Deng dergisi, Eylül-Ekim ’92 sayısında Kemal Burkay’ın bir yazısını yayınladı. Burkay’ın başında bulunduğu revizyonist grubun ve Deng dergisinin, ‘sol’ hareket içinde ve Kürdistan’da işgal ettiği yer açısından değil ama, söz konusu yazıda öne sürülen iddialar, uluslararası revizyonizmin burjuva kampından proletaryaya, sosyalizm mücadelesine ve Marksizm-Leninizm’e karşı sürdürdüğü saldırıların bir tekrarı olması ve ülkemizde aynı düşüncelerin bir dizi oportünist ‘grup’ tarafından savunuluyor olması nedeniyle ele alınıp, eleştirilmeyi hak ediyor,
Kemal Burkay, bu yazısında revizyonizmin bilinen çürümüş taktiğine başvuruyor ve sosyalizme sözde inancını dile getirirken, proletaryanın sosyalizm mücadelesinde izlenmesi gereken yol ve yöntemlerin değiştiğini öne sürüyor ve bu değişimi, kapitalizmin bünyesel değişimine bağlayarak, sınıf mücadelesinin reddine varıyor. Ona göre artık kapitalizmde sınıflar ilişkisi ve mücadelesi, devlet, devrim ve demokrasi sorunu Marx ve Lenin’in bakış açısıyla ele alınmamalıdır! Marx, Engels ve Lenin öngörülerinde yanılmışlardır, onların ve teorilerinin aşılması gerekiyor; “sınıflar boğazlaşması” ve devrim için başta proletarya olmak üzere yığınların ayaklanmasına gerek yoktur; “sağduyu” ağır bastığından devrim için şiddet yöntemi devre dışı kalmıştır.
Yine ona göre, işçi sınıfı da artık eski konumundan uzaklaşmıştır. İşçi sınıfı eski işçi sınıfı değildir, onun “zincirlerinden başka”da kaybedecek şeyleri, dayanıklı tüketim malları, sosyal hakları vb. vardır. Bu durum işçi sınıfını “eski” proleter konumundan uzaklaştırırken, burjuvaziyle uyumunu olanaklı kılıyor vb.
Kuşkusuz, ne bu tür iddialar yeni ortaya atılıyor, ne de yalnızca Burkay tarafından dile getiriliyor. Günümüzün tüm oportünistleri devrim ve “demokrasi’ sorununu, devlet sorunundan soyutlayarak ve kapitalizmin yapısal değişikliği savunusuna sarılarak izah etmeye çalışıyorlar. Onlara göre kapitalizmin “yapısal değişikliği” sosyalist teorinin kapitalizmle ilgili temel öngörülerini geçersiz hale getirmiştir. Oportünistler, Marksizm-Leninizm’in aşılması gereğinden ve “sosyalizm adına dile getirilen düşüncelerin bugünü açıklamakta yetersiz kaldığı”ndan söz ederken, “elle tutulur” bir tek kanıt ileri sürememekte ve fakat sosyalizmin prestij yitimini ve işçi hareketinin zaaflarını, kuşku ve güvensizliği geliştirme çabalarına malzeme edinmektedirler.
Onların tümü, açıkça ifade etmeseler de kapitalist toplumsal sistemi belirleyen niteliksel özelliklerden kaynaklanan burjuvazi-proletarya çelişkisinin değiştiği, yumuşadığı ya da yok olduğu ve şiddete dayanan devrim düşüncesinin “tarihe karıştığı” düşüncesindedirler.
Marksizm’e yönelen revizyonist saldırılar uluslararası revizyonizmin çeşitli “büro”larınca sürdürülüyor. Marksizm’in tarihiyle zamandaş olan saldırılar yineleniyor, çeşitlendiriliyor. Bilindiği gibi, Marksist diyalektik materyalist düşünce, proletaryanın eline bir mücadele silahı olarak verildiğinden bu yana Marksizm’in “aşılması”, “revizyona tabi tutulması”nı önce masum bir görünüm altında ve sonra gerçek amaç ve kimliğini ortaya koyarak savunanlar oldu. Bernstein, Kautsky bunların “ünlü”lerindendi. Proletaryanın “zincirlerinden başka” kaybedecek şeyleri bulunduğunu söyleyen ve sınıf mücadelesi yerine sınıf uyumu ve “sağduyu”yu önerenler ise öncelikle Avrupa’nın kötü ünlü revizyonistleri, Togliatti, Carillo ve Berlinguer idi. Onlar ve başında bulundukları revizyonist, sağ oportünist partileri sınıf mücadelesi ve devrim için ayaklanma fikrini reddederek, proletaryaya ve halk yığınlarına karşı emperyalist burjuvaziyle işbirliği yolunu seçtiler; uluslararası işçi sınıfını, SB ve Arnavutluk gibi eski sosyalist ülkeleri ve ezilen-sömürge halkları arkadan hançerlediler.
Bu hain ve işbirlikçi çizgi, Avrupa ülkeleri proletaryasının sosyalizm mücadelesine set çekerken, ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelesine darbe vurdu ve Kruşçevcilere, Gorbaçovculara anti-sosyalist, anti-Marksist mücadelelerinde cephe gerisinde verilmiş uluslararası bir destek oldu. Enver Hoca “Avrupa Komünizmi anti-komünizmdir” adlı eserinde bu burjuva işbirlikçi çizgiyi ele alıp teşhir elti.
“Bizimkiler”in, bizim revizyonistlerimizin ise, daha geriden gelmek üzere, uluslararası revizyonizmin bilinen moda teorilerini benimseyip papağanca tekrarlamaktan başka yaptıkları fazlaca bir şey yok. Burkay’ın söz konusu yazısında ileri sürdüğü iddialar da aynı kapsamdadır ve yeni bir öğe içermiyor. Ancak, ileri sürüldükleri dönem önceki dönemlerden farklılıklar arz ediyor ve onlara daha yakından bakılmalıdır.
SINIF MÜCADELESİNİN BİÇİMLERİNDEKİ “DEĞİŞİKLİK”, “ZOR”U VE “AYAKLANMA”YI GEÇERSİZ Mİ KILMIŞTIR?
“Diğer yandan değişen durum, sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemleri konusunda da değişikler yaratmıştır. Bu soruna artık Marx’ın ve Lenin’in dönemindeki gibi, onların getirdiği tarzda yaklaşamayız.
Birincisi, kapitalizmden sosyalizme geçiş için ayaklanma, sınıflar boğazlaşması biçiminde bir zor kullanımı artık günümüz koşullarında olanaksızdır. Tarihin gündemine barışçıl geçiş biçimleri girmiştir. Bu yalnızca burjuva demokrasisinin işlerlik kazandığı gelişkin kapitalist ülkelerde değil, geri kalmış ülkeler bakımından da böyledir. Gelişmiş kapitalist, ülkelerde sınıf mücadelesi ve sosyalizm yönündeki mücadele demokratik düzen içinde gerçekleşmektedir, işçilerin ve öteki emekçi halk çoğunluğunun sosyalizme kazanılması süreç ve koşullar sonucudur. Geri kalmış ülkelerde ise; çelişkiler keskindir, sınıf boğuşmaları zaman zaman kanlı biçimler almaktadır; bu nedenle bu ülkelerde bundan böyle de sınıf savaşının silahlı biçimler alması, bir ayaklanma sonucu iktidarın el değiştirmesi ihtimali eskiye göre çok azalmış da olsa hâla vardır. Ancak iktidarın ele geçirilmesiyle işin bitmediğini, bunun yalnızca gerekli ilk adım olduğunu, sosyalizmin kuruluşunun asıl güçlü bir halk desteğine ve hızla ekonomik gelişmeye bağlı olduğunu biliyoruz.” (Burkay agd)
Sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemlerinin değişiklikler gösterebileceği, bir tek biçim ve yöntemin olmadığı, fikrinin Marksizm’in, Marx, Engels, Lenin ve Stalin gibi usta ve önderlerinde olmadığı iddiasının (“onların getirdiği tarz” bunu ifade etse gerek) gerçeği ifade etmediğini belirtelim. Marx ve Lenin, “sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemleri”(ii iradi olarak, isteğe bağlı ve niyet sorunu olarak ele almadılar. Aksine; toplumsal gelişmeyi ve sınıf mücadelelerinin aldığı biçimleri, burjuva devlet örgütlenmesini, militarizmin gelişmesini ve proletarya devrimi ihtimaline karşı, burjuvazinin zora daha fazla sarılmasını somut olgular olarak ele alıp incelediler ve bundan devrimci sonuçlar çıkardılar. Sınıf mücadelesinde hangi biçimin “geçersiz” ve hangi biçimin “geçerli” olduğu masa başı aydınlarının iradesine bağlı olarak tespit edilemez. Yığın mücadelesinin ortaya çıktığı tüm biçimler Marksistler tarafından geliştirilir, örgütlenirken pratik tarafından “ıskartaya çıkartılan” biçimlerde ısrar edilmez. Sınıf mücadelesinde şiddet yöntemlerini, “tarihe karıştığı”nı kanıtlayan bir tek olgu ve pratik deney yoktur.
