yaşanan sorunlar ortadan kalkacak, kısacası devlet ve “suçlu” arasındaki ilişkiler, “batı demokrasileri ölçülerine göre” düzenlenecekti. Bu kadar şamatayla reklâm edile CMUK tasarısı, daha ilk tartışmalarla birlikte, DYP içinde bir grup ve muhalefet partileri tarafından “terörizmi güçlendirecek bir tasan” olarak eleştirilmeye başlandı. “Polisin vazife yapma şevki kırılıyor”, “teröristlere konuşmama hakkı tanınıyor” gibi “değerlendirmeler”, bu sözde eleştirilerin başlıca motifiydi.
Sonunda CMUK, TBMM’den, “son defa biçimlendirilerek” çıkarıldı. Son biçimiyle CMUK’un getirdiği öne sürülen “işkenceyi önleyici reformlar”, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin görev alanına giren suçlarda uygulanmayacak. Böylece “reform yasası”, temel bir gerçeğin altım resmen ve yasa düzeyinde çizerek kamuoyu önüne çıkmış oluyor: DGM’nin görev alanına giren suçlarda “işkenceyi önleyecek yasa tedbirleri uygulanamaz”. Daha açık söylenecek olursa, DGM’nin görev alanı içinde polisin işkence yapması yasaya aykırı değildir!
Yasanın diğer önemli bir yanı, Adalet Bakanı Seyfi Oktay tarafından açıklanmıştır. Buna göre, CMUK, “Olağanüstü Mal Bölgesi” için ayrı hükümler getirmektedir. Özetle söylenecek olursa, “adi suçlular”, yani DGM’nin görev kapsamına girmeyenler için “susma ve avukatı eşliğinde ifade verme” gibi haklar getiren yasa, siyasi “suçlu”lar için ve bir bütün olarak Kürtler için işlemeyecektir.
Yasa tasarısı, demokrat ve devrimci basında birçok yönüyle ele alındı ve eleştirildi. Biz, bu içerikten çok, yasanın onun işlevini açığa çıkaran ve bir ucundan, “Olağanüstü Hal Bölgesi” kavramında kendisini ele veren bir ilişki üzerinde durmak istiyoruz.
CMUK’un TBMM’den süratle çıktığı günlerde, TSK, “Kuzey Irak operasyonu”nu sona erdirme aşamasındaydı ve Genel Kurmay Başkanlığı, harekâtın, artık “içe dönük” olarak sürdürüleceğini açıklamıştı. “Harekâtın içe dönük olarak sürdürülmesi”nin ise, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırları dâhilinde kalan dağlarda gerillaya karşı savaşın sürdürülmesi anlamına gelmediği gene Genel Kurmay tarafından açıklanmış bulunuyor. Harekât, “PKK ve destekçilerine karşı bütün yurt sathında” planlanmış ve buna uygun olarak “eğitilmiş birlikler” hazırlanmıştı.
Haftalık GERÇEK dergisinin haberine göre, iç harekâtın başlıca hedeflerini şunlar oluşturuyor: Kars, Antep, Iğdır, Adana, Erzurum ve Erzincan, “kırmızı bölge”nin sınırlan içine alınıyor. Bütün bölgede, dağ ile şehir, şehir ile köy arasındaki ilişkiler kesilecek, küçük yerleşim birimleri boşaltılacak. Cumhurbaşkanı Özal’ın deyimiyle “etnik grubun entegrasyonu” için önce askeri yöntemlerle, ağır bir “ezilme” sürecinin yaşanması, bunun yalnızca gerilla ile sınırlı kalmayan, “destekçi” olarak kabul edilen bütün halka, bütün bir demokrasi cephesine kadar uzatılması planlanıyor.
28 Aralık tarihli Milliyet gazetesi’nde Haslet Soyöz bir karikatür çizmişti. Demirci ve İnönü, büyük ve yeni bir halının altına, çöp gizliyorlar. Enflasyon, işsizlik, terör, KİT, üzerinde CMUK yazan halının altına süpürülüyor. Demirel: “Bu halıyı iyi akıl ettik ortak, pisliği göstermiyor” diyor İnönü’ye. Gerçekten, özellikle “İç harekât” planı ile ilişkisi içinde değerlendirildiği zaman CMUK’un başlıca işlevinin “pisliği örtmek” olduğu görülebilir. Ne var ki, CMUK, hem delik deşik bir halıdır, hem de örtülmesi düşünülen pisliğe göre çok küçüktür. Pislik, bütün kokusuyla, tozu dumanıyla, CMUK’u da kendi yığını arasında herhangi bir çöp gibi taşıyacaktır.

Aralık 92

Namık Tarancı için


Sen ve öncekiler, birer birer geçiyorsunuz
Yanı başımızdan her gece
Ve her gün biraz daha ısınıyor Şubat

KAPTAN ÖLDÜ! …
Serin seher yeliyle dalga dalga bir haber yayıldı. Bizleri, onun yoldaşlarını, vardiya çıkışında, kentin varoşlarından fabrikaya doğru akarken, ya da bir dağ başında tüfek çatmışken… aniden yakaladı: Namık öldü… Tarih: 20 Kasım ve daha sabah mahmurluğunu atamamışken üzerimizden…
Onun yanı başında mücadele etmenin mutluluğunu tatmış, onunla birlikte Diyarbakır vahşetini yaşamış bir yoldaşı olarak, Namık’la aynı idealleri paylaşan ama O’nu şahsen tanımayan kardeşlerime O’nu anlatmak istedim.
Namık Tarancı’nın yaşamını irdelemek, dersler çıkarmak biz Kürdistanlı Komünistler için önemlidir. İçinde bulunduğumuz tarihsel koşullar bunu gerektiriyor. Mücadelenin giderek sertleştiği, devrim ve sosyalizm davasına bu derece pervasızca saldırıldığı koşullarda Ondan öğreneceğimiz çok şey vardır. Onun yaşamı, devrim davasına bağlı her insan için bir hazinedir. Onun sağlam karakteri, mütevazı yapısı, sınırsız fedakâr tutumu komünistler için esin kaynağıdır.
Namık Tarancı, 1955’te Amed’de (Diyarbakır) doğdu. Çocukluk yıllarından itibaren ezilen, horlanan, itilip kakılan Kürt emekçilerinin yaşamına ortak oldu. Oturduğu semtte, burjuva-feodal eşraf takımı ile yoksul acı çekmiş işçi ailelerinin yaşamları arasındaki uçurumu şaşırarak izledi. Onun çocukluğu, Kürt kimliklerinden dolayı işkenceye uğrayan insanların feryatlarıyla yoğrulmuş ninniler ve öykülerle içice geçti. Yaşadığı ve tanık olduğu bu ezilmişlik, onun devrimci kişiliğinin şekillenmesinde önemli bir etken oldu.
Yüzüne ve bakışlarına oturan sertlik, ezilen Kürt ulusunun bir parçası olmasının imiydi sanki. Ama o ifadede, yine acı çeken, fakat bütün bu acılardan kurtuluşun gücünü eyleminde somutlayan bir sınıfın, proletaryanın, zaferine inançla karakterize olan komünist bir kişiliğin bütün belirtilerini de yakalayabiliriz.
O, düşmanları karşısında asla aman dilemeyi yeğlemedi, daima başını dik tuttu. Daha Çocukken baskı ve zulme duyduğu tepki giderek olgunlaştığında, daha bilinçli bir tercih yapmasını sağladı.
Namık, ortaokul yıllarında, duyumsadığı çelişkileri daha iyi görmeye başladı. Dünyada gelişen ulusal kurtuluş hareketleri, Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerini kaplamıştı. Türkiye ve Kürdistan’ı da içine alan bu ’68 devrimci kasırgası ve ‘71 Hareketi, çocukluktan gençliğe adım atan Namık’ın kafasındaki, her türden haksızlığa karşı tepkiyi içeren bilinç tomurcuklarının, düzenin kökten değiştirilmesinde ifadelenen, devrimci bilince sıçramasına yol açtı.
Namık, Deniz’in şahsında somutlaşmış sağlam devrimci kişiliği kendine rehber edindi. Deniz, Yusuf, Hüseyin’in idamı Namık’ta tarif edilmez derin izler bırakmıştı. Her vesile ile ‘71 dönemi sorgulandığında, Namık, Denizlerin inancını, kararlılığını, fedakârlıklarını, davaya bağlılıklarını vurgular, onlar gibi olunmasını isterdi. Sabır ve davaya inançlarını anlatırdı. 12 Mart döneminde, DDKO yargılamalarına tanık oldu. Kürt aydınları ile tanıştı. Çeşitli Kürt hareketlerinin ortaya çıkmasına, Kürdistan sorunun Türkiye’de canlı bir şekilde tartışılmasına katıldı.
Liseye gittiği yıllarda politik meselelere daha fazla ilgi duymaya başladı. Okulundaki faşist örgütlenmeye karşı mücadeleyi örgütleyenlerin başında geliyordu. Diyarbakır’da sivil faşist örgütlenme yavaş yavaş tehlikeli olmaya başladığında buna karşı mücadelenin daha sert olması gerektiğini vurguluyordu. Özellikle faşistlerin yuvalandığı, yatılı öğretmen okulu, Diyarbakır Lisesi, Eğitim Enstitüsü gibi yerlerde faşist örgütlenmenin dağıtılması için somut adımların atılması gerektiğini görüyor ve bunun için bütün enerjisini ortaya koyuyordu.
1974’de, Namık, artık örgütlü mücadelede karar kılmıştır ve THKO’nun bir taraftarıdır, o, artık KAPTAN’dır. Militan özellikleri ve yeteneği ile kısa sürede yükselen kitle mücadelesinde deney sahibi olmuş, tecrübeleri ile gençliğin önderi konumuna yükselmişti. Gençliğin ülke çapında merkezi kitle örgütü olarak kurulan YDGF’nin bir kolu olarak Diyarbakır YDGD’yi kuranların başında geliyordu. Namık YDGD’nin başkanı olmuştu. YDGD içinde emekçi gençlik bürolarının oluşmasında görev aldı. Gençliğin motor gücü işçi gençliğinin örgütlenmesinde çalıştı. Sanayi Sitesi, yani Seyrantepe’de çeşitli işyerlerinde çalışan çırakların örgütlenmesi için yoğun çaba harcadı. Derneğin açtığı bütün kampanyaların sürdürülmesine öncülük etti.
Bu dönemde (1978) Türkiye Kalkınma Vakfı’na bağlı süt fabrikasında çalıştı. Fabrikadaki devrimci çalışmalarını hiç aksatmadı. Sınıf kardeşleriyle kısa sürede kaynaştı. Bir yandan işçilerin sendikalaşmasına önayak olurken, bir yandan da bu muadele içinde öne çıkan birçok öncü işçiyi komünizme kazandı. Patronlar, “göze batan” Namık’ı işten attıklarında, tartışmasız fabrikanın bütün işçileri O’nu büyük bir üzüntüyle uğurladılar.
Diyarbakır’da GKB’nin kurulmasında büyük emeği vardır. Sayısız GKB hücresini yönetti. Pek çok genç komünist yetiştirdi. Organ hayatının korunmasında tecrübeliydi. Yoksul köylü gençliğinin örgütlenmesinde bizzat görev aldı. 1978 yılında Bismil’in Seyit Hasan köyünde yapılan torak işgaline katıldı.
YDGF’nin Kürdistan bölge yürütme kurulunda görev aldı. Sıkıyönetim şartlarında da gençliğin örgütlenmesinin mimarıydı. Sıkıyönetim şartlarında yarı legal örgütlenmenin gereklerinin anlatılmasında ve kavratılmasında tartışmalar yürüttü. Sürekli ve kesintisiz bir faaliyeti öngördü.
Kürdistan’ın tarihsel ve siyasal koşullan ile değerlendirilmesi için tartışmaların körükleyicisi oldu. Kürdistan’da militarist baskılara ve jenosit uygulamalarına karşı silahlanmanın ve silahlı kitle gösterilerinin örgütlenmesinde bizzat görev aldı. Artan polis saldırılarına çeşitli mücadele alanlarında yoldaşlara yönelik saldırılara karşı “her yoldaşa bir silah” perspektifini işleyen oldu. YDGD başkanlığı döneminde, polisin boy hedefiydi. Kendinden önce yoldaşlarını korumayı temel alıyordu. 1979’a gelindiğinde Diyarbakır’da Sıkıyönetim koşullarında, YDGD’nin faaliyeti artık yarı-legaldi. 27 Aralık 1979 yasadışı kitle gösterisini örgütleyenlerdendi. Kitle gösterisinde cesaretle haykıran ses Kaptan’a aitti. Saldırılar giderek yoğunlaşıyordu ve Namık bu dönemde, artık aranmaya başlamıştı.
Yoldaşlarına tarif edilemez bir bağlılığı vardı. 1980 başlarında iki yoldaşı ile birlikte tesadüfen bir evde yakalandı. Ama polis kendisini tanıyamadı. Soğukkanlı tavırları ve ustalığı ile polisi yanıltmayı başardı ve ellerinden kurtuldu.
O, büyük iş küçük iş ayırımı yapmadan büyük bir alçakgönüllülükle çalışırdı. Bir kille gösterisinde gür sesiyle yüzlerce insana hitap eden Namık’ı, ertesi gün gazete satarken ya da derneği süpürürken görebilirdiniz.
Partiliydi… Partili olmanın kendisine yüklediği ağır ama bir o kadar da şerefli sorumluluğun bilincindeydi. Tıpkı Süt Fabrikası’ndaki işçiliği gibi, yüzlerce işçiyi çatısı altında toplayan ve dev bir fabrika olan partinin sıradan ve çalışkan bir işçisiydi. Kürdistan koşullarına ayak uyduramayan, hantal, rantiye devrimciler, laf ebeleri Namık’ın gözüne görünemezlerdi. Bu unsurların ayıklanması işinde ciddi başarıların sağlanmasında tartışmasız rolü vardı. Devrimin geçici yol arkadaşlarına, yılgınların ikircikli tavırlarına asla taviz vermezdi.
1980’in ortalarında, diktatörlüğün yoğun saldırıları, kitlesel tutuklamaları, sistematik işkenceleri başlamıştı. Diktatörlük, semt semt operasyonlar düzenliyor, tek tek devrimci ve komünist avına çıkıyordu. Polis Saraykapı’da bir kahvehaneye yaptığı bir baskında bazı insanlarla birlikte Namık’ı da yakalamıştı. Namık’ı tanıyan bir polis şefi “Bu kez bizi kandıramazsın, çekirge bir sıçrar iki sıçrar, üçüncüsünde yakayı ele verir” demişti. Namık’ı yakalamanın sevincini yaşıyorlardı. Sorguda Namık’ın gür bıyıklarını kökünden söktüler, görülmemiş işkenceler uyguladılar. O her seferinde “Kahrolsun Faşist Diktatörlük” şiarı ile işkencecilerin suratlarına tükürdü. Devrim türküleri ve marşlarla sorgu odalarını çınlattı. Direniş destanı, tüm Diyarbakır’a yayıldı. Tutuklandı. 12 Eylül gününe kadar tutuklu kaldı. Cezaevi direnişlerine katıldı. Zindan mücadelesinde tecrübeler ve deneyimler kazandı. Tecrübe ve deneyimlerini, sorgu tavırlarını yazılı bir biçimde yoldaşlarına aktardı. Cezaevinden çıktığının ikinci gününde parti faaliyetinin sürdürülmesinde görev aldı.
12 Eylül faşist cuntasının işbaşına gelmesinden bir hafta sonra tekrar yakalandı. Bir ay boyunca ağır işkencelere maruz kaldı. Direniş türküleri devrimci şiarlarla sorguda ikinci bir destan yarattı. Devrimcilere yeni bir örnek sundu. İşkenceciler ondan YDGD üyeleri hakkında bile bir tek kelime alamadılar. Parti sırlarının korunmasında ustaydı. Parti tüzüğünde ye ralan “partinin izni olmadan hiç kimse parti ile ilgili açıklama yapamaz” ilkesine sonuna kadar bağlı kaldı. Bir komünist için sorgunun, cezaevinin, mahkemenin önemli mücadele alanları olduğunu, buralarda komünist geleneklerin sürdürülmesi gerektiğini her vesile ile söylerdi. Öyle yaşadı da. Partili ve genç komünistlerin bu konuda titizlikle eğitilmesi gerektiğini söyler, pratik (somut) adımlar; atılması için çaba harcardı.
Daha sonra tutuklanıp 5 Nolu Diyarbakır Zindanı’nda yattı. 1980 Aralık ayında başlayan faşist uygulamalara karşı direnişi örgütleyenlerdendi. 1980 13 Aralığında zindan koşullarında, idam edilen Erdal Eren yoldaşla ilgili eylemin örgütleyicisiydi. Marşların söylenmesine, sloganların atılmasına o öncülük etti. Aralıkta başlayan ve 3 Haziran 1981’e kadar süren direnişte yer aldı. Esat Oktay Yıldıran komutasındaki işkenceci güruhun hışmına uğrayanların başında geliyordu. İşkenceler karşısında eğilip, bükülmedi. Faşist uygulamalara karşı direnişi örgütleyenlerdendi. Teslimiyetçiliğe kişiliksizleştirmeye, itiraf ve ihanetçiliğe karşı tavır geliştirenlerin başında gelenlerdendi. 1981 ‘de direniş yenilgi ile sonuçlandığında içi acı ve hüzünle burkuldu ama inancında en küçük bir aşınma olmadı. “Sürekli direnerek yenilgi almak insanı belki pek etkilemiyor, ama bir komünist için gene de zordur” demişti, yenilgi günlerinde. “Komünistler her şart altında direnmeyi temel alır. Yerine göre geri çekilir, ama burada işkenceci katillere el açmak insan için yıkımdır” diyordu. Kendi hata ve zaaflarına karşı acımasızdı. Kendini koruma adına zaaflarını gizlemekten nefret ederdi. Düşmanın günlük tavırlarından sonuçlar çıkarır, geleceğe ilişkin tespitler yapardı. Zor koşullarda güncel siyasi gelişmeleri büyük bir dikkatle takip etmekten geri durmazdı. Zindan geleneğinin iyi değerlendirilmesi, yeni unsurlara aktarılması konusunda hep hassas oldu. Zayıflık gösteren unsurlarla da ilgilenir, onları karşı devrim safına bırakmayı hiç düşünmezdi.
Namık’ın 5 Nolu Diyarbakır Zindan Direnişinin yenilgisinin nedenlerini ortaya koyan saptamalarını okuyuculara aktarmayı bir borç biliyorum:
1. Genel olarak devrimci hareketlerin cezaevi direnişleri konusunda tecrübesizliği, bu konuda gerekli eğitimin yapılmamış olması ve deney ve tecrübelerinin aktarılmaması.
2. Sorgu ile başlayan, çözülme, dağılma, moral değerlerin zayıflaması, inançsızlık.
3. İdeolojik sağlamlığın olmayışı, liberal ve reformist etkilenmenin yarattığı karamsarlık.
4. Devrimci hareketler arasındaki ilişki kopukluğu, birliğin olmayışı, sübjektif yaklaşımlar, güvensizlik.
5. Sınıf yapısının sağlam olmayışı, küçük burjuva karakterin ağır basması, geri feodal ilişkilerden gelme, köylü karakteri taşıma, feodal değerlerin öne çıkması.
6. Karşı devrimin saldırılarının neye yol açacağını önceden görememe, sorgudan kaynaklanan psikolojik etki (korku)
7. Devrimi kolay görmenin yarattığı rehavetin etkisiyle zor karşısında inanç yitimi.
8. Direnişin kitleselliğini yitirmesi, azınlıkta kalması, düşmanın moral üstünlüğü ile bunu kendi lehine çevirmesi, ölümü göze alamama…
Bu ve buna benzer tespitler yapıyordu. Bunun dışında diğer yoldaşları ile birlikle gizli bir tarzda, koğuşta komün yaşantısını örgütlüyor, buna diğer devrimci grupları kalmaya çalışıyordu. Koğuşta iç disiplinin sağlanması, insanların denetlenmesi, zayıf insanların işlenmesi, ajanlaştırmanın ve itirafçılığın engellenmesi için özel görev dağılımını örgütlüyordu. Dışardan getirilen ajanların etkisizleştirilmesi, çalışma biçimlerinin öğrenilmesi için çaba sarf ediyordu. 1982 sonlarına doğru Malatya E Tipi Cezaevi’ne götürüldü. Burada faşist uygulamalara karşı direnenlerin yanında yer aldı. Kendini geliştirmeye çalıştı. Özel olarak şiir ve sanatla uğraştı.
1986’da tahliye olduktan sonra, birçok eski devrimci, “harcanmış” gençliklerine ağıt yakarak bir takım “yeni duyarlılıklar” keşfetmeye çalışırken, o, tereddütsüz olarak “devam” dedi. Fakat gericiliğin siyasal zoru altında şekillenen tasfiyecilik, devrimci komünist harekette de ağır yaralar açmıştı. O, birçok zorluğa katlanarak yaşamını sürdürmeye çalışırken, bir yandan da partisiyle bağlarını geliştirdi. O, işkence ve cezaevi koşullarında siyasal zor karşısında direndiği gibi, “kendi hayatını yaşamak”, “toplumu kurtarmadan önce kendini kurtarmak”, “yaşanmamış gençliğini yaşamak”… gibi bir dönem pek revaçta olan ve bir çok devrimciyi tüketen burjuva düşünce ve yaşam tarzı karşısında da çözülmedi. Kendi hayatını ancak örgütlü hayat içinde özgürce yaşayabileceğini gördü ve bu şekilde yaşadı.
Bir gazeteci olarak, Gerçek dergisinin Diyarbakır temsilciliğini üstlenirken de, aldığı kararın bilincindeydi. Diktatörlüğün, tekelci basın aracılığıyla diktiği yalan duvarlarını gerçeğin haberini yaparak delerken, hiç kuşkusuz, diktatörlüğün her türlü saldırısıyla karşılaşacağını biliyordu. Yaptığı işin, farklı biçimde de olsa, 17 yıllık devrimci yaşamı boyunca yaptıklarının bir devamı olduğunu biliyor, başka alanlarda ve başka şekillerde mücadele eden yoldaşlarıyla aynı savaş elbisesi içinde savaştığını aklından çıkarmıyordu.
Evet… Namık öldü! Bir komünist olarak yaşadı, bir komünist olarak öldü. O’nun Kürdistan toprağına dökülen kanı, ulusal özgürlük ve sosyalizm çiçeklerini sulayacak ve uğruna yaşamını verdiği sosyalizm davası, kendi ülkesinde zafer tacını giyecektir. Namık böyle inandı; inancı inancımızdır.
Bitirmeden son bir söz. Namık’ın, onun kavga arkadaşları olarak bizim aramızdaki adı KAPTAN’dı. Bir gemi kaptanı, geminin rotasını tayin eder, geminin her koşulda en sağlıklı şekilde denizde yol almasını sağlar. Koskoca okyanuslardan daha çetin ve dalgalı olan sınıflar mücadelesi denizinde Namık gerçekten bir kaptandı ve bu ad ona boşuna verilmemişti. Şimdi Kaptan aramızdan ayrılmış bulunuyor. Ama yüzlerce kaptanımız var. Ve biz Kaptan’ın anısı önünde söz veriyoruz:
GEMİ YÜRÜYECEK KAPTAN!

Aralık 1992

Kürt Ulusal Mücadelesinde Yeni Dönem

V. SİNAN

Namık Tarancı’nın sevgili anısına güzel yüzüne, güzel aklına…

Toplumsal süreçler, “yekpare ulusal hareket1 olgusunun, nesnel karşılığının bulunamayacağını, kaba bir tarihsel saptamada bulunacak olursak, burjuvaziyle ve diğer emekçi sınıflarla birlikte, sınıfsal çelişkilerin “süreç boyu” uzlaştığı ulusal hareketlerin, 20. yüzyılın ilk yarısında kaldığını gösteriyor. Ulusal burjuvaziler, “süreç boyu”, ulusal kimlikleriyle yürüyebilecek solukta değiller artık. Uluslararası sermaye sisteminden yalıtılmış bir gelecekleri olmadığından “ulusal pazar” sorunu artık dünya sermaye sisteminin bir eklentisi olmak suretiyle çözülebiliyor ancak.
Çıkarları farklılaşmış sınıflarda, meydana gelen ulusların tüm kesimlerini aynı soruna aynı yanıtları ve çözümleri öngörebilecekleri ve böylece ortak bir “ulusal bakış” oluşturarak ortak politikalar yapabileceği bir yanılsamadır, mümkün değildir. Ayrı uluslara, ayrı “ulusal bakış”, ayrı “ulusal politikalar” demek, aslında aynı burjuva dünyanın düşünce çeperleri içerisinde, aynı burjuva politikalarına denk düşer. Bu anlamda, “ulusal irade”, “ulusların bakış açısı” özünde, ulusun egemen sınıfının, sınıflarının bakış açısı ve ifadesini yansıtır. O halde bir Marksist için önemli olan, proletaryayı ve emekçi sınıfları “egemen sınıf” olarak örgütleyecek toplumsal projelerle politika yapmaktır. Marksist ve devrimci-demokrat olmadan, böyle bir perspektife sahip olmadan, “ulusların bakış açısı” ile hareket edenler gerçekte ulusal burjuvazinin bakış açısının sınırları dışına çıkamazlar. Bu nesnel bir durumdur.
Ulusal burjuvazinin ulusallık talebi, egemen sınıf konumunu güvenceye alma tutumu karşısında ikincil duruma düşer. “Sınıflara ayrılmış bir toplumda milliyet, bir ulusal savaşta bile belirleyici olamamaktadır. Ulusal gericilik, eninde sonunda uluslararası gericilikle birleşmektedir.” Marksistler, ulusal özgürlük talebini, esas olarak, ezilen ulus işçi “Kendisine ‘Kürt’üm’ diyen, sini dayatmasında, çelişkileri ve emekçilerinin sınıfsal çıkarlarına tabi kılınmış bir şekilde işlerler.
Sınıf ilişki ve çelişkilerinin belirleyici olduğu günümüzde, Kürt ulusal hareketinin bu çelişki ve ilişkileri barındırmaması mümkün değildi. Ve yine, bu çelişkilerin dışavurumunun “süreç boyu” mümkün olamayacağını ya da kamufle edilebileceğini zannetmek, nesnel gerçekliğe direnmeye çalışmakla eşanlamlıdır. Sınıf çelişkisi ve sınıfsal talepler, her toplumsal sürecin olduğu gibi, Kürt ulusal hareketinin ve ulusal mücadele sürecinin de içine sinmiştir. Dışa vursun vurmasın!
Kürt toplumu “sınıfsız ve zümresiz bir kitle” değildir. Üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumlarıyla, ayrı sınıf ve katmanlara ayrışmıştır. Sınıflara bölünmüşlük bir toplumsal gerçeklikse, bu gerçekliğe yaklaşım da sınıflara göre farklı anlamlar taşır. Büyük toprak sahibi feodal -burjuva Kürt ile yoksul köylü- proleter kurt aynı çıkarlara sahip değildir. Çıkarlar farklılaşmıştır. Bu, feodal-burjuvaların da ulusal sorun”a ilgisizliği anlamına gelmez. Ama ilgi içeriği ve nedeni, yoksul köylü ve işçi Kürt emekçisininkinden çok ötelerdedir.
Kısa vadede çakışmış ve kaynaşmış görünen karşıt sınıf çıkarları uzun vadede ayrışacak ve uzlaşmaz niteliğe bürünecektir. Kürt toprak ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin, Kürt köylüleriyle ve sanayi sektörlerinde Kürt işçi ve emekçilerini ücret ilişkisi çerçevesinde sömüren Kürt burjuvaların, Kürt işçilerle çelişkisi, “ulusal hareket kabuğu içerisinde -kendi iç süreçlerinin hiçbir zaman etkin olamayacağı ön kabulüyle-daha ne kadar kaynaşabilir?
Kritik konjonktürler, bu uzlaşmazlığın kendisini dayatmasında, çelişkileri barındıran kabuğun çatlamasında, farklılığın dışavurumunda hızlandırıcı faktör oluyorlar. Bu, sürecin gittikçe sınıfsal içerikle karakterize olduğu bir dönemdir aynı zamanda.
Görünen o ki, alçalan ve yükselen ivmelerle yürüyen Kürt ulusal mücadelesi böyle bir kritik konjonktürü içeren yeni bir dönemeç yaşayacak.
Beşikçi’nin deyimiyle “kendisine ‘Kürt’üm’ diyen, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunan, bu sürece destek veren işadamlarının ticaret ve sanayi ile uğraşan insanların”, ulusal sorun üzerine “çözüm önerileri” ve “mücadele” yöntemleri” ile ulusal harekete destek kabiliyetlerinin büyük oranda değişebileceği bir sürecin öngünündeyiz artık. Görünen bu!

YOL AYRIMI
Uzun zamandır, kitlesel gösterilerin eski sıklıkta görülmediği, nihayet Güney Kürdistan cephesinde, işbirlikçi feodal-burjuvalarında önemli rol oynadığı geriye atılmış askeri bir adım; tüm bunlarla birlikte psikolojik üstünlüğün görece zayıfladığı bir ulusal mücadele süreci içindeyiz. Ve şimdi, “topyekûn mücadelenin” daha da yoğunlaştırılacak içerdeki ayağı. Şırnak’la prova edilen, Kulp, Cizre vb. yerlerde tekrarlanan ve giderek kanıksanır bir duruma getirilmeye çalışılan kitlesel kırımlar yoğunlaştırılacak.
Kürt ulusal mücadelesinin sert ve çetin bir dönemden geçeceği anlaşılıyor. Bu sürecin niteliği, ulusal hareketin bileşenleri üzerinde etkilerde bulunacak kuşkusuz.
Diktatörlüğün tüm bir emperyalist sistemin tanımış olduğu “konjonktürel kredi”nin de avantajıyla tüm olanaklarını zorlayarak sürdüreceği yeni savaş şiddeti ulusal hareket içinde şu ya da bu ölçüde yer almış, Kürt burjuva ve mülk sahibi sınıf ve katmanların kendi konumlarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiriyor. HEP’in parlamento grubunun “devletin ve PKK’nın karşılıklı olarak tırmandırdığı bu savaş ortamı”, “çözüm yeri olduğuna inandığımız parlamento” vb. yollu değerlendirmelerle içeriklendirdikleri bildiri ve yaptıkları sembolik açlık grevi bir yol ayrımına ilk yönelim sayılmalıdır.
Uzlaşma ve devrimci eğilimler, gittikçe netleşip ayrışarak, ulusal hareketin bileşenlerinin oturdukları sınıf tavırları olacak. Devrimci eğilimin güçlenmesi, varolan devrimci birikim ve geleneğin korunup, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununu, Kürt emekçi sınıflarının kurtuluşu sorunu olarak ele alan bir perspektifle, emperyalizme, diktatörlüğe ve Kürt gericiliğine karşı mücadeleye seferber edilmesine bağlı olacaktır. Sorun, Kürt yoksul köylü proleterlerinin çıkarlarının net olarak tarif edilmesi ve savunulmasıdır. Başkaları bir yana, ulusal hareketin başlıca ana yoğunluğu PKK’nın muğlâk davrandığı önemli konu budur.
Bu bağlamda, Kürt işçi sınıfının, ulusal özgürlük mücadelesinde yeterince yer almamasının nedenleri bir soru olarak, devrimci yurtseverlerin gündemine girmelidir artık. Kürt işçisine, kendi sınıf çıkar ve taleplerinden arındırılmış bir yaklaşım sergilenirse, ya da hatta böyle bir yönelim kaygısı bile duyulmazsa, mülksüzlerin sesinin mülk sahiplerinin sesi içinde erimesi doğaldır.
Kürt işçi sınıfı, Kürt coğrafyasının politik sıcaklığında, sınıf bilinciyle donanımlı olarak ulusal hareket için de öncü yerini alırsa, bu, Türkiye işçi sınıfı içinde önemli bir itilim nedeni olur. Vurguladığımız politik sıcaklık, Kürt işçi sınıfının duyarlılığının sınıf eylemine dönüşmesine elverişli bir zemin oluşturuyor. Sınıf bilinciyle donatılmış bir işçi kıvılcımının, bütün Kürt işçisine yayılıp yangına dönüşmesi için koşullar, Türk işçisine oranla daha uygundur. Bu önemli bir olanaktır. Kürt Marksistleri ve devrimci yurtseverlerin önümüzde böylesine önemli bir olanağı değerlendirme görevleri olmalıdır.

REFOMCULUKTA DİBEVURUM
Kürt mülk sahiplerinin olası tutumu ne olacak sorusu, yukarda belirttiğimiz HEP bildirisiyle cevap bulmaya başlıyor.
Marksistlerin, kurulduğu andan itibaren “terör hükümeti” diye tanımladıkları koalisyon hükümetinin “toplumsal mutabakat” taktik çağrılarına, büyük bir heyecanla sarılan Kürt reformist ve revizyonistleri ve Kürt burjuva aydınları, bugün “topyekûn savaş” karşısında çok geri zeminlere savrulmuşlardır. Zaman zaman savunulan “federasyon” “referandum” vb. gibi sistem içi “çözümlerden (ki bu öneriler PKK tarafından da sık sık işleniyordu) “kirli savaşa son”, “barış”, “şiddet çözüm değildir”, “hem PKK hem devlet terörüne karşıyız”, “şirket yıkmak değil, ortağı olmak istiyoruz” vb. argümanlarla ifadelendirilecek politikalara sarılınacak. Her ne kadar birilerince, “Ahmet Türk feodaldir ancak insanlığın bugün yeniden yükseldiği Bölge’nin ve bunun mücadelesinin onurlu öncülüğünü yapan Kürt halkının evladıdır” (Toplumsal Kurtuluş s. 58) denilse de bunlar yaşanacak diyoruz, şaşırtıcı olmamalıdır.
Bu kesimlerin bütün politikaları, sistemin kendi içinden de gündemleştirilebileceği ve hatta zaman zaman, belli ağızlarda dile getirebildiği “çözümler çerçevesini aşamıyordu, aşamazdı da. Demirel’in “Kürt realitesi”, Özal’ın “federasyon” söylemleri ekseninde, aynı öneriler sahiplenilebiliniyordu. Ama artık, “topyekûn mücadele”nin, tüm birimleriyle devletin tek politik üslubu olduğu günümüzde, örneğin “federasyon” söyleminin telaffuz edilemeyeceği, olsa olsa yukarıda belirttiğimiz zemine kayabilecekleri açıktır. (Mücadele sertleştikçe, Kürt reformistleri daha geri zeminlerde, daha “cesur” politikalar izleyeceklerdir.)
Evet, diktatörlük “topyekun savaş” askeri-politik konsepti ile, reformcu-revizyonist ulusal hareket bileşenlerini “kirli savaşın son bulması” eksenli politik çalışmaya geriletmiştir. Bu gelişme, diktatörlük açısından “reform” kanallarını en geriden açmak, bir başka deyişle, düşünülebilecek “reform” rezervlerine “en asgari” ile içeriklendirip, çoğaltabilmek fırsatları da yaratıyor. “Kültürel özerklik”, ya da “federasyon” gibi tartışmalarla sahnelenen reformculuk, “akan kanın durması” gibi, özgürlük mücadelesinin tasfiyesi anlamına da gelebilecek önerilerle içeriklendirilebiliniyor. “Savaşın durması” bir reform sayılabiliyor. Reformculuktaki bu dibe vurma, burjuvazinin ve diktatörlüğün manevra alanını genişletici bir işlev de taşıyor.
Burjuva cephesinde, “zafer” kazanılmış havasıyla oluşturulan ortamın reformlarla çeşnilendirilmesi gerektiğini ve böylece “radikalizmin” temellerinin yok edileceğini işleyen çevreler oldu. Özellikle Sabah gazetesindeki belli kalemlerce dile getirilen bu düşüncelere rağmen, diktatörlüğün asıl eğilimi “şiddet ve asker” yoluyla, daha dibe vurmuş bir Kürt reformcu burjuva muhalefeti oluşturmak şeklinde kendisini gösteriyor. “Kürt reformcuları, PKK’nın durumunda bir sarsılma olabileceğini hesap etmekte, bu ‘boşluğa’ atak yapmaktadırlar.”
Bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Belirtmeye çalıştığımız durum, ulusal hareketin dostu izlenimini yaratmaya çalışmış ve devrimci yurtseverlerin enternasyonalist duyarsızlığının da katkısıyla zaman zaman bunu becerebilmiş D.Perinçek ve çevreci için de geçerlidir.
Gizlenmeye çalışılmış burjuva milliyetçi çizgi, artık şu sözlerle ifade edilen bir noktaya dayanmıştır:
“(Türkiye’nin) komşularıyla vazgeçemeyeceği ortak çıkarları vardır. Yeter ki Türkiye, Güney’li bilincini dış politikasının temeline oturtsun ve kendi Kürt sorununu özgürlük temelinde çözebilecek bir demokrasi atağı başlatabilsin. Türkiye, Irak, İran, Suriye ve Kürt örgütleri arasındaki sorunları., barışçı yoldan anlaşma sürecini başlatmak.” (Milliyet, 24 Ekim)
Bölge gericiliklerinden bağımsız, soyut bir anti-emperyalizm örtüsü altında egemen sınıfın açık savunuculuğu yapılıyor. Ama politik telkinlerde(!) bulunularak. Nedir ortak çıkarlar? Bölge gericilikleriyle paylaşılmış Kürt coğrafyası da bölge gericiliklerinin “ortak çıkar”ı değil midir? Ayrıca, demokrasi atağıyla çözülebilecek Kürt sorunu Hem de özgürlük temelinde! Yine Ferit İlsever: “Bugün ayrı devlet kurma talebi, emperyalizme bağımlılığı güçlendiren bir içerik kazanmıştır.” (2000’e Doğru 18 Ekim 1992)
Söylenenlerin, Aydınlıkçı çizginin temelinde yatan üç dünya teorisi ve onun egemen sınıf çıkarlarını içeren “milli bağımsızlık” siyasetenin doğal sonucu olduğunu söylemek gereksiz. Bu politikaların eleştirisi de konumuz dışında. İşaret etmek istediğimiz, ulusal mücadeleye destek verir görünen Perinçek gibi burjuva milliyetçilerinin de, Kürt burjuva reformistlerinin de, egemen burjuva sistemin çeperlerine dokunmayan, onu veri kabul eden bir politik zeminde buluştuklarıdır. Bu anlamda, A.Türk ve D.Perinçek atışmalarının, sınıf perspektifiyle ulusal soruna yaklaşanlar açısından pek bir anlamı yoktur.
Burkay çevresi ise, çoktan beri bu yörüngeye girmişlerdi. Örneğin, koalisyon hükümetinden beklentilerini ifade ederken: “…bugünkü terör ortamının son bulmasını…” isteyerek “Partimiz Kürt sorununun terörize edilmesine her zaman karşı oldu” (Deng, Ocak 1992) diyordu.
Bu koşullarda özellikle PKK’nin tutumu önemli olacaktır. Platformunu ve hedeflerini net olarak ortaya koymadıkça, Kürt ulusal mücadelesinde devrimci ve reformcu eğilimlerin ayrışmasında muğlâklıklar yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Ulusal sorun, siyasal, sosyal-sınıfsal bir anlama sahiptir. Kürt ulusal sorunu, bir burjuva sorunu olmaktan çok, işçi ve köylülerin sorunudur. Genelde ulusal kurtuluş, özelde Kürt ulusal kurtuluşu artık işçi ve köylülerin ulusal zulümden kurtuluşudur. Ve bunun için, Kürt işçi ve köylülerinin, “yurtsever Kürt işadamlarına”, “Yurtsever toprak ağalarına”, “Yurtsever aşiret reislerine” tabi olmaları, onların çıkarlarına dokunmamaları gerekmiyor. Ulusal baskının, sınıf farklılığını ortadan kaldırıp kaldırmadığını çok daha belirgin olarak izleyebileceğimiz bir döneme giriyoruz. Devrimci çizgide ısrar etmek isteyen Kürt hareketleri, politik literatürlerinde, -eskiden olduğu gibi- “Kürt işçisi”, “Kürt köylüsü” sözcüklerini daha çok kullanmak zorunda kalacaklardır.
“Karşılıklı şiddetin çözümsüzlüğü”, “barışçıl siyasi çözüm”, Ortadoğu’daki Kürt sorununun çözümü olarak sunulan kukla “federe devlet” modelli emperyalist politik eksenin Türkiye Kürdistanı’na yansımış bir gölgesi de oluyor bir anlamda.

KÜRT HAREKETİNE EMPERYALİST MODEL
Körfez savaşından bu yana, kukla “federe devletle daha da geliştirilen süreç, artık çözülmeden Ortadoğu’da istikrarın mümkün olamayacağı görülen Kürt sorununun emperyalist kontrollü bir model eksenine bağlanabilmesini amaçlıyor.
Önce, feodal-burjuvaların geleneksel uzlaşmacılık tutumundan yola çıkılıyordu. Gelişmeler, feodal-burjuva sınıfsal temel itibariyle, uzlaşmacılığın kolayca işbirlikçiliğine evrildiğini gösterdi. Körfez savaşı ve sonrası, başta ABD olmak üzere tüm bir emperyalist dünyayla işbirlikçilik, Türk egemenleriyle de geliştirilemezlik edilemezdi. İşte Çekiç Güç’ün, bölgeye TC aracılığıyla yerleştirilmesi ve Saddam saldırılarının “sigortası” işleviyle donatılması, feodal-burjuvaların, TC ile işbirliği sürecini hızlandırıcı ve pekiştiriri bir etken oldu. Yaratılan durum, aynı zamanda, emperyalizmin Ortadoğu planının Kürt ayağına ilişkin bir parçasıydı. Feodal burjuva önderlikler artık, emperyalistlerin ve Türk egemenlerinin emir komuta zincirinin bir halkasıydı. Kürt hareketine çatı, bu temel üzerinden kuruluyordu. Emperyalizm “çözersek biz çözeriz” diyerek, çözüm yolunu, hem kukla devletin kendisi, hem de, onun temelindeki işbirlikçilik anlayışı olarak göstermeye çalışıyor.
Bunda başarılı olunabiliyor mu?
Bölgede, irili-ufaklı, etkinliklerinden çok, bir politik tutum olarak göz önünde bulundurulabilecek diğer Kürt hareketlerinin -PKK dışında- tanımladığımız Talabani-Barzani eksenli modele büyük bir iştahla sarıldıklarını görmek, bu konuda bir hayli mesafe kat edildiğini gösteriyor. Özellikle Talabani, diğer Kürt gruplarına kucak açıyor, onlardan ilgisini esirgemiyor.
“Federe Devlet” esasında, özellikle ABD emperyalizminin, Ortadoğu politik dengeler yumağını daha yakından izlemek, denetlemek, özellikle de Kürt hareketini kendi kontrolünde tutmada, orta vadede kullanabileceği bir kart oluyor. Bu anlamda, federe devleti kurdurtmakla emperyalizm, daha da bölünmüş ve bağımlılığı derinleşmiş Ortadoğu statükosunda petrol ve diğer hammadde zenginliğini daha da kolay denetlemek, Kürt ulusal sorununa çözüm merkezi olarak kendini lanse etmek ve gittikçe Türkiye dışındaki parçalara da yayılma eğilimi gösteren devrimci Kürt hareketini, önce frenleyip sonra tasfiye edici veya yumuşatıp evcilleştirici bir kanal açmak fırsatları yaratmıştır.
Emperyalist şemsiye altında bir Kürt hareketi, bölge gericiliklerinin de kolay kolay engelleyemeyecekleri, dahası, duruma göre destekleyebilecekleri bir gelişme olacaktır. Buna bile karşı çıkabilecek gericiliklerin ise, sadece süreci yavaşlatabilmeye çalışabilecekleri, etki ve yetkilerinin ancak bu kadarla sınırlı olacağı açıktır.
“Federe devlet”in kaderi, emperyalizmin yüklediği işlevleri ne ölçüde yerine getirilebileceğine, yani bir tür emperyalist bilânçoya bağlıdır. Ne tür gelişmelere sahne olacağı bire bir bilinemez ama kesin olan bir şey var: “Federe Devlet”in kendini idame ettirebilmesi ile devrimci yurtsever Kürt hareketinin gelişimi ters zeminlere oturuyor. Bu terslik daha devlet ilanına eşlik eden “PKK’ya saldırı” ile kendisini gösteriyordu. Devrimci Kürt hareketine yapılan fiili saldırı, Kürt hareketinde devrimciliği bir bütün olarak tasfiye etmek isteyen tutumlarla devam ettirilecek. Barzani-Talabani çizgisiyle sadece Irak Kürt halkına değil, aynı zamanda Türkiye Kürdistan’ı halkına da işbirlikçi-uzlaşmacı bir muhalefet tarzı ve pratiği dayatılmaktadır.
İlginçtir; bu emperyalist “çözüm”e akış, daha Körfez Savaşı dönemi yaşanan saflaşmalarda da kendini gösteriyordu. Saddam zulmüne karşı, aralarında Türkiye’nin ve diğer bölge gericiliklerinin de bulunduğu emperyalist cephenin içinde yer almasını Kürtlere salık veren Kürt akımları ve Kürt aydınları, Barzani ve Talabanilerle birlikte ilk yolculardı. Ne diyordu Okçuoğlu: “Bunun dışındaki tutumların Kürt politikası olarak değerlendirilmesi mümkün değil.” O dönemde de bu cephe içinde yer almayan tek Kürt örgütü PKK idi.
Emperyalist cephede tanımlanan o günkü “Kürt politikası” bugün de yeniden üretiliyor. O dönem “Kürt Politikası” sayılmayan, emperyalizmle uzlaşmayan devrimci tutum, örnek olarak PKK, bugün de aynı anlayışla “Kürt politikası” sayılmayarak Barzani ve Talabanilerce tasfiye edilmeye çalışılıyor.
Devrimcilik iddiaları olan Kürt hareketleri, gruplar, bu modele angaje olduklarında, -ki Burkaycılardan, Kawa’ya kadar bir çok örnek bu eğilimdedir- Barzani-Talabani işbirlikçilerinin “federe devlet” zemininde, devrimciliklerini bırakmak zorunda kalacaklar veya emperyalizmin açmış olduğu bu yapay alan, kapsayabildiği güçlerin devrimciliklerini (ne varsa) emecektir. Yeni dünya düzeni, Kürt coğrafyasında kendini böyle inşa etmeye çalışacaktır.

EMPERYALİST “MODEU’E SAVRULAN GÖRÜNTÜLER
Sergilemeye çalıştığımız modelin, olası bileşen adayları arasında “Türkiye Kürdistan’ı solu” da önemli bir yer tutuyor. Öyle bir akış, ortak karakteristiklerle yansıyor. Ve bu ortaklıklar, özellikle Körfez savaşından bu yana reel politik olgu ve olaylara tutumlarla şekilleniyor.
“Aynı örgütlenmedi Kürt gruplar arasındaki ayrım noktaları hızla siliniyor. “PKK hariç; bu parçadaki büyüklü-küçüklü politik parti ve gruplar, prensip olarak birlikten yana olduklarını açıkça ortaya koymuş bulunuyorlar” (Azadi, s.26) Doğrudur; Birliğin hangi zeminde sağlandığı ve kukla “federe devlet”in bu birliğin sağlanmasında nasıl hızlandırıcı rol oynadığı da önemlidir.
Mücadele platformunun tüm muğlâklığına karşın bugün ulusal hareketin devrimci eğilimini temsil eden PKK dışta tutulursa, temel, sınıfsallıktan arındırılmış, salt burjuva milliyetçiliği olunca, Barzani-Talabani gibi işbirlikçiler ile de aynı kavşakta karşılaşmamak mümkün olamıyor ne yazık ki! Reel politika katalizör oluyor. “Marksistlik”, “devrimcilik” iddiaları Ortadoğu’nun çeşitli dengelerinin kesişip yumaklaştığı Kürdistan politik arenasında, sınanıyor, asıl kimliklerine akıyor. Sorun, artık bazıları için Marksist-Leninist olmaktan öte devrimciliklerini koruyup koruyamamak sorunudur ne yazık ki! Zaten göze çarpan bir nokta, son dönem, Kürt çevrelerinde, sağlandığı vurgulanan “birlik” (bu anlayış birliğidir tabii ki) ile (PKK dışında) birlikte eskiden “Marksist’tik iddialarıyla yapılan tartışmaları göremiyoruz artık. Doğaldır; buluşulan kavşakta, ortak politik tercihlerin, farklı ideolojik polemiklere konu olması zaten düşünülemezdi. Örneğin, Newroz Ateşi s. 7’de “Reformculuk-devrimcilik” tartışması yapılıyor. Ama kiminle tartışıldığı, Kürdistan özgülünde böyle bir tartışmanın gerekçesi sergilenmiyor. Yel değirmenleriyle tartışılıyor.
Şimdi, yukarda belirttiğimiz olgu ve olaylara ilişkin tutumlarla “oluşan karakteristikleri” ve de konu olan olguları kısaca gözden geçirelim.
* Daha önce de bahsedildi; Körfez Savaşı sırasında emperyalist cephe dışında yer almayı, “Kürt politikası” olarak görmeyen anlayış, PKK dışındaki hemen bütün Kürt çevrelerinin ortak tutumuydu.
* Emperyalist Çekiç Güç karşısında olumlu konumlanış, yine PKK dışında diğer Kürt örgütlerinin ortak özelliğidir. (Bkz. 2000’e Doğru s. 46)
“Çekiç Güç, bugün de Güney Kürdistan halkımız için bir güvencedir.” (K. Burkay agd.)
“Çekiç Güç’e karşı çıkmak Saddam’ın kanlı diktatoryasını örtülü savunmadır” (Hevgirtin-PDK agd.)
Örnekler çoğaltılabilir. Kısaca şunları söylemekle yetindim. Çekiç Güç, emperyalist sistemin bir bütün olarak Kürt ulusal sorununa olan “ilgisinin çok somut simgesidir. Hem bileşimiyle ve hem de konuşlandırıldığı coğrafyayla emperyalizmin “gizli” elinin görünen parmağıdır. Güney Kürdistan’daki kukla hükümetin gelecekteki askeri ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve bu bölgeye çağrılmasıyla bölgeyi daha rahat ve meşru olarak kontrol edebilecek olanaklar yaratıyor ABD’ye.
Çekiç Güç, federe devlet ve son K.Irak operasyonu ile birlikte, emperyalizmin Ortadoğu politikasının önemli unsurlarını oluşturuyorlar. “Kürtleri koruduğu” iddiasıyla bu emperyalist gücü meşru görenlerin, K.Irak operasyonunu kınamaları, emperyalizmin “yeni dünya hegemonyası” planının, burjuva-milliyetçi saflardaki türevi olan politik avanaklık durumudur. Bu avanaklık burjuva milliyetçi kanala angaje olan devrimci çevreler için özellikle geçerlidir.
Emperyalist Batı’nın son operasyon değerlendirmelerini şöyle özetliyor M.Ali Birand: “Türkiye Çekiç Güç’ü, Kürtleri koruyan bir kalkan gibi topraklarında tutmasaydı, Kuzey Irak harekâtınız büyük gürültü koparırdı. Eğer Türkiye, K.Irak’ta yeni harekâtlar yapmayı, PKK’yı oralarda vurmayı ve bir güvenlik bölgesi oluşturmayı istiyorsa Çekiç Güç’ü kollamak zorundadır.” (Sabah 13 Kasım)
Şu kabul edilmelidir artık: Çekiç Güç, Peşmerge TC işbirliğinin önemli bir koşuludur. TC, PKK ile mücadelede, Barzani-Talabani’nin yardımını sağlamak için Çekiç Güç’ün görev süresini, bunlar ise, Çekiç Güç’ün devamı için PKK ile mücadeleyi pazarlık unsuru yapıyorlar. Hatta kamplara yerleştirilen PKK kuvvetlerinin böyle bir pazarlıkta bir koz olarak kullanılabilecekleri de, KDP-MK üyesi Fadıl Metni’nin şu sözlerinden çıkarılabilinir: “Hangi durum ve koşullarda olursa olsun PKK bu anlaşmayı bozarsa, Kürt hükümeti, topraklarında bulunan PKK’lilere rehin muamelesi yapacaktır, rehin tutulacaklardır.” (Gündem 19 Kasım)
Ayrıca Çekiç Güç, Türk ordusuna, Kuzey Irak operasyonlarında önemli teknik olanaklar yaratmıştır. Ve tüm bunlar, tarif edilen tablonun, emperyalizmin fırçasından şekillendiği gerçeğiyle anlam kazanıyor.
Uzatmadan, Çekiç Güç, Kürt ulusal mücadelesinde, devrimcilik ile emperyalizmin “yeni dünya düzeni”nin Kürt ayağına ilişkin politikalarının yansımasını ifade eden uzlaşmacı eğilim arasındaki yol ayrımının kilometre taşıdır.
* Federe devlet ilanı ve sonrası gelişmeler karşısında, ortak tutum ve değerlendirmeler, bu çevrelerin buluştukları bir diğer nokta oluyor.
Kukla devlet ilanı karşısında duyulan heyecan PKK’ye karşı yapılan işbirlikçi baskın karşısında duyulan şaşkınlıkla ve olup biteni kendince açıklama telaşı ile karışık bir hal aldı.
YNK ve KDP’yi işbirlikçi olarak niteleyen devrimci ve Marksistleri eleştirmek için sarf edilen şu sözler Newroz Ateşi’ne ait: “Kürtler başkalarına dayanak olmak için değil de, bağımsız bir tavır gösterdiler mi hemen işbirlikçi oluyorlar.” ( Sayı 5) Federe devletin, hangi süreçlerden geçip geldiğini ve emperyalizmin Kürt planı çerçevesinde yüklendiği işlevleri yeterince sergilemeye çalıştık.
“Bağımsız bir tavır” yani kukla devlet! PKK dışında diğer Kürt çevrelerince de, bu işbirlikçilere, en çok uzak oldukları nitelik yakıştırılıyor. Hem de işbirlikçilerinin onlarca somut örneğinden sadece biri, devrimci yurtseverlere fiili sardın olarak ortadayken.
Barzani: “ABD ve TC’de, bizi bu konuda uyardı. Kuzey Irak’la bizim yaşamamız için PKK’nin yaşamaması gerekiyor.” (Tercüman 6 Ekim) diyor. Yüzlerce demeçten sadece biri. Peki bu sözler, Newroz yazarının: “Federal devlet ilanına varan toplumsal gelişmenin tümüyle emperyalizme dayandığını iddia edip, gelişmeyi reddetmek, akıllıca bir politika olamaz.” (sayı 11) sözlerini tekzip etmiyor mu? “Tümüyle” sözcüğü, eleştirilere karşı sığınılacak bir muğlâklığı ifade ettiğinden özellikle kullanılmıştır. Bunun dışında, Barzani’nin vurguladığı “ABD ve TC’nin uyarısı” mevcut durumu yaratmada bir etken değil midir? Yine, defalarca vurguladığımız emperyalist Çekiç Güç’ün bu süreçteki hayati rolü inkâr edilebilir mi?
Bunu görmeden, PKK’ya yapılan gerici baskını “kınamak”, “kardeş kavgasıdır” diye nitelemek, tarafları “sağduyuya” davet etmek ya da KDP ve YNK’ya “teessüflerini” bildirmek hiç bir anlam ifade etmiyor. Kukla devletin olumlanması, aynı politik zincirin bir halkası olan ve devlet girişiminin tamamlayıcı unsuru olan PKK’ya saldırıyı da olumlamayı gerektiriyor. Sergilenen dar milliyetçi anlayış, tam bir politik aymazlıkla “Kürdü Kürt’le barıştırma” söylemini tutturacağına, şapkasını önüne alıp düşünmeli ya da oportünizmini bir yana bırakarak “gereken yapılmıştır” demelidir.
Ne diyordu Hasan Bildirici:”(Kürt halkını)… soyut bir sınıf mücadelesine çekmeye kalkma… Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük(tür).” Daha önceleri bu söylenenlere genişçe cevap verildi (ÖZGÜRLÜK DÜNYASI Ağustos 92) , Yapmaya çalıştığımız, yaşananlar sonrası alıntıladığımızın nasıl değerlendirilebileceğidir. Barzani-Talabani’lerin TC ile işbirliği içerisinde, emperyalizmin Kürt planı çerçevesinde de anlam bulan, PKK’ye saldırısı, acaba Kürt halkının çıkarına mıydı? “Soyut” olan bu değil midir? Nasıl değerlendireceğiz; bu işbirlikçiliğin, bu gericiliğin, bu yurtsever Kürt devrimciliğine düşmanlığın çok somut, nesnel temeli yok mudur? Ve bu temel, gerici-işbirlikçi önderliklerin burjuva-feodal sınıfsal çıkarları değil midir? Bu sınıf çıkarları “soyut” mudur? Son örnekle de çarpıcı bir şekilde kendisini dışa vuran sınıf farklılıklarını vurgulamak, neden “Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük” olsun? A. Öcalan, çatışmalar sürerken “kardeş kavgası değildir” diyerek Kürt halkına karşı kötülük mü yapıyordu?
Hayır! İşbirlikçi önderlikleri belirleyen, Kürt halkının bağımsız geleceği değil, kendi sınıf çıkarları olmuştur. Kürt feodal burjuvaları için “ulusal pazar”, kendi pazarları demektir. Federe devlet ile sahip olduklarını sandıkları bu pazar ise, ABD’nin ” Yeni Dünya Düzeni”nin Ortadoğu ayağının bir parçası, yani emperyalist sistemin bir eklentisi ol-malan durumunda “olanaklı” olabilmiştir. Şaşırmamak gerekiyor; ortada ne bir kardeş kavgası vardır, ne de ihanet! Olan, belli sınıfsal kimliklerin politik ifadelenmesidir.
Öğretici olmalıdır. Feodal-burjuvaların, bu sınıfsal çıkarlarına sahip çıkma nesnelliği, Kürt işçi ve emekçilerine, olaylara sınıfsal perspektifle yaklaşma öznelliğini kazandırmada bir itilim olarak değerlendirilmelidir.
İşbirlikçilerin PKK’ye saldırısını utangaçça “kınama”larla, “barış” çağrılarıyla ve hatta “PKK’nin sekterliği”yle geçiştirmeye çalışan Kürt çevreleri, Türk ordusunun G. Kürdistan’a girişini, zevahiri kurtarabilecekleri bir fırsat olarak değerlendirdiler ve seslerini yükseltmeye başladılar. “TC yayılmacı politika güdüyor” manşetleriyle, asıl çelişkinin, TC ile “Federal Kürt Devleti” arasında olduğu yolunda ortak bir eğilim oluşturdular.
Newroz: “Gelişmeler doğruluyor ki, başlatılan savaşın asıl hedefi, Federal Kürt Devletiyle olan sınır boyunca tampon bir bölge oluşturmak ve o bölgede sürekli askeri bir koridor yaratmaktır” Devam ediliyor, “…tampon bölge oluşturma hedefi bir diğer yönüyle de federal Kürt devletini tehdit eden, toprak bütünlüğünü ve hükümranlığını hiçe sayan… işlev görecektir” (sayı 5)
Ayrıca, Azadi: “Bu operasyon, en başta Kürt Federe hükümetinin egemenlik haklarının ihlali (idi)” (sayı 26)
Ve şunlar: “Güney Kürdistan hükümetinin her başarısı, TC’yi çileden çıkarmaktadır” (Newroz Ateşi, sayı 7)
Asıl çelişkiyi, TC ile “federe devlet” arasında göstermeye çalışmak ve. bu anlayışı kabullendirmek için söyleniyor bütün bunlar.
Sanki bu operasyon, öncelindeki bir dizi politik ilişkiler örgüsünün bir sonucu değilmiş gibi. Yine, sanki CIA-Pentagon-MİT-Genel Kurmay kapılarında kapılanarak yapılan politikanın, kurulan “diplomatik ilişkilerin, ve nihayet yurtsever devrimcilere yapılan saldırının, TC’nin “yayılmacı politika” gütmesinde zemin hazırlama etkisi yokmuş gibi. Belkemiksizlik böyle oluyor! Dahası var, bir de bu operasyon “en başta” kukla hükümetin egemenlik haklarını ihlal ediyormuş! Yani, bütün özlem ve umutlarını, özgürlük mücadelesine bağlamış, PKK gerillalarının dökülen kanı, stratejik alanlardan sökülmeleri önemli değil de, Barzan ağasının egemenlik hakkı ihlal ediliyormuş! Hangi egemenlik hakkı? Defalarca belirttiğimiz emperyalizmin ve Çekiç Güç’ün egemenlik alanı içindeki “egemenlik hakkı” mı?! Bunlar denile dursun, Türk Genel Kurmayı ile işbirlikçi feodal burjuvalar arasında sınırın ortak savunulması projeleri kotarılmaya çalışılıyor. (Eşref Bitlis-Talabani, Barzani görüşmesi)
Newroz Ateşi’nde (S. 7) başyazı, son gelişmeleri ele alıyor. “Newroz devrimi”nin (tabir N. Ateşi’ne ait) başlangıcında, Kawacıların “Yıldırım Hareketi” adlı öncelinin askeri kolu olan “Rebaz”ın belirleyici(!) rol oynadığından, PKK’nin ambargosu ve genelde PKK’nin sorumsuzluğuyla gerekçelendirilmeye çalışılan son çatışmalara kadar, bir sürü “ayrıntı”!
İlginç olan, bu ayrıntılarla değerlendirilen “KUKM” süreci içerisinde, Çekiç Güç, YNK-KDP ile MİT-CIA-Pentagon trafiği değinilecek değerde bulunmuyor.
ABD emperyalizminin Kürt sorununa duyarsızlığı, Kürt planının olmadığı düşünülebilir mi? Ama, ne bahsettiğimiz yazıda, ne de bu eğilimdeki diğer Kürt çevrelerinin yayınlarında böyle şeyler bulmak mümkün olamıyor. “PKK kamyon yakmış da, bu, Güneyli Kürt örgütlerini TC’ye yaklaştırmış!” Bitti mi?! Açıklayabildiniz mi?!
Şimdi soruyoruz: Nerede emperyalizm?! Bir zamanlar vurgularınızda “anti-emperyalizm” eksik olmazdı. Nerede bıraktınız? Başkalarını “hariçten gazel okumak”la suçlayanlar, siz içindesiniz ya her şeyi(!), bilirsiniz; nedir emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni”nde Kürt sorununun yeri? Ve yine, özellikle ABD emperyalizminin Körfez Krizi’nden beri işlediği “çözüm”ün bileşenleri nelerdir? Yoksa emperyalist sistemin Kürdistan sorununa ilgisi kalmadı mı? Oportünizmi bırakın, “uluslararası destek”, “uluslararası yardım” tanımlamalarıyla, üstünü örtemezsiniz emperyalist ilginin.
Bir sübjektivizm yaşanıyor. Olgular çok açık ortadayken, feodal burjuvaların yüzlerce demeci ve son fiili saldırı bu kadar açık ve gerçekken, bu zorlama yorumlar neyi anlatıyor?
Bunlar, “bağımsızlık istemiyoruz”, “ABD ve TC ile hayati çıkarlarımız var”, “Çekiç Güç hayatidir”, “PKK zarar veriyor”, “Sınırda ortak güvenlik” vb. yüzlerce demeçle ortadayken, bizim “Kürt Marksistlerimiz”, bu söylenenleri tersten okumak zorunluluğu duyuyorlar. Bu, zorunlu bir sübjektivizm oluyor, tercih ediliyor; zira kendi varolma koşullarını buralarda aramak ihtiyacını duyuyorlar. Yaslanacak yer arıyorlar; ceset buluyorlar. Emperyalizmin ayakta tuttuğu cesede yaslanmakta bir sakınca görmüyorlar. “Marksistliklerini”, bu dönem, böyle ifade ediyorlar.
Biz, Nisan 1992’de bir kez daha vurgulamış bulunduğumuz bir saptamayı, yaşananların ışığında daha kuvvetlice yineliyoruz:
“Bugün, emperyalist propagandanın aksine dünyanın neresinde olursa olsun, burjuva ve gericiliğin kaynağında durduğu ve sorumlu olduğu eşitsiz ve zulme dayalı ilişkilerin tümü emperyalizme dayalıdır. Kapitalist kölelik sistemi tarafından üretilmekte ve sürdürülmektedir. Emperyalistlere ve ABD’ye dayanmaya ve onunla ilişkiler içinde ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’ vermeye çalışan Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu hareketlerin durumu, emperyalistlerle ilişkilerin bedelini ortaya koyuyor. Emperyalistlerle kurulan bu tür ilişkilerin, emperyalizme teslimiyete ve emperyalizm işbirlikçiliğine götürdüğünün çokça örneğini vermek mümkündür.”
Bu, Marksistlerce hep söylenegeldi ve yaşam bu politik öngörüyü sürekli doğrulayan olgulara sahne olmuyor mu?
Aralık 1992

Milliyetçilik Ve Tarih

ULUS KAVRAMI VE POLİTİKA
Engels, Doğanın Diyalektiği adı altında toplanan notlarında, tarihin insanla birlikte başladığını söyler. Gerçi, hayvanların da bir tarihi vardır; “ama bu tarihi onlar yapmazlar, ona bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar” diye ekler. Buna karşılık insanlar, kendi tarihlerini bizzat ve bilinçle yaparlar. İnsanlar, hayvandan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini yapmaya yaklaşırlar. Umulmayan etkenlerin, denetlenemeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi de, insanın hayvandan uzaklaşması ölçüsünde azalır. (Bkz: Engels, “Doğanın Diyalektiği”, Sol yayınları, s.52-53)
Bir başka deyişle, insanın yaşamı, tasarlanmamış etkilerin karşılıklı hareketine bağımlı bulunduğu, önceden düşünülen amaca pek seyrek ulaşıldığı, çoğunlukla bunun tam tersinin gerçekleştiği sürece, kısacası onun faaliyetine kendi iradesi dışındaki doğal etkenler, denetleyemedi-ği koşullar hükmettiği sürece, kendi tarihini yapmaktan uzaktır, yani hayvanlığa yakındır.
Tarihi yazmak da, tarihi yapmak gibi, insan topluluğunun kendi dışındaki koşullara, kendisine yönelmiş etkilere, tasarlanan amaca doğru ilerlenen süreçte karşılaşılan hesap edilmemiş engeller karşısındaki dönüştürme ve kendi lehine kullanma mücadelesine bağlıdır. Tarih yazımı, tarih yapma eyleminin bir parçasıdır ve eylemin tanımlanması ve uzak-yakın geçmişle bağlarının kurulması çabasından başka bir şey değildir.
Bir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde, herhangi bir insan toplumunun kendi tarihini yapma sürecinin gelişmiş bütün özelliklerini görmek ve bu bakımdan Engels’in, dolayısıyla tarihsel materyalizmin tezlerinin doğrulandığını saptamak mümkündür. Konumuz bakımından sınırlayacak olursak, özellikle tarih yapma eyleminin bir parçası olarak ele alınabilecek olan “tarih yazma” eylemi de, bu süreçte genel ve ayırt edici ulusal karakteristiklerini kazanmaya başlar.
Her ulusal kurtuluş mücadelesi, ulusun kendisini yeniden bulması, bir anlamda uluslaşmasının başlaması anlamına gelir.
Genel olarak bir topluluğun, ulus halinde örgütlenebilmesinin tarihsel koşulu olarak, toplumsal örgütlenme düzeyi bakımından “kapitalizmin şafağında” bulunuyor olması gerektiği, Stalin tarafından belirtilmiştir. Ulus kavramını tanımlayan diğer öğelerle birlikte, bu koşul, ulusun tarihsel bir kategori olduğunu, yani ancak tarihsel gelişmenin belli bir düzeye erişmesiyle ortaya çıkabileceğini ve gene tarihsel gelişmenin belli bir evresinde de yok olacağını belirlemesi bakımından materyalist tarih anlayışına, özetle tarihin “sınıf mücadelelerinin tarihi” olduğu şeklindeki teze uygundur.
Ne var ki, herhangi bir toplumun ulusal bilinç etrafında örgütlenerek ve kendini diğer ulusal topluluklardan ayıran karakteristikleri özel bir tarzda belirleyerek ‘ayırmasının yolu, “doğal” ve kendiliğinden sayılabilecek bu süreçlerin yoğunlaşmış bir ifade biçimi kazanmasından geçmektedir. Bir başka deyişle, uluslaşma sürecinin tamamlanması için bu tarihsel koşullar gerekli ve yeterliyken, bir ulusun, kendi varlığını “kendisi için” kılabilmesinin zorunlu koşulu, ulusal bir kurtuluş ideolojisinin ve politikasının maddi güç haline gelmesidir. Bir ulusun kimliğinden söz edebilmenin olanağı ancak bu tamamlanma süreciyle doğabilmektedir.
Tarihsel tecrübe gösteriyor ki, yalnızca iktisadi ve tarihsel koşullar bakımından “ulus” kategorisinin unsurlarını taşıyor olmak, bir ulusun kendisini tanımlaması ve uluslararası alanda kendi yarlığını “kabul ettirebilmesi için yeterli olamıyor. Hatta bunun çoğu kez tersinin gerçekleştiği görülebilir: Henüz toplumsal gelişme düzeyi bakımından kendi iç olanakları “kapitalizmin şafağını”  yaşamaya elvermeyen bazı toplumlar, örneğin Afrika’nın çok geri kabileleri, genel dünya kapitalist koşullarıyla ilişkileri içinde ve sömürgeciliğe karşı mücadele sürecinde, politik anlamda uluslaşmış, ulusal devletler kurabilmişlerdir.  Kuşkusuz bu ulusal devletlerin, çoğu çok önceleri sömürgeci politikalar tarafından belirlenmiş siyasal sınırları içinde kalan değişik gelenek ve hatta dillere sahip “kabileler arasında gerçek anlamda bir “ulusal birlik” sağlayabilmesi, nesnel tarihsel koşulların gelişmesine bağlıdır. Ancak bu tarihsel-maddi koşullar, özel olarak bu tip ülkelerde, devrimci bir ulusal kurtuluş savaşının politikalarının sonucu olarak ve yeni çatışmaları da içeren bir süreç içinde doğabilecektir. Tıpkı, sosyalizmin kuruluşunun bir sosyalist devrime bağlı olması, devrimin sosyalist toplumsal kuruluşu değil, sosyalizmin devrimi gerektirmesi gibi, emperyalizm koşullarında bir sömürge halkının veya ezilen bir ulusun kendi siyasal varlığını inşa edebilmesi de, devrimci bir mücadelenin ve devrimci bir politikanın sorunu haline gelmiştir.
İsmail Beşikçi, bir ulusal kurtuluş mücadelesinde, sömürülen ulusun, ilk’ kurşunu kendi benliğine sıktığını söyler. Bu güzel özdeyişte geçen, “kendi benliği” sözü, yalnızca bütün geçmiş dönemlerin gerilikleriyle belirlenmiş sömürge psikolojisini değil, kendisini daha yüksek bir toplumsal kategori olarak tanımlamasını engelleyen politik ve ideolojik bütün koşullanmışlıkları da içermektedir.