Marx ve Engels; henüz militarizmin gelişmediği, kapitalizmin ilk dönemlerinde, İngiltere gibi ülkelerde sosyalizme “barışçıl geçiş” ihtimalinden söz ettiler. Ancak sınıf mücadelesinin somut seyri, burjuvazi-proletarya çelişkisinin keskinleşmesi ve buna bağlı olarak, burjuvazinin militarizmi geliştirmesi, proletaryaya karşı siyasal şiddetin yoğunlaştırılması ve burjuva devletin tahkimi, onlara; devrim için, yığınların devrimci zorunun gerekliliğini gösterdi. Marx ve Engels kuramlarını oluştururken, somut olgulardan hareket ettiler. Nasıl ki, 1789-1830 ve 1848 devrimleri, oluşları ve sonuçlarıyla kıta çapında etkilere sahip oldular, kıta çapında geliştiler ve onlar, bu somut olgudan hareketle bir “kıta devrimi”nden söz ettilerse; barışçıl geçişten söz edilmesinin de o gün için bir anlamı vardı. Ancak, “kıta devrimi” beklentisi gibi, “barışçıl geçiş” olasılığı da tarihe karıştı. Toplumsal gelişme bunun mümkün olmadığını gösterdi; Marx ve Engels, bizzat kendileri, devrimin merkezinin doğuya kaydığını, kapitalist gelişmenin, merkezileşmeye, tekelleşmeye, kartelleşmeye doğru yöneldiğini, burjuva iktidarını devirmek için proletaryanın devrimci zorunun zorunlu olduğunu ortaya koydular. 1871 Paris Komünü deneyi, Marx ve Engels’in devlet, devrim ve demokrasi sorunlarına ilişkin görüşlerini detaylandırıp netleştirmelerini olanaklı kılan verileri ortaya koydu; onlar teorilerinin “dogma değil eylem kılavuzu” olduğunu söyleyen büyük materyalist diyalektikçiler olarak, bundan gerekli sonuçları çıkardılar ve proletaryanın eline mücadele silahı olarak sundular.
“Değişen durum”un, sınıf mücadelesinin biçimleri ve sosyalizme geçiş yöntemleri konusunda, Marx’ın ve Lenin’in ortaya koyduğu “tarz”ları “geçersiz kıldığı”nı söyleyenler, sınıf mücadelesinin biçimlerini değişebilirliği gibi, masum bir görüşü dile getirme görünümü altında, Burkay’ın yaptığı gibi; devrim için zor kullanımının “artık olanaksız olduğu” görüşünü yayarak, proletarya ve ezilen halklara, teslimiyeti ve boyun eğişi önermektedirler. Marx, Engels, Lenin ve Stalin, sınıf mücadelesini kabullenmenin Marksist olmaya yetmediğini, Marksist’i, bayağı burjuvadan ve oportünistten ayıranın, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek vardırmak olduğunu belirtmişlerdi. Proletarya egemen sınıf olarak örgütlenmek için, öncelikle burjuva siyasal egemenliğe son vermeli, burjuva devlet aygıtını parçalamalıdır. “Sınıflar boğazlaşması” ve “zor kullanımı” bir niyet sorunu, olasılıklar arasında yapılacak bir seçim sorunu olmaktan uzak, kapitalist toplumsal sistemde -ki bizim tartışmalarımız bu sistemi veri almaktadır- proletarya ile burjuvazinin üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumları tarafından belirlenen ilişkiler üzerinde gelişen mücadelenin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. “Zor kullanımın olanaksız hale geldiği’nden söz edenlerin, zora dayanmayan bir sınıf iktidarını, zorun rol oynamadığı bir sınıf ilişkisini, zorsuz başarılmış bir ‘devrimi göstermeleri gerekmez mi? Hayır! bunu yapmıyorlar ve yalnızca yığınları burjuvazi ve gericilik yararına aldatmak amacıyla konuşuyorlar.
Şiddete dayalı devrimi “öcü” olarak gösterenler ve burjuva demokrasisine övgü düzenler, bilinçli olarak, devrim sorununu, zoru devletten, devlet sorunundan koparak ele alıyorlar. Devletin bir zor aygıtı, bir sınıf egemenliği aygıtı, “halktan ayrı silahlı insan müfrezeleri aracılığıyla yığınlar üzerinde uygulanan buyurganlık” (Lenin) olduğunu görmezden gelip, gizlemeye çalışıyorlar. Kemal Burkay ve devrimci zorun kullanımına, yığınların devrimci ayaklanmasıyla iktidarın alınması demek olan şiddete dayalı devrim düşüncesine karşı görüş belirtenler, burjuva devletin “en demokratik” burjuva devletler de dâhil, işçilere ve emekçilere karşı şiddete başvurup başvurmadığı burjuva devletin ve demokrasisinin nasıl işlediği ve kime hizmet ettiğinin üzerinde durmaksızın; demokrasi, savaş, barış ve devrim sorunlarını “dindarca dilekler”le açıklamaya çalışıyorlar. “Tarihin gündemine barışçıl geçiş biçimleri girmiştir” diyen Burkay’ın hiç bir somut kanıtı yok. Burkay, sosyalizmi ve sosyalist devrim sorununu tartışıyor ve “barışçıl geçiş biçimleri”nin yalnızca gelişkin kapitalist ülkelerde değil, geri kalmış ülkeler bakımından da geçerli olduğunu vaaz ediyor. Ancak iddialarını kanıtlamak için ne bir örnek gösteriyor, ne de buna yol açan “somut olgular”, her neyse onlardan söz ediyor. Oysa Marksistler, sınıf mücadelesinin biçimleri ve “sosyalizme geçiş yöntemleri” konusunda doğru bir tarzda ancak, somut olguların somut tahliliyle konuşabilir, sonuçlar çıkarabilirler. Marksistler bu konuda, deyim yerindeyse yığınların pratiğinden öğrenirler. Burkay gibilerinin yaptığı ise, yalnızca Marksistleri suçlamak, “Marx ve Lenin”in getirdiği tarzın geçersizliğini ilan etmek oluyor. Kapitalizme ve burjuvaziye karşı sahte söylemler ardına gizlenerek, proletarya ve emekçilerin, kapitalizme ve burjuva egemenlik aygıtına karşı mücadelesini engellemeye ve onları sınıf düşmanına karşı uzlaşmaz devrimci çizgide iktidar mücadelesinden alıkoymaya yönelik bu girişim, “hataların aşılması” demagojisiyle, yüzüne bir “masumiyet” maskesi geçiriyor.
Söylenenler yalnızca bir safsata değil, proletaryanın sınıf düşmanına karşı silahsızlandırılması girişimine güç veren politik saldırılardır. Proletarya ve emekçiler, devrim için hazırlanacaklar mıdır, yoksa barışçıl yollarla iktidarı alacakları hayaliyle eli-kolu bağlı bekleyecek ve çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik ekonomist mücadeleyle mi yetineceklerdir? Çünkü her gerçek devrim, bir alt-üst oluşu ifade eder ve çetin savaşları gerektirir. Çünkü “devrim demek, en sert en zorlu, en umutsuz sınıf savaşımı, iç savaş demektir. Tarihte iç savaşsız yapılabilmiş bir büyük devrim yoktur.” Çünkü her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. “İktidar sorunu ne bir yana bırakılabilir, ne de geri plana atılabilir. Çünkü temel sorun, devrimin tüm gelişmesini, devrimin iç ve dış siyasetini belirleyen sorun iktidar sorunudur.” (Lenin)
Proletarya, eğer devrimi, iktidar olmak, kapitalizmi tasfiye etmek, sömürüye son vermek ve sınıfsız, devletsiz topluma yürümek ereğiyle yapacaksa; hangi “barışçıl yöntem”le, burjuvaziyi, sınıf egemenliğini terke ve sömürüden vazgeçmeye ikna edecektir”. Böyle bir şey tam da, Burkay’ın tanımlamasıyla “günümüz koşullarında” nasıl mümkün olabilmektedir?
Geçmişte, Kruşçevci’ler, geri ülkeleri sosyal-emperyalist sistemin egemenliğine sokmak amacıyla, “barışçıl geçiş”ten söz ediyorlardı. Ama onların bile, Burkay gibilerine göre “daha haklı” nedenleri vardı. SB’ni sosyalist gösteriyorlardı ve bir “sosyalist kamp” vardı. Bu kapitalizme karşı, sosyalizmin üstünlüğünü kanıtlayacak ve diğer ülke halkları ve proletaryasının mücadelesini göze alamayan kapitalistler, şiddete başvurmaktan vazgeçip boyun eğeceklerdi! İddia böyleydi; ama bugün, “günümüz koşulları” değişti, Kruşçeci’lerin halkları aldatma amaçlı palavralarının savunulmasının olanakları da ortadan kalktı. Burkay gibilerinin seslendirdiği düşünceler, bu revizyonist dayanaktan bile yoksundur ve proletarya ve halklara ihanetin ifadesidir.
Marksistlerin sözünü ettikleri “barışçıl geçiş”in revizyonist çarpıtmalarla ve “günümüz koşulları”yla ilgisi yoktur. Kapitalist emperyalizmin dünya egemenliği koşullarında, emperyalizmin, burjuva militarizminin belinin kırılmadığı, bırakalım dünyanın ileri ülkeleri başta olmak üzere, büyük çoğunluğun da proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenip, sosyalizmi inşa ettiği koşulları, herhangi bir ülkede iktidar olamadığı bugün kalkıp, “Marx ve Lenin’in hataları”ndan söz ederek, sosyalizme barışçıl geçiş yöntemleri üzerine vaaz vermek, Marksizm’in burjuvaca çarpıtılması ve proletaryaya ihanettin?) Burkay gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizm mücadelesinin “demokratik düzen içinde” gerçekleştiğini söylüyor. Onun burjuva demokrasisini tüm sınıflar için demokrasi olarak sunması bir yana (bunun üzerinde ayrıca duracağız) sosyalizm mücadelesinin burjuva demokrasisi koşullarında gelişmesinin, “barışçıl geçiş yöntemleri”ne dayanak göstermeye çalışması da boşunadır.