BİR BİLGİ DALI OLARAK TARİH FELSEFESİ
Tarih felsefesi, tarihin anlamı, tarihin yasaları ve tarih içinde insanın yeri ve geleceği gibi konularda, en genel ve kapsayıcı yargılara ulaşmaya çalışan bir bilgi dalıdır. Özel olarak belli bir ulusun, ya da bir halkın tarihi üzerine değil, genel olarak zaman içinde olup bitenler hakkında konuşur.
Tarih felsefesinin de bir tarihi vardır ve bu tarih, doğrudan doğruya, insan topluluklarının bir geçmişleri olduğunu bilmek, bugünlerini geçmişle doğrulamak ve kendilerini sürdürmek gibi en genel politik amaçlarla bağlı olarak oluşmuştur ve özellikle de tarih yazımı, bu çerçeveye bütünüyle bağımlı kalmıştır.
Bugünü dünle doğrulamak, yalnızca egemen yönetici sınıfların, ya da doğrudan doğruya bu egemenliğin en somut ifadesi olan devletin değil, yönetilen ve egemenlik altında tutulan toplumsal sınıfların ve ulusların da tarih yazımı söz konusu olduğunda genel eğilimi olarak belirir. Ancak ikincisinde bugün, haklı çıkarılacak tarzda değil, ortadan kaldırılması gereken gerçek durumun köklerini ve yıkılışının gerekçelerini açıklamak için dünle ilişkilendirilir. Tarih yazımcılığı, yaşanan ve yaşanması istenen süreçlerin, geçmişteki köklerinin geleceğe yönelik erekler bakımından açığa çıkarılmasının ve toplumsal bir amacın haklı gösterilmesinin aracı olarak işlev kazanır. Böylece tarih, bir sosyal bilim olmaktan çıkmaz, ama sınıflar mücadelesinin politik bir aracı olma niteliğini de kazanır. Bu bakımdan tarihte, “doğru” ve “yanlış”, “objektif” ya da “sübjektif gibi ölçülerin karşılığını bulduğu tek alan, sosyal sınıf mücadelesi alanıdır.
İlk yazılı tarih belgelerinin temel özelliği, yönetici sınıfları, kralları, dinsel hiyerarşinin tepesinde yer alanları her durumda haklı gösteren, egemenlerin güçlerinin kaynağının dünya ötesinde bulunduğunu ve değiştirilemez olduğunu anlatmaya çalışan olayların anlatımından ibaret olmalarıdır. İnsanların kökeni ve tanrılarla ilişkilerini anlatan mitolojiye, göklerin ve yeryüzünün oluşumuna dair kozmogonik tasarımlara bağlanan bu içerik, yöneticilere adanmış şiirsel kronikler biçiminde yazılmışlardır. Bu tür tarihçiliğin klasiği olarak kabul edilen Heredot Tarihi’nde, mitolojiyle gerçek, şiirle kronik içice geçmiştir.
Ortaçağ saray tarihçiliği de, büyük ölçüde bu geleneksel içeriğe bağlı kalmıştır. Azizlerin hayatı ve soyluların kahramanlıklarını konu edinen bu tarih yazımcılığında, mitolojinin değil, “destan”ın öne çıktığı ve sözlü geleneğe bağlı kalan anlatım tarzı hâkimdir. Rönesans’la birlikte, tarih yazımında da, ilk devrimci adımlar atılmaya başlar. Machiavelli, Bosseut, Vico, Montesquieu, ve daha sonra onları takip eden Voltaire, ayrı olaylar arasında nedensel ilişkiler kurmaya, genel yasalara bağlı bir tarihsel gelişme çizgisi aramaya ve geleneksel kronikçiliği aşmaya yöneldiler.
18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında doğan romantik tarihçiliğin başlıca özelliği, tarihin, uluslara özgü bir geçmiş araştırması olarak ele alınması ve bu anlamda da geçmişin yeniden kurulmasına yönelik bir çaba olarak yeniden geleneklere ve ulusal özelliklere dönülmesidir.
Fransız Devrimi, tarihçinin önüne, sosyal değişim, devrim ve ilerleme problemlerini koydu. Tarihçinin geçmişten çok gelecekle ilgilendiği, geçmişin yalnızca bugünü ve geleceği aydınlatmak için araştırılabileceği düşüncesinin ve nedensellik ilişkileriyle açıklanabilir, genel yasalara bağımlı bir evrim fikrinin canlanıp egemenlik kazanması, bu dönemin başlıca özelliğidir. Tarihin mitolojiyle ve dinle değil, ‘”tarihte nedensellik ilişkileri” ile açıklanması çabası, Aydınlanmacı filozoflarla başladı. Aydınlanmacılar, devrimler çağı Avrupa’sında, tarihin maddi nedenlere bağlı olduğu düşüncesini ileri sürebilme fırsatını buldular. Coğrafi etkenlerin, toplumsal ilişkilerin tarihin oluşumu üzerindeki etkisini tartıştılar. Tarihte “ilerleme” kavramının önemini ilk kez onlar vurguladılar. Auguste Comte’un, sosyal olayların nedensellik ilkesi ekseninde yorumlanmasının, tıpkı fiziğin doğal olaylara uygulanmasında elde edilen sonuçlara benzer sonuçlar kadar kesin bilgi verebileceği düşüncesinden hareket ederek “Sosyolojiyi” kurmasında, çağın bu genel eğilimi kadar, devrimleri önceden görme ve önleme isteği de rol oynar. Tarihin, genel politik amaçlarla bağlı olarak ele alınmasının burjuvazi açısından ilk tipik örneği, Comte’dur.
Aynı dönemde, Karl Marx, tarihsel materyalizmi geliştirdi ve tarih bilimini, devrim kavramı ekseninde yeniden kurdu. Böylece Auguste Comte’un aksine, O, devrimi önlemenin değil, onu geliştirmenin ve zorunluluğunu göstermenin aracını yarattı. Aynı dönemde, bir başka koldan, sömürgeciliğin gelişmesinin tarihi araştırma üzerindeki etkileri görülür. Avrupa sermayesinin kıta dışında yeni ülkelere yayılması, hammadde kaynakları üzerinde egemenlik kurma savaşı, tarihin özel alanlarda yeni bilimlerle desteklenmesi zorunluluğunu doğurdu. Antropoloji, etnografya, linguistik, sanat tarihi, dinler tarihi, arkeoloji, tarihin yardımcı disiplinleri olarak ve ayrı ayrı bilim dalları halinde, sömürgeciliğin gelişme sürecinde doğdu ve ilerlediler.
Marx ve Engels tarafından inşa edilen tarihsel materyalizm, spekülatif, a priori ve idealist tarih anlayışlarına son verdi. Tarihin maddi bir temelinin bulunduğunu, insan topluluklarının evrim ve devrim süreçlerinin ardında sosyo-ekonomik ilişkilerin yattığını ve bunun belirleyici önemini Marx ve Engels ortaya çıkardılar. Tarih felsefesi, ilk kez onların elinde, gerçek bir bilim halini aldı. Bunun ötesinde, tarihi materyalizm, bizzat tarihçiliği sınıf mücadelesinin bir alanı haline getirdi. Tarihin emek ekseninde yorumlanmasını ve emekçi sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden yapılmasının öncüllerini de bu bilim ortaya koydu. Bu çıkış, burjuvazinin de tarihi ve toplumsal hareketi kendi çıkarları doğrultusunda yorumlama çabalarına hız verdi ve emekçi sınıflar ve işçi sınıfının tarihsel rolünü inkâr eden, tarihin devrimlerle sıçrayarak ilerlediği görüşünü çürütmek isteyen yeni tarih tezlerinin geliştirilmesini kışkırttı. Ne var ki, burjuva tarihçilik, Marx ve Engels’ten sonra, ya, esas olarak tarihin nesnel yasalarının bulunmadığı ya da bunların ilerleme ve devrim kavramlarıyla ilgisinin kurulamayacak “tekrar” yasaları düzeyinde bulunduğu görüşünü geliştirmeye çalışmaktan ötesine geçemedi.
Toynbee’nin pesimist (kötümser) çevrim teorisi, Spengler’in, ilerlemeye inanmayan, yalnızca çöküşü ve yok oluşu gören karamsar tarih felsefesi, burjuva tarihçiliğin emperyalist döneminin karakteristiklerini gösterir.

SINIF MÜCADELESİNİN BİR ALANI OLARAK TARİH YAZIMI
En bilinen haliyle, iki karşıt tarih anlayışını örnek olarak alalım. Faşist ideoloji, tarihin ulusların savaşından ibaret olduğunu ileri sürer. Bu tez, doğrudan doğruya, belli bir ulusun çıkarlarının, diğer bütün ulusların çıkarlarıyla çeliştiği anlayışına dayanır ve ayrı ayrı uluslar var oldukça (ki faşizm bakımından ulusların ortadan kalkması asla söz konusu olamaz) belli bir ulusun (üstün olan ulusun, üstün olan ırkın), diğerlerini egemenliği altına alıncaya kadar savaşmasını haklı göstermek amacını güder. Bu aynı zamanda, işgalcilik, sömürgecilik, emperyalist saldırı ve savaş politikalarının ulus açısından haklı, diğer ulusların tümünün bu saldırılar karşısındaki konumunun haksız gösterilmesi için bir çıkış noktasıdır. Marksizm’in, tarihin “sınıflar savaşının tarihi” olduğunu bildiren temel önermesi karşısında, faşizm, ulusun bir bütün olduğu, sınıf ayrılıklarının ve sınıflar savaşının bir uydurmadan ibaret bulunduğunu kendi önermesiyle ortaya koymaya çalışmıştır. Ulusu, bir bütün olarak diğer uluslarla kavga içinde göstermenin temel amacı, sınıflar arasındaki temel çelişmeyi gizlemeye çalışmaktan ibarettir.
Günümüzde, “sosyalizmin yenilgiye uğramasıyla birlikte, materyalist tarih görüşünün de değerini kaybettiği” görüşü ileri sürülebiliyor. Oysa materyalist tarih görüşünün temel önermeleri, burjuva tarihçiler elinde bile, bir yöntem hazinesi olarak değerini koruyor. Örneğin, son zamanlarda hayli moda olan emperyalist ideolog ve tarihçi Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu” adlı kitabında, ‘Tarihin sona erdiği” tezini ileri sürerken, düşmanı olduğu bu kaynağın temel tezlerine dayanmaktadır. “Soğuk savaşın som ve komünist sistemin çöküşü, sadece tarihsel bir dönemin sonunu değil, fakat piyasa ekonomisine dayanan Batılı liberal-demokratik sistemin toplum yönetiminin erişebileceği nihai form olarak evrenselleşmesinin tescili ve insanlığın ideolojik evriminin varabileceği son noktadır. Tarih bitmiştir”. Bu görüş, aslında tarihin (bitmiş olduğu iddia edilse de) sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu kabul etmektedir. Sınıf mücadelesinin sona erdiği görüşünün tarihin bitmesinin gerekçesi sayılması, bunun örneğidir. Diğer yandan Fukuyama’nın bir prototipini verdiği günümüz emperyalist tarihçiliğinin katı sınıf karakterini ve tarihte nesnellik denilen şeyin, eninde sonunda bir sınıfın kendine özgü tarihsel eyleminin hedef aldığı nesnelerle olan ilişkisi tarafından belirlendiğini göstermesi bakımından öğreticidir. Diğer yandan dünya tarihine, emekçi ve işçi sınıflarının gözüyle, dünyanın sürekli değiştiği ve değiştirilebilirliği açısından bakan bir tarihçi için aynı olgular (sosyalist sistemin çöküşü, soğuk savaşın sona ermesi), başka anlamlar içerecektir. Böyle bir tarihçi, sosyalist sistemin yıkılışının, sınıf mücadelesinin sona ermesi anlamına gelmediğini gösteren diğer olguları bulacak, bu mücadelenin gelişme eğilimlerini, bir devrim için taşıdığı olanakları ve bu olanakların birer gerçekliğe dönüşmesi için gerekli koşulların tarihsel bakımdan ne anlama geldiğini araştırıp gösterecek ve sonunda, sosyalizm ve devrimin zorunluluğu fikrinin yeni bir temelde kanıtını sağlayabilecektir. Olgular, Fukuyama’nın bulunduğu yerden bakılınca tarihin bittiği sonucunu veriyorsa, işçi sınıfı tarihçisinin baktığı yerden, mücadelenin dolayısıyla da tarihin sürekliliğini gösterebilecektir.
Sosyal olguların kendi başlarına, politikadan ve sınıfların karşılıklı eylemlerinden bağımsız bir “nesnelliği” ve sınıflardan bağımsız bir doğasının bulunabileceğini düşünen bir tür tarihçilik ise, “nesnellik ve tarafsızlık” adına, yalnızca sınıflandırmacı ve yorumlayıcı bir anlayışı benimsemiştir. Bu “salt bilimci” tarihçilik tarafından, pozitivist bilim anlayışının bir yansıması olarak, biyoloji, fizik, kimya gibi, tarihin de, tarafsız ve tümüyle “objektif” olarak yazılabileceği, özellikle de “ideolojilerden” arınmış bir tarih yazımının başarılabileceği ileri sürülür. Tarih yazımının, sınıf mücadelesinden ayrı, onun amaçlarından ve ihtiyaçlarından bağımsız olarak yazılabileceğini söylemek, onun bir sosyal bilim olduğunu göz ardı etmek demektir.
Tarih, ancak ve yalnızca çok geniş bir malzeme yığını içinden ancak belirli karakteristikleri verebilen unsurların seçilerek değerlendirilmesi ile yazılabilir. E. H. Carr’ın dediği gibi, aksi takdirde, tarihçinin incelediği toplumun tek bir gününü bile yazması mümkün olamazdı. Ne var ki, tarihçi, bu karakteristikleri seçerken, önce bağlı olduğu tarih anlayışına, sonra ilgilendiği probleme, siyasal ve ideolojik tavrına göre davranmaktan da geri duramaz. Özellikle bir ulusun tarihi gibi kesinlikle siyasal bir tez içermek zorunda kalacak olan bir alanda yazan bir tarihçinin, toplam sosyal, siyasal ve ideolojik etkiler karmaşasından sıyrılması düşünülemez. Bu tavır, bir nesnellik taşımadığı için değil, bu nesnelliğin hangi sınıflar açısından anlamlı olduğu bakımından eleştirilebilir. Tarihçi, hangi siyasal, hangi ideolojik ve hangi sosyal tavırdan yanadır? Cevabı araştırılacak temel soru budur.
Burada önemli olan, örneğin İstanbul’un 1453’te fethedilip edilmediğini tartışan bir nesnellik değildir. Bu kadar açık bir zaman bilgisinin kendisi, tarih yazımında sınıf tavrının belirlenmesinde elbette rol oynamaz. Ama Osmanlıları İstanbul’a yönelten nedenler, dönemin sosyo-ekonomik ilişkileri ile bu fetih eylemi arasındaki ilişkiler, yani kısaca olayın nedenleri ve sonuçları gibi dolaysızca açıklanamayacak unsurları söz konusu olduğunda, her tarihçi kendi seçimini yapacaktır. Tarihsel yorumun göreliliğinin kaynağı, dolaysız olarak tarihçinin sınıfsal kimliğiyle ve bu kimliğin temsil ettiği sınıfın ihtiyaçlarıyla ilgilidir.

MİLLİYETÇİ TARİH YORUMUNUN KARAKTERİSTİKLERİ
Tarih süreçlerinde, insan topluluğunun hangi etkenlerle hareket ettiği sorunu karşısındaki tutum, yukarıda özetlediğimiz gibi, doğrudan doğruya, toplumsal hareketin temel karakteristiklerine bağımlı kalmıştır. Bilimsel gelişmeler, toplumsal ilişkiler içindeki ilerlemeler ve değişimler, tarihin oluşumunu açıklayan etkenler konusundaki insan düşüncesinin gelişimini de etkilemiştir. Ancak, bunlar kadar, sosyal ve politik değişimler de, tarihin yorumunda önemli rol oynamışlar, özelikle tarih yazımı ile politik mücadelenin kesiştiği anlarda, bu etkileşme, tarih yazımının içeriğini ve biçimini belirleyen bir rol oynamıştır. Tarih, sınıflar mücadelesinin tarihi olduğu gibi, tarih yazımı da sınıflar mücadelesinin bir alanı olmuştur.
Bu bakımdan, milliyetçilik ve tarih yazımı arasındaki ilişkiyi incelerken, özellikle, ulusal kurtuluş mücadelesinin içindeki sınıf çatışmalarının durumunu göz önünde tutmak, ulusal kurtuluş mücadelesine katılan sınıfların bu alanda etkilerini dikkate almak gerekecektir.
Ulusal kurtuluş savaşı içinde, proletarya hareketinin görece zayıf olduğu, ideolojik ve politik ağırlığını hissettiremediği durumlarda, ulusal kurtuluş harekelinin aydın tabakası da burjuvazinin milliyetçi ideolojisine daha açık hale gelecektir. Bu yüzden, tarih araştırmaları ve elde edilen bulguların yorumlanması, tümüyle ulusal burjuvazinin çıkarlarını ifade eden dünya görüşüne göre olacaktır.
Burjuvazinin sınıfsal çıkarları, tarihin, burjuva dünya görüşü açısından yorumlanmasını gerektirir. Söz konusu çıkarlar, yalnızca kısa vadede sömürgeci burjuvazinin ya da egemen ulus burjuvazisinin çıkarlarına karşı ulusal çıkarları temsil etmekle kalmaz, uzun vadede, burjuvazinin proletaryaya karşı çıkarlarını da temsil ederler. Kısaca söylemek gerekirse, milliyetçi burjuvazi, tarih görüşünü ortaya koyarken, yalnızca sömürgeci, emperyalist burjuvaziye karşı değil, bizzat kendi emekçi halkına ve özellikle proletaryasına karşı da savaşır.
Ulusal kurtuluş mücadelesinin değişik aşamalarında, savaşın sınıfsal-politik içeriği, mücadelenin çok yönlülüğü içinde, tarihçinin sınıfsal yapısına bağlı olarak tarih yazımına yansır. Milliyetçi burjuva tarihçinin, egemen burjuvaziye karşı her saldırısında, savaşın ikili karakteri kendisini gösterir. O bir yandan ulusal mücadelede, bir yandan da kendi ulusunun iç sınıf mücadelesinde saf tutar. Aynı durum, kuşkusuz, ezilen ulusun proletaryası için de geçerlidir. Ezilen ulus proletaryası da, hem ezen ulus burjuvazisine, hem kendi burjuvazisine karşı savaşacaktır. Ve bu kesin sınıf karakterli savaş, mücadelenin her biçimine ve her alanına yansıyacaktır. Tarih yazımı da bu alanlardan birisidir.
Milliyetçi tarih anlayışının belli başlı karakteristikleri, ulusal mücadelenin genel seyriyle bağımlı olarak değişebilecek bazı özelliklerinin dışında şu genel başlıklar altında toplanabilir:
– İnsanlık tarihinde ortaya çıkan genel insani özelliklerin, ulusa özgü özellikler olarak tanıtılması ve abartılması ve bunların diğer ulusların özelliklerinden üstün olduğunun iddia edilmesi:
Türk milliyetçi tarih tezi, büyük ölçüde, kendisine “muasır milletler arasında” bir yer açmak isteyen ve ulusal kurtuluş savaşından yeni çıkmış bir ulusun psikolojisinden çok, egemen sınıfların mevcut siyasal sınırlar içinde yürütmeye kararlı olduğu ırkçı politikanın ihtiyaçlarını yansıtır. Kuşkusuz, bu tarih görüşünün bir ayağı, “Batılılaşmak, muasırlaşmak” diye formüle edilen ve büyük ölçüde emperyalist sermaye ile bütünleşme yönelimlerinden beslenen genel burjuva tercihse, diğer ayağı da, bu ideolojiyi kitlesel olarak içselleştirmesi istenen halkta, ulusal kurtuluş savaşının yarattığı “yedi düveli yenmiş” olmanın gururlu ruh halidir. Eğer bir ideoloji, ya da herhangi bir teori, kendisine toplumsal bir karşılık bulamazsa, yaşama şansı da bulamaz. Türk milliyetçiliğinin toplumsal çapta hayat bulabilmesinin temeli de, ulusal kurtuluş savaşında aranmalıdır. Türk milliyetçiliği, yalnızca bir burjuva yanıltması, burjuva ideolojinin halk kitlelerine enjekte edilmesi gibi basit bir olay değildir. Her ulusal mücadele, kendine özgü özellikler taşıyan bir burjuva ideolojiyle birlikte yürür ve bu ideoloji, genellikle mücadelenin sonrasında, başlangıçtaki niteliklerini tümüyle kaybederek bir başka politikanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenir. 1930’lu yıllarda, Türk milliyetçiliğinin aldığı yeni biçim kesinleşmiş, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının öne çıktığı bir dönemin özelliklerine bağlı olarak işçi sınıfına ve Kürt ulusuna karşı politikaların gerektirdiği biçimde ve Avrupa’daki faşist akımlara paralel olarak ve onların temel motiflerini ithal ederek kesin bir ırkçı, faşist karakter kazanmıştır. Bu haliyle, Türk milliyetçiliğini karakterize eden başlıca unsurlardan biri, Türk milletinin diğer bütün milletlerden daha üstün olduğu tezidir. Her halkta, gelenekler, folklorik öğeler, dinsel inançlar halinde bulunan kimi genel özelliklerin, yalnızca Türklere özgü olduğunun ileri sürülerek abartılması, bu ideolojinin propagandasında sıkça başvurulan yollardan birisidir. Misafirperverlik, kahramanlık, dürüstlük, çalışkanlık, iyilikseverlik, özgürlük ve bağımsızlık düşkünlüğü gibi, her halkın belli başlı değerler olarak benimsediği ve kendince bir içerik verdiği genel kavramlar, yalnızca ve en üstün haliyle Türklere özgü değerler olarak yeniden tanımlanmıştır. Bu çabayla, devletin halka kendisinin zorunlu ve gerekli bir kurum olduğunu kabul ettirme yolu açılmaktadır. Aynı zamanda devlet, milletin tek ve değişmez temsilcisi olarak kendisini bu yolla onaylatmaktadır. Millet, kendi özelliklerinin neler olduğunu öğreten devletin, bu özelliklerinin en cisimlenmiş halini de devlette görecek ve kendisini bu kurumun ayrılmaz parçası sayacaktır. Devleti, egemen sınıfların en üst organizasyonu olarak düşünürsek, bu politika, burjuvazinin ulusun tümünü temsil etmek ve bu temsilciliği, kendisini ulus yerine koyarak yapma geleneğinin bir ifadesidir. Burjuvazinin, ulusu sınıflara bölünmüş olarak tanımlamaktan kaçınmasının nedeni, bütün ulusu burjuva dünyasının eklentisi ve destekçisi kılmaya çalışmasıdır.
Günümüzde bu eğilimin, önemli bir ağırlıkla Kürt milliyetçi tarihçilerinde de kendisini gösterdiğine tanık oluyoruz. Kürt milliyetçi tarihçiliği, Kürt ulusunun sınıflara bölünmüşlüğünün üstünü örterek, genel ve soyut bir ulusal karakter tablosu çizmeye çalışmaktadır. Kürtler misafirperverdir, kahramandır, dürüsttür, çalışkandır, iyilikseverdir, özgürlük ve bağımsızlığına düşkündür! Hiç kimse, özellikle ulusal kurtuluş savaşı için sayısız fedakârlık ve kahramanlığı göze alan bir halkın bu erdemlerden yoksun olduğunu düşünemez. Ama bu özelliklerin, “Kürt olmanın gereği”, “Kürtlerin doğal özelliği” olarak tanımlanması, şovenizme düşmeden ileri sürülemez. Materyalist tarih anlayışı açısından, her şeyden önce, soyut bir “Kürt” yoktur. Tarihten ve üretim ilişkileri sisteminden koparılmış bir toplumsal kategori tanımının, bilimsel bakımdan olduğu kadar, devrimci politika bakımından da değeri olamaz. Her ulus gibi, Kürtler de, sınıflara bölünmüşlerdir ve açık olarak, bir Kürt işçisi ile bir Kürt toprak ağasının ortak çıkarı, ortak hedefi, ortak politikası ve ortak karakteri bulunamaz. Karşıt sınıfları, ulus kavramı ekseninde eşitlemek ve birbiriyle ulus adı altında özdeşleştirmek, katı bir milliyetçiliğe, burjuva çıkarların dile getirilmiş olmasına işaret eder. Çünkü burjuva milliyetçi tarihçilik eliyle yapılan bu eşitlemede kullanılan kıstaslar, temel alınan karakteristikler, daima burjuvazinin ve genel olarak egemen sınıfın kıstasları ve karakteristikleri olacaktır.
– Ulusun tarihinin gene ulusla açıklanması:
Milliyetçi tarihçiliğin başlıca özelliklerinden bir diğeri, ulusun tarihinin yalnızca ulusun özellikleriyle açıklanmasıdır. Bu yöntem, ulusun varoluş süreçlerinde rol oynayan toplam toplumsal ve tarihsel koşullar yerine, ulusun ancak ideolojik bir soyutlamayla elde edilebilecek genel özellikleri temel alır. Örneğin, Türkler neden ata düşkündür? Önce, Türklerin ata düşkün olduğu gibi bir önyargı, temel bir veri gibi ele alınır ve sonra bunun açıklaması gene Türklerin doğasından kaynaklandığı söylenen başka özelliklerle, savaşçılık, kahramanlık gibi erdemlerle açıklanmaya girişilir. Ya da, başka kavimlerle olan ilişkilerde, karşı tarafın rolü hiç bir zaman söz konusu edilmeyerek, bütün ilişki, çatışma ya da etkilenme süreçlerinde, ulusun kökü olduğu ileri sürülen kavim belirleyici rol üstlenmiş olarak gösterilir. Ulusun bütün tarihi, her türlü dış etkilenmeden, her türden zorunlu doğal ve tarihsel koşuldan ayrı olarak belirlenen bir “ulusal özellikler”  toplamı tarafından açıklanır.
Bu açıklama tarzı, son dönem milliyetçi Kürt tarihçiliğinde de önemli bir yer tutmaktadır. Bu yöntem, aynı zamanda, temel alınan ulus dışındaki diğer ulusların geri, barbar uluslar olarak gösterilmesine de zemin hazırlamaktadır. Örneğin, A. Öcalan, kendisiyle yapılan bir söyleşide, Kürt ulusunu değil ama Türk ulusunu bu yöntemle ele almakta ve yargılamaktadır:
“Türklük, egemen sınıf tam ve dehşetiyle ve daha çok da amansız bir savaşım yürüterek, halkların ülke kavramlarını yıkmada, toplumsal varlıklarını söndürmede ve kültürel kimliklerini silmede maharet sahibidir.”
Bu değerlendirmede, genel bir “Türklük” kavramı kullanılmakta ve savaşçılık, halkların ülke kavramları üzerinde yıkıcılık, kültürel kimlik silicilik gibi özellikler, Türklükle açıklanmaktadır. Türklerin, tarihte gerçekleştirdikleri yıkıcılığın, ilhakçılığın ve savaşçılığın temel nedeni olarak ortaya konulan şey soyut Türklükten başka bir şey değildir. Türk milliyetçisine birer erdem olarak görünen ve kaynağı yalnızca Türk olmak olarak gösterilen olgu, Abdullah Öcalan tarafından da aynı şekilde ele alınmakta, bu kez tersine çevrilmiş haliyle değerlendirilmektedir. Özünde, iki yaklaşım arasında hiçbir farklılık yoktur. Bir Marksist olduğunu iddia eden Öcalan, Türkler de dâhil olmak üzere, bütün göçebe kavimlerin barbarlığın çeşitli evrelerinden geçtiğini, savaşı bir üretim biçimi olarak benimsedikleri bir toplumsal kuruluş aşamasında yaşamış olduklarını ve birer ahlak kategorisi olarak kullandığı “yıkıcılık, savaşçılık, barbarlık” gibi kavramların her birinin aslında bu tarihsel evrenin özelliklerinden kaynaklandığını bilmez gibi davranıyor.
“… Anadolu ki, insanlık tarihinin en eski uygarlıklarının beşiği olmuştur; sayısız kavimlerin yoğunlaştığı, kültürel gelişme sağladığı ve katbekat kültür zenginliklerinin yaşandığı bir ülkedir… Ama Türkler öyle bir girdiler ve vurdular ki, akıllara durgunluk verir. En eski halkların son artıklarını göz önüne getirdiğimizde, bu uygulamalar daha iyi anlaşılacaktır… Atilla geleneği, Oğuz ve Osmanlı geleneği… Bu gelenek yüzyıllardır sürüp gelmektedir ve son olarak Kıbrıs olayı bunun bir devamıdır… Arap uygarlığından kalma görkemli eserler de vardı. Ama Türk egemenleri onları da tanınmaz hale getirmişlerdir. Ulamın bazı yüceltici yanları vardır, onları da tanınmaz hale sokmuşlardır… Fars uygarlığı da görkemli bir uygarlıktı. Türk egemenleri onu da işlemez hale getirmişlerdir. Onu harabeye çevirmişler ve dumura uğratmışlardır. %K. Öcalan, Özgür Halk, 15 Mayıs 1991, 7. sayı)
Bu sözlerde, genel olarak bir “Türk egemenleri” kavramı, diğer bütün tarihsel ve sınıfsal özelliklerin önüne geçirilerek kullanılmaktadır. Selçuklu, Osmanlı feodalleri midir söz konusu olan, Türk ulusal kurtuluş savaşını yürüten ticaret burjuvazisi mi, cumhuriyet döneminin tekelci burjuvazisi mi? Kimdir “Türk egemeni”? Öcalan’ın düşüncesinde bu bakımdan gerçekleştirilmiş bir sınıf kıstası, sınıf analizi yoktur: Onun için önemli olan, egemenin sınıf niteliği değil, Türk olmasıdır. Tarihsel içeriği bakımından da birçok açıdan tartışılabilecek bu sözlerde A. Öcalan’ı ilgilendiren tek bir sorun vardır: Türklerin tarihini (o bunu Türk egemenleri olarak söylüyor), gene Türklerin değişmez özelliği saydığı barbarlıkla açıklamak. O, bunu, temsil etmek iddiasında olduğu ulusun konumunu kendi politikası bakımından pekiştirmek için yapıyor. Ancak, Türkleri tek bir karakter etrafında tanımlarken, aynı kıstası kendi ulusuna da uygulamaktan kaçınamayacak ve neticede bu tarih yorumu, Kürtlerin “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütle” olduğu iddiasına kadar gelip dayanacaktır.
– Ulusun uzak köklerini doğrudan insanlığın kökleri saymak, insanlık tarihinin belli başlı ilerleme ve basanlarım, ulusun geçmişine yazmak:
Milliyetçi tarihçiliğin bir başka karakteristiği, ulusun tarihini insanlığın tarihine özdeşlemektir. Böylece, hem ulusun “tarihin başlangıcından beri bulunduğu” ideolojisine, hem de şoven propagandaya malzeme sağlanır. Türk milliyetçi tarihçiliği, “tarihten önce vardık, tarihten sonra olacağız” şeklinde ifade edilen sloganı “kanıtlanmış bilimsel bir gerçek” halinde sunmak için, uzun zaman çaba göstermiştir. “Tarihten önce var olmak”, insandan da önce olmak anlamına gelir. Yüzeysel bir bakışla bile saçma görünecek bu iddia, milliyetçi bakış açısından tartışılmaz bir hakikat değeri kazanmıştır. Böylece tarihsel materyalizmin “tarih insanla başlamıştır” şeklindeki tezi, milliyetçi tarihçinin elinde, önce “tarih bizim ulusumuzla başlamıştır” biçimini alır, sonra buradan hareketle, bu çarpık mantığın sonucuna ulaşılır: “ilk insan bizim ulusumuzdandır.”
Bu saçma akıl yürütmenin ve bilim dışı iddianın, Türk milliyetçi tarihçiliğinde pek çok örneği vardır. Bu iddia, diğer yandan, insanlık tarihinin bütün birikiminin ve başarılarının tek bir ulusun eliyle yaratıldığı, bütün uygarlıkların kaynağında ve başlangıcında aynı ulusun öncülüğünün bulunduğu iddiasıyla tamamlanır:
“Türk ırkı anayurtlarında, yüksek kültür mertebesine varırken, Avrupa, tamamen vahşi ve tamamen cahil bir hayat yaşıyordu.” (Türk Tarihinin Ana Hatları, aktaran İ. Beşikçi: “Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Yurt kitap Yayın, s.89)
Aynı iddia, tersine çevrilmiş haliyle, Kürt milliyetçi tarihçileri tarafından da ileri sürülmektedir:
“Batının sahip olduğu bugünkü bilim ve teknolojisi, ‘ilkel, geri, barbar1 diye iddia edilen Doğu’da, beş bin yıl öncesinden fışkıran ve uygarlık tarihine ilk temel teşkil eden bilimin tohumları üzerinde yükseldi, gelişti ve bugüne ulaştı… Batı, bugün Doğu’dan 50, bilemedin 100 yıl ileridedir. Ama dün, (bir kaç bin yıl önce), Doğu, Batı’dan bin yıl ilerideydi.” (H. Murat, “Kültürler ve Uygarlıklar, Newroz -Aylık, Siyasal, Kültürel Dergi, Mayıs 1992.)
“İnsanlığı ilk kez mağara hayatından kurtaran, emekleyen çocuğu ellerinden tutup yürüten, uygarca bir yaşamın koşullarını tarihte ilk kez oluşturan, Sümerler ve Kürt halkı olmuştur.” (“Tarihte Kürt Halkının Yeri”, Cemşid Bender, Teori, Nisan 1990)
Bu, Türk milliyetçi tarihçilerine özgü kof böbürlenmenin tersine çevrilmiş halidir.
Cemşid Bender, Arapça, Farsça, Türkçe, Ermenice binlerce sözcüğün Kürtçe kökenli olduğunu, Kürt dilinin, Orta Doğu’daki bütün dillerden eski ve zengin olduğunu ileri sürer. (Bkz: C. Bender, “Kürtlerde Suyu Bulma ve Kullanma Sanatı”, Teori, Şubat 1992 ve “Anadolu Kültüründe Kürt İzleri”, Teori, Ekim 1990) Böyle bir iddia, yalnızca, Türkçenin Hint-Avrupa dillerinin “kayıp” kaynağı olduğunu “keşfeden” “Güneş Dil Teorisi”nin özellikle Kürtçe üzerindeki baskıyı güçlendirmek amacıyla pervasızca kullanılması karşısında, anlamlı bir ezilen ulus milliyetçiliğinin ürünü değildir; aynı zamanda, ayağa kalkmakta olan bir ulusun kendi kimliğine duyduğu güvenle mümkün bütün sınırları zorlamasının da işaretidir. Ne var ki, bütün dillerin tek bir ana kaynaktan doğduğu tezi de, İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa tarihçiliğinin belli başlı ırkçı tezlerinden biridir. Bu tezler, bugüne kadar linguistik araştırmalarında temel kabul edilen sınıflandırma ölçütlerini de önemli ölçüde belirleyerek yaşamaya devam etmektedir. Her milliyetçi tarihçi, bu sınıflandırmaya dayanarak ve karşılaştırmalı linguistikin verilerini özel tarzda kullanarak, kendi ulusal dilini, diğer dillerin anası olarak gösterebilir. Buna ilişkin çok ilginç ve bugün artık herkese gülünç gelen örnekler, İsmail Beşikçi’nin değerli araştırması “Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu” adlı eserde bulunmaktadır. Günümüz milliyetçi Kürt tarihçiliği, bu çok denenmiş eski yolu kullanmakta sakınca görmüyor. “Güneş Dil Teorisi”, çoğu kez sanıldığı gibi, yalnızca Türk ırkçılığına özgü bir teori değildir. Bütün milliyetçiler, kendi uluslarının, diğer ulusların atası ve kökü olduğu iddiasını ileri sürerken, diller tarihinin karmaşık ve çapraz ilişkiler içinde oluşmuş birikiminin ortak ürünlerini “kendi öz malları” olarak ileri sürmektedir. Bu açıdan, “Hint- Avrupa dillerinde kullanılan öneklerin çoğu ile bazı soneklerin Türkçede tam kelime halinde varlığını ileri sürerek, ‘CO’ ekinin Türkçe ‘Komak’tan, ‘AD’ ekinin dilimizde isim demek olan ‘AD’ ile ‘ADAMAK’tan, ‘DİS’ ekinin Türkçe ‘DIŞ’tan… geldiğini göstererek…” diyen milliyetçi Türk tarihçilerime, Kürtçenin, Arapçayı, Farsçayı, Ermeniceyi, Süryaniceyi hatta ölmüş Hititçeyi, Sümerceyi kökten etkileyip onlara sözcük aktardığını ileri süren Kürt milliyetçisi tarihçi arasında fark yoktur.
Bir başka örnek, Kürt milliyetçi tarihçiliğinin, Türk milliyetçiliği ile ilk bakışta anlamsız ve gereksiz görülebilecek bir yarışa giriştiğini gösteriyor. Türk milliyetçiliğinin ırkçı, şoven tarih felsefesinin özellikle Kürt halkının varlığını inkâra, onun tarihsel geçmişini yok saymaya yöneldiği bir gerçektir. Kürt milliyetçiliği, buna karşılık, kendi tarihinin savunulmasını, kendisine yöneltilen silahları tersine çevirerek gerçekleştirmeye çalışıyor. Fakat bu tepkici yolda, Kürtler, Türklerle aynı temelde hareket ediyorlar ve özü bakımından kendi tarih felsefelerini de aynı öz üzerinde kuruyorlar.
Şu örneği inceleyelim:
Türk milliyetçiliğinin özellikle Orta Asya kökenli olmakla “AT” arasında kurduğu dolaysız ve zorunlu ilişki, milliyetçi tarih anlayışı içinde, bu hayvanın Türk’ün ayrılmaz parçası olarak “tarihteki şanlı yerini almasını” sağlamıştır. Türk milliyetçi tarihçiliği için at, ulusun tarihinin asli parçası haline getirilmiştir. Tepkici Kürt milliyetçi tarihçiliği, buna atı ilk evcilleştiren ulusun Kürtler olduğunu ileri sürerek cevap vermeye çalışıyor: “İşte atı ilk ehlileştiren bir ulus olan Kürtler, atı ve merkebi, tarihte hem araba için, hem de bulgur yaparken kendi bulup kurduğu…” (Cemşid Bender, “Kürt Uygarlığında Buğdayın Ayak İzleri”, Teori, Mart 1992).
Hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi, bir başka deyişle doğal hayatlarından çekilip alınarak insan- topluluklarının denetimi altında ve insanın ihtiyaçları için kullanılmalarının tarihi, birçok bakımdan karanlıktadır. Bu konuda her hangi bir yazılı belge bulma olanağı yoktur. Çünkü at, köpek, koyun ve sığır sürüleri gibi hayvanların, buğdayın, nişastalı kök bitkilerinin, meyvelerin insan denetimine geçmesi, binlerce yıla uzanan bir tarihe sahiptir ve bu etkinlikler, esas olarak insanın da, hayvanlıktan çıkıp insanlığa adım atmasının süreçleriyle iç içedir. Bu bakımdan, atı kim evcilleştirmiş olursa olsun, ona ulus demek, bilimsel bakımdan kabul edilemez. Böyle bir iddia, ulusla insanı eşitlemek, ulusun ataları insanın da atalarının olduğu sonucuna varmak demektir. Tarihin bu kadar eski çağlarında yaşamış herhangi bir insan topluluğunun bugünkü ulus adlarıyla anılması ise, doğrudan doğruya ırkçılığa karşılık düşmektedir.
Irkçı Türk tarihçilerinin Orta Asya’da yaşayan ve yaşamış her kavmi Türk saymaları gibi, Kürt tarihçiler de, Mezopotamya’da yaşamış ve yaşayan her kavmin, belki hiç biri kavim olarak örgütlenme olanağı bile bulamamış insan topluluklarının Kürt olduğunu ileri sürmektedir. Ulus ve Irk kavramlarının bir ve aynı anlama gelmek üzere kullanıldığı bu görüş açısından bakıldığında, Kürt tarihçilerin de büyük ölçüde, “İnsanlığın atası Kurttur” sonucuna varması kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bu büyük bir ciddiyetle bugünden ileri sürülebilmektedir.
-Coğrafya ve ulusun özdeşleştirilmesi:
Milliyetçi tarihçiliğin bir başka karakteristiği, ulusun bugün ve yakın tarihte yaşadığı bölgenin “Anavatan” kabul edilmesi ve bunun “değiştirilmez tarihsel gerçek” olarak sunulmasıdır. Bu, tümüyle siyasal sınırlarla ilgili politikanın belirlediği bir yönlendirmedir. İnsan topluluklarının hangi soydan geldiği ve hangi coğrafya üzerinde kendilerine bir hayat kurduğu üzerinde yoğunlaşan tarih araştırmalarının, özellikle Avrupa’da ‘30’lu ve ‘40’lı yıllarda yaygınlaşması anlamlıdır. Bu tarih görüşü, doğrudan doğruya ırkçı, faşist, emperyalist “Hayat Alanları” teorisiyle ilgilidir ve bir ulusun (ya da üstün ırkın), belli bir coğrafya bölümünün ilk ve değişmez sahibi olarak onaylanmasına gerekçe hazırlamaya yöneliktir. Dolayısıyla, emperyalizmin göz diktiği topraklarda yaşayan diğer halkları ve ulusları egemenlik altına almaya, soykırıma uğratmaya temel hazırlar. Bu tez, yayılmacı ve ilhakçı politikaları haklı çıkarmaya yöneliktir. Aynı tezin, ulusal kurtuluş savaşı sürecindeki ezilen uluslar için anlaşılabilir ve hoşgörüyle karşılanması gereken siyasal bir yanı vardır. İşgal edilmiş topraklarını sahiplenmek isteyen ulus, yaşadığı bölgenin kendisinin tarihsel hakkı olduğunu ileri sürmekte mazurdur. Ancak aynı anlayışın, giderek siyasal sınırların ırk ve milliyet esasına göre, en dar burjuva milliyetçilik temelinde, “değişmez ve değiştirilemez” olduğunu ileri süren bir resmi ideoloji içeriği kazanması, aynı bölgede yaşayan diğer ulusal toplulukların “bu toprağa ait olmadıklarının ileri sürülerek baskı altına alınması tehlikesi de kesin olarak vardır. Bu, kardeş halklar ve özellikle de milliyetçilik ve vatan kavramlarında hiçbir çıkarı ifade edilmeyen proletarya bakımından tehlikelidir.
-Ulus içindeki sınıf karşıtlıklarının ve mücadelesinin örtülmesi, ulusun tek bir bütün olarak gösterilmesi:
Türk tarih tezinin önemli bir özelliği, Alman ve İtalyan faşist tarihçiliğinin temelinde yatan sınıf kavramının inkârını, tekrarlamaktan ibarettir: “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz!” Bu da, günümüz milliyetçi Kürt tarihçileri arasında, Kürtlerin tarih boyunca, kendi haklarını da, başka kavimleri de ezmemiş, her zaman adil ve eşit toplumsal bir yaşamın savunucusu olagelmiş bulunduğunu ileri sürerken tekrarladıkları bir görüştür. Bir yandan Kürtlerin tarihte hiçbir zaman devlet kurmamış olduğunu ileri süren faşist Türk tezine karşı, hemen hemen tarihteki bütün Mezopotamya ve Doğu Anadolu devletlerinin Kürtler tarafından kurulduğu ya da Kürtlerin bu devletlerin esas ahalisini oluşturduğu iddia edilirken, bu devletlerin kime karşı ve hangi sınıflar eliyle kurulmuş olduğu sorusu atlanmaktadır. Bir yerde devlet olacak da, ezilen ya da tahakküm altında tutulan birileri nasıl bulunmayacak? Kuşkusuz, milliyetçi Kürt tarihçiliğinin, Marksist devlet teorisi açısından sorulacak bu soruya verebileceği bir cevap yoktur. Çünkü orada önemli olan, ulusun ezilmişliğe karşı savaşının, tarihsel bir geleneğe dayandırılması ve bugün içinde bulunulan durumun hiç hak edilmemiş olduğunun tarihle kanıtlanması çabasıdır. Bu görüş, sonuçta ulusun kendi içindeki sınıf ayrılıklarının gizlenmesi, sınıf mücadelesi gerçeğinin ulusal kurtuluş mücadelesine kurban edilmesi yolunu açmaktadır. Eğer bir Kürt toprak ağası, hasbelkader ulusal kurtuluş savaşının maddi bir destekçisi ise, Kürt emekçi köylüsünün ona karşı mücadelesinin “ulusal davaya zarar vereceği” yolundaki her gerici görüş, bu tarih anlayışında kendisine bir destek bulacaktır.

SONUÇ
Milliyetçi tarih anlayışının, tarihsel koşullara ve hangi politikanın ürünü olduğuna bağlı olarak kazandığı belli bir içerik vardır. Bu, uluslaşma sürecinin özelliklerine ve koşullara bağlı olarak, ilerici ve demokratik bir içerik kazanabilir. Ancak bu içerik, daima koşullu bir içeriktir ve temel özellikleri değişmediği halde, bir dönem görece ilerici olabilirken, bir başka dönem gerici rol oynayabilir. Şu anda Kürt milliyetçi tarihçiliği, yüzyıllardır ulusun kapatıldığı tarihsizlik ve kültürsüzlük suçlamasının duvarlarını yıkmaya çalışıyor ve bu koşullarda ilerici, demokratik bir rol oynuyor. Türk milliyetçiliğinin yerleştirdiği ideolojik önyargıların yıkılmasında, Kürt ulusal varlığının inkâr edilmesine yol açan gerici koşullanmaların kırılmasına hizmet ediyor. Bununla birlikte, felsefi temelleri bakımından idealizmin ve metafiziğin hâkim olduğu bu tarihçiliğin önemli zararları da görülüyor. Türk milliyetçi tarihçiliğine karşı tepki temelinde geliştirilen araştırma ve yorumlama tarzı, bu tarihçiliğin iddialarını ciddiye alınmaktan uzak kılıyor ve bu her şeyden önce Kürt ulusal mücadelesinin kültür cephesinin zayıflamasına yol açıyor.
Temelleri bakımından, her türden milliyetçiliğin ortak özellikleri olarak saptanabilecek karakteristikleri yukarıda özetledik. Bunlar, azalan ya da artan ölçülerde, ama mutlaka, şu ya da bu milliyetçi yazarda bulunan ideolojik yönelimleri ifade etmektedir. Bu temeller, her şeyden önce burjuvazinin ideolojisini ve politikasını yansıtmaktadır. Böyle bir tarih anlayışının, proletaryanın sosyalist hedefleri bakımından sağlayacağı bir gelişme yoktur. Demokratik devrimci gelişme sürecinde, burjuvazinin devrimci kitle hareketi üzerindeki hegemonyasının bir parçası olarak işlev yüklenen bu tarihçiliğin, kesin olarak eleştirilmesi ve materyalist tarih yorumuna uygun çalışmalarla cevaplandırılması bir zorunluluktur. Bu konuda Kürt ulusal varlığının inkârına karşı çıkmak adına, Kürt milliyetçiliğinin tarih anlayışını onaylamak ya da suskunlukla karşılamak yanlıştır. Türk milliyetçiliğinin gerici ve bilim dışı tezlerini eleştiren herkes, aynı özden kaynaklanan Kürt milliyetçi tarihçiliğinin bilim dışı ve şu anda koşullara bağlı olarak demokratik bir işlev yüklenen, ama bugün ve gelecek için geriletici bir potansiyeli ifade eden tezlerine karşı da tavır takınmalıdır. Bu konuda sağlam ve devrimci bir temel ancak sınıf mücadelesi kavramını temel alan materyalist tarih anlayışında bulunabilir.

Aralık 92

Türkiye işçi sınıfının mücadelesi ve türk-iş 16. Genel kurulu

16. Genel Kurul hazırlığı yapılan Türk-İş, Türkiye işçi sınıfının en eski ve en kitlesel konfederasyonudur. Bu anlamıyla, işçi sınıfının ve onun mücadelesi bakımından Türk-İş’in ve onun genel kurullarının yeri büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla Türk-İş’in 16.Genel Kurulu’na doğru, Türkiye işçi sınıfının sendikal hareketindeki önemli bir mevzi olan Türk -İş ve bağlı sendikalarının durumunu genel olarak değerlendirmek, mücadele içinde bundan böyle izlenecek taktikler konusunda ipuçları verecektir.
Sendikalar, kapitalizmin sosyal bir sistem olarak ortaya çıkması ve işçi-işveren ilişkilerinin, en ilkel bir biçimde de olsa belirmesiyle birlikte, işçilerin sömürüye karşı birlik ve dayanışmasını sağlayan, işçiler arasında rekabete son veren örgütler olarak tarih sahnesine çıktı.
17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, önce İngiltere’de, daha sonra Fransa, ABD ve Almanya’da, aşırı sömürü karşısında tepkinin ürünü olarak gelişen işçi hareketi sonucu işçiler, değişik adlar altında örgütlenmişlerdi. İngiltere’de 1824’de,    Fransa’da 1840’larda işçi sendikaları, işçilerin kitlesel mücadelesinin yükseldiği, devrimci dinamizmin fazlaca yükseldiği koşullarda yasal dayanaklarına kavuştu. Ardından tüm kapitalist ülkelerde artarda daha önceden yasadışı olarak kurulmuş sendikalar yasal dayanaklar edinerek ortaya çıkıp hızla örgütlenmelerini genişlettiler. Ülkemizde, II. Meşrutiyet’in getirdiği kısıtlı da olsa yasal olanakların sonucu ilk emekçi örgütleri oluşmaya başladı. Ama ömürleri çok kısa oldu. Artarda çıkarılan istibdat yasalarıyla, baskı altına alınan tüm işçi örgütlenmeleri işlemez hale gelerek fiilen ortadan kalktı. Cumhuriyetin ilanından 22 yıl sonra, 1946’da çıkarılan, “sınıf esasına uygun cemiyet kurulamaz” biçimindeki yasal engelin ortadan kaldırılmasıyla, sendikalar yasal ve nispeten sürekli varolan işçi örgütleri olarak örgütlenebildiler. Bu dönem, her işkolunda çok sayıda sendikanın kurulduğu bir dönem oldu. Bu sendikaların büyük bir çoğunluğu birleşerek, 1952’de Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonunu (Türk-İş’i) oluşturdular.
1946’da kurulan DP hükümeti ile birlikte, Türkiye devleti ile ABD arasında gelişen devletlerarası ilişkilere paralel olarak, Türkiye işçi sendikaları, Amerikan İşçi Sendikalarının, devlet güdümlü, sınıf işbirlikçisi biçimine uygun olarak, denetim altına alınmaya çalışılmış ve günümüze kadarda Amerikan sendikacılığının Türkiye’ye has özellikleriyle renklenmiş bir türevi olarak süregelmiştir. Devlet sendikacılığı, “siyaset yasağı”, “devlet büyüklerine saygı ve ‘ulusal politikalar’a tam destek”, “T.C.’nin milleti ve devletiyle bölünmezliği ilkesine kayıtsız, şartsız uyma”, “devletin varlığını tehlikeye sokan grev ve genel grevlerden uzak durma” Türk-İş’in başlıca ilkesi oldu. Bu anlayışa, kurulduğu günden bugüne riayet eden Türk-İş bürokrasisi, devletin koyduğu anti-demokratik iş ve sendika yasalarından yararlanarak, günümüze kadar, kişiler değişse de aynı anlayışı koruyan bir kast olarak varlığını sürdürmüştür.
Amerikan sendikacılığından CIA’ye kadar uzanan Amerikan müdahalelerinin sonucu olarak, Avrupa’nın uzlaşmacı, reformist sendikacılığına bile ters düşen Türk-İş, Avrupa Sendikaları Konfederasyonu ETUC’a bile kabul edilmemişti.
Tarihi boyunca Türk-İş’in politik ve ideolojik tutumu, ABD güdümlü AAFLI (Asya-Amerika Hür çalışma Enstitüsü) tarafından belirlenmiştir dersek bir abartma yapmış olmayız.
Türk-İş, kuruluşundan itibaren, giderek azalan miktarlarda da olsa, Pentagonun diğer ülkelerdeki sendikalara müdahale etmek için kullandığı AID fonlarından, hatta doğrudan CIA’den maddi destek almıştır. Kurulduğu yıllardan bu yana üst yönetim kademesinden sendikacılar, ABD’ye eğitilmek üzere götürülmüşlerdir. İlk yıllarda az sayıda ve ‘gezi’ adı altında yapılan bu ‘eğitimler’ giderek, daha fazla sendikacının katıldığı ve Avrupa ve Asya ülkelerine, bugünlerde de delegasyon çapında Rusya ve eski Sovyet Cumhuriyetlerine kadar yayılan geniş çaplı gezilere dönüşmüştür.
Devletin siyasi ve ekonomik programlarının destekçisi rolünü oynayan Türk-İş üst bürokrasisi, nihayet her gelişen işçi hareketinden korkan ve bu hareketi geriye çekmek için çalışan, devletten çok devletçi bir politikanın temsilcileri haline geldiler.
Bu anlamıyla, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin düşmanı olan yüzlerini, her işçi eyleminde sergilediler. Yeri geldiğinde patronu, yeri geldiğinde hükümeti, yeri geldiğinde de polisi yanlarına aldılar; ama hiç bir zaman işçilerin yanında yer almadılar. Öyle ki; bütün ‘70’li yıllar boyunca Türk-İş bir tek grev yapmadı. Greve gidenleri de, bozgunculuk, anarşistlik, bölücülükle suçlamaktan çekinmedi.
Anti-demokratik tüzük maddeleri ve delege oyunlarıyla yönetimde kalmayı başaran sendika ağaları, bol maaşlı ‘uzmanlar’ın akıl hocalığıyla sendika yönetimlerini yıllarca babalarının çiftliği gibi kullandılar, kullanıyorlar.
Türkiye işçi sınıfının gündeminde, tüm uygulamalarıyla, yapıcı kararların alınamaz, alınsa bile gerçekleştirilemez olarak değerlendirildiği Türk-İş’in, sınıfın çıkarlarının savunulduğu demokratik bir mevzi haline getirilip getirilemeyeceği sorusu vardır. Genel anlamda işçi sınıfının sendikalara güvensizliğinin bir sonucu olarak, sendikalarına yeterince sahip çıkmamaları, onları eylemlerinin dayanağı olarak yeterince kullanmamaları, Türkiye işçi sınıfı hareketinin en büyük zaaflarından biri ve en önemlisidir. Ama işçi sınıfının burjuvaziye Karşı mücadelesinde çok önemli bir yeri olan sendikaların, devrimci bir tarzda ele geçirilişi ve dönüştürülmesi, önümüzdeki dönemin gündeminin başlıca maddelerinden birisi olmaya adaydır. Sendikaların devrimci tarzda ele geçirilişinden kastımız, sınıf hareketine önderlik eden ileri, devrimci komünist işçilerin, sendikaların yönetimine gelmelerinin yanı sıra, geniş işçi yığınlarının inisiyatifiyle sendikaların yapısal olarak da değişmeleri, her şeye kadir yönetici kast yerine, işçiler tarafından her zaman görevden alınabilir, maddi yaşam koşullarıyla da işçilerden kopmamış işçilerin sendikaların yönetim mekanizmalarına gelmeleridir.

TÜRKİYE’DE İŞÇİLERİN SENDİKAYA KARŞI TAVRI
Tüm demokratik haklarda olduğu gibi, sendikal hakların tümüyle rafa kaldırıldığı, ’80 sonrası koşullarda işçiler, uzun bir süre suskun kaldılar. MGK’nın aldığı kararlara değil itiraz etmek ve bu yönde sınıfı harekete geçirmek, tam tersine, bu kararları destekleyen Türk-İş yönetimine karşı, işçiler, bu iflah olmaz sınıf işbirlikçiliğine karşı bir şey yapamayacakları düşüncesiyle, sendikalardan da oldukça uzak durdular. ’86 sonrasında gelişen işçi hareketinin kendiliğinden niteliği paralelinde örgütlenen eylem ve direnişler, sendikacıların dışında, çoğu zaman da sendikacılara rağmen örgütlenen muhalif birlikler temelinde yükseldi. İşçiler, sendikaları eylemin içine çekmek için sendikalara baskı yaptılar. Bu bazen sendikayı “basma”ya kadar vardı. İşçi hareketinin yükselmesine bağlı olarak, mücadeleyi önleyemeyeceğini gören sendika ağa ve bürokratları, hareketin önüne geçerek onu yozlaştıracak, yasalar çerçevesine çekecek yol, yöntemler geliştirmeye koyuldular. Bu eylemlerde oluşturulan “işyeri komiteleri”, “işçi komiteleri”, “direniş komiteleri” vb. işçilerin çok işine yaradı. Ama çeşitli siyasi eğilimler bu günün koşullarının ürünü olan örgütlenmeleri teorileştirip “süreklilik” kazandırmaya çalıştılar. En kötüsü de bu sınırlı pratikten kalkarak, lafta tersini söyleseler bile, pratikte sendikaları dışlayan bir tutumun propagandacısı ve uygulayıcısı oldular. Yaşamları boyunca, sendikacılar tarafından aldatılan işçilerin gözünde sendika ile sendika yöneticisi özdeşleşmiş olduğundan bu sendika dışı örgütlenmeler, özellikle yeni uyanan işçinin gözünde bir süre için de olsa çekim merkezleri oldu. Bu ise en çok sendika ağalarının işine geldi. İşçilerin sendikayı önemsiz görmesi, onun yönetiminde kimin olmasını da umursamamayı getireceğinden, bu durum, sendika yöneticileri için bulunmaz bir nimetti. DSİM, “işyeri komite ve konseyleri”, “işçi komiteleri”, “fabrika komiteleri” gibi örgütlenmelerin bir dönem popüler olması bundandı.
’88 ve ’89 eylemleri, 1 Mayıs’larda işçi katılımının yoğunluğu, işçilerin kendilerine güvenlerini arttırdığı gibi, mücadele yeni işçi önderleri de ortaya çıkartmıştı. Dahası bu eylemlerde işçiler, sendikaların önemini onlara rağmen düzenledikleri eylemler içinde görmüş, daha ileri atılım için sendikaların yönetimine sınıftan yana işçilerin gelmesinin önemini kendi yaşamları içinde görmüşlerdi. ’89 sendika şubelerinin genel kurullarında, birçok şubede, 88 ve 89 yılları mücadelesi içinde sivrilen işçi önderlerinin, yönetime gelme mücadelesi sonuç vermiş, yıllardır yönetime çöreklenmiş, bir işe yaramayan yönetici alaşağı edilerek yerlerini mücadeleci unsurlara bırakmak zorunda kalmışlardı. Bu kısmi başarıya karşın, işkolu ve ülke düzeyinde örgütlenmemiş bu muhalefetin Türk-İş’in üst yönetiminin zırhını delmesi beklenemezdi. Nitekim de öyle oldu ve onca eyleme ve Türk-İş ağalarından onca nefret edilmesine karşın, Ş. Yılmaz ekibinin yeri sarsılmadı. Bu yüzden de ’89 Türk-İş Genel Kurulunda, mücadele alanlarında esen işçi fırtınası pek hissedilmedi. Sınıfın öfkesini bastırmak için, 1 Mayıs’ın yasallaşmasından sendika, TİS ve grev yasasının demokratikleşmesine kadar bir dizi Genel kurul kararı alındıysa da, kararları uygulamama ustası Türk-İş yönetimi, bunları uygulamaya koymak için parmağını bile oynatmadı.
Aradan geçen üç yıl, Türkiye işçi sınıfının büyük madenci direnişini, 3 Ocak eylemlerini, metal grevini yaşadığı yıllar oldu. Sınıf, büyük mücadelelerden ve aynı ölçüde büyük, sendika ağalarının ihanetinden geçti. Türk-İş üst yönetimine duyulan tepki, İstanbul, Kocaeli gibi büyük işçi merkezlerinde sendika şubeleri platformu olarak biçimlendi. Bütün uzlaşıcı eğilimlerine karşı bu platformlar işçi sınıfı mücadelesi için dayanak işlevi gördüler. Zaman zaman da Türk-İş üst yönetimine rağmen eylemler örgütlediler. Önceki yılların birikimi ve son üç yılın deneyimi bir yönüyle de olsa sendika şubeleri ve genel merkez genel kurullarına yansıdı. Kimi yerde mücadelenin sorunları gündeme geldi, kimi yerde ise daha da ileri gidilerek, mücadelenin önünde engel olan yöneticiler tasfiye edilerek, daha mücadeleci işçi ve sendikacılar yönetimlere getirildiler.

TÜRK-İŞ 16. GENEL KURULUNA GİDERKEN TÜRKİYE’DE SENDİKALARIN İŞLEVİ VE GENEL DURUMU
Sendikalar, izledikleri politik çizgi ve yönetimlerindeki kadroların niteliğine uygun olarak ilerici ya da gerici karakter kazanırlar.
Kapitalizm şartlarında işverenler, çalıştırdıkları işçilerin ürettiği artı değerden en büyük payı alabilmek için, devleti;( polisi, yasaları, mahkemeleri.vs.) kullandıkları gibi, sendikaların yönetimlerini de satın alarak kullanırlar. Satın alınamayan kişileri sendikalarının yönetimine getirdikleri ölçüde de işçiler, artı değerden en büyük payı alabilirler. Böylece, sömürüden tümden kurtulmak için mücadelenin olanaklarını da genişletirler ki bu, kapitalizmin ortadan kaldırılması mücadelesidir.
İşçi-işveren ilişkilerinin ortadan kalktığı sosyalist sistemde ise, sendikaların görevleri, mülkiyetin düşünce bazında tasfiyesine yönelik eğitim ve sosyalizmin kuruluşuna katkıda bulunmak biçiminde sürer, ta ki komünizme kadar.
Elbette ki, sendikanın sınıf sendikası olması demek, yönetimine salt sınıftan yana işçilerin gelmesi değildir. Ama varolan koşullarda yapılması gereken en acil işlerden birisi budur.
Sendikalarını bürokratik bir mekanizma olmaktan kurtarmak isteyen işçiler, ilk iş olarak, sömürüye her karşı çıkışlarında karşılarında gördükleri sendika bürokratlarının yerine, tüm eylemlerinde yanlarında olan ve mücadelelerini sömürünün ortadan kaldırılmasına kadar kendileriyle birlikte omuzlayacak kişilerden seçmek zorundadırlar. Bu tür kişileri, sendikalarının yönetimine getirme olanağı veren sendika genel kurullarına bu nedenle çok önem vermek zorundadırlar.
Sınıf mücadelesi yükseldikçe, sınıfın içinden çıkan gerçek sınıf önderlerinin sendika yönetimine gelmelerinin önündeki bürokratik engellerin aşılması, sınıfın ideolojik ve politik (bilinç-eylem) gelişimine bağlıdır. Gelinen süreçte ise, Türkiye işçi sınıfı ideolojik ve politik eğitimini kolaylaştırıp yaygınlaşmasını sağlayan grev ve kitlesel eylemlerin ivmesi artan bir seyir izliyor.
İşçi sınıfının tarihi göstermektedir ki, ne zaman demokratik kitlesel hareketin seyri yükselme ve radikalleşmeye yönelir, işçilerin örgütlenme ve sendikal demokrasi mücadelesi de güç kazanır ve sendikaların devrimci bir yöneliş ve değişiminin olanakları da genişler. Türkiye işçi sınıfının gelişen mücadelesi bu anlamıyla sendikaların radikal bir yönde yönetim değişiklikleri için sınırsız olanaklar sunmaktadır.
İşçi sendikaları, sınıfın, en geniş kitlesini çatısı altında toplayan, sınıfın sendikal eylemini yöneten, ekonomik ve politik çıkarları için eğilim veren ve kendi eyleminden çıkan derslerin toplandığı, ulusal ve uluslararası birliğini sağlayan örgütlerdir. Türkiye işçi sınıfı da, işçilerin tümünü kapsamasa da, en büyüğü Türk-İş ve daha az kitlesel DİSK, HAK-İŞ gibi sendika merkezlerine sahiptir. İşçilerin tümünün tek bir sendikada toplanmasının, işçi sınıfının birliği ve gücü açısından, kapitalizme karşı açtığı savaşta hayati bir öneme sahiptir. Buna karşı kapitalist sınıf da işçi sınıfının bu gücü karşısında bu birliği bölmek ve varlığını idame ettirmek için, işçi sınıfı içindeki rekabeti körükleyerek, işçilerin sadece siyasi bakımdan sendikal bakımdan da bölünmesi için elinden geleni yapar. Bugün Türkiye’de, birbirinden çok farkı olmayan bir kaç konfederasyonun olma nedeni de budur. Türk-İş çatısı atında, sendika ağalarına rağmen her yıl on binlerce işçinin grev ve direnişlere katıldığı koşullarda, 12 yıldır yasaklı olan DİSK’in “hak-hukuk” adına sahneye sürülmesinin nedeni de budur. Nitekim DİSK yöneticileri, bugün Türk-İş’ten daha geri platforma savrularak, çağdaş sendikacılığı savunarak, burjuvaziye sınıf hareketi karşısında yeni olanaklar sunmaktadırlar. Elbette DİSK’in bu ölçüde pervasız bir biçimde sınıf işbirlikçisi bir çizgi izlemesinin nedeni, ağaların tepesinde işçi baskısının olmamasıdır. Ama sonuçta DİSK sınıf hareketi içinde yeni bir bölücü merkez olarak ortaya çıkmaktadır.
DİSK Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde işçiler arasında rekabeti körükleyip bölücülük yaparak sınıf hareketini baltalarken; Türk-İş yöneticileri, mücadeleci işçilerin olduğu şubeleri kapatarak, yönetimleri feshederek, taşeronlaşma sonucu, sendikasız kalan işçilere sahip çıkmayarak, devrimci işçi önderlerini patronlara şikâyet edip işten attırarak, koltuklarının sallanması karşısında gelirlerinin bir bölümünü gözden çıkarıyorlar.
Bütün bu gelişmelerden, sınıf ve sınıf hareketi büyük zarar görmektedir. Son üç yıl içinde de özellikle sınıfın henüz oluşan genç önder unsurları büyük kayıplara uğramışlardır. Ama her şeye karşın en alt kademelerden başlayarak işçi inisiyatifi kendisini duyurmaya başlamıştır. Gerçi tabandaki istek yönetimlere, hatta temsilciliklere bire bir yansımamaktadır. Ama, tabanda 4-5 yıl öncesine göre çok daha belirgin ölçüde bir değişim başlamıştır.
Bürokrat sendikacıların koltuklarını kolayca terk etmeyecekleri bilinen bir şey. Ellerinden geleni de yapıyorlar. Ama işçi tepkisi karşısında da ellerinden çok şey gelmediği son aylarda (Harb-İş’te olduğu gibi) iyice ortaya çıkmış durumda.
Gelişmeler göstermektedir ki; Türk-İş’in bürokratik aygıtı çürümüş dev bir ağaç gibidir. Yeterince çaba gösterilir, doğru taktikler geliştirilirse bu ağacın önümüzdeki yıllarda devrilmemesi için pek bir neden yoktur.

SENDİKA ŞUBE VE MERKEZ GENEL KURULLARINDA DEĞİŞİM YÖNÜNDE GÜÇLÜ BELİRTİLER VAR
’92 genel kurullarına genelde bakıldığında; ’89 eylemlerinin sıcaklığı içinde yapılan bir önceki kurullara göre daha geri bir platformda kaldığı gözlenir:
a) Hemen hemen tüm genel kurulların ‘seçim atmosferi’ içinde geçmesi, seçim entrikaları, delege avı işinin kongreye katılanların başlıca uğraşı olması hemen bütün kongrelerin başlıca zaafıydı. Sınıfın geçmiş mücadelesinin deneylerinin tartışılıp sonuçlar çıkarıldığı, sonraki dönemin mücadele çizgisinin ana hatlarıyla tartışıldığı yerler olması gereken kongreler, ne yazık ki, daha üstlerinde bir kaç ay geçmiş olmasına karşın bu yanlarıyla anımsanmıyorlar. Temsil ettikleri işçilerin günlük ve genel sorunlarını kurula taşıma ve bağlayıcı kararlar çıkarma görevi ile seçilmiş delegelerin ezici çoğunluğu, temsil ettikleri işçinin gerçek temsilciliğini yapmaları, bu yönde sorunları kurula taşımaları gerekirken, eğilimlerine-.göre eski ve yeni yöneticilerin öneri ve istekleri doğrultusunda parmak kaldırmanın ötesine nadiren geçtiler. Kurulların debdebeli havasına kendilerini kaptırmaları ve gerçek görevlerini unutmaları, bu delegelerin işçi sınıfının sorunlarını bilmediğinden değil, bunları söylediğinde, bürokrasinin gazabına uğrama korkusu yanında, yeterli sınıf bilincine sahip olmayışı ve en önemlisi sınıf sendikacılığının ilkelerini savunucusu olmadıklarındandır. Diğer bir nedeni ve en önemlisi ise, yıllardan buyana tartışılan, genel kurul kararı haline gelen kararların hayata geçmeyişi karşısında sendika ve onun üst organlarına güven duymama ve etkin bir dönüşümün olamayacağını düşünmek olabilir. Ama tüm sendikaların delegasyonunda ortaya çıkan genel suskunluğun yakıcı nedeni, sendikal kastların değişmeyeceği, statükonun, delegenin kendi dışında süreceği inancı yatmaktadır.
b) En geniş işçi kitlesinin barındığı Türk-İş sendikalarının hemen çoğunluğunda, genel kurul kararı olarak sendikacıların maaşlarının ve 3 yılda bir aldıkları kıdem tazminatlarının, yaklaşık % 150 oranında arttırılması için karar alınması dikkate değer bir olgudur. Burjuvazinin işçi sınıfına karşı saldırısının bir biçimi olan, sendikaların sınıfın sorunlarından uzaklaştırılması, bürokratik sendikacılığın teşviki ve işçi ile sendikaların arasındaki duvarların kalınlaştırılması yönünde önemli bir fonksiyon, sendikacıların ücretleridir. Sınıf sendikacılığının en önemli ilkelerinden biri, sendikacıların, ortalama işçi ücretinden fazla ücret almamalarıdır. Delegeler, sendika ağalığının önemli bir dayanağı olan yüksek ücret ve kıdem tazminatını önemsemiyorlar ve çok olağan karşılıyorlar. Bu yüzden de kurullarda, sendikacıların ücretleri ve tazminatları konusunda hemen hiçbir delege eleştiri veya karşı çıkma anlamında tepki göstermedi. İşçinin cebinden kesilen yüz milyonların, sessizce sendikacılara bağışlanması, delegelerin sınıf sendikasına karşı sorumsuzluğunun en çarpıcı örneklerinden biridir.
Sendika kasası, işçiler tarafından denetlenmelidir. Sendika aidatlarının arttırılması, sınıfın, dayanışması açısından karşı çıkılması gerekmeyen bir şeydir, ama bu aidatların, sınıfın eylemliliği esnasında, eylemin gücünü arttıran bir amaç için kullanılması gerekirken, sendikacıların özel ihtiyaçları için çarçur edilmesi, sınıfın eyleminin önündeki bir engel olarak kullanılması demektir. Bu anlamıyla, ’92 genel kurulları, şimdiden sınıfın eyleminin önünü kesmeye çalışan bir tavrı da içermektedir.
c) Bu yılın genel kurullarının diğer bir ortak özelliği, bugünün ve geleceğin çıkarları açısından sınıfa düşen görevlerin, gelişen sınıf mücadelesinin deney ve sonuçlarının, delegeler tarafından aktif bir biçimde tartışılamayışıdır. Önümüzde, 250 bin kamu işçisinin toplu sözleşmeleri ve özelleştirmenin sonuçları olarak gelişen sınıfın dev gibi sorunları varken, bu sorunların çözümüne ilişkin tartışma ve önerilerin azlığı ve yetersizliği, mücadelenin sorunlarının es geçilmesinin bir ifadesidir. Kurullar, tüm işyerlerindeki ortak sorunların veya özel deneylerin birleştirilmesi için sınıfın izleyeceği yolun önünü açan perspektiflerin ortaya konduğu yerler olmalıydı. Bunun hiç yapılmadığı söylenemez, ama gereği gibi yapılmadığı ve ortak kararların alınmadığı bir gerçek. İşyerlerinin sorunları, delegeler tarafından etkin bir biçimde kongrelere taşınmadı. Tabanın söz ve karar hakkının kullanılabileceği en etkin merci olarak genel kurullar, etkisiz bırakıldı.
d) Devrimci-demokrat ve komünist işçilerin yönetime getirilmesi anlamında, genel kurullar, sınıfın eylemine uygun tarzda konumlandırılmayan kadro değişimine olanak tanımıştır. Pek çok şubede siyasi çevreler arası rekabet, kısa gün kan peşinde koşma vb. nedenlerle ileri unsurlar tasfiyeye uğrarken, bu arada kişisel çıkar İçin sendikacılığa soyunanlar, gericiler aradan sıyrılarak yönetimlerde yer almışlardır. Bu anlamıyla sınıf mücadelesine paralel bir kadro değişiminin gerçekleştirilmesi oldukça geri bir düzeyde kalmış, tabandaki ilerici, devrimci birikim sendika yönetimlerine yeterince yansımamıştır.
e)Tüm bu olumsuzluklara karşın, ’92 genel kurullarında, bir hayli sendika şubesinde yönetim değişikliği sınıfın çıkarlarına uygun bir doğrultuda gerçekleşmiş, mücadeleci işçilerin sendika yönetimlerine gelmesi gerçekleşebilmiştir.
Sendika şubelerindeki olumlu değişiklikler, az da olsa sendikaların genel merkezlerine ve Türk-İş delegeliklerine de yansımıştır. 10-20 yıldır değişmeyen sendika yönetimlerinde önemli değişiklikler olmuştur. Bu değişikliklerden bazıları eski yöneticilerin tasfiye edilerek yerlerine daha ileri tutum içindeki yöneticilerin gelmesi biçiminde olurken, bazılarında ise, eski yönetimler işçi muhalefeti karşısına ‘tam kadro’ çıkma cesaretini gösterememiş, ‘yeni’ simalarla yönetimde makyaj yapmak zorunda kalmışlardır. Kimi sendikalarda da ilerici bilinen sendikacıların seçimleri kaybettiği söz konusuysa da, bu genel olumluluğu gölgeleyecek boyutlarda değildir.
Kısacası yönetimlerin değişebildiği ve sınıfın sorunlarına sahip çıkan işçi önderlerinin sendikalarına sahip çıkmaya başladıklarının kanıtları ortaya çıkmıştır. Bu anlamda da, sendikal mücadelenin daha radikal bir tarzda sürdürülmesi için sınıfın güven tazelemesi yönünde olumlu bir adım atılmıştır. 50 yıllık Amerikan sendikacılığının duvarlarının çatladığı ve tümüyle yıkılmasının şartlarının geliştiği yönünde belirtiler ortaya çıkmaktadır. En önemlisi, sınıfın sendikalarına sahip çıkmaya başlamasının, filizleri görülmektedir.