Sınıf mücadelesi şiddete dayanır ve barışçıl biçimleri içererek gelişir, düz bir çizgi izlemez. Proletaryanın siyasal sınıf mücadelesi, sosyalizmi kurma amacıyla iktidarın alınması mücadelesi olarak ele alındığında, bu isterse “burjuva-demokratik” gelişmiş ülke koşullarında olsun, şiddeti devrimci zoru ve ayaklanmayı içermek durumundadır. Kapitalistler, sınıf savaşı ve siyaseti konusunda, işçilere göre daha deneylidirler, işçileri ve emekçileri aldatmak, bölmek ve mücadeleden alıkoymak için politik manevralara başvurmaktan geri durmadıkları gibi; gerekli her durumda, silahlı insan müfrezelerini işçi ve emekçilere karşı harekete geçirmekten, baskı, zulüm ve teröre başvurmaktan geri durmazlar. “Özgürlük ve demokrasi”nin ‘vatan’ı sayılan İngiltere, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde, burjuvazi yalnızca “ortak çıkarlar” ve “sınıflar üstü demokrasi” propagandası yürütmüyor, aynı zamanda, polis ve ordu birliklerini emekçi yığınların üzerine sürüyor, burjuvazinin sınıf egemenliğinin savunulması ve devamı için oluşturulan “adli mekanizma”yı acımasızca işletiyor. Bunun kanıtlarını sayıp dökmeye bile gerek yok. Burkay gibi Avrupa başkentlerinde yaşamlarının önemli bir bölümünü geçirenler İngiltere’de, Fransa’da, Amerika ve Almanya’da işçi grevlerine, halk direnişlerine ve düzene karşı radikal mücadele yöntemleri benimseyenlere karşı alınan tutumu bilecek durumdadırlar. Polis ve ordu gücü bu ülkelerde de baskı kuvvetidir. Zoru uygulama gücüdür. “Burjuva demokrasisinin işlerlik kazandığı gelişkin kapitalist ülkelerde” faşist diktatörlük rejimlerine göre, emekçiler tarafından muadeleyle elde edilip kullanılan hakların sınırlan daha geniş olsa bile; bu hiçte, sosyalizme barışçıl geçiş yöntemlerinin -üstelikte genel bir kural olarak- bu ülkelerin gündemine girdiğini göstermez. Egemen burjuvazi bu ülkelerde de kendi iktidarına yönelen gerçek bir proletarya ve halk hareketini şiddetle bastırmaktan, baskı aygıtını tüm kurum ve güçleriyle yığınlara karşı harekete geçirmekten geri durmaz, durmamıştır, durmayacaktır. “Burjuva demokrasisi” koşullarında demokratik bir hakkın kullanımından hareketle burjuva iktidarının alaşağı edilmesi, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve sosyalizmin inşasına girişmesi gibi, toplumsal bir alt-üst oluş eylemi olan devrim karşısında burjuvazinin barışçıl yöntemlerle iktidarını bırakacağını vazetmek safsata ve ihanettir. “Herhangi bir devrimin barışçıl gelişmesi genel olarak son derece ender ve güç bir şeydir. Çünkü devrim en ciddi sınıf çelişkilerinin aşın şiddetlenmesi demektir.” (Lenin) Ve bu şiddetlenme, bugüne kadar ki devrim tarihi tarafından esas olgu, esas biçim olarak ortaya konmuştur. Zora dayalı devrim olmaksızın, burjuva devleti yıkılarak proletarya devleti kurulamaz. Zor “bağanda yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesidir.” Tarihsel deney bunu gösteriyor.
Proletaryayı, iktidarın zor alımına ve devrimci şiddete yönelten bizzat burjuvazinin kendisidir. Olguların ayrıntılı incelenmesine dayanamayan, pratiğin analizinden çıkmayan soyut “teoriler” hiçbir yarar sağlamaz. “Barışçıl geçiş yöntemleri” üzerine gevezelik yapanların düştüğü konum budur. Onlar, bolca şiddete, “teröre” karşı olmaktan söz ederler; ve bunu yaparken, burjuvazinin örgütlü teröründen, bir terör aracı olan onun devletinden söz edenleri de “dogmatik” olarak suçlamaktan geri durmazlar. Lenin bu türleri için “bu koca bebekler ‘terörü kabul etmiyor’; çünkü işçileri ve köylüleri aldatmak için beyaz muhafızların uşakları ve yardakçıları rolünü seçmişler. Bırakalım beyaz terör’ün uşak ve yardakçıları her türlü terörü yadsımakla övünsün” demekte; sınıf savaşının şiddetlendiği ve bunalımın derinleştiği ülkelerde ve koşullarda “terör”den vazgeçilmez olduğunu belirtmekte, ya beyaz terör, yani ya Amerikan, İngiliz (klanda), İtalyan (faşist), Alman, Macar vb. türü burjuva terör, ya da kızıl proleter terör, ikisinin arası yoldur, üçüncü terör yolu yoktur ve olamaz da” demektedir.
Sınıflar ilişkisi alanında, proletarya ile burjuvazi mücadelesin de, bu mücadelede bir iktidar mücadelesi olarak ele alındığı sürece, “sınıflar boğazlaşması biçiminde bir zor kullanımı” ve “sosyalizme geçiş için ayaklanma”yı geçersiz kılacak, dahası Marx ve Lenin’in tespitlerini geçersiz saymaya neden olabilecek bir nesnel durum değişmesi, söz konusu değildir. Proletaryayı “barışçıl geçiş” hayaliyle oyalanmaya çağıranlar, burjuvazinin “sınıfsal uyum” çağrısını yinelemektedirler ve onların Marksistlerle ortak hiç bir yanları yoktur. Lenin’in deyişiyle, onlar, “geleceğin barışçıl sosyalizmini düşlemeye her zaman yatkın” olan “sosyal” rahipler ve oportünistlerdir”, proletaryayı, ezilen halkları, sömürülen emekçileri silahsızlandırmaya soyunmuşlardır. Onların çağrıları ile proletaryanın sınıf çıkarları bağdaşmazdır. Çünkü onların çağrıları proletaryayı burjuvaziye karşı silahsız bırakmaktadır ve çünkü silah kullanmasını öğrenmeye, silah sahibi olmaya çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır.” “Çünkü en sonu burjuva barışçılar ya da oportünistler durumuna gelmedikçe, sınıflı bir toplumda yaşadığımızı, bu toplumdan ancak sınıflar savaşımıyla kurtulabileceğimizi unutamayız. İster köleliğe, ister serfliğe ya da bugün olduğu gibi, ücretliliğe dayansın, her sınıflı toplumda ezenler sınıfı silahlı bir sınıftır. Günümüzde yalnız sürekli ordu değil, milis de -hatta İsviçre gibi en demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile- proletaryaya karşı burjuvazinin silahlanmasını simgeler. Üzerinde ayrıca durmaya pek de gerek olmayacak kadar kolay anlaşılır bir gerçektir bu. Grevcilere karşı bütün kapitalist ülkelerde nasıl asker kullanıldığını anımsatmak yeter.
Proletaryaya karşı burjuvazinin silahlanması çağdaş kapitalist toplumun en önemli, en temel, en zorunlu olgularından biridir. Ve böyle olduğu için de devrimci sosyal-demokratlara ‘silahsızlanmayı istemek öneriliyor! Bunu önermek demek, sınıf savaşımı görüşünü tamamen reddetmek ve her türlü devrim düşüncesinden vazgeçmek demektir. Oysa bizim sloganımız burjuvaziyi yenebilmek, mülksüzleştirebilmek ve silahsızlandırabilmek için, proletaryanın silahlanması olmalıdır. Devrimci bir sınıf için olanaklı tek taktik, kapitalist militarizmin tüm nesnel gelişmesinden doğan ve bu gelişmesinin zorunlu bir duruma getirdiği taktik işle budur. Proletarya ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonradır ki, genel olarak bütün silahları hurdaya çıkarabilecektir. Ama bu işi ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra yapacaktır hiçbir zaman daha önce değil.” (Lenin)
Burjuvazi, en demokratik burjuva ülkelerde bile, işçi ve emekçilere karşı, onların iktidar mücadelesini bastırmak amacıyla silahlı müfrezelere sahiptir, bunları kullanmaktan bir an bile geri durmamaktadır. Proletarya, bu durumu dikkate almaktan ve burjuvaziye karşı, onun karşıdevrime! zorunu bertaraf edecek devrimci sınıf zoruna başvurmaksızın başarıya ulaşamaz. Ona zoru, ayaklanmayı ve silaha başvurmayı yasaklayanlar, devrim düşüncesinden vazgeçen oportünistlerdir. Burkanın ve tüm revizyonistlerin ağzında “günümüz koşulları”, Marksizm-Leninizm ve devrimin yadsınmasının gerçeklerini maskeleyen demagojik bir söyleme dönüşüyor. Oysa koşullar proletaryaya ve emekçilere, devrimci yöntemlerle, barışçıl ve şiddete dayalı mücadele yöntemleriyle savaşımı geliştirmeyi dayatıyor. Marksizm’de “burjuvazi için kabul edilemez olan” proletaryanın burjuvaziye karşı ve onun ortadan kaldırmak amacıyla başvuracağı ve iktidarı aldığında da başvurmaktan eri kalmayacağı ‘devrimci zor’dur. Burjuvazi için kabul edilemez olanı, Burkay’da kabul etmiyor.