BAZI GENEL KURULLARIN DURUMU
Yukarıda söylenenlerin daha anlaşılır olması için bazı genel kurullardan somut olguları buraya aktarmak yararlı olacaktır.
Tabanı mücadeleci işçilerden oluşan bazı sendikaların genel kurullarında, ilerici işçiler, sendika yönetimlerine gelirken, çoğunluğunda, statükocu geleneksel bir kadro çok az muhalefet delegesine karşı büyük farkla kazandı.
Arkasında Paşabahçe direnişi olan, mücadeleci bir geleneğe sahip işçilerin sendikası olan Kristal-İş Genel Kurulu, seçim oyunları, entrika, ilerici işçilerin işten attırılmasıyla sağlanan delege bileşimi ve yönetimin tehdidi altında olan anti-demokratik bir platformdu. Delegeler arasında, kurul öncesi hemşerilik, mezhep ayrıcalıkları kışkırtılarak, yaygın bir bölücülük propagandası yapılarak gidilen kurul, TKP’nin en gerici unsurlarının yönetime geldiği bir genel kurul oldu. İşçi sınıfının ne özel ne de genel sorunlarının doğru dürüst tartışılmadığı kurulda, (Örneğin Paşabahçe direnişinin nasıl satıldığı, işe geri alındı denilen işçilerin nasıl yeniden atıldığı, üstelik bunun işçilerin ücretlerinde gerçek bir düşüşle de işverene sunulduğu vb.) hiçbir delegenin ayak oyunlarını açıkça söyleyememesi, genel kurul öncesi entrikalardan herkesin yakınması ama bir türlü bu entrikaların ne olduğunu açıklayamaması ilginçti. Ama daha da ilginci bürokrasinin hışmına uğramak korkusunun genel kurula bir kâbus gibi çökmesinin izleyen herkes için görülebilir olmasıydı. Çünkü Paşabahçe, Topkapı ve Çayırova direnişlerinde, cam işçilerinin en mücadeleci ve dürüst olanları, direniş sonrası aynı yöneticiler tarafından işverenle anlaşmalı işten atılmıştı. Dahası “çağdaş sendikacılığın Türkiye şubesi olan Kristal-İş yöneticileri, Paşabahçe işçilerini, o şanlı direnişten sonra satarken “işten atılanlar geri alındı” görüntüsü arkasında mücadeleyi kendi hanelerine yazdırmayı başarmışlardı. Genel Kurulda da aynı edebiyat sürdürüldü. Delegelerin büyük çoğunluğu ağaların ne mal olduğunu biliyordu, ama aralarında birlik olmaması ve ağalar tarafından çeşitli biçimde bağlanmış olduğundan (suç ortaklığı, tehdit, vaat vb. yollarla) yöneticiler rahatça yerlerini korudu.
Toplumun en gerici geleneklerine sahip çıkarak, hükümetin ve düzenin dayattığı gerici ideolojinin taşeronluğunun yapıldığı Türk Metal Genel Kurulu, düzene sahip çıkma propagandasıyla sürdürüldü. Tüm delegasyonun yekvücut desteklediği yönetim, hem kendine hem de delegasyona tatlı bir yaşam vaadiyle, sendikanın mal ve para varlığının nasıl çarçur edildiğini sergiledi. 450 delege, eşleriyle birlikte lüks otellerde kaldı, kokteyller, yemekler verildi. Delege eşlerine, Konya’da Mevlana’nın türbesine ‘ziyaret amaçlı’ gezi düzenlendi. Delegasyona yazlık ve kışlık ev için kooperatif kuran, yurtiçi ve yurtdışı geziler tertip eden, araba, modern mutfak eşyaları alan, çocuklarına yurt dışında okuma olanağı tanıyan Türk Metal yöneticileri, Türk-İş içinde en geniş ve statükocu bir delege aristokrasisine sahip olduğunu sergiledi.
Kırıkkaleli hemşerilerinin, feodal geleneksel bir yapı içinde kalesi durumunda olan Türk Metal, dinci-faşist sendikacılığın en tipik örneğiydi. Kongre’de kadın, gençlik ve parti konularında, tam bir ‘sivil’ kadrolaşma yaratarak ve üyelerine faşist eğitim yaptırarak, karşı devrimci çalışmalarını açıkça sergileyen M. Özbek, “İşçi sınıfının partisini kurmak için çalışıyoruz” dedi. Türk metal, özellikle özelleştirmeyi açıkça destekleyen tek sendikadır. Delegeler arasında İstanbul ve Bursa gibi illerden gelen yönetime muhalif işçiler vardı. Ama bunların, kongre sürecinde açıkça sınıf tavrı koymaları bugünden’ ‘yararı olmayacağı’ nedeniyle gerçekleşemedi. Doğrudan işten atılma ve en azından sendikal görevden uzaklaştırılmaya yol açacak bu tavrı, her şeyi göze alarak yapmak, Türk Metal bünyesinde, bugünden pek olanaklı görünmüyor. Çünkü genel başkan “imparator” Mustafa Özbek’in her önerisinin, oybirliği ile desteklenmesi, muhalefetin örgütlenmesi alanında hiçbir açık kapının olmadığını gösteriyordu. Özbek ve fedailerinin salonda yarattıkları terör havasında kendiliğinden mücadele içinde uyanılmaya henüz başlayan az sayıdaki delegenin açık muhalefeti pek olanaklı değildi.
Hemşeri ve akraba geleneğine göre örgütlenmiş en güçlü sendikalardan biri de TEKSİF’tir. Akraba ve yandaşları kanalıyla devlet sendikacılığının en etkin bir biçimde uygulandığı TEKSİF Başkanlığını Şevket Yılmaz’ın yaptığı, Türk-İş içindeki en anti-demokratik sendikalardan biridir. Genel kurulunda, toplam 340 delegenin 68’inin oluşturduğu muhalefetin, Ş. Yılmaz’ın karşısına aday çıkarması, 1. oylamada seçilemeyen, ancak 2. turda seçilen Ş.Yılmaz’ı ve şürekâsını tedirgin etmiştir. Muhalefet delegelerinden hiçbirinin Türk-İş Genel Kurul delegesi olarak seçilememesi (ki, böyle olacağı, muhalif olarak ortaya çıkmakla zaten belli bir şeydi) bir kayıp olarak değerlendirilebilirse de, Türk-İş imparatorluğunun temellerinin, dipten gelen dalga ile sarsıldığını gösteren TEKSİF Genel Kurulu, işçi sınıfına verdiği güven ve moral açısından, oldukça olumlu yankı uyandıran bir genel kuruldu. Demek ki, sınıf isterse, bugünkü aristokratik yapıyı parçalayabilecek ve işçi sınıfının gerçek temsilcilerini yönetime getirebilecek potansiyel güce sahiptir. Gelinen yerde bunun olasılıkları artmıştır.
Hem genel işçi sınıfı açısından, hem de Türk-İş bürokrasisi açısından ‘beklenmeyen’ ve sınıfın önündeki handikapların aşılması yönünde olumlu bir gelişme, Türk Harb-İş kongresinde olmuştur. Devrim ve demokrasi yanlısı güçlerin birliğini ve sendikal alandaki başarısını sergileyen bu Genel Kurul, Türk-İş yönetimine hesap sormanın radikal bir biçimini sergiledi. Ankara, İzmir, Eskişehir, Gölcük ve İstanbul delegelerinin başını çektiği muhalefet platformu, 6 yıllık sıkı ve disiplinli bir çalışmanın meyvesini topladı. Bu çalışmada, sınıfın en küçük güncel talepleri değerlendirilmiş, sık sık toplantılar yapılıp, işçi sorunları tartışılarak ve eski yönetim eleştirilerek, alternatif olarak neler yapılabileceği konusunda işçinin en geniş kesiminin katıldığı toplantıların sendikada yapılması ve sendikaya işçilerin gelip gitmesi sağlanmış, kitleye tepeden bakan ruh hali tümüyle yok edilmeye çalışılmış, bu yönde de eğitime önem verilmiştir. Sendikadan uzak duran işçileri sendikaya çekmek için, tiyatro, eğitim ve kültür faaliyetleri ile ilgili kollar kurulmuştur. 12 Eylül baskıcı rejimine karşı, ilk radikal direnişlerin örgütlendiği askeri giyim ve teçhizat, makine-montaj işyerlerindeki işçilerin, sadece işyeri direnişlerinde değil, sendikalarına sahip çıkma anlamında da, sermayeye ve onların uzantısı durumundaki bürokrat sendikacılığa karşı verdikleri mücadelenin bir başarısı oldu Harb-İş Genel Kurulu.
Tümtis, Belediye-İş, ,Liman-İş (eski Likat-İş), Hava-İş gibi sendikalar Türk-İş içinde daha sınıftan yana tutumlarıyla dikkat çeken sendikalardı. Genel Kurulları da oldukça demokratik bir biçimde geçti. Mücadeleci bir geleneğe sahip işçilerin, tabandan gelen sesi kurula yansıttığını ve bu bağlamda bu kurullardan, sendikaların daha ilerici bir dönüşüme açık olduğu ortaya çıktı.
Diğerlerine göre daha sistemli bir yayın ve eğitim faaliyetine sahip Petrol-İş Genel Kurulunda, ülke ve sınıfın sorunları daha ileri bir düzeyde ele alındı. Ama mücadelenin ileri atılımına ilişkin yaptırımcı kararların alınamadığı bir genel kurul oldu. Sendikacıların maaş ve kıdem tazminatlarının arttırılması yönündeki bağlayıcı karar dışında, etkin bir mücadele platformunun oluşmadığı gözlendi. Taşeronlaşmanın çok yaygın olduğu işyerlerinde örgütlü olan Petrol-İş, özelleştirme ve bunun sonuçlarına karşı bağlayıcı kararlar almadı ve sınıfın önüne bu konuda etkin önlemler için bir yol çıkarmadı. Sadece eleştiri düzeyinde kalan, özelleştirmeye karşı tavır koymayan, gösterişli bir kurul oldu. Yabancı ülkelerden gelen petrol ve kimya işçileri sendikalarının başkan ve temsilcileri de konuşmalarında, özelleştirmeye karşı etkin mücadele perspektifi vermekten oldukça uzaktılar. Sadece Mısır’lı sendikacı, ülkesinde, hükümetle “3 yıllık özelleştirmeyi durdurma” anlaşması yaptığını söyledi. Mısır işçilerinin etkinlikleri sonucu, hükümetle 3 yıllık taviz anlaşması yapan sendikanın, özelleştirmeye karşı, bunun kaynağı olan kapitalizmin kökünü kurutma yönünde mücadelenin hızını kesmek için uzlaşma yaptığını delegasyondan sakladı.
Eğer işçi sınıfı partisinin sistemli ve sürekli çalışması yeterli düzeyde değilse, sınıf mücadelesinin yükseldiği her alanda, sınıf sendikacılığının gelişmesi ve gerçek işçi önderlerinin kendiliğinden yönetimlere gelmesi beklenemez. GMİS bunun en çarpıcı örneğidir. Zonguldaklı işçiler, geçtiğimiz yıllarda, değil ülkemizin, tüm dünyanın işçi sınıflarının gönendiği ve güç kazandığı, radikal direniş ve eylemleriyle tanındılar. Hala Mengen yenilgisini unutamayan ve önünde yeni bir toplu sözleşme dönemi bulunan maden işçisinin, sendika genel kuruluna hazırlanması da aynı radikalliği gösterdiği söylenemez. Ankara yürüyüşünü, arkasını sermayeye dayayarak kıran Şemsi Denizer kliğini devirmek için yeterli bilinç ve uyanıklığı gösteremedi madenciler. Gerçi, toplu sözleşme görüşmelerinin sonucunu almak için harekete geçen binlerce işçi kongreden bir kaç gün önce sendikaya yürüyerek, içerde dönen entrikaları önlemek için Genel Kurul salonunu ablukaya alarak öfkelerini ve protestolarını ortaya koymuşlardır ama kendi çıkarlarının savunucusu olması gereken delegelerin, seçiminde ve onlara güvende henüz yeterince uyanık olmadıklarını da göstermişlerdir.
2 yıl öncesine göre maden işçisinin, hem deney hem de politik bilinç açısından epey bir yol kat ettiği gözleniyordu. Dahası sendikacıların, madenci öfkesinden korktukları ve bu öfkenin hışmına uğramaktan çekindikleri her tavırlarında yansıyordu. Ama, sonuçtan da anlaşılacağı gibi, bu birikim Ş. Denizer gibi, kısa zamanda bu kadar çok entrika öğrenen sendika ağasını alaşağı etmeye yetmedi.
Zonguldak ve MTA işçilerinin, çalışma ve yerleşim özelliklerinden gelen kimi ‘geleneklere’ bağlılığı, sendikacıların ayak oyunları karşısındaki deneyimsizliği ya da kendilerine fazla güvenmeleri, demokratik işlerlik açısından kendilerine güvenlerinin yeterince olmayışı ve kararsızlık içinde olmaları “istenmeyen başkan”ın bir süre daha görevde kalmasının nedeni oldu. Sermayenin uşaklığını yapan sendika yönetiminin yerinde kalması veya kendilerine daha yakın buldukları kişileri yönetime getirmeleri açısından devlet, maden işçisine özel bir önem veriyor. Maden işçisi, aynı zamanda, hükümetin emekçilere yönelteceği yeni ekonomik saldırının da önünde engel olarak gördüğü ve susturulması, pasifize edilmesi gereken en önemli odaklardan biridir. Kapitalizmin en dinamik kesimini oluşturan maden ve metal işçileri, kapitalistlerin korkulu rüyasıdır. MESS grevi ile aynı zamanda patlak vermesi beklenen madenci grevinin, hükümetle en iyi uzlaşan kişi Ş.Denizer’le yürütülmesi işveren açısından gerekliydi. Bunun için ne gerekirse yapılmalıydı ve yapıldı. Ama maden işçisinin, Ş.Denizer’in dışında grevi örgütlemesinin koşullarının varlığı, hükümetin çaresizliği, Zonguldak işçisinin iradesine rağmen sendikanın başında kalan Denizer ve ekibine duyulan öfke, maden işçisini ne zaman, nasıl ve hangi vesileyle patlayacağı belirsiz bir barut fıçısına döndürmüştür.
Sendika genel kurullarının, Türk-İş tarihinde görülmedik biçimde, sendika ağalarını rahatsız eden sonuçlarla bitmesi Türk-İş üst yönetimini aşırı bir biçimde tedirgin etti. Bu tedirginliğin en belirgin olarak yaşandığı kurul ise, Tek Gıda-İş Genci Kurulu oldu. 4 gün süreceği ilan edilen kurula Ş.Yılmaz başkanlık yaptı ve kurulu, devletin geleneksel askeri-bürokratik hiyerarşisine uygun bir gösteri yeri olarak kullanma çabasına girdi. Türk-İş bürokratlarından en önde gelenlerin hazır bulunduğu kurulun ilk gününde, Ş.Yılmaz, Sendika Genel Başkanı Orhan Balta ve Belçika’dan gelen (Gıda İşçileri Avrupa Federasyonu-IUF temsilcisi) bir sendikacı ile TEKEL işvereni’nden başka kimseye söz vermedi. İlk gün, saat 13’te başlayan Genel Kurulu saat 15.30’da kapattı. İkinci gün ise, birkaç delegenin konuşmasına lütfen izin verdi. Üçüncü gün, mali rapor, dördüncü gün seçimle geçiştirilen Genel Kurul, işçi sınıfının sesi veya temsil edildiği bir platform olmaktan böylece uzak tutulmaya çalışıldı. Ama Tek Gıda tabanındaki devrimci birikim sendika ağalarının listesini delerek Tek Gıda delegelerinin Türk-İş Genel Kurulunda O. Balta’nın askerleri olmayacağını gösterdi.
Enflasyon artışı kadar sendikacı ücretlerinin artırılması yönünde tüzük tadilatları yapıldı; ama direnişteki Maret işçilerinin uzun grevi dahil işçi sorunları geçiştirildi. Ama genel başkan O. Balta, “Gönül isterdi ki, sayın başbakan ve bakanlar da aramızda olsundu.” diyerek başladığı konuşmasını, “…G. Doğu’da terör, toplumsal ve siyasal acılar yaşandı. Bunların en tehlikelisi terördür….” diyerek sürdürdü. Böylece işçi sınıfı için en büyük tehlike olan, kapitalizmin, faşist zorbalığın sözünü etmekten özenle kaçındı. Tek Gıda-İş’in şubeleri Karadeniz bölgesinde arttırılarak, bu yolla, kendilerine oy verecek delegelerin sayısının artırılması amaçlanmıştı. 367 delegenin oluşturduğu delegasyonun yarısına yakını bu bölgeden gelenlerdi. Bugünkü hükümeti desteklediğini açıkça ifade eden O. Balta,” Türk-İş genel kuruluna kadar ‘iş güvencesi’ yasa tasarısı, meclisten geçmezse tavrımızı koyarız” demesine karşı nasıl bir tavır koyacağını açıklamadı. Yolsuzluklarının faturasının, kendisi ve genel sekreteri dışındaki yönetim kurulu üyelerine çıkarıldığı genel kurulda, 3 yönetici değişti.

DÜNYA VE TÜRKİYE’DE GELİŞEN KOŞULLAR, SENDİKALARIN YÖNETİMİNDE OLUMLU YÖNDE DEĞİŞİMLERE GEBE
Dünya kapitalizmi, derin ve genel bir buhranın içindedir. Bunun en çarpıcı örneği olarak, İngiltere’de Teatcher’in düşmesi, ABD’de Bush yönetiminin, AT’in Maastrich anlaşmalarında Danimarka’da reddedilmesi, Fransa’da % 0.5’lik bir farkla onaylanması ve uygulanmasının ertelenmesi, Avrupa para birimindeki tutarsız dalgalanmalar, Avrupa-Amerika arasındaki çıkar çatışmaları, Japon ekonomisindeki sallantı, eski SSCB ülkelerindeki çatışmalar vs. gösterilebilir. Kısacası, ’80’li yıllarda baş üstünde tutulan Friedmancı doktrin, iflas etmiştir. Üretimin küçümsenip alıp satmanın yüceltildiği dönemin imalat sektöründe açtığı gedikler ve bunun doğal sonucu üretimdeki gerileme, hem sosyal hem de siyasal sonuçlarıyla halkların giderek yoksullaşması ve işsizliğin artmasının nedeni oldu. Kapitalizmin “ebedi zaferi” ile özdeşleştirilen serbest pazar ekonomisine dayalı liberal ekonomik i. model, bu ekonominin öncülüğünü yapan ABD’de Bush yönetiminin devrilmesiyle sonunun başlangıcına geldi. İşsiz ve yoksul kitlelerin artan huzursuzluğu ve Neonazi ırkçılık, din ve mezhep çatışmalar vs. emperyalistlerin kendi başlarını da yakacak boyutlara gelmiştir.
Türkiye’de de, toplumsal çelişkiler hızla derinleşmekte ve emekçiler cephesiyle burjuva cephesi arasındaki çatışma her yönde artmaktadır. Son belediye seçimlerinde ortaya çıkan tablo bunun en bariz örneğidir. Katılımın %50’ler oranında kalması bile emekçilerin burjuva partilerine karşı tavrının bir ifadesidir. Seçime katılan partilerden sadece RP’nin oy artırması da, emekçi sınıfların mevcut düzene karşı tepkisinin bir ürünüdür. Çünkü, RP demagoji bile olsa, düzene karşı çıktığını, kapitalizme karşı olduğunu ilan eden seçime katılan tek partiydi. Kaldı ki, bırakalım düzene karşı olduğunu ilan eden bir partinin oylarını çoğaltmasını, düzen partilerinden birinin diğerine göre oy kaybı bile başlı başına emekçilerin düzene tepkisinin bir göstergesi, varolan düzende değişiklik istemelerinin bir ifadesidir. Özellikle son on yılda partiden partiye oy kaymaları gün gün değiştiği göz önüne alınırsa, Türkiyeli emekçilerin düzeni değiştirme isteklerinin ne kadar derin olduğu daha iyi anlaşılır. Diğer bir örnek, belediye grevinde yaşandı; grev karşısında tüm burjuva partileri birleştiğinde, işçiler burjuva partilerinden istifa kampanyası başlattılar.
Dünya ve Türkiye’deki belirtiler işçi sınıfı hareketinin oldukça yüksek seyredeceği bir döneme girildiğini göstermektedir. Bu gelişmeye bağlı olarak sendikal harekette yükselecek, içine hapsedildiği bürokratik kabuğu parçalayacak dinamizmi kazanabilecektir. Bunu başarıp başaramayacağını elbette zaman gösterecektir. Ama parçalanma imkânlarının hızla arttığı, daha da artacağı görünen bir gerçektir.
Sendika ve genel kurulların bugünkü devlet ve düzen yanlısı yapıları, gelişen eylemler ve kitlesel mücadeleler içinde değişime ve yerine canlı ve dinamik önderlerin gelmesine olanak tanıyan koşulların, hızla artmakta olduğu söylenebilir. Bu koşulların, devrimcilere, komünistlere, ileri işçilere ve dürüst sendikacılara önemli görevler yüklediği ortadadır. Ama sendikal bürokrasinin parçalanıp sendikaların demokratikleştirilmesi ve sınıf sendikalarına dönüştürülmesi salt bir yönetim sorunu olmadığı, tersine daha çok ideolojik bir sorun olduğu için de asıl olanın sınıfın partisinin üstüne düşen görevi hakkıyla yerine getirip getirmeyeceği sorunudur. İşçiler bugünden sendikalarına daha çok sahip çıkma ve yönetime gelme yönelişine girmişlerdir.
Ama bu yöneliş salt yöneliş olarak ve kendiliğinden düzeyinde kalırsa, sendika ağalarının bu yönelişi de kendi lehlerine kullanmaları işten değildir. Nitekim de daha şimdiden kullanıyorlar. Bu yöneliş, bilinçli bir müdahale ile birleşir, sendikaların dönüştürülmesinin bir dayanağı olarak kullanılabilire anlamlı olacaktır. Türk-İş 16. Genel Kuruluna 10 gün kadar bir zaman vardır ve tabandaki değişimin küçük bir kısmının da olsa Türk-İş Genel kurul delegelerine yansıdığı ortaya çıkmıştır. Bu bile Türk-İş üst yönetimini telaşa düşürmüştür. Ve ağalar kendilerince önlem almanın yollarını aramaktadırlar. Türk Metal Başkanı Özbek gibi en gerici ağaların bile, Türk-İş içinde ilerici bilinen sendikacılarla “Değişim Grubu” adı altında bir grup oluşturması, en azından bu sendikacılarla uzlaşma araması, en işçi düşmanı sendikacıların ilerici bir görünüm sergileme çabası içine girmesi, sendika ağa ve bürokratlarının Türk-İş’te başlayan değişim eğilimini kendi lehine kullanmanın, ve tabi değişimi tersine çevirme çabasının ürünü olarak değerlendirmek gerekir.
Sosyalizmin uluslararası planda yenilgisinin şokunun henüz atlatılamamış olması, sendikaların bugünkü haliyle sendika bürokrasisinin tam denetiminde olması, devrimci komünist hareketin işçi sınıfı hareketi içindeki varlığı ve ilişkilerinin cılızlığı gibi bütün olumsuz etkenlere karşın, dünya ve Türkiye işçi sınıfı içinde kabaran dalganın doğrultusu ileriye doğrudur ve bu dalganın sendikalar alanındaki bileşeni de, yüz küsur yıllık sendika bürokrasilerini parçalama olanaklarını artıracaktır. Bunun nasıl ve hangi ölçüde başarılacağı, devrimci komünizmin sınıf içinde yaygınlaşma ölçüsüne ve sınıf partisinin bu gelişim içinde rol oynayıp oynayamamasına bağlıdır.
Önümüzdeki Türk-İş Genel Kurulunda, sınıfın olumlu yönelişinin sonuçlarının nasıl olacağı, sınıf bilinçli delegelerin tavrına ve uyanıklığına bağlı olarak belirlenecektir. Bugünden üst yönelimin kısmi de olsa, değişiminin olanakları vardır. Yönetimde değişiklik olmasa bile, sınıf çıkarlarını savunmaya yönelen bir muhalefetin oluşup, ’95 Genel Kurulunda ki muhtemel büyük hesaplaşma için bir zemin yaratılması Türk-İş ağalarının uykularını kaçıracak bir gelişme olacaktır. Daha bugünden tüm ilerici, devrimci muhalif delegelerin birlik içinde olarak, başarılı bir çıkış yapmaları ve Türk-İş imparatorluğunu yerinden sallayacak bir çıkış yapmalarının, Türk-İş’te hızlı bir değişim için dayanak olacağı kesindir.

Aralık 92

Yüksek Öğrenim Gençliğinin Örgütlenme Sorunları (1)

Günlük dilde gençlikten söz edildiğinde, 14-26 yaş arasındaki kadın erkek tüm nüfus kastedilir. Ve sınıflı bir toplumda genç nüfus da, tıpkı gençlik dışındaki nüfus gibi, toplumsal sınıfların fertlerinden oluşur. Bu yüzden de gündelik dilde kullanıldığı şekliyle gençlik kavramının pek bir anlamı yoktur.
Marksizm bütün diğer sorunlara olduğu gibi gençlik sorununa da sınıflar mücadelesi perspektifinden yaklaşır. Bu nedenle de Marksistler, gençlik ve sorunlarından söz ettiklerinde emekçi sınıflar gençliğinden söz ederler. Ne var ki; kapitalist toplumda, emekçi gençlik de homojen bir kategori değildir. Tersine, emekçi sınıflar gençliği de, işçi, köylü, kentlerde değişik sektörlerde çalışan gençlik, lise ve yüksek öğrenim gençliği gibi, talepleri, örgüt biçimleri birbirinden farklı kesimlerden meydana gelir.
Kapitalist toplumda emekçi sınıfların gençliği, toplumun en dinamik, en atılgan kesimi olarak sınıflar mücadelesi içinde son derece önemli bir yere sahiptir. Daha da önemlisi gençlik, yaşlılardan farklı olarak düzen, din ve geleneklerin etkisiyle henüz yeterince katılaşmamış, ama onun gelişimini biçimlendirmeye çalışan bu baskılara karşı direnme eğilimindedir. Bu genel ortak özellik ve amaçlara karşın soruna daha yakından bakıldığında bu gençlik kesimlerinin de gerek devrim mücadelesindeki tutumları, gerekse mücadele ve örgütlenme sorunları birbirinden farklılık gösterir. Hele söz konusu olan gençlik kesimi yüksek öğrenim gençliği ise, bu kesimin sorunları emekçi sınıf kökenli diğer gençlik kesimlerinden çok daha farklı özellikler gösterir.
Türkiye’de 1960, özellikle de 1968’den bu yana yüksek öğrenim gençliği egemen sınıflar tarafından potansiyel rejim düşmanı olarak görülegelmiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak da, yüksek öğrenim gençliği baskı ve terörle sindirilmeye çalışılmıştır. Başlangıçta polis ve sivil faşist çetelerle sindirilmeye çalışılan gençlik, sonraki yıllarda derneklerin yasaklanması, yüksek öğrenim veren üniversite ve yüksek okulların yönetmeliklerinin yeni ceza maddeleriyle doldurulması, yurtların kışla disiplini içine sokulmasıyla denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Birer bilim kurumu olarak her türden baskıdan uzak kalması gereken yüksek öğrenim kurumları, sivil ve resmi polislerle doldurulmuş, öğrencilerin en masum istemleri bile idare-polis işbirliği ile şiddetle bastırılmıştır.
12 Eylül darbecilerinin başlıca hedeflerinden birisi de yüksek öğrenim gençliği olmuş, 70’li yıllarda anti-emperyalist, anti-faşist mücadele içinde yetişmiş öğrenci önderleri çeşitli yollarla (gözaltına alma, mahkûmiyet, okuldan atılma, okulu terk etmeye zorlama vb yollarla) gençlik yığınlarından koparılıp tecrit edilmeye çalışılmıştır. Baskı ve şiddetle sindirilen öğrenciler, dinci-faşist örgütlerin ideolojik etkisine bırakılırken, aynı zamanda devlet bütün imkânlarıyla bireyci bir dünya görüşünün yüksek öğrenim gençliği içinde yayılması için elindeki her olanağı kullanmıştır. Darbeciler giderayak yaptıkları yasa değişikleriyle öğrencilerin örgütlenmesini imkânsızlaştıracak sınırlamalar getirmişlerdir.
ANAP’ın yüksek öğrenim gençliğine yaklaşımı; bir yandan “sizi seviyoruz gençler” edebiyatının yüksek perdeden propagandası olurken, öte yandan cunta dönemini aratmayacak bir baskı ve terör olmuştur. Öğrencilerin örgütlenme ve hak arama mücadeleleri şiddetle bastırılmış, polis üniversitelerin sürekli denetçisi haline getirilmiştir. Dinci ve faşist örgütler devletin açık desteğinde pervasız bir biçimde açıkça örgütlenirken, ilerici, anti-emperyalist, anti-faşist gençlik çevreleri YÖK ve polisin baskısıyla sindirilmeye, tasfiye edilmeye çalışılmıştır.
‘60’lı yılların sonlarında dünyada esen anti-emperyalist fırtına, ‘70’li yıllarda anti-faşist mücadelenin şiddeti yüksek öğrenim öğrencilerini bu mücadelelerin içine sürüklemiş, mücadelenin yüksekliği pek çok hatanın, bu alandaki çalışmanın zaaflarının görülmesini, görülse bile tartışılmasını engellemişti. 12 Eylül darbesi sonrasında, anti-faşist mücadelenin yenilgisi, bütün diğer mücadele alanlarında olduğu gibi yüksek öğrenim gençliği içindeki çalışmanın da zaaflarını açıkça ortaya çıkarmıştır. 12 Eylül darbesinin tahribatı henüz tamir edilmeden, Gorbaçovculukla zirvesine varan anti-sosyalist kampanya yenilginin sonuçlarını daha da ağırlaştırmıştır.
Özgürlük Dünyası’nın 36, 37, 38, 39. sayılarında gençlik mücadelesi ve sorunları üstünde ayrıntılı bir biçimde durulmuştu. Bu yüzden bu yazıda orada değinilen sorunlara yeniden değinilmeyecek, sorunun sadece yüksek öğrenim gençliğini ilgilendiren yönü üzerinde durulacaktır.
Son 25 yıllık yüksek öğrenim gençliği mücadelesine bakıldığında, gençlik hareketinin zaman zaman geri çekildiğini ama kısa zamanda toparlanarak yeniden atılıma geçtiği görülür. 12 Eylül darbesi sonrasında ise, yüksek öğrenim gençliği mücadelesinin 80’lerin ikinci yarısında toparlanma belirtileri göstermesine karşın bir atılıma geçmeden yeniden geri çekildiğini, tarihinde görülmedik bir biçimde dinginleştiğine tanık oluruz. Soruna daha yakından bakıldığında, öğrenci gençlik hareketinin yüksek olduğu dönemlerin dünyanın çeşitli köşelerinde anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelelerin yüksek olduğu dönemler olduğu görülür. Ve yine, yüksek öğrenim gençliği içinde mücadeleye katılan kesimlerin, en azında kendilerince Marksizm, sosyalizm yanlısı oldukları, amaçlarının ‘sosyalist’ bir toplum olduğu görülür.
’80 sonrasında ise, bir yandan anti-emperyalist mücadelelerin hızı kesilmiş, öte yandan sosyalizm büyük bir prestij kaybına uğrarken emperyalist propaganda odakları “Ortodoks Marksist” çevreler dışındaki sosyalist eğilimleri de örgütsel dağınıklık ve moral bozukluğuna uğratacak bir biçimde üstünlüğü ele geçirmiştir. Kapitalizmin sosyalizme karşı üstünlüğünün kanıtlandığı, kapitalizmin kendi çelişmelerini aşarak olabilecek toplumsal düzenlerin en mükemmeli olduğu propagandası yüksek perdeden yayılırken, üniversitelerin çeşitli bilim dallarındaki kürsüleri de bu tartışmanın içine çekilmiştir. Muhalif öğretim üyeleri ve öğrencilerin burjuva ideolojisine kazanılması için, baskıdan ödüne kadar her yol ve yöntem denenmiştir. Bu durum, ilerici, demokrat öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğunu sindirip ‘yeni dünya düzeni’nin savunucusu haline getirirken, Marksist sosyalizmi değil de onun çeşitli burjuva yorumlarını benimseyen öğrenci gençlik yığınları içinde büyük bir moral çöküntüye yol açmıştır. Bu çöküntü, Marksist ve devrimci-demokrat gençlik çevreleriyle geniş yığınlar arasındaki zaten hayli yıpranmış ya da henüz kurulmaya başlamış cılız bağları da yok eden bir elken olarak rol oynamıştır.
Anti-emperyalist fırtınanın dinmesi ve sosyalizmin hırpalanıp itibar yitirmesi diğer gençlik kesimleri ve işçi sınıfı için de geçerlidir; ama işçi ve emekçi sınıfların mücadelesi toplumsal mücadelenin arka planındaki olumsuzluklardan öğrenci gençlik kadar etkilenmiş değildir. Nitekim işçi sınıfı mücadelesi zaman zaman yükselip zaman zaman alçalarak kendi yolunda yürüyor. Dahası, Türkiye işçi sınıf tarihinde hiç yaşamadığı boyutlardaki eylemlerle (Zonguldak, 3 Ocak, 100 bine yakın metal işçisinin grevi, Paşabahçe vb. direnişler) zaman zaman toplumsal ve politik gündemi belirliyor. Sendikasızlaştırma, kitlesel işçi kıyımlarına karşın işçi sınıfı mücadelesi ve memurların sendikalaşma çabaları emekçilerin ileriye doğru attıkları adımlar olarak mücadelenin belirleyici yönü olmaya devam ediyor. Sadece Türkiye’de değil Batı Avrupa’da da işçi emekçi sınıfların mücadelesi geçen 20 yıla göre daha ileri mevzileri zorluyor. Hatta liseli gençliğin mücadelesi bile hissedilir bir yükseliş içinde. Çok ağır baskı altındaki lise öğrencileri, keyfi okuldan atmalara, dayağa ve baskılara karşı mevzi de olsa başkaldırı eylemlerinde bulunuyor, küçük ama küçümsenmemesi gereken başarılar elde ediyorlar. Bu koşullarda yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesi de az çok yükseliş içinde olması gerekirken, tersine dağınıklık ve atalet giderek derinleşiyor. Bu durumun bir açıklaması olması gerekir ki; bu da yüksek öğrenim gençliğinin kendine has özelliklerinden gelmektedir.
Öyleyse, nedir yüksek öğrenim gençliğinin kendine has özelliği? Burada ona bakmak gerekiyor. Ama sorunun anlaşılması için üniversite ve akademik mücadele gibi kavramlar üstünde kısaca da olsa durmak gerekiyor.
Üniversitelerin kuruluşu, din ile bilimin ayrışmaya başladığı ortaçağın sonlarına rastlar. İlk üniversite öğretim üyeleri kaçınılmaz olarak din adamlarıydı; ama üniversiteler din-bilim çatışmasında, genellikle laik, bilimden yana tutum aldılar. Yani üniversiteler daha kuruluşlarından itibaren bilim yuvaları olarak biçimlendiler. İlk üniversiteler, doğa-bilim, felsefe, matematik, mantık ve ilahiyat gibi sınırlı dalda öğrenim veren kurumlardı. Ama o günün koşullan göz önüne alındığında ilahiyatı öteki bilim dallarıyla aynı seviyeye indirerek, bilim dallarından sadece biri haline getirmeleri bile, bilim lehine, büyük bir başarıydı. Toplum ve bilim ilerledikçe de üniversitelerin bilim kuruluşu olma nitelikleri daha açık hale geldi. Bilim ve sanatın çeşitli dallarında öğretim yapan, meslek eğitimi ve lisans ve lisansüstü programları uygulayan kurumlar olarak üniversiteler toplumun bilimsel bilgisinin toplanıp geliştirildiği kurumlar oldular. Yüksek öğrenimin yaygınlaşıp kitleselleştiği son yüzyıla kadar da üniversiteler yukarı sınıftan seçkin gençlerin eğitim gördüğü, statükocu merkezler olarak geliştiler. Üniversiteler, kapitalizmin tarihi boyunca, doğa bilimdeki gelişmelere öncülük ederken toplum bilim dallarında kapitalizmi aklayan kuramlar geliştirmeyi başlıca görev saydılar. Ama, onların amacından bağımsız olarak kapitalizm eleştirileri ve eleştiricileri de çıktı üniversitelerden. Dahası, araştırmacıların amaçlarından bağımsız olarak bilimlerdeki gelişme, metafizik idealizm ve kaba materyalist bilimsel yaklaşımlar karşısında diyalektik materyalizmin güç kazanmasına yol açtı.
Yüksek öğrenimin yaygınlaşmasıyla birlikte üniversiteler, yüksek sınıflardan gelen gençlerin yetiştirildiği birer seçkinler kurumu olmaktan çıkıp orta ve alt sınıflardan gelen gençlerin de öğrenim gördüğü kurumlar haline geldiler. Öğrenim yaygınlaştıkça da alt sınıflardan gelen gençlerin sayısı arttı ve üniversiteler toplumsal muhalefetin merkezlerinde birisi oldular. En başta Marksizm’e uzanan felsefi ekonomi-politik birikim üniversite çevrelerinde gelişip toparlandı. İlk Marksist aydınların önemli bir bölümü üniversite çevrelerinde yetişti. 20. yüzyılda özellikle geri kalmış ülkelerde bağımsızlık mücadelesinin ilk kıvılcımları üniversitelerde çaktı. Marksizm’in işçi sınıfı içinde kök salması, sosyalizmin dünya ölçüsündeki başarıları üniversitelerde Marksizm’in yaygınlaşıp bilim yöntemi olarak da kullanılmasının yolunu açtı. Pozitivizm, deneycilik, olguculuk gibi burjuva bilim felsefelerinin savunucuları karşısında üniversitelerde her zaman sayısı az da olsa diyalektik materyalist bilim yöntemini savunan bilim adamları varola geldi.. Daha da önemlisi, bilimde çığır açan her yeni buluş diyalektik ve tarihsel materyalizmin öngörülerini (evrim kuramı, izafiyet kuramı, enerjinin dönüşümü yasası, atomun parçalanması, termodinamiğin temel yasalarının kanıtlanması vb. gibi) doğruladı. Çok sayıda burjuva kökenli bilim ve sanat adamı Marksizm’i eylem kılavuzu olarak benimsedi ve proletaryanın davasına katıldı.
Üniversitelerin bilim merkezleri olmasının yanı sıra mesleki eğitim yapan kuruluşlar olma özelliklerinin gelişmesiyle birlikte, buralarda öğrenim gören geniş gençlik yığınlarının daha iyi eğitim görme ve güvenli bir gelecek isteği yüksek öğrenim gören gençler arasında yayılmış, böylece üniversite ve yüksek okullar sadece felsefi olarak değil pratik olarak da devrimci mücadelenin dayanaklarından birisi haline gelmişlerdir.
Demek ki, yüksek öğrenim kurumlarında düzene muhalefet iki temel üstünde yükselmektedir. Birincisi, üniversitenin bir bilim kuruluşu olmasından gelen ve gerçek bir bilimsel tutumun diyalektik materyalist dünya görüşüne denk düşmesi; bilimsel tutumda ısrar edilince kaçınılmaz olarak burjuva dünya görüşü karşısında proletaryanın dünya görüşü tarafında saf tutma zorunluluğu ki; bu, burjuvazinin çıkarları ile bilimsel gelişmenin ihtiyaçları arasındaki çelişme anlamına gelir. İkincisi ise; sayıları on binleri, yüz binleri, hatta milyonları bulan yüksek öğrenim gençliğinin daha iyi eğitim ve güvenli bir gelecek isteğinin kapitalizmin koşulları altında en azından pratikte imkânsız olmasından doğan mücadele zeminidir. Yüksek okul ve yüksek öğrenim gençliğinin konumuna ilişkin bu iki temel saptamaya bu alanda mücadeleye katılan kitlenin eğitim durumu da eklenirse alanın temel özellikleri tamamlanmış olur. Ki, bu da yüksek okul öğrencilerinin her hangi bir emekçi kitlesinden farklı olarak bir ‘aydın’ kitlesi olmasıdır. Bu son özellik bu alanda yürütülecek ajitasyon ve propaganda faaliyetinin niteliğini belirleyecek kadar önemlidir. Çünkü genel olarak işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar içinde yürütülecek ajitasyonun bu sınıf ve tabakaların taleplerinden kalkmak yeterlidir. Ve bu alanda çoğu zaman günlük talepleri kapsayan bir ajitasyon yığınlar içinde bir kaynaşma yaratabilir. Ama aydın çevrelerde yürütülen ajitasyon ve propaganda faaliyetinin taleplerden öle, derinlemesine bir propaganda faaliyetiyle birleşmesi, onların uzmanlık alanlarındaki tartışmaları da kapsayan bir biçim kazanması gerekir. Yani tartışmanın boyutlarının günlük çelişkileri aşıp, diyalektik materyalizmle idealizm, burjuva sanat akımlarıyla sosyalist gerçekçi sanat akımının, burjuvazinin, burjuva dünya görüşünün bilimsel gelişmeyi engellemesiyle materyalizmin bilimsel gelişmenin ufkunu sınırsız geliştirdiği gerçeğinin, bilim ve sanatlardaki gelişmelerden ve bu alanlardaki açmazlardan kalkarak açıklanmasına kadar genişletilmedikçe, bu alanda yürütülen ajitasyonun kazanıcı olması beklenemez.
İşçi ve diğer emekçiler, siyasal bilinçlerini bizzat kendi pratikleri içinde edinirler ve devrim mücadelesine katılan geniş emekçi yığınlar için ne kapitalizm ekonomi politiğini ne de Hegel ya da bir başka burjuva felsefe karşısında diyalektik materyalizmin daha bilimsel ve akla uygun olduğunu bilimsel verilerle kanıtlamak gerekmez. Tersine onlar yaşadıkları tüm yaşam güçlüklerinin kapitalist sistemden geldiğini anlamaları yeterli olur. Ama aydın için sadece yaşadıklarının kötü olması, ya da şu ya da bu dönemde sistemin adaletsiz olmasını görmesi yetmez. Mantıksal bakımdan da kapitalizmin çelişmelerinin, kapitalizmin insan toplumunun gelişmesine engel teşkil ettiğine ikna edilmesi gerekir. Bu ise, ajitasyon ve propaganda faaliyetinin yukarıdaki gibi, derinlemesine gerçekleştirilmesiyle olanaklıdır.
Ülkemiz tarihinde de ‘60’lı, ‘70’li yıllarda görüldüğü gibi, dış koşulların uygun olduğu durumlarda yüksek öğrenim öğrencileri ve aydın çevrelerde de sadece çelişkileri sergilemek onları heyecanlandırmak için yeterli olabilir. Ama dış etki yatıştığı zaman bu çevredeki heyecan da yatışır. Dahası, yüksek öğrenim gençliği için, okul bittiği ve kendisine az çok bir gelecek vadeden bir iş bulduğu zaman düzene muhalefet de biter. ’68 gençliği diye anılan gençlik kuşağının en namlı gençlik önderlerinden çok büyük çoğunluğunun öğrencilikleri bittikten bir kaç yıl sonra düzene adapte olmaları, ‘70’li yıllarda, pek çok üniversite öğrencisinin elde silah savaştıktan sonra, cezaevi ve sonrası yaşamlarında, çektikleri onca çileye karşın, düzene yamanmak için olağanüstü bir çaba göstermelerinin arkasında yatan en önemli etken düşünsel olarak düzenden hiçbir zaman kopamamış olmalarıdır dersek abartmış olmayız.
Eğer sorun sadece geçmişe ait olsaydı bu konuda bir şey söylemek gerekmezdi. Ama tersine, sorun kökleri geçmişte olan bugünün başlıca sorunudur. Ve gelişmelere yakından bakıldığında; üniversitelerde devrimci bir cephe oluşturulamamasının, varolan mücadelenin ortaya çıkardığı önderlerin kısa bir süre sonra yeniden sıradan öğrencilere katılmasının, bugün öğrenci kitlelerinin otonom örgütler aracılığı ile dış dünyanın sorunlarına kendilerini kapatarak gerçekte örgütsüzlüğü seçmelerinin ve kendilerine güvensizliğin arkasında yatan da aynı nedendir.
Yukardan beri söylenenler göz önüne alındığında; çağımızda yüksek öğrenim kurumları ve bu kurumlardaki öğrencilerin iki temel özelliği vardır. Birincisi, üniversitelerin, çağın biliminin toparlandığı ve yeniden üretildiği kurumlar olması, ikincisi ise bu kurumların emekçi sınıf kökenli, eğitim açısından tatmin edilememiş ve gelecek güvencesi olmayan geniş bir öğrenci çevresini barındırmasıdır dedik. Bu açıdan bakıldığında; burjuvazi, üniversite aracılığı ile bilimi kendi denetiminde tutmayı amaçlamakta ve az sayıda bilim adamıyla bu amacını gerçekleştirdiğinden öğrencilerin çok azı böyle bir olanağı elde etmektedir. Geniş öğrenci yığınları ise, sadece kendi dallarında burjuva sömürü mekanizmasının hizmetine koşulacak bilgilerle yetinmek zorunda kalırken, üniversiteye geliş amacıyla çelişen bir eğitim görmektedir. Üstelik üniversite diploması ona bir iş garantisi bile sağlamadığından geniş öğrenci yığınları tatminsizlik güvensizlik arasına sıkışmış, hayal kırıklığına uğrayan ‘yarı-aydın’ kitleler olarak ‘hayata’ hazırlanmaktadır. Bu başlıca özellikler, bu alandaki propaganda ve ajitasyonunun niteliğini, biçimini belirler, belirlemesi gerekir. Bu nitelik ve biçimin nasıl olması gerektiğine, ana hatlarıyla da olsa bir sonraki sayımızda değineceğiz ve ‘akademik mücadele’ kavramını bu yaklaşımla yeniden yorumlayacağız.