Burkay, geri kalmış ülkelerde çelişkilerin keskinliğinden söz etmekte ve bu ülkelerde “bundan böyle sınıf savaşımının silahlı biçimler alması, bir ayaklanma sonucu iktidarın el değiştirmesi ihtimali, eskiye göre çok azalmış olsa da vardır”‘demektedir.
Burada, gelişmiş kapitalist ülkelerde çelişkilerin keskin olmadığı barışçıl yöntemleri esas hale getirecek denli uzlaşır hale geldiği vurgusuyla birlikte, geri kalmış, bağımlı, ezilen ülkelerde de ayaklanma sonucu iktidarın alınması -o “el değiştirme” diyor, ihtimalinin “eskiye göre çok azaldığı iddiasıyla, bu ülkelerde de çelişkilerin “sağduyu” ile ele alınıp çözülebilir hale geldiği iddia edilmektedir. Ona göre; geri kalmış ülkelerde de şayet egemen sınıflar biraz daha anlayışlı davranır ve şiddetin dozunu azaltırlarsa sorunlar, diyalogla, barışçıl yöntemlerle, demokrasi içinde çözülebilir. İşçi sınıfı iktidarı almak için ayaklanma yolunu değil, seçimlerle iktidar ya da muhalefet olmayı benimser; vb!
BURJUVA DEMOKRASİSİNİN OLUMLANMASI VE “SEVİMSİZ DİKTATÖRLÜK”!
Burkay’da hemen tüm oportünistler gibi burjuva demokrasisine hayran; hayranlığını gizlemiyor ve onun insanlığın kazanımı olduğunu söylüyor, demokrasinin, Marksistler tarafından sınıflara göre tanımlanmasını doğru bulmuyor. Söz konusu yazısında şunları yazıyor: “Her türlü demokrasinin diktatörlük olduğunu, bu açıdan ‘sosyalist demokrasi’ diye nitelenen işçi sınıfı diktatörlüğünün burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik olduğu görüşünü geçmişte bizde savunduk. Ancak yaşananların ışığında bu görüşü tartışmak gerekir. Görüldü ki işçi sınıfı ve sosyalizm adına kurulan diktatörlükler, topluma daha geniş bir demokrasi sunmak surda kalsın, burjuva toplumlardaki demokrasinin bile çok gerisine düştüler. Pratik teoriye hiç de uygun düşmedi. Marksistler demokrasi ve diktatörlük kavramlarını yineden ele almalıdırlar. Demokratik biçimlerle öteki biçimlerin birbirinden ayrılmasına olanak verecek, tümünü diktatörlük gibi sevimsiz bir terimin çerçevesine sokmayacak bir kavram açıklığında yarar var…”
“Diğer yandan günümüzde gelişkin burjuva toplumlarındaki demokrasiyi ‘burjuva demokrasisi’ olarak nitelemek de yanlıştır. Çünkü söz konusu demokrasi yalnızca burjuvazinin tercihlerini yansıtmıyor; o aynı zamanda işçi sınıfının ve toplumun öteki emekçi, ilerici, aydın güçlerinin zorlu mücadelelerinin sonucu şekillenmiştir. Bu yönüyle onu ortak bir kazanım ve değerler sistemi saymak gerekir.”
Bu oportünist bayımız her şeyden önce biçim ile özü karıştırıyor, burjuva demokrasisini eski mesleği olan avukatlığın görüş açısından, burjuva hukuk kurallarının kağıt üzerinde işçi ve emekçilere de “eşit haklar tanıması” demagojisine hukuksal inanç açısından ele alıyor, ona somut gerçeklik payesi veriyor.
Burjuva demokrasisi, burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir biçimidir. Sınıflı toplumlarda devlet bir egemenlik erki, egemenlik aracıdır. “Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar ve tersine; devletin varlığı da sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.” Devlet bir sınıfın bir başka -ya da diğer- sınıf üzerindeki baskı organı, egemenlik aracıdır. Burjuva devlet, burjuvazinin işçi sınıfı başta olmak üzere, ezilen sınıf ve yığınlar üzerindeki sınıf egemenliğinin aracıdır ve onun alacağı biçimler, onun egemenlik aracı olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Her egemenlik, bir egemen ve bir de egemen olunanı gerektirir; egemen olunana egemenliği kabullendirecek, onu otoritesine boyun eğdirecek yaptırımcı bir gücü, zor unsurunu elde tutmayı gereksinir. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı olan burjuva devleti özel bir iktidar aygıtıdır, “belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye yönelik bir zor örgütü”dür. İster burjuva demokratik, isterse faşist biçimler alsın, bu özelliği sınıfsal karakteri, sınıfın siyasal -en üst, en modern- örgütü olma özelliği değişmez. Burjuvazi egemenliğini sürdürmek için emrinde “silahlı adam müfrezeleri”ni, ordu ve polis gücünü bulundurur. Burjuvaziyle proletarya (ve halk yığınları) arasındaki mücadelede, mücadelenin seyrine bağlı olarak ve fakat devamlı olarak, bu silahlı adam müfrezeleri işbaşındadır ve başka bir şeyin değil, burjuva devletin, burjuva demokrasisinin unsurları olarak, burjuvazinin işçiler üzerindeki egemenliğinin devamı için faaliyet içindedirler. Devlet örgütlenmiş ve sistemli bir zorun ifadesidir. Burjuva devlet makinesinin en ayırt edici iki kurumu bürokrasi ve sürekli ordudur. Bu kurumlar binlerce bağla burjuvaziye bağlanmışlardır. Ve burjuva devletin alacağı biçimlere bağlı olarak her koşulda işlev görürler. Temel görevlerini kapitalist sömürünün, ücretli kölelik sisteminin ve bu sistem üzerinde yükselen burjuvazinin sınıf iktidarının korunması oluşturur.
Burjuva devletin ve onun kurumlarının proletarya ve emekçiler karşısındaki konumu tüm açıklığıyla gözler önündeyken, ‘en demokratik’ kapitalist ülkelerde de bu kurumlar en sıradan işçi grevi ve ‘masum’ hak istekleri karşısında şiddet araçları olarak işlev görmekleyken, burjuva demokrasisini, burjuva diktatörlüğünden soyutlayarak, onu proletarya ve burjuvazinin “ortak kazanımı” olarak sunmak proletaryayı bu “ortak kazanım”a zarar verici eylemlerden, burjuva egemenliğine karşı mücadeleden alıkoymak demektir. Revizyonist öncellerinin izinde yürüyen yazarın yaptığı budur.
Burjuva demokrasisi, kapitalizm koşullarındaki en ileri demokrasidir. Toplumlar tarihinde ileri bir gelişmeyi ifade eder. Burjuva demokrasisi koşullarında, ezilen sınıfın da, bazı hakları kullandığı, demokrasinin kanıtı olarak gösterilen seçimlere katıldığı, grev, gösteri, toplantı vb. haklara “sahip olduğu” doğrudur. Ancak bu durum onun bir sınıf egemenliğine denk düşmesine, bir sınıfın öteki üzerindeki diktatörlüğü olması, gerçeğini değiştirmez. Sözü edilen hakların, yığınların burjuva sınıfa ve onun devletine karşı mücadelesinin ürünü olması bir yana, bu haklar sözde kalmaktadır. Seçimler, emekçi yığınların, egemen sınıfın hangi temsilcileri tarafından yönetileceğinin belirlenmesinden farklı bir anlam taşımadığı gibi; sermaye sahibi sınıf diğer sözü edilen hakları da elinde tutar. Toplantı salonları, matbaalar burjuvazinin elindedir. Hakların hangi ölçüde kullanılacağını belirleyen burjuvazi olduğu kadar, gerekli gördüğünde bu hakları tümüyle gasp etmekten geri kalmayan da odur. Burjuva demokrasisinde, ‘demokratik haklar’ın sınırı burjuva sınıfın çıkarları tarafından belirlenmiştir. Kapitalist rejimde, kapitalizm koşulları içinde “en iyi devlet biçimi”nin demokratik cumhuriyet olması, hiçbir biçimde, proletaryayı, burjuva demokratik biçimli burjuva devlete karşı, onu alaşağı edecek mücadeleden geri durmaya çağıranları, “ortak kazanım” demagojisiyle burjuva demokrasisini kutsayanları haklı çıkarmaz. Çünkü “en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, halkın nasibi ücretli kölelikten başka bir şey değildir.” Eğer, devletin ‘özel bir baskı gücü’ olduğu ve her zaman ezilen sınıfa karşı, onu boyunduruk altında tutmaya yarayan bir erki ifade ettiği ne denli itiraz götürmez bir gerçekse, burjuva demokrasisinin proletarya ve halkın tercihlerinin ifadesi olmadığı da o kadar gerçektir. Demokratik burjuva cumhuriyeti çeşitli devlet biçimlerinden biridir ve her devlet gibi örgütlenmiş zorun ifadesidir. Zorun uygulandığı sınıf ezilen sınıftır. Burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçileri ezmesini olanaklı kılan bir makinedir.
Proletaryayı eğitmek, devrimci eyleme hazırlamak için burjuva demokrasisinden olanaklı en geniş biçimde yararlanmak başkadır. Onun proletarya ve emekçiler üzerinde burjuvazinin bir diktatörlük biçimi olduğunu yadsımak başka. O, “en demokratik” biçimiyle bile zenginler (kapitalistler) için demokrasidir ve baskının olduğu yerde eşitlikten, “ortak tercih”ten, “ortak kazanım”dan söz edilemez. Ve bir Marksist’in görevi burjuva demokrasisine övgü düzmek değil, onun ikiyüzlü ve sahte özelliklerini gözler önüne serme, proletaryaya devrim zorunluluğunu gösterme, yığınlar içinde devrimci propaganda yapma ve yığınları devrime hazırlamaktır. Burkay gibi revizyonistler ise, proletaryayı devrim mücadelesinden alıkoyma gayreti içindedirler. Onlar, demokrasi ve diktatörlüğü “karşıt” şeyler gibi göstermeye çalışırken, Kautsky’nin on yıllar önce yaptığını çok daha ilkel düzeyde tekrarlamaktadırlar. Lenin’in deyişiyle “bir liberalin genel olarak ‘demokrasi’den söz etmesi doğaldır, bir Marksist ise (hangi sınıf için?) diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır.”
Burkay, gelişkin burjuva toplumlardaki “demokrasiyi”, burjuva demokrasisi olarak nitelemeyi yanlış görüyor ve çünkü diyor; “söz konusu demokrasi yalnızca burjuvazinin tercihlerini yansıtmıyor.”
Burjuvazinin egemenliğinin, sınıf iktidarının siyasal biçimlerine göre; bir tercihe yönelmek ve bu tercihi, burjuva egemenliğine karşı mücadeleyi gerekli, ya da gereksiz saymaya temel almak, özünde burjuva-kapitalist sistemi sahiplenmeyi ifade eder. Burjuva demokrasisini -ki yazar bu tanımlamayı da yanlış görüyor ve herhalde o, bunun sınıflar üstü bir demokrasi olduğunu düşünüyor- burjuvaziyle birlikte, işçilerin, aydınların, emekçilerin de tercihlerinin ifadesi olarak göstermek, tam bir burjuva uşaklığı ve devrim mücadelesinin reddidir. İşçi sınıfına ve ezilen halk yığınlarına, “ortak tercih”e karşı tahrip edici eylemlerden, devrim için mücadeleye atılmaktan geri durma çağrısı yapılıyor, “ortak tercihin korunup sağlamlaştırılması isteniyor. Söylenenlerin bundan başka bir anlamının olduğunu düşünmemiz için hiçbir neden yoktur. Burkay, burjuva demokrasisini burjuvaziyle proletaryanın, “ortak kazanımı ve değerler sistemi” sayınca, geriye bu “ortak kazanım”ın el birliğiyle, “sınıf uyumu” ve “toplumsal mutabakat” sağlanarak savunulması, korunması kalıyor! Burkay bunu istiyor.
Oportünist yazar, burjuva demokrasisine hayranlığını proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm uygulamalarının aşağılanması, burjuvaca yorumuyla birlikte dile getiriyor. Eski sosyalist ülkelerde, uluslararası burjuvazinin birleşik saldırıları sonucu kapitalizmin yeniden zafer kazanmasını bunun ürünü olarak ortaya çıkan emekçi düşmanı uygulamaları proletarya diktatörlüğünün daha geniş bir demokrasi “olmadığına” kanıt olarak gösteriyor. Bilinçli bir tercihle; proleter demokrasinin, burjuva demokrasisinden geri kaldığının uygulamada tanıtlandığı demagojisine sarılıyor ve buradan hareketle, demokrasi sorununun Marksistlerce yeniden ele alınıp, değişik biçimde tanımlanmasının “gerekli olduğu” sonucuna varıyor.
Burjuva demokrasisini, tüm sınıflar için demokrasi olarak göstermeye çalışan oportünizmin çarpıtmalarına karşın o, bir azınlık için, sömürücüler azınlığı için demokrasidir; sömürücüler azınlığının sömürülen milyonlar üzerindeki diktatörlüğünün ifadesidir. Burjuva toplumunun iliklerine dek çürümüş olması, burjuva demokrasisinin göstermelik özgürlüklerini de belirler. Düşünce ve toplantı özgürlüğü göstermeliktir. O, satılık parlamentarizmi, kulis oyunlarını, değerlerin yozlaşması ve satın alınır hale getirilmesini, memur ayrıcalığını, parlamenterlerin ve tüm yöneticilerin ayrıcalıklı konumunu, devletin mekanizmalarının işlevsizliğini vb. ifade eder.
Oysa proletarya diktatörlüğü olan proletarya demokrasisi bir azınlık için demokrasiyi değil, sömürücüler azınlığına karşı ve milyonlarca işçi ve emekçi için demokrasiyi ifade eder. Yönetimin ve denetimin, gerçekte işçi ve emekçilerin elinde olmasını, kararların alınması ve uygulanmasını ve işlerin planlanmasının en geniş katılımla gerçekleştirilmesini ifade eder. Memurlar kastına, devletin, toplumun üstünde, ondan ayrı bir bastırma gücü olmasını engelleme ve bürokrasi eğilimine karşı, işçi ve emekçilerin işlerin yönetimine katılımını ve aşağıdan denetimi gerçekleştirir. Örneğin, Sovyetler biçimindeki örgütlenmede; “Sovyetlerin bütün üyelerini işlerin yönetimine pratik bir biçimde sokarak” bu sağlanmaya çalışılır.
Sosyalizm ve proletarya iktidarı, bir azınlığın çıkarlarını değil, toplumun bir avuç sömürücü dışındaki tüm ezilen yığınların kurtuluşunu gözetir, çoğunluk demokrasisidir ve bu anlamda, o gerçek demokrasidir. Proletarya iktidarı “halk yığınlarının aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine dayanan bir iktidar”dır. “Bu iktidar alışılmış tipteki parlamenter burjuva demokratik bir cumhuriyetle genellikle varolan ve ileri Avrupa ve Amerika ülkelerinde şimdiye kadar gördüğümüz iktidardan bambaşka bir iktidardır. İşin özü burada olmakla birlikle çoğu kez unutulan, yeterince düşünülmeyen bir şeydir bu. Bu iktidar 1871 Paris Komünü ile aynı tiple bir iktidardır ve başlıca belirtici özellikleri de şunlardır: 1) İktidarın kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değil, ama halk yığınlarının dolaysız, yerel, aşağıdan gelen girişkenliği, yaygın bir deyimi kullanmak gerekirse, dolaysız bir ‘zorlama’dır. 2) Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk kendileri gözetirler; 3) Memurlar kastı da, bürokrasi de, halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş, ya da hiç değilse özel bir denetim altıma alınmıştır. Sadece görevler seçimle gelinen görevler olmakla kalmaz ama basit vekiller durumuna getirilmiş görevliler de halkın ilk isteği üzerine görevden alınabilir durumdadırlar, bunlar yüksek maaşlı ‘arpalıklar’dan yararlanan ayrıcalıklı, burjuva bir topluluk olmaktan çıkıp, iyi bir işçinin alışılmış ücretini geçmeyen ‘özel bir sınıf’ işçi durumuna gelirler, özel bir devlet tipi olarak Paris Komünü’nün özü işte burada ve yalnızca buradadır…” (Lenin)
Çoğunluk için demokrasi, gerçek demokrasi, proletarya demokrasisi S.B. başta olmak üzere sosyalist ülkelerde gerçekleşti. İşçi-köylü Sovyetleri yönetiminde halk, doğrudan yönetime ve işlerin yürütülmesine katıldı. Ancak bu engelsiz, pürüzsüz bir süreç değildi ve Özgürlük Dünyası’nın daha önceki kimi yazılarında değinilen nedenlerle sosyalist teorinin öngördüğü sosyalist demokrasi kesintiye uğradı. Sovyet bürokrat burjuvazisinin iktidarı gaspıyla süreç yığınların aleyhine işlemeye başladı. Burkay ve tüm oportünistler, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren bu ülkelerde yaşanan kapitalist egemenlikten kaynaklanan suçları sosyalizme yıkarak, sosyalist demokrasinin, “burjuva demokrasisi”nin gerisine düştüğü yalanına sarıldılar.
Marksistlerin öngördüğü ve gerçekleşmesi için kavga verdikleri ‘demokrasi’ Lenin’in yukarıda özlü biçimde ifadelendirdiği demokrasidir. Marksistler, proletarya demokrasisini, proletarya diktatörlüğünün -Burkay “sevimsiz” bulsa da her demokrasi bir diktatoryadır- sınıfsız komünist topluma geçiş için aşılması gerekli bir geçiş dönemi yönetim aygıtı olarak değerlendirirler. Proletarya devleti, eksiksiz demokrasiyi gerçekleştirdiği ve üzerinde baskı kuracak bir güç kalmadığı oranda işlevini tamamlayacaktır.