Aralık 1992

“Devrim Ve Demokrasi” Sorununda Anti-Marksizm Ve Kemal Burkay

Deng dergisi, Eylül-Ekim ’92 sayısında Kemal Burkay’ın bir yazısını yayınladı. Burkay’ın başında bulunduğu revizyonist grubun ve Deng dergisinin, ‘sol’ hareket içinde ve Kürdistan’da işgal ettiği yer açısından değil ama, söz konusu yazıda öne sürülen iddialar, uluslararası revizyonizmin burjuva kampından proletaryaya, sosyalizm mücadelesine ve Marksizm-Leninizm’e karşı sürdürdüğü saldırıların bir tekrarı olması ve ülkemizde aynı düşüncelerin bir dizi oportünist ‘grup’ tarafından savunuluyor olması nedeniyle ele alınıp, eleştirilmeyi hak ediyor,
Kemal Burkay, bu yazısında revizyonizmin bilinen çürümüş taktiğine başvuruyor ve sosyalizme sözde inancını dile getirirken, proletaryanın sosyalizm mücadelesinde izlenmesi gereken yol ve yöntemlerin değiştiğini öne sürüyor ve bu değişimi, kapitalizmin bünyesel değişimine bağlayarak, sınıf mücadelesinin reddine varıyor. Ona göre artık kapitalizmde sınıflar ilişkisi ve mücadelesi, devlet, devrim ve demokrasi sorunu Marx ve Lenin’in bakış açısıyla ele alınmamalıdır! Marx, Engels ve Lenin öngörülerinde yanılmışlardır, onların ve teorilerinin aşılması gerekiyor; “sınıflar boğazlaşması” ve devrim için başta proletarya olmak üzere yığınların ayaklanmasına gerek yoktur; “sağduyu” ağır bastığından devrim için şiddet yöntemi devre dışı kalmıştır.
Yine ona göre, işçi sınıfı da artık eski konumundan uzaklaşmıştır. İşçi sınıfı eski işçi sınıfı değildir, onun “zincirlerinden başka”da kaybedecek şeyleri, dayanıklı tüketim malları, sosyal hakları vb. vardır. Bu durum işçi sınıfını “eski” proleter konumundan uzaklaştırırken, burjuvaziyle uyumunu olanaklı kılıyor vb.
Kuşkusuz, ne bu tür iddialar yeni ortaya atılıyor, ne de yalnızca Burkay tarafından dile getiriliyor. Günümüzün tüm oportünistleri devrim ve “demokrasi’ sorununu, devlet sorunundan soyutlayarak ve kapitalizmin yapısal değişikliği savunusuna sarılarak izah etmeye çalışıyorlar. Onlara göre kapitalizmin “yapısal değişikliği” sosyalist teorinin kapitalizmle ilgili temel öngörülerini geçersiz hale getirmiştir. Oportünistler, Marksizm-Leninizm’in aşılması gereğinden ve “sosyalizm adına dile getirilen düşüncelerin bugünü açıklamakta yetersiz kaldığı”ndan söz ederken, “elle tutulur” bir tek kanıt ileri sürememekte ve fakat sosyalizmin prestij yitimini ve işçi hareketinin zaaflarını, kuşku ve güvensizliği geliştirme çabalarına malzeme edinmektedirler.
Onların tümü, açıkça ifade etmeseler de kapitalist toplumsal sistemi belirleyen niteliksel özelliklerden kaynaklanan burjuvazi-proletarya çelişkisinin değiştiği, yumuşadığı ya da yok olduğu ve şiddete dayanan devrim düşüncesinin “tarihe karıştığı” düşüncesindedirler.
Marksizm’e yönelen revizyonist saldırılar uluslararası revizyonizmin çeşitli “büro”larınca sürdürülüyor. Marksizm’in tarihiyle zamandaş olan saldırılar yineleniyor, çeşitlendiriliyor. Bilindiği gibi, Marksist diyalektik materyalist düşünce, proletaryanın eline bir mücadele silahı olarak verildiğinden bu yana Marksizm’in “aşılması”, “revizyona tabi tutulması”nı önce masum bir görünüm altında ve sonra gerçek amaç ve kimliğini ortaya koyarak savunanlar oldu. Bernstein, Kautsky bunların “ünlü”lerindendi. Proletaryanın “zincirlerinden başka” kaybedecek şeyleri bulunduğunu söyleyen ve sınıf mücadelesi yerine sınıf uyumu ve “sağduyu”yu önerenler ise öncelikle Avrupa’nın kötü ünlü revizyonistleri, Togliatti, Carillo ve Berlinguer idi. Onlar ve başında bulundukları revizyonist, sağ oportünist partileri sınıf mücadelesi ve devrim için ayaklanma fikrini reddederek, proletaryaya ve halk yığınlarına karşı emperyalist burjuvaziyle işbirliği yolunu seçtiler; uluslararası işçi sınıfını, SB ve Arnavutluk gibi eski sosyalist ülkeleri ve ezilen-sömürge halkları arkadan hançerlediler.
Bu hain ve işbirlikçi çizgi, Avrupa ülkeleri proletaryasının sosyalizm mücadelesine set çekerken, ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelesine darbe vurdu ve Kruşçevcilere, Gorbaçovculara anti-sosyalist, anti-Marksist mücadelelerinde cephe gerisinde verilmiş uluslararası bir destek oldu. Enver Hoca “Avrupa Komünizmi anti-komünizmdir” adlı eserinde bu burjuva işbirlikçi çizgiyi ele alıp teşhir elti.
“Bizimkiler”in, bizim revizyonistlerimizin ise, daha geriden gelmek üzere, uluslararası revizyonizmin bilinen moda teorilerini benimseyip papağanca tekrarlamaktan başka yaptıkları fazlaca bir şey yok. Burkay’ın söz konusu yazısında ileri sürdüğü iddialar da aynı kapsamdadır ve yeni bir öğe içermiyor. Ancak, ileri sürüldükleri dönem önceki dönemlerden farklılıklar arz ediyor ve onlara daha yakından bakılmalıdır.

SINIF MÜCADELESİNİN BİÇİMLERİNDEKİ “DEĞİŞİKLİK”, “ZOR”U VE “AYAKLANMA”YI GEÇERSİZ Mİ KILMIŞTIR?
“Diğer yandan değişen durum, sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemleri konusunda da değişikler yaratmıştır. Bu soruna artık Marx’ın ve Lenin’in dönemindeki gibi, onların getirdiği tarzda yaklaşamayız.
Birincisi, kapitalizmden sosyalizme geçiş için ayaklanma, sınıflar boğazlaşması biçiminde bir zor kullanımı artık günümüz koşullarında olanaksızdır. Tarihin gündemine barışçıl geçiş biçimleri girmiştir. Bu yalnızca burjuva demokrasisinin işlerlik kazandığı gelişkin kapitalist ülkelerde değil, geri kalmış ülkeler bakımından da böyledir. Gelişmiş kapitalist, ülkelerde sınıf mücadelesi ve sosyalizm yönündeki mücadele demokratik düzen içinde gerçekleşmektedir, işçilerin ve öteki emekçi halk çoğunluğunun sosyalizme kazanılması süreç ve koşullar sonucudur. Geri kalmış ülkelerde ise; çelişkiler keskindir, sınıf boğuşmaları zaman zaman kanlı biçimler almaktadır; bu nedenle bu ülkelerde bundan böyle de sınıf savaşının silahlı biçimler alması, bir ayaklanma sonucu iktidarın el değiştirmesi ihtimali eskiye göre çok azalmış da olsa hâla vardır. Ancak iktidarın ele geçirilmesiyle işin bitmediğini, bunun yalnızca gerekli ilk adım olduğunu, sosyalizmin kuruluşunun asıl güçlü bir halk desteğine ve hızla ekonomik gelişmeye bağlı olduğunu biliyoruz.” (Burkay agd)
Sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemlerinin değişiklikler gösterebileceği, bir tek biçim ve yöntemin olmadığı, fikrinin Marksizm’in, Marx, Engels, Lenin ve Stalin gibi usta ve önderlerinde olmadığı iddiasının (“onların getirdiği tarz” bunu ifade etse gerek) gerçeği ifade etmediğini belirtelim. Marx ve Lenin, “sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemleri”(ii iradi olarak, isteğe bağlı ve niyet sorunu olarak ele almadılar. Aksine; toplumsal gelişmeyi ve sınıf mücadelelerinin aldığı biçimleri, burjuva devlet örgütlenmesini, militarizmin gelişmesini ve proletarya devrimi ihtimaline karşı, burjuvazinin zora daha fazla sarılmasını somut olgular olarak ele alıp incelediler ve bundan devrimci sonuçlar çıkardılar. Sınıf mücadelesinde hangi biçimin “geçersiz” ve hangi biçimin “geçerli” olduğu masa başı aydınlarının iradesine bağlı olarak tespit edilemez. Yığın mücadelesinin ortaya çıktığı tüm biçimler Marksistler tarafından geliştirilir, örgütlenirken pratik tarafından “ıskartaya çıkartılan” biçimlerde ısrar edilmez. Sınıf mücadelesinde şiddet yöntemlerini, “tarihe karıştığı”nı kanıtlayan bir tek olgu ve pratik deney yoktur.
Marx ve Engels; henüz militarizmin gelişmediği, kapitalizmin ilk dönemlerinde, İngiltere gibi ülkelerde sosyalizme “barışçıl geçiş” ihtimalinden söz ettiler. Ancak sınıf mücadelesinin somut seyri, burjuvazi-proletarya çelişkisinin keskinleşmesi ve buna bağlı olarak, burjuvazinin militarizmi geliştirmesi, proletaryaya karşı siyasal şiddetin yoğunlaştırılması ve burjuva devletin tahkimi, onlara; devrim için, yığınların devrimci zorunun gerekliliğini gösterdi. Marx ve Engels kuramlarını oluştururken, somut olgulardan hareket ettiler. Nasıl ki, 1789-1830 ve 1848 devrimleri, oluşları ve sonuçlarıyla kıta çapında etkilere sahip oldular, kıta çapında geliştiler ve onlar, bu somut olgudan hareketle bir “kıta devrimi”nden söz ettilerse; barışçıl geçişten söz edilmesinin de o gün için bir anlamı vardı. Ancak, “kıta devrimi” beklentisi gibi, “barışçıl geçiş” olasılığı da tarihe karıştı. Toplumsal gelişme bunun mümkün olmadığını gösterdi; Marx ve Engels, bizzat kendileri, devrimin merkezinin doğuya kaydığını, kapitalist gelişmenin, merkezileşmeye, tekelleşmeye, kartelleşmeye doğru yöneldiğini, burjuva iktidarını devirmek için proletaryanın devrimci zorunun zorunlu olduğunu ortaya koydular. 1871 Paris Komünü deneyi, Marx ve Engels’in devlet, devrim ve demokrasi sorunlarına ilişkin görüşlerini detaylandırıp netleştirmelerini olanaklı kılan verileri ortaya koydu; onlar teorilerinin “dogma değil eylem kılavuzu” olduğunu söyleyen büyük materyalist diyalektikçiler olarak, bundan gerekli sonuçları çıkardılar ve proletaryanın eline mücadele silahı olarak sundular.
“Değişen durum”un, sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemleri konusunda, Marx’ın ve Lenin’in ortaya koyduğu “tarz”ları “geçersiz kıldığı”nı söyleyenler, sınıf mücadelesinin biçimlerini değişebilirliği gibi, masum bir görüşü dile getirme görünümü altında, Burkay’ın yaptığı gibi; devrim için zor kullanımının “artık olanaksız olduğu” görüşünü yayarak, proletarya ve ezilen halklara, teslimiyeti ve boyun eğişi önermektedirler. Marx, Engels, Lenin ve Stalin, sınıf mücadelesini kabullenmenin Marksist olmaya yetmediğini, Marksist’i, bayağı burjuvadan ve oportünistten ayıranın, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek vardırmak olduğunu belirtmişlerdi. Proletarya egemen sınıf olarak örgütlenmek için, öncelikle burjuva siyasal egemenliğe son vermeli, burjuva devlet aygıtını parçalamalıdır. “Sınıflar boğazlaşması” ve “zor kullanımı” bir niyet sorunu, olasılıklar arasında yapılacak bir seçim sorunu olmaktan uzak, kapitalist toplumsal sistemde -ki bizim tartışmalarımız bu sistemi veri almaktadır- proletarya ile burjuvazinin üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumları tarafından belirlenen ilişkiler üzerinde gelişen mücadelenin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. “Zor kullanımın olanaksız hale geldiği’nden söz edenlerin, zora dayanmayan bir sınıf iktidarını, zorun rol oynamadığı bir sınıf ilişkisini, zorsuz başarılmış bir ‘devrimi göstermeleri gerekmez mi? Hayır! bunu yapmıyorlar ve yalnızca yığınları burjuvazi ve gericilik yararına aldatmak amacıyla konuşuyorlar.
Şiddete dayalı devrimi “öcü” olarak gösterenler ve burjuva demokrasisine övgü düzenler, bilinçli olarak, devrim sorununu, zoru devletten, devlet sorunundan koparak ele alıyorlar. Devletin bir zor aygıtı, bir sınıf egemenliği aygıtı, “halktan ayrı silahlı insan müfrezeleri aracılığıyla yığınlar üzerinde uygulanan buyurganlık” (Lenin) olduğunu görmezden gelip, gizlemeye çalışıyorlar. Kemal Burkay ve devrimci zorun kullanımına, yığınların devrimci ayaklanmasıyla iktidarın alınması demek olan şiddete dayalı devrim düşüncesine karşı görüş belirtenler, burjuva devletin “en demokratik” burjuva devletler de dâhil, işçilere ve emekçilere karşı şiddete başvurup başvurmadığı burjuva devletin ve demokrasisinin nasıl işlediği ve kime hizmet ettiğinin üzerinde durmaksızın; demokrasi, savaş, barış ve devrim sorunlarını “dindarca dilekler”le açıklamaya çalışıyorlar. “Tarihin gündemine barışçıl geçiş biçimleri girmiştir” diyen Burkay’ın hiç bir somut kanıtı yok. Burkay, sosyalizmi ve sosyalist devrim sorununu tartışıyor ve “barışçıl geçiş biçimleri”nin yalnızca gelişkin kapitalist ülkelerde değil, geri kalmış ülkeler bakımından da geçerli olduğunu vaaz ediyor. Ancak iddialarını kanıtlamak için ne bir örnek gösteriyor, ne de buna yol açan “somut olgular”, her neyse onlardan söz ediyor. Oysa Marksistler, sınıf mücadelesinin biçimleri ve “sosyalizme geçiş yöntemleri” konusunda doğru bir tarzda ancak, somut olguların somut tahliliyle konuşabilir, sonuçlar çıkarabilirler. Marksistler bu konuda, deyim yerindeyse yığınların pratiğinden öğrenirler. Burkay gibilerinin yaptığı ise, yalnızca Marksistleri suçlamak, “Marx ve Lenin”in getirdiği tarzın geçersizliğini ilan etmek oluyor. Kapitalizme ve burjuvaziye karşı sahte söylemler ardına gizlenerek, proletarya ve emekçilerin, kapitalizme ve burjuva egemenlik aygıtına karşı mücadelesini engellemeye ve onları sınıf düşmanına karşı uzlaşmaz devrimci çizgide iktidar mücadelesinden alıkoymaya yönelik bu girişim, “hataların aşılması” demagojisiyle, yüzüne bir “masumiyet” maskesi geçiriyor.
Söylenenler yalnızca bir safsata değil, proletaryanın sınıf düşmanına karşı silahsızlandırılması girişimine güç veren politik saldırılardır. Proletarya ve emekçiler, devrim için hazırlanacaklar mıdır, yoksa barışçıl yollarla iktidarı alacakları hayaliyle eli-kolu bağlı bekleyecek ve çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik ekonomist mücadeleyle mi yetineceklerdir? Çünkü her gerçek devrim, bir alt-üst oluşu ifade eder ve çetin savaşları gerektirir. Çünkü “devrim demek, en sert en zorlu, en umutsuz sınıf savaşımı, iç savaş demektir. Tarihte iç savaşsız yapılabilmiş bir büyük devrim yoktur.” Çünkü her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. “İktidar sorunu ne bir yana bırakılabilir, ne de geri plana atılabilir. Çünkü temel sorun, devrimin tüm gelişmesini, devrimin iç ve dış siyasetini belirleyen sorun iktidar sorunudur.” (Lenin)
Proletarya, eğer devrimi, iktidar olmak, kapitalizmi tasfiye etmek, sömürüye son vermek ve sınıfsız, devletsiz topluma yürümek ereğiyle yapacaksa; hangi “barışçıl yöntem”le, burjuvaziyi, sınıf egemenliğini terke ve sömürüden vazgeçmeye ikna edecektir”. Böyle bir şey tam da, Burkay’ın tanımlamasıyla “günümüz koşullarında” nasıl mümkün olabilmektedir?
Geçmişte, Kruşçevci’ler, geri ülkeleri sosyal-emperyalist sistemin egemenliğine sokmak amacıyla, “barışçıl geçiş”ten söz ediyorlardı. Ama onların bile, Burkay gibilerine göre “daha haklı” nedenleri vardı. SB’ni sosyalist gösteriyorlardı ve bir “sosyalist kamp” vardı. Bu kapitalizme karşı, sosyalizmin üstünlüğünü kanıtlayacak ve diğer ülke halkları ve proletaryasının mücadelesini göze alamayan kapitalistler, şiddete başvurmaktan vazgeçip boyun eğeceklerdi! İddia böyleydi; ama bugün, “günümüz koşulları” değişti, Kruşçeci’lerin halkları aldatma amaçlı palavralarının savunulmasının olanakları da ortadan kalktı. Burkay gibilerinin seslendirdiği düşünceler, bu revizyonist dayanaktan bile yoksundur ve proletarya ve halklara ihanetin ifadesidir.
Marksistlerin sözünü ettikleri “barışçıl geçiş”in revizyonist çarpıtmalarla ve “günümüz koşulları”yla ilgisi yoktur. Kapitalist emperyalizmin dünya egemenliği koşullarında, emperyalizmin, burjuva militarizminin belinin kırılmadığı, bırakalım dünyanın ileri ülkeleri başta olmak üzere, büyük çoğunluğun da proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenip, sosyalizmi inşa ettiği koşulları, herhangi bir ülkede iktidar olamadığı bugün kalkıp, “Marx ve Lenin’in hataları”ndan söz ederek, sosyalizme barışçıl geçiş yöntemleri üzerine vaaz vermek, Marksizm’in burjuvaca çarpıtılması ve proletaryaya ihanettin?) Burkay gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizm mücadelesinin “demokratik düzen içinde” gerçekleştiğini söylüyor. Onun burjuva demokrasisini tüm sınıflar için demokrasi olarak sunması bir yana (bunun üzerinde ayrıca duracağız) sosyalizm mücadelesinin burjuva demokrasisi koşullarında gelişmesinin, “barışçıl geçiş yöntemleri”ne dayanak göstermeye çalışması da boşunadır.
Sınıf mücadelesi şiddete dayanır ve barışçıl biçimleri içererek gelişir, düz bir çizgi izlemez. Proletaryanın siyasal sınıf mücadelesi, sosyalizmi kurma amacıyla iktidarın alınması mücadelesi olarak ele alındığında, bu isterse “burjuva-demokratik” gelişmiş ülke koşullarında olsun, şiddeti devrimci zoru ve ayaklanmayı içermek durumundadır. Kapitalistler, sınıf savaşı ve siyaseti konusunda, işçilere göre daha deneylidirler, işçileri ve emekçileri aldatmak, bölmek ve mücadeleden alıkoymak için politik manevralara başvurmaktan geri durmadıkları gibi; gerekli her durumda, silahlı insan müfrezelerini işçi ve emekçilere karşı harekete geçirmekten, baskı, zulüm ve teröre başvurmaktan geri durmazlar. “Özgürlük ve demokrasi”nin ‘vatan’ı sayılan İngiltere, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde, burjuvazi yalnızca “ortak çıkarlar” ve “sınıflar üstü demokrasi” propagandası yürütmüyor, aynı zamanda, polis ve ordu birliklerini emekçi yığınların üzerine sürüyor, burjuvazinin sınıf egemenliğinin savunulması ve devamı için oluşturulan “adli mekanizma”yı acımasızca işletiyor. Bunun kanıtlarını sayıp dökmeye bile gerek yok. Burkay gibi Avrupa başkentlerinde yaşamlarının önemli bir bölümünü geçirenler İngiltere’de, Fransa’da, Amerika ve Almanya’da işçi grevlerine, halk direnişlerine ve düzene karşı radikal mücadele yöntemleri benimseyenlere karşı alınan tutumu bilecek durumdadırlar. Polis ve ordu gücü bu ülkelerde de baskı kuvvetidir. Zoru uygulama gücüdür. “Burjuva demokrasisinin işlerlik kazandığı gelişkin kapitalist ülkelerde” faşist diktatörlük rejimlerine göre, emekçiler tarafından muadeleyle elde edilip kullanılan hakların sınırlan daha geniş olsa bile; bu hiçte, sosyalizme barışçıl geçiş yöntemlerinin -üstelikte genel bir kural olarak- bu ülkelerin gündemine girdiğini göstermez. Egemen burjuvazi bu ülkelerde de kendi iktidarına yönelen gerçek bir proletarya ve halk hareketini şiddetle bastırmaktan, baskı aygıtını tüm kurum ve güçleriyle yığınlara karşı harekete geçirmekten geri durmaz, durmamıştır, durmayacaktır. “Burjuva demokrasisi” koşullarında demokratik bir hakkın kullanımından hareketle burjuva iktidarının alaşağı edilmesi, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve sosyalizmin inşasına girişmesi gibi, toplumsal bir alt-üst oluş eylemi olan devrim karşısında burjuvazinin barışçıl yöntemlerle iktidarını bırakacağını vazetmek safsata ve ihanettir. “Herhangi bir devrimin barışçıl gelişmesi genel olarak son derece ender ve güç bir şeydir. Çünkü devrim en ciddi sınıf çelişkilerinin aşın şiddetlenmesi demektir.” (Lenin) Ve bu şiddetlenme, bugüne kadar ki devrim tarihi tarafından esas olgu, esas biçim olarak ortaya konmuştur. Zora dayalı devrim olmaksızın, burjuva devleti yıkılarak proletarya devleti kurulamaz. Zor “bağanda yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesidir.” Tarihsel deney bunu gösteriyor.
Proletaryayı, iktidarın zor alımına ve devrimci şiddete yönelten bizzat burjuvazinin kendisidir. Olguların ayrıntılı incelenmesine dayanamayan, pratiğin analizinden çıkmayan soyut “teoriler” hiçbir yarar sağlamaz. “Barışçıl geçiş yöntemleri” üzerine gevezelik yapanların düştüğü konum budur. Onlar, bolca şiddete, “teröre” karşı olmaktan söz ederler; ve bunu yaparken, burjuvazinin örgütlü teröründen, bir terör aracı olan onun devletinden söz edenleri de “dogmatik” olarak suçlamaktan geri durmazlar. Lenin bu türleri için “bu koca bebekler ‘terörü kabul etmiyor’; çünkü işçileri ve köylüleri aldatmak için beyaz muhafızların uşakları ve yardakçıları rolünü seçmişler. Bırakalım beyaz terör’ün uşak ve yardakçıları her türlü terörü yadsımakla övünsün” demekte; sınıf savaşının şiddetlendiği ve bunalımın derinleştiği ülkelerde ve koşullarda “terör”den vazgeçilmez olduğunu belirtmekte, ya beyaz terör, yani ya Amerikan, İngiliz (klanda), İtalyan (faşist), Alman, Macar vb. türü burjuva terör, ya da kızıl proleter terör, ikisinin arası yoldur, üçüncü terör yolu yoktur ve olamaz da” demektedir.
Sınıflar ilişkisi alanında, proletarya ile burjuvazi mücadelesin de, bu mücadelede bir iktidar mücadelesi olarak ele alındığı sürece, “sınıflar boğazlaşması biçiminde bir zor kullanımı” ve “sosyalizme geçiş için ayaklanma”yı geçersiz kılacak, dahası Marx ve Lenin’in tespitlerini geçersiz saymaya neden olabilecek bir nesnel durum değişmesi, söz konusu değildir. Proletaryayı “barışçıl geçiş” hayaliyle oyalanmaya çağıranlar, burjuvazinin “sınıfsal uyum” çağrısını yinelemektedirler ve onların Marksistlerle ortak hiç bir yanları yoktur. Lenin’in deyişiyle, onlar, “geleceğin barışçıl sosyalizmini düşlemeye her zaman yatkın” olan “sosyal” rahipler ve oportünistlerdir”, proletaryayı, ezilen halkları, sömürülen emekçileri silahsızlandırmaya soyunmuşlardır. Onların çağrıları ile proletaryanın sınıf çıkarları bağdaşmazdır. Çünkü onların çağrıları proletaryayı burjuvaziye karşı silahsız bırakmaktadır ve çünkü silah kullanmasını öğrenmeye, silah sahibi olmaya çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır.” “Çünkü en sonu burjuva barışçılar ya da oportünistler durumuna gelmedikçe, sınıflı bir toplumda yaşadığımızı, bu toplumdan ancak sınıflar savaşımıyla kurtulabileceğimizi unutamayız. İster köleliğe, ister serfliğe ya da bugün olduğu gibi, ücretliliğe dayansın, her sınıflı toplumda ezenler sınıfı silahlı bir sınıftır. Günümüzde yalnız sürekli ordu değil, milis de -hatta İsviçre gibi en demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile- proletaryaya karşı burjuvazinin silahlanmasını simgeler. Üzerinde ayrıca durmaya pek de gerek olmayacak kadar kolay anlaşılır bir gerçektir bu. Grevcilere karşı bütün kapitalist ülkelerde nasıl asker kullanıldığını anımsatmak yeter.
Proletaryaya karşı burjuvazinin silahlanması çağdaş kapitalist toplumun en önemli, en temel, en zorunlu olgularından biridir. Ve böyle olduğu için de devrimci sosyal-demokratlara ‘silahsızlanmayı istemek öneriliyor! Bunu önermek demek, sınıf savaşımı görüşünü tamamen reddetmek ve her türlü devrim düşüncesinden vazgeçmek demektir. Oysa bizim sloganımız burjuvaziyi yenebilmek, mülksüzleştirebilmek ve silahsızlandırabilmek için, proletaryanın silahlanması olmalıdır. Devrimci bir sınıf için olanaklı tek taktik, kapitalist militarizmin tüm nesnel gelişmesinden doğan ve bu gelişmesinin zorunlu bir duruma getirdiği taktik işle budur. Proletarya ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonradır ki, genel olarak bütün silahları hurdaya çıkarabilecektir. Ama bu işi ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra yapacaktır hiçbir zaman daha önce değil.” (Lenin)
Burjuvazi, en demokratik burjuva ülkelerde bile, işçi ve emekçilere karşı, onların iktidar mücadelesini bastırmak amacıyla silahlı müfrezelere sahiptir, bunları kullanmaktan bir an bile geri durmamaktadır. Proletarya, bu durumu dikkate almaktan ve burjuvaziye karşı, onun karşıdevrime! zorunu bertaraf edecek devrimci sınıf zoruna başvurmaksızın başarıya ulaşamaz. Ona zoru, ayaklanmayı ve silaha başvurmayı yasaklayanlar, devrim düşüncesinden vazgeçen oportünistlerdir. Burkanın ve tüm revizyonistlerin ağzında “günümüz koşulları”, Marksizm-Leninizm ve devrimin yadsınmasının gerçeklerini maskeleyen demagojik bir söyleme dönüşüyor. Oysa koşullar proletaryaya ve emekçilere, devrimci yöntemlerle, barışçıl ve şiddete dayalı mücadele yöntemleriyle savaşımı geliştirmeyi dayatıyor. Marksizm’de “burjuvazi için kabul edilemez olan” proletaryanın burjuvaziye karşı ve onun ortadan kaldırmak amacıyla başvuracağı ve iktidarı aldığında da başvurmaktan eri kalmayacağı ‘devrimci zor’dur. Burjuvazi için kabul edilemez olanı, Burkay’da kabul etmiyor.
Burkay, geri kalmış ülkelerde çelişkilerin keskinliğinden söz etmekte ve bu ülkelerde “bundan böyle sınıf savaşımının silahlı biçimler alması, bir ayaklanma sonucu iktidarın el değiştirmesi ihtimali, eskiye göre çok azalmış olsa da vardır”‘demektedir.
Burada, gelişmiş kapitalist ülkelerde çelişkilerin keskin olmadığı barışçıl yöntemleri esas hale getirecek denli uzlaşır hale geldiği vurgusuyla birlikte, geri kalmış, bağımlı, ezilen ülkelerde de ayaklanma sonucu iktidarın alınması -o “el değiştirme” diyor, ihtimalinin “eskiye göre çok azaldığı iddiasıyla, bu ülkelerde de çelişkilerin “sağduyu” ile ele alınıp çözülebilir hale geldiği iddia edilmektedir. Ona göre; geri kalmış ülkelerde de şayet egemen sınıflar biraz daha anlayışlı davranır ve şiddetin dozunu azaltırlarsa sorunlar, diyalogla, barışçıl yöntemlerle, demokrasi içinde çözülebilir. İşçi sınıfı iktidarı almak için ayaklanma yolunu değil, seçimlerle iktidar ya da muhalefet olmayı benimser; vb!

BURJUVA DEMOKRASİSİNİN OLUMLANMASI VE “SEVİMSİZ DİKTATÖRLÜK”!
Burkay’da hemen tüm oportünistler gibi burjuva demokrasisine hayran; hayranlığını gizlemiyor ve onun insanlığın kazanımı olduğunu söylüyor, demokrasinin, Marksistler tarafından sınıflara göre tanımlanmasını doğru bulmuyor. Söz konusu yazısında şunları yazıyor: “Her türlü demokrasinin diktatörlük olduğunu, bu açıdan ‘sosyalist demokrasi’ diye nitelenen işçi sınıfı diktatörlüğünün burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik olduğu görüşünü geçmişte bizde savunduk. Ancak yaşananların ışığında bu görüşü tartışmak gerekir. Görüldü ki işçi sınıfı ve sosyalizm adına kurulan diktatörlükler, topluma daha geniş bir demokrasi sunmak surda kalsın, burjuva toplumlardaki demokrasinin bile çok gerisine düştüler. Pratik teoriye hiç de uygun düşmedi. Marksistler demokrasi ve diktatörlük kavramlarını yineden ele almalıdırlar. Demokratik biçimlerle öteki biçimlerin birbirinden ayrılmasına olanak verecek, tümünü diktatörlük gibi sevimsiz bir terimin çerçevesine sokmayacak bir kavram açıklığında yarar var…”
“Diğer yandan günümüzde gelişkin burjuva toplumlarındaki demokrasiyi ‘burjuva demokrasisi’ olarak nitelemek de yanlıştır. Çünkü söz konusu demokrasi yalnızca burjuvazinin tercihlerini yansıtmıyor; o aynı zamanda işçi sınıfının ve toplumun öteki emekçi, ilerici, aydın güçlerinin zorlu mücadelelerinin sonucu şekillenmiştir. Bu yönüyle onu ortak bir kazanım ve değerler sistemi saymak gerekir.”
Bu oportünist bayımız her şeyden önce biçim ile özü karıştırıyor, burjuva demokrasisini eski mesleği olan avukatlığın görüş açısından, burjuva hukuk kurallarının kağıt üzerinde işçi ve emekçilere de “eşit haklar tanıması” demagojisine hukuksal inanç açısından ele alıyor, ona somut gerçeklik payesi veriyor.
Burjuva demokrasisi, burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir biçimidir. Sınıflı toplumlarda devlet bir egemenlik erki, egemenlik aracıdır. “Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar ve tersine; devletin varlığı da sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.” Devlet bir sınıfın bir başka -ya da diğer- sınıf üzerindeki baskı organı, egemenlik aracıdır. Burjuva devlet, burjuvazinin işçi sınıfı başta olmak üzere, ezilen sınıf ve yığınlar üzerindeki sınıf egemenliğinin aracıdır ve onun alacağı biçimler, onun egemenlik aracı olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Her egemenlik, bir egemen ve bir de egemen olunanı gerektirir; egemen olunana egemenliği kabullendirecek, onu otoritesine boyun eğdirecek yaptırımcı bir gücü, zor unsurunu elde tutmayı gereksinir. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı olan burjuva devleti özel bir iktidar aygıtıdır, “belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye yönelik bir zor örgütü”dür. İster burjuva demokratik, isterse faşist biçimler alsın, bu özelliği sınıfsal karakteri, sınıfın siyasal -en üst, en modern- örgütü olma özelliği değişmez. Burjuvazi egemenliğini sürdürmek için emrinde “silahlı adam müfrezeleri”ni, ordu ve polis gücünü bulundurur. Burjuvaziyle proletarya (ve halk yığınları) arasındaki mücadelede, mücadelenin seyrine bağlı olarak ve fakat devamlı olarak, bu silahlı adam müfrezeleri işbaşındadır ve başka bir şeyin değil, burjuva devletin, burjuva demokrasisinin unsurları olarak, burjuvazinin işçiler üzerindeki egemenliğinin devamı için faaliyet içindedirler. Devlet örgütlenmiş ve sistemli bir zorun ifadesidir. Burjuva devlet makinesinin en ayırt edici iki kurumu bürokrasi ve sürekli ordudur. Bu kurumlar binlerce bağla burjuvaziye bağlanmışlardır. Ve burjuva devletin alacağı biçimlere bağlı olarak her koşulda işlev görürler. Temel görevlerini kapitalist sömürünün, ücretli kölelik sisteminin ve bu sistem üzerinde yükselen burjuvazinin sınıf iktidarının korunması oluşturur.
Burjuva devletin ve onun kurumlarının proletarya ve emekçiler karşısındaki konumu tüm açıklığıyla gözler önündeyken, ‘en demokratik’ kapitalist ülkelerde de bu kurumlar en sıradan işçi grevi ve ‘masum’ hak istekleri karşısında şiddet araçları olarak işlev görmekleyken, burjuva demokrasisini, burjuva diktatörlüğünden soyutlayarak, onu proletarya ve burjuvazinin “ortak kazanımı” olarak sunmak proletaryayı bu “ortak kazanım”a zarar verici eylemlerden, burjuva egemenliğine karşı mücadeleden alıkoymak demektir. Revizyonist öncellerinin izinde yürüyen yazarın yaptığı budur.
Burjuva demokrasisi, kapitalizm koşullarındaki en ileri demokrasidir. Toplumlar tarihinde ileri bir gelişmeyi ifade eder. Burjuva demokrasisi koşullarında, ezilen sınıfın da, bazı hakları kullandığı, demokrasinin kanıtı olarak gösterilen seçimlere katıldığı, grev, gösteri, toplantı vb. haklara “sahip olduğu” doğrudur. Ancak bu durum onun bir sınıf egemenliğine denk düşmesine, bir sınıfın öteki üzerindeki diktatörlüğü olması, gerçeğini değiştirmez. Sözü edilen hakların, yığınların burjuva sınıfa ve onun devletine karşı mücadelesinin ürünü olması bir yana, bu haklar sözde kalmaktadır. Seçimler, emekçi yığınların, egemen sınıfın hangi temsilcileri tarafından yönetileceğinin belirlenmesinden farklı bir anlam taşımadığı gibi; sermaye sahibi sınıf diğer sözü edilen hakları da elinde tutar. Toplantı salonları, matbaalar burjuvazinin elindedir. Hakların hangi ölçüde kullanılacağını belirleyen burjuvazi olduğu kadar, gerekli gördüğünde bu hakları tümüyle gasp etmekten geri kalmayan da odur. Burjuva demokrasisinde, ‘demokratik haklar’ın sınırı burjuva sınıfın çıkarları tarafından belirlenmiştir. Kapitalist rejimde, kapitalizm koşulları içinde “en iyi devlet biçimi”nin demokratik cumhuriyet olması, hiçbir biçimde, proletaryayı, burjuva demokratik biçimli burjuva devlete karşı, onu alaşağı edecek mücadeleden geri durmaya çağıranları, “ortak kazanım” demagojisiyle burjuva demokrasisini kutsayanları haklı çıkarmaz. Çünkü “en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, halkın nasibi ücretli kölelikten başka bir şey değildir.” Eğer, devletin ‘özel bir baskı gücü’ olduğu ve her zaman ezilen sınıfa karşı, onu boyunduruk altında tutmaya yarayan bir erki ifade ettiği ne denli itiraz götürmez bir gerçekse, burjuva demokrasisinin proletarya ve halkın tercihlerinin ifadesi olmadığı da o kadar gerçektir. Demokratik burjuva cumhuriyeti çeşitli devlet biçimlerinden biridir ve her devlet gibi örgütlenmiş zorun ifadesidir. Zorun uygulandığı sınıf ezilen sınıftır. Burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçileri ezmesini olanaklı kılan bir makinedir.
Proletaryayı eğitmek, devrimci eyleme hazırlamak için burjuva demokrasisinden olanaklı en geniş biçimde yararlanmak başkadır. Onun proletarya ve emekçiler üzerinde burjuvazinin bir diktatörlük biçimi olduğunu yadsımak başka. O, “en demokratik” biçimiyle bile zenginler (kapitalistler) için demokrasidir ve baskının olduğu yerde eşitlikten, “ortak tercih”ten, “ortak kazanım”dan söz edilemez. Ve bir Marksist’in görevi burjuva demokrasisine övgü düzmek değil, onun ikiyüzlü ve sahte özelliklerini gözler önüne serme, proletaryaya devrim zorunluluğunu gösterme, yığınlar içinde devrimci propaganda yapma ve yığınları devrime hazırlamaktır. Burkay gibi revizyonistler ise, proletaryayı devrim mücadelesinden alıkoyma gayreti içindedirler. Onlar, demokrasi ve diktatörlüğü “karşıt” şeyler gibi göstermeye çalışırken, Kautsky’nin on yıllar önce yaptığını çok daha ilkel düzeyde tekrarlamaktadırlar. Lenin’in deyişiyle “bir liberalin genel olarak ‘demokrasi’den söz etmesi doğaldır, bir Marksist ise (hangi sınıf için?) diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır.”
Burkay, gelişkin burjuva toplumlardaki “demokrasiyi”, burjuva demokrasisi olarak nitelemeyi yanlış görüyor ve çünkü diyor; “söz konusu demokrasi yalnızca burjuvazinin tercihlerini yansıtmıyor.”
Burjuvazinin egemenliğinin, sınıf iktidarının siyasal biçimlerine göre; bir tercihe yönelmek ve bu tercihi, burjuva egemenliğine karşı mücadeleyi gerekli, ya da gereksiz saymaya temel almak, özünde burjuva-kapitalist sistemi sahiplenmeyi ifade eder. Burjuva demokrasisini -ki yazar bu tanımlamayı da yanlış görüyor ve herhalde o, bunun sınıflar üstü bir demokrasi olduğunu düşünüyor- burjuvaziyle birlikte, işçilerin, aydınların, emekçilerin de tercihlerinin ifadesi olarak göstermek, tam bir burjuva uşaklığı ve devrim mücadelesinin reddidir. İşçi sınıfına ve ezilen halk yığınlarına, “ortak tercih”e karşı tahrip edici eylemlerden, devrim için mücadeleye atılmaktan geri durma çağrısı yapılıyor, “ortak tercihin korunup sağlamlaştırılması isteniyor. Söylenenlerin bundan başka bir anlamının olduğunu düşünmemiz için hiçbir neden yoktur. Burkay, burjuva demokrasisini burjuvaziyle proletaryanın, “ortak kazanımı ve değerler sistemi” sayınca, geriye bu “ortak kazanım”ın el birliğiyle, “sınıf uyumu” ve “toplumsal mutabakat” sağlanarak savunulması, korunması kalıyor! Burkay bunu istiyor.
Oportünist yazar, burjuva demokrasisine hayranlığını proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm uygulamalarının aşağılanması, burjuvaca yorumuyla birlikte dile getiriyor. Eski sosyalist ülkelerde, uluslararası burjuvazinin birleşik saldırıları sonucu kapitalizmin yeniden zafer kazanmasını bunun ürünü olarak ortaya çıkan emekçi düşmanı uygulamaları proletarya diktatörlüğünün daha geniş bir demokrasi “olmadığına” kanıt olarak gösteriyor. Bilinçli bir tercihle; proleter demokrasinin, burjuva demokrasisinden geri kaldığının uygulamada tanıtlandığı demagojisine sarılıyor ve buradan hareketle, demokrasi sorununun Marksistlerce yeniden ele alınıp, değişik biçimde tanımlanmasının “gerekli olduğu” sonucuna varıyor.
Burjuva demokrasisini, tüm sınıflar için demokrasi olarak göstermeye çalışan oportünizmin çarpıtmalarına karşın o, bir azınlık için, sömürücüler azınlığı için demokrasidir; sömürücüler azınlığının sömürülen milyonlar üzerindeki diktatörlüğünün ifadesidir. Burjuva toplumunun iliklerine dek çürümüş olması, burjuva demokrasisinin göstermelik özgürlüklerini de belirler. Düşünce ve toplantı özgürlüğü göstermeliktir. O, satılık parlamentarizmi, kulis oyunlarını, değerlerin yozlaşması ve satın alınır hale getirilmesini, memur ayrıcalığını, parlamenterlerin ve tüm yöneticilerin ayrıcalıklı konumunu, devletin mekanizmalarının işlevsizliğini vb. ifade eder.
Oysa proletarya diktatörlüğü olan proletarya demokrasisi bir azınlık için demokrasiyi değil, sömürücüler azınlığına karşı ve milyonlarca işçi ve emekçi için demokrasiyi ifade eder. Yönetimin ve denetimin, gerçekte işçi ve emekçilerin elinde olmasını, kararların alınması ve uygulanmasını ve işlerin planlanmasının en geniş katılımla gerçekleştirilmesini ifade eder. Memurlar kastına, devletin, toplumun üstünde, ondan ayrı bir bastırma gücü olmasını engelleme ve bürokrasi eğilimine karşı, işçi ve emekçilerin işlerin yönetimine katılımını ve aşağıdan denetimi gerçekleştirir. Örneğin, Sovyetler biçimindeki örgütlenmede; “Sovyetlerin bütün üyelerini işlerin yönetimine pratik bir biçimde sokarak” bu sağlanmaya çalışılır.
Sosyalizm ve proletarya iktidarı, bir azınlığın çıkarlarını değil, toplumun bir avuç sömürücü dışındaki tüm ezilen yığınların kurtuluşunu gözetir, çoğunluk demokrasisidir ve bu anlamda, o gerçek demokrasidir. Proletarya iktidarı “halk yığınlarının aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine dayanan bir iktidar”dır. “Bu iktidar alışılmış tipteki parlamenter burjuva demokratik bir cumhuriyetle genellikle varolan ve ileri Avrupa ve Amerika ülkelerinde şimdiye kadar gördüğümüz iktidardan bambaşka bir iktidardır. İşin özü burada olmakla birlikle çoğu kez unutulan, yeterince düşünülmeyen bir şeydir bu. Bu iktidar 1871 Paris Komünü ile aynı tiple bir iktidardır ve başlıca belirtici özellikleri de şunlardır: 1) İktidarın kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değil, ama halk yığınlarının dolaysız, yerel, aşağıdan gelen girişkenliği, yaygın bir deyimi kullanmak gerekirse, dolaysız bir ‘zorlama’dır. 2) Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk kendileri gözetirler; 3) Memurlar kastı da, bürokrasi de, halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş, ya da hiç değilse özel bir denetim altıma alınmıştır. Sadece görevler seçimle gelinen görevler olmakla kalmaz ama basit vekiller durumuna getirilmiş görevliler de halkın ilk isteği üzerine görevden alınabilir durumdadırlar, bunlar yüksek maaşlı ‘arpalıklar’dan yararlanan ayrıcalıklı, burjuva bir topluluk olmaktan çıkıp, iyi bir işçinin alışılmış ücretini geçmeyen ‘özel bir sınıf’ işçi durumuna gelirler, özel bir devlet tipi olarak Paris Komünü’nün özü işte burada ve yalnızca buradadır…” (Lenin)
Çoğunluk için demokrasi, gerçek demokrasi, proletarya demokrasisi S.B. başta olmak üzere sosyalist ülkelerde gerçekleşti. İşçi-köylü Sovyetleri yönetiminde halk, doğrudan yönetime ve işlerin yürütülmesine katıldı. Ancak bu engelsiz, pürüzsüz bir süreç değildi ve Özgürlük Dünyası’nın daha önceki kimi yazılarında değinilen nedenlerle sosyalist teorinin öngördüğü sosyalist demokrasi kesintiye uğradı. Sovyet bürokrat burjuvazisinin iktidarı gaspıyla süreç yığınların aleyhine işlemeye başladı. Burkay ve tüm oportünistler, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren bu ülkelerde yaşanan kapitalist egemenlikten kaynaklanan suçları sosyalizme yıkarak, sosyalist demokrasinin, “burjuva demokrasisi”nin gerisine düştüğü yalanına sarıldılar.
Marksistlerin öngördüğü ve gerçekleşmesi için kavga verdikleri ‘demokrasi’ Lenin’in yukarıda özlü biçimde ifadelendirdiği demokrasidir. Marksistler, proletarya demokrasisini, proletarya diktatörlüğünün -Burkay “sevimsiz” bulsa da her demokrasi bir diktatoryadır- sınıfsız komünist topluma geçiş için aşılması gerekli bir geçiş dönemi yönetim aygıtı olarak değerlendirirler. Proletarya devleti, eksiksiz demokrasiyi gerçekleştirdiği ve üzerinde baskı kuracak bir güç kalmadığı oranda işlevini tamamlayacaktır.
Sosyalizm uygulamasında, pratik uygulama hataları ya da aksaklıklardan hareketle ve uluslararası burjuva kampın kuşatmasının yol açlığı tahribatları dikkate almadan bir kesin değerlendirme yapmak doğru değildir.

SOSYALİZMİN SAVAŞ. KAYNAĞI SAYILMASI VE BURJUVA “SAĞDUYUSU”NA DUYULAN GÜVEN
Burjuva demokrasisini allayıp-pullayan ve sınıf mücadelesinin “normal olmayan” keskinleştiği dönemlerde burjuvazinin kendini hiç bir yasayla bağlı saymadan egemenliğinin devamı için barbar yöntemlere başvurmasını, kendi koyduğu yasaları bir yana iterek dizginsiz zulme başvurması gerçeğini atlayan Kemal Burkay, şiddet sorununu burjuvazinin ‘sağduyusu’na bağlarken, emperyalist savaşların nedenleri arasında “iki sistem arasındaki gerginlik”i saymak, dahası savaşın esas nedeni olarak bunu göstermektedir. Böylece emperyalizmi aklayan Burkay şöyle diyor: “Gelinen aşamada bilincin, sağduyunun ağır baslığı görülüyor. Nükleer silahların ortadan kaldırılması süreci başladı. Jet uçaklarına, tanklara, toplara da sıra gelecektir… İnsanoğlu demokrasi içinde yumruk ve kılıç yerine sözü kullanmayı öğreniyor. Sorunların çözümü ve toplum yaşamının dışına iliyor.” “İki sistemin gerginliğinden doğan bir dünya savaşı tehlikesinin ortadan kalkmış olması, soğuk savaşın sona ermesi, demokrasi ve özgürlük, genel olarak insan hakları bakımından dünya durumunu çok elverişli hale getirmiştir. Dünkü dengelere dayanan diktatörlerin işi zorlaşmıştır.”
Sınıf mücadelesinin sorunlarıyla ilgili her tartışma, pratik siyaset sorunudur, proletarya ve müttefiklerinin eylemini doğrudan etkiler, burjuvaziye ve sermaye egemenliğine karşı alınacak tutumu etkiler. Revizyonistler, Marksizm’e karşı saldırılarında iki temel sorunu çarpıtmaya özen gösteriyorlar. Burjuva devletin ve emperyalist kapitalizmin niteliksel özellikleri böylece onlar, proletaryayı, uzlaşmaz karşıtlık içinde bulunduğu burjuvaziye karşı mücadeleden geri tutmaya, dahası onunla paylaşılabilir ortak kazanımlar olduğuna inandırmaya ve silahsızlandırarak kapitalizm koşullarında köle bir sınıf olarak kalmasını sağlamaya çalışırlar. Burkay’ın yukarıdaki sözleri aynı amaca yöneliktir.
“Gelinen aşamada bilincin ve sağduyunun ağır bastığı” ve bunun şiddet öğesini toplum yaşamının dışına attığı iddiası, hem pratik bir değerden yoksundur, gerçek değildir, hem de toplumsal gelişme yasaları tarafından yönlendirilen sınıf mücadelesi sorunlarını “niyet”, “istek”, “irade” ve “sağduyu” gibi sübjektif unsurlara bağlayarak, ekonomik (ve dolayısıyla siyasal) çıkarlar sorununu atlamakta, üstünü örtmektedir. Gerçek değildir, çünkü emperyalist burjuvazi, pazarları, hammadde kaynaklarını ve ucuz işgücü alanlarını sömürmekten vazgeçmiş değildir. Burjuvaziye yön veren, onu silaha ve şiddete başvurmaya yönelten sağduyu yoksunluğu değil, burjuva olarak varlığını belirleyen sömürü olgusudur. Sömürücü çıkarlarının tehlikeye düştüğü her yer ve zamanda şiddete başvurmaktan, gücünü ortaya koymaktan geri durmaz. Günümüzde de bu değişmiş değildir. Burjuvazi ordusu, polisi ve bürokrasisiyle işbaşında olduğu her yerde dozu değişmek üzere, işçi sınıfı ve emekçilere karşı şiddete başvurmakta, koyduğu yasalar çerçevesinde kalan kimi emekçi eylemlerine, grev vb. dahi saldırmaktan geri durmamaktadır. Kapitalizmi aşmaya yönelik proletarya mücadelesi ise, burjuvazi açısından en şiddetli yöntemlerle ezilmeyi “hak etmekte”dir.
Nükleer silahların ortadan kaldırılması masalı da revizyonistlerin elinde, işçi ve emekçileri aldatmakta kullandıkları bir malzemedir. Başta ABD olmak üzere emperyalistler, nükleer silahlar da dâhil, silahlanmaya ve daha etkili, yok etme gücü büyük silahları üretmeye devam ediyorlar. Çünkü onlar, rakibi etkisiz kılmak için ekonomik gücü ve bunun üzerinde yükselen silahlı gücü kullanmaktadırlar. Burkay’ın ortadan kalktığını söylediği, ya da ortadan kalkacağını iddia ettiği silahlar, “günümüzde” de kullanılmaktadır. Irak’a yönelik emperyalist saldırı bunun en yeni, en son örneğidir ve henüz unutulacak kadar “mazi” olmadı.
Emperyalistler arası savaşı ve silahlanmayı “iki sistem gerginliği”ne bağlamak hedef saptırmaktır. Birincisi 20. yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşının hiçbiri “iki sistem gerginliği”nden kaynaklanmadı. Bu savaşlar, bir tek sistemin, kapitalist sistemin ürünü olarak ortaya çıktılar. Emperyalist burjuvazi her seferinde sosyalizme ve sosyalist SB’ye saldırıya geçmesine karşın, savaşların çıkış nedeni tümüyle dünya egemenliğine yönelik tekelci rekabetti, tekellerin kendileriydi. İkincisi, 1950’li yılların ikinci yarısından başlayarak, ’90’lı yıllara uzanan süreçte Sovyetler Birliği’nde yaşananları sosyalizme mal ederek, “iki sistemin gerginliği” demagojisine sarılmak, söz konusu süreçte kapitalizmin restorasyonuyla sosyal-emperyalist bir ülke haline gelen eski SB’nin, diğer süper emperyalist ABD ile giriştiği hegemonya mücadelesini sosyalizme fatura etmek, sosyalizme yönelik revizyonist saldırıdan başka bir şey değildir. “Soğuk savaş” denen şeyi de bu yönüyle sistem dışı saymamak gerekiyor.
Kuşkusuz bu, emperyalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkiden savaş çıkmayacağı anlamına gelmez. Emperyalist burjuvazi, sosyalizmi tasfiye etmek için yürüttüğü çok yönlü mücadeleyi fiili bir silahlı saldırıya da dönüştürebilir ve bu genişleyerek bir dünya savaşına yol açabilir. Bu ayrı bir sorun ve Burkay’ın tartıştığı da bu değildir. O, savaşları “iki sistem gerginliğiyle izah ederken, emperyalizmi, savaşların bu ana kaynağını gizlemekle, emperyalist burjuvaziyi aklamakladır. Savaşın siyasal-toplumsal niteliğinin bireylerin ve grupların “iyi niyeti”, “sağduyusuna değil, savaşan sınıfların uyguladığı siyasetle, uluslararası sermayenin emperyalist niteliğiyle ilgili olduğu gerçeği atlanmaktadır. Savaşa yol açan neden kapitalist paylaşım ihtiyacıdır; “ganimet payları için” süren rekabet ve anlaşmazlıklardır. Emperyalist savaşlar, kapitalistler yararına fetih ve vurgunu öngörür.
Emperyalist kapitalizm sermaye ihracı temelinde dünya pazarlarını, sömürgeleri elinde tutar. Kapitalistler sermaye ihracından ve etki alanları oluşturmaktan geri durmazlar ve pazar paylaşımında belirleyici etken ekonomik -ve ona bağlı olarak siyasal güçtür. “Oysa kapitalist rejimde paylaşım güçten başka bir temele, güçten başka bir ilkeye dayanmaz. Bir milyarder, kiminle olursa olsun, kapitalist bir ülkenin ‘ulusal geliri’ni ancak ‘sermayeye göre’ paylaşabilir (ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki en büyük sermaye kendisine düşenden çoğunu alır) kapitalizm demek, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ve üretimde anarşi demektir. Kapitalizm temeli üzerinde gelirin ‘hâkimiyetçi’ paylaşımını örgütlemek Proudhonculuktan, küçük burjuva ve ham-kafa kalın kafalılığından başka bir şey değildir. Paylaşım ancak bir ‘güçler ilişkisi’ne göre yapılabilir… Kapitalist bir devletin gerçek gücünü ölçmenin savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz da. Savaş özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez; bu ilkelerin dolaysız ve kaçınılmaz bir gelişmesidir. Kapitalist rejimde çeşitli ekonomilerin ve çeşitli devletlerin eşit gelişmesi olanaksızdır. Kapitalist rejimde bozulan dengenin zaman zaman yeniden kurulmasının tek olanaklı yolu, sanayide bunalımlardan, siyasette savaşlardan geçer.” (Lenin)
Burkay ve diğer tüm revizyonistler, Lenin ve Marx’ın belirlemelerinin “günümüz koşulları”nda geçersizliğini ilan etseler de, Lenin’in yukarıda kapitalist rejimde savaşların nedenleri ve kaynağı ile ilgili belirlemeleri yeniden ve yeniden doğrulanmaktadır. Olgular bunu gösteriyor ve Marksistler, olguları dikkate almazlık edemezler. İki büyük dünya savaşı ‘bozulan denge’nin güç oranında yeniden kurulması ihtiyacından, egemenlik ve paylaşım ihtiyacından kaynaklandığı gibi; günümüzde de, emperyalistler arasında kıyasıya bir mücadele sürmektedir. Amerikan, İngiliz, Alman, Japon vb. tekelci sermayesi arasında kıran kırana bir savaşı bir ekonomik ve diplomatik savaş var. Bu savaşın kimi zaman ve kimi bölgelerde, tümüyle ekonomik-siyasal egemenlik tesisine yönelik silahlı vuruşmaları içerdiği de bilinmektedir. Amerika’nın Panama’ya, Grenada’ya, Libya’ya, İran’a, Irak’a askeri müdahalelerini, emperyalistlerin doğrudan kışkırtıp taraf oldukları bölgesel savaşları, gerginlik dışı, rekabet ve fetih siyaseti dışı saymak mümkün değildir.
Emperyalist burjuvazinin pompaladığı silahsızlanma propagandası gerçeği yansıtmadığı gibi; emperyalizminde savaşların kaynağı olmaktan çıktığı propagandası da gerçekçi değildir. Kapitalist burjuvazinin safında bu propagandayı sürdüren sosyal pasifistler, reformist ve revizyonistler, halklara yalan söylemekte, proletaryayı aldatıp beklentiye sokmak ve burjuvaziyle paylaşabilir değerleri olduğuna ikna etmeye çalışmaktadırlar. Savaşların kaynağı kapitalizmdir ve “savaşlar ancak burjuvaziyi tek bir ülkede değil, tüm dünyada devirdikten, kesin olarak yenip mülksüzleştirdikten sonra olanaksız bir duruma geleceklerdir.”
Savaşı -emperyalist savaş değil, genel olarak savaşı- kötü bir şey ve onun nedenini de “iki sistem arası gerginlik” olarak gösterenler, öyle anlaşılıyor ki sistemlerden birinin, sosyalizmin yıkılmasını sevinçle karşılıyorlar. Öyle ya, artık, sosyalizm “öldüğüne”, “çöktüğü”ne göre, savaşlar ve silahlar da tarihe karışacaklardır ve bu da “insanlığın yararına bir gelişmedir.” O Proletarya ve halkların bu masala inanmaları için hiçbir neden yoktur.
Eğer kapitalizm sömürüye dayalı bir sistemse, sömürü amaçlı rekabet politikasının, güçlerin askeri alanda da karşı karşıya gelmesine yol açması kaçınılmazdır. Bozulan dengeyi yeniden ve güçlü olan yararına tesis etmenin savaştan başka bir yolu yoktur. Buna sosyalizmle kapitalizm arasındaki çalışmada dâhildir ve barışçıl sosyalizm palavralarının hiçbir değeri yoktur. Emperyalist burjuvazi ve onun geri ülkelerdeki işbirlikçi rejimleri tepeden tırnağa silahlanmışlardır ve şiddete başvurmaktan, savaş ve saldırganlıktan geri durmamaktadırlar.
Emperyalist burjuvazi yararına meydana gelen değişmeleri diktatörlerin dayanıksız kalması ve şiddetin dışlanmasına gerekçe gösterenler, sözde tek kutuplu -’emperyalist kutup’- dünyayı halkların ve proletaryanın yararına sayanlar, bundan halklar yararına sonuçlar çıkaranlar, yanılgının ötesinde ihanet içerisindedirler. Kapitalizmi sosyalizmle aynı kategoriye sokarak, diktatörlerin sosyalizme dayandıkları imasında bulunmak aynı anlama gelmektedir. Diktatörler, faşist rejimler, dün de bugün de, sırtını emperyalizme dayayarak, iktidarlarını sürdürmektedirler. Ağababalarla uşakları arasında meydana gelen kimi çıkar çatışması bu gerçeği değiştirmiyor.

KAPİTALİZM VE İŞÇİ SINIFININ “YAPISINDAKİ DEĞİŞİM” NEYİ İFADE EDİYOR?
Uluslararası revizyonizmin, Burkay’ın da aralarında bulunduğu “Kürt ayağı” bir yandan kapitalizmin gelişmesindeki değişiklikleri “yapısal” değişiklik olarak gösterir ve buradan işçi sınıfının kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesinin şiddetten uzak, uzlaşmacı ve “ortak kazanımı” koruyucu olması gerektiği sonucunu çıkarırlarken, öle yandan işçi sınıfının yapısının ve kapitalizm koşullarındaki durumunun değiştiğini, bunun “bilimsel teknolojik devrim”le olanaklı hale geldiğini vaaz etmektedirler. Başka yerlerde daha açık ifade edilen (ve örneğin ‘Dev-Yol’ tarafından eski Marksist kavramların geçersizliğine kanıt gösterilen) bu düşünceyi Burkay şöyle ifade ediyor.
“Bilimsel teknolojik devrim işçi sınıfının yapısında belli değişiklikler yaratabilir ve yaratmıştır.”
Bu değişikliğe işçilerin evinde dayanıklı tüketim maddelerinin bulunması kanıt olarak gösterilmektedir. Kapitalizm sürekli ve genişleyen yeniden üretime dayanan bir sistem olarak değişimi de içerir. Evet, kapitalizm, kapitalist emperyalizm, Lenin ve Stalin döneminden sonra da değişmiştir. Bu ‘değişim’, daha fazla merkezileşme, sömürü olanaklarını genişletme, bunun bir yolu olarak emek verimliliğini artırmaya yönelik -bu sömürüyü yoğunlaştırır- teknolojiyi geliştirme, işçi sınıfına karşı mücadele yöntemlerini çeşitlendirme vb. biçimindedir. Kapitalizmin kaydettiği değişim, onun niteliğiyle ilişkili değildir. Emek-sermaye çelişkisi ve onun siyasal-sosyal alandaki biçimi devam etmektedir. Burjuvazi ve proletaryanın üretim sürecindeki konumu, üretim araçları karşısındaki yeri ve onun tarafından belirlenen ezen ve ezilen sınıf ilişkisi değişmemiştir. Bu ilişki, kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadıkça değişmez, değişemez.
Öte yandan kapitalist toplumsal sistemin gelişme sürecinde burjuvazinin elinde tuttuğu bilimsel-teknik buluşların üretim alanında ve sömürüyü artırmak amacıyla kullanılması durumunda, kaydedilen gelişmelerin ezilenlerin durumunda belli etkiler yaratması kaçınılmazdır. Burjuvazinin sömürü amacıyla geliştirdiği ulaşım ve iletişim araçlarından proletarya ve emekçiler yararlandıkları gibi dayanaklı tüketim maddeleri denilen ürünlerin işçilerin yaşamına ve evlerine girmesi de doğaldır. Kuşkusuz bugün kapitalizm 200 yıl önceki ilkel durumundan farklıdır, yüz yıllık birikimlerini kullanmaktadır.
Ancak, “bilimsel teknolojik devrim” işçi sınıfıyla burjuvazinin üretim sürecindeki yerini değiştirmemiştir. İşçi üretim araçlarına değil, tüketim araçlarının bir kısmına ve çeşitli sıkıntılar pahasına sahip olmaktadır. Teknolojik gelişmeleri işçi ve ezilen yığınların yaşamının tümüyle dışında tutmak mümkün değildir. Dahası, burjuvazi, işçi sınıfının mücadelesini reformizmin sınırlarında tutmak ve işçi aristokrasisi eliyle sınıfı kontrolde tutmak amacıyla bu buluşlardan yararlanmaktadır. Sınıf bilincine ulaşmamış, iktidar mücadelesi içinde olmayan işçinin ‘özel mülkiyeti’ni geliştirme ve ‘ayrıcalıklı yaşam’ kavgası verme tutumu doğaldır. Ama her doğal olanın gerçekleşme şansı yoktur.
Kapitalizm nispeten istikrarlı döneminde ‘bir şeylere sahip olan’ işçinin gerçek durumu bunalım anlarında ortaya çıkar. İşsizlik, açlık ve ücret düşüklüğü, dahası hep sömürülen bir sınıf olma olgusu onun kapısında süreklidir. Bunalımın derinleşmesi, elindeki tüketim nesnelerinin, buzdolabı ve televizyonun elinden çıkmasını da olanaklı kılacaktır. Kapitalizmin tüm vahşeti, böylesi dönemlerde daha net olarak görülmektedir. Burjuvazinin, sosyalizm mücadelesine karşı bir dalga kıran olarak kullandığı ‘sosyal haklar’ın bunalım dönemlerinde nasıl törpülendiği ve geri alındığının örnekleri ise her dönem yaşanıyor.
Kapitalizme niteliğini veren artı-değer sömürüsü biçiminde gerçekleşen emek sömürüsü, işgücü sömürüşüdür. Burjuvazi üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak işçileri sömürme olanağını elinde tutmaktadır. Sömürünün biçimlerindeki değişme ya da daha modern yöntemlerle sömürüyü gerçekleştirme, sömürü olgusunu ortadan kaldırmıyor. Ve işçi sınıfı sömürülen bir sınıf olarak kaldıkça, onun durumunda niteliksel bir değişmeden söz edilemez. Değişiklik için, mülksüzleştirilen mülksüzleştirilmeli, üretimin ve bölüşümün tekeli burjuvaziden alınarak, burjuva egemenliğine son verilmelidir. İşçinin evindeki buzdolabının, televizyonun, çamaşır makinesinin işçi sınıfını bu mücadeleden alıkoymasına hiçbir neden yoktur. İşçi sınıfını sömürülmekten ve ezilen bir sınıf olmaktan kurtaracak olan kendisinin egemen sınıf durumuna gelmesi ve özel mülkiyet ve sisteme son vererek, çalışmayanın yiyemediği ve toplumsal mülkiyetin “herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre” ilkesine göre kolektif bölüşümünü sağladığı sistemi kurmuş olmasıdır.
Revizyonistlerin dillerinde “değişim” sınıfı mücadeleden, devrim için örgütlemek ve ayağa kalkmaktan alıkoymanın gerekçesi oluyor. İşçilerin böyle bir gerekçeye ihtiyaçları yoktur.