Sosyalizm uygulamasında, pratik uygulama hataları ya da aksaklıklardan hareketle ve uluslararası burjuva kampın kuşatmasının yol açlığı tahribatları dikkate almadan bir kesin değerlendirme yapmak doğru değildir.
SOSYALİZMİN SAVAŞ. KAYNAĞI SAYILMASI VE BURJUVA “SAĞDUYUSU”NA DUYULAN GÜVEN
Burjuva demokrasisini allayıp-pullayan ve sınıf mücadelesinin “normal olmayan” keskinleştiği dönemlerde burjuvazinin kendini hiç bir yasayla bağlı saymadan egemenliğinin devamı için barbar yöntemlere başvurmasını, kendi koyduğu yasaları bir yana iterek dizginsiz zulme başvurması gerçeğini atlayan Kemal Burkay, şiddet sorununu burjuvazinin ‘sağduyusu’na bağlarken, emperyalist savaşların nedenleri arasında “iki sistem arasındaki gerginlik”i saymak, dahası savaşın esas nedeni olarak bunu göstermektedir. Böylece emperyalizmi aklayan Burkay şöyle diyor: “Gelinen aşamada bilincin, sağduyunun ağır baslığı görülüyor. Nükleer silahların ortadan kaldırılması süreci başladı. Jet uçaklarına, tanklara, toplara da sıra gelecektir… İnsanoğlu demokrasi içinde yumruk ve kılıç yerine sözü kullanmayı öğreniyor. Sorunların çözümü ve toplum yaşamının dışına iliyor.” “İki sistemin gerginliğinden doğan bir dünya savaşı tehlikesinin ortadan kalkmış olması, soğuk savaşın sona ermesi, demokrasi ve özgürlük, genel olarak insan hakları bakımından dünya durumunu çok elverişli hale getirmiştir. Dünkü dengelere dayanan diktatörlerin işi zorlaşmıştır.”
Sınıf mücadelesinin sorunlarıyla ilgili her tartışma, pratik siyaset sorunudur, proletarya ve müttefiklerinin eylemini doğrudan etkiler, burjuvaziye ve sermaye egemenliğine karşı alınacak tutumu etkiler. Revizyonistler, Marksizm’e karşı saldırılarında iki temel sorunu çarpıtmaya özen gösteriyorlar. Burjuva devletin ve emperyalist kapitalizmin niteliksel özellikleri böylece onlar, proletaryayı, uzlaşmaz karşıtlık içinde bulunduğu burjuvaziye karşı mücadeleden geri tutmaya, dahası onunla paylaşılabilir ortak kazanımlar olduğuna inandırmaya ve silahsızlandırarak kapitalizm koşullarında köle bir sınıf olarak kalmasını sağlamaya çalışırlar. Burkay’ın yukarıdaki sözleri aynı amaca yöneliktir.
“Gelinen aşamada bilincin ve sağduyunun ağır bastığı” ve bunun şiddet öğesini toplum yaşamının dışına attığı iddiası, hem pratik bir değerden yoksundur, gerçek değildir, hem de toplumsal gelişme yasaları tarafından yönlendirilen sınıf mücadelesi sorunlarını “niyet”, “istek”, “irade” ve “sağduyu” gibi sübjektif unsurlara bağlayarak, ekonomik (ve dolayısıyla siyasal) çıkarlar sorununu atlamakta, üstünü örtmektedir. Gerçek değildir, çünkü emperyalist burjuvazi, pazarları, hammadde kaynaklarını ve ucuz işgücü alanlarını sömürmekten vazgeçmiş değildir. Burjuvaziye yön veren, onu silaha ve şiddete başvurmaya yönelten sağduyu yoksunluğu değil, burjuva olarak varlığını belirleyen sömürü olgusudur. Sömürücü çıkarlarının tehlikeye düştüğü her yer ve zamanda şiddete başvurmaktan, gücünü ortaya koymaktan geri durmaz. Günümüzde de bu değişmiş değildir. Burjuvazi ordusu, polisi ve bürokrasisiyle işbaşında olduğu her yerde dozu değişmek üzere, işçi sınıfı ve emekçilere karşı şiddete başvurmakta, koyduğu yasalar çerçevesinde kalan kimi emekçi eylemlerine, grev vb. dahi saldırmaktan geri durmamaktadır. Kapitalizmi aşmaya yönelik proletarya mücadelesi ise, burjuvazi açısından en şiddetli yöntemlerle ezilmeyi “hak etmekte”dir.
Nükleer silahların ortadan kaldırılması masalı da revizyonistlerin elinde, işçi ve emekçileri aldatmakta kullandıkları bir malzemedir. Başta ABD olmak üzere emperyalistler, nükleer silahlar da dâhil, silahlanmaya ve daha etkili, yok etme gücü büyük silahları üretmeye devam ediyorlar. Çünkü onlar, rakibi etkisiz kılmak için ekonomik gücü ve bunun üzerinde yükselen silahlı gücü kullanmaktadırlar. Burkay’ın ortadan kalktığını söylediği, ya da ortadan kalkacağını iddia ettiği silahlar, “günümüzde” de kullanılmaktadır. Irak’a yönelik emperyalist saldırı bunun en yeni, en son örneğidir ve henüz unutulacak kadar “mazi” olmadı.
Emperyalistler arası savaşı ve silahlanmayı “iki sistem gerginliği”ne bağlamak hedef saptırmaktır. Birincisi 20. yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşının hiçbiri “iki sistem gerginliği”nden kaynaklanmadı. Bu savaşlar, bir tek sistemin, kapitalist sistemin ürünü olarak ortaya çıktılar. Emperyalist burjuvazi her seferinde sosyalizme ve sosyalist SB’ye saldırıya geçmesine karşın, savaşların çıkış nedeni tümüyle dünya egemenliğine yönelik tekelci rekabetti, tekellerin kendileriydi. İkincisi, 1950’li yılların ikinci yarısından başlayarak, ’90’lı yıllara uzanan süreçte Sovyetler Birliği’nde yaşananları sosyalizme mal ederek, “iki sistemin gerginliği” demagojisine sarılmak, söz konusu süreçte kapitalizmin restorasyonuyla sosyal-emperyalist bir ülke haline gelen eski SB’nin, diğer süper emperyalist ABD ile giriştiği hegemonya mücadelesini sosyalizme fatura etmek, sosyalizme yönelik revizyonist saldırıdan başka bir şey değildir. “Soğuk savaş” denen şeyi de bu yönüyle sistem dışı saymamak gerekiyor.
Kuşkusuz bu, emperyalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkiden savaş çıkmayacağı anlamına gelmez. Emperyalist burjuvazi, sosyalizmi tasfiye etmek için yürüttüğü çok yönlü mücadeleyi fiili bir silahlı saldırıya da dönüştürebilir ve bu genişleyerek bir dünya savaşına yol açabilir. Bu ayrı bir sorun ve Burkay’ın tartıştığı da bu değildir. O, savaşları “iki sistem gerginliğiyle izah ederken, emperyalizmi, savaşların bu ana kaynağını gizlemekle, emperyalist burjuvaziyi aklamakladır. Savaşın siyasal-toplumsal niteliğinin bireylerin ve grupların “iyi niyeti”, “sağduyusuna değil, savaşan sınıfların uyguladığı siyasetle, uluslararası sermayenin emperyalist niteliğiyle ilgili olduğu gerçeği atlanmaktadır. Savaşa yol açan neden kapitalist paylaşım ihtiyacıdır; “ganimet payları için” süren rekabet ve anlaşmazlıklardır. Emperyalist savaşlar, kapitalistler yararına fetih ve vurgunu öngörür.
Emperyalist kapitalizm sermaye ihracı temelinde dünya pazarlarını, sömürgeleri elinde tutar. Kapitalistler sermaye ihracından ve etki alanları oluşturmaktan geri durmazlar ve pazar paylaşımında belirleyici etken ekonomik -ve ona bağlı olarak siyasal güçtür. “Oysa kapitalist rejimde paylaşım güçten başka bir temele, güçten başka bir ilkeye dayanmaz. Bir milyarder, kiminle olursa olsun, kapitalist bir ülkenin ‘ulusal geliri’ni ancak ‘sermayeye göre’ paylaşabilir (ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki en büyük sermaye kendisine düşenden çoğunu alır) kapitalizm demek, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ve üretimde anarşi demektir. Kapitalizm temeli üzerinde gelirin ‘hâkimiyetçi’ paylaşımını örgütlemek Proudhonculuktan, küçük burjuva ve ham-kafa kalın kafalılığından başka bir şey değildir. Paylaşım ancak bir ‘güçler ilişkisi’ne göre yapılabilir… Kapitalist bir devletin gerçek gücünü ölçmenin savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz da. Savaş özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez; bu ilkelerin dolaysız ve kaçınılmaz bir gelişmesidir. Kapitalist rejimde çeşitli ekonomilerin ve çeşitli devletlerin eşit gelişmesi olanaksızdır. Kapitalist rejimde bozulan dengenin zaman zaman yeniden kurulmasının tek olanaklı yolu, sanayide bunalımlardan, siyasette savaşlardan geçer.” (Lenin)
Burkay ve diğer tüm revizyonistler, Lenin ve Marx’ın belirlemelerinin “günümüz koşulları”nda geçersizliğini ilan etseler de, Lenin’in yukarıda kapitalist rejimde savaşların nedenleri ve kaynağı ile ilgili belirlemeleri yeniden ve yeniden doğrulanmaktadır. Olgular bunu gösteriyor ve Marksistler, olguları dikkate almazlık edemezler. İki büyük dünya savaşı ‘bozulan denge’nin güç oranında yeniden kurulması ihtiyacından, egemenlik ve paylaşım ihtiyacından kaynaklandığı gibi; günümüzde de, emperyalistler arasında kıyasıya bir mücadele sürmektedir. Amerikan, İngiliz, Alman, Japon vb. tekelci sermayesi arasında kıran kırana bir savaşı bir ekonomik ve diplomatik savaş var. Bu savaşın kimi zaman ve kimi bölgelerde, tümüyle ekonomik-siyasal egemenlik tesisine yönelik silahlı vuruşmaları içerdiği de bilinmektedir. Amerika’nın Panama’ya, Grenada’ya, Libya’ya, İran’a, Irak’a askeri müdahalelerini, emperyalistlerin doğrudan kışkırtıp taraf oldukları bölgesel savaşları, gerginlik dışı, rekabet ve fetih siyaseti dışı saymak mümkün değildir.
Emperyalist burjuvazinin pompaladığı silahsızlanma propagandası gerçeği yansıtmadığı gibi; emperyalizminde savaşların kaynağı olmaktan çıktığı propagandası da gerçekçi değildir. Kapitalist burjuvazinin safında bu propagandayı sürdüren sosyal pasifistler, reformist ve revizyonistler, halklara yalan söylemekte, proletaryayı aldatıp beklentiye sokmak ve burjuvaziyle paylaşabilir değerleri olduğuna ikna etmeye çalışmaktadırlar. Savaşların kaynağı kapitalizmdir ve “savaşlar ancak burjuvaziyi tek bir ülkede değil, tüm dünyada devirdikten, kesin olarak yenip mülksüzleştirdikten sonra olanaksız bir duruma geleceklerdir.”
Savaşı -emperyalist savaş değil, genel olarak savaşı- kötü bir şey ve onun nedenini de “iki sistem arası gerginlik” olarak gösterenler, öyle anlaşılıyor ki sistemlerden birinin, sosyalizmin yıkılmasını sevinçle karşılıyorlar. Öyle ya, artık, sosyalizm “öldüğüne”, “çöktüğü”ne göre, savaşlar ve silahlar da tarihe karışacaklardır ve bu da “insanlığın yararına bir gelişmedir.” O Proletarya ve halkların bu masala inanmaları için hiçbir neden yoktur.
Eğer kapitalizm sömürüye dayalı bir sistemse, sömürü amaçlı rekabet politikasının, güçlerin askeri alanda da karşı karşıya gelmesine yol açması kaçınılmazdır. Bozulan dengeyi yeniden ve güçlü olan yararına tesis etmenin savaştan başka bir yolu yoktur. Buna sosyalizmle kapitalizm arasındaki çalışmada dâhildir ve barışçıl sosyalizm palavralarının hiçbir değeri yoktur. Emperyalist burjuvazi ve onun geri ülkelerdeki işbirlikçi rejimleri tepeden tırnağa silahlanmışlardır ve şiddete başvurmaktan, savaş ve saldırganlıktan geri durmamaktadırlar.
Emperyalist burjuvazi yararına meydana gelen değişmeleri diktatörlerin dayanıksız kalması ve şiddetin dışlanmasına gerekçe gösterenler, sözde tek kutuplu -’emperyalist kutup’- dünyayı halkların ve proletaryanın yararına sayanlar, bundan halklar yararına sonuçlar çıkaranlar, yanılgının ötesinde ihanet içerisindedirler. Kapitalizmi sosyalizmle aynı kategoriye sokarak, diktatörlerin sosyalizme dayandıkları imasında bulunmak aynı anlama gelmektedir. Diktatörler, faşist rejimler, dün de bugün de, sırtını emperyalizme dayayarak, iktidarlarını sürdürmektedirler. Ağababalarla uşakları arasında meydana gelen kimi çıkar çatışması bu gerçeği değiştirmiyor.
KAPİTALİZM VE İŞÇİ SINIFININ “YAPISINDAKİ DEĞİŞİM” NEYİ İFADE EDİYOR?
Uluslararası revizyonizmin, Burkay’ın da aralarında bulunduğu “Kürt ayağı” bir yandan kapitalizmin gelişmesindeki değişiklikleri “yapısal” değişiklik olarak gösterir ve buradan işçi sınıfının kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesinin şiddetten uzak, uzlaşmacı ve “ortak kazanımı” koruyucu olması gerektiği sonucunu çıkarırlarken, öle yandan işçi sınıfının yapısının ve kapitalizm koşullarındaki durumunun değiştiğini, bunun “bilimsel teknolojik devrim”le olanaklı hale geldiğini vaaz etmektedirler. Başka yerlerde daha açık ifade edilen (ve örneğin ‘Dev-Yol’ tarafından eski Marksist kavramların geçersizliğine kanıt gösterilen) bu düşünceyi Burkay şöyle ifade ediyor.
“Bilimsel teknolojik devrim işçi sınıfının yapısında belli değişiklikler yaratabilir ve yaratmıştır.”
Bu değişikliğe işçilerin evinde dayanıklı tüketim maddelerinin bulunması kanıt olarak gösterilmektedir. Kapitalizm sürekli ve genişleyen yeniden üretime dayanan bir sistem olarak değişimi de içerir. Evet, kapitalizm, kapitalist emperyalizm, Lenin ve Stalin döneminden sonra da değişmiştir. Bu ‘değişim’, daha fazla merkezileşme, sömürü olanaklarını genişletme, bunun bir yolu olarak emek verimliliğini artırmaya yönelik -bu sömürüyü yoğunlaştırır- teknolojiyi geliştirme, işçi sınıfına karşı mücadele yöntemlerini çeşitlendirme vb. biçimindedir. Kapitalizmin kaydettiği değişim, onun niteliğiyle ilişkili değildir. Emek-sermaye çelişkisi ve onun siyasal-sosyal alandaki biçimi devam etmektedir. Burjuvazi ve proletaryanın üretim sürecindeki konumu, üretim araçları karşısındaki yeri ve onun tarafından belirlenen ezen ve ezilen sınıf ilişkisi değişmemiştir. Bu ilişki, kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadıkça değişmez, değişemez.
Öte yandan kapitalist toplumsal sistemin gelişme sürecinde burjuvazinin elinde tuttuğu bilimsel-teknik buluşların üretim alanında ve sömürüyü artırmak amacıyla kullanılması durumunda, kaydedilen gelişmelerin ezilenlerin durumunda belli etkiler yaratması kaçınılmazdır. Burjuvazinin sömürü amacıyla geliştirdiği ulaşım ve iletişim araçlarından proletarya ve emekçiler yararlandıkları gibi dayanaklı tüketim maddeleri denilen ürünlerin işçilerin yaşamına ve evlerine girmesi de doğaldır. Kuşkusuz bugün kapitalizm 200 yıl önceki ilkel durumundan farklıdır, yüz yıllık birikimlerini kullanmaktadır.
Ancak, “bilimsel teknolojik devrim” işçi sınıfıyla burjuvazinin üretim sürecindeki yerini değiştirmemiştir. İşçi üretim araçlarına değil, tüketim araçlarının bir kısmına ve çeşitli sıkıntılar pahasına sahip olmaktadır. Teknolojik gelişmeleri işçi ve ezilen yığınların yaşamının tümüyle dışında tutmak mümkün değildir. Dahası, burjuvazi, işçi sınıfının mücadelesini reformizmin sınırlarında tutmak ve işçi aristokrasisi eliyle sınıfı kontrolde tutmak amacıyla bu buluşlardan yararlanmaktadır. Sınıf bilincine ulaşmamış, iktidar mücadelesi içinde olmayan işçinin ‘özel mülkiyeti’ni geliştirme ve ‘ayrıcalıklı yaşam’ kavgası verme tutumu doğaldır. Ama her doğal olanın gerçekleşme şansı yoktur.
Kapitalizm nispeten istikrarlı döneminde ‘bir şeylere sahip olan’ işçinin gerçek durumu bunalım anlarında ortaya çıkar. İşsizlik, açlık ve ücret düşüklüğü, dahası hep sömürülen bir sınıf olma olgusu onun kapısında süreklidir. Bunalımın derinleşmesi, elindeki tüketim nesnelerinin, buzdolabı ve televizyonun elinden çıkmasını da olanaklı kılacaktır. Kapitalizmin tüm vahşeti, böylesi dönemlerde daha net olarak görülmektedir. Burjuvazinin, sosyalizm mücadelesine karşı bir dalga kıran olarak kullandığı ‘sosyal haklar’ın bunalım dönemlerinde nasıl törpülendiği ve geri alındığının örnekleri ise her dönem yaşanıyor.