BÜROKRASİNİN PANZEHİRİ “ÇOK SESLİLİK” DEĞİLDİR
“Olumsuz etkenlerden biri tek partili, tek sesli yapı idi. Böyle bir ortamda demokrasinin işçi ve emekçilerden yana da var olmayacağı görüldü. İkinci bir seçeneğin, rakibin olmadığı böyle bir ortamda, sürekli olarak iktidarı elinde tutan parti ve onun üst kadroları iktidar nimetlerine gömülüp, yozlaşmaya çok açıktırlar. Onları denetleyen bir güç ve eleştiri mekanizması yoktur.”, “Dolayısıyla kesintisiz devrim görüşü dünyamızda yaşanan son gelişmelerden sonra kanımca artık geçerli değildir. Bu dönemde aynı zamanda demokratik bir toplumun doğal gereği olarak çok sesli, çok partili sivil toplum dönemi olacak; ülke demokratik bir seçimle gelen ulusal parlamento ve ulusal hükümet tarafından yönetilecektir. Bizim sosyalistler olarak iktidarda olmamız ancak, halkın yeter desteğini sağlamaya bağlı olmalı. Bu destekle iktidara gelir ve sosyalizm yönündeki programımızı adım adım koşulları olgunlaştırarak uygularız. Halkın desteğini yitirdiğimiz zaman ise muhalefet görevimizi yaparız.”
Burkay’ın demagojik söylemi de içeren “toplumsal projesi”ni, burjuva ‘sivil toplumcu’ yazarların projesinden ayıran hiçbir şey yoktur. Onun savunusu kapitalist toplum sınırlarını aşmıyor. ‘Barışçıl sosyalizm’ ütopyası üzerine bina edilen bu proje koftur, hayal ürünüdür ve daha baştan yıkılmıştır. Burkay’ın “çok sesli, çok partili” sisteminin sosyalizm olamayacağı açıktır. Sosyalizm, burjuvazinin sınıfsal varlığını, siyasal faaliyetini ve hükümet kurma “hakkı”nı içermez, bununla bağdaşmaz. Kapitalizm koşulları içinde, burjuvazinin sınıf egemenliği altında proletarya iktidarı ve işçi sınıfı partisinin siyasal erki elde tutması mümkün olmadığı gibi; burjuvazinin siyasal iktidar mücadelesine partileri aracılığıyla katılma özgürlüğüne sahip olduğu bir “sivil toplum” dönemini sosyalizm hanesine yazmak da mümkün değildir. Proletarya, emperyalist burjuvazinin dünya hâkimiyeti sistemi dâhilinde kalarak, bu sistemin sınırları dışına çıkmayı temel alan ve bunu da burjuvazinin siyasal şiddet makinesini kırma gücü göstererek yapan bir mücadele perspektifine sahip olmadan “sosyalizm yönündeki programa uygulayamaz.
“Demokratik seçimle gelen ulusal parlamento” ve “ulusal hükümet” formülasyonlarıyla Burkay’ın devrim öncesi “geçici hükümet vb. dönemlerden söz ettiği ihtimali üzerinde durulabilir. Ancak, bu yanıltıcıdır ve Burkay’ın sözünü ettiği bu değildir. O “geçici hükümet” vb. gibi özel durumlardan değil, genel durumdan, genel hareket tarzından söz etmektedir. Seçimle iktidara gelinip, seçimle iktidardan gidilecektir. Bunun nedeni de “halk desteği”ne bağlanmaktadır. Sosyalistler için halk desteği önemlidir ve sosyalistlerin iktidarı, halk iktidarının, proletaryanın sınıf iktidarının dışında özel bir iktidar biçimi değildir. Sosyalistlerin iktidarı halk iktidarının ta kendisidir. Çünkü proletarya diktatörlüğü, ya -da onun işçi-köylü Sovyetleri biçiminde gerçekleşen iktidarı, doğrudan doğruya halkın aşağıdan gelme harekelinin ürünüdür; memur kastının lağvını ve işlerin yürütülmesine, tüm yönetim görevlerinin yerine getirilmesine seçimle gelip, seçimle gitmeyi, belli aralıklarla, belli süreler için halkı “yönetici sınıfın hangi temsilcisinin ayaklar altına alacağı” bugünkü burjuva-demokratik seçim sisteminde, bu seçimin ve parlamentarizmin ikiyüzlü ve sahte özelliğinden çok farklı, istenildiğinde geri çekme hakkının işçi ve emekçilerin elinde olduğu bir mekanizmayla halk iradesinin ortaya koyduğu bir sistemi öngörür. Burkay’ın “çok sesli, çok partili” projesi değil, ancak böyle demokratik ve sınıfın ve halkın çoğunluğunun iradesine dayanan sosyal yönetim biçimleridir ki bürokrasiyi engeller, onun toplum üstü bir erkin unsuruna dönüşmesini engeller. “İstisnasız bütün yoksulları ülke yönelimine” kalarak, bunun için işlerin yürütülmesini emekçilerin ellerine vererek bürokrasi engellenir, burjuvaziye özgürlük tanıyarak, onunla bir arada yaşamayı ve böylece ona sömürme ve iktidar olma olanağı tanıyarak değil. Bürokrasiyi engellemek için:
“1) Her işe seçimle gelme ve her an görevden geri alınabilme;
2) Bir işçinin ücretinden yüksek olmayacak bir ücret;
3) Herkesin denetim ve gözetim işlevleri görebilmesi, herkesin bir zaman için ‘bürokrat durumuna gelmesi ve bunun sonucu kimsenin ‘bürokrat’ olmamasına yönelik önlemlerin hemen benimsenmesi” (Lenin) gerekir, başka bir şey değil.
“Sovyetler iktidarının özelliğini belirleyen şey, tüm devlet iktidarının, tüm devlet aygıtının tek ve sürekli temelini, daha önce kapitalizm tarafından ezilen sınıfların, yani işçilerin ve yan proleterlerin (başkasının emeğini sömürmeyen ve kendi işgüçlerini kısmen de olsa sürekli olarak satan köylüler) yığınsal örgütlenmesini oluşturmasıdır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile, yasa karşısında eşit haklara sahip olmakla birlikte, binlerce yöntem ve kurnazlıkla siyasal yaşama katılmak ve demokratik hak ve Özgürlüklerden yararlanmaktan uzaklaştırılan yığınlar, şimdi sürekti olarak ve mutlaka, üstelik kesin bir biçimde demokratik devlet yönetimine ortak ediliyor.”
Burkay, demokrasiyi sınıf temelinden soyutlamaktadır. Tek parti iktidarında, “demokrasinin işçi ve emekçilerden yana” olamayacağı iddiası bunu ifade etmektedir. Burjuvaziye özgürlüğün olmadığı sistemleri “anti-demokratik” sayma revizyonist görüşü, proletaryaya ve onun devrim mücadelesine, proletarya iktidarına karşı bir konumlanıştan kaynaklanmaktadır.
İktidardaki tek parti işçilerin ve tüm emekçilerin iradesine tabidir, onun ve kadrolarının denetleyicisi doğrudan doğruya işlerin yönetimine katılan milyonlarca emekçi olacaktır. Yozlaşma da ancak böyle önlenir.
Burkay, bilinen revizyonist, burjuva oportünist görüşlerini yineliyor, sözde sosyalizm savunusu adı altında sosyalizme ve Marksizm-Leninizm’e saldırmaktadır. Onun projesinde, proletaryayı ve emekçileri burjuvaziye karşı ve devrim hedefiyle mücadeleye çağırma söz konusu değildir. Burjuvazi yararına kaleme sarılmasının nedeni de budur. Ezilen bir ulusun mensubu olan Burkay ve onu izleyenler, emperyalizm ve gericilik halklara karşı azgın bir saldırı politikası izliyor iken, proletaryaya karşı burjuvazi tüm olanaklarıyla ‘savaş meydanı’ndayken, ‘barışçıl geçiş’ten “savaşların olmayacağı”ndan, ‘şiddetin tarihe karışması’ndan vb. söz edebilmektedir. Burkay ve tüm revizyonistler, proletarya ve halkları devrimden alıkoymaya soyunmuşlardır. Oysa Marksistlerin görevi proletaryayı ve ezilen halkları emperyalizme karşı kurtuluş için ayaklanmaya hazırlamaktır.

Aralık 1992

İşçilerin Öğrencisi, Proletaryanın Öğretmeni: Josef Stalin

Doğumunun 113- yıldönümünde Stalin yoldaşı, kendisini anlattığı bir konuşmasıyla anıyoruz.

Yoldaşlar! İzninizle her şeyden önce, burada işçi temsilcileri tarafından yapılan karşılama söylevlerine dostça teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum.
Sizlere şunu tüm içtenliğimle ifade etmeliyim ki yoldaşlar, burada aldığım övgülerin yarısını bile hak etmiş değilim. Anlaşıldığı kadarıyla ben, Ekim’in kahramanı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderi, Komintern’in önderi, efsanevi bir yiğit ve daha kim bilir nelerim. Bütün bunlar saçma yoldaşlar ve tamamen gereksiz bir abartma. Bu tonda, genellikle, ölmüş bir devrimcinin mezarı başında konuşulur. Benim ise ölmeye daha niyetim yok.
Bu nedenle, eskiden ne olduğumun ve Partimizde bugünkü konumumu kime borçlu olduğumun gerçek resmini yeniden çizmek zorunda hissediyorum kendimi.
Arakel A. Okuaşvili. Yoldaş burada, vaktiyle kendisini benim öğretmenlerimden, beni de kendisinin öğrencilerinden biri saydığını söyledi. Tamamen doğrudur yoldaşlar. Ben, Tiflis Demiryolu Atölyeleri’nin ileri işçilerinin bir öğrencisiyim ve gerçekte de öyle kalacağım.
İzninizle, biraz geçmişe dönmek istiyorum.
Demiryolu atölyelerinden bir işçi çevresinin ilk kez bana verildiği, 1898 yılını anımsıyorum. 28 yıl önceydi. Sturua yoldaşın evinde, Cibladze ( o da o zamanki öğretmenlerimden biriydi), Çodrişvili, Çaydze, Boçorişvili, Ninua ve Tiflisli diğer ileri işçilerin varlığında, pratik çalışmada ilk dersimi alışımı anımsıyorum. Bu yoldaşlarla karşılaştırdığında, o zamanlar epey gençtim. Belki o zamanlar, bu yoldaşların birçoğundan biraz daha bilgiliydim, ama hiç kuşkusuz pratik çalışmanın acemisiydim. O zamanlar burada, bu yoldaşların arasında devrimci mücadelede ilk deneyimimi edindim. O zamanlar burada, bu yoldaşların arasında devrimin çırağı oldum. Görüyorsunuz, ilk öğretmenlerim Tiflisli işçilerdi.
İzninizle, onlara içten, dostça teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. (Alkışlar)
Daha sonra, çalışmak üzere Parti iradesiyle Bakû’ye gönderildiğim 1907–1909 yıllarını anımsıyorum. Petrol sanayi işçileri arasında üç yıllık devrimci çalışma beni savaşçı ve yöredeki pratik çalışmanın yöneticilerinden biri olarak çelikleştirdi. Bir yandan Vatsek, Saratovets, Fioletov ve diğerleri gibi Bakûlü ileri işçilerle ilişki içinde, öte yandan işçilerle petrol sanayicileri arasında en ağır çatışmaların fırtınası içinde, ilk kez, büyük işçi kitlelerine önderlik etmenin ne demek olduğunu anladım. Böylece orada, Bakû’de devrimci mücadelede ikinci büyük deneyimimi edindim. Orada devrimin kalfası oldum.
İzninizle, Bakûlü öğretmenlerime içten, dostça teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. (Alkışlar)
Hapishanelerde ve sürgün yerlerinde dolaştıktan sonra nihayet, Parti iradesiyle Leningrad’a gönderildiğim 1917 yılını anımsıyorum. Orada, Rus işçilerinin çevresinde, bütün ülkelerin proleterlerinin büyük öğretmeni Lenin yoldaşın yanı başında, proletarya ile burjuvazi arasındaki büyük muharebelerin fırtınası içinde, emperyalist savaş koşulları altında, ilk kez, işçi sınıfının büyük partisinin önderlerinden biri olmanın ne demek olduğunu öğrendim. Orada, Rus işçilerinin çevresinde, ezilen halkların kurtarıcısı ve tüm dünya proletaryasının öncü savaşçısının çevresinde, devrimci mücadelede üçüncü büyük deneyimimi edindim. Orada, Rusya’da, Lenin’in yönetimi altında, devrimin ustalarından biri oldum.
İzninizle, Rus öğretmenlerime içten,, dostça teşekkürlerimi ifade etmek ve büyük öğretmenim Lenin’in anısı önünde saygıyla eğilmek istiyorum. (Alkışlar)
Çıraktan (Tiflis) kalfaya (Bakû), kalfadan devrimimizin bir ustasına (Leningrad) devrimci öğrenimimin okulu budur, yoldaşlar.
Abartmasız, gayet dürüstçe konuşmak gerekirse, eskiden ne idiğimin ve şimdi ne olduğumun gerçek resmi budur, yoldaşlar. (Alkışlar, şiddetli bir tezahürata dönüşür.)
“Zarya Vostoka” (Doğu’nun Şafağı)
(Tiflis) No. 1197,
10 Haziran 1926.
Eserler, Cilt: 8, İnter Yay. Sf. 150-152

Aralık 92

TDKP Röportajı

Evrensel Basım Yayın, Aralık ayı içinde yeni bir kitap yayınlıyor.- TDKP RÖPORTAJI. Bu kitap, TDKP Merkez Komitesi temsilcisi ile yapılan ve bir bölümü dergimiz Özgürlük Dünyasında yayınlanan bir dizi röportajı içeriyor. Bu kitapla, yasa-dışı bir parti olan TDKP’nin görüşleri bütünlüklü olarak okuyucuya sunuluyor. Kitap başlıca şu konulara ilişkin sorulara verilmiş cevaplardan oluşuyor;
Emperyalist sistemin açmazları, bunalım ve devrim olanakları;
Sosyalizmin aldığı geçici yenilgi, bu yenilginin nedenleri, sosyalizmin olanakları;
Emperyalist kapitalizme karşı ideolojik mücadelenin yöntem ve içeriği;
Uluslararası komünist hareketin durumu ve partiler-arası birlik ve ilişkiler sorunu;
Türkiye devriminin güncel sorunları, işçi harekelinin durumu, sendikal sorunlar, Türk-İş ve DİSK ve kamu çalışanları sendikaları;
Kürdistan’da durum, TDKP’nin Kürdistan’daki faaliyeti ve çeşitli Kürt örgütlerini değerlendirişi;
TDKP’nin ideolojik- örgütsel sorunları, parti içi yaşama ilişkin sorunlar(yasadışı yayıncılık, tezlerde yenilenme, parti içi yaşantı, demokratik merkeziyetçilik…)

KİTAPTAN
(…) Parti belgelerinizde, özellikle ’80 Kongresi’nde onaylanan programınızda işçi sınıfı içindeki çalışmanın temel olduğu vurgulanıyor ve en İyi kadroların bu alanda mevzilendirilmesi, partinin esas olarak işçi üyelerin örgütlü toplamı olması gerektiği ifade ediliyor. Bu hedef ne oranda gerçekleşmiştir, işçi sınıfı ve işçi hareketi içinde durumunuz nedir?
Partimiz, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda işçi sınıfının yoğunlaştığı belli başlı sanayi kentlerinde ve maden işçilerinin yoğunlaştığı bölgelerde, proletaryanın ana kitlesinin yoğunlaştığı ve bu kitleyi temsil etme durumunda olan belli başlı işyerleri ve diğer fabrikalarda faaliyet yürütüyor. Başta partimizin yayın organı Devrimin Sesi olmak üzere, parti yayınlarının ezici bir çoğunluğu işçiler arasında dağıtılıyor. Sınıfın yoğunlaştığı tüm bölgelerde partinin yayınları dağıtılıyor ve bu bölgelerdeki fabrikaların çoğunluğuna parti yayınları ulaşıyor. Belli başlı fabrikalarla ilişkilerimiz var ve bazılarında dar, bazılarında da daha geniş parti çevreleri oluşmuş durumda. Başka etkenlerin yanı sıra, teşhir, ajitasyon ve propaganda faaliyetinin gizli ve açık, yazılı ve sözlü biçimlerinin ve faaliyetin bu yönüyle örgütlenme çalışmasının, işçi hareketindeki ilerleyişin fabrikalarda geliştirdiği olanaklar ve koşullardaki değişime uygun bir biçimde birleştirilememesi, fabrikalarda parti örgütlerinin kurulmasını ve parti çevrelerinin daha hızlı büyümesini, partiyle ilişkilerinin gelişmesini engelledi Ancak yerel örgütlerimizin tüm hatalarına ve eksikliklerine karşın, partimiz sınıf içinde gelişmekte ve işçilerle olan ilişkilerimiz kitle ilişkilerimizin ağırlıklı bir bölümünü oluşturmaktadır. Parti üyelerinin % 40’ını işçiler oluşturuyor. “Partinin esas olarak işçi üyelerin örgütlü toplamı olması gerektiği” hedefinin gerçekleştirilemediği, ancak bu doğrultuda ileri adımlar atıldığı, bu açıdan partimizin tarihinde hiçbir zaman edinilemeyen bir konuma gelindiği ve olanaklara kavuşulduğu söylenebilir.
Yasadışı faaliyeti ve yasadışı yayıncılığı temel alıyorsunuz. Aynı içerikte, dağıtım bakımından daha risksiz yasal bir ajitasyon gazetesi aynı işlevi görmez mi; örgütün önemli bir maddi teknik ve kadro gücünü bu işle görevlendirmenizin anlamı nedir? Yasadışı yayıncılık/yeraltı basım hakkında bilgilendirir misiniz?
(…) İçinde bulunduğumuz koşullarda ve süreçte, işçi sınıfının devrimci sınıf partisi, yasal, legal olanaklardan en azami ve en verimli ölçüde yararlanmayı, bunun araçlarını geliştirmeyi ve yasadışı, gizli çalışmayla koşullara uygun bir biçimde birleştirmeyi bir an bile olsun ihmal etmeksizin, yasadışı, gizli çalışmayı ve örgütlenmeyi temel almalı, yasal, legal olanaklar açık bir devrimci işçi partisini ya da açık bir faaliyeti gündeme getirecek kadar genişlese bile, sürekli güçlenen ve sağlamlaştırılan bir yeraltı aygıtına sahip olabilmelidir. Yeraltı parti basını, böyle bir aygıtı ve yeraltı çalışmasını ve ilişkilerini geliştirmenin ve örgütlemenin araçlarından biridir. Üzerinde durulması gereken üçüncü nokta da, yasal bir gazetenin böyle bir işlevi yerine getirip getiremeyeceğidir.
Türkiye’de 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren, legal, yasal olanaklar istikrarsız bir çizgide de olsa genişliyor, büyüyor ve zenginleşiyor. Bu basın yayın alanına da yansıyor. Ancak, bu genişleme, zenginleşme ve büyüme, partimizin yeraltı basınıyla aynı içerikte yasal bir basının istikrarlı ve kesintiye uğramayan bir çizgide yayınlanması ve dağıtılması düzeyine henüz erişebilmiş değil. Uygulanan iç-sansüre karşın açılan basın davaları, alınan toplatma kararları, gazete-dergi büroları ve merkezlerine, basın-yayın evlerine yapılan baskınlar, basın yayın emekçilerine yönelen politik suikastlar ve saldırılar vb. bunun en açık ve yadsınamayacak kanıtlandır. Yasadışı, yeraltı parti basını ile aynı içerikte, oto kontrol diye ifade edilen kendi kendine sansürü uygulamaksızın yayınlanacak bir gazetenin, hemen her sayısı toplatılacak, dağıtımı engellenecek ve hakkında dava açılacaktır. Yeraltı parti basınıyla aynı içerikte yasal bir gazete, düzenli periyotlarla ve kesintiye uğramaksızın yayınlanıp, dağıtılamayacağı gibi, yasal, legal olanaklardan da yararlanılamayacak ve sınırlı olanakların bir bölümü ve en verimli bir biçimde değerlendirilmesi gereken devrimci enerjinin ve potansiyelin bir bölümü boş yere harcanmış olacaktır.
Basın-yayın alanında da legal, yasal olanaklar genişlemekle birlikte, bu olanaklar anayasal ve yasal güvenceye kavuşmuş değil. Aksine, şu ya da bu gerekçeyle, basın-yayın alanında, fiilen kullanılan ya da yasal olarak tanınmış hakları da sınırlama, gasp etme anayasal ve yasal güvence altına alınmış durumda. Basın-yayın özgürlüğünü genişletmek ve güvence altına almak amacıyla çıkarıldığı açıklanan her yasa ya da gündeme getirilen her yasa tasarısı, bu hakkın nasıl, hangi yollarla sınırlanacağını da içermektedir. Politik durumdaki ve güçler ilişkisindeki değişikliklere bağlı olarak, yasalarda ve anayasada herhangi bir değişiklik yapılmaksızın, basın-yayın hakkının sınırları daralmakta ya da genişlemektedir. MGK’nın aldığı kararlar ve yaptığı açıklamaların, bu sınırlar üzerindeki etkisi bilinmektedir. Kaldı ki, yasaların nasıl çıkarıldığı biliniyor ve bir yasanın iptal edilerek yerine bir yenisinin çıkarılması için, generallerin etkin olduğu MGK’nın karar alması yeterlidir.
(…) Diğer alanlarda olduğu gibi basın, yayın alanında da yasal, legal olanakların sınırlarını, diktatörlüğün izlediği taktikler ve aralarındaki ilişki, uluslararası baskı, gericilik içindeki çatışmalar vb. faktörler etkilemekle birlikte, kitle hareketinin istikrarsız bir çizgide gelişmesine bağlı olarak değişken bir özellik taşıyan devrimle karşı-devrim arasındaki güçler ilişkisi belirlemektedir. Bütün etkenlerin değişken bir özellik taşıdığı, istikrarsızlığın girdabındaki Türkiye’de, yasal ve legal olanakların da istikrarsız bir çizgide gelişmesi kaçınılmazdır. Yasal, legal olanakların partimizin yeraltı basınıyla aynı içerikte bir basının, yayın ve dağıtımını sağlayacak düzeyde genişleyip genişlemediği sorunu bir yana, bugün veya içinde bulunduğumuz dönemde yasal olarak çıkarılabilir olanın da ne kadar süreceği, değişken bir özellik taşıyan pek çok etkene bağlıdır.
Yasal bir gazete, yasa-dışı yeraltı parti basını gibi, gizli, yasadışı faaliyeti, ilişkileri ve örgütlenmeyi sağlayan, geliştiren, güçlendiren ve sağlamlaştıran bir işlev göremez. Örgütlenmenin, faaliyetin ve ilişkilerin (yasal ve yasadışı, legal ve illegal vb.) çeşitli biçimleri ve araçları, koşullara uygun bir biçimde birleştirildiklerinde birbirlerini güçlendirir, olanaklarını büyütür, zenginleştirir ve genişletir. Ancak, biçimlerden birinin araçları ve yöntemleri, bir başka biçimin araçları ve yöntemlerinin işlevini yerine getiremez, seçeneği olamaz. Uluslararası deneyimler ve sonuçlan bir yana, 12 Eylül sonrası bütün çarpıcılığı ve yalınlığıyla, yasadışı gizli faaliyetin ve örgütlenmenin, yasal, legal araçlarla gerçekleştirilemeyeceğini, geliştirilip sağlamlaştırılamayacağını gösterdi. Örgütlenmenin ve faaliyetin her biçimi, ancak bu biçime uygun araçlar kullanılarak gerçekleştirilebilir, güçlendirilip, sağlamlaştırılabilir.
Yukarıda belirtilenler, partimizin yasadışı, yeraltı basınıyla aynı içerikte yasal bir gazetenin çıkarılabileceği varsayılsa bile, yeraltı parti basınının işlevini yerine getiremeyeceğini, onun alternatifi olamayacağını, buna yönelmenin tam bir cinayet olacağını, diktatörlüğün saldırıları karşısında işçi sınıfını ve partiyi silahsızlandıracağını, yasal, legal olanaklardan devrimci bir perspektifle yararlanmayı da olanaksız kılacağını açıkça göstermektedir. Bu, aynı zamanda, partimizin, “önemli bir maddi, teknik ve kadro gücünü bu işle görevlendirme”sinin, niçin gerekli ve hayati bir önem taşıdığını da açıklığa kavuşturmaktadır.
İçinde bulunduğumuz süreçte; yasal, legal olanaklardan, diğer alanlarda olduğu gibi, basın-yayın alanını da azami ve en verimli ölçüde yararlanma bir an bile ihmal edilemeyeceği gibi, devrimci bir örgüt, bir yandan yeraltı örgütünü, faaliyetini ve araçlarını, diğer yandan da yasal, legal örgütlenmeyi ve faaliyeti ve araçlarını geliştirmek ve güçlendirmek, koşullara uygun bir biçimde birleştirmek zorundadır. Partimiz, yasal ve yasadışı, legal ve illegal faaliyeti ve örgütlenmeyi ve araçlarını, birbirinin alternatifi olarak ele almamakta ve geliştirmeye çalışmaktadır.
Kitle hareketinin gelişmesine, bu temelde devrimle karşı-devrim arasındaki güçler ilişkisinin, devrim lehine değişmesine bağlı olarak, yasal olanaklar ve bu olanakların bir unsuru olan yasal basın ve yayın olanakları daha da genişleyebilir ve ilerleyebilir. Partimiz, yeraltı basınını zayıflatmaksızın bundan da en azami ve verimli ölçüde yararlanmaya, bunun için gerekli araçları kullanmaya ve geliştirmeye çalışacaktır.
Partimizin merkezi yayın organı olan “Devrimin Sesi”, 15 günlük periyotlarla, ayda iki sefer düzenli olarak çıkmakta ve bölgelerde zaman zaman önemli darbeler yediğimiz durumlarda düşmeler olmakla birlikte, ortalama 20 bin basılmakta ve dağıtılmaktadır. “Devrimin Sesi Gençlik Eki”, ayda bir çıkmakta ve 12 bin civarında basılmakta ve dağıtılmaktadır. Partimizin Kürdistan örgütünün yayın organı olan “Denge Şoreş’lı Kürdistan” ayda bir çıkmakta ve 12-15 bin arası basılmakta ve dağıtılmaktadır. Bunlara ek olarak bugüne kadar 17 propaganda broşürü gizli olarak basıldı ve dağıtıldı. Son broşürler ortalama 8 bin adet basılmakta ve dağıtılmaktadır. Partimizin, yeniden inşa ve örgütlenmesinin başladığı 1987 ortalarından bu yana izlediği çizginin sonuçlarından biri de, yerel parti örgütlerinin, partinin çağrılarını, başta bildiriler olmak üzere günlük teşhir ve ajitasyon materyallerini, kısa sürede kitlelere ulaştıracak bir yeraltı basım ve dağıtım ağına sahip olmasıdır.

Aralık 1992

Yeni çıkan kitaplar Marksizm ve dil

Stalin’in, dilbilime ilişkin bu derleme kitapçığı, 20 Haziran 1980’de Pravda’da yayınlanan yazılardan oluşmaktadır. Stalin, dilbilimi Marksist bir temelde ele alıp onu toplum tarihinin gelişimi ilişkisi içinde incelemiştir. Pravda’da açılan Dilbilimi “üzerine tartışmalar ve konuya ilgili bir grup öğrencinin yönelttiği sorulara Stalin’in verdiği yanıtlar, kitabın bütününü oluşturmaktadır.
Marksizm’i bir doktrin olarak görüp, Dilbilim konusunda da yanılgıya düşen bir grup dilbilim uzmanının geliştirdiği tezleri, Stalin, Marksist bir perspektifle irdeleyip ne kadar anti-Marksist olduklarını gözler önüne seriyor.
Dili bir alt yapı ya da üst yapı elemanı olarak ele alan anlayışı, Stalin, üst yapı ve alt yapı kavramlarını konuya ilişkin yeniden ele alarak, dilin bu iki olgunun da direkt bağrında bulunmadığını tespit ediyor.
Üst yapı, alt yapının belirlemiş olduğu ve ona uygun düşen onun sistemine göre düzenlenmiş kurumların, hukuk sistemi ve sistemsel işleyişi sağlayıcı mekanizmalardan oluşmaktadır. Alt yapının uğrayacağı herhangi bir değişiklik üst yapının da değişmesi sonucunu doğurur, böylece, oluşan yeni alt yapı temelinde yine yeni bir üst yapı şekillenmeye başlar. Stalin; “Bu bakımdan dil üst yapıdan köklü bir biçimde ayrılır” der. “Dil, belirli bir toplumdaki şu ya da bu, eski ya da yeni bir alt yapının ürünü değil, toplumun ve alt yapıların yüzyıllardır süregelen tarihlerinin bir ürünüdür, belli bir sınıf tarafından değil, bütün bir toplum, toplumun bütün sınıfları, yüzlerce kuşağın çabaları sonucu yaratılmıştır… Bundan dolayı dilin insanlar arasında bir haberleşme aracı olma işlevi, diğer sınıfların zararına tek bir sınıfa değil, toplumun tüm sınıflarına eşit ölçüde hizmet etmektir.” Bu yönüyle dilin sınıfsal bir özelliği yoktur. O toplumun tarihi boyunca ortaya çıkmış ve yine o toplumun bütün katmanlarınca kullanılarak geliştirilmiştir. Stalin, dilin sınıfsal bir yönü olduğuna ilişkin iddialara ise şöyle cevap vermiştir: “İnsanlar çeşitli toplumsal gruplar ve sınıflar, dil karşısında kayıtsız kalmaktan çok uzaktadırlar. Dil, kendi çıkarları için, kendi özel lehçelerini, kendi özel terim ve deyimlerini egemen kılmak için kullanmaya çalışırlar. Mülk sahibi sınıfların halktan kopmuş ve ondan nefret etmiş üst tabakaları -aristokrat soylular, burjuvazinin üst kesimleri- bu bakımdan özellikle öne çıkarlar. “Sınıf” lehçeleri, jargonlar, yüksek sosyete “dilleri” yaratılır, literatürde bu lehçe ve jargonlara genellikle yanlış bir biçimde, dil olarak değiniliyor, proleter dili ya da burjuva dili. Bu nedenle, tuhaf ama yoldaşlarımızdan bazıları, ulusal dilin bir uydurmaca olduğu, gerçekte yalnızca sınıf dillerinin var olduğu sonucuna varmışlardır.
Sanırım, varılan bu sonuçtan daha yanlış bir şey olamaz. Bu lehçeler ve jargonlar dil olarak görülebilir mi? Elbette ki, hayır. Görülemez, çünkü ilk olarak bu lehçe ve jargonların kendilerine özgü bir dil bilgisi sistemleri ve ana söz dağarcıkları yoktur; bunları ulusal dilden alırlar.”
Dilin gelişim yasaları, toplumların kendilerini ifade edebilme istençleri ne kadar gelişmişse o kadar gelişmiştir. Kitap, dilin gelişimini soyut bir biçimde ele alan, onu idealize eden ve Marksist yöntemi kullandığını zanneden “dilbilim uzmanlarına” yöneltilmiş eleştiri niteliği taşıyor.

KAPİTAL (Özet ve Kılavuz)
ALAATTİN BİLGİ Yurt Kitap Yayın, 19921. Baskı

Kapitalizm, en büyük fikri vurgunu, Kapitalin yayınlanmasıyla yemiştir. Marksizm’in temel eseri olan Kapitalin yazılışının üstünden 125 yıl geçti. O günden bu yana insanlık, büyük değişimler yaşadı. Ne var ki, yaşananlar Kapital’in ileri sürdüklerini her gün yeniden ve yeniden üretti, doğruladı. Bugün için de ekonomi-politiğin en kapsamlı tahlili ve eleştirisi olarak insanlığın düşünce dünyasında belirleyici rolünü sürdürüyor. Zira Marx da, eserini yazma amacını ona verdiği alt başlıkta şöyle açıklıyordu: Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili.
Fakat kendisine “Marksist’im” diyen kaç kişi Kapital’i okumuş ve anlamıştır? Bu “zor” işin, hakkından gelmiş Marksist sayısının övünülecek bir orana ulaştığını söylemek pek de kolay değil.
Kapital’i Türkçeye kazandıran Alaattin Bilgi, “Kapital-Özet ve Kılavuz” başlığını taşıyan çalışmasıyla bu zor yolda yürüyeceklere genişçe bir kapı aralıyor.
Alaattin Bilgi, kitabının birinci bölümünde, Marx’ın düşünce çizgisindeki gelişmeyle kaynaklarını, Kapital’in doğuşunu ve uygulanan yöntemi anlamayı kolaylaştıracak yazılara yer vermiş. Bu yazılar, ana metni (Kapital) anlamakta karşılaşılan kavramsal zorlukları ortadan kaldırmakta büyük bir öneme sahip. A. Bilgi’nin çalışması, Kapital’in (Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili), birinci cildini kapsıyor. “Böyle yapmamdaki amaç, bu cilt bir kez kavrandı mı öteki iki cildin daha rahat anlaşılabileceği düşüncesidir diyor A. Bilgi.
Çalışmasını hazırlama yöntemini ise şöyle açıklıyor yazar: “Kitabı hazırlarken temel kavramları, tanımları, kategorileri özgün metindeki kısım, bölüm ve kesimleri izleyerek elden geldiğince ayrıntılı vermeye çalıştım. Özel yorum ve eleştirilerden kaçındım. Amacım, okuru Kapital ile baş başa bırakmak, ona yalnız gerekli ipuçlarını vermekti.”
Marx’ın temel eseri Kapital, en önemli sınavı; zaman sınavını vermiş bir eserdir. Sosyalizmin yıkılışından söz eden, geleceğin komünizm olacağından endişe duyan herkes, önce Kapital’in temel tezlerinin, mantığının ve önermelerinin yıkıldığını kanıtlamak zorundadır.
A. Bilgi, düşünce dünyamıza Kapital’i çevirmekle yaptığı katkıyı, onu anlamamızı kolaylaştıracak bu değerli çalışmasıyla daha bir anlamlı hale getiriyor. Ve “okuması çok zor” gibi mazeretleri ortadan kaldırarak, Kapital’i okunmadan rafa kaldırılmış kitaplar kategorisinden çıkartıyor. Söz okuyucunundur artık!

Aralık 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