Kapitalizme niteliğini veren artı-değer sömürüsü biçiminde gerçekleşen emek sömürüsü, işgücü sömürüşüdür. Burjuvazi üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak işçileri sömürme olanağını elinde tutmaktadır. Sömürünün biçimlerindeki değişme ya da daha modern yöntemlerle sömürüyü gerçekleştirme, sömürü olgusunu ortadan kaldırmıyor. Ve işçi sınıfı sömürülen bir sınıf olarak kaldıkça, onun durumunda niteliksel bir değişmeden söz edilemez. Değişiklik için, mülksüzleştirilen mülksüzleştirilmeli, üretimin ve bölüşümün tekeli burjuvaziden alınarak, burjuva egemenliğine son verilmelidir. İşçinin evindeki buzdolabının, televizyonun, çamaşır makinesinin işçi sınıfını bu mücadeleden alıkoymasına hiçbir neden yoktur. İşçi sınıfını sömürülmekten ve ezilen bir sınıf olmaktan kurtaracak olan kendisinin egemen sınıf durumuna gelmesi ve özel mülkiyet ve sisteme son vererek, çalışmayanın yiyemediği ve toplumsal mülkiyetin “herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre” ilkesine göre kolektif bölüşümünü sağladığı sistemi kurmuş olmasıdır.
Revizyonistlerin dillerinde “değişim” sınıfı mücadeleden, devrim için örgütlemek ve ayağa kalkmaktan alıkoymanın gerekçesi oluyor. İşçilerin böyle bir gerekçeye ihtiyaçları yoktur.
BÜROKRASİNİN PANZEHİRİ “ÇOK SESLİLİK” DEĞİLDİR
“Olumsuz etkenlerden biri tek partili, tek sesli yapı idi. Böyle bir ortamda demokrasinin işçi ve emekçilerden yana da var olmayacağı görüldü. İkinci bir seçeneğin, rakibin olmadığı böyle bir ortamda, sürekli olarak iktidarı elinde tutan parti ve onun üst kadroları iktidar nimetlerine gömülüp, yozlaşmaya çok açıktırlar. Onları denetleyen bir güç ve eleştiri mekanizması yoktur.”, “Dolayısıyla kesintisiz devrim görüşü dünyamızda yaşanan son gelişmelerden sonra kanımca artık geçerli değildir. Bu dönemde aynı zamanda demokratik bir toplumun doğal gereği olarak çok sesli, çok partili sivil toplum dönemi olacak; ülke demokratik bir seçimle gelen ulusal parlamento ve ulusal hükümet tarafından yönetilecektir. Bizim sosyalistler olarak iktidarda olmamız ancak, halkın yeter desteğini sağlamaya bağlı olmalı. Bu destekle iktidara gelir ve sosyalizm yönündeki programımızı adım adım koşulları olgunlaştırarak uygularız. Halkın desteğini yitirdiğimiz zaman ise muhalefet görevimizi yaparız.”
Burkay’ın demagojik söylemi de içeren “toplumsal projesi”ni, burjuva ‘sivil toplumcu’ yazarların projesinden ayıran hiçbir şey yoktur. Onun savunusu kapitalist toplum sınırlarını aşmıyor. ‘Barışçıl sosyalizm’ ütopyası üzerine bina edilen bu proje koftur, hayal ürünüdür ve daha baştan yıkılmıştır. Burkay’ın “çok sesli, çok partili” sisteminin sosyalizm olamayacağı açıktır. Sosyalizm, burjuvazinin sınıfsal varlığını, siyasal faaliyetini ve hükümet kurma “hakkı”nı içermez, bununla bağdaşmaz. Kapitalizm koşulları içinde, burjuvazinin sınıf egemenliği altında proletarya iktidarı ve işçi sınıfı partisinin siyasal erki elde tutması mümkün olmadığı gibi; burjuvazinin siyasal iktidar mücadelesine partileri aracılığıyla katılma özgürlüğüne sahip olduğu bir “sivil toplum” dönemini sosyalizm hanesine yazmak da mümkün değildir. Proletarya, emperyalist burjuvazinin dünya hâkimiyeti sistemi dâhilinde kalarak, bu sistemin sınırları dışına çıkmayı temel alan ve bunu da burjuvazinin siyasal şiddet makinesini kırma gücü göstererek yapan bir mücadele perspektifine sahip olmadan “sosyalizm yönündeki programa uygulayamaz.
“Demokratik seçimle gelen ulusal parlamento” ve “ulusal hükümet” formülasyonlarıyla Burkay’ın devrim öncesi “geçici hükümet vb. dönemlerden söz ettiği ihtimali üzerinde durulabilir. Ancak, bu yanıltıcıdır ve Burkay’ın sözünü ettiği bu değildir. O “geçici hükümet” vb. gibi özel durumlardan değil, genel durumdan, genel hareket tarzından söz etmektedir. Seçimle iktidara gelinip, seçimle iktidardan gidilecektir. Bunun nedeni de “halk desteği”ne bağlanmaktadır. Sosyalistler için halk desteği önemlidir ve sosyalistlerin iktidarı, halk iktidarının, proletaryanın sınıf iktidarının dışında özel bir iktidar biçimi değildir. Sosyalistlerin iktidarı halk iktidarının ta kendisidir. Çünkü proletarya diktatörlüğü, ya -da onun işçi-köylü Sovyetleri biçiminde gerçekleşen iktidarı, doğrudan doğruya halkın aşağıdan gelme harekelinin ürünüdür; memur kastının lağvını ve işlerin yürütülmesine, tüm yönetim görevlerinin yerine getirilmesine seçimle gelip, seçimle gitmeyi, belli aralıklarla, belli süreler için halkı “yönetici sınıfın hangi temsilcisinin ayaklar altına alacağı” bugünkü burjuva-demokratik seçim sisteminde, bu seçimin ve parlamentarizmin ikiyüzlü ve sahte özelliğinden çok farklı, istenildiğinde geri çekme hakkının işçi ve emekçilerin elinde olduğu bir mekanizmayla halk iradesinin ortaya koyduğu bir sistemi öngörür. Burkay’ın “çok sesli, çok partili” projesi değil, ancak böyle demokratik ve sınıfın ve halkın çoğunluğunun iradesine dayanan sosyal yönetim biçimleridir ki bürokrasiyi engeller, onun toplum üstü bir erkin unsuruna dönüşmesini engeller. “İstisnasız bütün yoksulları ülke yönelimine” kalarak, bunun için işlerin yürütülmesini emekçilerin ellerine vererek bürokrasi engellenir, burjuvaziye özgürlük tanıyarak, onunla bir arada yaşamayı ve böylece ona sömürme ve iktidar olma olanağı tanıyarak değil. Bürokrasiyi engellemek için:
“1) Her işe seçimle gelme ve her an görevden geri alınabilme;
2) Bir işçinin ücretinden yüksek olmayacak bir ücret;
3) Herkesin denetim ve gözetim işlevleri görebilmesi, herkesin bir zaman için ‘bürokrat durumuna gelmesi ve bunun sonucu kimsenin ‘bürokrat’ olmamasına yönelik önlemlerin hemen benimsenmesi” (Lenin) gerekir, başka bir şey değil.
“Sovyetler iktidarının özelliğini belirleyen şey, tüm devlet iktidarının, tüm devlet aygıtının tek ve sürekli temelini, daha önce kapitalizm tarafından ezilen sınıfların, yani işçilerin ve yan proleterlerin (başkasının emeğini sömürmeyen ve kendi işgüçlerini kısmen de olsa sürekli olarak satan köylüler) yığınsal örgütlenmesini oluşturmasıdır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile, yasa karşısında eşit haklara sahip olmakla birlikte, binlerce yöntem ve kurnazlıkla siyasal yaşama katılmak ve demokratik hak ve Özgürlüklerden yararlanmaktan uzaklaştırılan yığınlar, şimdi sürekti olarak ve mutlaka, üstelik kesin bir biçimde demokratik devlet yönetimine ortak ediliyor.”
Burkay, demokrasiyi sınıf temelinden soyutlamaktadır. Tek parti iktidarında, “demokrasinin işçi ve emekçilerden yana” olamayacağı iddiası bunu ifade etmektedir. Burjuvaziye özgürlüğün olmadığı sistemleri “anti-demokratik” sayma revizyonist görüşü, proletaryaya ve onun devrim mücadelesine, proletarya iktidarına karşı bir konumlanıştan kaynaklanmaktadır.
İktidardaki tek parti işçilerin ve tüm emekçilerin iradesine tabidir, onun ve kadrolarının denetleyicisi doğrudan doğruya işlerin yönetimine katılan milyonlarca emekçi olacaktır. Yozlaşma da ancak böyle önlenir.
Burkay, bilinen revizyonist, burjuva oportünist görüşlerini yineliyor, sözde sosyalizm savunusu adı altında sosyalizme ve Marksizm-Leninizm’e saldırmaktadır. Onun projesinde, proletaryayı ve emekçileri burjuvaziye karşı ve devrim hedefiyle mücadeleye çağırma söz konusu değildir. Burjuvazi yararına kaleme sarılmasının nedeni de budur. Ezilen bir ulusun mensubu olan Burkay ve onu izleyenler, emperyalizm ve gericilik halklara karşı azgın bir saldırı politikası izliyor iken, proletaryaya karşı burjuvazi tüm olanaklarıyla ‘savaş meydanı’ndayken, ‘barışçıl geçiş’ten “savaşların olmayacağı”ndan, ‘şiddetin tarihe karışması’ndan vb. söz edebilmektedir. Burkay ve tüm revizyonistler, proletarya ve halkları devrimden alıkoymaya soyunmuşlardır. Oysa Marksistlerin görevi proletaryayı ve ezilen halkları emperyalizme karşı kurtuluş için ayaklanmaya hazırlamaktır.
Aralık 1992